Akademisyen,
ilâhiyat profesörü, tefsirci, yazar, çevirmen. 12 Nisan 1951 tarihinde
Mardin’in merkeze bağlı Kumlu köyünde doğdu. Aynı köyde başladığı ilkokul
eğitimini Şanlıurfa iline bağlı Ceylanpınar ilçesinde bitirdi. Diyarbakır İmam
Hatip Lisesi ve Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsü 1973 yılı mezunudur.
Öğrenci iken 1970 yılında vaizliğe
başladı. 1975 yılına kadar vaizliği devam ettirdi. 1976 yılında Gemlik
İmam-Hatip Lisesi meslek dersleri öğretmeni olarak atandı. Kısa bir süreliğine
bu görevini devam ettirdi. 1977 yılında Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’ne Arap
Dili ve Edebiyatı araştırma görevlisi olarak girdi.
1980 yılında Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesinde Tefsir doktorasına
başladı. 1984 yılında Ankara ‘el-Câhiz ve Eserlerindeki Kur’an ve Tefsirine
Ait Görüşleri’ başlıklı tezi ile tefsir doktoru, 1987 yılında aynı bilim
dalında doçent, 1994 yılında da Profesör oldu. 2018 yılı Nisan ayında emekli
oldu.
Halen Necmettin Erbakan
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde ders vermeye devam etmekte ve bilimsel
çalışmalarını sürdürmektedir. Telif ve biyografik eserleri, beş ciltlik bir tefsir çalışması, çevirileri vardır.
Ayrıca birçok sempozyum bildirisi ve makale çalışması bulunmaktadır. İnceleme
ve araştırma yazıları Düşünce (1976-77) ve SÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi
(1986) vb. çeşitli dergilerde yayımlandı.
ESERLERİ (Kitaplar):
Biyografi: İmam
Malik (1985), İbn Teymiyye (1986).
Araştırma: Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele (1987),
Yaratılış Olayı (1998), Fatiha Suresi ve Türkçe Namaz (1998), Kur’an
Kıssalarına Giriş (), Günümüz
Tefsir Problemleri (), Kur’ân’ın Ana Konuları ().
Tefsir: Hayat Kaynağı Kur’ân-ı Kerim
Tefsiri (5 cilt, 2012).
Çeviri: İslâm
Düşünce Hayatı (E. H. Nedvî’den, 1977), Kur’an Mucizesi
(M. Mütevelli Şaravi’den, ), Kur’ân İlimleri (Subhi es-Salih’ten, 1984), Batı Toplumunda Sınıflaşma
ve Çağdaş İslâm Toplumuna Etkileri (Muhammed el-Behiy’den, 1986), İslam
Medeniyetinden Altın Tablolar (Mustafa Sibai’den, ), İslam (Said Havva’dan, ), İbn Teymiyye
Külliyatı (çev., ortak çalışma, 1988),
Arapça-Türkçe Deyimler-Kalıp İfadeler-Atasözleri Sözlüğü (Tacettin Uzun
ile, 1991), İslam’a Davet Metodu (M.
Said Ramazan el Buti’den, 1995),
Yabancı dil başvuru kaynakları
çalışmaları: Arapça Türkçe Deyimler Kalıp İfadeler ve Atasözleri Sözlüğü.
Hakemli Makaleler:
Kur’ân’da Nesh Meselesi (1986 tarihli Selçuk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi’nin ikinci sayısı),
Kerâmet (1990 tarihli Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi’nin
üçüncü sayısı),
Şeytan Ȃyetleri’ne Dayanak Teşkil Eden Garanik Rivayetinin Tarihi Değeri
(Bilgi ve Hikmet, sy. 2, İstanbul 1993, s. 147-162.).
Bildiriler:
Yaygın Halk Kültürünün Tefsir Üzerindeki Etkileri (Tarihten Günümüze
Kur’an İlimleri ve Tefsir Usûlü, 2009),
İlmi Tefsir Üzerine (Günümüz Din Bilimleri Araştırmaları ve Problemleri
Sempozyumu, (Samsun, 27-30 Haziran 1989),
İlahiyat Fakültelerinde Tefsir Dersi: Problemler ve Öneriler (Tefsir
eğitim ve öğretiminin problemleri [Sempozyum tebliğ ve müzakereleri, 11-12
Haziran 2005 Yüzüncü Yıl Üniversitesi Nihat Baysu Konferans Salonu, Van, 2007),
Medreselerin Mevcut Durumu ve Beklentiler (Medrese Geleneği ve
Modernleşme Sürecinde Medreseler Uluslararası Sempozyum, 5-7 Ekim 2012),
Kur’an ve Meal Merkezli Din Anlayışı (Gelenek ve Modernite Arasında İslam
Yorumları, 2017),
Kırâatların Kaynağı Problemi (Kur’an ve Tefsir Araştırmaları: Kıraat İlmi
ve Problemleri-IV, İlmi toplantı, İstanbul, 2001),
Kur’an’da Nesh Problemi (I. Kur’an Haftası Kur’an Sempozyumu, 03-05 Şubat
1995).
KAYNAKÇA: İhsan
Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2. bas., 2009), Fatma Pehlivan / Prof. Dr. Mehmet Sait Şimşek,
Hayat Kaynağı Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Beyân Yayınları, İstanbul 2012, c. 1‐5 (Kitap Tanıtım ve Değerlendirmeleri, Hitit
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/2, c. 11, sayı: 22), Yrd. Doç. Dr. Gökhan Atmaca / M. Sait Şimşek’in Tefsirinde
Kur’ân’ın Çağdaş Yorumları (International
Journal of Social Science, Volume 5 Issue 7, p. 103-116, December 2012).
“ŞEYTAN AYETLERİ”NE
DAYANAK TEŞKİL EDEN GARANİK
RİVAYETİ’NİN TARİHİ DEĞERİ
Prof. Dr. Sait
ŞİMŞEK
Din
açısından iki temel unsur hayatî önemi haizdir. Bu unsurların ilki,
Peygamberin kendisidir. Çünkü her dinin, onu tebliğ eden bir peygamberi vardır.
Peygamberin peygamberlik yönüyle ilgili herhangi bir şüphe dinin özünü
ilgilendirir.
İkinci
unsur ise Peygamberin insanlara tebliğ edilmek üzere Allah’tan kendisine
gönderildiğini söylediği kitaptır. Bu kitapta gerçeklere uymayan bir noktanın
bulunması dini temelinden sarsar.
Allah’tan
gelen mesajların çok emin bir kanaldan gelmiş olması, peygamberin onları net
olarak algılayıp aynı nitelikte insanlara aktarmış olması da dile getirdiğimiz
iki unsurun kaçınılmaz gerçekleridir.
Bu
nedenle bir dini hedef alıp ona muhalefet edenler, saldırılarını bu iki unsur
üzerinde yoğunlaştırırlar.
İslâm’a
karşı olanlar da İslâm’ın bu iki unsurunu hedef almış ve saldırılarını bazen
kendi uydurdukları şeylere, bazen de Müslümanların oluşturdukları kültür
içerisinden malzeme bularak onlara dayanmışlardır. Ne yazık ki Müslümanların
oluşturdukları kültür bu neviden birçok malzemeyi bünyesinde barındırmaktadır.
Belki de öyle olması, dünya hayatının bir imtihan yeri olmasının gereğidir.
Bu
tür malzemenin büyük çoğunluğunu zayıf ya da uydurma rivayetler teşkil
etmektedir. İlk dönemde bazı Müslüman âlimler, nakledilen rivayetin değerine
bakmaksızın rivayetin senedini vermekle rivayet karşısındaki sorumluluklarının
tamamen kalktığı kanaatini taşımışlardır. Bu tür rivayetlerin İslâm düşünce tarihinde
yaygınlık kazanmasının sebeplerinden biri de bu yöndeki kanaattir.
Kur’ân
tefsirine dair rivayetler, Peygamberin (s.a.v.) tefsirinin yanı sıra ilk dönem
Müslümanlarının tefsirlerini içermektedir. Peygamberin (s.a.v.) bir ayeti nasıl
anladığının bilinmesinin önemi araştırma kabul etmez bir husustur.
Peygamberin
(s.a.v.) döneminde ya da o döneme yakın dönemlerde yaşamış kimselerin
tefsirleri de elbette bizler için çok önemlidir. Dini algılamada bütünlük ve
süreklilik ile Kur’ân’ı anlama sürecinin geçirdiği merhaleleri tespit
bakımından bu tefsirleri bilmemiz gerekir. Ancak bu hedefin gerçekleşmesi,
sahih rivayetlere ihtiyaç gösterir. Ne yazık ki rivayetlere dayalı
tefsirlerimizin büyük çoğunluğu, sahih rivayetlerin yanında zayıf ve uydurma
rivayetlerden oluşmaktadır. Böylece tefsire dair rivayetler kabardıkça
kabarmıştır. Rivayetlerin çokluğu ise itiraf etmek gerekir ki Kur’ân ayetleri
üzerinde düşünmeyi olumsuz yönde etkilemiş ve düşünce ufkunu daraltmıştır.
On
dokuzuncu asırda Batılılar sömürü hareketleriyle birlikte oryantalist
çalışmalarını da yoğunlaştırdılar. Yaptıkları araştırmalar, doğu milletleriyle
karşılaşmaları sonucu salt bu milletlerin kültür ve dinlerini yakından
tanımayı amaçlamıyordu. Bilakis asıl hedef, sömürüye zemin hazırlamak ve onu
kolaylaştırmaktı. Bu nedenle çalışmalarında İslâm’a saldırmak için bahane
aradılar. Zayıf ya da uydurma rivayetler bu bahanenin en uygun araçlarıydı.
Bu
tür rivayetler arasında en can alıcı olanları, kuşku yok ki Garanik kıssasıyla
ilgili rivayetlerdir. Bu rivayetler hem Peygamberin şahsiyetine hem tebliğ
ettiği Kur’ân’a ve hem de Peygamberin vahyi algılamasına gölge düşürüyordu.
Oryantalistler bu rivayetlerde anlatılan olaya uygun bir de isim bulmuşlardı:
“Şeytan Ayetleri”. İtiraf etmek gerekir ki bu rivayetlerde anlatılanlar, böyle
bir isimlendirmeye uygun olur. Belki müsteşrikler, olayı rivayetlerde anlatılanların
ötesine götürüyorlardı[1]
ama bu rivayetleri reddeden Müslüman âlimlerin yanında onlara eserlerinde yer
veren hatta doğruluklarını savunan âlimler de az değildir.
Bu
sebeple çalışmamızda müsteşriklerin söylediklerini hedef edinmedik. Olayı kendi
kaynaklarımız çerçevesinde ele aldık. Eleştirilerimizde kendi kriterlerimizi
esas kabul ettik. Bu rivayetlerde anlatılanların gerçek olup olmadığını bu
esaslar çerçevesinde tespit etmeye çalıştık. Haddi zatında konuyla ilgili
müsteşriklerin çalışmaları, hocamız Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu’nun kaleme
aldığı bir makalesi[2]
ile Selman Rüşdi’nin bu olayın tekrar gündeme gelmesine neden olan kitabına cevap
vermeyi hedef alan Prof. Dr. Hüseyin Hatemi’nin “Şeytan Rivayetleri” isimli
eserinde[3]
ele alınmış ve yeterince işlenmiştir.
Anahatlarıyla
Garanik Kıssası
Konuyla
ilgili rivayetler arasındaki çelişkileri ve ayrıntıları ileride ele alacağız.
Burada rivayetler arasındaki ortak noktalardan hareketle olayı ana hatlarıyla
görelim:
Gelen
vahiylerin tamamında müşriklerin puta tapmaları kınanıyor ve taptıkları
putların hiçbir güce sahip olmadıkları anlatılıyordu. Bu durum, Müslümanlarla
müşriklerin arasını açmış ve müşriklerin Müslümanlara eziyet etmelerine neden
olmuştu.
Bir
gün Peygamber (s.a.v.), müşriklerle birlikte oturmuş sohbet ediyorlardı. O
sırada kendisine vahiy gelmesini istemiyordu. Çünkü gelecek vahiy, müşrikleri
ve putlarını kınayacak, Müslümanlarla aralarındaki gerginliği daha da
arttıracaktı. Ya da vahiy gelecek olursa, müşriklerin putlarını övsün ki
müşriklerle aradaki buzlar çözülsün. Peygamber (s.a.v.) bu tür düşüncelere
daldığı bir sırada vahiy geldi ve Necm sûresini getirdi. Peygamber, kendine
gelen vahyi okumaya/tebliğ etmeye koyuldu.
افرأيتم اللات والعزى
ومنات الثالثة الاخرى
ayetine[4]
geldiğinde şeytanın telkinleriyle ağzından şu sözler çıkıverdi[5]:
تلك الغرانيق العلى
و إن شفاعتهن لترجى
Peygamber,
sûreyi okumaya devam etti ve bitirdiğinde secde etti. Orada bulunan
Müslümanlarla birlikte müşrikler de secde ettiler. Müşrikler, Peygamberin
putlarını övmesine sevinmişlerdi. “Artık bizimle Muhammed arasında bir
ihtilaf kalmamıştır. Zaten biz de aynı şeyi; Allah’ın yaratıcı ve rızık veren
olduğunu, fakat putlarımızın Allah katında bize şefaatçi olacaklarını
söylüyoruz.” dediler.
Akşam
olduğunda Cebrail geldi ve Peygambere, o gün kendisine getirdiği vahyi
okumasını söyledi. Peygamber Necm sûresini okudu ve şeytanın telkiniyle
söylediği sözleri de okudu. Bunun üzerine Cebrail: “Ne yaptın, ben sana bu
sözleri getirmedim.” dedi. Peygamber (s.a.v.) son derece üzülmüş perişan
olmuştu. Allah’ın kendisine vahyetmediği sözleri, Allah’tan gelmiş gibi tebliğ
etmişti.
Kimi
rivayetlere göre Resûlullah’ı teselli etmek için şu ayetler indi: “Az daha
onlar, seni sana vahyettiğimizden ayırarak ondan başkasını Bize iftira etmen
için fitneye düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost edinirlerdi. Eğer Biz sana
sebat vermeseydik, onlara bir parça meylederdin. O takdirde sana hayatın da
ölümün de kat kat (azab)ını tattırırdık. Sonra Bize karşı bir yardımcı da
bulamazdın.[6]
Kimi
rivayetlere göre ise Resulûllah’ın üzüntüsü devam etmiş ve onu teselli etmek
üzere şu ayet inmiştir: “Biz senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki
o, bir temennide bulunduğunda şeytan onun temennisine (bir şey) katmasın. Ne
var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah kendi ayetlerini
sağlamlaştırır. Allah, hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir.”[7]
Garanik
olayının yankılarına dair rivayetlerde anlatılan ise müşriklerin bu duruma çok
sevindikleri ve daha önce Habeşistan’a hicret etmiş Müslümanların, müşriklerin
İslâm’ı kabul ettikleri haberini alarak bir kısmının Mekke’ye döndüğü ve fakat
Mekke’ye geldikten sonra kendilerine ulaşan haberin yanlış olduğunu
görmeleridir.[8]
Rivayetler
Karşısında Takınılan Tavır
Konuyla
ilgili rivayetlerde birçok çelişkinin bulunduğuna dikkat çekmiştik. Bu
çelişkiler içerisinde en önemlisi, kimi rivayetlerde putları öven sözleri
söyleyenin Peygamberin kendisi olduğunun, kimilerinde ise bu sözleri söyleyenin
şeytan olduğunun belirtilmesidir. Kimi rivayetlere göre ise bu sözleri
Peygamber söylemiştir ama o, “Siz müşrikler diyorsunuz ki...” diye söze
başlamış ve ardından bu sözleri söylemiştir. Rivayetleri kabul eden âlimler de,
rivayetler arasındaki bu farklı anlatımlar doğrultusunda farklı görüşler ileri
sürmüşlerdir.
Bir
de rivayetlerin tamamını reddeden âlimler var ki bunlar, Garanik olayı diye bir
olayın vuku bulmadığını, meselenin sonradan uydurulduğunu söylerler.
Rivayetlerin ne derece sahih ve güvenilir oldukları konusuna geçmeden önce bu
farklı eğilimlere sahip âlimlerden bazılarının görüşlerini özet olarak
nakletmekte yarar görüyoruz:
Taberî
(öl. 310/923):
Garanik
kıssasına dair rivayetlere yer veren en eski kaynaklardan biridir. Taberî,
tefsirinde yer yer dirayet tefsirine girmekle birlikte tefsiri, rivayet
tefsiridir. Naklettiği rivayetlerin sened zincirini verir ve zaman zaman
rivayetlerin kritiğine girer, sıhhat dereceleri üzerinde durur. Garanik
kıssasına dair naklettiği rivayetler arasında birtakım çelişkiler bulunmasına
rağmen rivayetlere herhangi bir eleştiri yöneltmez. Bilakis, kabul eder bir
üslûpla onları nakleder.[9]
Beğavî
(öl. 516/1122):
Garanik
kıssasını naklettikten sonra, Kur’ân’dan olmayan sözlerin şeytan tarafından
söylendiğini ileri sürenlerin bulunduğuna dikkat çeker ve bu görüşe karşı
çıkar. Ona göre müfessirlerin çoğunluğuna göre bu sözleri söyleyen
Peygamberdir. Ayrıca Katade, Peygamberin, uyukladığı bir sırada bu sözleri
sarfettiğini nakleder.[10]
İbni
Teymiyye (öl. 652/1254):
Peygamberin
(s.a.v.) ismeti ile kıssa arasında bir ilişki kurar ve olayın peygamberlerin
ismetiyle çelişmediğini anlatır. Sonraki bazı âlimlerin buna karşı çıktıklarını
ama bir dayanaklarının bulunmadığını; olayla ilgili rivayetlerin hem tefsir ve
hem de hadis kitaplarında yer aldığını, buna karşı çıkmanın mümkün
olmayacağını ve bunun, peygamberlerin ismet sıfatına ters düşmediğini savunur.
Çünkü Allah, şeytanın ilka ettiği sözleri neshedip iptal etmiştir.
O
da Zemahşerî’nin[11]
vardığı sonuca varır ve olayın, imtihan için vuku bulduğunu anlatır.[12]
İbn
Hacer el-Askalânî (öl. 852/1449):
Buhârî
şerhinde kıssanın kaynak ve senedlerini zikrettikten sonra şöyle demektedir:
“Said b. Cübeyr’in rivayeti hariç bu konudaki rivayetlerin tamamı ya zayıf ya
da munkatı’dır. Ne var ki kıssanın birçok tarikten rivayet edilmiş olması
olayın bir aslının bulunduğuna delâlet etmektedir.
Ayrıca
kıssanın rivayet edildiği iki mürsel tarîk vardır ki bu iki rivayetin
senedlerindeki râviler, Buhârî ve Müslim’in şartlarına uygundur. Bu iki
tarîkten biri, Taberî’nin Yûnus b. Yezid ve onun da İbn Şibab’tan rivayet
ettiği tariktir. İkincisi ise Mu’temir b. Süleyman ve Hammâd b. Seleme’den
yine Taberî’nin naklettiği rivayettir.[13]
Netice
olarak İbn Hacer rivayetlerin ya zayıf ya da munkatı’ senedlerle geldiğini
söylemekte, sadece Said b. Cübeyr’den gelen rivayetleri mürsel bulmakta, diğer
iki tarikten gelen iki rivayeti ciddiye almakta ve böylece üç rivayeti, bir
konuyla ilgili varid olmuş çok rivayet kabul ederek olayın vuku bulduğunu
savunmaktadır.
Suyûtî
(öl. 911/1505):
ed-Durru’l-Mensur
isimli rivayet tefsirinde kıssayla ilgili rivayetlerin hemen hemen tamamına
yakını derlenip nakledilmektedir.[14]
Kıssayla
ilgili rivayetlerin genel değerlendirmesi ileride yapılacaktır.
Kıssa
ayrıca Vahidî’nin (öl. 468/1075) Esbâbu’n-Nüzûl[15]
isimli eseriyle tali bazı hadis kitaplarında yer almaktadır.
Bazı
âlimler ise Peygamberin (s.a.v.) Kur’ân’ın tilavetine ister kasden ve ister
sehven Kur’an’dan olmayan bazı şeyleri katmasının mümkün olmadığını, konuyla
ilgili rivayetlerin sahih olması halinde, o sözleri söyleyenin şeytanın kendisi
olduğunu söylerler. Şimdi de bu görüşte olan âlimlerden bazılarını görelim:
Cassas
(öl. 370/980):
Kur’ân’dan
olmayan sözlerin Peygamber (s.a.v.) tarafından değil, şeytan tarafından
söylendiğini anlatıyor. Buna göre Peygamber, müşrik topluluğundan uzakta bir
yerde Necm sûresini okuyordu.
افرأيتم اللات والعزى
…
ayetini
okuduğunda ins şeytanlarından biri:
تلك الغرانيق العلى
و إن شفاعتهن لترتجى
dedi.
Müşrikler, bu sözlerin Peygamber tarafından söylendiğini zannettiler. Bu
sözlerin, Peygamber tarafından söylendiğini ileri süren âlimlerin bulunduğuna
dikkat çeken Cassas, Peygamberin bunları söylemiş olamayacağını, Peygamberin
Kur’ân’ı okurken ne şeytan sözünü ve ne de başka herhangi bir sözü sehven de
olsa Kur’ân’a katmayacağını ve bunun mümkün olamayacağını belirttikten sonra
Hasan Basrî’den şöyle bir rivayet nakleder:
Peygamber
(s.a.v.) Kur’ân’dan müşriklerin putlarını söz konusu eden bir bölüm okudu ve
müşriklere yönelerek şöyle dedi: “Size göre bu putlar yüce turnalar gibidir
ve şefaatleri umulur.” Yani Peygamber (s.a.v.) red makamında bu sözleri
söylemiştir.[16]
Kuşeyrî
(öl. 465/1072):
Peygamber
(s.a.v.) Kur’ân’ı okurken ağır ağır okur ve bazen bir miktar sessiz dururdu.
Şeytan bu sırada birtakım sözler söylemiştir.[17]
Yani Kuşeyrî de, Cassas’ın görüşündedir.
Kadı
İbn Arabî (öl. 546/1151):
Kıssayla
ilgili rivayetleri özetledikten sonra on madde ile kıssayı reddetmektedir. Özet
olarak bu maddeler şöyledir:
Birincisi: Yüce Allah
Peygambere meleği gönderirken, Peygamberde gelenin melek olduğuna dair bilgi
yaratır. Böylece Peygamber melek ile başkasını birbirinden ayırt eder.
Peygamber eğer kendisine gelenin melek mi değil mi bilmiyorsa, kendisine
gelenin Allah tarafından olduğunu kesin olarak söyleyemez ve biz de onun Allah
tarafından olduğunu kesin olarak bilemeyiz.
Eğer
şeytan vahyin arasına girebiliyorsa hiçbir ayete güven kalmaz.
İkincisi: Yüce Allah
Peygamberini küfür ve şirkten korumuştur. Bu konuda Müslümanlar arasında icma
vardır. Hem fiil ve hem de inanç bakımından Peygamber bu tür şeylerden
münezzehtir.
Peygamber
hakkında fiillerde ma’siyet caiz olmazken itikat açısından küfür olan bir şey
ona nasıl nispet edilebilir?
Üçüncüsü: Yüce Allah
Peygamberine kendisini tanıtmış, onu deliller konusunda haberdar kılmış ve
kendisine göklerin ve yerin melekûtunu göstermiş, geçmiş peygamberlerin
durumlarını ona öğretmiştir: Böyle biri, şeytanın oyununa gelerek onun
söylediklerini Allah’ın sözleriymiş gibi tebliğ eder mi?
Dördüncüsü: Peygamberin
(s.a.v.), bu rivayetlerde belirtildiği gibi kavmiyle sohbet etmeyi, vahyin
kendisine gelmesine tercih etmesi mümkün değildir. Çünkü yüce Allah’tan gelen
vahiy, Peygamberin beden ve kalbine hayat verirdi. Yalnızlığında vahiyde
teselli buluyordu. En büyük arzusu oydu. Şu veya bu şekilde başka bir şeyi
vahye tercih etmesi düşünülemez.
Beşincisi: Peygamberin,
şeytanın telkinlerini kabul etmesi, şeytanla meleği birbirine karıştırması,
tevhidle küfrü birbirinden ayırt edememesi mümkün değildir. Gece-gündüz gelen
vahiy, bu putların cansız şeyler olduklarını, duyma ve görmelerinin söz konusu
olmadığını, insanlara herhangi bir zarar veya yararlarının dokunmayacağını
anlatıyordu. Böyle olduğu halde Peygamberin “Onlar yüce turnalardır ve
şefaatleri umulur” demesi mümkün müdür?
Rivayetler
bununla da yetinmiyor, akşam Cebrail gelinceye kadar Peygamberin ne
söylediğinin anlamını bilmediğini ve Cebrail’e de bu sözleri cahil cahil tekrar
ettiğini anlatıyor. Hiçbir akıl sahibi böyle bir şeyi kabul edemez.
Altıncısı: Rivayetlerin
anlattığına göre Peygamber (s.a.v.), şeytanın telkinlerini Kur’ân’a katmasından
dolayı üzülmüş, bunun üzerine şu ayet inmiştir:[18]
و إن كادوا ليفتنونك
عن الذى أوحينا إليك لتفترى علينا غيره
Bu
da rivayetleri uyduranların cahilliğini gösterir. Çünkü bu ayet bir şeyin
olmasını değil, “neredeyse olacağını fakat olmadığını” anlatır. Ayet,
neredeyse, Peygamberi kendisine vahyedilenden uzaklaştıracaklardı fakat bunu
gerçekleştiremediler, diyor. Eğer bunu becerebilmiş olsaydılar Peygamberi,
Kur’ân’dan başkasını Allah’a nispet etmekle müfteri durumuna düşürmüş
olacaklardı.
Yedincisi: Ama Peygamber
(s.a.v.), iftira etmedi. Eğer fitnelerine kapılmış ve iftira etmiş olsaydı,
onu dost edineceklerdi.
Sekizincisi: Allah “Eğer
sana sebat vermemiş olsaydık, onlara bir parça meylederdin” buyuruyor.
Böylece Peygamber’e sebat verdiğini, tevhid ve ma’rifeti kalbine
yerleştirdiğini ve onu koruduğunu haber veriyor. Onu korumayıp kendi kendisine
terk etmiş olsaydı, belki arzularına boyun eğerdi. Ayet, Peygamberin ismetini,
yani korunmuş olduğunu ve kendisine nisbet edilen olumsuzluklardan berî
olduğunu bildiriyor.
Dokuzuncusu:
و ما أرسلنا من قبلك
من رسول ولا نبي…
ayeti
ininceye dek Peygamberin kederlenip hüzünlendiği meselesine gelince, az da olsa
şeytanın her başarısı Peygamberi üzer. Bu meseleyi onuncu maddede etraflıca
anlatacağız.
Onuncusu:
Yüce Allah’ın:
و ما أرسلنا من قبلك
من رسول ولا نبي إلا إذا تمنى ألقى الشيطان في أمنيته
ayeti,
görüşümüzün doğruluğuna bir delildir. Yüce Allah bu ayetiyle peygamberleri
konusundaki bir sünnetini haber vermektedir. Şöyle ki:
Peygamberler,
Allah’tan bir söz naklettiklerinde şeytan kendi yanından o söze ilavelerde bulunur.
Peygamber
(s.a.v.) Kur’ân okuduğunda kelimeleri tane tane okur ve ayetlerin durak
yerlerinde uzunca dururdu. İşte:
و منات الثالثة الأخرى ifadesi ile أ
لكم الذكر وله الأنثى ifadesi arasında o
uzunca durmalardan birini yapmış ve şeytan, sesini Peygamberin sesine
benzeterek demiş, müşriklerle kalplerinde hastalık bulunan basireti az bazı
kimseler bu sözü söyleyenin Peygamberin kendisi olduğunu sanmış ve Peygamberle
birlikte secdeye kapanmışlardır.
Kendilerine
ilim ve iman verilmiş olanlar ise Kur’ân ile Kur’ân olmayanı birbirlerine
karıştırmamışlardır.
Ebû
Bekr İbn Arabî sözlerinin sonunda Kur’ân’ın rehber edilmesi gerektiğini söyler
ve başka şeylerin Kur’ân’a karıştırılmaması gerektiği tavsiyesinde bulunur.[19]
Kadî
İyâd (öl. 544/1149) :
Kıssayla
ilgili rivayetlerin hiçbiri, sahih hadisleri derleyenler tarafından rivayet
edilmemiştir. Sağlıklı ve muttasıl bir senedle gelen bir rivayet yoktur.
Ayrıca
rivayetler arasında birçok çelişki vardır. Bu sebeple kıssa nakil yönünden
sahih değildir.
Metin
yönünden de sahih olamaz. Ümmet, Peygamberin ismeti konusunda ittifak etmiş ve
onu bu tür aşağılıklardan tenzih etmiştir.
Allah’tan
başka ilâhların övülmesi küfürdür. Peygamber, bu tür şeylerden de münezzehtir.
Şeytanın telkinatına uyarak ve kendi yanından Kur’ân’a ilavelerde bulunmaktan
da münezzehtir.
Böyle
bir olay gerçekleşmiş olsaydı, müşrikler de Yahudiler de her fırsatta bunu
gündeme getirir, hatta imanı zayıf bazı Müslümanlar dinden dönerlerdi.
Kıssanın
sahih olmadığını belirten Kadı İyâd, olmuş olması ihtimali üzerinde de durmakta
ve bu takdirde Kur’ân’a ilâve sözler Peygamber (s.a.v.) tarafından değil,
duraklar arasında şeytan tarafından söylenmiştir, demektedir.[20]
Fahreddin
Râzi (öl. 606/1210) :
Tahkik
ehli bu rivayetin bâtıl ve uydurma olduğunu Kur’ân, sünnet ve akla dayanarak
söylerler.
Kur’an’dan
delilleri: Rivayet,
Kur’ân’ın şu ayetlerine aykırıdır:
‘’Eğer o (Muhammed), bazı laflar uydurup Bize
iftira etseydi, elbette ondan sağ elini (gücünü kuvvetini) alırdık, sonra onun
can damarını keserdik. Sizden hiç kimse buna engel olamazdı.”[21]
“De
ki onu (Kur’ân’ı): kendi tarafımdan değiştirmek benim için imkânsızdır. Ben
sadece bana vahyolunana uyarım.[22]
“O
havadan konuşmaz. O (Kur’ân), kendisine inen vahiyden başka bir şey değildir.”[23]
“Az
daha onlar, seni sana vahyettiğimizden ayırarak, ondan başkasını bize iftira
etmen için fitneye düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost edinirlerdi “[24]
“Eğer
Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça meylederdin.”[25]
‘Biz
onunla senin kalbini sağlamlaştırmak (kolayca ezberlemeni sağlamlaştırmak ve
çeşitli olaylara karşı yeni gelen ayetlerle kalbini takviye etmek) için onu
böyle (parça parça indirdik) ve onu ağır ağır okuduk.”[26]
“(Ey
Muhammed) sana (Kur’ân’ı, Cebrail vasıtasıyla) okutacağız ve sen (onu)
unutmayacaksın.”[27]
Sünnetten delilleri:
Muhammed
b. İshak b. Huzeyme’ye kıssa sorulmuş ve o: “Bu kıssa zındıkların
uydurmasıdır”
demiş, ayrıca bu konuda bir kitap telif etmiştir.
Beyhakî
de bu kıssanın râvîlerinin güvenilir olmadıklarını anlatmıştır.
Ayrıca Buhârî, Sahihi’nde
Peygamberin (s.a.v.) Necm sûresini okuduğunu, Müslümanlarla müşriklerin;
insanlarla cinlerin secde ettiklerini rivayet etmiştir. Naklettiği rivayette
ise Garanik kıssasından hiç söz edilmemektedir.
