İsmail Kara

Araştırmacı Yazar, Tarih Araştırmacısı, Edebiyat Araştırmacısı

Doğum
02 Şubat, 1955
Eğitim
İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Burç

Çağdaş Türk Düşüncesi ve Çağdaş İslâm Düşüncesi araştırmacısı, düşünce tarihçisi. 2 Şubat 1955 tarihinde Güneyce/Rize’de doğdu. Güneyce İlkokulu’ndan mezun oldu (1965). Rize İmam Hatip Okulu’nda başladığı ortaokul ve lise tahsilini İstanbul İmam Hatip Okulu’ndan mezun olarak tamamladı (1973), aynı yıl bütünleme imtihanlarında fark derslerini vererek Rize Lisesi’ni bitirdi. Yüksek tahsilini İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü (1977) ve İstanbul Edebiyat Fakültesi Tarih bölümünü (1986) bitirerek tamamladı.

Uzun yıllar Dergâh Yayınları’nda editörlük ve yayın yöneticiliği yaptı, Hareket ve Dergâh dergileri ile Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (8 C.) ve sadece ilk cildi yayınlanabilen İslâmi Bilgiler Ansiklopedisi’nin yayın heyetinde yer aldı.  Bu arada Özel Sainte Pulcherie Fransız Kız Ortaokulu’nda Din Dersi öğretmenliği (1980-1995) yaptı.

“Hüseyin Kâzım Kadri ve Türkçülüğün Esasları” adlı teziyle siyaset bilimi dalında yüksek lisansını tamamladı (1987), ardından “İslâmcılara Göre Meşrutiyet İdaresi 1908-1914” başlıklı teziyle siyaset bilimi doktoru oldu (1993), 2000’de doçent, 2006’da İslâm Felsefesi profesörü oldu. 1995 yılından itibaren öğretim üyesi olarak çalıştığı Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden 2015’te emekliye ayrıldı. Ekim 2017-Haziran 2020 arasında İstanbul Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyeliği yaptı.

İslâm Ekonomisi (Mannan) Üzerine” başlıklı ilk yazısı Hareket dergisinde (Kasım 1974) yayınlandı. Yazılarını Hareket, Dergâh, Tarih ve Toplum, İlim ve Sanat, Toplum ve Bilim, İslâmî Araştırmalar, İslâmiyat, İslâm Araştırmaları Dergisi, Divan, M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Türklük Araştırmaları, Kutadgubilig, Derin Tarih gibi dergilerde yayımladı, makalelerinin bir kısmı İngilizce, Almanca ve Fransızcaya tercüme edilerek neşredildi; Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İslâmî Bilgiler Ansiklopedisi, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cumhuriyet Devri Türkiye Ansiklopedisi, Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ne maddeler yazdı; İstanbul Araştırmaları Dergisi (7 sayı) ve Rize Defteri’nin (3 sayı) yayın yöneticiliğini yürüttü; Zaman (1992) ve Yeni Şafak (1995-1997) gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı.

Alanında büyük bir boşluğu dolduran Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin 1986 yılı İnceleme Ödülünü, İslâmcıların Siyasî Görüşleri adlı eseriyle 1994 yılı Türkiye Yazarlar Birliği İnceleme Ödülü ile 1995 yılı Türkiye Diyanet Vakfı Kutlu Doğum Haftası Ödülünü, Bir Felsefe Dili Kurmak adlı kitabıyla 2001 yılı Türkiye Yazarlar Birliği Dil Ödülünü aldı.

TÜBA asil üyesidir.

 

ESERLERİ:

 

Araştırma-İnceleme:

 

Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi-Metinler/Kişiler (3 C.: 1, 1986; 2, 1987, 3, 1994), İslâmcıların Siyasi Görüşleri 1-Hilafet ve Meşrutiyet (1994),  Bir Felsefe Dili Kurmak-Modern Felsefe ve Bilim Terimlerinin Türkiye’ye Girişi (2001), Güneyce-Rize Sözlüğü-Bir Doğu Karadeniz Köyünün Hafızası ve Nâtıkası (2001), İslâm Siyasî Düşüncesinde Değişme ve Süreklilik-Hilafet Risâleleri (6 C. 2002-2014), Din ile Modernleşme Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri (2003), İlk Rize Müftüsü Mehmet Hulusi Efendi-Rize Hadisesi Hac Hatıraları (2004), Gümüşhanevî Halifelerinden Şeyh Osman Niyazi Efendi ve Güneyce Rize’deki Tekkesi (2004), Bir Eğitim Tasavvuru Olarak Mahalle-Sıbyan Mektepleri (Ali Birinci ile, 2005), Hanya/Girit Mevlevihanesi-Şeyh Ailesi Müştemilatı Vakfiyesi Mübadelesi (2006), Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm (2 C. 1, 2008; 2, 2016), Rize Müftülerinden Yusuf Karali Hoca (2009), İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz-Şerh ve Haşiye Meselesine Dair Birkaç Not (2011), Nurettin Topçu-Hayatı ve Bibliyografyası (2013), Müslüman İstanbul’a Mahsus Bir Gelenek: Mahya (2016), Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak-Çağdaş Türk Düşüncesinde Din Siyaset Tarih Medeniyet (2017), Akif İçin Bir Muhlis-i Sadık Hüseyin Kâzım Kadri, (2017), İsyan Ahlâkı Peşinde: Nurettin Topçu Albümü (2018), İslâmcıların Siyasi Görüşleri 2-Hürriyet Müsavat Uhuvvet (2019), Ahmet Hamdi Akseki-Hayatı Eserleri Mücadelesi (Rabia K. Gündoğdu ile, 2 C., 2019).

 

Deneme:

 

Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye (1998), Amel Defteri (1998), Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe (1998), Aramakla Bulunmaz (2006), Zafer Değil Sefer (2018),

 

Hatırat-Portre:

 

Kutuz Hoca’nın Hatıraları-Cumhuriyet Devrinde Bir Köy Hocası (2000), Sözü Dilde Hayali Gözde-Portreler 1 (2005), Dağ Ne Kadar Yüce Olsa-Portreler 2 (2020).

 

Yayına Hazırlama:

 

Anonim, Mızraklı İlmihal (1989), Hüseyin Kâzım Kadri, Ziya Gökalp’ın Tenkidi (1989), Hüseyin Kâzım Kadri, Meşrutiyetten Cumhuriyete Hatıralarım (1991), Mehmet Ali Ayni, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim (1992), Süheyl Ünver, İstanbul Risâleleri (5 C. 1995-1996), A. Süheyl Ünver’in İstanbul’u (suluboya ve karakalem resimler, Salih Pulcu ile, 1996), Süheyl Ünver, Fatih’in Defteri (Salih Pulcu ile, 1996), Selim Nüzhet Gerçek, İstanbul’dan Ben de Geçtim (Ali Birinci ile, 1997), Nurettin Topçu Külliyatı (21 kitap, Ezel Erverdi ile, 1997-2005), Saz ü Söz Arasında-Cinuçen Tanrıkorur’un Hatıraları (2003), Namık Kemal, Osmanlı Modernleşmesinin Meseleleri-Bütün Makaleleri 1 (Nergiz Yılmaz Aydoğdu ile, 2005), Âsaf Hâlet Çelebi’nin Defter-i Meşâhir’i (E. Nedret İşli ve Yusuf Çağlar ile, 2006), Ezel Erverdi Kitabı-Bir Yayın Dünyası Bir Fikir Mücadelesi (2006), Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi İbnülemin Mahmud Kemal-Kemâlü’l-Kemal (Fatih Şeker ile, 2009), Nurettin Topçu (2009), Bir Devir Bir İnsan İbnülemin Mahmud Kemâl’in Hutût-ı Meşâhir Defteri (Şemsettin Şeker ile, 2010), Sessiz Yaşadım-Matbuatta Mehmet Âkif 1936-1940 (Fulya İbanoğlu ile, 2011), Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi (Asım Öz ile, 2013), Elemim Bir Yüreğin Kârı Değil-Mehmet Âkif Albümü (Fulya İbanoğlu ile, 2013), Nurettin Topçu, İsyan Ahlâkı-Notlu Nurettin Topçu Tercümesi ve Eski Harfli Orijinali (2015), Ahmet Salahaddin Bey, Kâbe Yollarında-Surre Alayı Hatıraları (Yusuf Çağlar ile, 2015), Babanzâde Ahmet Naim-Hayatı Eserleri Fikirleri (M. Cüneyt Kaya ile, 2018).

 

KAYNAKÇA (Başlıcaları): Akşin Somel / Kapsamlı Bir İlk Çalışma (Tarih ve Toplum, Eylül 1987), Şükrü Hanioğlu / Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi (Gergedan, Temmuz 1987), Orhan Koloğlu / II. Meşrutiyet’te İslâmcılık Akımı (Tarih ve Toplum, Ocak 1995), Mümtazer Türköne / İslâmcıların Siyasi Görüşleri (Türkiye Günlüğü, Ocak-Şubat 1995), İstanbul’dan Ben de Geçtim (Cumhuriyet Kitap, 14.12. 2001), Sefa Kaplan / Din ile Modernleşme Arasında - Tefekkür İle Mütefekkir (Hürriyet Keyif, 10.10.2004), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2007) - Ünlü Bilim Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 2, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).

KAYA BİLGEGİL HOCA’YI TANIR MISINIZ?

KAYA BİLGEGİL HOCA’YI TANIR MISINIZ?

 

İsmail KARA

 

Kaya Bilgegil Hoca bugün Dergâh Yayınları’na geldi. Her zamanki gibi pardösü, kıravat, fötr şapka, günlük tıraş, asa yerine de kullandığı şemsiye ve çantasıyla... Batı görmüş bir İstanbul beyefendisi, grand tuvalet dedikleri cinsten... Başı da hafif yana eğik. Bu da eskiden kalma bir eda, Nihat Sami Banarlı Bey de öyle idi. Mutadı üzre mültefit selamlaşma ve hal hatır sormalardan sonra pardösü ve şemsiyesini (bazen bastonunu) alıyoruz, ağır bir eda ile oturuyor. Oturuyor ve ilk seçilmiş ve ağırlıklı kelimelerle birlikte eli sigara paketine gidiyor, bize de hemen kahvesini söylemek terettüp edecek, çaycıya ayrıca “okkalı olsun” tenbihinde bulunarak...

Mustafa Kutlu, Kaya Bey’in Erzurum’dan talebesi olduğu için özellikle tez savunma jürileri vesilesiyle İstanbul’a geldiğinde Dergâh’a uğrar ve şahsi değerlendirme raporunu notlarına bakarak veya tamamen hafızadan Kutlu’ya dikte ettirirdi. Çoğu umumi ifadelerdi zaten, Kutlu da bazı cümlelerde hafif tashih teklifleri yaparak birinci hamur kâğıda daktiloya çeker, imzaya hazır olarak Hoca’ya verirdi.

İstitrat: Gençler bilmez, birinci hamur beyaz kâğıt kıymetli olduğu için şimdiki A4’ler gibi her yerde, her zaman kullanılmazdı. Artık pek kullanılmayan üçüncü hamur sarı-saman kâğıt, ona yakın teksir kâğıdı, daha zayıf olarak bobin-gazete kâğıdı da vardı. Bir de üniversite baskısı kitaplarda kullanılan hususi ve tok bir üçüncü hamur kâğıdı vardı ki biz ona ikinci hamur derdik. Hepsi “yerli-milli” idi ve 1998 yılında özelleştirme kapsamına alınan, 2005’te de malesef kapatılan SEKA tarafından üretilirdi.

Şimdi Türkiye’de yerli kâğıt üretimi yok gibi. Niçin? Dışarıdan daha ucuza mı geliyor? SEKA kapatıldıktan sonra memleketimiz ithal kâğıt cennetine ve resmî kurumların lüzumsuz ve lüks kâğıt tüketimiyle, ilaveten çoğu işe yaramaz prestij kitap baskılarıyla israf cehennemine döndü. Orhan Şaik Hoca’nın tabiriyle tam bir “kâğıt ziyanlığı”. Bilgisayar çıktıları üzerinden yapılan birinci hamur kâğıt israfının ise haddi hesabı yok. Neden? İntehâ.

Bazı hocalar için büyük bir meseleydi bu jüri raporu işi. Aday talebenin kendisine daktilo ettirsen olmaz, onun tanıdığı birine yaptırsan o da olmaz. Kaya Bey için en iyisi Kutlu’ya müracaat. (Olmaz dediğime bakmayın, daha sonra doçentlik raporlarını bile bizzat adaya yazdıran çokça üniversite hocası gördük, duyduk. Danışmanlar dâhil tezleri okumadan jürilere gelenlerin sayısı ise mizana gelmez. Böyle üniversite olur mu, böyle bir vasatta ilim, ilim ahlâkı fidesi yetişir mi? Demeyin böyle, çünkü artık her şey “kolaylaştırılıyor”, vatandaşa hizmet!).

O devirde doktora yahut doçentlik jürilerine katılan hocalar mevzuat hazretleri icabı mecburen raporlarıyla gider ve müzakere sonucunda aday için müsbet veya menfi hükümle biten raporlarını juri başkanına teslim eder, onlar resmî dosyaya girerdi (şimdi sadece matbu bir kâğıdın güya alternatifli karelerine işaretler koyuyorsunuz).

İşini ve mesleğini ciddiye alan hocalar birkaç sayfalık mufassal ve müdellel raporlar yazar, tezin kuvvetli ve zayıf taraflarını maddeler hâlinde tek tek zikreder, tenkit ve tekliflerini yapar, adaya ve genç jüri üyelerine aynı zamanda yol gösterir, ondan sonra nihai hüküm cümlelerine intikal ederdi. Raporu muhtasar ve sıradan olmakla beraber değerlendirme ve müzakeresi bir ders kadar kıymetli ve metodlu olan hocalara da tesadüf ettim. Ciddi, dikkatli, rencide etmeden ve âlimâne tenkitler yapanlara da... Günahı söyleyenlerin başına, meşreben ziyadesiyle tedbirli olan, ismini veremeyeceğimiz bazı hocalar tezin kalitesi itibarıyla muhataralı yahut geçimsiz, kindar, hesapçı üyeleri olan jurilere, nihai hükümleri değişik yani biri müsbet diğeri menfi olarak yazılmış iki raporla gider, umumi duruma göre hangisi gerekiyorsa, hangisi uygunsa onu çıkarır verirmiş. el-Uhdetu ale’r-râvî...

Kaya Bey’in o kadar vakti yoktu. Hem birçok şey söyleyen hem de çok bağlayıcı olmayan güzel cümleler kurardı. Zaten konuşma ve ifadede usta idi. İltifat ve nezakette bana göre biraz mübalağaya kaçsa da üslup sahibi ve nazik biri idi. Bir defasında yine yayınevinde iken o günlerde jurisi olan bir talebesiyle konuşmasına şahit olmuştuk. O nazik insanın birden nasıl sertleştiğini de gördük; her şey zıddıyla kaim mi demeli. Bizim de tanıdığımız talebeye juri ile ilgili uzun uzun nasihatlerde bulunuyor, taktikler veriyordu telefonda fakat herhâlde karşıdaki bazı itirazlar veya farklı fikirler serdetmiş olmalı ki Kaya Bey birden “Oğlum A., eşşşek, benim sana dediklerimi dinle, hâlâ konuşuyorsun...” diye başlayan sert şeyler söyledi, biz Kutlu ile birbirimize bakışıp kaldık. Telefonu bitirince de o bildik nazik hâline avdet etti ve bizden de özür diledi, o talebenin beceriksizlikleri ve laf anlamazlıklarına dair bir şeyler daha söyledi.

Kutlu’nun dediğine göre Kaya Bey’in ailesi (eşi) Erzurum’a gitmemiş. Hoca orada yalnız kalıyor. Bazı alışkanlıkları da var, onlarla birlikte belki sıhhati de bir miktar bozulmaya başlamış gibi. Bugün bana da lütfetti, bir kitap imzaladı. Edebiyat Bilgi ve Teorileri 1-Belâgat kitabından (Ankara, Atatürk Üniversitesi Yay., 1980, 362 s.), “İsmail Kara Bey’e sevgilerimle” yazarak...

