Öykü yazarı,
edebiyat araştırmacısı. 3 Mayıs 1957, Trabzon doğumlu. Trabzon İskenderpaşa
İlkokulu (1968), Trabzon Lisesi (1974), Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1978) mezunu. Yüksek lisans öğrenimini
aynı üniversiteye bağlı SBE'de tamamladı (1981). Yüksek lisans tezi: "Ömer Seyfeddin'in Hikâyelerinde Avrupa
Ülkeleri ve Türkler". Edebiyat öğretmeni olarak bir süre Trabzon
Endüstri Meslek Lisesinde (1980-85) çalıştıktan sonra, Karadeniz Teknik Üniversitesi
Fatih Eğitim Fakültesine öğretim görevlisi oldu (1985). "Halide Edip Adıvar'in Romanlarının Teknik
Açıdan Tahlili" konulu tezini tamamlayarak doçentliğe yükseldi (1987).
Türk Dili ve Edebiyatı bölüm başkanlığı yaptı.
Yazıları
1985'ten itibaren Uzunsokak, Kayıtlar, Kızılırmak, Trabzon
Araştırmaları I, Birlik, Düşünen Siyaset, Dolunay, Millî Kültür, Türk Edebiyatı,
Yedi İklim, Millî Eğitim, Dergâh
dergilerinde; 1997 yılından itibaren de Zaman
gazetesindeki “Mor Mürekkep” köşesinde yayımlandı. 2003’de Cümle Kapısı ile Türkiye Yazarlar Birliği Deneme Ödülünü kazandı.
“N. Bekiroğlu'nun
kelime-dil-üslup hususundaki tutumunu, estetik
endişesini biraz Tanpınar'a
benzetiyorum. Kitabî kalma tehlikesini dahi göze alarak sözün büyüsünü
terketmiyor; bir nevi ifrat. "Suya
şiirler yazan mürekkep balığı" buna şahitlik eder.” (Mustafa Kutlu)
“Şark hikâyeciliğinin
temel özelliklerinden değil midir sembol? Sembolleri yerlerine yerleştirerek
okursak, Nun Masalları'nın aşkın simyasını yani tasavvufu anlattığını göreceğiz.” (Murat Erol)
“Nazan Bekiroğlu'nun
Osmanlı dünyasındaki gezintileri bir çeşit "rüyada yolculuktur. Bir
manzarayı tül perdelerin ardından seyrettiğinizi düşünün! Nün Masalları’nı okurken -başkalarını
bilmem ama- ben hep böyle bir duyguya kapılıyorum.” (Beşir Ayvazoğlu)
"Nazan Bekiroğlu, hem tarihe hem de kendisine
sevgiyle bakabilen bir hikâyecidir.
Öyküleri 'şiirsiz geçilmeyecek kadar derin', çözüldükçe çağrışım dünyası
oldukça zengindir. Ancak, yazarın masal dünyasına girmek için deneme, makale ve
hatta şiirlerini okuyarak bir hazırlık yapmak gerekir." (Muhsin Macit)
ESERLERİ:
HİKÂYE: Nun Masalları (1997).
ROMAN: İsimle Ateş Arasında (2002), Yusuf ile Züleyha (2000),
BİYOGRAFİ: Şair Nigâr Hanım (1998), Halide Edip Adıvar (1999).
DENEME: Mor Mürekkep (1999), Mavi Lale (2001), Cümle Kapısı (2003).
HAKKINDA: Selim
İleri / Yitik Romancıya Yeni Bakışlar (Milliyet, 28.4.1992),
Beşir
Ayvazoğlu / Nun Masalları (Zaman, 10.9.1997), Ercüment
Dursun / Geçmişin İzini Süren Hikâyeler (Zaman, 9.7.1997), Ahmet
Kabaklı / Sevdiğim Hikâyeler Romanlar (Türkiye, 6.11.1997), Ömer
Lekesiz / Beş Öykücüde Bakış Açısı / Nazan Bekiroğlu Nun Masalları (Hece, sayı:
14, Şubat 1998), Nusret
Özcan / Nazan Bekiroğlu ile Söyleşi (Kafdağı, sayı: 46, Ekim 1998),
Vitrindekiler /
Şair Nigâr Hanım (Cumhuriyet Kitap, 26 Kasım 1998), Virgül (Sayı: 15, Ocak
1999), Murat
Erol / Benim Adım Kırmızı ve Nun Masalları (Sağduyu, 9.5.1999), Beşir
Ayvazoğlu / Nazan Bekiroğlu (Aksiyon, 26 Haziran-2 Temmuz 1999), Abdullah Kılıç
/ Kâğıt Arasında Bir Damla Mor Mürekkep (söyleşi, Zaman, 16.3.2000), Fatma Karabıyık
Barbarosoğlu / Saray'dan Bildiren Yazıcı (Kırkayak / Kırklar, sayı: 5, Mayıs
2000), Büşra Miraç / Mor Mürekkep -
Nazan Bekiroğlu (Hece dergisi, Mayıs 2000), F. Halid Engin / Mor Mürekkep Ya!
(Kitap Haber, sayı: 13, Mayıs 2000), Nihal Bengisu Karaca / Aşk 'Bilmek'le Olur
'Bulmak' Arkadan Gelir (Aksiyon, 2-8 Eylül 2000), TBE
Ansiklopedisi (2001), Mustafa Kutlu İsimle Ateş Arasında (Yeni Şafak, 6.11.2002), Münire
Daniş / İsimle Ateş Arasında - Nazan Bekiroğlu (Hece dergisi, Aralık 2002), Mehmet
Nuri Yardım / Yazar Olacak Çocuklar (2004).
Hava
yağmurluydu. Islak kaldırımlarda nergisler açıyordu- Kucağımda da bir demet
nergis vardı. Dolmuş bekliyordum. Birden nasıl oldu bilmiyorum, bir köşenin
arkasından onu gördüm. Ga-rip biçimde benimle ilgiliydi. Evvelâ akşam
saatlerinin sayılarını arttırdığı başıboşlardan biri zannettim. Başımı, benden
sana fayda yok, mânasıyla yüklü çevirirken, sırtındaki cübbeyi, ba-şındaki
kavuğu ve elindeki kamış kalemi farkettim. Koltuğunun altında Letaif-i
Rivâyat-ı Enderun vardı. Bakışları simsiyah ve kapkaranlık, hiçbir şey
söylemeksizin öylece duruyordu. Öylece duruyor fakat aynı zamanda bana, gel,
diyordu. Yanına gittim, gülümsedi. Bu gülümseyişte tatlı ve ince, hassas bir
şey vardı. Elini uzattı, almakla almamak arasında tereddüt ettim. Eşim gör-se
ne derdi? Beni bir ölüden de kıskanacak değildi ya? Elimi eline uzattım.
Hayret, sımsıcaktı. Gözlerine baktım. Hem kırgın ve biraz kızgın, hem de
sevecendi.
Biliyor
musun, dedi, ben senin bir dönem öğrencilerine okuttu-ğun Hamid'in amcasıyım.
Ne haylazdı o. Buraya seninle konuşmaya geldim. Ama burada olmaz, baksana ne
kadar aykırı kalı-yorum. Baktım, gerçekten gelen geçen bize bakıyordu. Seni
bize götüreyim, dedi. Olmaz, dedim, evde çocuklar bekliyor. Hem yarın birinci
sınıflara sınavım var, Hamid'den soru hazırlayaca-ğım. öyleyse bir yer bulalım,
dedi. Bomboş bir deniz kıyışına indik. Metruk gazinonun tahta masalarından
birisine oturduk.
Demek
görgü, bilgi ve kültür, filmin koptuğu yerde donmuyordu. Sandalyede rahat
görünüyordu. Üstelik, demek sınavda bizimkinden soracaksın, derken dikkat
ettim, kullandığı kelimelerin tamamı Türkçe idi.
Asıl
meseleyi merak ediyordum ki, anlamış gibi baktı ve biraz kızgın, demek sendin,
dedi. Ne bendim, dedim. O hikâyeyi ya-zan, dedi. Kızardığımı hissettim. Pek,
dedi, umduğum gibi de-ğilsin, ne bileyim, ben daha boylu poslu birini
bekliyordum. Sen gönlüme bak, dedim. Demek, dedi, benden on bir yılımın
romanını istiyorsun. Neden bu çelişkiye düştün?
Anladım,
beni sorgulamaya gelmişti. Tersine bir söyleşi bu defa. Nedeni var mı, dedim,
senin romanın bütün bir Osmanlı'nın ro-manı olmayacak mı? Osmanlı'nın tarihî
gerçekleri beni birinci dereceden ilgilendirmiyor, bana vesikalar değil, özel
hayatlar lâzım. Yavuz'un gözlük taktığını, hünkârların saç, sakal ve
tırnaklarının gül suyuyla gümüş leğenlerde yıkandıktan sonra Sürre alayıyla,
gömülmek üzere Hicaz'a gönderildiğini öğreninceye kadar neler çektim ben
biliyor musun? Kaldı ki bu bile teşrifat, özel hayat sayılır mı? Hani
neredeyse, Hürrem'in Mahidevran'la saç saca baş başa geldiğine, Gülnuş sultanın
cariye Gülbeyaz'ı,, denize ittiğine şükredesim geliyor. Hep o karanlık fakat
yalnız ve sevecen gözlerinin arkasından bana bakıyordu. İki martı çığlıklar atarak
başımızın üstünden geçtiler. Bak, dedim, bak şu martılara. Sadece onlar bile
bana koskoca bir hikaye verebilirler. Sen ne dü-şündün onlar basının üzerinden
geçerken?
Sen,
dedi, yakın atalarından birisine benziyorsun. O da Osmanlı'yı anlatacak
resimler ve ressamlar istemişti. Haksız değildi, dedim. Minyatürlerde ne kadar
donuk, ne kadar susmaklı, ne kadar hep birbirinin aynısınız. Öyleydik de, dedi
ders verir bir eda ile. Bizim içimizde sizin gibi fırtınalar yoktu. Müslüman
sanatçı Allah'ın yarattığının bir benzerini yaratmaktan ve onu açıkla-maktan
şiddetle kaçınırdı. Bunu sen de derslerinde defalarca söylemedin mi? Sustum,
devam etti. Peki onca özlemini çekti-ğin medeniyet neydi, düşün, bu suskunluk
değil mi? Biz o me-deniyeti, o medeniyet bizi sürekli doğurmadık mı? Eğer ben
se-nin arzuladığın gibi bîr Hugo olsaydım, Levni minyatür değil de derinlikli
manzaralar yapsaydı, biz biz olur muyduk? Bütün o İtrileri, Selim-i salisleri,
Dedeleri, Galibleri, Fuzulileri besleyen ve yaratan ne? Kızardığımı, kulaklarıma
kadar kızardığımı his-settim. Bir anda her şeyi anlamıştım. Turuncu sis
lâmbaları yandı bir anda kar yağmaya başladı. (…)