Aklî
delillerini de şu maddelerde toplamak mümkündür:
a-
Peygamberin
(s.a.v.) putları yücelttiğini caiz gören küfre girmiş olur. Çünkü kesin olarak
biliniyor ki gayret ve çabalarının en büyük bölümü, putları reddetme yönündeydi.
b-
Peygamber
(s.a.v.)’in ilk dönemlerde müşriklerin eziyetlerinden emin olarak Ka’be’nin
yanında namaz kılması yahut Kur’ân okuması mümkün değildi. Mutlaka ona eziyet
ederlerdi.
Ancak
gece vakti yahut müşriklerin bulunmadığı bir zamanda Ka’be’de namaz
kılabilirdi. Bu da kıssanın uydurma mahsûlü olduğunu gösterir.[28]
c-
Müşriklerin
Peygambere düşmanlıkları o kadar büyüktü ki, işin gerçeğine vakıf olmadan bu
kadarlık kıraatle yetinmeleri ve Peygamberin kendileriyle uzlaştığı kesin
olarak ortaya çıkmadan ilâhlarını yücelttiğine dair fikir birliğine vararak
secde etmeleri düşünülemez.
d-
Kıssa
ile ilgili anlatılanları caiz görecek olursak şeriat hakkındaki güven ortadan
kalkar. Şeriatın her hükmü için aynı durumun söz konusu olmuş olabileceğini
kabul etmiş oluruz.
Kıssayı
kabul edecek olursak yüce Allah’ın şu ayetini de iptal etmiş oluruz: “Ey
Peygamber, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O’nun
elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.”[29]
Çünkü gelen vahyi eksiltmekle arttırmak arasında bir fark yoktur.
Özet olarak anlattığımız şu
hususlardan da anlaşıldığı gibi Garanik kıssası uydurma mahsûlü bir kıssadır.
Râzî
daha sonra Peygamberin sehven de olsa Kur’ân’da eksiltme ve arttırma
yapmasının mümkün olmadığını, kıraati esnasında söz konusu sözleri şeytanın
yahut başka birinin söylemiş olmasının da mümkün olamayacağını belirtir.[30]
Muhammed
Abduh (öl. 1323/1905):
Peygamberler,
yüce Allah’ın koruması altındadır. İslâm’ın temel prensiplerinden biri budur.
Kur’ân bunu anlatmakta, sünnet bunu te’yid etmektedir. İslâm ümmeti de bu
konuda icma etmiştir.
Garanik
kıssasına dair rivayetlere eserlerinde yer verenler, rivayet düşkünü ve nakil
köleleridir.
Konuyla
ilgili rivayetler arasındaki çelişkilere dikkat çeken Abduh, insanların bu tür
rivayetlere iltifat etmelerini garip şeylere düşkünlüklerine bağlamaktadır.
Bu
rivayetleri aktaranlar, Hac sûresinin elli ikinci ayetinde geçen “ümniyye”
kelimesini tilavetle tefsir eder ve İbn Abbas’ın da bu görüşte olduğunu
söylerler.
Bu
da onların ne kadar kıt bir anlayışa sahip olduklarını gösterir. Bunlar, ifade
inceliklerini ayırt edecek bir zekâ ve kabiliyete sahip değillerdir. Buhârî’nin
İbn Abbas’tan yaptığı nakil şöyledir:
Ayetin
tefsirinde İbn Abbas şöyle demektedir: “Peygamber konuştuğu zaman şeytan
konuşmasına (birtakım şeyler) katar. Allah, şeytanın kattığı şeyleri iptal eder
ve ayetlerini sabitleştirir “امنية” kelimesinin
“kıraati” anlamında olduğu da söylenmiştir.[31]
İbn
Abbas, “ümniyye”yi konuşma ile tefsir ettikten sonra “kıraati” anlamına
kullanıldığının söylendiğini ifade etmekle konuşması ile kıraati
şeklindeki tefsirler arasında fark görmekte ve tercihini, “konuşması”
şeklindeki tefsirinden yana ortaya koymaktadır.[32]
Kıssa
müstakil eserlere de konu olmuştur. Fahreddin Râzî’den de öğrendiğimiz gibi
kıssa, Muhammed b. İshâk b. Huzeyme’ye sorulmuş ve o da kıssanın uydurma
olduğuna dair bir eser te’lif etmiştir.[33]
Aksekili
Ahmed Hamdi, kıssayla ilgili bir dizi makale yazmış, bilahare bu makaleleri
“Hâtemu’l-Enbiyâ Hakkında En Çirkin Bir İsnadın Reddiyesi” başlığı altında
kitaplaştırmıştır. Aksekili de bu kitabında kıssanın uydurma olduğunu
anlatmaktadır.[34]
Çağımızın
muhaddislerinden Nâsiru’d-Din el-Elbânî de kıssaya dair müstakil bir eser yazmıştır.
“Nasbu Mecânik li Nesfi Kıssati’l-Ğaranik” ismini verdiği bu eserde kıssanın
asılsız olduğunu anlatmaktadır. Eser, 1949 yılında Şam’da basılmış olup kırk
sayfadır.
Müsteşriklerin
Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Kur’ân’ın Allah kelamı olduğuna gölge
düşürmek için Garanik kıssasını atlama tahtası olarak kullanmaları İslâm
âleminde kıssayla ilgili birçok makalenin yazılmasına neden olmuştur. Çağımızda
Peygamberin hayatını kaleme alanlar da meseleye uzunca yer verme ihtiyacı
duymuşlardır. Bu bağlamda hocamız İsmail Cerrahoğlu’nun “Garanik Meselesinin
İstismarcıları” isimli makalesini zikredebiliriz.[35] Bu
konuda çalışma yapacaklara geniş bir bibliyografya sunan Cerrahoğlu makalesinde
daha çok müsteşriklerin bu uydurma kıssayı nasıl istismar ettiklerini
inceleyerek cevap vermekte, bu arada insaflı müsteşriklerden nakiller yaparak
verdiği cevapları desteklemekte ve kıssanın uydurma olduğu sonucuna
varmaktadır.
Yine
Ebû’l-Alâ’ el-Mevdûdî, “Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in
Hayatı” isimli eserinde[36]
Muhammed Sadık el- Arcûn “Muhammedun Resûlüllah” isimli eserinde,[37]
Mehdî Rizkullah Ahmed “es-Sîretu’n-Nebeviyye fî Dav’i’l-Masâdiri’l-Asliyye”
isimli eserinde[38]
olaya geniş yer vermişlerdir. Her üç yazar da kıssanın uydurma olduğuna dair
naklî ve aklî delillere yer verirler.
Selman
Rüşdi’nin Peygamberi karalamayı hedef alan; onu -hâşâ” seks manyağı, sahtekâr
ve çevresindeki Müslümanları da seviyesiz ve bayağı kimseler olarak göstermeye
çalışan[39]
“The Satanic Verses”[40]
la ilgili yayınlar daha bir hız kazanmıştır. Bunlardan ikisini anmak istiyoruz:
Bunlardan
birincisi Ali b. Hasen b. Ali b. Abdilhamid el-Halebî el-Eserî’nin
“Delâilu’t-Tahkîk lı Üstabi Kıssati’l Ğarânik Rivayeten ve Dirayeten” isimli
eseridir.[41]
250 sayfadan oluşan eserinde yazar, kıssayla ilgili bütün rivayetleri derlemiş
ve her rivayeti tek tek ele alarak sened ve metin açısından eleştiriye tâbi
tutmuştur. Kitabının son bölümünde de belli başlı âlimlerden nakiller
yapmıştır.
Yazar
şu sonuçlara varmaktadır:
a-
Kıssa
bâtıl olup bir temele dayanmamaktadır. İslâm’ın inançlarına, dinin kurallarına;
ayetlere ve sahih rivayetlere aykırı olduğundan merduddur.
b- Sahih bir
senedi yoktur.
c-
Metinleri
muzdarip ve çelişkilidir.
d-
Rivayetlerin
bir kısmında anlatılanlar, diğerlerinde anlatılanları yalanlamaktadır.
e-
Böyle
bir kıssanın kabul görecek bir tarafı yoktur.
İkincisi:
Hüseyin Hatemî’nin “Şeytan Rivayetleri” isimli eseridir. Müellif eserinde
Selman Rüşdi’nin eserini, eserin yankılarını, müsteşriklerin olay karşısında
takındıkları tavrı ve Garanik kıssasını derinlemesine incelemekte, kıssanın
tamamen uydurma mahsûlü olduğunu anlatmaktadır.
Kıssa
hakkında farklı görüşlere sahip âlimlerden nakiller yaptık. Özet olarak da olsa
görüşlerini aktarmakta yarar gördük.
Tarafsız
bir yaklaşımla, bu nakillerden rahatlıkla şu sonucu çıkarabiliriz: Meseleyi
derinlemesine inceleyen ve din konusunda bütüncül bakışa sahip olanlar,
kıssanın uydurma mahsûlü olduğu sonucuna varıyorlar. Kıssa üzerinde
derinlemesine araştırma yapmayan ve yeterince düşünmeyen ya da dine bütüncül
bakmayanlar, kıssayı kabul ediyor.
Bütüncül
derken kastımız, dinî bir mesele incelenirken, dinî bir bütün olarak ve
özellikle o meseleyi ilgilendiren diğer dinî hususları göz önünde bulundurarak
meselenin çözümüne gitmektir. Bütüncül bakış, geniş bir kültüre ve güçlü bir
muhakemeye ihtiyaç gösterir. Geçmişte âlimlerimiz, böyle bir alt yapıya sahip
olmalarına rağmen her nedense böyle bir bakışı çoğu zaman ihmal etmişlerdir.
Günümüzde dağınık ve değişik meselelerde birbirleriyle uyumsuz bir din
anlayışının ortaya çıkması geçmişteki bu ihmalin sonucudur. Özellikle tefsirde
böyle bir bakış açısına şiddetle ihtiyaç vardır. Ama maalesef bütüncül bakışın
en çok ihmal edildiği alanlardan biri, tefsir olmuştur.
Oysa
Kur’ân, harf harf, kelime kelime, ayet ayet böyle bir uyum ve bütünlüğün
şaheseridir. Her harf yakınındaki harflerle, her kelime, çevresindeki
kelimelerle ve her ayet, önceki ve sonraki ayetlerle tam bir uyum ve anlam
bütünlüğüne sahiptir. Kur’ân’ın tamamına mükemmel bir uyum ve örgü hakimdir.
Bununla birlikte müfessirlerimiz çoğu zaman her ayeti, diğer ayetlerle ve
sûreye hakim fikir ve konu örgüsü dışında müstakil bir cümleymiş gibi tefsir
etmişlerdir. Hatta bazen tek ayetin bile ifade terkiplerini birbirinden
bağımsız tefsir edebilenleri olmuştur.
Geçmişte
âlimlerimizin bütüncül bakış için gerekli alt yapıya sahip olmalarına rağmen,
onu yeterince işletmemelerinin temelinde her neslin, bir önceki nesle aşırı
bağımlı oluşunun yattığı kanaatindeyiz.
Her
âlim, kendinden önceki âlimlerin görüşlerine yerli yersiz eserlerinde yer
vermek istiyor. Belki güçlü bir muhakemeye sahip toplum ya da okuyucu kitlesi
için bu tavır yararlıdır. Çünkü okuyucunun önüne birçok alternatif
sunulmuştur. Okuyucu farklı görüşlerden uygun olanı seçer ve Kur’ân’ı anlamaya
çalışırken bütüncül bir görüşe varır.
Toplumun
bir kesimi bu kargaşa karşısında dinden soğumuş, din konusunda duyarsız hale
gelmiştir. Bir kesimi de farklı hatta birbirine zıt görüşlerin hepsini peşinen
doğru kabul etme gibi bir çıkmaza saplanmıştır.
Bu
durum, toplumun dine bakışını da etkilemiş, farklı bakış açılarının ortaya
çıkmasına neden olmuştur.
Sened
ve Metin Açısından Garanik Kıssası
a-
Sened Yönünden:
Kıssa,
birçok tarikten rivayet edilmesine rağmen muttasıl ve sahih bir senedle gelen
tek bir rivayeti mevcut değildir. Râvilerin büyük çoğunluğu ya yalancılık ya da
güvenilir olmamakla itham edilmiştir.
Kıssayla
ilgili rivayetlerin senedinde geçen râvilerin her birini ayrı ayrı ele alıp
inceleme ihtiyacı duymadık. Çünkü kıssayı kabul edenler de rivayetlerde geçen
râvilerin pek çoğunun yalancı ya da güvenilir olmadığını kabul ediyorlar. O
halde kıssayı kabul edenlerin itibar ettikleri senedlerle rivayet konularında
sözlerine itibar edilir âlimlerin bazılarının görüşlerine yer vermek yeterli
olacaktır.
Rivayetlerin
senedleri üzerinde duran ve kıssayı vuku bulmuş kabul eden, Buhârî şârihi İbn
Hacer el-Askalânî’dir (öl. 852/1449). Kıssanın senedlerini gündeme getirerek
kıssayı kabul eden başka bir âlime çalışmamızda rastlamadık. İbn Hacer’in
senedleri değerlendirmesi şöyledir: “Said b. Cübeyr’in rivayeti hariç bu
konudaki rivayetlerin tamamı ya zayıf ya da munkatı’dır. Ne var ki kıssanın
birçok tarikten rivayet edilmiş olması, olayın bir aslının bulunduğuna delâlet
etmektedir. Ayrıca kıssanın iki mürsel tariki vardır ki bu iki rivayetin
senedlerindeki râviler, Buhârî ve Müslim’in şartlarına uygundur.
Bu
iki tarikten biri, Taberî’nin Yûnus b. Yezid ve onun da İbn Şihab’tan rivayet
ettiği tariktir, ikincisi ise Mu’temir b. Süleyman ve Hammâd b. Seleme’den
yine Taberî’nin naklettiği rivayettir.”[42]
Askalânî’nin söz konusu ettiği, rivayetlerin çokluğu
meselesi, âlimlerin kabul ettiği mutlak bir hüküm değildir. Bir konuyla ilgili
diyelim ki on rivayetin veya yirmi, otuz rivayetin bulunması, o rivayetlerin
hepsini ya da birini sahih rivayet mertebesine yükseltmez. Rivayetlerin çokluğu
sadece sahih senedlerle rivayet edilmiş mürsel rivayetler için söz konusu
edilmiştir ki bu konuda da âlimler arasında ittifak yoktur. Nitekim Askalânî
de, rivayetlerin çokluğunu ifade ederken mutlak bir hükmü dile getiriyor gibi
görünse de kıssayla ilgili sahih senedlerle rivayet edilmiş üç rivayetin
bulunduğuna dikkat çekmektedir.
Askalânî’nin
değer verdiği üç rivayeti ileride ele alacağız. Rivayet tefsirlerinde mürsel
rivayetlerin çokluğunu da göz önünde bulundurarak mürsel rivayetlerin değeri
üzerinde durmak istiyoruz.
Mürsel
Rivayetlerin Değeri
Mürsel
rivayet senedinde sahabinin zikredilmediği hadistir.[43]
Tabiînin, Resülüllah (s.a.v.) döneminde vuku bulmuş bir olayı kendisi görmüş
gibi anlatması yahut Peygamberin hadisini duymuş gibi nakletmesidir.
Sahabilerin
tamamı âdil kabul edilmişlerdir. Ama onları atlayarak hadisi Resûlüllah’tan
nakleden tabiînin bunu direkt bir sahabiden mi naklettiği bilinmediğinden, rivayeti
nakleden tabiînin güvenilir olması yeterli görülmemiştir. Rivayet eden tabiî,
muhtemeldir ki o hadisi başka bir tabiiden ve o da başka birinden
nakletmiştir. Kendisinden nakil yapılan kişi bilinmediğinden âdil olduğuna
hükmedemeyiz.[44]
İşte bu nedenle mürsel, zayıf hadis kısmına girer ve hüccet olarak kabul
edilmez. İbn Salah, muhaddislerin bu konuda ittifak ettiklerini bildirmektedir.[45]
Said
b. el-Müseyyib, Şa’bi, Hasan Basri ve Said b. Cübeyr gibi tabiînin ileri
gelenlerinin mürsellerini kabul edenler bu sonuca varırken daha çok bu zatların
mürsellerinin başka tarikten sahih müsned senedlerle rivayet edilmiş
olduklarını göstermişlerdir. Yani bir tabiînin mürselleri, başka tariklerden
muttasıl ve sahih senedlerle rivayetleri varsa o tabiînin mürselleri, diğer
mürsellerden farklı bir konumdadır ve diğer mürsellerden üstündür. Hemen
belirtelim ki, Garanik kıssasıyla ilgili mürsellerin sahih ve müsned bir
senedle gelen tek bir rivayeti mevcut değildir.
Mürsel
rivayetin kabul görmesi için önemli şartlardan biri de mürsel rivayetin,
güvenilir ve müsned bir senedle rivayet edilen bir hadise ters düşmemesidir.
İleride göreceğimiz gibi Garanik kıssası, değil sahih ve müsned bir hadisle,
Kur’ân-ı Kerim’in ayetleriyle bile çelişmektedir.
Mürselin
farklı tariklerden gelmesi meselesine gelince, bu tür mürselleri kabul eden
âlimler olmuştur. Ancak bu tür mürseller, müsned senedle takviye edilen
mürsellerden aşağı bir mertebededir.[46]
Yani bu tür mürseller, sahih hadis mertebesinde değildir.
Kaldı
ki mürsel hadisin, zayıf hadisler kısmında mütâlâa edilmesi gerektiğine dair
gerekçe bu tür mürseller için de geçerlidir. Çünkü gerekçe olarak; onu irsal
eden tabiînin bu hadisi bir sahabiden değil de bir tabiînden duymuş olabileceği
ve o tabiînin de bizce meçhul olduğu ifade edilmektedir. Halbuki farklı
kanallardan gelen mürseller için de aynı durum söz konusu olabilir. Meselâ
biri, tabiîn döneminde bir hadis uydurur ve buna pekâlâ birkaç tabiî
aldanabilir. Uydurulan rivayet yaygınlaşmıştır ve onu bir değil de iki veya üç
tabiî nakletmektedir. O halde tariklerin çokluğu belki rivayet hakkındaki
şüphe ihtimalini azaltır ama tümden ortadan kaldırmaz.
Şimdi
Askalânî’nin senedlerini sahih bulduğu biri İbn Abbas’tan ve ikisi mürsel
rivayetleri görelim:
Birincisi:
Said b. Cübeyr’in İbn Abbas’tan naklettiği rivayettir.
Askalânî’nin
kendisi de senedinden söz ederken sonundaki ifadesini nakletmeyi ihmal etmiyor.[47]
Bezzâr’ın
Müsned’inde sened şöyledir:
حدثنا يونس بن حماد، حدثنا أميه ابن خالد،
حدثنا شعبة عن أبى بشر عن سعيد ابن جبير، عن ابن عباس ـ فيما أحسب ـ
Senedinin
sonunda geçen فيما أحسب ifadesi, râvinin, rivayet zincirinde ibn
Abbas’ın bulunup bulunmadığından ya şüphe ettiğini ya da râvinin, rivayette
anlatılanlardan şüphe ettiğini dile getiren bir ifadedir. Râvinin kendisinin şüphesi
varsa o rivayet konusunda bizim nasıl şüphemiz olmasın ki?
Nitekim
Askalânî’nin kendisi de, el-Bezzâr’dan, rivayetin sadece bu tarikinin muttasıl
olduğunu nakletmektedir. Aslında Bezzâr’ın buna dikkat çekmesi, rivayetin
zayıflığına işaret etmesi anlamına gelir.[48]
Eğer sadece bu tarik muttasıl ise ve râvinin kendisinin şüphesi varsa,
rivayetin hiçbir değeri yoktur, demektir.
İbn
Kesir ve benzeri muhakkik âlimlerin Garanik kıssasıyla ilgili rivayetlerin
hepsinin mürsel olduğunu söylemeleri[49]
bundan dolayıdır. Hafız el-Munzirî de sened yönüyle rivayetlerin hüccet
olamayacaklarını belirtmektedir.[50]
Geriye
iki mürsel rivayet kalıyor. En nihayet rivayetlerin ikisi de mürseldir ve
mürsel, zayıf hadis kısmına girer.
Ayrıca
hüccet olarak kabul edilecek hadisin sadece sened yönünden değerlendirilmesi
yeterli değildir. Rivayetler sened yönünden eleştiriye tâbi tutuldukları gibi
metin yönünden de eleştiriye tâbi tutulurlar. Şimdi de kıssayla ilgili
rivayetlerin metinlerini görelim.
b-Metin
Yönünden:
İslâm
düşünce tarihinde rivayetlerin metin tenkitlerinin yeterince yapıldığını
söylemeliyiz. Belki de sünneti tümden reddetme eğiliminin yaygınlaşma istidadı
göstermesi, metin tenkidinin yeterince yapılmamış olmasındandır. Çünkü sosyal
olaylarda ifrat tefriti doğurur. Bir alandaki bir ihmal, başka alanda bir
patlamaya sebep olabilir.
Sahih-zayıf
demeden, hattâ uydurma hadisler delil olarak ileri sürülürse, elbette ki
hadislere karşı bir tepkinin ortaya çıkması sonucunu doğuracaktı.
Hadis
metinleri ulu orta tenkit edilsin demek istemiyoruz. Böyle bir akım daha çok
rivayetlerle gelen sünnetin değeri konusunda birtakım olumsuzluklara sebep
olacaktır. Ama gerçekten işin ehli olanlar, bu meselelerde emek ve birikime
sahip kimseler bu işe eğilmeli, rehberlik etmeliler. Biz biliyoruz ki, tamamını
“udûl” diye tanımladığımız sahabe, birbirlerine naklettikleri rivayetleri bazen
tartışma konusu yapmışlardır. Tartışmaları, nakledilen metinle ilgiliydi. Kişi
âdil olur ama unutabilir, vehmedebilir. Hz. Âişe’nin bu konudaki istidrakleri
meşhurdur.[51]
Kendi
çağımız açısından meseleye baktığımızda, metin tenkidine daha çok önem
vermenin gerektiği açıktır. Çünkü onların döneminde sened bir veya iki kişiden
oluşuyordu. Güvenilirlik açısından ise nesil olarak sonraki nesillerden daha
güvenilir idiler. Oysa bize gelen hadisler, yazıya geçinceye kadar sened
zinciri dört-beş kişi, hatta onlarca kişiden oluşabilmektedir. Daha âdil olan
ve o günün ortamında yaşayan bir-iki kişinin, unutma, hata etme veya vehmetme
payı, sahih sened zinciriyle gelen fakat sened zincirindeki ravi sayısı daha
fazla olan hadisler için elbetteki daha fazladır.
O
halde senedin sahih olması, hadisin sahih olması için yeterli değildir. Hadisin
sahihliği, metninin de bir eleştiri süzgecinden geçirilmesiyle tahakkuk eder.
Metinler
eleştiriye tâbi tutulurken en önemli ölçü hiç şüphesiz Kur’ân-ı Kerim’dir.
Bir
hadisin hem sahih olması hem de Kur’ân’a ters düşmesi düşünülemez. Daha açık
bir ifade ile Peygamberin Kur’ân’a ters bir söz söylemesi ya da bir davranışta
bulunması mümkün değildir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer o
(Muhammed), bazı laflar uydurup Bize iftira etseydi, elbette ondan sağ elini
(gücünü kuvvetini) alırdık, sonra onun can damarını keserdik. Sizden hiç kimse
de buna engel olamazdı.”[52]
Sahih
ve müsned bir senedle rivayet edilen bir hadis Kur’ân’la çeliştiğinde hüccet
olmaktan çıktığına göre mürsel rivayetler nasıl hüccet olabilir ki?
Göreceğimiz
gibi Garanik kıssasıyla ilgili rivayetler en nihayet mürsel rivayetlerdir ve
Kur’ân-ı Kerim’in nasslarıyla çelişki halindeler.
Kıssa
Kur’ân’la Çelişiyor
Kıssa,
Peygamberin (s.a.v.) şeytanın telkinlerini Allah’ın kelamı olarak insanlara
tebliğ ettiğini ve bu telkinlerle putları övdüğünü anlatıyor. Akşam olup
Cebrail geldiğinde Peygamber hâlâ yaptığının farkında değildir. Ve o gün
kendisine indirilen Necm sûresini Cebrail’e arz ettiğinde şeytanın putları
öven telkinlerini de Necm sûresindenmiş gibi Cebrail’e arz etmiştir.
Rivayetlerin büyük çoğunluğu olayı ana hatlarıyla bu şekilde anlatmaktadır.
Bir
Peygamberin, şeytanın telkinlerini Allah kelamı olarak insanlara tebliğ etmesi
mümkün değildir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ،
لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ، ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ، فَمَا مِنْكُمْ
مِنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ
“Eğer
O (Muhammed), bazı laflar uydurup Bize iftira etseydi, elbette ondan sağ elini
(gücünü, kuvvetini) alırdık, sonra onun can damarını keserdik. Sizden hiç kimse
de buna engel olamazdı.”[53]
Yüce
Allah, bu şiddetli tehdidin yanı sıra Peygamberini bu tür durumlara düşürmekten
koruduğunu da belirtmektedir:
وَلَوْلَا أَنْ ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدْتَ
تَرْكَنُ إِلَيْهِمْ شَيْئًا قَلِيلًا، إِذًا لَأَذَقْنَاكَ ضِعْفَ الْحَيَاةِ وَضِعْفَ
الْمَمَاتِ ثُمَّ لَا تَجِدُ لَكَ عَلَيْنَا نَصِيرًا
“Eğer
Biz sana sebat vermemiş olsaydık, onlara bir parça meyledecektin. O takdirde de
sana hayatın da, ölümün de kat kat (azab)ını taddınrdık. Sonra bize karşı
yardımcı da bulamazdın.”[54]
Ayet,
Peygamberin (s.a.v.) müşriklere meyletmediğini açık bir ifade ile
anlatmaktadır. Yani Garanik ve benzeri uydurmaları açıkça reddetmektedir. Yüce
Allah yine şöyle buyurmaktadır:
وَإِنْ كَادُوا لَيَفْتِنُونَكَ عَنِ الَّذِي
أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ لِتَفْتَرِيَ عَلَيْنَا غَيْرَهُ وَإِذًا لَاتَّخَذُوكَ خَلِيلًا
“Az
daha onlar, seni, sana vahyettiğimizden ayırarak, ondan başkasını Bize iftira
etmen için fitneye düşüreceklerdi. İşte o zaman seni dost edinirlerdi.”[55]
Bu
ayet de Garanik ve benzeri olayların vuku bulmadığını anlatmaktadır. Ama
bununla birlikte kimi rivayetler bu ayetin, Garanik kıssasının vuku bulması
üzerine indirildiğini anlatmaktadır. Bu rivayetlere göre Peygamber (s.a.v.)
kalabalık bir Kureyş topluluğunda oturuyordu. Bu sırada kendisine bir vahyin
gelmesini arzu etmiyordu. Çünkü vahiy geldiği takdirde müşrikler meclisi terk
edip dağılacaklardı. Tam bu sırada yüce Allah Necm sûresini indirdi. Peygamber
(s.a.v.):
اَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى وَمَنَاةَ
الثَّالِثَةَ الْأُخْرَى
Ayetini
okuduğunda şeytan ona:
تَلْكَ الْغَرَانِيقُ الْعُلَى وَ إَِّن شَفَاعَتَهُنَّ
لَتُرْجَى
sözlerini
fısıldadı ve Peygamber de bu sözleri Kur’ân’danmış gibi tebliğ etti. Sûreyi
bitirdiğinde de secde etti ve oradakilerin hepsi onunla birlikte secde ettiler.
Müşrikler, bu sözlerden dolayı gayet memnun oldular.
Akşam
olduğunda Cebrail, Peygamber’e geldi; Peygamber, o gün Cebrail’in kendisine
indirdiğini okudu. Şeytanın ona fısıldadığı sözleri de okuyunca Cebrail: “Ben
sana bu sözleri vahyetmedim.” dedi.
Peygamber
(s.a.v.) son derece üzülmüştü. Allah’a iftira etmiş, kendisine indirilmeyen
sözleri Allah kelamı diye insanlara tebliğ etmişti. Bunun üzerine yüce Allah şu
ayeti indirdi: “Az daha onlar, seni sana vahyettiğimizden ayırarak, ondan
başkasını Bize iftira etmen için fitneye düşüreceklerdi, işte o zaman seni
dost edinirlerdi.”[56]
Ancak Peygamberin (s.a.v.) üzüntüsü devam etti. Nihayet Hacc sûresinin elli
ikinci ayeti olan,
وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ…
ayeti
indi ve Peygamberin üzüntüsü son buldu.[57]
Rivayetteki
diğer tutarsızlıklar bir tarafa rivayette Garanik olayının vukuu üzere bu
ayetin indiğinin söylenmesi rivayeti uyduranın cehaletini de ortaya
koymaktadır. Çünkü gerek bu ayette ve gerek söz konusu ettiğimiz önceki ayette
geçen kâde sözcüğü, olayın vuku bulduğunu değil, Allah’ın desteği
sayesinde Peygamberin, müşriklere meyletmediğini, fitneye düşmediğini
anlatıyor.
Nitekim
dil konusunda mütehassıs müfessirler de buna dikkat çekiyorlar. Bir önceki
ayetin tefsirinde Zemahşerî (öl 538/1144) şöyle demektedir: “Eğer biz sana
sebat vermemiş olsaydık, onlara bir parça meylederdin.”[58]
Ebû
Hayyân da (öl. 754/1344) ayeti tefsir ederken İbn Abbas’ın şöyle dediğini
nakletmektedir: “Peygamber (s.a.v.) masum (korunmuş) idi. Ancak bu,
Allah’ın hüküm ve kuralları konusunda ümmetten herhangi birinin müşriklere
meyletmemesi için bir anlatım (bir dikkat çekme)dir.”[59]
Ebu’s-Suûd
(öl. 982/1574) ise ayetin tefsirinde şöyle demektedir: “Yani sana sebat vermiş
olmasaydık, aldatmalarının kuvvetinden ve hilelerinin şiddetinden dolayı
onlara hafif bir meylin olurdu. Lakin Bizim korumamız sana ulaştı ve değil
onlara meyletmek, meyletmenin en alt düzeyine meyletmekten bile seni korudu.
Ayet, kuvvetli bir etken olmakla birlikte Peygamberin, müşriklerin isteklerini
yerine getirmeğe kalkışmadığına ve yerine getirmekten korunmasının, yüce
Allah’ın muvaffakiyet ve inâyetiyle gerçekleştiğine açık bir delildir.”[60]
Yüce
Allah, sadece Peygamberleri değil muhlis kullarını da şeytanın bu tür
tasallutlarından koruduğunu belirtmektedir:
إِنَّ عِبَادِي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ
إِلَّا مَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْغَاوِينَ
“Benim
(hâlis) kullarıma karşı senin bir gücün yoktur. Ancak sana uyan azgınlar(ı
azdırabilirsin sen)”[61]
Yine
şöyle buyurmaktadır:
إِنَّهُ لَيْسَ لَهُ سُلْطَانٌ عَلَى الَّذِينَ
آمَنُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ إِنَّمَا سُلْطَانُهُ عَلَى الَّذِينَ يَتَوَلَّوْنَهُ
وَالَّذِينَ هُمْ بِهِ مُشْرِكُونَ
“Çünkü
iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir gücü
yoktur, onun gücü sadece, kendisini dost tutanlar ve ortak koşanlar üzerindedir
(o, sadece onları kandırabilir).”[62]
Şeytanın
hakimiyeti ancak taraftarlarınadır. Peygamberler bu hakimiyet ve tasallutun
etki alanına girmekten uzaktırlar.
Şeytanın,
Allah ile Peygamber arasındaki irtibata müdahale etmesi haddi değildir. Yüce
Allah bu gerçeğe işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
وَمَا تَنَزَّلَتْ بِهِ الشَّيَاطِينُ وَمَا
يَنْبَغِي لَهُمْ وَمَا يَسْتَطِيعُونَ إِنَّهُمْ عَنِ السَّمْعِ لَمَعْزُولُونَ
‘’Onu
(Kur’ân’ı) şeytanlar indirmedi. Bu onlara düşmez; zaten buna güçleri de yetmez.
Şüphesiz onlar, vahyi işitmekten uzak tutulmuşlardır.”[63]
Şeytanlar
vahyi işitmekten bile uzak tutuluyorlar, vahye söz karıştırmaları nasıl mümkün
olsun? Şeytanlar ancak yalancı günahkârlara ve müfterilere telkinatta
bulunurlar.[64]
Yüce
Allah, Peygamberini Garanik kıssasında anlatılan bir duruma düşürmekten
koruduğu gibi Kitabını da böyle bir duruma düşmekten korumuştur:
لَا يَأْتِيهِ الْبَاطِلُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ
وَلَا مِنْ خَلْفِهِ تَنْزِيلٌ مِنْ حَكِيمٍ حَمِيدٍ
“Ona
önünden de, ardından da bâtıl gelemez.”[65]
Eğer
Garanik kıssasında anlatıldığı gibi Kur’ân’ın ilk mübelliği Peygamberin
(s.a.v.) dili üzere şeytan Kur’ân’a bir şeyler karıştırabiliyorsa, Kur’ân’a
bâtıl ilişebilir demektir. Peygamber böyle bir şey yapmaktan, Kur’ân da
mübelliğinin dili üzere böyle bir duruma düşmekten münezzehtir.
Kıssa
ve Necm Sûresi
Şimdi
de şeytanın telkinleriyle Peygamberin (s.a.v.), ayetleri arasında müşriklerin
putlarını övdüğü söylenilen Necm sûresini görelim:
Sûre,
Miraç hadisesini anlatmakla konuya giriyor. Peygamberin bu mucize sırasında
gördükleri anlatılarak bunlara iman edilmesi gerektiği vurgulanıyor.
Sonra
putperestlerin taptıkları putlardan söz ediliyor ve Allah’ tan başkasına ibadet
edilmeyeceği anlatılıyor.
Sûre,
insanların hesap gününde âdil bir yargılamaya tâbi tutulacaklarını ve herkesin
ameline göre ceza veya mükâfat göreceğini anlatmakla söze devam ediyor.
Bilahare
diriltme, öldürme, ölümden sonra diriliş ve Allah’ın yaratılış konusundaki
kudreti gündeme getiriliyor ve Ad ile Semûd kavimleriyle Hz. Nûh ve Lut’un
kavimlerinin helakleri anlatılarak Peygamberi (s.a.v.) yalanlayanları da aynı
akıbetin beklediği hatırlatılıyor.
Ana
hatlarıyla sûrenin işlediği konular bunlar. Sûre sadece Allah’a ibadet edilmesi
gerektiğini, putlara tapmanın bâtıl olduğunu ve Peygamber’e muhalefet edenlerin
sonlarının hüsran olacağını anlatıyor. Böyle bir anlatım ortamında putların
övülmeleri mümkün mü? Bunu daha iyi anlamak için Garanik kıssası açısından ve
konumuzu ilgilendiren ayetleri öne çıkararak sûreyi görelim:
“Battığı
zaman andolsun yıldıza ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı, azmadı. O hevadan
konuşmaz. Onun (söylediği), vahiyden başka bir şey değildir.”[66]
Sûrenin
girişi olan bu ayetler, Garanik kıssasıyla ilgili rivayetlerin bâtıl ve
uydurma mahsulü olduklarına delildir.
Müteakip
ayetlerde de müşriklerin taptıkları Lat, Uzza ve Menat gibi putların,
müşriklerin uydurdukları boş şeyler oldukları; Allah tarafından bunlara hiçbir
yetki verilmediği ve şefaat edemeyecekleri vurgulanıyor.[67]
Bunlara tapanlar boş bir kuruntu peşindeler ve onların hakla bir ilişkileri
yoktur.[68]
Burada
anlatılanlarla Garanik kıssasında anlatılanlar birbirleriyle hiç bağdaşır mı?
Böyle bir anlatım atmosferinde putlar övüldüğünde bir çelişkinin olduğu hemen
göze çarpmaz mı? Farzı muhal Peygamber putları övmüş olsaydı, müşrikler sadece
putları öven sözleri duyup puta tapmanın boş bir kuruntu olduğunu anlatan ve
bu yolda gidenlerin hüsrana uğrayacaklarını ifade eden sûrenin diğer
bölümlerini duymadılar mı? Kuşkusuz böyle bir şey vuku bulmuş olsaydı bir
sûrede putlarının hem övülüp hem de kınandıklarına itiraz edeceklerdi.
Haddi
zatında müşrikler, sûrenin fesahat ve belagatine kendilerini kaptırıp secde
etmiş olabilirler. Ancak bu, bir anlık bir şeydir ve o atmosferin etkisinden
kurtulduktan sonra kendileri de yaptıklarına pişman olmuşlardır.
Doğrusu
o günün müşrikleri, Garanik kıssasını uyduranlar kadar geri zekâlı değillerdi.
Kıssayla
ilgili rivayetlerde Müslümanların nasıl bir tavır takındıklarına dair hiçbir
bilgi verilmemektedir. Eğer gerçekten böyle bir olay vuku bulmuş olsaydı,
Müslümanlar, o güne kadar Tevhid uğruna niçin sıkıntı çektiklerini Peygamber’e
sormazlar mıydı? Putlara tapmayı reddettikleri, putların şefaat edeceğine
inanmadıkları için nice işkencelere maruz kalmışlardı. O işkencelere boşuna mı
katlanmışlardı? Müslümanlar da bu olay karşısında tepki gösterirlerdi. O ana
kadar puta tapanları ve putları kınayan Peygamber’e ne oldu da tam aksi şeyleri
Allah kelamı diye tebliğ ediyor? Böyle bir olay vuku bulmuş olsaydı,
Müslümanların birçoğu Peygamberin etrafından dağılır ve müslümanlar, ilk
dinden dönme olaylarıyla karşılaşırlardı. Hatta bundan sonra her beklenmedik
veya garipsedikleri bir Peygamberî tebliğle karşılaştıklarında: “Bekleyelim
bakalım, belki şeytanın vahyidir, sonra düzeltilecektir.” derlerdi. Peygamberin
vefatına kadar da bu tür tavırlara sıkça rastlanırdı. Halbuki Müslümanların,
Peygamberin tebliğ ettiği herhangi bir vahiy karşısında bu türden bir tavır
takındıklarına dair bir rivayet mevcut değildir.
Netice olarak kıssa, sûrenin hiçbir bölümüyle bağdaşmamaktadır
ve Kur’ân’ın diğer sûreleriyle bağdaşmasına da imkân yoktur. Kıssayla ilgili
rivayetler Kur’ân’la çeliştikleri gibi kendi aralarında da birçok çelişkiyi
barındırıyorlar.
Rivayetlerdeki
Çelişkiler
Kıssayla
ilgili rivayetler mürsel olmakla birlikte rivayetler arasında birçok çelişki de
mevcuttur. Kur’ân’a ilave olarak söylendiği ifade edilen sözler bile birbirine
uymamaktadır. Rivayetlerde tesbit edebildiğimiz farklılıklar şöyledir:
تلك إذن فى الغرانيق العلى تلك إذن شفاعتهن
لترجى
تلك الغرانيقة العلى، و إن شفاعتهن لترجى
تلك الغرانيق العلى، و إن شفاعتهن لترجى
تلك الغرانيق العلى، منها الشفاعة لترجى
تلك الغرانيق العلى، و شفاعتهن ترتضى، و مثلهن
لا ينسى
تلك الغرانيق العلى، و شفاعتهن ترتجى، مثلهن
لا ينس
انهن الغرانيق العلى
و انهن لهم الغرانيق العلى، وإن شفاعتهن ترتجى
إن شفاعتهن ترتجى
و هى الغرانيق العلى، و إنها لمعى الغرانيق
العلى
و إنهن لمن الغرانيق العلى، وإن شفاعتهن ترتجى
إنما هى عندكم كالغرانيق العلى وإن شفاعتهن
ترتجى
Kıssayla
ilgili rivayetler, Kur’ân’a ilave sözlerle ilgili bu çelişkilerin yanında
diğer konularda da pek çok çelişkiyi barındırmaktadır.
Kimi
rivayetlere göre Kur’ân’a ilave sözleri söyleyen Peygamberin (s.a.v.)
kendisidir. Rivayetlerin çoğu bu doğrultudadır. Ancak rivayetlerin bir kısmı
Peygamberin (s.a.v.) uyurken bunları söylediğini ileri sürerken, bir kısmı,
kendi kendine düşünürken içinden geçirdiklerinin farkında olmadan dilinden
döküldüğünü, bir rivayete göre ise Peygamber (s.a.v.) müşriklere hitap ederek
onların böyle dediklerini naklettiğini belirtmektedir. Kimi rivayetlere göre
ise Peygamber (s.a.v.) Necm sûresini okuduğunda okuma esnasında şeytan bu
sözleri söylemiş ve fakat dinleyiciler bu sözlerin Peygamber (s.a.v.)
tarafından söylendiğini sanmışlardır.[69]
Rivayetlerin
kimisine göre Peygamber (s.a.v.) namazda Necm sûresini okudu ve Kur’ân’a ilave
sözleri bu sırada söyledi. Kimisine göre ise olay müşriklerle sohbet ettiği bir
sırada vuku buldu. Kimisine göre müşriklerden uzak bir yerde bulunuyordu ve
kendi kendine müşriklerin putlarının isimlerini fısıldıyordu. Putların
isimlerini duyunca etrafında toplandılar ve Peygamber bu sırada Kur’ân’a ilave
sözleri söyledi.
Rivayetler,
mürsel senedlerle rivayet edilmekle birlikte bunca çelişkiyi de beraberlerinde
taşıyorlarsa bu rivayetleri din adına kabul edenleri, rivayet köleleri olarak
tavsif edenlere hak vermemek mümkün değildir.
Ayrıca
Buhâri ve başka muhaddislerin İbn Abbas’tan sahih ve müsned bir senedle
naklettikleri bir rivayette Peygamberin (s.a.v.) Necm sûresini okuduktan sonra
secde ettiği ve orada bulunan Müslümanlarla müşriklerin secde ettikleri
anlatılmakta[70]
fakat sûreye Kur’ân dışı ilavelerin yapıldığı belirtilmemektedir. Eğer
müşriklerin secde etmeleri putlarının övülmesinden dolayı olsaydı bu husus bu
rivayette de söz konusu edilirdi.
Müşrikler
iki sebepten dolayı secde etmiş olabilirler: Ya putların ismi sûrede zikredildiği
için, Müslümanlar Allah’a secde ederken onlar da kendi putları için secde
etmişlerdi. Ya da Necm sûresinin fesahat ve belağatine kendilerini kaptırmış ve
bu eşsiz sanat karşısında secdeye gitmişlerdir. Nitekim Kur’ân’ı dinleyen
müşriklerin etkisinde kaldıklarını ve Kur’ân’ı okuyup etkisinde kalmamak için
Kur’ân okunduğunda gürültü çıkardıklarını biliyoruz.[71]
Çünkü şark milletlerinde, harika bir şeyle karşılaştıklarında takdir
duygularını ifade etmek bakımından secdeye kapanmak, yaygın bir davranıştır.
Mevdûdî,
müşriklerin secde etmelerini şöyle değerlendirmektedir: “Bütün hikâye, Hz.
Peygamberin (s.a.v.) Necm sûresini tilavet etmesi ve bunun sonunda secde edince
toplantıda hazır bulunan bütün Müslümanlar ve müşriklerin secde etmesinden
ibarettir. Bunda, aslında hayret edilecek bir şey yoktu ve pek
garipsenmemeliydi. Zira evvela Kur’ân-ı Kerim’in bizatihi son derece tesirli ve
büyüleyici bir üslubu vardır. Üstelik Hz. Peygamberin (s.a.v.) mübarek ağzıyla
okunmasının bu etkiyi daha da arttıracağı unutulmamalıdır. Bu iki faktörün
birleşerek toplantıdakileri büyülediği ve secdeye gitmelerine sebep olduğu pek
uzak bir ihtimal değildir.[72]
Zaten,
bundan dolayıdır ki Kureyşliler Hz. Peygamber’e (a.s) sihirbaz ve büyücü gibi
lakaplar takıyorlardı. Bundan sonra, öyle sanılıyor ki, Kureyşliler bu bir
anlık dalgınlıkları üzerine pişmanlık duydular ve onlardan bazısı buna bir
gerekçe bulmaya çalıştılar ve dediler ki: “Vallahi biz bunu yapmak
istemiyorduk ama biz Hz. Muhammed’in (a.s) ağzından mabudlarımızı öven bazı sözler
duyduktan sonra secdeye gittik.” Diğer tarafta bu olay Habeşistan’daki
Müslüman muhacirlere “İslâm ile Küfr arasında sulh temin edildi” diye
ulaştı; zira görgü tanıkları müşrik ve Müslüman herkesin aynı anda secde
ettiklerini görmüşlerdi. Bu söylenti öylesine yoğunlaştı ki Habeşistan’daki
muhacirlerin hepsi değilse de çoğu Mekke’ye dönmüş oldu. Bu olaydan sonra
aradan geçen 10 yılda, Kureyşlilerin secde etmesi olayı şu secde ile ilgili
Kureyşlilerin ileri sürdüğü gerekçe ve Habeşistan’daki Müslümanların yurda
dönüşü, hepsi bir araya gelip gerçek bir olay şeklini aldı ve bazı çok mümtaz
âlim, muhaddis, müfessir ve tarihçi bunu kabullenmek zorunda kaldılar. İnsan,
insandır. En bilgili ve imanı kuvvetli kişi bile hataya düşebilir. Din büyüklerine
büyük bir hayranlık besleyenler ise dinî coşku ve velvele yüzünden bazen
hakikatlerle beraber mübalağalı hikâye ve olayları da gerçekmiş gibi kabul ediverirler.
Kötü niyetli insanlar ise bu iyi, dürüst insanların sadece hata ve
kötülüklerini bir yerde toplayıp bu zevat vasıtasıyla bize intikal eden hadîs-i
şeriflerin ve hattâ Kur’an-ı Kerim’in tümünün güvenilir olmayıp, hâşâ çöpe
atılmaya lâyık olduğunu ispatlamaya çalışırlar.”[73]
Peygamberi
teselli etmek üzere indiği söylenen ayet ise Medenî bir sûre olan Hac sûresinde
geçmektedir. Buna göre Garanik olayı ile Peygamberi teselli eden ayetin inişi
arasında en azından sekiz yıl gibi uzun bir müddet vardır.
Kıssayla
ilgili rivayetleri kabul ettiğimiz takdirde şöyle bir durumla karşı karşıya
kalıyoruz: Şeytan, İslâm’ın inançlarıyla bağdaşmayan birtakım sözleri
Peygamber’e hem de Allah kelamı olarak söyletiyor. Aynı akşam Cebrail’in
uyarısıyla Peygamber yaptığının farkına varıyor ve son derece üzülüyor; Allah’a
iftira etmiş olmaktan dolayı dehşetli bir korkuya kapılıyor. Hattâ bazı
rivayetlere göre o kadar üzülüyor ki onu teselli eden ayet ininceye kadar yarı
baygın olarak kalıyor. Sekiz yıl sonra teselli eden ayet geliyor ve diyor ki:
“Ey
Peygamber! Sekiz yıl önce şeytanın oyununa gelerek Kur’ân’dan olmayan bazı
sözleri Kur’ân’a katmıştın. Sekiz yıl önce işlemiş olduğun bu hatadan dolayı
artık üzülme. Çünkü senden önceki Peygamberlerin her birinin başına bu tür
olaylar gelmiştir. Sen merak etme, Biz şeytanın Kur’ân’a kattıklarını nesheder
ve ayetlerimizi sağlamlaştırırız.”
İslâm
İnancı Açısından Kıssanın Bir Değerlendirilmesi
Peygamberler,
İlâhi mesajları alır ve onları insanlara iletirler. Allah tarafından bu göreve
seçilmiş ve bu görevi yürütebilecek şekilde yine Allah tarafından eğitilip
yetiştirilmişlerdir. Onlar, ilâhi vahyi insanlara iletmekle de yetinmez, kendi
hayatlarında da uygularlar. Böylece pratik hayatta da insanlara örnek olurlar.
Son
Peygamber Muhammed (s.a.v.)’e indirilen kitabın, diğer peygamberlere indirilen
kitaplar gibi topluca değil de parça parça indirilmesinin en önemli
sebeplerinden biri, Peygamberin Kur’ân’ı hayatında yaşayarak tebliğ etmesidir.
Bu yönüyle Peygamber, Allah ile insanlar arasında elçilik görevini yapmaktadır.
Bu elçilik görevinde Peygamberin güvenilirliği kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Peygamberler, elçilik görevlerinde hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde
güvenlidirler. Güvenilirlik, Peygamberin temel niteliklerindendir.
Ayrıca
Peygamberler, görevlerini yerine getirirken Allah tarafından gözetilip
korunurlar. Bir Peygamber için zorunlu niteliklerden biri de budur.
Garanik
kıssası, Peygamberin bu nitelikleriyle bağdaşmayan bir olaydır. Kur’ân’ın
mübelliği durumunda olan Peygamberin (s.a.v.) Kur’ân’ı tebliğ ederken araya
şeytanın birtakım sözleri karışması Peygamberin tebliğ ettikleri hakkındaki
güvenilirliği sarsar. Bir peygamber, ilâhî vahiy ile şeytanın telkinlerini
birbirinden ayırt edemiyorsa güvenilirliğini yitirir.
Bir
Peygamber ki şeytanın telkinlerini Allah kelamı diye tebliğ ediyor, tebliğ
ettiği bu sözler, o ana kadar inen vahiyle taban tabana zıt olduğu halde
farkına varmıyor ve ancak akşam olup Cebrail’in uyarısıyla yaptığının farkına
varıyor. Bu mümkün müdür?
Böyle
bir iddiada bulunabilmek, Peygamberlik müessesesinin anlamını idrak etmemektir.
Bu iddiayı kabul edecek olursak, Allah’ın indirmediğini Allah’tanmış gibi
tebliğ ettiğinden ve bu sözlerle putları överek onlara tapmayı teşvik
ettiğinden dolayı Peygamberi küfre girmekle itham etmiş oluruz. Bir Peygamberin
küfre girmeyi gerektirecek bir davranışta bulunmayacağı, küfür sözü
söylemeyeceği hem Kur’ân nassıyla ve hem de icma ile sabittir.
Yüce
Allah, Kur’ân’ı elçisi Muhammed’e (s.a.v.) indirmiş, onu korumayı da bizzat
üstlenmiştir. Bu nedenle Kur’ân’a bâtılın karışması mümkün değildir.
O
halde Garanik kıssası, Peygamberlik kurumuyla, Kur’ân’ın korunmuşluğuyla
bağdaşmayan bir kıssadır ve gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur.
Kıssaya
dair bu eleştirilerden sonra Peygamberi teselli etmek için indiği söylenen
ayeti görelim. Çünkü bu kıssaya meyledenlerin meyletmelerinin sebeplerinden en
önemlisi, belki de söz konusu ayetin ne anlama geldiği konusudur. Bu nedenle
ayetin tefsiri üzerinde durmakta yarar vardır.
Sözkonusu
Ayetin Tefsiri
Garanik
olayından dolayı son derece üzülen Peygamberi (s.a.v.) teselli etmek için
indiği söylenen ayet şöyle:
وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ
وَلَا نَبِيٍّ إِلَّا إِذَا تَمَنَّى أَلْقَى الشَّيْطَانُ فِي أُمْنِيَّتِهِ فَيَنْسَخُ
اللَّهُ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ ثُمَّ يُحْكِمُ اللَّهُ آيَاتِهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ
حَكِيمٌ
“Biz
senden önce hiçbir resul, hiçbir nebî göndermedik ki o resul veya nebi bir şey
temenni ettiği zaman, şeytan onun ümniyyesine bir şey atmış olmasın. Allah,
şeytanın attığını iptal eder, sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırır Allah alim
ve hakimdir.”[74]
Ayette
geçen ümniyye kelimesine farklı anlamlar verilmiştir. Ayet tefsir
edilirken tefsirine yön veren de bu kelimeye verilen anlam olmuştur.
Ümniyye kelimesine üç
anlam verilmiştir:
Tilavet,
konuşma ve temenni.
Onu
tilavet (okumak) manasına alanlar, şu ayeti delil olarak zikrederler.[75]
وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ لَا يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ
إِلَّا أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَ
Ayette
geçen أمانى
kelimesinin
ezbere okuma anlamında olduğunu söylerler. Çünkü ümmî, okuma-yazma
bilmeyendir. Kitaptan okumayı bilmediğine göre onu ezbere okur.[76]
Ya da anlamını bilmeden okur.[77]
Konuşma
anlamına geldiğini söyleyenler, Buhârî’nin İbn Abbas’tan naklettiği rivayeti
gösterirler. Söz konusu rivayette İbn Abbas ümniyye nin konuşma anlamına
geldiğini belirttikten sonra ona kıraat anlamı verildiğini de ifade eder.[78]
Bazı
müfessirler bu iki anlam arasında ayırım yapmaz.[79] Ümniyye
sözcüğünü bu anlama alanlar, Garanik kıssasını kabul ederler.
Ancak
bir kısmı, Kur’ân dışı sözleri söyleyenin Peygamber olduğunu söylerken bir
kısmı da Kur’an dışı sözleri söyleyenin şeytan olduğunu fakat muhatapların,
Peygamberin söylediğini zannettiklerini belirtirler.
Kelimeye
verilen üçüncü anlam ise dilimize de geçmiş olan “temenni”dir. Kelimenin sözlük
anlamı da budur.[80]
Kanaatimiz
o ki kelime sözlük anlamı olan temenni anlamında kullanılmıştır. Zaten
kelimenin sözlük anlamında kullanılmadığını söyleyebilmek için, buna dair kesin
bir karinenin bulunması gerekir.
Nitekim
“okuma’’ anlamında kullanıldığına dair delil olarak ileri sürdükleri:
وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ
لَا يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ إِلَّا أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَ
Ayetinde
geçen “emâni” kelimesinin de okuma anlamında olduğu şüphelidir. Nitekim
Zemahşerî kelimeye temenni anlamını verdikten sonra, kelimenin “uydurma
yalanlar” ve okuma anlamında kullanıldığının da söylendiğini belirtir.[81]
İfade üslûbundan da anlaşıldığı gibi o, birinci anlamı yani temenni
anlamını tercih etmektedir. Kaldı ki bu ayette okuma anlamında
kullanılmış olduğunu kabul etsek bile bu kökten türetilmiş kelimelerin
kullanıldığı ayetlerin büyük çoğunluğunda bu kelimeler temenni anlamında
kullanılmışlardır.[82]
Nitekim
İbn Abbas da tefsirini yapmaya çalıştığımız ayette geçen “ümniyye” kelimesini
tefsir ederken: “Her peygamberin arzusu, ümmetin Müslüman olmasıdır”[83]
demek suretiyle kelimenin temenni manasında kullanıldığını belirtmektedir.
Ayette
geçen ümniyye kelimesinin anlamını belirledikten sonra ayetin tefsirine
geçebiliriz:
İbn
Abbas’ın da belirttiği gibi her Peygamberin arzusu, ümmetinin iman etmesidir.
Bir Peygamber için ilk planda gelen bir arzudur bu. Peygamber, ümmeti için
hayır diler; dünya ve âhirette mutlu olmalarını; Allah’ın emirlerine riayet
etmelerini temenni eder. Çünkü bilir ki dünya ve âhiret mutluluğu, Allah’ın
emirlerine riâyet etmekten geçer. Zaten Peygamberin görevi de ümmetini
Allah’ın yoluna davet etmektir.
Peygamberimizin
bu konudaki temenni ve çabaları müteaddit ayetlerde dile getirilmiştir. Bu
ayetlerden birkaçı şöyledir:
‘’Ama
sen, ne kadar istesen de yine insanların çoğu inanacak değildir.”[84]
“Demek
onlar bu söze inanmazlarsa, onların peşinde (üzüle üzüle) kendini helak
edeceksin (ha)!”[85]
“Allah
dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğini yola iletir. Bundan dolayı
nefsin onlar için hasretle (üzüntülerle) gitmesin, (yok yere kendini harab
etme), Allah onların ne yaptıklarını biliyor.”[86]
Şeytanın
arzusu ise insanları hak yoldan; Allah’ın yolundan uzaklaştırmaktır.
Peygamberin çabalarına karşın şeytan da karşı çaba içerisindedir. Peygamber,
arzusunu gerçekleştirmek için her hamle yaptığında şeytan da karşı hamleyi başlatır.
Peygamberin
gelişiyle hak ve bâtıl çatışması alevlenir. Peygamberler ve onlara ilk
dönemlerde iman edenler başta sıkıntı çekerler. Kurulu düzen içerisinde etkin
güçler Peygamber’e ve ona tâbi olanlara karşı çıkarlar. Toplumun daha çok fakir
ve haksızlığa uğramışları Peygamberin etrafında toplanırlar. İlk dönemlerde
hak-bâtıl çatışmasında imkânlar, karşı güçlerin elindedir. Hattâ bu güçler çoğu
zaman Peygamberi ve etrafında toplananları yurtlarını terk etmeye zorlarlar.
Ancak Peygamberin etrafında toplanan ve ona inananlar yavaş yavaş çoğalırlar,
halka genişler ve nihayet Hak bâtıla galip gelir. Allah, şeytanın ve
taraftarlarının çabalarını boşa çıkarır, onları iptal eder.
Peygamber
ve taraftarları, bilhassa mücadelelerinin ilk dönemlerinde büyük sıkıntılara
maruz kalırlar. Peygamberimiz ve ona inananlar da başlangıçta büyük
sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Yüce Allah, ona ve beraberindekilere
kendilerinden önce de her peygamber ve etbaının sıkıntı çektiklerini, fakat
sonuçta onların galip geldiklerini haber vererek sıkıntılarını hafifletir ve
azimlerini takviye eder. Ayetin siyakı da bu anlattıklarımızı doğrulamaktadır.
Sûrenin önceki ayetlerinde aynı durumun geçmiş Peygamberlerin başından da
geçtiğinden bahisle şöyle buyrulmaktadır:
“Eğer
onlar seni yalanlıyorlarsa (şunu bil ki) onlardan önce Nûh’un kavmi, Ad, Semûd,
İbrahim’in kavmi, Lût’un kavmi ve Medyenliler de (Peygamberlerini)
yalanladılar. Musa da yalanlanmıştı, işte Ben o kâfirlere süre tanıdım, sonra
yakaladım; azabım nasılmış görsünler!”[87]
Ayetin
peygamberler hakkında genel bir yasayı dile getirdiği, ayetin kendisinden
anlaşılmaktadır. Bu nedenle ayeti Garanik olayıyla izah ettiğimiz takdirde ona
şu anlamı yüklememiz gerekir: Bütün peygamberlere şeytan musallat olmuş,
kendilerine indirilmiş vahyi karıştırmış ve sonra da yüce Allah şeytanın
karıştırdığını neshetmiştir. Böyle bir şeyin mümkün olmadığı ise açıktır.
Ayet
siyakı içerisinde anlaşılmalıdır. Siyaktan anlaşılan ise her peygamberin kavmi
tarafından yalanlandığı ve sonuçta peygamberlerin muzaffer olduklarıdır.
Garanik
hadisesiyle ilgili olarak indiği söylenen ayetten önceki ayetlerde söz konusu
yasanın geçmiş peygamberlerin hayatlarında da uygulandığından bahisle şöyle
buyrulmaktadır:
“(Ey
Muhammed), eğer, (bunlar) seni yalanlıyorlarsa, (bil ki) bunlardan önce Nûh
kavmi, Ad ve Semûd (kavimleri) de yalanlamıştı, İbrahim kavmi de Lût kavmi de
(yalanlamıştı). Medyen halkı da (yalanlamıştı), Musa da yalanlanmıştı. Ben de
kâfirlere (yola gelirler diye) mühlet verdim, sonra onları yakaladım. (Bak),
Benim (onları) inkârım nasıl oldu, (Halkı) zulmederken helak ettiğimiz nice
memleketler vardır ki duvarları tavanlarının üstüne çökmüştür.”[88]
Hatta
“ümniyye”yi okuma anlamına alsak bile bu uydurma rivayetlerde anlatılan durum
söz konusu değildir. Bu anlama aldığımız takdirde ayette anlatılan şudur:
Peygamber
kendisine gelen vahyi okuduğunda şeytan vahyi karıştırmak ya da zıddını telkin
için Peygambere birtakım vesveseler verir. Böylece Peygamberi meşgul etmeye,
kendisine gelen vahyi tam olarak ezberlemesine ve onu olduğu gibi insanlara
tebliğ etmesine engel olmaya çalışır. Ancak Allah, şeytanın bu vesvesesini
iptal eder etkisiz kılar ve Peygamberin hem vahyi olduğu gibi ezberlemesini ve
hem de olduğu gibi insanlara tebliğ etmesini sağlar.
Habeşistan’a
hicret etmiş Müslümanların niçin geri döndükleri meselesi zihnimize
takılabilir. Bu konuda iki sebep zikredilir:[89]
Birincisi: Hz. Ömer,
Habeşistan’a yapılan hicretten kısa bir müddet sonra Müslüman olmuştur. Onun
Müslüman oluşuyla Müslümanlar bir müddet için kendilerini daha bir güven
içerisinde hissetmişlerdir. Hattâ ibadetlerini açıkça yapmaya, Ka’be’de namaz
kılmaya başlamışlardır. Kureyşliler de bir iç savaşın çıkmasından endişe ederek
Müslümanlara yaptıkları baskıya ara vermişlerdir. Hattâ bu arada Müslüman
olanların sayısı da çoğalmıştır. Bu haber Habeşistan’a hicret etmiş
Müslümanlarda Mekke’ye geri dönme arzularını kamçılamıştır.
İkincisi: O sıralarda
Habeşistan’da Necaşi’ye karşı ayaklanma başlamıştır. Ayaklanmanın temel sebebi
de onun Müslümanlara müsamahakâr davranmasıdır. Bu iki sebep bir araya gelince
de Müslümanlar Habeşistan’dan geri dönmüşlerdir.
Sonuç
Peygamberi
(s.a.v.) ilgilendiren rivayetler din açısından hassas bir konuma sahiptir.
Çünkü bir din için Peygamber en temel unsurlardandır. Din düşmanlarının
seçtikleri hedeflerin başında Peygamber gelir. Çünkü Peygamber hakkında ortaya
konacak bir olumsuzluk dinîn özünü ilgilendirir. Müsteşriklerin her fırsat
buldukça Garanik kıssasını gündeme getirmelerinin nedeni de budur.
Kıssa
ne yazık ki bazı Müslüman âlimler tarafından da kabul görmüştür. Hâlbuki sened
bakımından da metin bakımından da kıssanın kabul görecek bir değeri yoktur.
Her
şeyden önce kıssa mürsel rivayetlerle rivayet edilmiştir ve mürsel rivayetler
zayıf hadis kapsamına girerler. Din açısından hüccet kabul edilmeyecekleri de
muhaddislerin temel görüşüdür.
Said
b. Cübeyr gibi tabiînin bazı büyüklerinin mürsellerinin hüccet olduğunu
söyleyenler olmakla birlikte, bunların hüccet olduklarını söyleyenlerin ileri
sürdükleri gerekçe Garanik kıssasına uymamaktadır. Çünkü gerekçe olarak derler
ki: Bu zatların mürsellerinin başka tarikten sahih ve müsned senedlerle
rivayetleri mevcuttur. Hâlbuki Garanik kıssasının sahih ve müsned senedle
rivayet edilmiş tek bir rivayeti mevcut değildir. Kaldı ki sahih ve müsned
senedle rivayet edilmiş olsaydı bile kıssa Kuran’la çeliştiğinden yine bir
değeri olmayacaktı. Çünkü kıssa, Peygamberin, (s.a.v.) Kur’an’dan olmayan ve
müşriklerin putlarını öven sözleri, şeytanın telkini ile Allah kelamı olarak
insanlara tebliğini anlatmaktadır. Hâlbuki Peygamberin vahye bir şey
karıştırmadan gelen vahiyleri olduğu gibi insanlara tebliğ ettiğine dair müteaddit
ayetler vardır.
Ayrıca
bir peygamber için emanet, yani Allah’tan gelen vahyi olduğu gibi insanlara
tebliğ etmesi, zorunlu niteliklerindendir. Kıssa bu yönüyle de İslâm’ın inanç
prensipleriyle bağdaşmaz.
Kıssayla
ilgili rivayetlerde olaydan sonra Peygamberin (s.a.v.) çok üzüldüğü hatta bazı
rivayetlere göre teselli ayeti gelinceye kadar üzüntüsünden yarı baygın bir
vaziyette kaldığı anlatılmaktadır. Rivayetlerin anlattığına göre olay,
Habeşistan’a ilk hicretten sonra gerçekleşmiş ve olayın vukuundan sonra
Habeşistan’a hicret edenlerin bir kısmı geri dönmüştür.
Buna
göre olay Peygamberliğin beşinci yılında vuku bulmuştur. Peygamberi teselli
etmek için indiği söylenen ayet ise Hac sûresinde geçmektedir ve bu sûre
Medenî’dir. Yani Hicretten sonra indirilmiştir. O halde olay ile teselli olarak
indiği söylenen ayetin inişi arasında en az sekiz yıllık bir müddet vardır. Bu
da rivayetlerin çelişkilerinden biridir.
Tarih
açısından bu tutarsızlığın yanı sıra rivayetlerde başka birçok çelişki vardır.
Ayet,
siyak ve sibakından da anlaşıldığı gibi Peygamberler hakkında genel bir yasayı
dile getirmektedir. Her Peygamberin arzusu, kavminin hak yolu bulmasıdır.
Peygamberler mesailerini buna harcarlar. Ancak şeytan daima karşı taarruz
içerisindedir. Peygamberlerin, arzularını gerçekleştirmeleri zorlu bir yoldur.
Şeytanın kışkırtma ve engellemeleriyle davetin başlangıcında peygamberler
kavimleri tarafından yalanlanırlar. Mücadele devam eder ve nihayet bu
mücadelede peygamberler galip gelirler. Şeytanın çabaları boşa gider.
Hem
mürsel ve çelişkili rivayetlerle nakledilen ve hem de Kur’ân’la çelişen, bir
kıssanın kimi Müslüman âlim tarafından kabul görmüş olması üzücü olmakla
birlikte ilmî ölçüler çerçevesinde kıssanın tutarlı hiçbir tarafı yoktur.
[1]
Bkz. Karen Armstrong, Muhammed (A Western
Attempt To Understand Islam), London 1991, s. 111.
[2]
Garanik Meselesinin İstismarcıları, A. Ü.
İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XXIV, Ankara 1981, s. 69-91.
[3]
Bkz. Prof. Dr. Hüseyin Hatemî, Şeytan
Rivayetleri, İstanbul, 1989.
[4]
Necm sûresi 53/19, 20, “Lât ile Uzza’yı ve diğer üçüncüsü olan Menat’ı
gördünüz mü?”
[5]
“Bunlar yüce turnalardır ve şefaatleri mutlaka umulur.”
[6]
İsrâ sûresi 17/73-75.
[7]
Hac sûresi 22/52.
[8]
Konuyla ilgili rivayetler için bkz.
Taberî, Câmiu’l-Beyân an Te’vili Ayi’l Kur’ân, Beyrut 1988; XVII, 186-190;
Tarihu’1-Umem ve’l-Mulûk,-Daru Suveydân-, Beyrut-tarihsiz, II, 338-341; Suyûtî,
ed’Durru’l-Mensûr Tahran-tarihsiz, IV, 366-368.
[9]
Bkz. Câmiu’l-Beyân an Tevili
Âyi’l-Kur’ân, Beyrut-1988, XVII, 186-187.
[10]
Bkz. Maâlimu’t-Tenzil,
Beyrut-1987, III, 293-294.
[11]
Bkz. el-Keşşâf an Hakâiki
Ğavâmidi’t-Tenzîl, Beyrut-tarihsiz, III, 164-165.
[12]
Mecmuu Fetâvâ Şeyhi’l-İslâm -Cem
ve tertîb: Abdurrahman b. Muhammed, baskı yeri ve tarihi yok. X, 291, 292.
[13]
İbn Hacer el-Askalânî,
Fethu’l-Bârî. el-Matbaatu’s-Selefiyye, VIII, 439.
[14]
ed-Durru’l-Mensûr,
Tahran-tarihsiz, IV, 366-368.
[15]
Esbâbu’n-Nuzûl, Mısır-1968, s.
177-178.
[16]
Ahkâmu’l Kur’ân, Beyrut-tarihsiz,
II, 346.
[17]
Lataifü’l-lşârât, Mısır-1981, II,
554.
[18]
İsrâ sûresi 17/73 “Az daha onlar, seni, sana vahyettiğimizden ayırarak,
ondan başkasını Bize iftira etmen için fitneye düşüreceklerdi.”
[19]
Ahkâmu’l-Kur’ân, Mısır-1958, III, 1287-1291.
[20]
Ali el’Karî, Şerhu’ş-Şifâ.
Beyrut-tarihsiz. IV, 366-368.
[21]
Hakka sûresi 69/44-47.
[22]
Yûnus sûresi 10/15.
[23]
Necm sûresi 53/3.
[24]
İsrâ sûresi 17/73.
[25]
İsrâ sûresi 17/74.
[26]
Furkan sûresi 25/32.
[27]
A’lâ sûresi 87/6.
[28] Rivayetlerin
bir kısmına göre Peygamber (s.a.v.) namaz kılarken Necm Sûresini okumuş ve
namazda müşriklerin putlarını övmüştür. Bir kısmına göre ise, müşriklerin
meclisinde sohbet ederken Necm Sûresini okumuş ve bu sırada müşriklerin
putlarını övmüştür. Râzî bu maddeyle bu iki durumun da mümkün olmadığını
anlatmaktadır.
[29]
Mâide sûresi 5/67.
[30]
et-Tefsîru’l-Kebir, İkinci Baskı,
Tahran-tarihsiz, XXIII, 50-52.
[31]
Buhari, Kitâbu’t-Tefsir, Hac
sûresi.
[32]
Âsârât fi Müşkilât’ten naklen, Ali
b. Hasen el-Halebî, Delhatlu’t-Tahkik li İbtâli Kıssati’-Ğarânik, Cidde-1992,
s. 195-202.
[33]
Râzî, XXIII, 50.
[34]
Aksekili’nin bu eserini M. Hayri
Kırbaşoğlu sadeleştırerek “İslâmi Araştırmalar” dergisinde (cilt: 6, sayı: 2,
1992) seri halinde yayınlamıştır.
[35]
A. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi,
c. XXIV, Ankara-1981, s. 69-91.
[36]
Bkz. Tarih Boyunca Tevhid
Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, Çev. Ahmed Asrar, İstanbul-1992, III,
248-256.
[37]
Bkz. Muhammedun Resûlüllah,
Dımaşk-1985, II, 30-153.
[38]
Bkz. es- Siretü’n-Nebeviyye,
Riyad-1992, s. 199-205.
[39]
Karen Armstrong, a. g. e. s. 111.
[40]
Şeytan Ayetleri.
[41]
Eser Cidde’de 1992 yılında
basılmıştır.
[42]
İbn Hacer el-Askalâni,
Fethul-Bâri, el-Matbaatu’s-Selefiyye, VIII, 439.
[43]
Talat, Koçyiğit, Hadis
Istılahları, Ankara-1980, s. 291; Selahattin Polat, Mürsel Hadisler ve Delil
Olma Yönünden Değeri, Ankara-1985, s. 51.
[44]
Hatip el Bağdadi, el-Kifâye fi
İlmi’r-Rivaye, Medine-tarihsiz, s. 387.
[45]
İbnu’s-Salah, Mukaddime, Haleb,
1966, s. 100.
[46]
Şafii, Risale, Beyrut- tarihsiz, s.
462.
[47]
Fethu’1-Bâri, VIII, 439.
[48]
Aliyyu’I-Kâri, Şerhu’ş-Şifâ, II,
228.
[49]
İbn Kesîr,
Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Kahire-tarihsiz, IV, 438-439; Şevkânî, Fethu’l-Kadir,
III, 462.
[50]
Bkz. İbn Seyyidi’n-Nâs,
Uyûnu’l-Eser, -Daru’l-Ma’rife-, Beyrut-tarihsiz, I, 121.
[51]
Hz. Âişe’nin istidraklerine dair
müstakil eserler de yazılmıştır, (bk. M. Sait Hatiboğlu, “Hazreti Âişe’nin
Hadis Tenkidçiliği” A. Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XIX, Ankara-1973, s.
61 -62). Bu istidraklerinin bir kısmı bazı sahabilerin içtihatlarına
yöneliktir. Ama bir kısmı da naklettikleri hadislerle ilgilidir. Rivayetlerini
hatalı bulduğu sahâbiler arasında çok hadis rivayet eden Ebû Hureyre ve
sahabenin fakihlerinden olan Abdullah b. Ömer gibi önemli sahabiler de vardır.
Hz. Âişe’nin nakli hatalı bulurken kullandığı üslup ve Kur’ân’dan nasıl
deliller getirdiğini görmek bakımından bir misal zikretmek istiyoruz-
“Buhari ve
Müslim’in de naklettiklerine göre Abdullah b. Ömer, Peygamberin (s.a.v.) “Ölü
yakınlarının kendisine ağlamalarından dolayı azaba uğratılır.” buyurduğunu
zikretmiştir. Hz. Âişe bunu duyduğunda: Abdullah b. Ömer için: “O yalan
söylemez ama unutmuştur veya hata etmektedir.” dedikten sonra hatasını şu şekilde
düzeltmektedir “Peygamber (s.a.v.) bir Yahudi kadının mezarının yakınından
geçiyordu. Kabirde yatanın yakınları orada toplanmış ağlaşıyorlardı. Bunun üzerine:
“Bunlar ağlaşıp duruyor; halbuki o kabirde azab görmektedir’ buyurmuştur.”
(Zerkeşî, Bedruddin, el-İcabe li İradi mâ İstedrekethu Âişetu ala’s-Sahâbe,
Beyrut, 1970. s. 102.)
Başka bir
rivayette ise Hz. Âişe ölünün, akrabalarının ağlamalarından dolayı azab
görmeyeceğine: “Kimse kimsenin günahını çekmez” ayetini de delil olarak
getirmiş ve “Size bu hususta Kur’ân’ın rehberliği yeter” demiştir. {ez-Zerkeşî,
a.g.e., s. 76-77)
[52]
Hakka sûresi 69/44-47.
[53]
Hakka sûresi 69/ 44-47.
[54]
İsrâ sûresi 17/74, 75.
[55]
İsrâ sûresi 17/73.
[56]
İsrâ sûresi 17/73.
[57]
Taberî, XVII, 187;
ed-Durru’l-Mensûr, IV, 367.
[58]
İsrâ sûresi 17/74.
[59]
Ebû Hayyân, et-Tefsîru’l-Muhit,
Riyad-tarihsiz, VI, 65.
[60]
İrşâdu’l-Akli’s-Selim, Kahire, V,
188.
[61]
Hicr sûresi 15/42.
[62]
Nahl sûresi 16/99-100.
[63]
Şuarâ sûresi 26/210-212.
[64]
Bkz. Şuarâ sûresi 26/221-222.
[65]
Fussilet sûresi 41/42.
[66]
Necm sûresi 53/1-4.
[67]
Necm sûresi 53/25, 26.
[68]
Necm sûresi 53/28.
[69]
Kıssayla ilgili rivayetlerin çoğu
Kur’ân’a ilave sözlerin Peygamber tarafından söylendiğini ileri sürmektedir.
Sened açısından da en kuvvetli rivayetler bu yöndedir. Ancak kıssayı kabul eden
âlimlerin çoğu, bu sözlerin şeytan tarafından söylendiğini ileri sürmektedir.
Bazı âlimler, rivayetlerin sahih olması farz edildiğinde bu sözlerin şeytan
tarafından söylenmiş olabileceğini ifade ederken (bkz. Kadı İbn Arabî,
Ahkâmu’l-Kur’ân, III, 1291; Kadı Iyad, Şerhü’ş-Şifâ li Aliyyi’I-Kârî, II, 235)
bazıları da direkt olarak bu görüşü ileri sürmektedir. Bu âlimlere göre
Peygamber (s.a.v.) Kur’ân okuduğunda ayet sonlarında uzunca dururdu. İşte bu
ara vermeler arasında şeytan Peygamberin ses tonunu taklit ederek bu sözleri söylemiş
ve muhataplar, ilave sözlerin Peygamber tarafından söylendiğini
zannetmişlerdir. (Kuşeyrî, Letâıfu’l-İşârât, Mısır-1981, II, 554; Cassas,
Ahkâmu’l-Kur’ân, Beyrut-tarihsiz, III, 346; Muhammed Hamidullah, İslâm
Peygamberi- çev. M. Said Mutlu-İstanbul 1972, I, 87-88).
Alimler bu görüşü
ileri sürerken, Peygamberin (s.a.v.) bu sözleri söylemesini Peygamberin
masumiyetiyle bağdaştıramamışlardır. Bu görüşlerinde haklılar. Ancak
dinleyicilerin tamamının bu sözlerin Peygamber tarafından söylendiğini zannetmeleri
aynı sonucu doğurmaz mı? Müfessir Râzî’nin de belirttiği gibi böyle bir durum
da Peygamberin vahiy diye tebliğ ettikleri hakkındaki güveni sarsar.
(et-Tefsîru’l-Kebir, XXIII, 52.) Hem oradakilerin hepsi şeytanın bu sözlerini
duyuyor da Peygamberin kendisi niçin duymuyor? Duyduysa niçin durumu hemen
oracıkta tavzih etmiyor?
Her şeyden önce konuyla ilgili rivayetler
sahih ve muttasıl bir senedle rivayet edilmiş değillerdir. Sahih olmaları
varsayımından hareketle birtakım çıkış yolları aramaya gerek yoktur.
[70]
Buhari, Kitabu’t-Tefsir 52;
Tirmizî, Cumua 51; Ebû Davud, Salât 160; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 401.
[71]
Bkz. Fussilet sûresi 41/26.
[72]
İbn Seyyidi’n-Nâs. Uyûnu’1-Eser,
-Daru’l-Ma’rife-Beyrut-tarihsiz, I, 121.
[73]
Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve
Hz. Peygamber’in Hayatı- çev. Ahmet Asrar-İstanbul-1992, III, 255-256.
[74]
Hac sûresi 22/52.
[75]
Bakara sûresi 2/78.
[76]
Bkz. Râzî, XIII, 51.
[77]
Râğıp el-İsfâhânî,
Beyrut-tarihsiz, s. 476.
[78]
Buhari, Kitabu’t-Tefsir, Hac
sûresi.
[79]
Bkz. Taberî, XVII, 190.
[80]
İbn Fâris, Mu’cemu
Makayîsi’l-Luğa, Mısır-1972, V, 276.
[81]
Zemahşerî, I, 157.
[82]
Misal olarak bkz. Kasas sûresi
28/82; Âl-i İmrân sûresi 3/143; Nisa sûresi 4/32, 123: Cuma sûresi 62/7; Bakara
sûresi 2/95.
[83]
Suyûtî, ed-Durru’l-Mensûr, IV,
366.
[84]
Yûsuf sûresi 12/103.
[85]
Kehf sûresi 18/6.
[86]
Fâtır sûresi 35/8.
[87]
Hac sûresi 22/42-44.
[88]
Hac sûresi 22/42-45.
[89]
Muhammed Hüseyin Heykel, Hayatu
Muhammed, Kahire-1354 h. s. 126; Muhammed b. Muhammed Ebû Bühbe,
es-Sîretü’rrNebebiyye, I, 351.
KUR’AN ve MEAL
MERKEZLİ DİN ANLAYIŞI
Prof. Dr. Mehmet
Sait ŞİMŞEK
Ne
peygamberimiz ilk peygamberdir, ne Kur’an indirilmiş ilk kitaptır ve ne de
Müslümanlar hak dine tabi olmuş ilk ümmettir. Bizden önce nice ümmetler
geçmiştir. Aslında yeryüzünde yaşayan insanlar o ümmetlerin devamıdır.
Diğer
toplumlar da indirilmiş bir dine geçmişte mensuptu ama günümüzde indirilmiş bir
dine mensubiyetleri bilinen üç topluluk vardır: Yahudiler, Hristiyanlar ve
Müslümanlar. Diğer topluluklar da kadim zamanlarda onlar da hak dine mensup
iken günümüzde ondan bütünüyle uzaklaşmışlardır. Yahudi ve Hristiyanların da
inanç ve amelde diğerlerinden az da olsa hak dinden uzaklaştıkları
kanaatindeyiz. Bu son iki topluluğun kitaplarında kısmi tahrifler olmuş olsa da
tahriflerin büyük kısmı yorum tahrifinden kaynaklanmaktadır.
İşte bu nedenle dini yaşayan din, yani
mensuplarının yaşadığı din, bir de kitaptaki din şeklinde ikiye ayırıyoruz.
Yaşayan her dinde zamanla asıldan uzaklaşma kaçınılmazdır. O halde yaşayan
İslam dininde de kaçınılmaz olarak asıldan uzaklaşma yaşanmaktadır. Kur’an’ın
geçmişte sapmış toplumların sapmalarına dair örnekler bu sebeple verilmektedir;
İslam ümmeti bundan ibret alsın ve dikkatli olsun diye.
Sözünü
ettiğimiz gerçek dinden uzaklaşma ve sapmaları Müslümanlar neye dayanarak
tekrar rayına oturtacaklar. Bu konuda temel kaynak şüphesiz ki Kur’an-ı
Kerim’dir. O, dinin tamamını içerir.
وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ
الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى
لِلْمُسْلِمِينَ
“Sana
bu kitabı her şeyin açıklayıcısı, doğru yola kılavuzluk eden bir rahmet ve
Müslümanlara müjde olarak gönderdik.” (16 Nahl 89).
Öncelikle
Kur’an’ın rehberliği gerekmektedir çünkü ona batıl karışmamış ve insan eli
değmemiştir. Ayrıca o, Allah’ın koruması altındadır.
Sözünü
ettiğimiz uzaklaşma sonucunda günümüzde Müslümanlar arasında tefrika çoğalmıştır.
Oysa tarafların tamamı Kur’an’ın bir değişikliğe uğramadan günümüze ulaştığını
kabul etmektedir. O halde Müslümanların birliği açısından da buna ihtiyaç
vardır.
Kitap
Ehli dini şu veya bu tarafa çekip Peygamber’e karşı çıktıklarında şu ayet indirilmiştir:
أَفَغَيْرَ اللَّهِ
أَبْتَغِي حَكَمًا وَهُوَ الَّذِي أَنزَلَ إِلَيْكُمْ الْكِتَابَ مُفَصَّلًا
وَالَّذِينَ آتَيْنَاهُمْ الْكِتَابَ يَعْلَمُونَ أَنَّهُ مُنَزَّلٌ مِنْ رَبِّكَ
بِالْحَقِّ فَلَا تَكُونَنَّ مِنْ الْمُمْتَرِينَ
“Kitabı
size ayrıntılı olarak indirdiği halde Allah’tan başka hakem mi arayayım? Kitabı
kendilerine verdiklerimiz, onun, Rabbin katından gerçek olarak indirildiğini
bilirler. O halde kuşkuya düşenlerden olma.” (6 En’am 114).
Peygamberin
de rehberi Kur’an’dır; ayette Peygamberin de başka bir hüküm kabul etmediği
açık bir şekilde ifade edilmektedir. Zira Kur’an’ı görmezlikten gelene Allah
şeytanı musallat eder. (Bk.43 Zuhruf 36-37)
Müslümanlar
arasındaki tefrikanın çözüm yolu da Kur’an’dan geçer. En azından tefrikanın
azalacağından söz edebiliriz. Cüz’i yorum farklılıkları olsa da yaşayan
Mezheplerin en büyüğü olan iki mezhep Kur’an’ın bir tahrife uğramadan günümüze
geldiğini söylemektedir. Diğer küçük mezhepler de bunu kabul etmektedir.
Kur’an’a
her vurgu yapıldığında kimileri "hadis ve sünnet", kimileri de
"mezhebimiz ve âlimlerimiz ne olacak" derler.
Her
ne kadar Kur’an’a vurgu yapanlara karşı çıkanların önemli bir kesimi
mezhepleri, tarikatları, âlimleri vs. öne çıkarsa da bunlardan çok daha önemli
olan Peygamberin hadisleri ve sünneti meselesini ele alacağım:
Kur’an-ı
Kerim’de Peygamber’e itaat, onun peşinden gidilmesi, usvei hasene olarak örnek
alınması, anlaşmazlıklarda Allah ve resulüne başvurulması gerektiği gibi
hususlar yer almaktadır.
Bu
hususların yer aldığı ayetlerin bağlamlarından hareketle o ayetlerin o dönem
Müslümanlarına hitap ettikleri şu veya bu sebeple iddia edilebilir ise de
şahsen onların bize de hitap ettikleri kanaatindeyim.
Anladığım kadarıyla Kur’an’da yer alan her bir
ayet şu veya bu şekilde bize de hitap etmektedir. Peygamberin özel durumları ve
onlara özel hitaplar bile Peygambere iman kapsamındadır; nasıl bir peygambere
iman ettiğimize dair beyanlardır.
Sözünü
ettiğimiz hususlar Kur’an’da yer almamış olsaydı bile كِتَابٌ
أَنزلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُولُو
الألْبَابِ “(Kur’an öyle) mübarek
bir kitap ki akıl sahipleri ayetleri üzerinde inceden inceye düşünsünler ve
öğüt alsınlar diye onu sana indirdik.” (38 Sad 29) ayeti peygamberden gelen
haberleri önemsememizi gerektirirdi.
Her
halde Peygamber ölülere sevap göndermek için veya anlamadan Kur’an okumuyordu.
Bu ayette istenen şekilde ayetleri üzerinde tedebbur ederek okuyordu ve
kendisini ilgilendiren hususları hemen uyguluyordu.
Kimse
Peygamberden Kur’an’ı daha iyi anladığını iddia edemez. Kur’an’ı anlayarak
okuyan ve ayetleri üzerinde tedebbür eden Peygamber, elbette anladıklarını ve
vardığı sonuçları ihtiyaç halinde sahabesine de aktarıyordu.
Az
önce sözünü ettiğimiz Peygambere itaat, örnek alınması vs. gibi hususlarla onun
Kur’an’ı en iyi anlayan olması nedeniyle vefatından sonra Müslümanlar söz ve
davranışlarını ele alan hadis ilmi ve metodolojisini kurmuşlardır. Peygamberin
vefatından sonra ona sormak mümkün olmadığından ta sahabe döneminde
birbirlerine Peygamberin hadislerini aktardıklarına dair haberler bize
gelmiştir. Buna rağmen Hz Ebu Bekir döneminde Kur’an cemedilmiş ama ne Ebu
Bekir ne de diğer Raşid halifeler döneminde hadislerin toplanması konusunda bir
girişimde bulunulmuştur.
Hatta
Hz. Ömer çok hadis rivayet eden Ebu Hüreyre’yi hadis rivayet etmekten menetmiş
ve hadis nakleden bir sahabi gördüğünde o hadisi Peygamberden duyduğuna dair
şahit getirmesini istemiştir.
Eğer
bugün bazı kesimler tarafından ileri sürüldüğü gibi hadisler dinin kaynağı
olsaydı kuşkusuz Raşid halifeler döneminde hadislerin toplanması için
komisyonlar toplanır ve onların toplanması için sahabe seferber olurdu.
Bu
sözlerimle hadislerin önemini azaltmak peşinde olmadığımı belirtmek isterim.
Peygamber’in söz ve davranışlarını içeren hadisler sadece ve sadece Kur’an’ın
açıklaması mahiyetindedir.
Ayrıca
din sadece bir anlatımdan ibaret olmayıp bir de pratiği vardır. Özellikle şekli
ve zamanı belirlenmiş namaz gibi ibadetler sünnetle belirlenmiştir. O halde
hadis ve sünnet dinin kaynağı değil, Kur’an’ın açıklamasında kaynaktır. Bu
nedenle Şatibi her hadisin mutlaka Kur’an’da bir dayanağının olması gerektiğini
söylemektedir.
Namaz
konusunda iki aşırı uçtan söz etmek istiyorum:
Sünneti
bütünüyle göz ardı etmek isteyenler ki bunlar, Peygamber’den önce de namazın
var olduğunu söyler, dolayısıyla Peygamber’in Sünnetine bir ihtiyaç olmadığını
hatta Kur’an’a dayandıklarını ileri sürerek mesela belirli dönemlerinde
kadınların namaz kılması gerektiğini ileri sürerler.
Peygamberden
önce de namazın kılındığını söyleyenlerin sözünü ettikleri namaz müşrikler ve
Kitap ehlinin aktarmasıdır. Belki kasıtları o değildir ama iddialarıyla müşrik
ve Kitap ehlinin aktarımına güveniyorlar ama Müslümanların aktarımına
güvenmiyorlar.
Bu
kesimin tam zıddı davranış içerisinde olanlar ise Peygamberin sünneti olmasaydı
nasıl namaz kılacağımızı bilemezdik diyerek hadis diye gelen en azından sahih
oldukları söylenen her hadisi kabul etmemiz gerektiğini ileri sürerler.
Oysa
namaz gibi günde beş vakit her Müslüman tarafından tekrar edilen, ayrıca
İslamiyet inkıtaa uğramadığı için nesilden nesile aktarılan namaz ile hayatta
bir veya birkaç kez gündeme gelen meselelerin zapt yönünden bir midir?
Bilindiği gibi namaz fiili sünnete girer ve fiili sünnet en güçlü sünnet olup
diğer hadislere benzemez.
Türkiye
Müslümanlarını baz alırsak –başkasını hadis münkiri olmakla itham eden hadis
savunuculuğuna soyunmuş olanları kastediyorum- bunlar hadis ehli olmadıkları
gibi ne hadisten anlarlar ne rical bilgileri vardır.
Aslında
onların dertleri mezhep ve meşrepleridir fakat bunu hadis ve Peygamberi
savunuyorum görüntüsü altında yaparlar.
Bunların
birçoğu ise ulusalcıdır; Türkiye Şii olsaydı Şia mezhepçiliği yapardı. Oysa ne
mezhep ne de meşrep İslam’ın üst başlığıdır; üst başlık Kur’an’dır. Nakledilen
hadisler de üst başlık değildir, nakledilen hadisler için de üst başlık yine
Kur’an’dır.
Delillere
dayanmaksızın sırf o bölgede doğdu yahut bir mezhep ve meşrebin eğitimini aldı
diye o mezhep veya meşrep bağlıları o mezhep ve meşrebi savunma hak ve
yetkisine sahip değilken başka mezhep ve meşreplerin aleyhinde konuşma hak ve
yetkisine nasıl sahip olsunlar ki? Buna rağmen mezhep konusunu gündeme getirip
diğer mezhep mensuplarını sapıklıkla itham eden ve onları tekfir ederek kargaşa
ve fitne çıkaranlar çoğunlukla bu kesimdir.
Delillerin
kaynağına inemeyen ve bu delilleri değerlendirme istidadında olamayanların
Müslüman ümmetin kahir ekseriyeti olduğunu biliyoruz.
Bu
sebeple mezhepler ümmetin dininin pratiğini yaşayabilmesi için faydalı kurumlardır.
Fakat bir mezhebin mensubu olmak başka mezhepçilik yapmak başka bir şeydir.
Mezhebe bağlanan Müslümanlar başka bir çare bulamadıkları için aslında
bağlanırlar ve bir mezhebe bağlı olmak bu sebeple övünülecek bir durum
değildir.
Günümüzde
İslam âlemi için en büyük tehlikelerden biri mezhep çatışmasıdır. Mezhep
çatışmasının sadece Müslüman olmayan ve İslam âlemine müdahale etmek için
pusuda bekleyen gayr-ı müslim sömürgecilere yarar.
Mezhep
çatışmasında her bir taraf diğer mezhepleri hedef almakta ve asıl mezhepçilik
yapanların diğerleri olduğunu söylemektedir. Oysa her mezhebin bağnazları
vardır ve hiçbir mezhep bu bağnazların fitne ve mezhepçiliklerinden masun
değildir. Kur’an’a yönelmenin bir nebze olsun bu fitneyi hafifleteceği
kanaatindeyim.
Özellikle
toplumsal değişimlerin hızlandığı dönemlerde bütün toplumlarda muhafazakârlık
etkili bir damardır. Müslüman toplumlarda muhafazakârlık damarı ulusalcılık ve
İslamcılık karışımından oluşur. Ülkemizde bu eğilime sahip olanların önemli bir
kısmı: ”Bin yıldır Müslüman bir milletiz; Mevcut din anlayışımızla bir din
algımız, bir kültürümüz oluşmuş; adet ve geleneklerimiz oluşmuştur. Yine bu
anlayışımız ve kültürümüz sayesinde beş asır Müslümanların bayraktarlığını
yapmışız. Bu din anlayışımız değişikliklere uğrarsa tarihteki konumumuzu
yitirebiliriz" endişesi taşırlar.
Günümüzde
ulusalcılı damarın dindar bilinen kesimde güçlü olmasının nedenlerinden biri
kanaatimce budur. Hâlbuki din anlayışımızın hurafelerden ayıklanması bize daha
da güç katacaktır. Ayrıca oluşan kültür içerisinde Kur’an’a ters düşmeyeni
devam eder, gelenek ve göreneklerimiz de öyle. Yeter ki bunları din olarak
görmeyelim.
"Onlara: ‘Allah'ın indirdiğine
uyun." dendiği vakit de: Yok, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona
uyarız." ( 2 Bakara 170) ayeti acaba sadece cahiliye dönemindeki müşrik
Araplara mı hitap ediyor.
Az
önce de belirttiğimiz gibi elbette Peygamberimiz Kur’an’dan pratiğe aktarılacak
emirleri bizzat kendisi pratiğe aktarmış, nazari meselelerle ilgili ayetleri
tedebbür etmiş ve vardığı sonuçları sahabesine aktarmıştır. Hatta müminlere
güzel örnek olması ve kendisine itaat etmemizin istenmesi nedeniyle hata
etmişse vahiy tarafından mutlaka düzeltilmiştir. Zira Allah yanlışı örnek
almamızı ve yanlışa itaat etmemizi istemez.
Bir
Müslümanın Peygamberi dışlayarak kendisinin Kur’an’ı daha iyi anladığını iddia
etmesi mümkün değildir. Böyle birinin peygamber inancında da, Kur’an’a imanında
da problem vardır.
Ne
var ki Peygambere nispet edilen hadisleri Peygamberin kendisinden duymadık,
arada aracılar var ve bunlar masum değildir. Arada kötü niyetliler olabilir,
hafızası kendisini yanıltmış olanlar olabilir hatta peygamberden hadisi
işitirken yanlış anlamış olabilir, Peygamberin konuşmasının yarısında oraya
gelmiş ve konunun bütününü yakalayamamış olabilir vs. Aslında âlimler de
geçmişte olaya böyle bakmış ve içtihatlarında sahih diye bilinen veya iddia
edilen hadislerin tamamını delil olarak almamışlardır. Sahih diye bilinen
hadislere dört mezhep içerisinde uymayan mezheplerin başında Hanefi mezhebi
gelmektedir. Bu, erbabınca bilinen bir husustur.
O
halde nakledilen hadislerde problem ravi dediğimiz aracılardadır, değilse
Peygamberin bizzat kendisinden duyduğu halde onun dediğini kabul etmeyen kişi
Müslüman bile değildir. Bu nedenle Müslüman âlimler nakledilen rivayeti kabul
etme veya reddetme konusunda birtakım kriterler ileri sürmüşlerdir. Günümüzde
tartışma daha çok nakledilen rivayeti Kur’an’a arz etme meselesidir. Kur’an’a
ters düşen rivayeti kabul edecek miyiz, etmeyecek miyiz?
Hadis
işiyle uğraşan âlimler iki sahih hadis biri biriyle çelişirse daha sahih olanı
alınır, derler. Peki, Kur’an’dan daha sahih rivayet mi var?
Bazı
kimseler –ki aralarında ilahiyatçılar hatta ünvanlılar da var- rivayeti
Kur’an’a arz ederim, Kur’an’la çeliştiğini görürsem reddederim, diyenleri de
hadis münkiri olarak ilan edebiliyorlar. Aynı mantıkla hareket edersek onlar
niye Kur’an münkiri sayılmasınlar ki?
Kendisinin
de diğer peygamberlerin de en çok üzerinde durdukları tevhit ve yalnız Allah’a
kulluk olduğu halde: “Eğer Rahman’ın bir çocuğu olsaydı, ona kulluk edenlerin
ilki ben olurdum” (43 Zuhruf 81) diyen
bir peygamberin Kur’an’a muhalif bir söz söylemesi veya bir davranışa davet
etmesi mümkün müdür?
“Benden
size bir haber ulaştığında onu Kur’an’a arz ediniz; Kur’an’a uyuyorsa onu
söylemişimdir, uymuyorsa söylememişimdir” anlamında Peygambere nispet edilen
bir rivayet vardır. Bazı âlimler bu rivayetin sahih olduğunu söylerken bazıları
da uydurma olduğunu söylemektedir.
Hadisçilerin
ve hadis ricaliyle ilgilenenlerin, hadisin sahih olup olmadığı meselesiyle
ilgilenmeleri doğaldır. Hadisin sahih olmadığını her söyleyenin kastı,
Kur’an’la çelişen ve senedi sahih kabul edilen hadislerin sahih olabileceği
değildir. Ama bir kısmı, Kur’an’la çelişiyor olsa da o hadisin madem senedi
sahihtir, o halde o hadis sahihtir ve onunla amel edilir hatta çeliştiği ayeti
nesih etmiştir, görüşündedir. Bunu söyleyen alimlerin azınlıkta olduklarını
belirtelim. Problem bu bakış açısındadır yoksa arz hadisinin sahih olup
olmamasında değil.
Her
şeyden önce Peygamber ne dinin kurucusudur ne de sahibidir. Dini vaz’eden ve
onun sahibi olan Allah’tır. Peygamberin kendisi de kendisine Allah’tan gelen
vahiylerle dini öğrendi:
“İşte
Biz sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin;
ne var ki Biz onu kullarımızdan dilediğimiz kimseyi kendisiyle doğru yola
eriştirdiğimiz bir nur kıldık.” (42 Şuara 52).
Ayette
sözü edilen “ruh” ve “nur” kelimeleriyle Kur’an’ın kastedildiği açıktır.
Peygamberin
bütün çabası Allah’tan kendisine indirilen Kur’an’a uymaktı. O, kendisine indirilene uyma konusunda diğer
insanlara örnektir. Allah’tan gelen vahiylere ilk teslim olan olmakla emir
olunduğunu söylemektedir. (Bk. 5 En’am 14, 39 Zümer 12). Onun Kur’an’la çelişen
söz söylemesi ya da tavır takınması düşünülemez. Allah’ın indirdiği vahye
aykırı bir davranışı olduğunda da uyarılmıştır. Bu ayetlere “ıtap/uyarı,
kınama” ayetleri denilmektedir. Kendisine uyarı geldikten sonra o davranışını
mutlaka düzeltmiştir. Değilse kendisine itaat etmemiz ve onu örnek almamız
Allah tarafından emredilmezdi.
“
Eğer (Peygamber) bize isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı, mutlaka onu
kudretimizle yakalardık. Sonra da onun şah damarını mutlaka keserdik.
Hiçbiriniz de bu cezayı engelleyip ondan savamazdı. Şüphesiz Kur'an, Allah'a
karşı gelmekten sakınanlara bir öğüttür.”69/38-48)
Yapılması
gereken şey, hadisleri Kur’an’ın yanı sıra paralel bir din olarak görmek değil,
Kur’an’ın hakemliğinde hadisleri kabul etmek ve onları Kur’an’ın açıklaması
olarak görmektir. Bu sebeple hadis savunmasına soyunanlar, sahih bildikleri bir
hadisi ret eden birini gördüklerinde muhatabı hadis münkiri veya Peygamberi
dışlayan biri olarak yaftalamadan önce o hadisin Kur’an’a uygun olduğunu, ona
aykırı düşmediğini ispatlamaktır.
Kur’ancı
diye nitelenenlerin itham edildikleri hususlardan biri de müsteşriklerin
peşinden gitmeleri ve onların oyuncağı haline geldikleridir.
Doğrusu,
Kur’an’ı öne çıkarmanın müsteşriklikle ne ilgisi var anlayamadım. Bu mesele
üzerinde durmaya lüzum yok diye düşünüyorum. Müslüman toplumların tamamın ve
hayatın her alanında olumsuz bir durum oldu mu, dış güçlerle izah edilir oldu.
Dış güçler denildiğinde problem mi çözülüyor? Hayır. Kendilerini, kendi hata ve
eksikliklerini sorgulamayı göze alamayanların; kendi hatalarıyla
yüzleşemeyenlerin sarılacakları başka bir bahane yok ki.
Türkiye’de
hadisleri bütünüyle ret eden tanınmış birini görmedim ama şunu bunu hadis
münkiri olmakla suçlayıp kendisi hadisle amel etmeyen nicelerini gördüm. Bu
kesime muhaddislerin sahih olarak gördüğü fakat kendi mezhep ve meşreplerine
uymayan bir hadis getirseniz o hadisin ya muevvel veya mensuh olduğunu
söylerler. Aslında bu kesimin çoğuna ulusalcılık ve mezhepçilik taassubu
hâkimdir. Hadislerle amel eden hadis ehliyle karşılaşsalar ya Harici yahut
Vahhabi diye itham ederler.
Hadis
münkiri olmadıkları halde hadis münkiri olarak takdim edilen ve Kur’an’cı diye
bilinen kesime şahsen benim de itirazlarım var. Şöyle ki:
Öne
çıkardıkları meselelerin çoğu hayatla direkt ilişkili değildir:
Âdem
tek miydi yoksa Âdemler mi vardı?
Havva
Âdemden mi yaratıldı yoksa ayrıca mı yaratıldı?
Hz.
İsa inecek mi inmeyecek mi?
Kabir
azabı var mı yok mu?
Cehennemden
çıkmak diye bir şey var mı yok mu?
Ruh
diye bir varlık var mıdır yok mudur?
Peygamber
miraca çıkmış mıdır çıkmamış mıdır?
Mehdi
gelecek mi gelmeyecek mi? Vs.
Elbette
bir Müslümanı bu gibi meselelere dair de kanaati olacaktır ama bu gibi
meseleler öne çıkarılacak meseleler midir?
Kur’an’ın
konusu hep bu gibi konular mıdır?
Mesela
direkt hayatı ilgilendiren gelir dağılımındaki adaletsizliğe, açlık ve
sefalete, adaletsizliklere, insanın temel haklarına, ulusalcılığa, dünya
hayatına dair dinin her türlü emrini dışlayan sistemlere, tarih felsefesine ve
buradan hareketle toplumsal olayları tahlile dair Kur’an’ın söyleyeceği hiçbir
şey yok mudur?
Kur’an’cıyım
diyenlerin veya bu şekilde bilinenlerin -bazı istisnalar hariç- bu gibi hayatı
direkt ilgilendiren meseleleri öne çıkardıklarına ben şahit olmadım.
İster
Kürt meselesi deyin, ister terör meselesi deyin ülkemizde otuz seneyi aşan bir
çatışma var acaba Kur’an’dan âdil bir çözüm önerisi çıkarılıp kamuoyuna
açıklanamaz mıydı?
İslam
âlemi darmadağın olmuş savaşların arenası haline gelmiş. Bu konuda Kur’an
söylediği bir şey yok mudur?
Hayatla
ilgili hiçbir meseleyle ilgilenmediklerini söylemiyorum, genel meselelere dair
ses getirici bir girişimleri yok, diyorum.
Sürekli
şirk meselesini dile getiriyorlar. Evet, bu mesele hem hayatı yakından
ilgilendiriyor ve hem de hayati bir mesele. Ancak şirk hep tasavvuf ehlini mi
ilgilendiriyor ki sadece tasavvuf ehli gündeme getiriliyor.
Sözünü
ettiğimiz kesim, aslında hadis münkiri olmadıkları halde karşıtlarının işine
yarayacak sivri sözler söyleyip onlara çanak tuttuklarının farkında mı
değiller?
SONUÇ
1.
Dinin tek bir kaynağı vardır ve o da Kur’an-ı Kerim’dir. Hadisler dinin kaynağı
değil, Kur’an’ın açıklamasıdır. Hadisler eğer dinin kaynağı olsaydı Peygamber
döneminde yazıya geçirilir koruma altına alınırdı. Dört halife döneminde de
derlenip yazıya aktarılmadıkları bir gerçektir.
2.
Kur’an’ı en iyi anlayan, en iyi uygulayan şüphesiz Peygamberdir. Bu nedenle
Peygamberin hadislerini ve özellikle sünnetini ihmal edemeyiz. Ne var ki biz
hadisleri Peygamberin kendisinden işitmedik, ravi denilen aracıların
aktarmasıyla bize ulaşmışlardır. Bu sebeple bazı kriterlere dayanarak seçmeci
olmak zorundayız.
3.
Hadisleri sonradan derleyen ve gerek kendilerinin, gerek diğer hadis ehlinin
sahih dedikleri her hadisi kabul etmek zorunda değiliz. Bazı kriterler
çerçevesinde sahih denilen şu veya bu hadisi kabul etmeyebiliriz. Eğer böyle
davranmak Peygamberi devre dışı bırakmak ise mevcut dört sünni mezhepler mezhep
içerisinde Peygamberi devre dışı bırakan mezheplerin başında Hanefi mezhebi
gelmektedir. Çünkü söz konusu mezhepler içerisinde hadislere en uzak mezhep
Hanefiliktir.
4.
Şahsen, hadisleri bütünüyle ret eden ve halk arasında da tanınan birine şahit
olmadım. Hadis münkiri olarak ileri sürülenler, Kur’an’a ters düşen hadislerin
kabul edilemeyeceğini söylüyorlar ki geçmiş âlimlerin de büyük çoğunluğu bu
görüştedir.
5.
Kur’an’cı diye bilinen kesimin hatalı yorumları yanlış tespitleri hatta bazen
agresif üslupları olabilir bu yönleriyle elbette eleştirilmelidirler. Ancak
onları eleştirme üzerinden insanları Kur’an’dan uzaklaştırmaya çalışmak hak
dine; Kur’an’a ihanettir. Ayrıca hadisleri bütünüyle inkâr etmedikleri halde
onları hadis münkiri olmakla ve peygamberi dışlamakla itham etmek onlara
iftiradır.
6.
Ülkemizde hadis ehli olarak bilinen kesim yoktur. Erbabınca bilindiği gibi
Hadis ehli ayrıntılara varıncaya kadar her meselede hadisle amel ederler. Bizde
ise mezhebe göre amel edilir. Hadisçilerin sahih dedikleriyle değil mezhep
müçtehitler hangi hadisi sahih kabul etmişlerse o hadislere dayanan,
içtihatlarıyla amel ederiz. Diğer hadislere ya müevveldir ya da mensuhtur, der
geçeriz. Bu sebeple hadis savunuculuğuna soyunanlar aslında mezhep savunuculuğu
yapıyorlar.
7.
Ne mezhebi ne de hadisleri İslam’ın merkezine değil, Kur’an’ı İslam’ın
merkezine oturtmak gerekir.
Bu
sözlerimle Kur’an’ın bir vadide diğerlerinin başka vadide olduklarını anlatmak
değil ama mezhep de hadis de bir meselede Kur’an’a ters düşmüşse Kur’anı hakem
kılmak gerekir.
YAYGIN HALK
KÜLTÜRÜNÜN TEFSİR ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Prof. Dr. Mehmet
Sait ŞİMŞEK
Kişinin
içinde yaşadığı ve genel kabul gören kültürün algılama ve yorumlama
faaliyetleri üzerinde etkisi bilinen bir husustur. Kişi, genel kabul gören
bilgi, düşünce ve inançları genelde yargılamaz, olduğu gibi kabul eder. Bu
olgunun, tefsir faaliyeti üzerinde de etkisini göstermesi göz ardı
edilmemelidir. Oysa yaygın kültürlerde eleştirilecek tutarsız birçok yön
vardır. Tefsir faaliyetinin bu tür olumsuz etkilerden arındırılması için
eleştiri kapısının sürekli açık tutulması kaçınılmazdır.
Biz bu çalışmamızda üç örnek üzerinde
duracağız. İlki, Bakara süresinin 102. ayetinde söz konusu edilen Harüt ve
Marüt kıssası; ikincisi, Kehf süresindeki Hızır kıssası, üçüncüsü ise,
Kur'an'ın birçok ayetinde sözü edilen şefaat meselesidir.
Harüt ve Marüt
Babil'de
Harüt ve Marüt isminde iki meleğin insanlara sihir öğrettikleri değişik milletlerin
kültürlerinde mevcuttur. Bu. iki melek bir sebepten dolayı cezalandırılmış ve
kıyamete kadar insanlara sihir öğretmekle görevlendirilmişlerdir. Ancak bunlar
melek olduklarından insanlar için zararlı olan sihri öğrettiklerinde öğrenen
kimseleri uyarırlar.
Değişik
halkların kültürlerinde genel kabul gören kıssa, Bakara süresinin 102. ayetine
anlam verilmesi ve tefsirinde etkili olmuştur.
Türkçe' meallerin neredeyse tamamında bu
etkiyi görmek mümkündür. Ayete şu şekilde meal verilmektedir:
"Süleyman’ın
hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular.
Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü
insanlara sihri ve Babil’de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni
öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için
gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir
ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekden, karı ile koca arasını açacak
şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar
veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler.
Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi olmadığını
çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür!
Keşke bunu anlasalardı!” (Diyanet Vakfı)
"Tuttular
Süleyman mülküne dair Şeytanların uydurup takip ettikleri şeylerin ardına düştüler,
halbuki Süleyman küfretmedi ve lakin o şeytanlar küfrettiler, nâsa sihir talim
ediyorlar ve Babilde Harüt Marüt iki melek üzerine indirilen şeyleri
öğretiyorlardı, halbuki o ikisi 'biz ancak bir imtihan için gönderildik sakın
sihir yapmayı tecviz edip de kafir olma' demedikçe bir kimseye öğretmezlerdi,
işte bunlardan kişi ile zevcesinin arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı,
fakat Allah’ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilir değillerdi,
kendilerine zarar verecek, menfaati olmayacak bir şey öğreniyorlardı, kasem
olsun onu her kim satın alsa her halde onun Ahirette bir nasibi yok, bunu
muhakkak bilmişlerdi amma canlarını sattıkları o şey ne çirkin bir şeydi onu
bilselerdi" (Elmalı)
Bizce
ayetin meali şöyle olmalıdır:
"Süleyman'ın
hakimiyeti hakkında şeytanların söylediklerine uydular. Oysa Süleyman asla
kafir olmadı. İnsanlara· büyü öğreten şeytanlar ise, kafir oldular. Babil'de
Harüt ve Marüt adında iki meleğe böyle bir şey indirilmemişti ki "Biz
ancak bir imtihan vasıtasıyız, sakın kafir olma" desinler, insanlar da
onlardan kan ile koca arasını ayıran şeyler öğrensinler. (İnsanlara büyü
öğreten o şeytanlar/cinler de), Allah'ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar
verecek değillerdi. Onlar, kendilerine zarar verecek ve faydası olmayacak
şeyler öğreniyorlardı. Kuşkusuz biliyorlardı ki o sihri satın alan kimsenin,
ahirette hiçbir payı yoktur. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür.
Keşke bunu bilmiş olsalardı.”
Medine yahudileri, Tevrat'ta Hz. Muhammed'in
peygamberliğine delalet eden ayetleri ve Tevrat'ı doğrulayan Kur'an'ı Kerim'e
inanmayı; Kur'an'ın gerçekten Allah tarafından gönderilmiş bir kitap olup
olmadığı meselesini değerlendirmeyi bir tarafa bırakarak Hz. Süleyman'ın
hakimiyeti konusunda büyücülerin söylediklerini yaymayı yeğlemişlerdi.
Muhtemelen Hz. Süleyman'ın hakimiyetini büyü sayesinde elde ettiğini söylüyor,
bu arada da Babil'de Harüt ve Marüt isminde iki meleğin bulunduğunu ve bunların,
kan ile koca arasını ayıracak büyüleri insanlara öğrettiklerini fakat kendilerinin
bir imtihan aracı olduklarını söylemeyi de ihmal etmediklerini anlatıyorlardı.
Ayette, Hz. Süleyman'ın iktidar gücünü büyü
sayesinde elde ettiğini ileri sürmek, ona küfür isnat etmekle aynı anlama
alınmıştır. Böylece burada onun kafir olmadığım söylemek büyüyle uğraşmadığını
söylemek anlamına gelmektedir. "Ama insanlara büyü öğreten şeytanlar kafir
oldular" cümlesi bu düşüncemizi desteklemektedir. Çünkü şeytanların kafir
olmaları, insanlara büyü öğretmeleri gerekçesine bağlanmaktadır.
Bununla,
peygamberlik iddiasında bulunan Hz. Muhammed'in de aslında büyücü olduğunu,
Kur'an'ın bir büyü olduğunu ve tıpkı Harüt ve Marüt meselesinde olduğu gibi
melek davranışlı birinin de büyü işiyle uğraşabileceğini anlatmaya
çalışıyorlardı. Ancak onlara göre Allah'la bağlantısı bulunan iyi biri, büyü
ile uğraştığında tıpkı Harüt ve Marüt misalinde olduğu gibi insanları büyü
konusunda uyarmalıdır. Nitekim müşrikler de Kur'an'ın bir büyü olduğunu; Hz.
Muhammed'i bazen büyücü olmakla, bazen de büyülenmiş olmakla itham ettiklerini
biliyoruz. Ellerindeki bütün dayanakları tüketen Yahudiler, bu tür yollara
başvurmaya başlamışlardı.
Âyetin
tefsirine geçmeden önce sihir ve Kur’ân’daki kullanışları üzerinde durmakta
yarar vardır:
Kelime
olarak sihir, muhatabı gerçeğin zıddına yönlendirmek[1] ve onu aldatmaktır..[2]
Sihir,
sözle karşı tarafı aldatma şeklinde olabileceği gibi davranışlarla da olabilir.
Sözle yapılan sihir, kulağa ve zihne hitap eder. Karşı tarafın zihnini
bulandırır. Böylece kişi gerçeği tersyüz edilmiş şekliyle görmeye başlar.
Davranışlarla yapılan sihir ise göze hitap eder. Muhatap var olmayan bir şeyi
varmış gibi görür. Bütün bu aldatmalar, muhatabın farkına varamayacağı gizli
yollarla yapılır. Müşrikler Kur’ân-ı Kerim’i sihir diye nitelerken sözle sihri kastediyorlardı.
Bununla Kur’ân-ı Kerim’in aslında gerçekleri anlatmadığını fakat parlak
üslubuyla insanları büyüleyerek saptırdığını anlatmak istiyorlardı.
Davranışlarla karşı tarafın gözünü boyayıp aldatmak ise Hz. Musa’yla yarışmaya
giren sihirbazların ip ve değneklerini yürütmeleri şeklinde bir sihirdir.
Gerçekte ip ve değneklerde bir hareket yoktur; ama muhatap onları o şekilde
görmektedir. Yani olay, bir göz boyamadan ibarettir. Nitekim Hz. Musa’yla
yarışan sihirbazlar için: “İnsanların gözlerini büyülediler” (A’raf 7/116)
denmektedir. Başka bir âyette söz konusu sihirbazlar için şöyle denmektedir:
“Bir de ne görsün! Sihirleri yüzünden ipleri ve değnekleri gerçekten yürüyormuş
gibi göründü.” (Taha 20/66).
Bu
anlatılan sihir çeşitleri, el çabukluğu ve göz boyamacılık sonucu muhatabı
aldatmaktan ibarettir. Bir de şeytan ve cinlerin yardımıyla yapıldığına
inanılan bir sihir vardır ki bu iddiaya göre şeytan ve cinler, kendileriyle
irtibata geçen kişilere gaipten haberler getirirler, onları olağanüstü birtakım
güçlerle donatırlar. Onlar da bu güçlerini kullanarak başkalarına ve tabiat
kanunlarına kısmen hükmederler.
Mutezile
ve Ehl-i Sünnet’in bazı âlimlerine göre sihir sonucu ortaya çıkan görüntülerin
tamamı hayalidir; göz boyamaktan ibarettir, bunların bir gerçekliği yoktur.
Diğerlerine göre ise gerçekliği vardır.
Belirtmek
gerekir ki Kur’ân-ı Kerim’de söz konusu edilen sihrin tamamı, gerçekliği
olmayan göz boyama ve el çabukluğu sonucu olan şeylerdir. Biz de sihrin bir
gerçekliğinin bulunmadığı kanaatindeyiz. Çünkü büyü ile uğraşanların çoğunun
sefil bir hayat yaşadıklarını biliyoruz. Gerçekten eşyanın hakikatını
değiştirme imkânları bulunmuş olsaydı, önce kendilerini bu sefaletten
kurtarırlardı. Yöneticileri devirir ve kendileri yönetimlerin başına geçerlerdi.
Büyücülerin
güçleri sadece muhataplarının cehaletinden ve zayıf tabiatından
kaynaklanmaktadır. Muhataplarını aldatabilirlerse onlardan kopardıklarıyla
geçimlerini sağlarlar. Değilse kendi geçimlerini bile sağlayamazlar.
Cinlere
hakimiyetlerinden yahut cinleri işlerinde kullanmalarından da söz edilemez.
Onların yaptıkları sadece muhataplarını aldatmaktır. Cinlerle büyücüler arasındaki
ilişkiyi Cin süresinin tefsirinde ele alacağız.
Sonuç
olarak bizi asıl ilgilendiren, sihrin gerçekliğinin olup olmamasından çok,
muhataplar üzerindeki etkisidir. Sihrin gerçekliği olmasa da muhataplar
üzerindeki etkisi herkes tarafından kabul edilmektedir.
Sihir
hakkında verdiğimiz bu özet malumattan sonra âyetin tefsirine geçebiliriz:
Âyetin
anlamına dair çok farklı görüşler ileri sürülmüştür. Farklı görüşlerin kaynağı,
“ما انزل”deki “ما”nın
olumsuzluk bildiren nâfiye mi, yoksa “o ki” manasına gelen ism-i mevsul mu
olduğunda düğümlenmektedir. Müfessirlerin pekçoğu onu ism-i mevsul olarak
değerlendirmişlerdir. Buna göre âyetin anlamı şöyledir:
“Süleyman’ın
hâkimiyeti hakkında şeytanların söylediklerine uydular. Oysa Süleyman asla
kâfir olmadı. Ama insanlara büyü ve Babil’de Harut ve Marut adında iki meleğe
indirileni öğreten şeytanlar kâfir oldular. (Ne var ki o iki melek) “Biz ancak
bir imtihan vasıtasıyız, sakın kâfir olma” demedikçe kimseye hiçbir şey
öğretmiyorlardı. Onlardan, karı ile koca arasını ayıran şeyler öğreniyorlardı.”
[3]
Bu
anlamı veren müfessirlerden bir kısmı, Harut ve Marut ismindeki bu iki melekle
ilgili tamamen uydurma garip bir kıssa naklederler. Kıssa bütünüyle İsrailiyat
kaynaklıdır. Müfessirlerin bir kısmı da, bu kıssaya iltifat etmeksizin Allah’ın
bu iki meleği böyle bir görevle görevlendirdiğini; haddizatında onların da
insanları büyü konusunda uyardıklarını ve bu nedenle büyü öğretmelerinin
kendilerine bir sorumluluk yüklemediğini, bilakis Allah’ın emrini yerine
getirdiklerini söylerler.
Bazıları
da İbnu Abbas’tan yapılan bir rivâyete dayanarak Harut ve Marut’un melek
olmayıp büyü işiyle uğraşan iki büyücü olduklarını söylerler.
Yine
bazı müfessirler melekeyn kelimesinin melikeyn şeklindeki kıraatine dikkat
çekerek, aslında bunların iki kral olduklarını ileri sürerler.
Allah
tarafından görevlendirilen bu iki meleğin, büyü konusunda insanları uyardıktan
sonra büyü öğrettiklerini ve bu işle Allah tarafından görevlendirilmiş olmaları
nedeniyle böyle bir görevi yerine getirmelerinde bir sakınca bulunmadığını
söyleyen görüş, ilk bakışta makul gibi görünse de bizce değildir. Çünkü Hz.
Süleyman’ın büyü ile hiçbir bağlantısının bulunmadığı ve şeytanların kâfir
olmalarının büyü öğretmelerine bağlandığı bir ortamda açıklayıcı yeterli bir
gerekçe olmaksızın iki meleğin insanlara büyü öğrettiklerinin ifade edilmesi
tutarlı görünmemektedir. Ayrıca büyünün hiçbir fayda vermediği ve salt zarar
içerdiği, âyetin “İnsanlar (o şeytanlardan) kendilerine zarar veren ve faydası
olmayan şeyler öğreniyorlar.” ifadesinden anlaşılmaktadır. Zarardan başka
hiçbir getirisi bulunmayan büyünün melekler tarafından öğretilmesinde ne gibi
bir hikmet olabilir? Ayrıca âyetin bu kısmında geçen zamir çoğul, melekleri
ilgilendiren kısımda ise hep tesniye (ikil) olarak geçmektedir. Âyetin
anlamında tutarlılık ve gramer kuralları gibi sebeplerle âyette geçen “ما”nın nâfiye edatı olduğu görüşünü tercih
ettik. Buna göre:
Medine
Yahudileri büyücülerin, Hz. Süleyman’ın gücünü büyüden aldığına dair
iftiralarına tabi oluyorlardı. Bu arada uydurma şöyle bir kıssa anlatıyorlardı:
Babil’de Harut ve Marut adında iki melek vardı. Bunlar insanlara büyü, bir de
kişi ile hanımının arasını açacak şeyler öğretiyorlardı. Ne var ki bu iki
melek, bu tür şeyleri öğretmeden önce insanları bu konuda uyarıyordu. Oysa
Süleyman gücünü büyüden almadığı gibi insanlara bu iki melek gibi uyarıda da
bulunmuyordu. Muhammed de tıpkı Süleyman’ın yaptığı gibi hem dini şeylerden söz
ediyor hem de gücünü büyüden alıyordu. Ancak bahsettiği bu dini şeylerde samimi
olsaydı, Harut ve Marut ismindeki iki meleğin yaptığı gibi insanları uyarırdı.
Şunu
da belirtelim ki kıssa, Yahudi kaynaklarından İslâm kültürüne girmekle birlikte
çevre kültürlerde de mevcuttur.
İşte
âyet Harut ve Marut ismindeki iki melekle ilgili bu kıssayı tümden reddetmekte,
böyle bir şeyin vuku bulmadığını; büyü ile uğraşmanın küfür olduğunu ve bu
nedenle ne Hz. Süleyman’ın, ne Peygamberimizin ve ne de Harut ve Marut isminde
iki meleğin büyü ile hiçbir ilgilerinin bulunmadığını dile getirmektedir.
Bizi
bu görüşe götüren diğer bir husus ise âyete bu şekilde anlam verilmediğinde
şeytanların Hz. Süleyman hakkında anlattıklarının, âyette dile getirilmemiş
olmasıdır. Hâlbuki bizim verdiğimiz anlama göre şeytanların ne anlattıkları
ortaya çıkmaktadır. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi onlar, Babil’de Harut ve
Marut isminde iki meleğin olduğunu ve bunların, büyüyü öğretmeden önce
insanları uyardıklarını, oysa Süleyman’ın böyle bir uyarı yapmadığını, bu
sebeple de Allah’la bir ilişkisinin bulunmadığını söylüyorlardı. Medine
Yahudilerinin bu kıssayı anlatmadaki amaçları, Peygamberimizin de Allah’la bir
ilişkisinin olmadığını ispatlamaktı. Çünkü böyle bir ilişkisi var olsaydı,
tıpkı o iki melek gibi uyarıda bulunurdu, diyorlardı.
Kıssalar
salt tarihi bilgi vermek üzere Kur’ân’da yer almazlar. Onların Kur’ân’ın indiği
döneme ve sonraki dönemlere uzanan birtakım yansımaları vardır. Hz. Süleyman
hakkında anlatılan bu olayın, Kur’ân’ın indiği dönemle sonraki dönemlere dair
bir yansıması yoksa Kur’ân-ı Kerim’de yer alması anlamsızdır. Kıssanın söz
konusu yansıması, bu kıssayı araç edinen Medine Yahudilerinin, Peygamberimizin
peygamberliğine karşı çıkmalarıdır.
Kıssanın
Kur’ân’ın indiği döneme işaret eden bir diğer yönü, “(İnsanlara büyü öğreten o
şeytanlar/cinler de) Allah’ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verecek
değillerdi“ cümlesidir. Bu ifade, Hz. Süleyman dönemindeki büyücülerin, Hz.
Süleyman’a herhangi bir zarar veremediklerini anlatmaktadır. Ancak cümle,
Yahudilerin bir çabalarını deşifre etmekte ve bu çabalarıyla Hz. Muhammed
(s.a.v.)’e bir zarar veremeyeceğine işaret etmektedir. Bilindiği gibi Medine
Yahudileri, Hz. Muhammed’e zarar vermek için birçok komplo kurmuşlardı. Bu
arada büyücülere de başvuruyor, büyü yoluyla ona zarar vermeyi umuyorlardı.
İşte bu ifade hem onların bu çabalarını deşifre etmekte, hem de bu çabalarının
boşa gideceğini haber vermektedir.
“Eğer
inansalardı ve takva sahibi olsalardı, Allah katındaki ödül daha hayırlıdır.
Keşke bilselerdi!”
Böyle
şeyler uydurmanın, Peygamber’e komplolar hazırlamanın, ona zarar vermek için
büyüden medet ummanın Yahudilere bir yararı olmayacaktır. Onlar için asıl
yarar, gerçekten inanıp Allah’ın azabından kendilerini kurtarmalarıdır. Bu,
kendileri için çok daha yararlı oldurdu. Keşke bunu bilselerdi!
Daha
önce de dikkat çektiğimiz gibi, tarihte vuku bulmuş birtakım olayların
Kur’ân’da yer alması, tarihi bilgi verme amacıyla değildir. Amaç, Kur’ân’ın
indiği döneme ve geleceğe ışık tutmaktır. Tarihte Yahudilerin yaptıklarından
söz edilen bu bölümde, zaman zaman Kur’ân’ın indiği dönemdeki Yahudilerden söz
edilmesi, hatta aşağıdaki âyette olduğu gibi kimi zaman Müslümanlara hitap
edilmesi, o tarihi bilgiyi güncelleştirme amacı taşımaktadır.
Hızır
Kıssası
Tefsirlerde
tartışma konusu yapılan hususlardan biri, Hızır'ın kimliğidir. Halk arasında
yaygın görüş, Hızır'ın veli olduğudur. Hızır Kimdir? Hızır'ın Allah'ın
evliyasından batın ilmine vakıf biri olduğu yaygın bir kanaattir. Oysa veli
olduğunu söyleyen ne dini bir nass vardır, ne de kıssada Hızır'ın yaptıkları
bir velinin yapacağı şeylerdir. Hızır'ın bir peygamber olduğunu söyleyenler de
olmuştur. Oysa peygamberler de insanların bağlı bulundukları şeriat kurallarına
uymak zorundadırlar. Hızır'ın yaptıkları ise, şeriat kurallarının dışında
şeylerdir. Bu sebeple çağdaş müfessirlerden Mevdûdî'nin yaptığı şu
değerlendirme gayet yerindedir:
“Bu
kıssa ile ilgili olarak cevaplandırılması gereken çok zor bir soru ortaya
çıkar: Hızır tarafından yapılan işlerin iki tanesi insanın yaratılışından beri
var olan kanunlara apaçık aykırıdır. Hiçbir kanun bir kimseye başka bir
kimsenin malını tahrip etme ve suçsuz bir insanı öldürme izni ve yetkisi
vermez. O denli ki bir kimse ilham yoluyla bazı korsanların belli bir gemiyi
basacaklarını ve belli bir çocuğun isyankâr ve kâfir olacağını bilse o zaman
bile Allah tarafından gönderilen hiçbir kanun insana ilhamı nedeniyle gemide
bir delik açma ve masum bir çocuğu öldürme izni vermez. Buna cevap olarak
birisi Hızır’ın bu iki işi Allah’ın emri ile yaptığını söyleyecek olsa bu bizim
sorunumuzu çözmez. Çünkü soru: ‘Hızır bu işleri kimin emri ile yaptı?’ değil,
‘Bu emirlerin özelliği ne idi’ sorusudur. Bu önemlidir, çünkü Hızır bunları
‘ilâhi emir’ doğrultusunda yapmıştır. Hızır’ın kendisi de bu işleri kendi
yetkisi ile yapmadığını, bilakis Allah’ın rahmetiyle hareket ettiğini söylemektedir.
Allah da bunu şu sözlerle tasdik etmektedir: ‘Biz ona katımızdan bir ilim
öğrettik.’ Bu nedenle bu işlerin Allah’ın emri ile yapıldığından hiç şüphe
yoktur. Fakat emrin niteliği ve özelliği ile ilgili soru hâlâ ortada
durmaktadır. Çünkü bu emirler, hiçbir ilâhi kanun tarafından izin verilmediği
için meşru değildir. Ve Kur’ân da suçlu olduğuna bir delil olmaksızın bir
kimsenin başka birisini öldürmesine izin vermez. Bu nedenle bu emirlerin de bir
kimsenin zengin, diğerinin fakir ve bir kimsenin hasta, diğerinin de hasta iken
iyileşmesine neden olan Allah’ın emirleri ile aynı grupta olduğunu kabul etmek
zorundayız. Eğer Hızır’a verilen emirler bu tür emirler idiyse Hızır’ın
insanlar için konulan ilâhi kanunlarla sınırlı olmayan bir melek (veya Allah’ın
yaratıklarından başka biri) olduğu sonucuna varılabilir.
Çünkü
şer’î yönü olmayan bu tür emirler ancak meleklere verilebilir. Bunun nedeni
haram ve helâl sorununun onlar için söz konusu olmamasıdır; onlar hiçbir
kişisel güce sahip olmaksızın Allah’ın emirlerine itaat ederler. Onların aksine
bir insan, işlediği amel ilâhi kanuna aykırı ise bunu ilham sonucu veya
içgüdülerle istemeyerek işlemiş de olsa günah işlemiş olur. Çünkü insan, insan
olması münasebetiyle ilâhi kanuna uymak zorundadır. Ve ilâhi kanunda, bir
kimsenin ilham yoluyla bir emir aldığı veya kendisine gizlice yasak bir işin
hikmeti bildirildiği için yaptığı işin helâl sayılabileceği bir boşluk yoktur.
Yukarıda
değindiğimiz ilke fıkıh âlimleri ve sufi liderler tarafından tartışmasız kabul
edilmiştir. Allame Alûsî bu konuda Abdü’l Vehhab Şa’rânî, Muhiddin ibn A’rabi,
Müceddid-i Elf-i Sani, Şeyh Abdülkadir Geylani, Cüneyd Bağdadi, Serî Sekati,
Ebu’l Huseyn en-Nuri, Ebu Said el-Harrâz, Ahmed ed-Dineveri ve İmam Gazzali’nin
birçok sözünü ayrıntısıyla nakletmiştir. Onlara göre, bir sufi için bile
kendine gelen bir ilhama uyarak kanunun ilkelerine ters düşen birşey yapmak
doğru değildir.[4]
İşte bu nedenle biz Hızır’ın bir melek veya insanı sınırlayan kanunlardan azade
başka bir yaratık olması gerektiği sonucuna vardık. Çünkü o, yukarıda anılan
formülün tek istisnası olamaz, bu yüzden kaçınılmaz olarak onun, insanlar için
önceden belirlenen ilâhi kanuna göre değil, Allah’ın dileği doğrultusunda
hareket eden Allah’ın kullarından biri olduğu sonucuna varıyoruz.
Eğer
Kur’ân Hz. Musa’nın (a.s) eğitilmek üzere gönderildiği ‘kul’un bir insan
olduğunu söylemiş olsaydı, o zaman Hızır’ın insan olduğunu kabul edecektik.
Fakat Kur’ân açıkça onun bir insan olduğunu söylemez, aksine ‘kullarımızdan
biri’ olduğunu söyler, bu da onun insan olduğunu göstermez. Kur’ân’da bu kelime
(kul) çeşitli yerlerde melekler için kullanılmıştır.[5]
Bunun yanısıra Hz. Hızır’ın insan olduğuna işaret eden hiçbir hadis yoktur. Hz.
Peygamber’den (s.a) Said ibn Cübeyr, İbn Abbas ve İbn Ka’b kanalıyla rivayet
edilen sahih bir hadisde “Racul” kelimesi, genelde insanlar için kullanılmasına
rağmen, Hızır (a.s) için kullanılmıştır ve sadece insanlar için
kullanılmayacağı açığa çıkmıştır. Kur’ân da bu kelimeyi Cin Sûresi altıncı
âyette cinler için kullanmıştır. Şu da bir gerçektir ki bir melek, bir cin veya
görünmeyen bir varlık insanların yanına geldiğinde, insan şeklinde görünür. Ve
bu şekil içinde aynen Meryem’e gelen insan kılığındaki melek gibi beşer adını
alır.[6] O
halde yukarıda zikredilen hadiste Peygamber (s.a) tarafından Hızır için
kullanılan “Racul” kelimesi, onun mutlaka insan olduğu anlamına gelmez.
Bu
nedenle yukarıdaki tartışmanın ışığında, Hızır’ın, bir melek olduğu veya
insanlar için belirlenen sınırlarla bağımlı olmayan başka bir yaratık olduğu
sonucuna varabiliriz. İbn Kesir’in tefsirinde Mâverdî’den rivayet edildiğine
göre, bazı eski müfessirler ve Kur’ân âlimleri de bu görüştedirler” (Mevdûdî,
III, 190-191).
Şefaat
Şefaat
Kur'an'ın pek çok ayetinde gündeme getirilmektedir. Genelde alimlerimiz,
müşriklerin şefaat anlayışlarını reddetmekle birlikte Allah'ın iznine bağlı
olarak şefaatin varlığını kabul ederler. Biz, izinden söz edilen ayetlerde de
amacın şefaati reddetme olduğu görüşündeyiz.
Ahirette şefaat diye bir şeyin olmadığı açıkça
ifade edilmektedir. Örneğin Bakara süresinin 48. ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
"Hiçbir insanın bir başkasının yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden bir
şefaatin/aracılığın kabul edilmeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı ve hiç
kimsenin yardım görmeyeceği günden sakının."
Genelde alimler şefaati reddeden bu ve benzeri
ayetlerin iman etmeyenler hakkında olduğunu söylerler. Bu iddiayı kabul etsek
bile Bakara süresinin 254. ayetinde hitap iman edenleredir. Söz konusu ayette
şöyle denilmektedir: "Ey inananları Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun
ve hiçbir şefaatin bulunmadığı gün gelmeden size rızık olarak verdiğimizden
infak edin. Kafirler/nankörler, zalimlerin ta kendileridir."
Allah'ın
ancak izin vermesiyle Şefaate olabileceğini anlatan ayetlerde de aslında izin
verilmeyeceği anlaşılmaktadır. Bu konuda en çok gündeme getirilen ayete'l-kürsi
olarak da bilinen şu ayettir:
"Allah
ki O'ndan başka ilah yoktur; her zaman diridir, koruyup yönetendir. O, ne
uyuklar, ne de uyur. Yeryüzünde ve gökte ne varsa O'nundur. İzni olmadan kim
O'nun katında şefaat edebilir? O, insanların ellerinin arasında/önlerinde olanı
da, arkalarında olanı da bilir. İzin verdiği miktar dışında kimse O'nun ilmini
kuşatamaz. O'nun Kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup
gözetmek kendisine zor gelmez. Pek yüce ve çok büyük olan O'dur."
"Ayete'l-kürsi" olarak bilinen bu
ayet çok yüce hakikatleri dile getirmektedir. Yüce Allah'ın diğer varlıklara
benzemediği ve O'nun yüceliği, bu ayette mükemmel bir anlatımla dile getirilmektedir.
Ne gökte ne yerde O'ndan başka ilah vardır. Kendisine ibadet edilmeyi hak eden
yalnızca O'dur. O'nun emirleri; bütün emirlerin üstündedir. O, hep diridir.
Gökte ve yerde ne varsa, hepsi O'nundur ve O'nun yönetimindedir. Bu dünya
hayatında O'nun emirlerine karşı gelen varsa, bu da O'nun izniyle olmaktadır. İmtihan
gereği O buna izin vermektedir. O'nun bilgisinden hiçbir şey kaçmaz. İzni
olmadıkça hiç kimse O'nun katında şefaatçi olamaz. Çünkü şefaatin tamamı
O'nundur.
Ahirette
herhangi bir kimseye şefaat izni verecek midir? İzinden söz edilmesi, böyle bir
iznin verileceği anlamına gelmez. İzinsiz böyle bir şeyin olamayacağını
anlatır. Allah'ın herhangi bir kimseye izin vereceğine dair Kur'an'da bir bilgi
mevcut değildir. Mesela izinden söz eden bu ayette ilminin sınırsızlığından ve
tek hakim oluşundan böyle bir iznin verilmeyeceğini anlamak mümkündür. Çünkü
herkesin ne olduğunu en iyi bilen Allah olduğuna göre herhangi bir aracılığa
ihtiyaç kalmamaktadır. Yine tek hakim O olduğuna ve şefaatin tamamı kendisine
ait olduğuna göre ne diye bir başkasını bu işte kendisine ortak kılsın ki!
[1] Hasan
el-Mustafavî, et-Tahkîk fi Kelimâti’l-Kur’ân, V, 67.
[2]
İsfahânî, el-Müfredât, s.226.
[3] Ayete
buna yakın başka anlamlar da verilmiştir. Ancak yaygın olan anlam yukarıya
aldığımız anlam olduğundan bununla yetiniyoruz.
[4] Âlûsî,
Ruhu’l Meani cild: XVI, s 16-18.
[5] Bkz. Enbiya
21/26, Zuhruf 43/19.
[6] Meryem
19/17
Prof. Dr. MEHMET SAİT ŞİMŞEK,
HAYAT KAYNAĞI KUR’ÂN-I KERİM TEFSİRİ
Fatma PEHLİVAN
Kur’ân-ı
Kerim’in tefsiri ilk olarak Hz. Peygamber(s) tarafından yapılmış sonrasında
sahabiler döneminde sözlü nakillerle aktarılmıştır. Tabiîler dönemine
gelindiğinde ise fetihler sonucu genişleyen topraklar ve artan nüfusun etnik
açıdan çeşitlilik göstermesi sebebiyle sözlü rivayetler yazılı hale getirilmeye
başlanmıştır. Çünkü Müslümanlar hem kendilerinin hem de İslâm’a yeni girenlerin
itikadî ve amelî yönden hayatlarını sürdürmeleri için temel kaynak teşkil eden
Kur’ân-ı Kerim’i anlamaya ihtiyaç duymuşlardır. O dönemden itibaren müfessirler
Hz. Peygamber(s) ’den gelen rivayetleri dil ve tarih verileri, kendi
anladıklarını yansıtan yorumlarıyla Kur’ân-ı Kerim’i tefsir etmişlerdir.
Günümüzde Türkçe olarak aynı amaç ve gayeyle çeşitli tefsirler yazılmıştıt. Söz
konusu bu tefsirlerden biri de Prof. Dr. Mehmet Sait Şimşek’in Hayat Kaynağı
Kur’ân-ı Kerim Tefsiri (Beyân Yayınları, İstanbul 2012, c. 1-5) adlı eseridir.
Eser
beş ciltten oluşmaktadır. İlk cildinde eserin amaç ve yöntemini belirten önsöz,
daha sonra Fatiha’dan Nisa’ya kadar, ikinci cildinde Maide’den Hûd’a kadar;
üçüncü cildinde Yusuf’dan Şuarâ’ya kadar, dördüncü cildinde Neml’den Muhammed’e
kadar ve son cildinde ise Fetih’den Nâs’a kadar olan sûrelerin tefsiri yer
almaktadır. Her cildin sonunda o cildin indeksi, eserin sonunda da yararlanılan
kaynakların künyelerinin yer aldığı bibliyografya bulunmaktadır.
Müellif,
eserinde sûreleri mushaf sırasına göre tefsir etmiştir. Sûrelerin tefsirine
geçmeden önce sûreyi tanıtıcı genel özellikleri sıralamış, sûrenin nerede, ne
zaman, hangi olay üzerine indiğine dair bilgiler vermiştir. Bundan sonra
sûreleri âyet âyet, eğer âyet veya izahı uzunsa âyetleri küçük pasajlar halinde
açıklamıştır. Mesela Tevbe Sûresinin beşinci âyetini parçalara bölerek izah
etmiştir. Müellif âyetin “Haram aylar bittiğinde müşrikleri her nerede
bulursanız öldürün; onları yakalayın, kuşatma altına alın, onlar için her
geçitte pusuya yatın..”, “Fakat tövbe edip namazı kılar, zekâtı verirlerse
onlara ilişmeyin..” ve “Şüphesiz ki Allah bağışlayandır, merhamet edendir.”
bölümlerini ayrı ayrı tefsir etmiştir (c. 2, s 418-419).
Nadiren
de olsa âyetlerin altına konu başlıkları koymuştur. Müellif bunları, âyetle
ilgili vurgulamak istediği hususları ayrıntılarıyla izah etmek için
oluşturmuştur. Mesela, eserin Necm Sûresi 19. âyet bağlamında anlatılan Garanik
hadisesini ve tahlilini başlıklandırarak bölümler halinde anlatmıştır (c. 5, s.
91- 125).
Ayrıca
çok az da olsa âyetle doğrudan alâkalı olmayan açıklamalar için dipnotlar
vermiş ve orada mevcut konuyu ayrıntılı bir şekilde izah etmiştir. Mesela
Bakara Sûresi 23. âyet bağlamında mucize kavramını açıklamak için dipnot
konulmuştur (c. 1, s. 41). Âyetleri açıklarken pasajla ilgili genel bilgi
verdikten sonra bazen muhteva ile ilgili başka âyetleri bazen de hadisleri
delil göstermiştir. Mesela Teğâbûn Sûresi 7. âyeti açıklarken Râd Sûresinin 5.
âyetini ve Yasin Sûresinin 78. âyetini de zikretmiştir (c. 5, s. 250). Hadise
misal ise, Nisa Sûresi 34. âyetinin “onları dövün” kısmını Hz. Peygamber(s) ’in
söz ve uygulamasını zikrederek açıklamıştır (c. 1, s. 503).
Eserin
müellifi âyetle ilgili farklı âyetler varsa onları da zikrederek bir bütünlük
içinde anlatmıştır. Mesela müşriklere Kur’ân-ı Kerim’in bir sûresine benzer bir
sûre getirme şeklinde meydan okuma bildiren Bakara Sûresinin 23. âyetini yine
aynı durumu vurgulayan Yunus Sûresi 38. âyetle yahut on âyet getirmelerini
talep eden Hûd Sûresi 13. âyetle, eğer bunu da yapamıyorlarsa benzeri bir söz
getirmelerini isteyen Tûr sûresi 34. âyetle, ardından bunu asla
yapamayacaklarını bildiren Nisa Sûresi 82. âyetle ilişkilendirerek izah
getirmiştir (c. 1, s. 41-43).
Müellif,
yeri geldikçe sahabe, tabiûn ve sonraki dönemlerdeki müfessir ve âlimlerin
görüşlerini ve ihtilaflarını serdettikten sonra kendi kanaatini belirtmiştir.
Nahl sûresi 33. âyette geçen “rabbin buyruğu” ifadesini müfessirlerden bazıları
kıyamet günü bazıları dünyevî ceza şeklinde yorumlamış, Müellif kendi
kanaatinin de dünyevi ceza şeklinde anlaşılmasından yana olduğunu
gerekçeleriyle anlatmıştır. (c. 3, s. 147)
Bunun
tam aksi de olabilmiştir. Şöyle ki; Müellif, önce kendi görüşünü bildirmiş
ardından âyeti açıklayıcı delilleri zikretmiştir. Mesela Enfâl Suresi 72.
âyette geçen “veli” kelimesinin velâyet bağı anlamına geldiğini bu doğrultuda
âyetin müslümanlar ve gayri müslimler açısından nasıl anlaşılması gerektiğini
izah ettikten sonra müfessirlerin bir kısmının bunu miras şeklinde izah
ettiğini belirtmiştir (c.2, s. 410). Ayrıca eser müellifinin esbab-ı nüzul
rivayetlerini de zikrettiği olmuştur. Zümer Sûresi 64. âyette ‘De ki:
“Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi istiyorsunuz ey cahiller?”‘ buyrulmuş,
müellif bu âyetin bir rivayete göre müşriklerin Hz. Peygamber’ (s)in davasından
vazgeçtiği takdirde Mekke’nin en zenginlerden olacağını taahhüt etmeleri üzere
indirildiğini diğer bir rivayete göre ise müşriklerin Allah’a ibadet etmeleri
karşılığında Hz. Peygamber’ (s)in de onların putlarına talepleri üzerine
indirildiğini söylemiştir (c. 4, s. 366).
Eserde müellif bazı âyetler hakkındaki
yorumlarını temellendirmek için Tevrat ve İncil’i de kaynak göstermiştir.
Mesela Nisa Sûresi 1. âyetle ilgili Hz. Havva’nın Hz. Âdem’in kaburga
kemiğinden yaratıldığını söyleyen Tevrat’tan delil getirmiştir (c. 1, s. 469).
M.
Sait Şimşek âyette müphem kavramlar varsa onları izah etmiş, âyetle ilgili
dilsel mevzuları da zikretmiştir. Kelimelerin kökenine inerek dilsel bağlantı
ve anlamlarını âyet çerçevesinde ortaya koymaya çalışmıştır. Kelimeyi bu
şekilde izah ettikten sonra âyetle bağlantısını kurmuştur. Mesela Rûm sûresi 8.
âyette geçen “hak” kelimesini yukarıda belirtilen yöntemle açıklamış ve daha
sonra âyetle bağlantısını kurmuştur (c. 4, s 115-116).
Eğer
âyette tasvirî bir olay sergileniyorsa onları betimleme yoluyla açıklamaya
gitmiştir. Hadîd Sûresi 20. âyette dünya hayatının bir oyun, eğlence, süs ve
insanlar arasında övünme ve daha çok mal ve evlat edinme yolunda bir istekten
ibaret olduğunu bildirildikten sonra bunun yağmurun yağmasıyla yeşererek
çiftçinin yüzünü güldüren ve sonra birden sararıp kuruyan ekine benzediği
söylenmiştir. Müellif bu âyet hakkında ömrün mevsimlik olduğunu, bu âyetin
dünyadan el etek çekmek gerektiği anlamına gelmediğini, ahiret ve dünya
arasında denge kurmak gerektiğini ve ancak bu şekilde Allah’ın rızasının
kazanacağını söylemiştir (c. 5, s. 174-175).
Bunun
yanı sıra âyetlerin siyak sibakına ekseriyetle yer vermeye çalışmıştır. Örneğin
Nahl Sûresi 126. âyetten başlayan pasajı açıklarken bu bölümün önceki âyetlerle
bağlantısını da zikretmiştir. 125. âyette Allah’ın yoluna hikmet ve güzel
öğütle çağırması ve en güzel şekilde mücadele etmesini emretmiş, 126. âyette
ise eğer buna rağmen muhatap düzelmiyorsa misliyle cezalandırma emredilmiştir.
Müellif de âyetleri bağlamı göz önünde bulundurarak tefsir etmiştir (c. 3, s.
195).
Ayrıca
âyetler arası çelişki olup olmadığını sorgulamış ve cevaplar vermiştir. Mesela,
Enfal Sûresi 41. âyette ganimetlerin beşte birinin Allah ve Rasülüne ait olduğu
bildirilmiştir. Hâlbuki aynı sûrenin ilk âyetinde savaşta ele geçirilen
ganimetin mutlak olarak Allah ve Rasulüne ait olduğu söylenmiştir. Müellif
ikisi arasında çelişki olmadığını, sûrenin başında enfalin Allah ve Resulüne
ait oluşunun nedenlerinin vurgulandığını ve burada imanî bir meselenin söz
konusu olduğunu; Enfal Sûresi 41. âyette ise ganimetin kimlere nasıl taksim
edilmesi gerektiğinin bildirildiğini söylemiştir (c. 2. S. 390).
Bu
eser, Ömer Nasuhi Bilmen’in Tefsiri[1]
ile karışlaştırıldığında bazı farklar ve benzerlikler görülmektedir. Ömer
Nasuhi Bilmen âyetleri kelime ya da kelime grupları halinde izah ederken Sait
Şimşek, istisnalar olmakla birlikte, âyetleri bütün halinde incelemiştir.
Ayrıca Ömer Nasuhi Bilmen âyet izahlarını yaparken âyet ve hadisleri alıntı
olarak göstermemiş, Sait Hoca ise bu delilleri kullanmıştır. Sait Şimşek’in Ömer
Nasuhi Bilmen’den farklı olarak izahlarından sonra şiirler kullandığı olmuştur.
Bunun yanı sıra Ömer Nasuhi Bilmen içindekiler tablosunu her cildin sonun o
cilde özel şekilde oluşturmuş, fakat Sait Şimşek ilk cilttte bütün sûrelerin
isim ve sayfalarını vermiştir. Ayrıca Ömer Nasuhi Bilmen eserinin içine ziyade
olarak son cildin sonunda sûrenin ismi, âyet adedi, nüzulü ve tefsirindeki
sayfasını bildiren bir fihrist oluşturmuştur.
Sait
Şimşek de tıpkı Ömer Nasuhi Bilmen gibi bazı âyetleri izahını farklı rivayetlerle
desteklemiştir. Ayrıca benzer şekilde Sait Şimşek açıklanmasını uygun gördüğü
kelime ve kavramları açıklamıştır.
Sait
Şimşek’in eseri Hayat Kaynağı Kur’ân Tefsiri Diyanet İşleri Başkanlığı
tarafından çıkartılan Kur’ân Yolu adlı tefsirle[2] de
karşılaştırıldığında aralarında bazı farklılıklar ve benzerlikler müşahede
edilmiştir. Diyanet Tefsiri ilk cildinde takdim ve önsözden hemen sonra giriş
yeralmış bu bölümde iki ana başlık kullanmış; ilk başlıkta, Kur’ân’ın tanımı ve
özellikleri, yedi harf, icaz, nesih gibi usule dair konular ayrıca ikinci ana
başlıkta ise tefsirin tanımı, yöntemi, çeşitleri ve tefsir kitaplarına dair
bilgiler vermiştir. Bu tefsir de Hayat Kaynağı Kur’ân Tefsiri gibi tefsire
geçmeden önce sûre ile ilgili genel özellikler zikretmiştir. Yine farklı olarak
Kur’ân Yolu adlı tefsir, dizin bölümünü bütün ciltlerinkini içerecek şekilde
son cildin en sonuna koymuştur. Bunun yanı sıra Hayat Kaynağı Kur’ân-ı Kerim,
Kur’ân Yolu’ndaki gibi âyette geçen kelime ve kavramların dilsel yapısına ve
sonrasında âyetle bağlantısına değinmemiştir.
Fakat
Kur’ân Yolu adlı tefsirde Hayat Kaynağı Kur’ân Tefsir’ne ziyade olarak mevcut
sûrenin tefsirine başlamadan sûre ile ilgili genel bilgi bölümünü; sûrenin
nüzulü, adı, konusu, fazileti ve özellikleri başlıklandırmasıyla bölümler
halinde incelemiştir. Bunun yanı sıra Kur’ân Yolu adlı tefsir bazı âyetleri
incelerken âyetin veya âyet grubunun söz sanatı, üslûp ve şekil özelliği,
muhteva özelliği şeklinde başlıklandırmalarla âyetle ilgili hususi özellikleri de
belirtmiştir.
Hayat
Kaynağı Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Kur’ân Yolu adlı tefsir gibi âyet ve
hadislerine, sahabe, tabiun, müfessirun ve âlimlerin görüşlerine yer vermesinin
yanısıra bir de Tevrat ve İncil’i de kaynak göstermiştir. Yine Hayat Kaynağı
Kur’ân Tefsiri gibi Kur’ân Yolu adlı tefsir de âyetle ilgili farklı görüşleri
zikretmiş, fakat çoğunlukla kendi kanaatini belirtmemiş, seçimi okuyucuya
bırakmıştır. Ayrıca bu tefsir yeri geldiğinde âyetlerle ilgili sebebi nüzul
rivayetlerini de bünyesine almıştır.
Son olarak bu eser Beyânu’l-Hak adlı tefsir[3]
ile genel olarak kıyaslandığında aralarında bazı farklılık ve benzerlikler
bulunmaktadır. Hayat Kaynağı Kur’ân Tefsiri, sûreleri Osman Mushafı nüshasına
göre sıralarken, Beyânu’l-Hak müellifi, sûreleri nüzul sırasına göre
incelemiştir. Fakat eserde Medenî sûrelerden 28 tanesi, Mekkî sûrelerden ise 5
tanesi bulunmamaktadır. Ayrıca bu eser, her cildin sonunda anahtar kelimeler ve
sözlük anlamları başlıklandırmasıyla bir bölüm açarak âyetlerde geçen bazı kelime
ve kavramların kısa sözlük anlamına yer vermiştir. Bunun yanı sıra bir de her
cildin sonunda sûrelerin mushaf tertibi, nüzulü ve alfabeye göre ayrı ayrı
sıralamasını yapılmıştır. Bir de müellif, âyetlerde dikkat çekmek istediği
hususları maddelendirerek anlatmıştır. Bu eser, farklı olarak Tevrat ve
İncil’den delil getirmemiştir. Bu eser Hayat Kaynağı Kur’ân adlı tefsirden
farklı olarak esbabı nüzul rivayetlerine yer vermemiştir. Beyânu’l-Hak adlı
tefsir, kâinatla ilgili bilgi veren bazı âyetleri günümüz biyoloji verilerini
kullanarak izah etme yoluna gitmiştir. Özellikle ahkâm ve kevnî âyetlerle
ilgili tefsirlerde modern bir yöntem izlemiştir. Mesela bu tefsirde, Mücadele
Sûresi 2. âyetin tefsirini yaparken erkeğin kadına üç kez “boş ol” demesiyle günümüzde
boşanmanın gerçekleşmeyeceği, ancak mahkeme kararı sağlanırsa boşanmış
sayılacakları belirtilmiştir. Buna karşın Hayat Kaynağı Kur’ân’da bunun gibi
bazı konularda klasik yöntem takip etmiştir.
Bu eser de Hayat Kaynağı Kur’ân gibi eğer
kavram varsa kısaca bilgi vermiştir. Ayrıca âyet ve hadisleri, sahabe, tabiun,
müfessir ve diğer âlimlerin görüşlerini de delil olarak kullanmıştır. Bunun
yanı sıra bu eser de Hayat Kaynağı Kur’ân gibi ihtilafları zikrettikten sonra
kendi görüşüne yer vermiştir.
Hayat
Kaynağı Kur’ân adlı eserin genel özelliklerini tanıtıp farklı tefsirlerle
karşılaştırdıktan sonra kendisi de bir meal yazarı olan Mustafa Öztürk’ün bu
tefsirle alakalı değerlendirmesinin buraya aktarılmasında yarar görüyorum:[4] “Said Şimşek’e ait tefsirin klasik kaynakları
arasında Taberî’nin (ö.310/923) Câmiu’l-Beyân, İbn Kesîr’in (ö.774/1373)
Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azim ve Kurtubî’nin (ö.671/1273) el-Câmi’ li
Ahkâmi’l-Kur’ân adlı eserleri ön plana çıkar. Modern döneme ait kaynaklardan
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Mevdudî, Süleyman Ateş, Muhammed Esed gibi isimlerin
eserlerine de yer yer atıflar bulunmakla beraber Muhammed Abduh ve Reşid
Rıza’nın Tefsîru’l-Menâr’ı ile Seyyid Kutub’un Fî Zilâli’l-Kur’ân’ından
alıntılar eserde çok önemli bir yer tutar. Gerek kaynak tercihlerinden gerekse
hemen her âyetin tefsirinde “Modern çağdaki bir Müslüman bu âyetten ne
anlamalı?” sorusuna cevap vermeyi hedefleyen izahatından müellifin tefsirinde
sosyolojik/ictimai yaklaşımı esas aldığı sonucuna varılabilir. Nitekim müellif
birçok âyetin tefsirinde tarihî arka plan bilgisine atıfta bulunmuş ve fakat
tefsiri rivayete boğmamış, benzer şekilde kelamî ve fıkhî görüş ihtilaflarına
yer vermekten de kaçınmıştır. Bununla birlikte münasebet düştükçe itikadî
konularla ilgili âyetlerin tefsirinde kimi zaman mezhepler arası görüş
farklarına kısaca değinmiş ve fakat meseleyi kısa ve öz olarak Selefî anlayış
doğrultusunda izah yoluna gitmiştir. Fıkhî konularda da özlü anlatım tercih
eden müellif kimi zaman mezhepler arasındaki ictihad farklarına da değinmiştir
(c. 1, s. 257). Münasebet düştükçe Kitab-ı Mukaddes’e de atıflarda bulunan
müellif kimi âyetlerin tefsirinde reenkarnasyona, dinlerarası diyalog gibi
günümüzde sıkça tartışılan bazı konuları müstakil başlıklar altında işlemiştir
(c. 1, 51-53, 153-154). Âdem’in iskân edildiği cennet, sihrin mahiyeti ve
nesnel gerçekliğinin olup olmadığı meselesi, şefaat, nesh, nüzûl-i İsa gibi
konularda hâkim Sünni görüşten farklı görüşleri savunan müellif (c. 1, 64- 68,
128-132, 136-141, 359) modern dönemde İslâm’ın yumuşak karnı olarak algılanan
kadın ve kadının toplumsal statüsüyle ilgili âyetleri, teaddüd-i zevcât
meselesinde görüleceği gibi savunmacı bir tarzda izah etmiştir (c. 1, 471-472).
Diğer
taraftan müellif modern bilim ve bilimsel tefsire muhalif bir anlayışı
benimsemiştir. Mesela oruçla ilgili Bakara 2/189. âyetin tefsiri münasebetiyle
açılan “Modern İlim ve Kur’an” başlığı altında şunları zikretmiştir:
“Günümüzde birçok Müslüman, Kur’an-ı Kerim’in,
modern ilmin buluşlarını on dört asır önce haber verdiğine inanır. Bu inanış
bir-iki meseleyle de sınırlı değildir. Neredeyse her bir buluş veya teori
gündeme getirildiğinde bunun kaynağı Kur’anı-ı Kerim’de aranır ve bulunur da(!)
Ama nedense bunlar modern ilim tarafından keşfedildikten sonra Kur’an’da
aranmaktadır. Öncesinden Kur’an’da bulunanı hiç olmamıştır.” (c. 1, s.
210-211).
Haberî
sıfatlarla ilgili âyetlerin yorumunda Selefî anlayış esas alınmış ve bu husus
Bakara 2/255. âyette geçen “kürsî” kelimesinin izahında şöyle ifade edilmiştir:
“Kürsü ile ne kast edildiği konusunda da farklı görüşler ileri sürülmüştür.
Halef denilen sonraki dönem âlimleri, Kürsü ve Arş gibi kelimeleri te’vil etmiş
ve bunlarla ilim yahut kudretin kast edildiğini söylemişlerdir. Selef
dediğimiz, İslâm’ın ilk dönem âlimleri bu kelimeleri te’vil etmemiş; burada
ifade edildiği gibi ‘Allah’ın Kürsüsü ve Arşı vardır; ama biz bunların
mahiyetlerini bilemeyiz’ demişlerdir. Bu konudaki tartışma uzmanlarınca
bilinmektedir. Biz her iki tarafın da çok iyi niyetlerle ve çaba harcayarak bu
görüşleri ileri sürdüklerine inanmakla birlikte selef âlimlerinin görüşlerinin
nakil yönünden de akıl yönünden de daha isabetli olduğunu düşünüyoruz.” (c. 1,
s. 273).
KAYNAK:
Fatma Pehlivan / Prof. Dr. Mehmet Sait Şimşek, Hayat Kaynağı Kur’ân-ı Kerim
Tefsiri, Beyân Yayınları, İstanbul 2012, c. 1‐5 (Kitap Tanıtım ve
Değerlendirmeleri, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2012/2, c.
11, sayı: 22).
[1] 1 Ömer
Nasuhi Bilmen, Kur’ân-ı Kerim’in Türkçe Meâli Âlisi ve Tefsiri, Bilmen Yay.,
İstanbul 1963, c. 1-8. 2.
[2] Hayreddin
Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir, Diyanet işleri
Başkanlığı Yay., Ankara 2007, c. 1-5.
[3] Mehmet
Zeki Duman, Beyânu’l-Hak (Kur’ân-ı Kerîm’in Nüzul Sırasına Göre Tefsiri), Fecr
Yay., Ankara 2006, c. 1-3. 306
[4] Mustafa
Öztürk, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Meal ve Tefsirin Serencamı, Ankara Okulu
Yayınları,
Ankara 2012, s. 135-137.
M. SAİT ŞİMŞEK’İN
TEFSİRİNDE KUR’ÂN’IN ÇAĞDAŞ YORUMLARI
CONTEMPORARY
INTERPRETATION OF THE QUR'AN IN M. SAİT SİMSEK'S COMMENTARY
Yrd. Doç. Dr.
Gökhan ATMACA
Bartın
Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitimi
Abstract
The
Qur'an is the word of God. The Qur'an was sent by God to Muhamammed. He told
the people who live with him in the Qur'an. Then reach forwarded all
contemporaries. Thus, all of humanity has reached the Koran. Invited them to
Islam. The Prophet stated that the Koran was still alive. Also people have asked
where they did not understand. Still wondering what they have learned by
asking. After the death of the Prophet's people have struggled to understand
the Koran. People have interpreted the verses of the daily life of the new
conditions. Because Qur’an is for all ages. This provides commentary. In order
to, interpretations of the Qur'an were made from the early ages. In order to,
dozens of works put forward our age. In today's scholars M. Said Şimşek wrote a
commentary for this purpose. Simsek's work consists of five volumes. Claims
that are included in reviews of works towards contemporary life. Work is
important in this respect.This study examines M. Sait Şimşek's book The
Interpretation of the Qur'an of the Life Source. This study aims at the
determination of contemporary comments in this book. In this study, some of
Simsek's book of exegesis, theology, canon law issues are examined and some
current issues. This study also reveals that the main method of Simsek's book,
which is writing.
Key Words: Quran, Tafseer,
Verse, İnterpretation
ÖZET:
Allah
kelamı Kur’an Hz. Muhammed’e vahiy edilmiştir. Hz. Peygamber Kuran’ı öncelikle kendi
coğrafyasında yaşayan insanlar olmak üzere ulaşabildiği tüm çağdaşlarına
iletmiştir. Böylelikle Kur’an’ı tüm insanlığa ulaştırmış ve onları hidayete
davet etmiştir. Hz. Peygamber hayattayken beyan görevi gereği Kur’an’ın izaha
muhtaç kısımlarını açıklamıştır. Ayrıca insanlar anlayamadıkları yerleri veya
merak ettikleri hususları Hz. Peygamber’e sorarak öğrenmişlerdir. Hz. Peygamber’in
vefatından sonra ise insanlar Kur’an’ı anlamak için çaba sarf etmeye devam
etmişler ve ayetleri güncel hayatın getirdiği yeni şartlarla birlikte tefsir
etmişlerdir. Çünkü Kur’ân bütün çağlara hitap etmektedir. Bu hitabın yorumu da
tefsirle mümkün olabilmektedir. Bu sebeple ilk çağlardan itibaren Kur’ân
tefsirleri yazılarak Kur’ân’ın çağa ve güncel hayata hitabı sağlanmıştır. Bu
amaca yönelik asrımızda da onlarca eser ortaya konulmuştur. Günümüz ilim
adamlarından M. Sait Şimşek de bu amaç doğrultusunda bir tefsir yazmıştır. Şimşek’in
eseri beş ciltten oluşmakta ve çağdaş hayata dönük yorumları barındırma iddiasındadır.
Bu yönüyle eser önem arz etmektedir. Bu çalışma da M. Sait Şimşek’in Hayat
Kaynağı Kur’ân Tefsiri adlı eserinin bazı çağdaş yorumlarının tespiti üzere
kaleme alınmıştır. Çalışmada Şimşek’in eserindeki bazı tefsir usûlü konuları,
kelâmî, fıkhî meseleler ile bazı güncel konulara değinilmiştir. Bu çalışma aynı
zamanda Şimşek’in eserini ortaya koyarken hangi yöntemi esas aldığını da ortaya
koymaktadır.
Anahtar
Kelimeler:
Kur’ân, Tefsir, Âyet, Yorum
Giriş:
M.
Sait Şimşek 1951 yılında Mardin’de doğmuş, sırasıyla Diyarbakır İmam Hatip Lisesi
ve Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olmuştur. 1984 yılında Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi bünyesinde doktorasını tamamlamış, 1987’de doçent, 1994 ise Profesör
unvanını almıştır. Halen Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim
üyesi olarak görev yapmaktadır. (Şimşek, 2012, I: Önsöz)
Kur’ân
evrensel olması yönüyle bütün çağlara hitap etmektedir. Kur’ân’ın bu yönü her devirde
farklı coğrafyalardaki insanları Kur’ân’ı anlamaya sevk etmiş, bunun için de
ilk devirlerden itibaren tefsirler yazılmıştır. Her bir müfessir kendi çağını
ve coğrafyasını esas alarak Kur’ân okumaları yapmış ve bunu eserleriyle diğer
insanların istifadesine sunmuştur. Bu faaliyet eskiden olduğu gibi bugün de
devam etmektedir. M. Sait Şimşek’in Hayat Kaynağı Kur’ân Tefsiri adlı eseri de
Kur’ân’ın bu çağa yönelik bir okumasının sonucu olarak insanlığın istifadesine
sunulmuştur. Biz de bu çalışmamızda Şimşek’in adı geçen eserini ele alacağız.
Şimşek’in
eseri birçok konuda orijinal tespitlerle doludur. Biz çalışmamızda elimizden
geldiği kadar bunların bir kısmına değineceğiz. Daha önce konuya giriş kabilinden
çağdaşlık kavramı hakkında kısa bir bilgi vereceğiz.
I.
Çağdaşlık
Kavramı
Çağdaşlık
kavramı bireyin veya toplumun ihtiyaçlarını karşılamada en başarılı ve en yüksek
performansı gösteren sosyal yapıya, toplumsal modele verilen sıfat olarak tanımlanmaktadır.
(http://mozbulbul.blogcu.com/cadaslik-nedir-ne-degildir/9118447)
Çağdaşlık
denildiğinde kronolojik olarak aynı devirde yaşamak kastedilmekle birlikte
çağdaş kavramı içerisine geçmişten bugüne gelen her şey girmektedir.
Dolayısıyla çağdaşlık her ne kadar bugünü çağrıştıran bir kavramsa da aslında
geçmişi ve bugünü harmanlayan bir içeriğe sahiptir. (Özakpınar, 2007: 19-22)
Günümüzde
bilimsel ve teknolojik gelişmeler hızla arttığından kültürel anlayış ve toplumsal
yapı da bir o kadar hızlı değişmektedir. (Aydın, 2006: 172) Çağdaşlık ise çağın
getirdiği her türlü ilmî gelişmeye ve insanlığın yararına olan her şeye açık
olmayı gerektirmektedir. (İlhan, 2000: 47) Dolayısıyla içinde bulunulan çağda
dînî hayatın yaşanması da Kur’ân’ın yorumuyla olmaktadır. Zira Kur’ân
evrenselliğinin bir gereği olarak bütün çağlara hitap etmektedir. Kur’ân’ın
hitabının güncel zamana yorumu ise tefsir ile olmaktadır. Bu sebeple ilk
devirlerden itibaren Kur’ân tefsirleri yazılmıştır. Bu çalışmalar günümüze
kadar devam etmiş, halen de devam etmektedir. Bu şekilde Kur’ân’ın çağa ve
güncel hayata hitabı sağlanmaktadır. Şimşek de bu tefsiri yazmasındaki amacının
Kur’ân’ı çağa uydurmak değil, Kur’ân’ın hedefleri doğrultusunda bu çağda Kur’ân’ı
yeniden ve doğru anlamak olduğunu söylemektedir. (Şimşek, 2012: II/143)
II.
M. Sait Şimşek’in
Tefsiri ve Çağdaş Yorumları
Şimşek
Hayat Kaynağı Kurân Tefsiri adlı eserini on yılı aşkın bir sürede tamamlamıştır.
Tamamı beş cilt olan eser Beyan Yayınları tarafından 2012 yılında basılmış ve okuyucunun
istifadesine sunulmuştur. Şimşek eserini kaleme alırken okuyucuyu yoracağını
düşündüğü akademik tartışmalara girmekten kaçınmış, sade bir dil kullanmıştır.
Çoğu yerde müracaat ettiği kaynakları zikretmemiştir. Buradaki amacı da
okuyucuyu bunlarla yormamaktır. Ayrıca o, insanların meşguliyetlerini göz önüne
alarak yorumlarını kısa tutmaya çalışmıştır.
Şimşek
tefsir yaparken öncelikle söz konusu sûrenin Mekkî veya Medenî oluşu, sûrenin
isminin mahiyeti, varsa diğer isimleri ve sûrenin içeriği hakkında bilgiler
vermiştir.
Bunların
ardından sûrenin tefsirine geçmiştir. (Örnek olarak bkz. Şimşek, 2012: I/11,
19, 307)
Şimşek’in
adı geçen eserindeki çağdaş yorumları Şu başlıklar altında ele alabiliriz:
A.
Şimşek’in Bazı
Tefsir Usûlü Kavramları Hakkındaki Yorumları
Şimşek
bazı usûl terimleri hakkında farklı tespitlerde bulunmaktadır. Onun bu husustaki
tespitleri orijinal olduğundan burada yer vermeyi uygun buluyoruz. Bunları şu başlıklar
altında işleyebiliriz:
1.
Nesh
Arapça’da
“nesh”, birşeyi iptal etmek, izale etmek, mânâsına gelir. (Cevherî, 1990: I/433;
İbn Hazm, 1986: 6; Râzî, 1997: I/636) Terim olarak “nesh”, bir nassın hükmünün
daha sonra gelen bir nas ile kaldırılmasını ifade eder. (Cevherî, 1990: I/433;
İbn Hazm, 1986: 7; Râzî, 1997: I/637; Bağdâdî, t.y.: 39; Cerrahoğlu, 1995: 122;
Çetin, 2006: XXXII/579) Neshin söz konusu olduğu durumlarda önceki hüküm
mensûh, onu yürürlükten kaldıran yeni hüküm veya delil nâsih diye adlandırılır.
(Çetin, 2006: XXXII/579) Mensûh ya âyetin hükmü, ya da âyetin okunan lâfzı veya
âyetin hem okunuşu hem hükmüdür. (İbn Hazm, 1986: 6; Râzî, 1997: I/640; ZerkeŞî,
1957: II/35)
Bu
durumların örneği ise şunlardır:
a.
Hem lafzın ve hem de hükmün nesh edilmesi: Enes b. Mâlik’ten rivâyet edildiğine
göre O, Tevbe Sûresi’nde “… لى كان لابه آدم واديان مه ذهب لابتغى اليهما الل ااً
” (Manası: Âdemoğlunun iki vadi dolusu altını olsa bir üçüncüsünü ister…) Şeklinde
bir âyet okuduklarını bildirmiştir.
Ancak
bu âyetin daha sonradan hem hükmen hem de lâfzen nesh edildiği ifade edilmiştir.
(İbn Hazm, 1986: 9)
b.
Hükmün bâkî kalıp lafzın nesh edilmesi: Bu tür neshe delil teşkil eden ibâre “ الشيخ
والشيخة إذا زويا فرجمىهما البتة ونالا اً مه الله والله عسيس حنيم ” (Manası: Yaşlı
erkek ve yaşlı kadın zînâ ettiklerinde Allah’tan kesin bir ceza olmak üzere
onları recm edin. Allah azîz ve hakîmdir.)
Şeklindedir.
(İbn Hazm, 1986: 9; Zerkeşî, 1957: II/35)
c.
Lafzın bâkî olup hükmün nesh edilmesi: Bu çeşidin örneğini ise M. Sait Şimşek’in
Tefsirinde Kur’ân’ın Çağdaş Yorumları 106 فأيىما تىلىا فلم وجه الله...“ ” (Bakara
2/115. Manası: …Nereye dönerseniz dönün Allah'ın yönü orasıdır...) teşkil
etmektedir. (İbn Hazm, 1986: 9)
Şimşek
yukarıda örneğini verdiğimiz klasik nesh anlayışını benimsememiştir. O, bu konuya
“Biz herhangi bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturur (ya da
ertelersek), yerine daha hayırlısını veya mislini getiririz…” (Bakara 2/106)
âyetinin tefsirinde yer vermiştir. İlim adamlarının bu âyetten ve “Biz bir
âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman...” (Nahl 16/101)
âyetinden yola çıkarak Kur’ân’da neshin var olduğu iddiasında olduklarını ifade
eden Şimşek, bu konuda geniş mülahazalarda bulunur. Ona göre bu âyetlere
dayanarak Kur’ân’da neshin varlığını doğrulamak mümkün değildir. Çünkü Bakara Sûresi
106. âyeti müfessirlere göre kıblenin değişmesiyle ilgili olarak indirilmiştir.
Kudüs’e yönelerek namaz kılmak âyet ile emredilmemiştir. Dolayısıyla buradaki
değişiklik Kur’ân’dan bir âyeti nesh etme yönünde olmadığı için nesh edilmiş
bir âyet söz konusu değildir. Ayrıca Nahl Sûresi 101. âyet Mekkî bir sûredir.
İlk neshin kıblenin değiştirilmesiyle ilgili olduğu söylenmektedir. Bu ise
hicretten bir buçuk sene sonra gerçekleşmiştir. Bu sebeple hicretten önce
indirilmiş bir âyetin hicretten sonra indirilmiş bir âyeti nesh etmesi söz
konusu olamaz.
Şimşek’e
göre Hz. Peygamber’den herhangi bir âyetin nesh edildiğine dair tek bir hadis
dahi nakledilmiş değildir. Sahâbeden ve tâbiînden nakledilen neshle ilgili
rivâyetlerse âmm olan bir lafzın tahsisi, mutlakın takyidi vb. durumları içermektedir.
Dolayısıyla Kur’ân’da nesh mevzu bahis değildir. (Şimşek, 2012: II/136-141)
2.
Sebeb-i Nüzûl:
Kur’ân
âyetlerinden bir kısmı özel sebeplerle (Zerkânî, t.y.: I/99) veya bir olay ve
sual sonucunda nâzil olmuştur. Bu duruma sebeb-i nüzûl denir. (Suyûtî, 1985:
I/82) Tefsir ilminde sebeb-i nüzûl, âyeti izah ve beyan etmesi bakımından
önemli görülmüştür. (Cerrahoğlu, 1995: 116; Özsoy, 2004: 144) Şimşek’in konuya
yaklaşımı ise farklıdır. O, eserinde yeri geldikçe sebeb-i nüzûlden
bahsetmektedir. Ancak Kur’ân’ın anlaşılması hususunda sebeb-i nüzulün haddinden
fazla abartıldığını ve bu durumda Kur’ân’ın anlaşılması mümkün olmayan bir kitapmış
gibi bir his doğurduğunu, âyetlerin sebeplere binaen inerek anlamlarının
sınırlı oldukları izlenimini verdiğini söylemektedir. Ona göre sebeb-i nüzûl
olarak zikredilen hadise olmasa da âyet aynen indirilecekti. Âyetlerin kimi
olaylar üzerine indirilmesinin sebebi hem Kur’ân’la toplum arasında daha canlı
bir iletişim kurulmasına hem de âyetleri günlük hayatta uygulayarak daha iyi
anlaşılması amacına dönüktür. (Şimşek, 2012: IV/199)
Şimşek’e
göre sebeb-i nüzûle dair rivâyetler Kur’ân’ın indirilişine tanık olan sahâbelerin
kendi içtihatlarıdır. Bu sebeple bir âyetle ilgili farklı sebepler
nakledilmektedir. Bu zikredilen sebepler içtihada dayalı olduğu için yanlış
olma ihtimalleri olabilir. Ona göre Kur’ân’da yer alan “şu husus sana soruldu,
de ki” (Örnek olarak bkz. Bakara 2/189) tarzındaki âyetlerin sebeb-i nüzûlleri
kesin olarak bilinebilir. (Şimşek, 2012: II/109)
3.
Mukatta‘ Harfler:
Kur’ân-ı
Kerim’deki bazı sûrelerin başında bazen basit, bazen de birkaç harfin birleşmesinden
oluşan rumuzlar bulunmakta olup bu rumuzlara mukatta’ harfleri denilmektedir. (Cerrahoğlu,
1995: 134) Mukatta’ harflerin ne anlama geldiği, anlamlarının bilinip
bilinemeyeceği tartışılmıştır. Her iki görüşe sahip bilginler bulunmaktadır.
(Zerkeşî, 1957: I/172. Bu konuda daha detaylı bilgi için bkz. Akgül, 2006:
XIV/53-64)
Şimşek,
Hz. Peygamber’in bu harflerle alakalı hiç açıklama yapmamış olmasından, sahâbenin
Hz. Peygamber’e bu konuda soru sormamış olmasından ve müşriklerin bu konuda bu
harflerle alakalı itirazlarının olmamasından yola çıkarak o dönemde sözün başında
bu tür harflerin kullanımına aşina olunduğunu söyler. Ona göre her dilde olduğu
gibi Arapça’da da dolaylı anlatım biçimi vardır. Dolaylı anlatımdan maksat
kelime ve cümleleri temel anlamları dışında kullanmaktır. Bu harflerle
kastedilen de dolaylı anlamlardır. Bu harflere birden fazla mana
yüklenmesindeki sebep de budur. Bu harfler Kur’ân’ın icâzı ile ilgilidir. Şimşek’e
göre bunlarla insanlığa bir meydan okuma vardır. Yani “kullanılan harfler,
malzeme aynı, o halde ya inanın bu vahye veya bir benzerini getirin!” Şeklinde
bir dikkat çekme söz konusudur. (Şimşek, 2012: I/22-23)
B.
Şimşek’in Bazı Kelâmî
Konular Hakkındaki Yorumları:
Şimşek’in
adı geçen eserinde kelâmî konuların da tefsiri vardır. Şimşek kelâmî konularda
derin tartışmalara girmez ama bu konudaki görüşlerini belirtir. Bunlardan bir
kısmı
Şöyledir:
1.
Diğer Din
Mensuplarının Durumu:
Şimşek
bu konuda “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan kabul edilmeyecek ve o
ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” (Âl-i İmrân 3/85) âyetinden yola
çıkarak Yahudi ve Hristiyanların Hz. Muhammed’e iman etmelerinin gerektiğini
ifade etmiştir. Çünkü Hz. Muhammed’e iman etmek, destek vermek onların kendi kitaplarına
iman etmelerinin bir gereğidir. Şimşek bu görüşlerini “Onlar ki yanlarındaki
Tevrat ve İncil'de vasıfları yazılı o ümmî Peygamber’e tâbi olurlar. O
Peygamber ki kendilerine meşrû şeyleri emreder, kötülükleri yasaklar,
kendilerine güzel ve hoş şeyleri mübah, murdar şeyleri ise haram kılar; üzerlerindeki
ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona iman eden, onu
destekleyen, ona yardımcı olan ve onunla beraber indirilen nûra tâbi olanlar
var ya, işte felaha erenler onlardır. De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize
Allah tarafından gönderilen Peygamberim. O ki, göklerin ve yerin hâkimiyeti
O'na aittir. O'ndan başka ilah yoktur. Hayatı veren de, ölümü yaratan da O'dur.
Öyleyse siz de Allah'a ve O'nun bütün kelimelerine iman eden o ümmî Nebî’ye, o
Resûl’e inanın. Ona tâbi olun ki doğru yolu bulasınız.” (A’râf 7/157-158)
âyetleriyle destekler. Hz. Muhammed’in çağrısının bütün insanlara yönelik olduğunu
ve yegâne kurtuluşun da onun yolu olduğunu ifade eden Şimşek, bugünkü Kitap
Ehli’nin durumunu şöylece özetler:
a.
Hz. Muhammed ve Kur’ân hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayanlar. Bunlar İslam’ı
kabulle sorumlu değillerdir.
b.
Hz. Muhammed ve Kur’ân’la ilgili bir Şeyler işitmiş olmakla beraber sağlıklı
bilgiye sahip olmayanlar. Bunlar da İslâm’ı kabulle sorumlu değildirler.
c.
İslâm dini kendilerine eksiksiz ulaştırılanlar. Bunlar İslâm’ı kabul etmezlerse
kurtuluşa eremezler. (Şimşek, 2012: I/97-100. Şimşek’in bu konuyla ilgili görüşleri
Gazzâlî’nin görüşlerine benzemektedir. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Aslan,
2000: 4/19-30)
2.
Reenkarnasyon:
Reenkarnasyon
öldükten sonra ruhun başka bir bedende tekrar dünyaya gelmesi inancına denir.
Daha çok ilkel totemcilikte kabul görür. (Çetin, 1995: IX/24) Şimşek reenkarnasyonun
ahiret inancıyla bağdaşmadığını söyler. Reenkarnasyonu savunanların “Allah'a
nasıl nankörlük edersiniz ki, siz ölüler idiniz, O sizi diriltti; yine
öldürecek, yine diriltecek; sonra O'na döndürüleceksiniz.” (Bakara 2/28)
âyetindeki “ölüydünüz” kelimesinden yola çıkarak daha önce bir hayatın var
olduğu düşüncesine kapıldıklarını, oysa Arapça’da ölü kelimesinin diri olmamak
anlamında olduğunu ifade eder. Dolayısıyla bir Şeye ölü denmesinin o Şeyin
öncesinde bir hayat geçirmiş olmasına delalet etmediğine, bilakis dünya
hayatına gelmeden önce o Şeyin yok olduğu anlamına geldiğine vurgu yapar. Şimşek
âyeti şöyle formüle eder: Ölüydünüz: Yoktunuz, Sizi diriltti: Dünya hayatına
geldiniz, Yine öldürecek: Kabir hayatı, Yine diriltecek: Âhiret hayatı. (Şimşek,
2012: I/51-55. Bu konuda Süleyman Ateş daha farklı düşünmektedir: O Kur’ân’da
reenkarnasyonun var olduğunun kesin delili olmamakla birlikte, kıyamete
inanmanın esas olduğunu dolayısıyla tekrar dirilmeye inanmanın bir mahzurunun
olmadığını ifade eder. Tenasüh ile reenkarnasyonu ayıran Ateş, tenasühe inanmanın
mümkün olamayacağını söyler. Bkz. Ateş, 1995: 144) Şimşek ise bu konuda Kur’ân’da
yer alan Müddessir 74/48, Secde 32/12-14, En’âm 6/28. âyetlerini delil
getirerek reenkarnasyonu kesin bir dille reddeder. (Şimşek, 2012: II/281)
3.
Hz. Adem’in
Çıkarıldığı Cennet ve İlk Günah
Şimşek,
Hz. Adem’in çıkarıldığı cennetin kıyametten sonraki mükafat cenneti mi yoksa
dünyada bir bahçe mi olduğu hususunda Kur’ân’da açık bir ifade olmadığını ve bu
sebeple de bu konuda ihtilaf olduğunu söyler. O, Bakara Sûresi 30. âyetten Hz.
Adem’in yeryüzünde yaratıldığının anlaşıldığı, oradan mükafat cennetine
yükseltildiğine dair bir bilginin olmadığı ayrıca mükafat cennetine girenin
orada ebedi kalacağı ve orada bir kısıtlamanın olmayacağı gerekçeleriyle Hz.
Adem’in çıkarıldığı cennetin dünyada bir bahçe olduğu görüşünü savunur. Ayrıca
Bakara Sûresi 265., Rad Sûresi 4. ve Sebe Sûresi 15. âyette geçen “cennet”
kelimesinin dünyadaki bahçeler için kullanılmasını da görüşü için bir delil
olarak gösterir. Bakara Sûresi 36. âyette yer alan “ihbitû” kelimesinin ise,
yine aynı sûrenin 61. âyetinde İsrailoğulları’nın azarlanarak şehre inmelerinin
istenmesinde de kullanıldığını dolayısıyla bu kelimede bir azarlamanın mevcut
olduğunu ve mecazen rütbe olarak aşağıya inmenin söz konusu olduğunu ifade
eder. (Şimşek, 2012: I/64-65)
Şimşek
yasak ağaçtan kastın cinsel birliktelik olduğunu söyler. Çünkü ona göre Kur’ân’da
kadın-erkek ilişkisi işlenirken daima mecazi bir anlatım tarzı tercih
edilmektedir.
Ayrıca
bunun cinsel birliktelik olarak kabul edilmediğinde A’râf Sûresi 20-22.
Âyetteki kendilerine gizlenmiş olan avret yerlerinin yasak ağaçtan
yediklerinden sonra görünmesinin izahının zorlaşacağını söyler. Yine Tâhâ
Sûresi 121. âyette geçen “ebedîlik ağacı” tabirinin de cinsel birleşmeyi çağrıştırdığını
ifade eder. (Şimşek, 2012: I/66)
4.
Cehennemin
Ebedîliği:
“Onlar,
gökler ve yerler durdukça orada ebedî olarak kalacaklardır. Ancak Rabbinin dilemesi
başka…” Hûd 11/107) âyetinde yer alan “Allah’ın dilemesi” buyruğunu dikkate
alan Şimşek bu konuda kesin bir şey söylemekten kaçınır ve Allah’ın vereceği
kararın en adil karar olacağını vurgular. (Şimşek, 2012: II/268) Bu tavır Şimşek’in
bir metodudur. O, hakkında kesin delil bulunmayan durumlarda yorum yapmaktan
kaçınır.
5.
A’râf Ehli:
Şimşek
A’raf ehlinin melekler olduğunu ifade eder. Bunların dünya hayatında da insanları
dışarıdan gözlemiş olduklarını ve burada da aynı konumda olacaklarını söyler. (Şimşek,
2012: II/277) Şimşek bu görüşlerine A’raf Sûresi 46. âyette yer verir. Âyete Şöyle
meal verir: “İki taraf arasında bir perde vardır. Ve A’raf üzerinde yerler
vardır; (cennetliklerin ve cehennemliklerin) her birini yüzlerinden tanıyan cennet
ehline: “Selam size!” diye seslenirler. Bunlar oraya girmeyi uman, fakat henüz
girmemiş olanlardır.” Şimşek âyete “Bunlar oraya girmeyi uman, fakat henüz
girmemiş olanlardır.” Şeklinde meal verdiği halde nasıl bunların melekler
olduğuna kanaat getirmiştir, burada bir çelişki görünmektedir. Çünkü bahsi
geçen A’râf ehli cennete girmeyi umuyorsa bunların melek olmaları imkansız
olur.
Çünkü
cennet ve cehennem imtihanla yükümlü olan kimseler içindir. Meleklerinse böyle
bir sorumlulukları ve dolayısıyla mükafat veya ceza görmeleri imkansızdır.
6.
Meleklerin İradesi:
“…Hayır,
o melekler ikrama erdirilmiş kullardır.” (Enbiya 21/26) âyetindeki “kullar” kelimesinden
yola çıkan Şimşek, kulun itaat eden anlamı olduğunu, meleklerin de itaat eden kullar
olarak nitelendirilmeleri ve övülmelerinin onların itaatlerinin kurgulanmış
olmadığını, bilakis kendi iradeleriyle itaat ettiklerini gösterdiğini ifade
eder. Aksi halde melekler övülmezlerdi. Dolayısıyla da ona göre meleklerin
iradesi vardır. (Şimşek, 2012: III/370-371)
7.
Hz. Îsâ’nın
Nüzûlü:
Hz.
Îsâ’nın kıyamete yakın bir zaman semadan dünyaya ineceği yaygın bir inanış olup
aynı zamanda tartışma konusudur. (Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Çelebi,
2000: 22/472-473)
Buna
dayanak getirilen âyet ise şöyledir: “O zaman Allah şöyle dedi: "Ey Îsâ,
şüphesiz ki seni öldüreceğim, seni kendime yükselteceğim ve seni inkârcılardan
temizleyeceğim. Hem sana uyanları, kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde
tutacağım. Sonra dönüşünüz banadır, ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda
hükmedeceğim." (Âl-i İmrân 3/55)
Şimşek,
Hz. Îsâ’nın tekrar dünyaya getirilmesinin Allah’ın gücü dahilinde bir husus olduğunu
ancak burada meseleyi “dil kuralları” çerçevesinde anlamak gerektiğini ifade
eder ve meseleye de bu bağlamda yaklaşır. “Teveffâ” kelimesinin ölmek anlamına
geldiğini ve bu kelimeye başka manaların yüklenmesi için geçerli bir karinenin
gerektiğini, böyle bir karinenin de olmadığını vurgulayarak Hz. Îsâ’nın Allah
katına yükseltilmesi ve tekrar geleceğine dair görüşleri reddeder. Ayrıca
gerekçe olarak Nîsâ Sûresi 157, 158; Mâide Sûresi 116, 117. âyetlerden
bahseder. Konuyla ilgili rivâyet edilen hadislerin arasında çelişkiler olduğunu
söyleyen Şimşek, söz konusu hadislerin âhad haberler kategorisinde olduğunu ve
bunların çoğu âlim tarafından inanç mevzuunda delil olarak kabul görmediğini ifade
eder. Netice olarak bu ve benzeri âyetlerin Hz. Îsâ’nın göğe yükseltildiğini
anlatmadığını, bilakis faziletine ve Allah katındaki yüce makamına işaret
ettiğini söyler. (Şimşek, 2012: I/357-360)
8.
Kabir Azabı
Kabir
azabı konusuna “Öyle bir ateş ki, onlar sabah-akşam ona sunulurlar. Kıyametin kopacağı
günde de, “Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun” denilecektir.” (Mü’min
40/46) âyetinde değinen Şimşek, âyette sabah-akşam cehenneme arz edilmelerinin
o anda cehennemde olmadıklarını gösterdiğini, yine kıyamet koptuktan sonra
azabın en şiddetlisine sokulmalarının da buna işaret ettiğini söyler. Bununla
birlikte kabir azabının olmayacağını söylemenin kişiyi inanç bağlamında zora
sokmayacağını, çünkü burada sadece yorum farkının bulunduğunu ifade eder. Bu
konuda gelen âhad haberlerin de inanç konusunda delil olmadığı için inanca etki
etmeyeceğini ayrıca vurgular. (Şimşek, 2012: IV/389)
9.
Şefaat:
Şimşek
bu konuya âyetlerde yeri geldikçe yer vermiştir. O, “Allah katında, O’nun izin verdiği
kimseden başkasının şefaati yarar sağlamaz…” (Sebe’ 34/23) âyetinin tefsirinde buradaki
şefaatin dünyaya ait olduğunu söyler. Gerekçesi ise bu konuyla ilgili
nakledilen hadistir. Çünkü söz konusu hadiste Allah bir şeye hüküm verdiğinde
gökteki meleklerin mutlaka o emre boyun eğerek kanat çırptıkları ve “Nihâyet
kalplerinde korku giderildiği zaman ‘Rabbiniz ne buyurdu’ diye sorulduğunda:
Gerçeği. O yücedir, büyüktür.” (Rivâyet için bkz. Buhârî, Tevhid 32; Tirmizî,
Tefsir 34) dedikleri anlatılmaktadır. (Şimşek, 2012: IV/223)
Şimşek
söz konusu âyette şefaatin izinle olacağının söylenmesiyle mutlak şefaatin
olacağı anlamının çıkmayacağını nitekim “Ey iman edenler! Hiçbir alışverişin,
hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık
olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın...” (Bakara 2/254) âyetiyle
hesap günü Şefaatin olmayacağının buyrulduğunu ifade eder. (Şimşek, 2012:
IV/224) Ayrıca “De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir…” (Zümer 39/44) âyetinden
yola çıkarak da, Şefaatin tamamının Allah’a ait olduğunu da söyler. (Şimşek, 2012:
IV/224,356)
C.
Şimşek’in Bazı
Fıkhî Konular Hakkındaki Yorumları
1.
Çok Eşlilik:
“Eğer
(velisi olduğunuz) yetim kızlar (ile evlenip onlar) hakkında adaletsizlik
etmekten korkarsanız, onları değil, size helâl olan başka kadınlardan ikişer,
üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Eğer (o kadınlar arasında da) adaletli
davranmayacağınızdan korkarsanız, o takdirde bir tane alın veya sahip olduğunuz
(cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.” (Nîsâ
4/3) âyetinde konuya değinen Şimşek’e göre, İslam hukukunda kötülüklerin önüne
geçilmesi, yararların temin edilmesinden önce gelir. Kişi her işinde böyle davranmalıdır.
Evlilik gibi önemli olan bir meselede de işin artıları eksileri iyi tahlil
edilmeli ve öyle karar verilmelidir. Bazen birden fazla evlilik zaruri
olabilir. Bu bölgeye, kişiye yani şartlara göre değişkenlik arz eder.
Zaruretler göz önüne alındığında erkek birden fazla eşle evlenebilir. Âyette
yer alan “ikişer, üçer, dörder” ifadesinden sonra adaletten endişe edildiğinde
birle sınırlandırılmasının vurgulanması sınırın en fazla dört olacağını
gösterir.
Böyle
bir kayıt olmasaydı çok eşlilikte sayı sınırsız olurdu. (Şimşek, 2012:
I/400-472)
2.
Çift Cinsiyetli
Kişilerin Durumu
Konuya
“…Develerin kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirmelerini
emredeceğim" diyen, Allah'ın lanet ettiği azgın şeytana taparlar…” (Nîsâ 4/117-119)
âyetlerinde değinen Şimşek, burada bahsedilen “Allah’ın yarattığını değiştirme”
ibaresinden ilk anlaşılanın yaratılışın temel yapısını değiştirmek olduğunu
söyler. Örnek olarak da hayvanların hadımlaştırılmasını gösterir. Buradan yola
çıkan Şimşek, çift cinsiyetli doğan kimselerin hangi cinsiyet ağır basıyorsa
bir takım operasyonlarla o yönünün etkinleştirilmesinin yaratılışın değiştirilmesi
olarak anlaşılmaması gerektiğini söylemektedir. (Şimşek, 2012: I/571)
3.
Savaş Hukuku
“Ey
müminler! Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber
olunuz, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer
anlıyorsanız, sizin için hayırlı olan budur.” (Tevbe, 9/41) âyetin tefsirinde
konuya değinen Şimşek’e göre İslâm, toprak fethetmek ve insanları hakimiyeti
altına almak maksadıyla savaş açmaz. İslâm’ın öngördüğü savaş savunma savaşıdır.
Bundaki maksat da düşman saldırısına karşı koymaktır. (Şimşek, 2012: II/451)
4.
Erkeğin Kadına
Üstünlüğü
“…Kocaları
da bu arada barışmak isterlerse, onları geri almağa daha çok hak sahibidirler.
Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde
hakları vardır. Erkeklerin, kadınlar üzerindeki hakları, bir derece fazladır.
Allah azizdir, hakimdir.” (Bakara 2/228) âyetinde erkeklerin bir derece
kadınlardan üstün olduklarından bahsedilmektedir. Şimşek bu üstünlüğün boşama
yetkisiyle ilgili olduğunu söyler. Söz konusu üstünlük yönü ise kocanın direkt
boşama yetkisinin olması, kadının ise ancak mahkemeye başvurarak boşanma
isteyebilmesidir. (Şimşek, 2012: I/249)
5.
Üç Talak
İslâm’dan
önce Arap toplumunda boşamanın bir sınırı yoktu. Kişi karısını dilediği kadar
boşayıp tekrar ona dönebiliyordu. Talak yetkisi kocaya ait olduğu gibi boşadıktan
sonra ona dönebilmesi için eşinin rızasını almaya da gerek yoktu. Koca boşadığı
eşine, iddetini doldurmasına az bir zaman kala dönüyor, sonra tekrar boşuyor ve
iddetini yeniden uzatabiliyordu. (Râzî, 1997: II/442) İşte bunun üzerine bir
kadın Hz. Âişe’ye gelerek, kocasının kendisini boŞamasını ve zarar vermek
maksadıyla yani başkasıyla evlenmesini engellemek için kendisine ric’at (Ric’at:
Talak-ı ric’îden sonra iddet içinde henüz sona ermemiş olan nikahı söz ya da
fiil ile devam ettirmek istemektir. Bkz. Erdoğan, 1998: 386) etmesini Şikâyet
etti. Hz. Âişe de bu durumu Hz. Peygamber’e (s.a.s.) anlattı. Bundan dolayı
“Boşama hakkı iki defadır. Bundan sonra yapılması gereken ya meşrû tarzda
güzelce birlikte yaşama yahut eşini güzellikle salıvermedir...” (Bakara 2/229)
âyeti nâzil oldu. (Râzî, 1997: II/442) Bu âyet boşamaya sınır getiriyordu. Hz.
Peygamber zamanında boşama uygulamasında Şayet tek mecliste (Meclis: Oturulan
yer, akit/sözleşme yapılan yer. Meclis, akdin ardından tarafların birbirinden
ayrılması yahut başka bir konuya geçmeleri, başka bir işe koyulmalarıyla sona
erer. Bkz. Erdoğan, 1998: 279) üç kere boşama gerçekleştirilmişse tek sayılmıştı.
(İbn Kayyim, 1968: III/33. Ebubekir
Sifil
ise Hz. Peygamber zamanında bir lafızla verilen üç talakın üç olduğuna yönelik
örnekler vermektedir. Bkz. Sifil, 2006: 82-184) Fakat halifeliği döneminde Hz.
Ömer, insanların aceleci bir biçimde bu tür bir boşamayla Allah’ın kendilerine
gösterdiği genişliğe aykırı Şekilde kendi kendilerini daralttıklarını dikkate
alarak konuyu Şûrâ heyetine getirmiş ve aynı anda üç boşamayı geçerli saymıştır.
(Müslim, “Talak”, 15-17; Kurtubî, 1967: III/130; İbn Kayyim,1968: III/32,33;
İbn ÂŞur, 1997: II/417)
Şimşek
bu konuda temizlik dönemlerine dikkat edilmesi ve her bir talakın ise aynı anda
değil, süreç takip edilerek verilmesi gerektiğini söyler. Çünkü bu süre
içerisinde belki taraflar evliliklerine devam kararı alabilirler. (Şimşek,
2012: V/258-259) Ayrıca ona göre üç talakın kullanıldığı durumlarda tekrar
evlenebilmek için sahte evlilik ve sahte boşama kabul değildir. Kadının yeni
evlendiği kocasıyla zifaf şartı vardır. Şahıs ancak böyle bir evlilikten sonra
eski eşine dönebilir. (Şimşek, 2012: I/251-252)
6.
Kur’ân ve Abdest
“Ona,
ancak tertemiz olanlar dokunabilir.” (Vâkıa„ 56/79) âyeti İslâmî gelenekte Kur’ân’a
abdestle dokunmanın şart olduğu şekliyle yorumlanmıştır. (Geniş bilgi için bkz.
Akpınar, 2001: V-I/81-108; Elik, 1998: I-6/48-78) Şimşek bu âyette geçen
“tertemiz” lafzıyla kastedilenlerin “melekler” olduğunu, dokundukları Şeyin ise
“Levh-i Mahfûz” olduğunu söyler.
Buradan
yola çıkan Şimşek, bu âyetin Kur’ân’a abdestle dokunma meselesiyle ilgisi
olmadığını söyler. Ayrıca Kur’ân’a abdestsiz dokunulamayacağına dair bir
delilin de olmadığını ifade eden Şimşek, Kur’ân okumanın bir ibadet olduğunu
fakat ona dokunmanın ibadet boyutunun olmadığını belirtir. (Şimşek, 2012:
V/160)
7.
Cilbabın Hükmü
Cilbab
başörtüsüdür. Kadının sarınarak örtündüğü çarşaf ve örtü gibi giysilerdir. (İbn
Manzur, t.y.: VI/649-650) Cilbabı emreden âyet şöyledir: “Ey Peygamber!
Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle, bedenlerini örtecek
elbiselerini giysinler. Bu, onların tanınıp incitilmemelerine de daha
uygundur…” (Ahzâb 33/59) Bir kısım İslâm âlimine göre cilbab giymek yalnız
Müslüman hür kadınlara emredilmiş olup bütün zamanlarda emredilmiş bir giysi
değildir. Diğer bir kısım âlime göre ise, âyetin bağlayıcılığı devam etmektedir.
Çünkü bu giysi kadının iffet ve namusu konusunda hassas olduğunu gösterecektir.
(Dalgın, 2004: 284-285) Müfessirlerin bir kısmı da bu âyetten yola çıkarak
cilbab türü giysilerin hürleri cariyelerden ayırmak için emredildiğini söylemişlerdir.
Şimşek bu görüşe katılmaz. Burada ayırt edilme meselesinin iffetle ilgili bir
mesele olduğunu ifade eder. Ona göre âyette hür ya da cariye olsun iffetli biri
olduğunu karşı tarafa hissettirecek şekilde giyinilmesi istenmektedir. (Şimşek,
2012: IV/203-204)
D.
Şimşek’in Bazı
Güncel Konular Hakkındaki Yorumları
Şimşek’in
tefsirinin çağdaş yönünü oluşturan yönlerinden biri de gündemdeki bazı meselelere
değinmi olmasıdır. Bu yön onun Kur’ân’la çağı okuma gayretinin bir ürünüdür.
Eserinin
bu yönünü oluşturan bazı örnekler şunlardır:
1.
Ilımlı İslâm
Şimşek
“Allah'a iftira ederek yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim
kim olabilir? Hiç şüphe yok ki zalimler kurtuluşa eremezler.” (En’am 6/21)
âyetindeki “yalan yere iftira eden” ibaresine günümüzde, Müslüman olmayanların
dayattıkları ve Müslümanlar arasında da taraftar bulan, İslâm’ın dünya
hayatıyla ilgili ahkâmını ortadan kaldıran yorumların girdiğini söylemektedir.
Ona göre Ilımlı İslâm patenti ile ileri sürülen bu anlayış, Kur’ân’ı olduğu
gibi anlamayı değil, onu çağa uydurmayı amaçlar. Ve yine ona göre bu çabalar
dini tahrif etmek ve Allah’a iftira etmekten başka bir şey değildir. (Şimşek,
2012: II/143)
2.
Dinler Arası
Diyalog
Konuya
“Sen dinlerine uymadıkça, ne Yahudiler ve ne de Hıristiyanlar asla senden razı
olmazlar. De ki: “Allah’ın yolu asıl doğru yoldur.” Sana gelen ilimden sonra,
eğer onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, bilmiş ol ki, Allah’tan sana
ne bir dost, ne bir yardımcı vardır.” (Bakara 2/120) âyetinde değinen Şimşek,
bu konuda İslâm’ın inanç gruplarıyla diyaloğa girmekte sakınca görmediğini,
bilakis bunu istediğini söyler. Hatta Âdem’e secde konusunda Allah’la İblis
arasında geçen konuşmaya değinir ve bunun bir diyalog olduğunu ifade eder. Şimşek’in
diyalogun nasıl yapılacağıyla ilgili kıstasları bulunmaktadır. Diyalogdan maksadın
tarafların birbirlerine baskı yapmaksızın ve inançlarının gereklerini yerine getirmelerine
engel olmaksızın, birbirlerine inançlarını anlatmak olması gerektiğini
vurgular, tarafların adil şartlar altında bir araya gelmeleri gerektiğini
söyler. (Şimşek, 2012: I/153)
3.
Ulusalcılık
Şimşek
“Bir topluluk diğer bir topluluktan daha (güçlü ve) çoktur diye yeminlerinizi aranızda
bir hile ve fesat sebebi yaparak, ipliğini iyice eğirip büktükten sonra
(tekrar) çözüp bozan kadın gibi olmayın. Allah, bununla sizi ancak imtihan
eder. Hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri kıyamet günü size elbette
açıklayacaktır.” (Nahl 16/92) âyetinden yola çıkarak günümüzdeki ulusalcı
anlayışı eleştirir. Ulusalcı anlayışların bencilliği aşıladıklarını, toplumlar
üstü değerleri bir yana bırakarak ilişkileri tamamen çıkar ilişkisine dönüştürdüğünü
söyler. Toplumlar arasında anlaşmalar olsa bile bu tip anlayışın hile ve entrikaya
başvurarak menfaatleri için anlaşmaları dahi bozduklarına değinir.
Politikacıların bu anlayışı ön planda tutmalarıyla toplumların sağlıklı
değerlendirme yapma kabiliyetlerini yitirdiklerini, hile ve entrikaya başvuran
yöneticileri politik deha olarak gördüklerini ifade eder. (Şimşek, 2012: III/177)
4.
İsrail Devleti
Şimşek,
İsrailoğullarından bahseden Âl-i İmrân Sûresi 112. âyet ve İsrâ Sûresi 4-5. âyetlerden
sonra tamamen güncel olan meselelerden biri olan İsrail Devleti, Filistin ve
Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’da üstlendiği roller ve Müslümanların
durumları hakkında yorumlar yapmıştır. Müslüman devletlerin halklarıyla olan
kavgaları, yöneticilerin emperyalistlerin maşası konumunda oldukları ve
Filistinlilerin yurtlarından sürülmüş olmaları üzerinde durur. (Şimşek, 2012:
I/403; III/201-202) Şimşek’in bu yaklaşımı Tefsir’inin güncelliğini göstermesi
bakımından kayda değerdir.
E.
Şimşek’in Diğer
Bazı Konular Hakkındaki Yorumları
Bu
başlık altında Şimşek’in Tefsir’inin orijinalliğini yansıttığını düşündüğümüz
ve önemli bulduğumuz bazı konular üzerinde durulacaktır. Bu konulardan bazıları
şunlardır:
1.
Ayın Yarılması
Meselesi
Kur’ân’da
yer alan “Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.” (Kamer 54/1) âyetinden ve diğer bazı
nakillerden âlimlerin çoğu Mekke döneminde ayın ikiye ayrıldığı ve bunun Hz. Peygamber’in
bir mucizesi olduğunu söylemişlerdir. (Bu konuda geniş bilgi ve tahliller için bkz.
Azimli, 2008: 4/25-40) Şimşek bu konuda farklı düşünmektedir. Bu konuda gelen rivâyetlerin
çelişkilerle dolu olduğunu ifade eden Şimşek bu rivâyetlerin tahliline girmez. Meseleyi
Kur’ân eksenli ve akli deliller çerçevesinde değerlendirir.
Rivâyetlerde
Mekke müşriklerinin isteği üzerine Hz. Peygamber’in bu mucizeyi gerçekleştirdiğinin
yazdığı ancak mucize gösterdiği halde bir peygamberin peygamberliğine inanmayanların
helak edileceğinin “Bizi, (Kureyş’in istediği) mucizeleri göndermekten, ancak, öncekilerin
onları yalanlamış olması alıkoydu…” (İsrâ 17/59) âyetiyle bildirildiğini
söyler.
Dolayısıyla
bu âyetin Hz. Peygamber’in duyulara hitap eden kevnî mucizelerinin olmadığına delil
olduğunu ifade eder. İnsanların olağanüstülüklere olan tutkularının Hz.
Peygamber’e mucizelerin atfedilmesine sebep olduğunu söyler. Yine “Onlar bir
mucize görseler yüz çevirirler ve “Süregelen bir sihirdir” derler.” (Kamer
54/2) âyetinde de müşriklerin devam eden ve tekerrür eden bir sihirden
bahsettiklerini oysaki ayın yarılmasının devam eden ve tekerrür eden bir vakıa
olmadığını vurgular.
Şimşek
meseleye aklî yönden de bakar. O böyle önemli bir meselenin Hz. Ebu Bekir ve
Hz. Ömer gibi kişiler tarafından anlatılmamış olmasının izahının zor olduğunu
söyler. Yine bu tür tabiat olaylarının insanlar tarafından önemsendiğinin göz
önüne alındığında böyle bir olay olsaydı aynı enlem ve boylamda yaşayan bazı milletlerin
bu hadiseyi büyüterek anlatacaklarını ve bu hadiseyi takvim başlangıcı dahi
yapabileceklerini ifade eder. Olayın uykuda vaki olduğunu ve bu sebeple
kimsenin bu hadiseyi görmediğini söylemenin doğru olmayacağını en azından
çobanların geceleri sürülerinin başında olduğunun düşünüldüğünde onların bu
hadiseyi anlatması gerektiğine vurgu yapar. Ayrıca Hz. Peygamber’in tüm
insanlığa gönderilmesinden yola çıkan Şimşek, bu hadise gerçekleşseydi
hadisenin diğer insanların gözünden kaçırılmasının imkansız olacağını, bunun
tutarlı tarafının olmayacağını belirtir. (Şimşek, 2012: V/127-129)
2.
Hz. Muhammed’in
Cinlerin Peygamberi Olup Olmadığı
Şimşek
Cin Sûresi’nin tefsirinde cinlerin “…Böylece biz de ona iman ettik. Rabbimize hiç
kimseyi ortak koşmayacağız.” (Cin 72/2) sözlerinden hareketle birçok müfessirin
Hz. Peygamber’in cinlere de gönderildiğini söylediklerini ancak O’nun (s.a.s.)
Kur’ân’dan okuduğu bir bölüme cinlerin iman etmelerinin Hz. Peygamber’in
onların da peygamberi olduğuna delil olmayacağını söyler. Çünkü ona göre Kur’ân’da
peygamberin gönderildiği kimselerle aynı cinsten olması hükmü savunulmaktadır.
Müşriklerin bir peygamberin ancak melek olması gerektiği Şeklindeki
itirazlarına “De ki: “Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine) yerleşip dolaşan
melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik.” (İsra 17/95)
âyetiyle cevap verildiğini ifade ederek görüşünü desteklemektedir. (Şimşek,
2012: V/320-321)
3.
Mugayyabât-ı
Hamse (Beş Bilinmeyen)
“Kıyametin
ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru indirir,
rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede
öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar
olandır.” (Lokman31/34) âyetinden yola çıkan müfessirler bu âyette belirtilen
beş hususun yalnızca Allah tarafından bilinebileceğini ifade etmişlerdir. (Bu
konuda geniş bilgi için bkz. Karacabey, 1994: 6-6/87-98) Şimşek âyetin amacının
Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği hususları sıralamak olmadığını ayrıca
âyetten söz konusu beş hususun Allah’tan başkası tarafından bilinmeyeceğine
yönelik bir anlamın da çıkmadığını söyler. Âyette sadece kıyamet saatinin, insanların
yarın ne kazanacağının ve nerede öleceğinin Allah tarafından bilindiğinin belirtildiğini
ifade eder. (Şimşek, 2012: IV/154)
4.
Miraç
Miraç
Hz. Peygamber’in Mekke’den Kudüs’e oradan göğe olan gece yolculuğunu içermektedir.
(Yavuz, 2005: XXX/132) Şimşek bu konuda Kur’ân’da detay bilgi verilmediğini fakat
kaynaklarda çokça nakil bulunduğunu ifade eder. Bu nakiller arasında
farklılıklar olduğunu belirten Şimşek meselenin detayına girmeyerek, böyle bir
hadisenin gerçekleştiğini, bunun Allah’ın kudreti elinde olduğunu, Hz.
Peygamber’in hüzün yılının ardından gerçekleşen bu hadisenin O’nun için bir
teselli kaynağı ve ödül olduğunu söyler. (Şimşek, 2012: III/198-199)
5.
Duada Aracı
Kılmak
Şimşek’e
göre çeşidi nasıl olursa olsun, ibadete başkalarını karıştırmak, Şirke açılan kapılardan
biridir. Allah insanlara şah damarlarından daha yakındır. Sınırsız merhamet ve
bilgi sahibidir. Böyle bir zat ile araya aracı konulamaz Çünkü Allah, “Bana dua
edin size icabet ederim.” (Ğafir 40/60) buyurmaktadır. (Şimşek, 2012:
I/375-376)
Sonuç
Şimşek
eserini “Kur’ân’ı indirildiği amaç doğrultusunda tefsir etmek gerekir” prensibiyle
kaleme almıştır. İlmî birikimi ve çağı okumasıyla Kur’ân okumalarını birleştirip
Kur’ân’ın amacı doğrultusunda sonuçlara varmaya çalışmıştır. Günümüz insanının meşgalelerini
göz önüne alarak sözü fazla uzatmamaya gayret etmiş, akademik tartışmalara girmemeye
çalışmıştır. Üslup olarak halkın anlayabileceği bir dili kullanarak eserinin
geniş kitlelerce anlaşılabilmesini hedeflemiştir.
Şimşek
tefsir yaparken gelenekten ve çağdaş akımlardan etkilenmemeye çalışmıştır.
Bazen
geçmiş müfessirlerin veya ilim adamlarının vardığı kanaatlere kendisi de
katılmış, bazen de geçmiş ilim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği
meselelerde aykırı görüş beyan etmiştir.
Bunu
ilim ahlakının ve Kur’ân’ı tefsir anlayışının bir gereği olarak yapmıştır.
Mesela neshi reddetmiş, bunu da neshle ilgili âyetlerin bağlamına ve bu konuda
Hz. Peygamber’den tek bir naklin gelmemesine bağlamıştır. Sebeb-i nüzûl
konusunda geleneğin yaklaşımından farklı çıkarımlarda bulunmuş ve sebeb-i
nüzûlün bağlayıcılığını reddetmiştir. Çünkü ona göre nüzul sebeplerinin çoğu
içtihâdîdir. Kur’ân ise evrenseldir ve her çağa hitap eder. Sebeb-i nüzulü mutlak
kabul etmek Kur’ân’ın evrenselliğine aykırıdır.
Kelâmî
konularda da Şimşek’in orijinal fikirleri vardır. Örneğin a’râf ehlinin
melekler olduğunu ve meleklerin iradesinin var olduğunu söylemesi bunlardandır.
Hz. Îsâ’nın nüzulünü reddetmesi tamamen nas eksenli ve Kur’ân’ın kullandığı dil
olan Arapça’nın bir gereğidir.
Kabir
azabını kabul etmesi de yine nassın bağlamı çerçevesinde olmuştur. Politik yönü
olan ılımlı İslâm, dinler arası diyalog, ulusalcılık vb. konular üzerinde de
duran Şimşek böylece Tefsir’inin çağa ışık tutma iddiasında olduğunu göstermiştir.
Sonuç
olarak Şimşek Tefsir’ini yazarken tamamen ilmî birikimi doğrultusunda, geçmiş ekollerden
ve günümüz ekollerinden bağımsız hareket etmeye çalışmış, hakkında kesin bilgi olmayan
hususlarda söz söylemekten kaçınmış ve Kur’ân âyetlerini bu şekilde tefsir etmiştir.
KAYNAKÇA
AKGÜL,
M. (2006), “Mukatta Harfleri ve Kur’ân İ’câzındaki Yeri”, Sakarya Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 14, Sakarya.
AKPINAR,
A. (2001), “Mushafa Abdestsiz Dokunma Meselesi”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, V/I, Sivas.
ASLAN,
A. (2000), “Dini Çoğulculuk Problemine Yeni YaklaŞım”, İslâm Araştırmaları Dergisi,
4.
ATEŞ,
S. (1995), İnsan ve İnsan Üstü (Ruh, Melek, Cin, İnsan), İstanbul: Yeni Ufuklar
Neşriyat.
AYDIN,
İ. (2006), “Dogmatizm ve ÇağdaŞlık bağlamında İslâm”, Ekev Akademi Dergisi, 10/27.
AZİMLİ,
M. (2008), “Şakku’l-Kamer Olayı Çerçevesinde Bazı Tahliller”, Dinbilimleri Akademik
Araştırma Dergisi, VIII/4.
BAĞDÂDÎ,
E. (t.y.), en-Nâsih ve’l-mensûh, (Thk. Hilmi Kamil Abdu’l-Hâdî, Dâu’l-Adevî), Umman.
BUHÂRÎ,
(1992), Sahîhu’l-Buhârî, İstanbul.
CERRAHOĞLU,
İ. (1995), Tefsir Usûlü, Ankara.
CEVHERÎ,
E. (1990), es-Sıhah tâcü’l-luga ve sıhâhi’l-arabiyye, (Thk. Ahmed Abdülgafûr Attâr),
Beyrut.
ÇELEBİ,
İ. (2000), “Îsâ”, DİA, XXII, İstanbul.
ÇETİN,
A. (2006), “Nesih”, DİA, XXXII, İstanbul.
ÇETİN,
M. (1995), “Kur’ân Işığında Reenkarnasyon”, Dokuz Eylül İlahiyat Fakültesi
Dergisi, IX, İzmir.
DALGIN,
N. (2004), Gündemdeki Tartışmalı Konular, İstanbul: Etüt Yayınları.
ELİK,
H. “Mushaf’a Abdestsiz Dokunup-Dokunulmayacağı Problemi”, Kur’an Mesajı: İmi Araştırmalar
Dergisi, I/VI.
ERDOĞAN,
M. (1998), Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Rağbet Yayınları. “http://mozbulbul.blogcu.com/cadaslik-nedir-ne-degildir/9118447”,
30.09.12, 20:35.
İBN
ÂİUR, M. (1997), Tefsîrü’t-tahrîr ve’t-tenvîr, Tunus: Dâru Sahnûn.
İBN
HAZM (1986), en-Nâsih ve’l-mensûh fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, (Thk. Abdülgaffâr
Süleymân Bündarî), Beyrut.
İBN
KAYYİM EL-CEVZİYYE, E. (1968), İ’lamü’l-muvakkiîn „an Rabbi’l-„Âlemîn, (Thk. Tâhâ
Abdürrâuf Sa’d), Kahire.
İBN
MANZUR, E. (t.y.), Lisânu’l-Arab, Kahire: Dâru’l-Maarife.
İLHAN,
A. (2000), Türkiye’nin Çağdaşlaşma Problemi ve İslâm “Son Peygamber ve Çağdaşlık”,
Ankara: TDV.
KARACABEY,
S. (1994), “Hadisler Çerçevesinde Mugayyebât-ı Hamse Meselesi”, Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi, 6/6, Bursa.
KURTUBÎ,
A. (1967), el-Câmi’ li-ahkâmi’l-Kur’ân, Mısır: Dârü’l-Kitâbi’l-Arabî.
MÜSLİM
B. EL-HACCAC, E. (1992), Sahihü’l-Müslim, İstanbul.
ÖZAKPINAR,
Y. (2007), Din-Kültür ve Çağdaşlık “ÇağdaŞlık Kavramının Analizi”, Ankara: TDV.
ÖZSOY,
Ö. (2004), Kur’ân ve Tarihsellik Yazıları, Ankara: Kitâbiyât.
RÂZÎ,
F. (1997), Tefsîr-i kebîr=Mefâtîhü’l-gayb, y.y.
SİFİL,
E. (2006), Hz. Ömer’in Sünnet Anlayışı, (BasılmamıŞ Doktora Tezi), Selçuk Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya.
SUYÛTÎ,
C. (1985), el-İtkân fî ulûmi’l-Kur’ân, (Thk. Muhammed Ebû’l-Fazl İbrâhim), Kahire:
Dârü’t-Türas.
ŞİMŞEK,
S. (2012), Hayat Kaynağı Kur’ân Tefsiri, İstanbul: Beyan Yayınları.
TİRMİZİ,
E. (1996), el-Câmiü’l-kebîr, (Thk. BeŞŞar Avvad Ma’ruf), Beyrut.
M.
Sait Şimşek’in Tefsirinde Kur’ân’ın Çağdaş Yorumları 116
YAVUZ,
S. (2005), “Mi’rac”, DİA, XXX, İstanbul.
ZERKÂNÎ,
(t.y.), Menâhilü’l-irfân fî ulûmi’l-Kur’ân, Mısır.
ZERKEŞÎ,
E. (1957), el-Burhân fî ulûmi’l-Kur’ân, (Thk. Muhammed Ebü’l-Fazl İbrâhim),
Kahire.
The
Journal of Academic Social Science Studies International Journal of Social
Science Volume 5 Issue 7, p. 103-116, December 2012
KAYNAK:
Yrd. Doç. Dr. Gökhan Atmaca / M. Sait Şimşek’in Tefsirinde Kur’ân’ın Çağdaş
Yorumları (International Journal of
Social Science, Volume 5 Issue 7, p. 103-116, December 2012).