Benim için büyük bir lütf u ihsan elbette. Çantasından çıkarıp imzalamıştı; beni düşünerek mi çantasına almıştı, pek zannetmiyorum ama kısmet bana imiş. Bu kıymetli kitabı biliyor ve hususen Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi maddeleri için, bazen kendi ihtiyaçlarım için de kullanıyordum. Arapça-Osmanlıca-Türkçe arasında çok rahat gidip gelme imkânı veren dolu bir eserdi benim için. Şimdi artık daha rahat kullanacaktım.

 

Not 1. Ezel Erverdi’nin, Kutlu’nun tanışıklıklarından yola çıkarak, biraz da edebiyat tarihi yayıncılığımızın büyük ölçüde yeni Türk edebiyatı üzerinden yürümesi sebebiyle Kaya Bey’in bütün eserlerini yayımlamaya da karar vermiştik. Hoca’nın muvafakatıyla Türkçe Dilbilgisi’nin ikinci baskısı ile başladık (1982).

Bu kitabı biraz daha yakından tetkik edişim bu baskı vesilesi ile oldu. Sistematiği ve bütünlüğü açısından olmasa da bilgileri itibarıyla çok kıymetli bir kitap gibi geldi bana. Özellikle Osmanlıca ile kuvvetli bağlar kurması itibarıyla.

Sonra arkası gelmedi. Sebebi Hoca’nın eserlerini yeniden okuyup bitirememesi idi. Her seferinde “çalışıyorum, getirip takdim edeceğim” diyordu. Nihayet bir gün yeni Türk edebiyatı ve çağdaş Türk düşüncesi tarihi açısından çok kıymetli olan bir kitabını getirdi: Yakın Çağ Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 1-Yeni Osmanlılar (Ankara, Atatürk Üniversitesi Yay., 1976, 530+9 s. katlamalı tıpkıbasım).

Hoca baştan sona okumuş ve özellikle çokça Fransızca metinde epeyce tashih yapmıştı. Birkaç sayfadaki bir iki paragraflık ekler hariç ilave bilgi, cümle veya yorum ilavesi yahut değerlendirme tashihi yoktu. Kitabı teslim aldığımda künye sayfasındaki kayıttan gördüm ki kitap talebelerinden Dr. Kemal Yavuz’a ait. Belli ki Hoca’nın kendisinde nüsha kalmamış veya kalanlardan birini bulamamış, talebesi Kemal Yavuz’un kütüphanesinde gördüğü nüshaya el koymuş, herhâlde yeni baskıdan verme sözü vererek... Kemal Bey de ne desin, boyun bükmüş, emriniz olur demiştir. (Bu kitabın ikinci cildi Müteferrik Makaleler altbaşlığıyla basıldı, Erzurum, Atatürk Üniversitesi Yay., 1980, 509 s.).

Maalesef bu kitabı basmak kısmet olmadı. Hoca’nın İstanbul’a geldikten sonra sıhhatinin iyice bozulması ve kısa bir zaman sonra da vefatı (21 Ekim 1987) yayınların devamını getirmeyi zorlaştırdı. Ailesiyle yürütebileceğimiz münasebetleri kuramamak bizim için de takip ve basma işlerini akamete uğrattı. O defter öylece kapandı. Bu tashih edilmiş kitap da bende kaldı.

Tashihler bir tarafa baskı sırasında iki sayfanın yarımşar sayfasının metni çıkmamıştı (s. 325,332). Aynı formada iki sayfa olduğuna göre baskı sırasında araya başka bir kâğıdın girmesi veya merdaneden geçerken kâğıdın kırılması dolayısıyla bu boşluklar oluşmuştur (kâğıtların kalitesiz, makinaların eski olduğu devirlerde bunun örnekleri çoktur, bazen da bir formanın arka yüzü hiç basılmadan cilde girer ve okuyucunun önüne formanın 8 veya 16 sayfası boş gelir, karıştırırken iki sayfa dolu, iki sayfa boş görürsünüz). Birkaç kütüphanedeki kitaba baktırdım, bu sayfalar tamdı. Hoca bize vereceği bu nüshaya o sayfaların eksik kısımlarını eliyle bir kâğıda yazıp oralara yapıştırmıştı.

Not 2. Hoca vefat ettikten sonra Edebiyat Bilgi ve Teorileri 1’i Enderun Kitabevi tıpkıbasım olarak yayımladı, sanıyorum varislerine de ulaşamadan. Çok da iyi yaptı çünkü mevcudu kalmamıştı, meraklı talebeler ve okuyucular eseri bulamıyorlardı. Bu baskıyı vesile edinerek ben de bir yazı yazdım: “Edebiyat Bilgi ve Teorileri”, Tercüman, 24 Mayıs 1989. O yıllarda Tercüman gazetesinin Kültür Sanat sayfasını Beşir Ayvazoğlu yönetiyordu ve benden de zaman zaman yazılar istiyordu. O köşede bir kısmı Amel Defteri kitabına da giren bazı yazılarım çıkmıştır. (Beşir Bey gazetecilik icabı bu yazının üstüne küçük bir başlık da ekledi, “Bir büyük adam, Bilgegil ve bir ‘muhalled’ kitap”. Fena değil...). Bu yazıyı kesip kitabın iç kapağına tutuşturdum. Nankör tarih görsün diye!!! Nankör tarihin güzünü bir daha açmak için (!) o karalamayı küçük tashihlerle buraya alıyorum: “Edebiyat Bilgi ve Teorileri”

Merhum Kaya Bilgegil de tozlu kütüphane raflarından, divanlardan, yazma-basma kitaplardan, özellikle de kendisinin çok önem verdiği Paris’ten derlediği malzemelerin çoğunu kitap hâline getiremeden bu dünyadan göçtü. Son birkaç yılı zaten çalışacak ve yazacak bir hâlden çok uzaklarda geçti. Fakat ondan önceki görüşmelerimizde –birçok yazarımız gibi– yazdıklarından değil yazacaklarından bahseder, bunları tamamlayabileceğinden endişeli olduğu için de dudaklarından düşmeyen sigarasına ve varsa kahve fincanına dalar, görünmeyen ufuklarda karaltılar yakalamaya çalışırdı. Korktuğu onun da başına geldi, notları sahipsiz, kitapları yetim kaldı. Çünkü kuşlar da kaderle uçar, notların da kaderleri vardır.

Bir dostum anlatmıştı: Trabzon Lisesi’nde edebiyat dersleri sevmedikleri dersler arasında imiş. Bir gün çok iyi giyimli, yakışıklı, eski Osmanlı efendilerini andırır bir hoca gelmiş dediler; edebiyat hocası.

Derse gelmiş, kendisini tanıtmış: Kaya Bilgegil. İlk birkaç dersini yalnız şiir okuyarak geçirmiş; divan şairlerinden Yahya Kemal’e birçok seçkin şairin şiirleriydi bunlar. Okumuyordu, adeta icra ediyordu, hareketleriyle mimikleriyle... Öğrenciler şaşkındı, zaten sevmedikleri edebiyat dersi iyice çekilmez hâle gelmiş gibi gözüküyordu. Duymadıkları şairler, işitilmedik şiirler. Fakat Kaya Bey, hiç de usûl ve tarz değiştireceğe benzemiyordu.

Yeni bir ders; yine şairler, yine şiirleri... Ne arada bir konuşma, ne bir açıklama, ne de öğrencilere herhangi bir soru.

Aradan çok geçmedi, öğrencilerin dikkati gittikçe hocaya ve okuduklarına, sesine ve edasına takılı kalmaya başladı, pek anlamadıkları şeyleri dikkatle dinlemeye başladılar. Tanımaya ve bağ kurmaya mı başlamışlardı acaba? Kaya Bey, bu dikkat yoğunlaşmasını hemen fark etti, zaten yapmak istediği de bu idi. Bıraktı şiir okumayı, edebiyatın, şiirin ne olduğunu anlatmaya başladı. Başlayış, o başlayış. Edebiyat en sevilen ders, Kaya Bey en sevilen hocalar arasında yer aldı. Ve biz çok şey öğrendik o derslerden...

Enderun Kitabevi’nin yeniden bastığı Edebiyat Bilgi ve Teorileri kitabını masamın üzerinde görünce bunları hatırladım. Bu kitabın ilk baskısından Hoca bana da imzalamak lütfunda bulunmuştu. Benim edebiyatla bağım dolaylı idi, edebiyat teorisi ise, ancak Yüksek İslâm Enstitüsü’nde Arap Edebiyatı hocamız Bekir Sadak Hoca’dan okuduğumuz “Belagat” dersi çerçevesinde bir yere sahipti. Bununla beraber kitabın bazı bölümlerini okudum, örnek olarak verdiği beyitleri anlamaya çalıştım ve çok şey öğrendim. Yakınımda duran kitaplardan biri olduğu için zaman zaman da bir ıstılaha –hangisi rast gelirse– ve onun örnek beyitlerine bakar, bir şeyler daha öğrenmeye çalışırım. Yalnız edebiyatla değil, Türk kültürünün herhangi bir dalıyla ilgilenen insanların bu kitaptan tamamlayıcı çokça şeyler öğreneceklerini söylemek hiç şüphesiz bir hakikati ifade etmek olacaktır.

Hoca da önsözünde bunu belirtiyor: “Eski kütüphanelerimizle yeni insanlarımızı barıştırabilirsek hatta bu insanların bazılarında barışma temayülünü uyandırabilirsek vazifemizin yerine getirilmesinde bir adım daha ilerlediğimize inanacağız.”

Kaya Bey’in bu kitabıyla Türkçe Dilbilgisi kitabının bence mühim bir başka özelliği daha var. O da terimleri ve konuları bugünkü dille anlatmaya çalışmasına rağmen Türkçede yer etmiş Arap-Fars dilleri, edebiyatları ve eski Türk edebiyatıyla, Osmanlıcayla bağlar kurmaya çalışması, bunları parantez içinde vermesi, ayrıca Batı dillerindeki karşılıklarını da aktarma gayreti taşımasıdır. Bu anlamda dilbilgisi kitabının bir benzeri olmadığı gibi bu kitabının yerine tavsiye edilebilecek başka genel bir kaynak da yoktur.

Hoca’nın konuyu işleme ve yazma tarzı klasik bir tarzdır, bugünkü anlamda bütünüyle metodik sayılmaz. Bu yüzden onun yazılarıyla, kitaplarıyla ilk defa yüz yüze gelenler kendilerini biraz karışıklığın ve düzensiz gibi gözüken bir muhtevanın içinde bulabilirler. Bunda bir bakıma haklıdırlar da. Fakat o karışıklığa ısındıktan sonra güzellikler art arda gelecektir. Boşuna dememişler “Zafer biraz da hasar ister”. (Kaya Bilgegil, Edebiyat Bilgi ve Teorileri- Belagat, İstanbul, Enderun Kitabevi, 1989).

 

Not 3. Yazıda sözün gelişi “bir dostum anlatmıştı” diye aktardığım rivayeti Kadir Mısıroğlu’ndan naklen Bekir Topaloğlu hocamız “bir muallimlik dersi” kabilinden bana anlatmıştı. Trabzon Lisesi’nde Kaya Bey’in talebesi olan Kadir Bey, bu anekdota yer vermemekle beraber hocası hakkında bazı hatıra notları kaleme aldı. Bu yazıyı tamamlamak için o notlara tekrar baktım.1 Burada Trabzon Lisesi’ndeki hocalığına dair birkaç satırı aktarmak herhâlde münasip olur:

“(...) Ben ömrümde bu kadar dersini sevdirmeyi becerebilen ve mesleğine âşık bir başka insan görmedim. Bize okuttukları fakülte seviyesinde idi. Bilmeyene not vermez, bilene kadar tekrar tekrar tahtaya kaldırırdı. Hatta mektebin pansiyonunda kalan bu mübarek insan bozuk ve yanlış muhtevalı imtihan evrakını alıp mütalaaya gelir ve bunların sahiplerine, ‘Kardeşim, Allah için söyle ben böyle mi anlattım?! Çıkar notlarını oku, öğren!.. Ben burada bekleyeceğim’ [derdi]. (...) Bu şekilde muamelesi yüzünden en haylaz çocuklar bile onun dersini ‘on’ alacak derecede öğrenirlerdi. (...) Aşırı merhametli ve alafranga tavırlı idi. Bundan dolayı talebe arasında lakabı ‘Şarlo’ idi. Nöbetçi olduğu zaman bilhassa yatakhanelerde sükûneti sağlayamaz, ekseriya gelip beni kaldırır ve bu işi bana havale ederdi” (Geçmiş Günü Elerken, s. 94, dn. 65).

Başka bir yerde kayıtlı olduğunu görmediğim, “Kaya Bey [1954 seçimlerinde] DP’den Trabzon mebusu olmak hevesine kapılmış, kendisini seven talebeleri de bu iş için bir hayli koşturmuştu. Ona [farklı fikirlerdeki diğer hocalar] bir de bundan dolayı kızıyorlardı. Gerçi o namzet bile olamamıştı ama yine de bu çalışma mektepte bir hayli kıskançlık uyandırmıştı” bilgileri için ayrıca bk. age, s. 106.

*

Kaya Bey rahmetlinin bilgili bir insan, mesleğini seven bir muallim olduğunda şüphe yok. Öyle anlaşılıyor ki Osmanlıcanın, Türk edebiyatının gavâmızına nüfuz etmek için çok çalışmış, çok okumuş. Sonradan yayımladığı eserlerin Fransızca kaynaklarına bakılırsa Paris’teki yıllarını da iyi çalışarak değerlendirdiği anlaşılıyor. Bunlar, yani ihata ve derinlik, yeni sorular, yeni yaklaşımlar kitaplarında gözüküyor.

Fakat yazma tarzı bu kadar sistematik ve muhkem mi? Burada karar vermek elbette bana düşmez ama bundan çok emin değilim. Yine de kesin olan bir şey var ki eserleri okumasını bilen, dönemin diline ve meselelerine aşina ve anlamak için çaba sarf edenler için çok kıymetli bilgiler, düzenlemeler ve yorumlar ihtiva ediyor. Sistematiği bir tarafa Türkçe Dilbilgisi kitabı da belki Osmanlıcayı, Türkçeyi mukayeseli olarak kavramak, değişimleri görmek, vasıflı örnek cümleler (şevâhid) bulmak için en iyi başlangıç kitaplarından biri olabilir. Yalnız okurken kalem, defter el altında olmalı, not alarak dikkatle çalışmak lazım.

 

Not 4. DİA’daki “Kaya Bilgegil” maddesi uzun yıllar birlikte çalıştıkları meslektaşı Orhan Okay tarafından yazılmış güzel bir maddedir. Bu vesile ile Orhan Okay’ın Hüseyin Ayan’la birlikte yayına hazırladıkları ve Dergâh Yayınları’nın neşrettiği Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ına Kaya Bey’in uzun ve kıymetli bir Giriş yazdığını da teberrüken zikretmiş olalım. Güzel bir metindir doğrusu. (2)

Şimdilik son not. Kaya Bilgegil Hoca’nın emek mahsulü ve kıymetli eserleri bugün için sahipsiz ve âdeta kayıp sayılır. Vefatından sonra yapılan bir makale derlemesinin devamı gelmedi. Salkımsöğüt Yayınları’nın teşebbüsü de bilmediğimiz sebeplerden akim kaldı. Halbuki rahmetlinin geride bıraktıkları yeni Türk edebiyatı veya çağdaş Türk düşüncesi çalışan birinin gözden geçirmesi ve belki yeniden düzenlemesi ile ciddi bir toplu neşri ziyadesiyle hak ediyor.

Yoksa bu memlekette, üniversite ve ilim dünyamızda Kaya Bilgegil diye biri yaşamadı mı? Kayıplar ülkesinde...

 

(1) Kadir Mısıroğlu, Geçmiş Günü Elerken 1, İstanbul, Sebil Yay., 1993, s. 94-109. Mısıroğlu, Kaya Bey’le Osman Şems Efendi Divanı’nın peşinde cereyan eden hatıralarını ise Benden Tarihe Haberler kitabında, Fuad Şemsi kısmında anlatıyor, İstanbul, Sebil Yay., 2016, s. 297-99. Bazı hatıra parçaları için ayrıca bk. age, 399, 496, 500.

(2) Orhan Okay, Kaya Bilgegil hakkında, değerlendirmeler de içeren güzel bir hatıra-portre yazısı da yazmıştır; “Taşralı bir İstanbul Efendisi”, Silik Fotoğraflar-Portreler içinde, İstanbul, Dergâh Yay., 2013, s. 152-58.

 

KAYNAK: İsmail Kara / Kaya Bilgegil Hoca’yı tanır mısınız? (Dergah dergisi, 27 Ekim 1983).

 

 

 

Bir hatıratın peşinde, bir tarikatın, bir siyasetin

Dergâh, S. 369, Kasım 2020, s. 19-21.



14 Eylül 1994 Bir müddettir okumak için yanımda gezdirdiğim İb­rahim Arvas'ın Tarihi Hakikatler-İbrahim Arvas'ın Hatıratı kitabını (Ankara, Yargıçoğlu Matbaası, 1964, 80 s.)1 Üsküdar vapurunda bitirdim. Vapurlar yıllardır benim ara çalışma mekânlarımdan biridir. Onun için sakin, herkesi görmeyen/herkese görünmeyen, denize nâzır köşelerini, pencere kenarlarını severim. Nice kitaplar ve dergiler okumuşumdur oralarda. Tashih, redaksiyon yaptığım da çok olmuştur. Deryaya da­larak düşündüğüm, karşıya bakarak Dolmabahçe, Fındıklı, Tophane sahillerini, Cihangir'i seyrettiğim, oralardaki ani değişmeleri, gariplikleri tedirginlikle izlediğim de...

Elbette her kitap, her makale vapurda okunmaz ama o mekân olmasaydı muhtemelen birçok metne masaba- şında ayrıca vakit ayırıp okuma imkânım olmayacaktı. Vapur faslını şimdilik bir yana kaldıralım çünkü oraya dalarsak çıkamayız.

Van Başkale 1884 doğumlu ve soyadından da an­laşılacağı üzere Arvasi ailesinden olan ve Sultan Abdülhamit'in hususi himmetiyle (bursuyla diye­lim) Galatasaray Sultanisi'ni bitiren müellif İbrahim Arvas, memurluk, kaymakamlık ve çok uzun yıllar (1923-1950) Van ve Hakkâri'den CHP milletvekilliği yapmış biri.

Nakşî şeyhi Abdülhakim Arvasi Efendi amcazâdesi ve kayınpederi oluyor. Tekpartili yıllar biraz da böyle yıllardır. İbrahim Bey'in ve onun gibi şeyh ailesinden, hem de Nakşî ve Kürt olmak dahil bazı “yasak” gibi gözüken vasıflara sahip birçok kişinin milletvekilliği yahut üst kademelerde bürokratlık yaptığını görüp anlamadan, açıklamadan tekpartili yıllar için bugün olduğu gibi beylik ve tektip hükümler vermek her­kesi çok yanıltıyor; onunla da kalmıyor tarihi bütün kuvvet ve zaaflarıyla kendi tarihimiz olmaktan çıka­rıyor, “başkaları”nın tarihi yapıyor, başkaları üze­rinden okunan bir geçmiş hâline getiriyor. Herkes, isterseniz “gerçek” bir tarafı pek olmayan taraflar diyelim, “başkaları”nın tarihinde ferih u fahur kuru­lup oturmayı ve ahkâm kesmeyi tercih ediyor; çünkü kolay ve lafazanlığa müsait.

Meclis zabıtları gözden geçirilerek yapılmış bir ça­lışmaya göre üç dönem hiç konuşmamış, herhangi bir teklif vermemiş İbrahim Arvas Bey.2 Ne sabır ve perhizkârlık değil mi?! Doğuda, Kürt bölgelerinde o kadar sert, kıyıcı hadiselerin, geniş sürgünlerin olduğu, katı laiklik politikalarının ailesinin fertlerine ulaşacak kadar her tarafı kasıp kavurduğu yıllarda niçin hiç konuşmuyor ve nasıl hiç konuşmadığı merkezî bir yerde bu kadar uzun müddet kalabiliyor, tutulabili-



İbrahim Arvas elinde fötr şapkası, Diyanet İşleri başkanı Ahmet Hamdi Akseki ile TBMM'den çıkarken. 40'lı yılların son seneleri olmalı. İkisi de papyonlu olduğuna göre herhâlde bir resepsiyondan çıkıyorlar...


yor? Kitabın bir yerinde ilk meclisler için “Meclis'de Entelican[s] servise mensup bulunmayan her mebus tarassud altında idi ve herbirisinin arkasında bir gölge gezerdi” (s. 54) diyecektir.

Ve bu evsafa sahip biri rahat ve serbest zamanlarda memleketin “tarihî hakikatler”ini bize anlatacak... Anlatabilir mi acaba? Gölgeler tamamen zâil olmuş, güneşli havalar gelmiş mi idi yoksa sınırlara riayet şartıyla konuşmaya izin mi çıkmıştı?3 Belki biri belki daha fazlası...4

Öyle ise anlatsın, biz de şüpheyi, soruları elden bırak­madan, hatırat türünün esas itibariyle sübjektif oldu­ğunu unutmadan dinleyelim, bakalım onun gözünden yahut sansürlerinden devr-i Cumhuriyette bazı tarihî hadiseler nasıl cereyan etmiş, neler olmuş... Bunun için kitabını atlamadan okuyoruz.

Elbette büyük bir hatırat değil, ne telif tarzı ve üslubu ne de muhtevası itibariyle, ama yine de her bir hatırat gibi bazı hususiyetleri ve perhizkâr da olsa dikkate alınması gereken anekdotları var.

Hatırat meraklıları durûb-ı emsâl sözlüklerine henüz


girmemiş olan “hatıratın kötüsü olmaz” atasözünü çok sever, onunla idare ederler. Biz de şimdilik ona ittiba edelim.

Birkaç İktibas...

Eser hakkında umumi fikir vermek için anekdotlardan bir iki tanesini kaydedelim isterseniz:

Sultan Hamid'e isnat olunan kötülükler hepsi iftira ve yalandır. Bu hakikatı tarih sayfalarına hediye etmekle saltanat taraftarı olduğum zehabına kapılanlar hataya düşerler. İyi tatbik edildiği takdirde dünyada mevcut bütün rejimlerin en iyisi cumhuriyettir. Ve benim de cumhuriyet layiha-i kanuniyesinde reyim vardır. (s. 11)

Eski Galatasaray Sultanisi mezunu birinin bu kadar kolay genellemeler yapması şüphe davet etmez de ne yapar!? Hem sultana hiçbir kötülük atfetmeyecek kadar mutlak Abdülhamitçi (şimdi de sayısına bereket, çok var) hem de mutlak cumhuriyetçi olur mu? Hem de oy vermiş cumhuriyeti kuran kanuna... Muhtemelen müellifimiz ikisi de değil, herhâlde siyasetçi olmalı, iki tarafı da idare ediyor...

Anekdotlara devam edelim:

[II. Dünya Savaşı arifesinde] Amerika reisicumhuru Rozvelt ve İngiliz başvekili Çörçil, Mısır seyahatleri esnasında Adana'ya gelirken Çörçil Almanlarla harbe girmemizi istemiş ve ısrar etmiştir. O zaman Erkân-ı Harbiye reisi [Genelkurmay başkanı] bulunan Fevzi Çakmak dayatmış ve ‘bizden istediğin[iz] üç fırka as­kerle omuz omuza çarpışacak üç fırka İngiliz askerini getirirseniz ve bize yeni silahlar ve tanklar verirseniz harbe gireriz, dediklerimizi yapmazsanız biz de harbe iştirak etmeyiz' demek suretiyle harp felaketini üstü­müzden attı. (s. 13)

Milli şef İnönü'nün kudret ve iktidarına halel gelmesin diye tarih kitaplarında pek zikredilmeyen bu mühim hadise ve teklif önemli. Fakat yazarımız kimden duy­duğunu, nereden aldığını malesef zikretmiyor, rivayet olarak bırakıyor. Ben bu bilgiyi ilk defa İsmet Özel Bey'den duymuş ve kaynağını sormuştum. Hâlâ izini sürdüğüm bir meseledir bu, hakkında yazılmış ilmî bir metne tesadüf edemedim bugüne kadar. Büyük şairin o yıllarda kafasında gezdirdiği şiirlerden biri de “Mareşal'in Tabutu” olduğu için birçok metne bakmış, cenazeye katılanlardan biri olarak Osman Yüksel Ser- dengeçti ile görüşmek için Fethiye'ye kadar gitmişti. Devam edelim:

[Şeyh Said İsyanı'ndan sonra] Şark illerimizdeki nakl ü teb‘îd [sürgün] işi bir facia oldu. Hele mahkum olanların birçok ailelerine kan ağlattılar. On bini mütecaviz olan menkûllerden [yeri yurdu değiştirilmiş sürgünlerden] garp ve Trakya vilayetlerinde binlerce insan sıkıntı ve ızdırap içinde idi.5 Bazan baba bir vilayete, oğlu diğer



bir vilayete verilirdi, yan yana gelemiyordu. Hakikatte [Meclis'teki oylamada] kırmızı reyle adem-i itimat [gü­vensizlik oyu] veren biz şark mebuslarından katmerli olarak intikam alındı. (s. 52)

Başvekil Hasan Saka (...) Behçet Kemal Çağlar'a ‘ben yirmibeş sene Mustafa Kemal'in arkadaşlığını yaptım, senin zan ve tahmin ettiğin gibi Mustafa Kemal Paşa dinsiz değildi ve dini kaldırmak istemiyordu. Onun yegâne arzusu taassubu kırmaktı' dedi ve ilkmekteplere din tedrisatının yapılması lüzumunu da ileri sürdü. (s. 78)

Mustafa Kemal Paşa'yı bir şekilde dolanıp, hatta te­mize çıkarıp İsmet İnönü'yü günah keçisi yapmak sağ muhafazakâr kesimin bugün de devam eden umumi hilelerinden ve takıntılarından biridir. Kolay, etkili ve mânidar... Yıllarca CHP'de ve İnönü'nün emri altında çalışmış biri olarak İbrahim Arvas da bunun “başarılı” örneklerinden biri. Peki tekparti idaresi­nin ve Cumhuriyet ideolojisinin kuruluşunu sağlayan üçüncü büyük ayak mareşal Fevzi Çakmak niçin sa­ğın “doğru” tarih anlatısında hiç gündeme gelmez ve geldiği zaman da mutlaka müsbet olarak zikredilir? Bunu hiç düşündünüz mü? Namazında niyazında ve Nakşi olduğu için mi? Hiç konuşmamasına, “kuzu paşa” lakabına ne dersiniz? Peki mutlak üç kurucudan biri olarak her şeyden o da bir ölçüde/büyük ölçüde sorumlu değil mi?

Bu sıkıntılı soruyu şimdilik geçelim, mühim bir ak­tarıma intikal edelim:

(...) Kürsüye gelen başvekil Şemsettin Günaltay (...) söze başladı ve neticede Kur'an'ı ikiye bölerek bir kısmı Mekke ve bir kısmı Medine'de nâzil olmuş; biz Mekke'dekileri alırız çünkü duadır; Medine'dekileri bırakırız çünkü ahkâmdır [ibadet ve hukuka dair hü­kümlerdir] ve biz Müslüman ahkâmını tatbik etmekten hariciz dedi. (s. 79)

Kitabın konularıyla ve “tarihî hakikatler”le pek alakası olmayan bir yazı da var bu eserde. Başlığı “Komünizm Büyük Tehlikesi”. Nereden çıktı bu mevzu derseniz (bence deyin) cevabını aramaya ve bulmaya müellifin şu cümlelerinden başlayabiliriz:

(...) Sonra hükümetin delâletiyle ve tüccarlarımızın muavenet ve himmetiyle bir de antikomünist teşkilat yapmak da mümkündür. Komünistlerin yaptığı hücre teşkilatına karşı bu antikomünist teşkilat kuvvetli, anla­yışlı, basiretli insanlara tevdi edilirse asgari bir senede komünizmin gizli teşkilatını yok eder. (...)

Aziz Müslüman zenginler, sizlere bir hadise anlataca­ğım ve ümit ederim Allah'ın lütf u kereminden bu hadise sizlere büyük bir ders-i ibret olacak. Hadise şudur: Otuz sene evvel Yahudi Burla Biraderler müessesesi Hürriyet gazetesi sahibine bir milyon yedi yüz bin liralık bir çek verdi, gazetenin bütün makine ve binalarını ve diğer lazım olan bütün ihtiyaçlarını temin ve tesis ettiler. Ve bu suretle daima Yahudiler lehinde ve Müslümanlar aleyhinde neşriyat yapmasını temin eylediler. Bu para hibe suretiyle verilmiştir, borç değildir.

Ey Müslüman zenginleri, birkaç tane mukaddesatı­mızı müdafa eden mecmualarımız var, bunlarla niçin alakalanmıyorsunuz ve hiç olmazsa kâğıtlarını temin etmiyorsunuz? Sonra dindar halkımızın neden bir yevmî [günlük] gazeteleri bulunmasın? Memlekette her gün yevmî gazeteleriyle, mecmualariyle, dergileriyle Müs­lüman halkın hissiyatını rencide eden malum gazete ve mecmualara cevap verebilecek kudret ve kabiliyette gazete ve mecmua tesis edilmesin. (s. 73-74)6


Daha sonraki taramalarımda tesadüf ettim; bu hatırat kitap olarak yayımlandıktan sonra herhâlde kısmen ve bazı ilavelerle “Tarihî Hakikatler-Eski Van Mebu­su İbrahim Arvas'ın Hatıratı” başlığı ile Yeni İstiklal gazetesinde de tefrika edilmiş (sayı: 191-202, 7 Ni­san 1965-23 Haziran 1965). Yani kitap ve bu yazı yayımlandığı tarihten yaklaşık bir yıl sonra meşhur Bugün gazetesini çıkaracak olan Şevket Eygi'nin (öl. 12 Temmuz 2019) haftalık gazetesinde, muhteme­len de onun teklifi ve ısrarıyla tefrika ediliyor. Bana sorarsanız “komünizme karşı Müslüman gazete” meselesine eğilen bu sadet harici yazıyı da Mülkiye talebeliğinden beri tanıştığı Eygi'nin arzusu, ısrarı ve belki ikna etmesiyle yazmıştır. Anlaşılan o ki etkili de olmuş. Yeni İstiklal'in sermayesinde olduğu gibi bazı çevreler ve Müslüman zenginler “bir gazete” için de (daha sonra nice gazete ve televizyonlar için de!) iyi niyetle kesenin ağzını açmışlar ve “mücade­le” başlamış... Hâlâ devam ediyor. Bizim talebelik yıllarımızda “Müslümanların da Cumhuriyet gibi bir gazetesi olsa!” laflarını çok duyardık. Bugün ve Ba- bıalide Sabah, Anadolu gazeteleri hamiyetperverlerin yardımlarıyla o kalemden çıktı sayılır. Bugün artık nice “Cumhuriyet”ler oldu, sayısına bereket...

Tefrikanın tarihleri hesaba katıldığında kitabın yazarı­nın da kısa bir müddet sonra, 21 Ekim 1965 tarihinde vefat ettiği görülüyor.

Tefrikanın sonunda şöyle bir not da var: “Bu hatırala­rın devamı Yakın Tarihimizin Bilinmeyen Gerçekleri adı altında küçük bir kitap hâlinde basılmaktadır”. Bu başlıkla bir kitap basılmadığına göre notta çıkacağı haber verilen kitabın Tarihi Hakikatler'in devamı olması büyük ihtimaldir. (Bu meseleye Not 2'de tekrar döneceğiz).7

Yazar “menhûs ve melun Kürtçülükten”, “Kürtçü- lüğün başlangıcı”ndan da bahsediyor ve ailesinin, uzak yakın çevresinin başına gelenlere rağmen bazı ifadeleriyle resmî görüşe, sağcı yorumlara hayli yak­laşıyor. Ona göre Kürtçülüğün tarihi II. Mahmut ve Sultan Abdülmecit devrinde Kürt beylerinin yumu­şak bir siyasetle sürgüne tabi tutulmasıyla başlıyor. Kürtlerin Türklüğü meselesi de var. Onun kaleminden okuyalım:

Bedirhan Paşa [İstanbul'a celbi 1848, vefatı 1868] çok dindar olduğu için böyle aykırı [isyan gibi] hareketlere tevessül etmemiştir. Çünkü padişaha ve halifeye isya­nı küfür addetmiştir. Ancak oğlu tarafından bu kötü işe [isyana, Kürtçülüğe] tevessül olunmuştur. (...) Bu son senelerde [60'lı yıllarda] İstanbul'da ve Ankara'da mektepte okuyan şarklı talebe arasında bu menfi propa­ganda [Kürtçülük] sinsi sinsi devam etmektedir. Ve bu muzır fikir maalesef yüksek mekteplerde neşvünema bulmaktadır.

Bu maruzatımı tevsik edecek bir ciheti arzetmek iste­rim. Şöyle ki; şark illerimizin eşraf ve ekâbiri [yazar kendisini de kastediyor olmalı] memlekette ufak bir kâtipliğe tayin edildiği zaman memnun ve müftehir kalır. Bunun ifade ettiği mâna ise büyüktür. Zira devlete en büyük itimadı besler ve onun hizmetine girmekle mübahat duyar.

Aslında Türk olup da lisanını değiştiren bu muazzam kütleye [Kürtlere] kötü bir şey atfetmek günah ve vebal­dir. Bendeniz Şemdinan kaymakamı iken Gerdi aşireti reisi Oğuz beye sordum; bu ad Türk adıdır, sana nere­


den gelmiş? Cevaben dedi ki: ‘Bendeniz yirmibirinci Oğuz'um, bizdeki anane baba kendi evladına kendi babasının ismini verir ve böylece müteselsilen devam eder'. Maalesef Oğuz kabilesinden olan Oğuz bey ise bir kelime Türkçe bilmiyordu. Amcası Kılıç bey de öyle. Ve Koçbeyi kabilesinin reisi Mehmet Emin de böyle idi. (s. 25-26)

Birkaç Not...

Not 1. Kitabın son sayfasında ise “Lahika” başlığıyla kısa fakat davetkâr bir metin var. Şöyle diyor müellif:

Tedbirler Kanunu8 karşısında ve henüz mürur-ı za­mana [zaman aşımına] da uğramayan bazı hadisat ve vekayii layıkiyle yazamadım. Esasen malî vaziyetim de lahikayı [hatıratın devamını, eklerini] şimdilik tab ettirmeğe imkân vermemektedir. Bu naçiz hatıram neşr ve tevziinden sonra imkân bulduğum takdirde lahikayı da yazacağım ve tab ve neşredeceğim. Asıl enteresan noktalar ve heyecan verici hadiseler lahikada olacaktır.

Bu açıklamadan benim anladığım İbrahim Arvas'ın daha geniş bir hatıratının olduğu, bunu bastırmak iste­diği, bunun için de bu küçük hatıratın hem tefrikasını hem de kitaplaşmış hâlini bir yoklama ve etraftan koku alma aracı olarak kullandığı oldu. Bir zann-ı galipti bu... Bu sebeple geniş hatırata ulaşmak için aileden insanlar aramaya koyuldum. O yıllarda Cumhuriyet'in ilk yıllarında, çalıştığım konularla ilgili olup bitenleri tespit etmek yahut hissiyat düzeyinde işleyen meka­nizmaları, tedavüldeki bilgileri, yorumları öğrenmek için o devirlerde yaşamış medrese ve tekke mensup­larından yaşayanlarla görüşme imkânları arıyor, vefat etmiş olanların da çocuklarına ve torunlarına ulaşarak yayımlanmamış (veya mahalli basında çıkmış ama literatüre geçmemiş) hatırat, günlük ve notlarının olup olmadığını soruyordum. İbrahim Arvas hem büyük ve etkili bir aşirete, ayrıca Cumhuriyet devrinde kısmen takip edilmiş bir tarikat ailesine mensup olmak hem de siyasî kişiliği itibariyle önemli gibi idi.

Arvasi ailesine hususi bir hürmet ve bağlılık göste­ren Türkiye gazetesi çevresinin (Hüseyin Hilmi Işık grubunun) bu tür sorulara doğrudan cevaplar vermek istemediklerini bilmeme rağmen her ihtimale karşı Babıali'den tanıdığım bir iki kişiye sordum ve tabii cevap alamadım. Bir mecliste bu meseleyi konuşurken hazır bulunanlardan bir avukat, İbrahim Bey'in oğlu Sıddık Arvas'ın Kadıköy'de yazıhanesinin olduğunu söyledi. Herhâlde o da avukattı gibi anladım. Bu iyi bir tutamak noktası olabilirdi, peşine düşerek tele­fonlarını temin ettim; kitabın içine koyduğum kâğıda göre yazıhane: 337 38 28, ev. 366 85 80.

Bir gün perhizkârlıklara ve karşı sorulara kendimi hazırlayarak yazıhanesine telefon açtım ve kendimi tanıttım, yayınevinden ve çalışmalarımdan bahsettim, sonra da “lahika”yı sordum. Düzgün ve dikkatli konu­şan, ayrıca saygılı bir insanla karşı karşıya olduğumuz her hâlinden belli idi. Hatıratın mufassal versiyonunu sorduğumda da aynı ses tonuyla ve tane tane şöyle beyanlarda bulundu: Evet babamın böyle bir hatıratı var, yaklaşık 500 sayfa civarında... Meclis'teki faali­yetlerini de (belki konuşma ve takrirlerini de) ihtiva ediyor. Bunu bastırmak istiyoruz ama bugüne kadar



mümkün olmadı... Peki bunu görmemiz mümkün olur mu diye sordum. Olumsuz bir cevap vermedi ama buyurun, gelin bakın gibi davetkâr ifadeler de kullanmadı, haberleşiriz, bakarız gibi daha muğlak, bu tür konuşmalar için ümitsiz denebilecek cümleler kurdu. Ben de ikinci görüşmenin kapısı açık kalsın diye ısrar etmedim. Bir defa daha kendisini aradım ve konuştuk ama yine hatıratın kendisine yanaşamadık... Marmara İlahiyat'ta hocalık yaparken soyadı Arvas olan bir teknik personelle karşılaşınca önce Arvasi- lerden olup olmadığını, sonra da aile içinde bu hatıra­tın konuşulup konuşulmadığını, Sıddık Bey'i tanıyıp tanımadığını sordum. Bir şeyler biliyordu ama hem bilgilerini netleştirmek hem de Sıddık Bey'e dolaylı yollarla hatıratı sormak için izin ve vakit istedi. Sorup soruşturduklarından bana söyledikleri arasında sadra şifa bir şey olmadı. İnternet üzerindeki haberlere bakı­lırsa Sıddık Bey 2012 yılında vefat etmiş ve dedesinin medfun olduğu Ankara Bağlum'da defnedilmiş.

Hatırat kimde kalmıştır acaba? Tarihe diyeceğim ama Türkiye'de tarih meseleleri, hele yakın tarih bahisleri ve kurumları çok netamelidir.

Not 2. Bu günlük notunu tamamlamaya çalışırken ki­tabın başka bir yayına konu olup olmadığına da baktım ve yakın zamanlarda yapılmış iki neşirle karşılaştım. Biri aynı adla 2005 yılında Biyografi Net Yayınları arasında basılmış (İstanbul, 192 s.). Sayfa adedinin fazlalığı görülmesini gerektirecek kadar davetkârdı. Bir nüsha-i fevkalâde buldum. Metinde herhangi bir ilave yok, sadece başlık ve bol miktarda arabaşlık konmuş, birçok fotoğraf yerleştirilerek kitap şişirilmiş, ayrıca künye sayfasında ifade edildiğine göre genel yayın yönetmeni Mahmut Çetin tarafından sadeleş­tirmeler yapılmış (sadeleştirmelerin bazıları isabetli değil), az sayıdaki bazı yerler de metinden çıkarılmış­tır. (Ermenilerle ilgili çıkarılmış bir paragraf için bk. 1964 bs., s. 6; 2005 bs., s. 19).

Bu müdahaleler dışında Biyografi Net Yayınları bas­kısında ilave edilen kısım kitabın sonundaki “Arvasi Ailesinin Tarihçesi” başlıklı metindir ve her yerde bulunabilecek bilgi ve fotoğraflar ihtiva etmektedir (s.141-81). Bu kısmın sonunda İbrahim Arvas ve Seyyit Ahmet Arvasi (öl. 31 Aralık 1988) hakkında da kısa malumat verilmektedir (s. 175-81).9 İkinci neşir ise yine aynı adla HTS Yayıncılık tara­fından 2010 yılında yapılmıştır (İstanbul, 109 s.). Bu yayının künye sayfasında, kitaba bir Sunuş da yazan Mehmet Soykan yayın yönetmeni, Mekki Yassıkaya ise “sadeleştiren” olarak gözüküyor (metin aynen bırakılmış, sadeleştirmeler parantez içinde verilmiştir). Mehmet Soykan Sunuş'unda kaynak göstermeden iki buluşundan ve ekinden bahsetmektedir. Bunlar­dan biri Arvas'ın Önsöz'ünün sonunda olduğu hâlde 1964 baskısına girmediği söylenen beş paragraftır. Bu paragraflarda isimler üzerinden aile şeceresi hakkın­da bilgi verilmektedir (s. 10-11). İkincisi ise kitabın sonunda yer alan “Ek: Yakın Tarihimizin Bilinmeyen Gerçekleri” başlıklı kısım ve en sonda iki sayfalık, Yeni İstiklâl gazetesinde yayımlanmış (sayı: 173, 2 Aralık 1964) “Falih Rıfkı'ya açık mektup”tur (s. 91-


109). Ek'in başlığı aslında Yeni İstiklâl'deki tefrikanın sonunda yakında çıkacağı haber verilen kitabın başlı­ğıdır ama burada kitap hacminde bir metin olmadığı gibi tekrarlar dışında yeni ve önemli bilgiler de ihtiva etmemektedir. Yine de bu kısmın başındaki ifadeler karışıklığı (muhtemelen yaşlanmış yazarın ihtilatlarını da) artırmaktadır:

Tarihi Hakikatler altında yazdığım hatıralarımı iste­diğim gibi yazamadım. Çünkü Sağır Sultan [İnönü] saltanat tahtında oturmakta idi. Her bahsin başlığını yazmakla iktifa etmek zaruretinde kalmıştım. Gereken tafsilatı verememiştim. İsmet İnönü'den hiç bahsede- memiştim. Çünkü yazsaydım derhal müdahale edecekti. Aşağıdaki yazılar hatıratımın ‘lahika' ve mütemmimidir. Önce İnönü'nün Cumhuriyetin ilânından beri yaptıkla­rından en mühimlerini yazacağım. (...) (s. 91)

Tekrar edelim, bu baskının Ek kısmına alınan yazı­larda kaydadeğer bir şey yoktur.

Not 3. Çokpartili hayata geçiş yıllarında, iki CHP kabinesinde Milli Eğitim bakanlığı yapan Tahsin Ban- guoğlu (öl. 3 Mart 1989) ahir ömründe sağ cenaha yaklaşmış dil meseleleri ile din eğitimi konusunda Cumhuriyet ideolojisini, hususen İnönü'nün tutum­larını tenkit eder olmuştu. Kendimize Geleceğiz kitabı (İstanbul, Derya Dağıtım Yay., 1984) başta olmak üzere birçok konuşma ve röportajında 1949 yılında ilkokullara Din derslerinin tekrar konması ile İmam Hatip kurslarının ve Ankara İlahiyat Fakültesi'nin açılışında ciddi ve müsbet katkılarının olduğunu vurgulamıştır. Tahsin Bey'in yerleştirmeye çalıştığı bu bilgiler en azından tek taraflı olmaları dolayısıyla eksiktir, bir kısmı da hilaf-ı hakikattir. Dönemin yayın organlarında, muhafazakâr cenahın dergilerinde yer alan haber ve yorumlar hiç de Tahsin Bey'i doğrulayan bir karakter göstermez.10

İbrahim Arvas'ın kitabı Banguoğlu'nun bu mesele­lerdeki menfi ve engelleyici tutumlarına vurgu yap­ması bakımından da önemli sayılır (s. 62-64). Arvas'a göre Banguoğlu esasen benimsemediği, Meclis'te ve bakanlıkta aleyhte tavır takındığı bu düzenlemeleri bakanlığı döneminde mecburen yapmıştır.

Müellif 1948 yılında Meclis'te kendisine karşı konu­şan Banguoğlu'nun “hulasaten” şunları söylediğini aktarır:

İbrahim beyin bahsettiği Türk İslâm İlahiyat Fakül­tesi ile İmam Hatip Mektepleri skolastik zihniyetin ifadesidir; yani ortaçağ zihniyetinin icabâtıdır. Biz ise asrî ve modern bir devlet kurduk. Artık bu gibi zihniyetlerin bizde yeri yoktur. Ve bundan dolayı biz bu mektepleri açmayız. (s. 62)

Aynı partiye mensup olan Arvas, “kemâl-i tehevvürle ve çok yüksek sesle bağırarak”, masaya yumruk vu­rarak, “iki parmağımı gözüne sokarcasına” kürsüden Banguoğlu'na verdiği cevabı şöyle anlatıyor:

Skolastik dediğin zihniyet asıl Haham Mektebi'dir. Mebdei [başlangıcı] beşbin seneden başlar. Ve onun ikincisi Heybeliada'daki Ruhban Papas Mektebi'dir. O da iki bin seneden başlar. Sen bu iki mektebe de yardım ediyorsun; Maarif Vekâleti bütçesinde fasl-ı mahsusları [özel ödenek bendleri] vardır. Bunu inkâr edemezsin. İşte asıl skolastik zihniyet dediğin bu iki zihniyettir. Bizim tabi olduğumuz hars [İslâm kültü­


rü] ise daha taze ve daha esaslıdır. Hem İmam Hatip Mektepleri İkinci Büyük Millet Meclisi tarafından kanun-ı mahsus [Tevhid-i Tedrisat Kanunu] ile tesis edilmiştir. Bu kanun tadil edilmediği gibi lağıv da edilmemiştir. Hâlâ yaşıyor. Zâtıâliniz İkinci Büyük Millet Meclisi'nden daha mı inkılapçısınız? Hem de sen Müslümanlığa ait İmam ve Hatip Mektepleri ile Türk İslâm İlahiyat Fakültesi'ni açamazsın. Çünkü senin mensup olduğun gizli heyet bu işi sana yap­tırmaz (...). (s. 62-63)

*

İşte hatıratların bitmek tükenmek bilmeyen hatıraları ve güya serbest zamanların kimi objektif kimi sub- jektif hakikatleri...

1       Kitabın aynı kapak ve aynı yılda Ankara, Resimli Posta Matbaası'nda da bir baskısı gözüküyor.

2       III, IV ve V. dönemlerde hiç konuşmayan Arvas'ın Mec- lis'teki faaliyetleri bir makalenin konusu olarak -zayıf da olsa- çalışılmıştır: Volkan Tunç, “Van milletvekili İbrahim Arvas'ın biyografisi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki faaliyetleri”, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, sayı: 6/2, 2019, s. 388-432. https://dergipark.org. tr/tr/download/article-file/753290

3       Hatıratın birkaç yerinde çokpartili hayata geçildikten sonra kahramanca bir eda ile masaya yumruk vurup haykırdığını ve elini tabancasının üstüne koyduğunu anlatıyor. bk. s. 56, 57.

4       Yazar hatıratının daha başlarında, “büyük ve asil bir aileye mensup olduğum için yazdığım bu hatıratımda ne yalan ve ne de iftira etmedim. Ancak ve ancak hakikatı tebarüz ettirdim” (s. 4), “Karakterim icabı olarak hatıratımda ne bir kelime fazla ve ne de bir kelime noksan, ne yalan ve ne de iftira etmek asla mevzubahis değildir. Hele matbuat sütunlarına geçmemiş ve yüzbin kişide bir kişi işitmemiş işbu hatıratımda birçok gizli hakikatler dolu olduğundan fevkalâde ehemiyeti haizdir” (s. 5) ifadeleriyle okuyucuyu ve bizi ikna etmeye çalışmaktadır.

5       Kitabın ilk baskısında yer almayan bir başka yazısında “[İnönü] yirmi bin aileyi ve reislerini sürgün etti ve evlerini yıktı”; “[İsmet] Paşa! En az elli bin çoluk çocuk, kadın erkek, ihtiyar masum kanına girdin ve yirmi bin evi yıktın, dağıttın” diyecektir; Tarihi Hakikatler, İstanbul, HTS Yay., 2010, s. 95, 100.

6       Hatıratın bir faslı da “kökü dışarıda bir Yahudi tarikatı” olan Masonluğa ve ona karşı alınması gereken tedbirlere ayrılmıştır (s. 68-71). Bu faslın başında ve sonunda tipik sağcı değerlendirmeler var: “Mustafa Kemal Paşa'nın sevmediği iki zümre vardı. Birincisi dönmeler, ikincisi de masonlardı”; “Bunların [Masonların] bugünkü ahval ve vaziyet karşısında komünistlere nisbetle zararları binde bir nisbetindedir”.

7       Yeni İstiklâl'de bu tefrika vesilesiyle iki açıklama yazısı da çıkmıştır: Arvas, Ahmet Gürkan'ın 1952 yılında Mason localarının kapatılması için Meclis'e verdiği teklifin ka­nunlaşmasını Celal Bayar'ın engellediğini yazmış, Gürkan bunun, en azından anlatılan şekliyle doğru olmadığını ifade etmiştir; Konya milletvekili Ahmet Gürkan, “Bir tavzih”, Yeni İstiklâl, sayı: 205, 14 Temmuz 1965, s. 4. Arvas'ın kısa cevabı ise “Sayın Ahmet Gürkan'ın tavzihine cevap” başlığıyla yayımlanmıştır; Yeni İstiklâl, sayı: 207, 28 Temmuz 1965, s. 5.

8       5 Mart 1962 tarihinde çıkarılan Tedbirler Kanunu 27 Mayıs darbesi ve idamlar aleyhinde yazılı ve sözlü beyanlarda bulunmayı yasaklıyordu. Ama İbrahim Arvas'ın bahsettiği herhâlde bu kanunla sınırlı bir şey değildir, tekpartili yılla­rın “tedbir”lerine, belki DP iktidarının çıkardığı Atatürk'ü Koruma Kanunu'na da uzanmaktadır.

9       İbrahim Arvas kısmında Mehmet Şevket Eygi'den şifahi bir hatıra aktarılmaktadır: “Siyasal Bilgiler'de (Ankara) talebe iken bir gün üstad Necip Fazıl'la birlikte eski Van mebusu ve Seyyit Abdülhakim Arvasi'nin yeğeni İbrahim Arvas beyi Keçiören'deki bağ evinde ziyarete gitmiştik. Leziz yemekler yenmiş, nefis çaylar içilmiş, enfes bir soh­bet olmuştu. Bir ara üstad Necip Fazıl duvardaki bir leopar postunu işaret ederek, ne güzel bir kürk deyivermişti. Bu söz üzerine merhum İbrahim bey, hemen harem tarafından bir bohça getirtmiş ve postu üstada hediye etmişti” (s. 177-78).

10      Bu konuda bk. İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi'nde Bir Mesele Olarak İslâm 2, İstanbul, Dergâh Yay., 2016, s. 212-27.


 

İbrahim Arvas elinde fötr şapkası, Diyanet İşleri başkanı Ahmet Hamdi Akseki ile TBMM'den çıkarken. 40'lı yılların son seneleri olmalı. İkisi de papyonlu olduğuna göre herhâlde bir resepsiyondan çıkıyorlar...

İNSAN OLMAK HATIRLAMAK, HATIRALARA SAHİP OLMAK, ONLARI HATIRLANIR KILMAKTIR

BİR KİTAP BIR YAZAR - İSMAİL KARA

 

İNSAN OLMAK HATIRLAMAK, HATIRALARA SAHİP OLMAK, ONLARI HATIRLANIR KILMAKTIR

 

Prof. Dr. İsmail Kara

 

İnsan Olmak Hatırlamak, Hatıralara Sahip Olmak, Onları Hatırlanır Kılmaktır Yakın dönem Türk düşünce tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla tanıdığımız Prof. Dr. İsmail Kara Hoca ile Kasım ayında yayınlanan Dağ Ne Kadar Yüce Olsa kitabı üzerine sohbet ettik. Bir düşünce tarihçisini hatıralara dayalı portreler yazmaya sevk eden saiklerin neler olduğunu, kahramanlarını kitaba hangi usullere göre aldığını, akademik metinlere kıyasla bu tür yazıların ne tür imkânlar taşıdığını, kendisini bir nevi “hatırat avcısı” yapan sebepleri konuştuk.

 

Hocam öncelikle hayırlı olsun diyelim. İslâmcıların Siyasî Görüşleri’nin ikinci cildinden yaklaşık bir yıl sonra, geçen Kasım ayında Sözü Dilde Hayali Gözde’nin bir bakıma ikinci cildi Dağ Ne Kadar Yüce Olsa yayınlandı. Yakın dönem düşünce tarihine odaklanan, uzun süreli araştırmalardan süzülen, akademik yönü ağır basan bir çalışmayı şahsî izlenimlere, gözlemlere, hatıralara yaslanan ve edebi zevki kamçılayan portreler takip etti. Bir düşünce tarihçisinin mesaisinin bir kısmını portrelere ayırmasının sebeb-i hikmeti nedir?

 

Akademik metin yazma dışındaki yazma biçimlerini, hususen deneme ve hatırat türünü önemseyen biri olmakla beraber netice itibariyle ben edebiyatçı değilim. Dolayısıyla yazdığım deneme ve portre yazılarında muhtemelen düşünce tarihi unsurları ve meseleleri bir şekilde öne çıkacaktır, öne çıkabilir. Bence bir mahzuru yok, umarım okuyucular için de yoktur. Bulunduğum yer ve ilgilendiğim meseleler dolayısıyla, onlar üzerinden portre yazarlığına bazı farklı unsurları dahil ettiğimi de düşünüyorum. Dipnotları bile oluyor bazan bu yazıların! Bu baştan bütünüyle hesap ettiğim bir şey değildi fakat oraya doğru gitti. Yazmanın da, yazıların bir kaderi, bir akışı var.

 

İki yazma biçimi arasında ne tür farklar olduğunu düşünüyorsunuz?

 

Akademik metin soğuktur, mantıki bir silsile takip etmek zorundadır, şahsiyat ve hissiyat pek kabul etmez. Halbuki deneme ve hatırat aksine sıcak, subjektif, serbest, hissi olabilir. Önemli olan güzel ve kıvrak olması, okuyucuyu içine dahil ederek sahiplenmesine imkân verecek gözeneklere haiz olmasıdır. Düşünce tarihi unsurları, hatta bazen yumuşak tenkitler burada adeta eriyik olarak vardır diyebilirim.

Bazen ikisini de ayrı ayrı yaptığım oluyor; Hamidullah hoca hakkında hem portre yazdım hem de bazı tenkitler de içeren akademik bir metin kaleme aldım. İkisinin öncelikleri, akışları ve üslupları çok farklı. İlki Sözü Dilde’de, ikincisi Bir Mesele Olarak İslâm 2’de yer aldı.

Meraklı genç okuyucular bu ikisini karşılaştırarak okuyabilir. Bekir Topaloğlu hoca için de öyle sayılır; Dağ Ne Kadar Yüce Olsa’daki portresi ile İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz kitabındaki onunla ilgili kısım arasında hem üslup hem de muhteva itibariyle epeyice mesafe vardır. Birinde yaptığınızı muhtemelen öbüründe yapamazsınız.

 

Otobiyografik tarafları da olan bu tür metinlerden beklentiniz nedir? Bu türler yazar için hangi kapıları aralar, ne tür imkânlar sunar? Beklenti değil de arayış diyelim isterseniz.

 

Portreye konu olan kişi başkası ama onu biri yazıyor, hem de biyografi formunda değil hatırat tarzında, daha kıvrak, daha hissi bir dille. Dolayısıyla bu tür metinlerde yazarın gördükleri, hissettikleri, öne çıkardıkları, şahsi tarafları daha bir görünür olur.

Muhtemelen bilerek bilmeyerek geriye ittikleri de önemli olmalı. Ayrıca portre var portre var. Anne portresi ile hoca, meslektaş, arkadaş portresi öncelikleri, hissiyatı ve üslubu itibariyle aynı olmayacaktır, olmamalıdır. Edebi ve sanatlı metin türüne giren yazıların daha imkânlı, tahmin edilemeyecek kadar açılımları, gözenekleri olan metinler oldukları şüphe götürmez. Bu bakımdan akademik metinle karşılaştırılamazlar. Onun için okuyucu arayışları ve kapasitesi ölçüsünde bu metinlerin gözeneklerinden birçok yere açılabilir, çok yönlü istifade edebilir.

 

Dikkatimi çeken başka bir husus, kitapta yer verdiğiniz isimlerin büyük bir kısmını hatırat yazmaları konusunda teşvik ediyorsunuz, bazılarının yayın sürecine rehberlik ediyorsunuz. Sizi aynı zamanda bir nevi “hatırat avcısı” yapan hangi sebeplerdir?

 

Bazılarının hatıralarını önemsiyorum bazılarının da imkânlı metinler yazmasını... Cumhuriyet devri dini hayatının, laiklik politikalarının birçok yönü hâlâ karanlıkta veya buğulu camların arkasında olduğu için hocaların, İlahiyat ve Diyanet mensuplarının hatıralarını yazmasını önemsiyorum.

Ama diyelim ki Ayşe Şasa’nın hatıralarının başka kazanımları da olabilir. Ayrıca benim kanaatime göre Anadolu’nun gittikçe kaybolan maddi ve kültürel özellikleri, dini hayatı, zengin dil ve ifade biçimleri, insan unsuru, hayata bakışı, yaşama üslubu, tabiatı, suyu, çiçeği, böceği, patikası, dağı, evi yeteri kadar yazılmadı. Köy hayatı olan eğitimli insanların bunları yazmaları onlara terettüp eden bir vazifedir, doğduğu-büyüdüğü yere bir vefa borcudur diye düşünüyorum ama bunu da anlatmak, hissettirmek kolay olmuyor.

Köylerden çıkıp gelen birçok arkadaşımız, akademisyen, edebiyatçı-dilci, mimar, ziraatçi, tarihçi köylerine, memleketlerine karşı vazifelerini yapmadılar kanaatindeyim. Köyünün dil varlığını yazan kaç tane edebiyatçı ve dilci var yahut mimarisini yazan mimar, çiçeklerini yazan...

 

Niçin acaba? Hatırat yazmayı bu derece “ürkütücü” yapan nedir?

 

Birkaç sebebi var. Herhalde en başa eğitim sistemimizin bu tür alışkanlıklar, dikkatler, hevesler doğurmak konusundaki isteksizliğini, başarısızlığını almak lazım. Türkçe bile öğretemeyen bir “milli” eğitim sistemimiz var maalesef. Üniversite hocaları dahil eğitimli insanlardan bir kısmının bu tür metinleri yazma alışkanlığı yok. Bazılarının hatırat türü, mahalli kültür hakkında bilgisi yok, farklı hatırat metinleri okumamış. Ahlâk kitabı gibi bakıyor hatırata, dedikodu mu yapacağız, bu da anlatılır mı, adam öldü gitti, bizde itiraf da yok gibi alt düzeyde ve kaçamak açıklamalara başvuruyorlar. Kendinden, geçmişinden kaçmak da var burada ve modern dünyanın köklü ve derin problemlerinden biridir bu.

Dindar-milliyetçi-İslâmcı kesim için telaffuz edilmeyen ama daha derinlerde akan bir iki sebep de var zannediyorum:

Biri Türkiye’de İmam Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri, Diyanet camiası dahil olmak üzere sağ-muhafazakâr kesimin okumuş yazmışları büyük ölçüde Yeni Selefi din anlayışına sahip oldukları için içinden geldikleri dini hayatı ve kültürü, gelenekleri, dili küçümsüyor ve anlatmak istemiyorlar.

Hatta belki unutuyorlar, gizliyorlar. Böyle örnekler gördüm, yaşadım. Tasavvufla, tarikatla irtibatını ancak ahir ömründe telaffuz eden hocalarımız oldu. İkincisi, bizden önceki bir, iki nesil dini alanlarda yapacakları açıklama ve tesbitlerin, anlatacakları gerçeklerin dini hayat ve kurumlar için aleyhte karar ve icraata sebep olabileceğini düşünüyorlar. Bu çekince hâlâ devam ediyor.

İlk İmam Hatip neslinden hocaların hatıratlarıyla bir miktar uğraştım, bildiğim bu hususu bu sohbetler sırasında daha kuvvetli bir damar olarak gördüm. Onlara diyordum ki -şimdi de diyorum ki- bunları böyle şahsi bir mesele gibi değil de bu zafiyetler, bozukluklar memleketimizin, insanımızın, Müslümanların, kurumların bir problemi, bir gerçeği veya kazanımı, zenginliği, büyüklüğüdür, bunu da anlatmak ve hatırlatmak lazım gibi baksanız, belki durum değişebilir; ayrıca üslubunu bulmak şartıyla her şey yazılabilir... Haklısın diyorlar ama gereğini yapan ve işin hakkını veren çok az oldu. Yazılan hatırat kitapları arasında vasıflı olanların sayısı daha da az maalesef.

 

Nesil Hareketi’nin imkân ve Problemleri kitap adını merhum babanız Kutuz Hoca’nın anlatıldığı kısımdan alıyor. “Bir Çocuk Ağlıyor İçinde” başlıklı kısmı ise validenize ayrılmış. Çoğunlukla akademiden hocalarınızın, mütefekkirlerin, sanatçıların ve entelektüel simaların yer aldığı böyle bir kitapta anne ve babanıza yer vermeniz tabii olarak şu soruyu akla getiriyor: Anne ve babanızı sizin kahramanınız yapan hususiyetler neler?

 

Bir evladın bu soruyu cevaplandırması çok kolay olmalı. Fakat ben onları da memleketimizin bir insanı, bir tipi olarak yazıyorum aynı zamanda. Diyelim ki biri vasıfları olan bir köy hocası, öbürü kendince dünyası ve gönlü zengin bir Anadolu kadını.

Benim çok yakınlarım oldukları için onları okuyucuya yaklaştırmak için daha fazla gayret sarfettiğimi söyleyebilirim. Zaten o kadar uzun iki metin sadece yazarın baba- sı ve annesi olduğu için okunamaz. Onları okutan esas itibariyle kendi hususiyetleridir elbette, benim yapmaya çalıştığım ise o özellikleri, o kişiliği paylaşılabilir hale getirmek, bunun ifade yollarını bulmaktır. Dikkat etmişsinizdir, ikisinin üslubu, hissiyatı, kurgusu hayli farklıdır. Çünkü biri anne, biri baba...

 

Okuma-yazması olmadığı halde merhum annenizin “kullandığı dilin revnakını, imkânlarını, genişliğini” 40 yaşlarınızda fark ettiğinizi belirtiyorsunuz. Hayatının büyük bir kısmını köyde geçiren biri için bu nasıl mümkün oluyordu? Hangi kaynaklardan besleniyordu valideniz?

 

Anadolu’nun tesbit ve şerh edilemeden kaybolan, hayatımızdan çekilen büyük zenginlikleri derken kasdettiğim şeylerden biri de budur. Annem de, arkadaşları da sahip oldukları istisnai zenginliklerin bir kısmının, meselâ dilin tam farkında değillerdi. Hayatın içinde şifahi kültür, tecrübeler, yapıp etmelerle devraldıkları şeyleri tabii bir şekilde, belki bir kısmını geliştirerek sürdürüyorlardı ama tabii bir şey olarak yürüyordu bu. Fakat dikkat kesilirseniz devraldıkları ve sürdürdükleri şeylerin çok kıymetli olduğunu görüyordunuz. Kadın olsun erkek olsun köylü insanlardan bir kısmının anlayışları ve dini-ahlâki kavrayışları da, bunlara bağlı riayet ve itinaları da bazen eğitimli insanlardan daha gelişmiş, daha derindi. Bunu daha erken farketmiştim. Bir tür bilgelik diyelim isterseniz.

Çünkü biz bazen düzenli bilgi ile anlayış arasında birebir bir ilişki kurarız, bu kısmen, belki çoğunlukla yanıltıcıdır. Görüyorsunuz çok sıradan kullanımlarla zayıflatıldığı için Anadolu irfanı deyişini kullanmıyorum...

 

Selçuk Eraydın hocaya dair hatıralarınızı paylaştığınız kısımda dikkat çektiğiniz, Bekir Topaloğlu bölümünde de üzerinde durduğunuz konulardan biri “Nesil Hareketi”. Hareketin Türkiye tecrübesinde bazı bakımlardan başarılı olan bir hikâyesi olduğu kanaatindesiniz. Bu sebeple de Cumhuriyet dönemi dini düşünce tarihi açısından iyi anlaşılması gerektiğini ifade ediyorsunuz. Niçin önemli?

 

Sahip olduklarımın bir kısmını İmam Hatip Okullarına, sonradan İlahiyat’a dönüşen Yüksek İslâm Enstitülerine borçlu biri olmama rağmen bu müesseselerin kurucu fikrinde, zihniyet dünyasında, din anlayışında bir kısmı ciddi bazı problemler olduğunu, muhtemelen Nurettin Topçu okumaları sayesinde erken farkettim diyebilirim.

Daha sonra bu konular üzerinde çalıştım ve uzun metinler de yazdım. Arzu edenler Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm’ın ikinci cildindeki “Din Eğitimi” bölümüne bakabilirler. Nesil Hareketi bu imkânları ve problemleri birlikte taşıdığı için kurucu hocaları tarafından yazılmasını ve aradan yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçtikten sonra değerlendirilmesini istiyordum. Ama muvaffak olamadım. Hiçbiri kayda değer bir şey yazmadı.

 

Nesil Hareketi’nin içine düştüğü bir tenakuza da dikkat çekiyorsunuz. Erbakan’a hayli mesafeli durmalarına karşı Özal’a kucak açmaları nasıl izah edilebilir?

 

Erbakan’a mesafeli durmalarında ilke düzeyinde bir problem yoktu bence, çünkü siyasi konularda biz tarafsızız, siyasette açıktan taraf tutmak dine, dini kurumlara zarar verir diyorlardı. Ayrıca Erbakan’ın kimseyi ciddiye almayan davranışlarından da rahatsızlık duyuyorlardı. Bu mesafeli tutumları anlaşılabilir bir şeydi. Ama bir darbenin arkasından gelen, darbecilerle iş tutan Özal’a sempati ile yaklaşmaları gerçekten enteresandı ve bence Türkiye’yi tanımaları, derinliğine kavramaları zaviyesinden bir zayıflığa, bir boşluğa işaret ediyordu. Veya bildikleri bir şey vardı yahut Ankara ile münasebetleri onları buraya getirmişti diyelim isterseniz.

Yalnız unutmamak lazım, sadece Nesil Hareketi mensupları değil İslâmcıların önemli bir kısmı, nerede ise bütünüyle milliyetçi-muhafazakâr kesim Özal hayranı idi, 80 sonrası çok yönlü çürümenin ana aktörlerinden biri olmasına rağmen bugün de öyledir. Niçin? Bu benim için bir tetkik konusudur; bu nasıl oluyor diye o gün de sordum ve bazı hocalarım ve meslektaşlarım dahil insanlarla tartıştım, bugün de soruyorum. Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye kitabında bu meseleye dair bir iki yazı var. İlk halleri Yeni Şafak’ta köşe yazısı olarak yayınlanmıştı ve tedirginlik doğurmuştu.

 

İmam Hatip camiasının ve hocalarınızın din anlayışları cihetinden “Yeni Selefi” akıma yakın bir çizgide durduklarına dair bir tespitiniz var. Geçen yıl Dergâh dergisinde yayımlanan bir yazınızda Diyanet İslâm Ansiklopedisi’nin de aynı sebeple “Yeni Selefi” bir mantığa sahip olduğuna dikkat çekmiştiniz. Ben bu yazının bir tartışma başlatacağını düşünmüştüm.

 

Türkiye’deki dindar veya akademik çevreler işaret ettiğiniz bu problemi pek önemsemiyor sanki. Bilinçli bir sessizlik mi, ne anlama geliyor bu? Önemsemiyor mu, bilmiyor mu? Bazen ikisi birbirine karışıyor. Türkiye’de sansasyonel olmayan, kaba tenkit içermeyen konular umumiyetle derinliğine ve uzun boylu tartışılmaz. Üniversitenin, ilim, fikir ve sanat çevrelerinin zayıflığı da bu durumu besliyor. Yeni Selefilik Soğuk Savaş sonrasında ve sözde Arap Baharı’ndan itibaren giderek daha fazla şiddet hareketleriyle, terörle ilişkilendirildiği için de uzak duruluyor olabilir. Halbuki Türkiye’deki Yeni Selefilik meselesi farklı karakterlere sahiptir ve İmam Hatipler, İlahiyatlar ve Diyanet açısından da, İslâmcı gruplar açısından da, hatta Cumhuriyet ideolojisinin din anlayışı açısından da önemlidir ve mutlaka soğukkanlılıkla, kademeli bir şekilde ele alınmalıdır. Türkiye’deki Yeni Selefiliğin İslâm dünyasında olanlardan ayrılan en bariz özelliklerinden biri çok büyük ölçüde aktif muhalefetten uzak olması, hatta bir miktar muhafazakâr ve devletçi karakter taşımasıdır. Bu enteresan bir durumdur,

 

Özal hayranlığı da, devlete katılma arzuları da belki bununla alakalıdır. Siz de bu kurumların içinden gelip geçtiğiniz, bu hocaların talebesi olduğunuz halde nasıl mesafeli hale gelebildiniz?

 

Biraz önce de söylemiştim, ilgilerim ve okumalarım beni çevremde muhkem hükümler gibi duran bazı meselelere karşı şüphe ile yaklaşmaya sevketti. Hocalarımın görüşlerine de “mezhepsiz, Vehhabi” gibi kaba üsluplarla, bilgiye dayanmayan ifadelerle onlara karşı çıkanların görüşlerine de belli bir mesafeden bakmaya başladım. Sonra bu meseleleri çalışma konusu edindim, bir asırlık, iki asırlık bir zaman dilimi içinde metinlere, fikirlere ve akımlara, siyasi hareketlere eğildim. Hem sorularım arttı, şüphelerim derinleşti hem de hükümlerim değişti, gelişti. 35-40 yıl içinde bu konularda epeyice metin yazdım. Ama Türkiye’de gerçek bir ilim, fikir, sanat ortamı olmadığı için bunlar ne doğru dürüst tedavüle giriyor ne de meselelerin ağırlığıyla mütenasip müzakere ve tenkit ediliyor. Bu da anlaşılmayacak bir durum değil, elbette benimle de sınırlı değil.

 

Yeni Türk edebiyatı ile çağdaş Türk düşüncesi arasındaki bağ Orhan Okay hocaya ayırdığınız bölümde Türk düşüncesi ile edebiyat arasındaki sıkı bağa dikkat çekiyor ve bunun 1915’te Yahya Kemal’in Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nde hocalığa tayin edilmesiyle başlatıyorsunuz. Bu zincir hangi halkalarla Orhan Okay hocaya bağlanıyor?

 

Yeni Türk edebiyatı ile çağdaş Türk düşüncesi, çağdaş İslâm düşüncesi arasında doğrudan ve kuvvetli bir ilişki var. Kişiler açısından da eserler ve konular açısından da bunu görmek zor olmasa gerektir. O bakımdan Darülfünun’da Yahya Kemal’in hocalığı ile başlayan çizgi önemli gözüküyor. Yahya Kemal akademisyen değil, bir edebiyatçı ve düşünce adamı. Onu talebesi Tanpınar takip ediyor. Tanpınar da bir edebiyatçı ve hocasından daha fazla bir akademisyen ve düşünür. Onun XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi kitabını veya akademik yazılarını bir edebiyat araştırması metni olarak da, bir düşünce tarihi metni olarak da okuyabilirsiniz. Özellikle XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nin kıymeti yeterince anlaşılmamıştır diye düşünüyorum. Tanpınar’ı talebesi Mehmet Kaplan takip ediyor. Fakat o edebiyatçı değil, düşünce tarihçiliği de hocasına göre zayıf sayılır diyeceğim, hocalığı daha iyi ve daha gelişmiş. Ama hocasının takipçisi olmak için elinden geleni yapmaya çalışmış ve çok eser vermiştir.

Türkiye’deki Yeni Selefiliğin İslâm dünyasında olanlardan ayrılan en bariz özelliklerinden biri çok büyük ölçüde aktif muhalefetten uzak olması, hatta bir miktar muhafazakâr ve devletçi karakter taşımasıdır. Bu enteresan bir durumdur, Özal hayranlığı da, devlete katılma arzuları da belki bununla alakalıdır. Kaplan Bey’in talebeleri arasında bir tür Tanpınar’a doğru hareket eden en önemli isim Orhan Okay hoca gibi gözüküyor. Ama o da doğrudan edebi ürünler veren biri değil. Fakat kitapta da söylüyorum, doktora ve doçentlik tezleri olarak çalıştığı Beşir Fuat ve Ahmet Midhat Efendi kitapları edebiyat tarihi olmaktan ziyade düşünce tarihi çalışmasıdır. Yeni Türk edebiyatçıları arasında bu çizgi de görebildiğim kadarıyla zayıflamış gözüküyor. Umarım bilgi eksikliğim sebebiyle yanılıyorumdur.

 

Şüphesiz dünyayı güzelleştirmek için gönderilen insanlardan biri Turgut Cansever. Hem mimar, hem bir sanatçı hem de sırtını kendi geleneğine dayayan ve geleceğe dair de söyleyecek sözü olan bir mütefekkir... Turgut Cansever hoca böyle bir evsaftaki başarıyı nasıl yakaladı dersiniz?

 

Basın-yayın dünyasında, üniversitede, ilim ve fikir sahasında hayatımın hoş tesadüfleri olarak epeyice insan tanıdım. Turgut Hoca’nın istisnai bir sanatkâr ve mütefekkir, aynı zamanda bereketli, münasebette olduğu insanlara artı değer katan biri olduğunu onunla bir miktar ülfeti olan herkes takdir edecektir sanırım. Çok güçlü aktivist, muhalif, kelimenin gerçek anlamıyla “yerli” bir aydın tarafı da var.

Müsbet mânada bütün ferdiliğine rağmen ortak çalışmaya, birlikte müzakereye de sonuna kadar açık olan onun gibi az insan tanıdım. Genetik, aile ve çevre elbette önemli ama bazı sanatkâr ve mütefekkirler sadece bunlar üzerinden açıklanamaz. Turgut Hoca da bunlardan biri idi bence. İsmet Özel kesin olarak öyledir. Belki deha kelimesini kullanmak lazım. Ben de bir portre yazısı çerçevesinde görebildiğim kadarıyla Turgut Hoca’nın bu yönlerini, hatıralar eşliğinde anlattım.

 

Kitabınızda rahmetli Cahit Çolak’a ayırdığınız sayfalar sayesinde hem sizin hem de Dergâh Yayınları’nın serencamına dair ilginç ayrıntılar öğrendik. Yayınevindeki çalışmaların ve editörlük tecrübesinin İsmail Kara’ya katkıları nelerdir?

 

Dergâh Yayınları hem tarihi, gelenekleri ve çevresi hem de duruşu, yayınları ve yayın siyasetleri itibariyle Türkiye’deki istisnai yayınevlerinden biridir. Bütün tarihi boyunca bir mektep gibi çalışmıştır, inşallah öyle de devam eder. Benim o mektebe dahil oluşum fiilen çalışmaya başlamadan öncedir, fiilen çalışmaya başladıktan sonra da, bir çeyrek yüzyıl oradan çok şey öğrendim ve oraya epeyice girdi verdim. Okuduğum okullara ve yetiştiğim çevreye göre fikren ve tarz itibariyle bir miktar farklılıklar varsa burada Hareket-Dergâh mektebinin katkıları da zikredilmelidir.

 

Kitapta hazırlamakta olduğunuz “Analar Kitabı”nı da müjdeliyorsunuz. Yakın tarihte yayımlamayı düşündüğünüz başka çalışmalarınız var mı hocam?

 

Masamda, önümde birkaç, birçok çalışma var. Emekli olduktan sonra her sene yıllardır yürüyen akademik çalışmalardan biri ile deneme yahut hatırat kitaplarından birini bitirmeye, yayınlamaya çalışıyorum. Analar Kitabı da önümde olan mühim dosyalardan biri ama şimdilik en önde olanlardan biri değil. Bir de “Ana” yazısı yazmak o kadar kolay değil. Yakınlarda iki kitap gözüküyor, biri üzerinde çalışmaya başladığım üniversiteler için Çağdaş Türk Düşüncesi ders kitabı, biri de uzun ve şerhli-notlu günlüklerden oluşan bir kitap. Bakalım kaderleri nasıl cereyan edecek? Hep söyleyip duruyoruz, kitapların da bir kaderi var, bizler gibi, her şey gibi...

 

“İnsan olmak biraz da hatırlamak, hatıralara sahip olmak, onları hatırlanır kılmaktır” diyorsunuz Hocam, sizin hatırlarınızı okuma şansımız olacak mı ve bu serinin devamı gelir mi?

 

Hem Kutuz Hoca’nın Hatıraları hem de bu iki portre kitabı aynı zamanda benim hatıralarım da sayılmazlar mı? Kendi hatıralarımı yazmaya düzenli olarak başlamadım, bilmiyorum vaktimiz olacak mı ama fırsat buldukça portre, günlük notları yazmaya devam ediyorum. Yazdığım ve bir şeklini yayınladığım halde berhayat oldukları için kitaplaştırmadığım, hacim itibariyle bir kitap olacak kadar portre yazılarım da var. Kitaplara almadığım küçük portreler de var, daha ziyade vefatlar sebebiyle yazdığım şahsi notlar, onlar belki ileride Vefeyatname adı ile bir kitaba dönüşecek. Kısmet diyelim...

 

KAYNAK: Bir Kitap Bir Yazar - İsmail Kara: İnsan Olmak Hatırlamak, Hatıralara Sahip Olmak, Onları Hatırlanır Kılmaktır (Derin Tarih, Şubat 2021).

 

 

Prof. Dr. İsmail Kara: “Yapmak istediğim; esas itibariyle vasıflı, imkânlı, katılıma ve değerlendirmeye açık bir dönem şâhitliğidir.”

Prof. Dr. İsmail Kara: “Yapmak istediğim; esas itibariyle vasıflı, imkânlı, katılıma ve değerlendirmeye açık bir dönem şâhitliğidir.”

 

Anne ve babası başta olmak üzere, on iki kişiye ait portrenin yer aldığı “Dağ Ne Kadar Yüce Olsa” kitabını bahane ederek Prof. Dr. İsmail Kara Hocamız’ın kapısını çaldık ve uzun uzun sohbet ettik. Mukadder Gemici'nin söyleşisi.

 

Söyleşi: Mukadder Gemici

 

Prof. Dr. İsmail Kara: “Yapmak istediğim; esas itibariyle vasıflı, imkânlı, katılıma ve değerlendirmeye açık bir dönem şâhitliğidir.”

 

Şimdi pür dikkat okunması gereken bir sohbet ile karşı karşıyasınız. Sohbet çünkü; ne dil ne kalem ne de şu klavyenin mekanik tuşları; meşrebe göre seçilecek söyleşi, mülakat, röportaj kelimelerini yazmaya, basmaya yanaşıyor. Pür dikkat okunması talebi ise soruların değil “ilim”den ve “ilim”le mürekkep bir zihnin cevaplarının gereği.

 

Sözü uzatmayalım.

 

“Dağ Ne Kadar Yüce Olsa” kitabını bahane ederek Prof.Dr.İsmail Kara Hocamız'ın kapısını çaldık. Kitapta yer alan takdimleriyle;

 

Nâtıkası Kuvvetli Bir Muallim, Gayretli Bir Hoca… (H.Süleyman Yılmaz)

 

Sohbet ile Ders Arasında (Selçuk Eraydın)

 

Neclâ Hoca İçin Vefa(t) (Neclâ Pekolcay)

 

Dünyayı Güzelleştirmek İhtirası (Turgut Cansever)

 

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa Yol Onun Üstünden Aşar (Babam)

 

Aramakla Bulunmaz (Ayşe Şasa)

 

“Bir Çocuk Ağlıyor İçinde” (Annem)

 

Bir Neslin Öncü Hocası Göçtükte… (Bekir Toplaoğlu)

 

Ağır Akan Tebessüm (Orhan Okay)

 

Dost Bir Göze Âşinalık Dedikleri… (Abdullah Kucur)

 

Bu Dünyadan Cahit Çollak da Geçti

 

Hâzâ Muallim (Nail Bayraktar) portrelerinden yola çıkarak, portre yazarlığının inceliklerini, kitabın hikayesini sorduk.

 

Kitapta göze ve ruha tat veren bir Türkçe var. Edebî dil o kadar dikkat çekici ki insan düşünmeden edemiyor, acaba roman yazmayı hiç düşündünüz mü? Anlatımınızın oylumlu, dikkatli, hiçbir şeyi atlamayan ve neticede pek çok hadiseyi birbirine bağlayan seyri, tam da romana mahsus çünkü. Gizli saklı bir yerlerde duruyor mu, denediniz mi hikâye, roman veya edebî başka bir tür?

 

Bir hikâyecinin bu intibaları güzel. Fakat ben edebiyatçı değilim, sadece deneme ve hatırat metni yazmayı önemseyerek seven, bunun da üslup dahil hakkını vermeye çalışan, bunun için bulursa zaman ayıran biriyim. Elbette yazacağım portreye göre bir kurgu -isterseniz hikâye diyelim-, bir akış ve bir üslup arayışım oluyor, giderek daha fazla oluyor. Hatta hatırat metinlerimde bile düşünce tarihi unsurlarının bir şekilde olmasını istiyorum zannederim ve muhtemelen bunlar benim düşündüğümden daha fazlasıyla bu türden metinlerimde yer buluyor. Ama bu metinlerle yapmak istediğim esas itibariyle vasıflı ve imkânlı, katılıma ve değerlendirmeye açık bir dönem şâhitliğidir.

 

Roman, hikâye yazmayı hiç düşünmedim. Karlı bir Şubat tatilinde İstanbul’dan Rize’ye, köye uzanan uzun ve meşakkatli bir yolculukta kâğıt kalem kullanmadan bir buçuk şiir yazdım, hâlâ bazı mısralarını hatırlarım. Beni lise yıllarımdan beri ilmi metinler daha fazla cezbetmiştir ve o yıllardan kalma bazı mahrem kararlarla o tarafa yöneldim. Fakat işimi daha vasıflı yapabilmek için farklı yazma biçimlerinin önemini erken kavradım denebilir.

 

Yalnız itiraf edeyim; Mehmet Âkif’in Mısır yıllarını yazmak için “romancı olsaydım” dediğim olmuştur. Ama daha ziyade “Bir büyük romancı çıksa da Âkif’in Mısır yıllarını yazsa” demişimdir. Büyük bir romanlık zenginlikler, gelgitler ve müphemlikler, ümit ve tereddütler, hicran, hasret ve ızdırap, düşünülen ama yazılamayan iki şiir kitabı, bitirilemeyen, belki bitirilmek istenmeyen bir Kur’an meâli var orada. Büyük bir romancı ancak altından kalkabilir.

 

İfade-i meram diyerek başladığınız bir girizgahınız var. Burada iki ifade dikkatimi çekti. Biri vazife saikiyle yazmak, diğeri kendini aramak. Kendini arama kısmı beni hayli düşündürdü. Bu metinler nasıl metinler ki başka insanları anlatırken aynı zamanda bir kendini arama yolculuğu oldular?

 

Hatıra ve portre yazıları okuyucuya bir şeyleri hatırlatır elbette. Ama hatıraları ilk hatırlayan, hatırlamak isteyen ve onları bir önem ve hissiyat sırasına koyan kişi, merkezde görünsün, görünmesin yazardır. Geriye gidip gelme hareketlerinde kendisini de aramakta ve yoklamaktadır. En azından hafızasının, dimağının ve kalbinin derinliklerinde gezinmektedir. Bir düşünce tarihçisi olarak ben; tiplerden, hadiselerden, tavırlardan, mekânlardan, müşahedelerden ayrı olarak metne düşünceleri, ihsasları da bir şekilde dahil ediyorum. Bir tarafıyla risk, diğer tarafıyla belki yenilik… Bu ise daha fazlasıyla kendini aramak, hatta belki tenkit etmek, değerlendirmektir. O da bir arayış, içe doğru bir yolculuk…

 

Vazife saiki herhalde daha kolay açıklanabilir. Sadece yazarın gördüğü, duyduğu, tanıdığı, tanıklık ettiği veya hissettiği bir şeyi kayıt altına alması yahut başkalarının da gördüğü ama farklı zaviyelerden aktarıp değerlendirdiği bir şeye kendi iktidarınca şahitlik etmesi, bir şeylere ışık salması bir tahkiyeden öte bir vazifedir de. Şahsi bir şeyi millete, insanlığa mal etmek gibi bir şey. Şimdi aklıma geldi, latifenin imkânlarını kullanarak “kamulaştırma” diyelim isterseniz.

 

Beni en çok etkileyen sayfalar -Allah her ikisine de gani gani rahmet eylesin- annenizi ve babanızı anlattığınız bölümler oldu. Hele anneniz! İki bölümde şöyle bir fark gördüm; cümleler annenizi anlatırken daha serbest, tıpkı çocukların annelerinin yanında biraz daha serbest olmaları gibi. Kalem babanın yanında biraz daha nizamî sanki. Babanızın aynı zamanda ilk hocanız olmasından mı kaynaklanıyor bu durum, siz ne dersiniz?

 

Şöyle: Sözü Dilde Hayali Gözde’de her okuyucu biraz da mesleği yahut meşrebi sebebiyle bir iki portreyi öne çıkarmıştı. Bana intikal edenler üzerinden bir sıralama yaparsam Hamidullah, Nurettin Topçu, Orhan Şaik Gökyay, Cinuçen Tanrıkorur orada en çok beğenilen portrelerdi diyebilirim. Dağ Ne Kadar Yüce Olsa’da ise anne yazısı açık ara önde gözüküyor. Bu da benim için şaşırtıcı değil. Portrelere verdiğim emeğin ve ehemmiyetin eşitsiz olduğunu zannetmiyorum ama her portrenin öncelikleri, arayışları ve oturduğu yer, his zemini farklı. Dili ve akışı da buna göre teşekkül ediyor, etmeli. Eşitsizliği anne yazısından yana bozan bir şey varsa kurgu ve üslubu da etkileyen hissiyat ve derinden akan duygulardır denebilir. Bir de tabii olarak insan, annesini daha fazla hatırlıyor çünkü her şeyine, her yerine silinmez bir şekilde sinmiş.

 

Babamla ilgili tespitiniz herhalde doğru, onu bir hoca mesafesiyle anlatıyorum. Belli bir yaştan sonra hemen her şeyi konuşup müzakere ettiğim bir hoca, bir meslektaş oldu o. Ama netice itibariyle hoca ve baba, annenin yakınlığına, mesafesizliğine gelemez, getirilemez. Ben hâlâ babamın hayatımda bir şekilde söz sahibi olduğunu düşünerek yaşıyorum dersem mübalağa olmaz. Hocalardan bahsederken, talebelerle muhatap olurken, ders ve yazma işlerinde yanı başımda ve dikkatle takip ediyor, ifadelerimi, hükümlerimi, tevazu ve vakar -isterseniz iddia ve kibir diyelim- taraflarımı kendince yokluyor gibidir. Önemli kararlarımda onu hatırlarım. Bu duyguyu en çok yaş haddini doldurmadan emekli olmaya karar verirken hissettim. Sağ olsaydı gönül rahatlığıyla müsaade eder miydi veya üslubunu iyi ayarlayarak ne derdi diye düşünmüşümdür. Onun için o yol ayırımında ağabeyime sormuş, sığınmıştım.

 

Merhum annenizi anlattığınız sayfalar bambaşka. Anne bağı, anne muhabbeti öyle kuvvetli ki sanki dosya defalarca açılmış, ancak biraz biraz yazılabilmiş, tamamlanması hiç kolay olmamış. Burada anlattığınız kişinin anneniz olmasından öte, anlatma maksadında vazife saiki dediğiniz itici gücü sahiden hissettim. Nasıl yazdınız?

 

Anne yazısı dışında beni zorlayan olmadı diyebilirim. Baba yazısı da bir miktar bekledi ama onun sebebi zorlu olmasıyla alakalı değildi sanırım. Anne yazısında beni zorlayan -muhtemelen herkesi zorlayabilecek olan- şey sadece hissiyat, kuvvetli şahsi bağım, bağlarım değil. Annem bir köy kadını, mektep medrese görmemiş, ömrü çalışmakla, çabalamakla geçmiş. Fakat irfan diyebileceğimiz zengin ve derin tarafları var, kullandığı dil bazı bakımlardan çok imkânlı gözüküyor, bünyesi kuvvetli, cesur ve işten yılmaz biri olmasına rağmen bazı şeyleri anlatırken dudakları titreyen ve gözü yaşlı bir kadın, sade ve sıradan gibi gözüken hayatının dikkat kesilmeye başladıktan sonra beni şaşırtan gelişmiş, yücelmiş yönleri, noktaları var… Bunları yazmak bir hocanın portresini yazmaya göre daha farklı kıvraklıklar ve tasarruflar ister diye düşündüm ve ona göre unsurlar, akış, dil ve üslup aradım. Hiçbir yazım, kitabım ve dosyam bütünüyle nihayete ermez, devamlı girdiler, ilaveler alır ama anne yazısı ve dosyası daha fazla açık sayılır. Onun gönlü, benim gönlüm açık. İnşallah tamamlarız.

 

Yazmak isteyip de yazamadığınız biri veya birileri var mı? Hangi sebeplerle yazamadınız?

 

Yazamadığım veya bitiremediğim çokça portre ve deneme yazısı, onlarla alakalı notlar var. Vakitsizlik, bir vesilenin çıkmayışı veya kıvam arayışı yazılmalarını, bitirilmelerini engelliyor, yavaşlatıyor. Ayıp olmazsa esas işim bu değil diyeceğim. Meselâ bu kitaba Aydın Menderes portresini de koymak istiyordum. Bir miktar yakından tanıdığım tek siyasetçi sayılır ama ben onun siyasi tarafını değil entelektüel yönünü, sohbet adamlığını öne çıkaracaktım. Ama olmadı. İstediğim kıvama gelmedi. Bakalım ne olacak, bekleyen bu dosyaların ne kadarını yazabileceğim, ben de merak ediyorum! Bu vesile ile söyleyeyim, siyaseti yakından takip etmeme rağmen aktif siyasetten talebelik yıllarımdan itibaren bile isteye uzak durdum. Kendi isteğimle hiçbir siyasetçi ile görüşmedim, yanlarına gitmedim. Üst bürokratik görevlere gelen tanıdıklarımı, arkadaşlarımı bile makamlarında ziyaret etmedim. Hiç şikâyetçi olmadığım böyle bir perhizkârlığım var. Aydın beyle de kıramayacağım bir ağabeyimin hatırına görüştüm ama bu tanışıklıktan entelektüel ilgileri itibariyle memnun kaldım.

 

Dipnotlar, fotoğraflar, günlük pasajlarınız ve açıklamalarla damar damar büyüyor metinler. Titizlik, titizlik, titizlik… Evet ilmî çalışmalarla geçen bir ömrün melekesi bu elbette ama bize biraz anlatın lütfen, bu disiplini nasıl edindiniz? Burada az çok sizin yolunuza benzer yolda yürüyen, ilim erbabıyla, hâl ehliyle yolu kesişenlere neler tavsiye edersiniz?

 

Tespitiniz doğru, bu da bir süreç. Melekenin doğuştan gelen bir tarafı var fakat geliştirilmesi, üst bir mertebeye çıkarılması ilgi ile, çalışmakla, takip fikri ile, hatta belki sevgi ile oluyor. Belki insanın melekesini iradi olarak tesahüp etmesidir bu. Bunun için de eğitim kademeleri, aile, içinde bulunulan çevreler çok önemli. Önemli ama bunlar hayli zayıf ve yetersiz memleketimizde. Sistem ve işleyiş bunları geliştirmek bir yana köreltiyor yahut kalıplaştırıyor, ortalama düşük olduğu için de insanlar kendilerini çabuk olmuş kabul ediyorlar.

 

Bahsettiğiniz ilgileri, fikr-i takibi bulunduğum kurumlardan ziyade dışarıdan, okuduklarımdan, kaderin hoş tesadüfleri olarak karşılaştığım bazı zevattan öğrendim dersem hilaf-ı hakikat olmaz. Bir şey daha var; bütünlük arayışı… Bu da pek öğretilmiyor ve hissettirilmiyor. Ben biraz da bu fark ettiğimi zannettiğim bütünlük peşine düştüm ve ona ulaşmak için de çokça parça ile, bölük pörçük şeyle uğraştım, boğuştum. Bahsettiğiniz o biraz da bıktırıcı küçük ve yan unsurlar dağıtmak için değil toplamak içindi bana göre. Topladım mı, bütünlüğe ulaştım mı o ayrı tabii. O da bir süreç. Bir alt seviyede bütünlük ve tamlık diye gördüğünüz şey güçbela oraya tırmandığınız zaman tamlık ve bütünlük olmaktan çıkıyor. Ama önemli olan arayıştır ve bıkmamaktır; şartlara teslim olmamak, akıntıya kapılmamak, konformizme kaymamaktır. Bu biraz da muhalif olmayı getiriyor. Çünkü aktüel akış her zaman, -hadi çoğu zaman diyelim-, olması gerekenin altında seyreder. Onu görmek ama onu ölçü almamak gerekir.

 

 

 

Tavsiyelerinize gelirsek…

 

Bunlar da tavsiye!.. Okuyuculara beni takip etsinler diyecek hâlim yok, herkesin hikâyesi biriciktir ve kendine mahsustur, Cenab-ı Hak öyle yaratmış. Her insan kendi hikâyesine sahip çıkmalı ve onu biricikleştirmeye çalışmalı. Biricikleşip mükemmelleşen şey, zannedildiğinin aksine herkese açılma imkânları ve gözenekleri artan şeydir. Ama yine de bir iki şey söyleyebilirim; birincisi ideolojik kabullerden, çok sağlammış gibi duran cümlelerden, hükümlerden şüphelensinler ve kendileri o cümleleri bir daha yoklasınlar. Hüküm vermek başkadır, ahkâm kesmek başka. Ayrıca kalabalığa uymak, el ile gelen düğün bayram demek, başkasının kaldırdığı bayrağı takip etmek gayri ahlâkidir, insana yakışmaz. İkincisi bilgi, hakikat, irfan, görme, anlama dediğimiz şeyler perde perde, kademe kademedir. Kim ki size tam olarak hakikati bildirdiğini söylüyordur oradan, kim olursa olsun o kişiden uzak durun, en azından temkinli yaklaşın, çünkü o sizi köreltiyor, durduruyor olabilir. Üçüncüsü; hiçbir zaman oldum, seyr-ü sülûku tamamladım, ustalaştım, profesör oldum demesinler. Bunu diyen hangi mertebede olursa olsun gerilemeye ve çökmeye, ahlâken zayıflamaya başlar. Bir musibete bile dönüşebilir.

 

Portre yazarının muhakkak ki bir hududu vardır, durması ve ilerlememesi gereken mahrem bir alan. Siz de zaten “emanetlere riayetle” yazmaya çalıştım diyorsunuz. Kamunun bilmesi/bilmemesi hususunda, belli belirsiz ince bir çizgi mi var yoksa kalın, net bir çizgi mi? Tereddütleriniz oldu mu? Önce yazıp sonra çıkardığınız paragraflar var mıydı mesela?

 

Çizgiler var tabii. Bizim kültürümüzde İslâmiyetten, ahlâk anlayışımızdan kaynaklanan biraz daha fazlası var. Fakat bunların yazara göre değiştiğini veya farklı yollar bulunarak bazı mahrem bölgelerin de bir şekilde aşıldığını, açıldığını söyleyebiliriz. Ben de o kanaâtteyim, üslubu bulunmak şartıyla her şey -hadi çoğu şey diyelim- yazılabilir, hatta yazılmalıdır. Yazmak riayete aykırı değil, nasıl yazdığınız önemli. Şöyle düşünüyorum; bir şahıs, diyelim ki bir hoca, bir siyasetçi, bir meslektaş ve arkadaş, bir aile ferdiniz, bir kurum etrafında anlattığımız şeyler, hadiseler, alışkanlıklar, tarzlar, ifadeler, davranışlar, yapıp etmeler aynı zamanda bize ait, bizim insanımıza, bizim memleketimize ait iyilik veya kötülükler, kuvvet veya zaaflardır. Ayrıca biraz latife biraz ciddi olarak söyleyelim; hatıra ve portre türü metinler esas itibariyle sübjektif metinler oldukları için biraz dedikodu, biraz hissiyat ve şahsiyat da kaldırır.

 

Benim portre metinlerimde üslubu yumuşak ama muhtevası sert tenkitler de var. Dikkatli okuyucularımdan bu yolda sorular, hatta bazen tenkitler de alıyorum. O kadar sevdiğiniz, hürmet ettiğiniz bir insanı niçin ve nasıl tenkit ediyorsunuz, diyorlar. Onlara diyorum ki hatırat metninin de kendine göre bir gerçeklik ve güvenilirlik yahut mesuliyet ve doğruluk arayışı olmayacak mı? Benim var.

 

Sizin en sevdiğiniz portre yazarı/yazarları kimdir, kimlerin eserlerini seversiniz?

 

Bir iki taneden fazladır. Yahya Kemal’in Siyasi ve Edebi Portreler, Samet Ağaoğlu’nun Babamın Arkadaşları ve Aşina Yüzler, Cihat Baban’ın Politika Galerisi, Hüseyin Cahit’in Tanıdıklarım, Yusuf Ziya Ortaç’ın Portreler, Nurettin Topçu’nun Millet Mistikleri, yenilerden Orhan Okay’ın Silik Fotoğraflar, Cemal Süreya’nın 99 Yüz, Beşir Ayvazoğlu’nun Defterimde Kırk Suret ile Siretler ve Suretler hemen aklıma gelenler. Bir de kitap hacminde portreler var; Tanpınar’ın Yahya Kemal’i meselâ.

 

İbnülemin’i unutmayalım elbette. Eşi menendi olmayan ve ifade kıvraklıkları ve medih yahut zem babında devreye soktuğu geniş söz dağarcığı başta olmak üzere biyografi-portre karışımı zengin metinler yazan bir üstaddır o.

 

Hayatınız boyunca elbette pek çok kişi ile bir araya geldiniz, sohbette bulundunuz, derece derece bir kurbiyet kurdunuz. Aslında yüzlerce belki de binlerce insan demek bu. Ama siz bu kitapta on iki kişiyi anlattınız, Sözü Dilde Hayali Gözde’de biraz daha fazlası... Bir kişiyi anlatma fikri sizde nasıl, ne zaman doğuyor?

 

Kısmet olur mu bilmiyorum ama yazmak istediğim bir iki kitaplık daha portre var. Ayrıca yazılmış ve bazısı yayınlanmış bir kitap hacminde portre yazısı hazırda duruyor ve yeni ilavelerle, iyileştirmelerle tamamlanıyor. Onlar kitaplaşma zamanını bekleyecek. Bir de birkaç sayfalık portre yazılarım var, daha ziyade o kişinin vefatının akabinde yazılmış, bir kısmı yayınlanmış kısa metinler. Onlar belki ileride Vefeyatname adıyla kitaplaşacak. Yine de haklısınız, tanıdıklarımıza göre elbette çok az.

 

Sorunuzun ikinci kısmına gelirsek portre yazmaya beni sevkeden bir iki âmil var. Biri hususiyet sahibi olmak vasfı. Hususiyet sahibi insan çok azaldı artık memleketimizde maalesef. Hususiyet kelimesi de sözlüklerde bile daha az rastlanıyor herhalde. Çekildi, çekiliyor hayatımızdan. İkincisi müşterek ve kıymetli hatıralarımızın olması. Ortak ilgiler, yaşanmışlıklar, zevkli yahut zor anlar, anılar, birlikte mücadeleler... Erken vefat eden genç bir kız talebem için de bir tür portre denebilecek uzunca bir metin yazdım, başlığı “Bir Azize’nin evrak-ı metrükesi”. Zafer Değil Sefer’in son metnidir o ve geri dönüşlere bakılırsa Dergâh’taki neşri de kitaptaki hâli de çok okunmuş ve beğenilmiştir.

 

Bir gün Dergâh’ta Mustafa Kutlu Hocamız’ın sohbetindeyken eskilerden, teferruat olarak kabul edilecek bir hususu hatırlayamadı. Kitapta geçen ifadeyle “odadaşınız” Mustafa Bey, sizin masayı işaret ederek muzipçe, “Ama o bilir dedi, o her şeyi saklar, unutmaz.” Kitapta yer alan notları okuyunca Mustafa Bey’e hak vermemek mümkün değil. Her şeyi saklar mısınız, her şeyi not alır mısınız? Ve zamanı geldiğinde bu notları, günlükleri okurla paylaşacak mısınız? Ben şahsen Sainte Pulcherie’de 15 yıl süren hocalık serüveninizi çok merak ediyorum.

 

Keşke her şeyi saklayabilsem, her şeyi yazabilsem! Şikâyetçi değilim ama hayatımda imkânlarım da vaktim de bana bu fırsatları tam vermedi. Ömrüm birkaç işi bir arada yapmakla geçti diyebilirim. Onun için ancak bazı şeyleri saklayabildim, bazı şeyleri not edebildim. Kırk yaşımdan sonra hem vaktim hem de imkânlarım daha fazla olacak diye düşünüyordum, o da özellikle vakit kısmı bir hayal-i muhâl imiş!

 

Yine de odadaşım Mustafa Kutlu ağabeyimin haklı olduğu bir şey var, erken denebilecek yaşlardan itibaren saklanacak ve kayıt altına alınacak şeylere riayet etmeye çalıştım, kaderin bir cilvesi olarak önüme gelen şeyleri, karşılaştığım kişileri önemsedim. Muhafaza altına aldıklarım arasında Kutlu’nun çöpe atmaya niyetlendiği bazı şeyler de bulunmaktadır. Bazen elinden alıp kurtardıklarımdan tesadüf ettiklerimi kendisine gösteriyorum veya telefonda söylüyorum, bazılarını da taratıp gönderiyorum, şaşırıyor. Hususi olarak benimle görüşmeye gelen talebeler için bile küçük not fişleri tutmuşluğum vardır.

 

Bunların tamamını adam edip yayınlamaya benim vaktim ve imkânım olmaz zannederim ama son yıllarda birinin eline geçerse bakılabilecek ve bazıları yayınlanabilecek halde olsun diye tasnif etmeye çalıştıklarım var. Henüz çok çok azı. Geniş mânada “Türkiye’de Dini Hayat”la alakalı epeyce belge, kupür, görsel, not, efemera ihtiva eden mesleki arşivimi rahatlıkla kullanabilecek ve hiç değilse talebelerime ve yakın arkadaşlarıma açabilecek bir mekân genişliğine hiç sahip olamadığıma ise hâlâ üzgünüm. Doğrusu bu tür evrakı gönül rahatlığıyla verecek kurumlar zaten azdı, çoğalacağına daha da azalıyor. Memleketimizde arşiv ve kütüphane işleri, üniversitelerde ve ilgili bakanlıklarda bile geriliyor, kötüye gidiyor. Bakın Şehir Üniversitesi’nin çok kıymetli bir arşivi vardı, Taha Toros’un çok değerli ve ikamesi mümkün olmayan arşivi başta olmak üzere. O üniversite sudan sebeplerle ve kaba saba bir şekilde kapatıldı, siyasete kurban edildi. Arşivi, kütüphanesi ne olacak belli değil maalesef.

 

Sainte Pulcherie’deki yıllarınız…

 

Bak onu atlıyorduk az kalsın. Uzunca yazmak istediğim fasıllardan biri bu, hem öğrettim hem öğrendim o okulda, o sayede farklı bir çevreyi tanıdım. Üç yıl Din Dersi verdiğim talebelerimle hususi bir yakınlığımız oluştuğu için onlar sayesinde Türkiye’de dini alanın bazı mühim meselelerini farkettim, memleketimin bazı insanlarını ve oluşumlarını müşahede etme imkânlarına kavuştum. Talebelerimi aynı zamanda hocalarım olarak düşündüğüm anlar olmuştur. Uzunca yazmak istediklerimden biri de Yeni Şafak Gazetesi tecrübesi. İlk gününden itibaren iki buçuk yıl orada haftada iki gün köşe yazısı yazdım, 1995-1997 yıllarında, hemen aynı dönemde Kanal7’nin kuruluş ve gelişmesini izledim, “İsmet Özel’le Başbaşa” başta olmak üzere bazı programlar yaptım, belgesel çalışmalarına katıldım. Türkiye’de muhafazakâr ve İslâmcı kesimin basın-yayın dünyasındaki pek de iç açıcı olmayan durumuyla alakalı çok yakından müşahede ve tespitlerim oldu. Onlar var. Elbette Dergâh Yayınları ve yayın dünyası hatıraları da var, hayli uzunca bir bahis olarak…

 

Kitabın girişinde Yunus’tan “Göçtü kervan, kaldık dağlar başında”, sonunda ise Emrah’tan “Ne feryâd edersin divane bülbül” şiirleri yer alıyor. Kitaba adını veren de yine Yunus’tan bir dize. Bu mısralar hangi çağrışımlarla yer aldılar kitapta?

 

Arada bir de Yahya Kemal’in şiiri var, Orhan Okay Hoca portresinin sonunda, onun yazısıyla irtibatlı olarak. Şöyle: Biraz da yayıncılıktan kalma ihtiyaç ve alışkanlıklarla okuduğum metinlerden, şiirlerden, dinlediğim türkü, ilâhi ve şarkılardan başka şeyler yanında kitap adları, yazı başlıkları da çıkarırım. Bazılarını bir kenara kaydederim. Sonra bunların bir kısmını kendi kitap ve yazılarımda veya başkalarının kitapları için kullanırım, teklif ederim. Adını koyduğum başkalarına ait çokça kitap vardır. Bu iki şiir ise nerede ise her mısraı hatırat, portre, vefeyat yazıları için başlık verebilecek düzeyde imkânlı ve derin metinler. Onun için birini başta diğerini sonda bütünüyle vermek istedim; medhâl ve hatime gibi…

 

Araştırma-inceleme-fikir başlığı altında başucu kabul edilen kitaplarınız mevcut. Bunlar muhakkak ki meşakkatle, emek ve gayretle vücut bulmuş kitaplar. Dağ Ne Kadar Yüce Olsa ise tanıdığınız, aşina olduğunuz kişileri anlattığınız bir eser. Portre yazmak kolay gelir mi size? Biz okur olarak su gibi akıp giden bir metin okuyoruz ama aslında portre yazmak hassasiyet gerektirdiği için daha zor mudur?

 

Daha zor metinlerle uğraştığım için portre yazmak zor diyemeyeceğim. Ama kendi içinde zorlukları ve hassasiyetleri var. Bir de portre var portre var. Meselâ Cemal Süreya’nın o başarılı portreleri birkaç paragraf, bir buçuk, iki sayfa. Ustalığı ve kalemi olan biri o kadarını bir oturuşta yazar ve bitirir. Cemal Süreya’nın da öyle yazdığını düşünüyorum. Ama meselâ Tanpınar’ın çok vasıflı bir İbnülemin portresi var, uzun da bir yazı. Bunun Tanpınar gibi bir kalemi bile zorladığını, yazmaya başladıktan sonra birkaç gününü, nihai haliyle belki daha fazla zamanını, demlenme zamanlarıyla birkaç haftasını aldığını düşünebiliriz.

 

Ben de daha ziyade uzun portreler yazıyorum umumiyetle. Uzun portre yazısında hem belli bir seviyeyi ve kıvamı hem de bütünlüğü korumak, sağlamak ilâve çaba ve vakit istiyor.

 

Çalışma sahanız çağdaş Türk düşüncesi ve çağdaş İslâm düşüncesi. Saymakla bitmeyen büyük bir külliyatınız var. Hepsi ayrı ayrı kıymetli. Biyografi eserleriniz de var. Genç okurlar sizi okumaya nereden başlamalı? Yayın tarihine göre bir okuma mı yapsınlar, kendi ilgi alanlarına göre mi başlasınlar? Ne tavsiye edersiniz?

 

Gerçek bir okuyucu olmaya niyetlenmiş olan, yolunu bulur diye düşünüyorum. Ben bile bulduğuma göre! Çünkü her bir kitap, her bir metin hevesli ve dikkatli bir okuyucu için birçok yola ve kitaba davetiye çıkarır, hatta icbar eder diyeceğim. Talebeliğimden beri neyi okuyacağıma kendim karar verdiğim için hocalıklarım sırasında kitap tavsiye etmemi isteyen talebelere de bunu söyleyerek tavsiyelerde bulundum. Hocalarım dahil başkalarının tavsiyelerine kulak kabarttım ama hemen kabul etmedim. Bu vesile ile bugüne kadar söylemediğim bir itirafta da bulunabilirim; ortalamayı gözettiklerini var sayarak tavsiye edilen kitapları değil de onların bir iki kademe yukarısındaki kitapları aradım, yokladım. Ayrıca “zafer biraz da hasar ister” demişler… Okuma da derinleşen, genişleyen, yükselen bir süreçtir ve ara sıra öteye beriye çarpar, düşer, kalkar. Varsın çarpsın, düşüp kalksın…

 

Esas düşüncelerim bunlar olmakla beraber rehberlik sorunuzu cevapsız bırakmayalım, çünkü serde hocalık var. Henüz akademik metin okuma alışkanlığı tam kazanamamış olanlar, deneme kitaplarıyla başlayabilirler. Meselâ Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye’yi okuduktan sonra Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslâm’ın ciltlerine daha rahat dahil olabilirler. Veya Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe’yi okuduktan sonra Din ile Modernleşme Arasında yahut Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak’a geçmek daha kolay olacaktır sanırım. Edebiyata yakın denemelerini sevenler de Aramakla Bulunmaz yahut Zafer Değil Sefer’le besmele çekebilirler. İslâmcılık, çağdaş İslâm düşüncesi okumak istiyorlarsa Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ile yola koyulabilirler. İslâmcıların Siyasi Görüşleri ciltleri adı cazip olmakla beraber biraz ön hazırlık isteyen kitaplardır meselâ… 

 

Ama son söz ve karar onların. “Niçin ben orta kademeden başlayacakmışım?” derlerse bu, tam bana göre olur. “Âferîn erbâb-ı aşkın kuvve-i bâzûsuna” demişler, biz de onlar için deriz. 

 

 

KAYNAK: Prof. Dr. İsmail Kara: “Yapmak istediğim; esas itibariyle vasıflı, imkânlı, katılıma ve değerlendirmeye açık bir dönem şâhitliğidir.” (dunyabizim.com, 03 Şubat 2021).

 

Yazar: Söyleşi: Mukadder Gemici

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör