Burhan Toprak

Edebiyat Araştırmacısı, Çevirmen, Sanat Tarihçisi

Doğum
Ölüm
16 Eylül, 1967
Eğitim
Paris Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü
Diğer İsimler
Burhan Ümid Toprak

Sanat tarihçisi, edebiyat araştırmacısı, çevirmen (D.1906, Demirci / Manisa - Ö. 16 Eylül 1967, İstanbul). Tam adı Burhan Ümid Toprak. Doktor Ali Rıza Bey’in oğlu, Mareşal Fevzi Çakmak’ın damadıdır. İzmir’deki Fransız ve Amerikan okullarında okudu. İzmir Erkek Lisesini (Atatürk Lisesi) bitirdikten sonra öğrenim için Fransa’ya gitti. 1929’da Paris Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirerek yurda döndü. 1930’dan itibaren Sanayi-i Nefise Mektebinde (İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi) uzun yıllar sanat tarihi öğretmenliği yaptı. Okulun müdürü ressam Namık İsmail’in 1936 yılında ölümü üzerine müdürlüğe atandı. Aynı Güzel Sanatlar Akademisinde Türk Tezyinî Sanatları Bölümünün açılmasına öncülük etti.

Yöneticiliği döneminde ayrıca Léopold Lévy, Louis Sue Rudolf Belling, Bruno Tout gibi yabancı uzmanlar aracılığıyla Akademi’nin eğitim ve öğretim yöntemlerini yenileme çalışmaları yaptırdı. Akademi’de 1948 yılında çıkan yangından sonra müdürlükten ayrıldı, ancak ders vermeyi sürdürdü. Üç yıl kadar Millî Eğitim Bakanlığı müfettişliği görevinde bulundu. 1949-50 yılları arasında MEB Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği yaptı.

Edebiyat ve sanat tarihimizin önemli adlarından olan Burhan Toprak, André Gide’in ünlü eseri Dar Kapı’yı Türkçeye ilk çeviren kişi olduğu gibi, Yunus Emre Divanı’nı toplayıp yayımlamış olması ve Ballar Balını Buldum adlı önemli eseriyle haklı ve büyük bir ün sahibi oldu. Türk şiirinde “Yunus Tarzı” denilen bir değer ölçüsünün kullanılmasına yol açtı. Yunus Emre üzerine, bilinen kaynakların da değerlendirildiği ilk bilimsel inceleme Fuad Köprülü tarafından yapılmıştı (İlk Mutasavvıflar, 1919). Taşbasması ilk yayımı 1885’te gerçekleşen Yunus Emre Divanı, yeni harflerle önce Burhan Toprak tarafından üç cilt olarak yayımlandı (ilk iki cilt Burhan Ümit imzasıyla) 1933’te yayımlandı. Eserin Risale-i Nushiyye ile Niyazi-i Mısri’nin ve Bursalı İsmail Hakkı’nın incelemelerini içeren üçüncü cildi ise 1934’te yayımlandı. Burhan Toprak’ın bu eserinde “Yunus Emre’yi bulmadan önce Türk edebiyatının havasında bunalıyordum” diye başlayan “Başlangıç” başlıklı nefis bir makalesi vardır.

Burhan Toprak, tasavvufa ilgi duyarak dönemindeki tasavvuf çevreleriyle sık sık sohbetlere katılıyordu. Kaynaklar, sık görüştüğü kişiler arasında Kenan Rıfai, Nezihe Araz, Münevver Ayaşlı, Ahmet Adnan Saygun, Ekrem Hakkı Ayverdi, Sâmiha Ayverdi, Sevgi Çağıl, Dr. Bedri Ruhselman’ı; ayrıca edebiyatçılardan Abdülbaki Gölpınarlı ile Ahmet Kutsi Tecer’in adlarını anmaktadır.

ESERLERİ:

ARAŞTIRMA-İNCELEME: Yunus Emre Divanı (3. cilt, Risale-i Nushiyye ve Bursalı İsmail Hakkı ile Niyazi-i Mısri’nin Şerhleri,1934; yeni baskılar 1972, 1982), Sanat Şaheserleri - Rönesans’tan Bugüne Kadar (3 cilt, Louis Hourticq ile, 1940-41, 4.bas. 1958), Sanat Tarihi (1960).

DENEME: Ballar Balını Buldum (1940).

ÇEVİRİ: Dar Kapı (Andre Gide’den, 1909’da çıkan La Porte étroite adlı eseri, 1931), De Profundis (Oscar Wilde’dan, 1935), Düşünceler ve Sohbetler (Epiktetos’tan, 1937), İslâm Sanatları (Gaston Migeon’dan, 1943), Doksanüç İhtilali (Victor Hugo’dan, yeni bas. 1994), Eşsiz Hikâyeler - Cezaevi Anıları (Oskar Wilde’den, başta A.Gide’in Wilde ile ilgili hatıraları ve Wilde’ın cezaevinden yolladığı dört mektup), Estetik (Charles Lalo’dan), Din ve Sanat (L.Massignon - F.Maurlac - B. Groedhuysen - Monthelant - Suares’ten), İslâm Sanatları (G. Migeon’dan).

KAYNAK: Burhan Toprak / Yunus Emre -Yunus Emre Divanı, 1972), Türk Ansiklopedisi, Münevver Ayaşlı / İşittiklerim, Gördüklerim ve Bildiklerim (1973), Toprak, Burhan Ümit (Büyük Larousse, cilt: 19, s. 11633, 1986), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).

BALLAR BALINI BULDUM

  İçinde yaşadığı zevk çamurundan kurtulup, berrak sular­da yıkanmak ve bir daha kirlenmemek üzere vicdanına ve onun zamanı aşan ebedî kanunlarına vefalı kalmak isteyen­lere nasıl imrenilmez?

  Elbette temiz lekeliden; sağlam, çürümek üzere olandan; kuvvetli sıskadan; inanan ve mesut olan, imansızdan, ümit­sizden daha güzel ve asildir.

  İnanan mesuttur; hiçbir şeye bağlanmayan; ilk önce ken­dine inanmaz, sonra şikâyet eder. Doğrusu, hiçbir şeye bağ­lanmayan insan yoktur. Zira, böyle bir insan yaşayamaz. Yal­nız; o, kendi yarattığı putlara inanmadan tapar ve zevk edi­yorum diye, vicdan azabı toplar. Bunun için her şeyi belli bir ölçüye göre düzene konmuş dinli, her şeyi tesadüfe bırakmış olan dinsize, “Biz bildiğimize tapıyoruz. Siz bilmediğinize tapıyorsunuz!” demekte haklı değil midir?

  Veli, tam manâsıyla idealist, Allah'ın sevgilisi demektir. Böyle bir dereceye yükselmenin güçlükleri gözünde büyü­mesin. Bunun yalnız üç şartı vardır: En silik lekeye dahi kat­lanamayan iffete bağlanmak; seni esir edecek zenginliğe, daima seni hür bırakacak fakirliği üstün tutmak; vicdanın emir­lerine mutlak surette boyun eğmek.

  Saadetin başka yolu yoktur. Saadet ise, hayatta, insanın en büyük emelidir.

  Şu hâlde mesut olmak istiyorsak, hemen hak ve hakikat yoluna girelim. Hiçbir kaygı bizi bu kararımızdan alıkoyma­sın. Sürdükleri hayatın kötü olduğunu bildiğimiz ruhu öl­müşleri, kendi kendilerine ve kokup dağılmalarına bırakalım.

  İhtimal ki bu, herkesin bildiği ve yüzyıllardır anladığını sandığı ve hâlâ anlamadığı bir hakikattir. Bilmek güzel bir şeydir. Lâkin hakikate varamadıktan ve hele onu yaşamadık­tan sonra, onu bilmek hiçbir şeye yaramaz. Hakikat, kelime­de ya da bilmekte, duymakta değil, sadece davranışlarımızı ona uydurmaktadır. Çünkü Âdemoğlu, yaptığı kadar bilir.

  Uzun uzun aradıktan, okuyup düşündükten sonra yine her şeyin ilk ve ebedî şartına çaresiz dönmek gerekir. İnsan hayatı bir bütündür, başlayıp biten bir şeydir. Hâlbuki henüz başlangıcı bulmuş değiliz. Başlangıcı ve kökü bulmadan hiç­bir şeyi bulmak kabil değildir.

  Bunun için arkamızı döndüğümüz büyük hakikati bilme­ye, iyice bilmeye çalışmak ve O'na olan borcumuzu ödemek gerekir. Hakikate borcumuz O'nu lâyıkıyla bilmekle, O'na inanmakla, O'nu sevmekle, O'na teslim olmakla, O'ndan ge­lecek her derde katlanmakla ödenebilir.

  Her kıymet üstünde üstünde varlık olan, tek sevdiğimi­zin, yani Allah'ımızın hiçbir ayıbı ve kusuru yoktur. İşte bu yüzden yalnız O'nu seviyor ve O'na sığmıyoruz.

  Ruh dünyasının şekille, görünüşle alâkası yoktur. Bütün mabetler, üniversiteler kapatılsa ruh yine Allah'ı bulur. Çün­kü insanın gönlü Allah'ın evidir. İnanan ve seven insan yü­reği, bütün sevdiklerinin yürekleriyle aynı ölçüde çarpar.

  Hakikate kavuşan, en büyük dostu bulmuştur. Onun için artık, herhangi bir şüphe ve kısır acı kalmamıştır. Böyle bir imanı bulan, imkânlarının en erişilmez tepesine çıkmış de­mektir. İman, dağları yerinden oynatabilen kuvvettir, ölüden diriyi doğurabilir.

  İş böyle ise, ne kadar ümitsizlik ve kahır içinde olursanız olunuz, size ümit ve ışık vaat edilmiştir. Allah'tan ümidinizi kesmeyiniz. Çünkü, “Allah -ki idealdir- kefen hırsızını bile affedecek kadar cömerttir,” denilmiştir.

  Sen bu kadar ölçüsüz affeden bir sevgiliyi istemezsen, O'na sarılmazsan, neyi ve sana rahatlık, saadet verecek kimi isteyebilirsin?

  Kaderin seni ezmez. Yalnız sen kendini ezersin. Düşün, bunun doğru olduğunu kabul edeceksin.

  İçimizdeki her acı, bütün haykırışlar, atılmalar ve düşüp parçalanmalar hep aslımıza olan hasretimizden ve aslımızın bizi çeken sırrındandır.

  Biz normalken ebedî hakikate âşıkız, ebedî hakikat olan Allah da bize âşıktır. Derdimizin tedavisiz olması, tek mer­hemin O'nda olduğunu bildiğimiz hâlde başka yerde arayı­şımızdandır.

  Bize kollarını açan sevgilimize, bizi aldatmayan vefalı ve en güzel sevgiliye neden dönmüyoruz?

  Derdimiz, O'nun kalpına, gölgesine imrenmektendir. Taklide, gölgeye, öz nasıl feda edilir? Ebedîye, fani nasıl üs­tün tutulabilir? Ve aklı ile övünen insan, nasıl bu kadar kör olabilir?

  Fakat belki de bizi güzelleştiren kader ve tesadüfün getirdi­ği acılardır. Böyle ise ve biz bu kaderin Allah'tan geldiğine ina­nırsak, o zaman her şey değişir. Ve ihtimal ki o zaman, bu acı­ların belki daha derin yaşamamıza bir yol olduğunu anlarız. Çünkü sevgi ve acı, derin bir hayatın en temelli iki şartıdır.

  Tarihe göz gezdirilince güçte, zekâda, güzellikte en bü­yük tanınmış insanların, dertler içinde ömürlerini geçirdikle­ri görülür. İnsanın bu manzara karşısında “Acaba dertsizler Allah tarafından unutulmuş, silik kimseler olmasın?” diyece­ği geliyor.

  On dokuzuncu yüzyıla ve yirminci yüzyılın ilk günlerine düşüncesiyle hâkim olan Tolstoy, ölürken kendisine İncil okumalarını istemişti. Gazeteleri getirdiler. Kendisi hakkın­da yazılanları okumak istiyorlardı. “Hayır! Onları istemem!” diye bağırdı. İncil'i aldılar ve 'Dağda Vaaz'ı okudular. Bitin­ce yeniden okuttu. Sonra haykırdı; “Allah'ım! Allah'ım! Var olan yalnız Sensin! Ayakta duran yalnız Sensin, yalnız Sen kuvvetlisin! Ey Kurtarıcı! Hiçliğimi Sen kuvvetinle ört!” Son­ra gözlerini kapadı, dudaklarını kıpırdattı, dua ediyordu.

  Anasını, babasını, çocuğunu veya sevgilisini Hak'tan ve Hakikat'ten daha çok seven, Hakikat'e lâyık değildir.

  İnsan, taptığı idealine lâyık olmalıdır. İkiliğe katlanama­yan tek varlık Allah'tır.

Allah, insanları kendilerinden çok sever. Olgunluk yolun­da toplanmış üç beş kîşi arasında, O; daima vardır. Çünkü O; bütün yorgunlara ve yük altında ezilenlere şöylece seslenir: “Bana geliniz! Sizin yükünüzü Ben taşıyacağım!”

  Size söylenen bu şeyler biraz deli saçmalarına benziyor. Fakat en büyük hakikatler hep böyledir. Mide ve bağırsakla­rımızı ruhun üstüne çıkarmıyorsak, ruha göre yola girelim ve onu savunalım. Kurtulmak için tek çaremiz, “Allah'ın ah­lâkını benimsemek ve O'nun yoluna girmektir.” Zira ölümü, acıyı yok etmenin ve hayatta ebediyetin varlığını ortaya koy­manın başka türlü imkânı yoktur. En büyükler; hesabı, ölçü­yü, teraziyi düşünmemişler ve böyle davranmışlardır.

  Ebedî hayat boş bir lâf değildir. Yalnız ona inanmak için, onun şimdiden bizde başlamış olması lâzımdır. Günlük sı­kıntılar, nihayet birden gelip çatan büyük felâketler, bize; bu ebedî hayatın -bu ândan- başlayabileceği hakkında şüpheler verebilir. Fakat Musa'yı, İsa'yı ve büyük Muhammed'i dü­şünmek kâfidir. İnandıkları ânda onlar için ve kendilerine inananlar için, ebedî hayat başlamıştır.

Aksini düşünen, Cehennem'in kapısına Dante'nin yazdı­ğı cümleye inanmalıdır! "Ey buradan geçenler! Bütün ümit­leri bırakınız!" Hâlbuki imanın kapısında yalnız şu tek keli­me vardır ve her şeye yeter: Ümit!

 

(Din ve Sanat, 2004)

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör