Akademisyen, Hukuk Profesörü, İslâm hukukçusu öğretim üyesi.15
Temmuz 1966, Ankara doğumlu. Aslen Erzincan’ın Refahiye ilçesinin Köçevi
köyünden olup, ailesi Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Kemah - Refahiye
yöresinde zeamet sahibi olan Melikşerifoğulları’ndan gelmektedir. Erzincan İli
Kültür ve Eğitim Derneği Başkanı Avukat Bekir Ekinci’nin oğludur.
İlkokul, ortaokul ve lise öğrenimini Ankara’da tamamladı
(1983). Arkasından Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girerek 1987
yılında mezun oldu. 1987-88 yıllarında avukatlık stajını tamamlayıp avukat
olduktan sonra Ankara Hukuk Fakültesi’ne asistan olarak girdi.
Ekrem Buğra Ekinci, 1991 yılında Ankara Üniversitesinde yüksek
lisans yaptı. Doktorasını ise İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde “Tanzimat Devri Osmanlı Hukukunda Kanun
Yolları” başlıklı teziyle 1996 yılında bitirerek “hukuk doktoru” oldu. 1999
yılında doçentliğe, 2005 yılında da profesörlüğe yükseldi.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci, 1992-93 yıllarında bir yıl süreyle
Amman’daki Ürdün Üniversitesi’nde bilimsel araştırmalar yaptı. Arkasından
Ankara ve Erzincan Hukuk fakültelerinde görev aldı ve 2000 yılında askerlik
görevini yaptı. Daha sonra Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim
üyesi olarak hukuk tarihi dersleri verdi.
İngilizce ve Arapça bilen Ekrem Buğra Ekinci’nin alanıyla ilgili
araştırmaları ve makaleleri çeşitli bilimsel dergilerde yayınlandı ve yine
alanıyla ilgili olmak üzere çok sayıda kitabı bulunmaktadır.
Tezler:
*Eski Hukukumuzda Vasiyet (Yüksek
Lisans-Selçuk Üniversitesi-1991)
*Tanzimat Sonrası Osmanlı
Hukukunda Kanun Yolları (Doktora-İstanbul Üniversitesi-1996)
Makaleler:
*Machiavelli ve Hukuk Tarihindeki
Yeri, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, Cilt:
10, Sayı: 1-3, Yıl: 1996, Sayfa: 213-252;
*İslâm-Osmanlı Hukukunda Vasiyetin
Şekli, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Haziran
1997, Sayfa: 229-240;
*İslâm-Osmanlı Hukukunda Vasiyetin
İsbatı, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi-Naci Kınacıoğlu’na Armağan,
Cilt: 1, Sayı: 2, Aralık 1997, Sayfa: 105-120;
*Lübnan’ın Esas Teşkilat
Tarihçesi, Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 31, Sayı: 3, Eylül 1998, Sayfa: 17-35;
*Kanun-u Esasî’nin İlânını
Hazırlayan Şartlar, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi-Süleyman Arslan’a
Armağan, Cilt: 6, Sayı: 1-2, Yıl: 1998, Sayfa: 509-554;
*Eski Hukukumuzda Ölüm Hastasının
Tasarrufları, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi S. Sulhi Tekinay’ın
Hatırasına Armağan, İstanbul 1999, Sayfa 189-220;
*İslâm Hukukunda Sigorta ve Fâiz
Hakkında Bir Risâle, (Tercüme), Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi, C: IV, S:
1-2, Erzincan 2000, Sayfa: 597-615;
*Mecelle’de Kanun Yolları,
Argumentum-Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi; Ocak-Aralık 2000, Yıl: 9-11,
Sayı: 58, Sayfa: 483-488;
*Tanzimat Devri Osmanlı
Mahkemeleri, Yeni Türkiye, Ocak-Şubat 2000, Sayı: 31, Sayfa: 764-773;
*İslâm Hukukunda Mahkeme
Kararlarının Kontrolü, Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi; Cilt: 9,
Yıl: 2001, Sayı: 1-2, sayfa: 65-158;
*Osmanlı Hukukunda Mahkeme
Kararlarının Kontrolü, Belleten-Türk Tarih Kurumu, Cilt: LXV, Sayı: 244, Aralık
2001, Sayfa: 959-1005;
*Kanun-ı Esasî’yi Hazırlayan
Şartlar, Yeni Türkiye Türkoloji ve Türkiye Tarihi Özel Sayısı, Temmuz-Ağustos
2002, Sayı: 46, Sayfa: 215-219;
*Osmanlı Devletinde Mahkemeler ve
Kadılık Müessesesi Literatürü, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cild:
III, Sayı: 5, 2005, 417-439;
*Eski Hukukumuzda Hile-i
Şer’iyyeye Dair, Atatürk Üniversitesi
Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi, Y, 2006, C. X, S. 1-2, s. 3-16;
*Osmanlı Hukukunda Kardeş Katli
Meselesi, Prof. Dr. Fikret Eren’e Armağan, Ankara 2006, s. 1105-1117.
*Osmanlı Hukukunda İzinnâme ile
Nikâh, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, S. 2, Y. 2006, s.41-60.
*İslâm Medreseleri Tarihine Bir
Bakış, Rıhle, Y. 4, S.13, Ekim-Aralık 2011, s. 42-50.
*Osmanlı İdaresinde Adem-i
Merkeziyet ve İmtiyazlı Eyâletler, Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları, s. 6, y:
2008 (Güz), s. 7-84.
*Osmanlı Padişahları Kiminle ve
Nasıl Evlenirdi? 13.08.2015
*Osmanlı Devleti Bir İslâm Devleti
Değil miydi? 27.08.2015
Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Türk Aile Ansiklopedisi’ne (1990) yazdığı maddeler:
Nikâh, Talâk, Nafaka, Vesâyet,
Hitan, Hukuk-ı Âile Kararnâmesi, Mecelle ve Âile, Zinâ, Ferâiz.
KİTAPLARI:
Ateş İstidası - İslâm-Osmanlı
Hukukunda Mahkeme Kararlarının Kontrolü (2001), İslam
Hukuku ve Önceki Şeriatlar (2003), Osmanlı Mahkemeleri (2004), İslam Hukukunda
Değişmenin Sınırı (2005), İslam Hukuku (2006), İslam Hukuku Tarihi (2006), Karakoç
Serkiz / Külliyât-ı Kavânîn Fihrist-i Târihî (M. Âkif
Aydın, Mehmet Akman, Fethi Gedikli ve Macit Kenanoğlu ile beraber, 2 Cilt, 2006),
Ahmet Cevdet Paşa ve Mecelle (Ahmet Şimşirgil ile beraber, 2008; 6. Baskı
2015), Osmanlı Hukuku (2008, 4. Baskı 2016), Hukukun Serüveni (2011, 2.
Baskı 2015), Ama Hangi Osmanlı (2014,3. Baskı 2015), Osmanlı'nın Çöküşü (2014),
Sürgündeki Hanedan (2015), Osmanlı'ya Kalan Miras (2016), Hayatı ve
Hatıralarıyla Seyyid Abdülhakim Arvasi (2017), Sultan Abdülhamid’in Son Zevcesi
Behice Sultan'la Altı Ay (2017).
KAYNAKÇA: Rıfkı Kaymaz - H.İbrahim
Özdemir / Erzincanlılar Ansiklopedisi (2009), İhsan Işık / Resimli ve Metin
Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (11. Cilt, 2009), Biyografi (ekrembugraekinci.com, 27.09.2017).
TARİHİ SEVDİREN
ADAM
Prof. Dr. EKREM
BUĞRA EKİNCİ
Yılmaz
Öztuna, kitlelere tarihi sevdirdi. Bizim nesil doğru tarihi onun sayesinde
öğrendi. Yanlış bildiğini de onun sayesinde düzeltti. Bu bakımdan hizmeti
unutulmazdır.
Eski
zaman adamlarından şimdi hiç kalmadı. Eski zaman adamlarını görenler de birer
birer aramızdan ayrılıyor. Bunlardan birisi de Yılmaz Öztuna idi. Kadirşinas
Başvekil Tayyib Bey’in de iştirak ettiği bir merasimle uğurladık. Vefatının,
memleketimizde doğru tanınmasına vesile olduğu Sultan Hamid’in vefat
yıldönümüne denk gelişi, enteresan bir tesadüf olsa gerektir.
Üç ayrı isimle
yazı yazardı
Abdullah
Tahsin Yılmaz Öztuna’yı, daha ilkmektep talebesi iken tanıdım. O zaman Hayat
Tarih Mecmuası’nın editörü, yazarı, herşeyi idi. Her sayıda Yılmaz Öztuna, Tahsin Tunalı,
Abdullah Tunaboylu gibi muhtelif isimlerle farklı muhtevada üç yazı yazardı.
Ayrıca Tarih Postası’nı idare ederdi. O zaman berhayat bulunan İttihatçı
kalıntıları ile inkılâp yobazlarının hakaretâmiz çığırışlarına buradan alayla
karışık cevap verirdi. O zamana göre çok kaliteli basılan mecmua, bir tarih
mecmuası için beklenmeyecek yüzbinlerce tiraja ulaştı ve 1965’ten 1983’e kadar
uzun yaşadı ki, bu iki rekor münhasıran Yılmaz Öztuna’nın muvaffakiyeti idi.
Mektup
yazarak, telefon açarak veya bizzat sorduğum suallere, hep nezâketle cevap
verirdi. Fikriyatımın teşekkülünde rol oynayan birkaç kişiden birisi olmuştur.
Son yıllarda her Perşembe bir otelin salonunda sevenleriyle buluşup, kendi
tabiriyle memleketi ve dünyayı kurtarırlardı. Bu toplantılara fırsat buldukça
ben de iştirak ettim.
Hayırlı işlere
vesile oldu
12
ciltlik Türkiye Tarihi sahasında emsalsiz bir eserdir. Her yaşta insana tarih
şuuru ve bilgisi aşılamış, satış rekorları kırmıştır. Sultan Hamid’in ilk defa
tarafsız anlatıldığı 12. cildi, inkılâp yobazlarını kızdırmış, Türk Tarih
Kurumu âzâlığı geri alınmıştır. Zira o zaman Sultan Hamid’i sevmek, inkılâba
düşman olmak demekti. Ancak kendi tabiriyle bu muvaffakiyeti Süleyman
Demirel’in dikkatini çekerek, milletvekilliğinin önünü açmıştır. Bu esnada
Ayasofya Hünkâr Mahfili’nin ibadete açılışı, Hırka-ı Saadet dairesinde tekrar
Kur’an-ı kerim okunması, 1001 Temel Eser ve hanedanın sürgününün sona ermesi
gibi hayırlı işlere vesile olmuştur.
Eserlerini
herkesin istifadesi için basit ve popüler üslupla yazmış; bu sebeple burnu
büyüklerce istiskal edilmiştir. Vaktiyle ciddi bir mecmuaya ilmî bir yazı
vermiştim. Benden akademik bir şahsiyet olmadığı gerekçesiyle Yılmaz Öztuna’ya
yaptığım atıfları kaldırmamı istediler. Burada orijinal fikri olduğunu
söyleyerek onları ikna edebildim. Bunu kendisine anlattığımda güldü. Kaynakları
dipnot yerine, metin içinde vermenin de ilmî bir usul olduğunu söyledi.
İç
ve dış siyasî hâdiseleri onun kadar kısa, öz, fakat derin analiz edene rastlamadım.
Bu, tarihçiliğinin getirdiği bir avantajdı. Bazen gerçekleri satır aralarına
saklamak zorunda kalır; ne demek istediğini, anlayan anlardı. Gazetenin
politika hassasiyetleriyle tam örtüşen ustaca yazılar kaleme alırdı. Bu bakımdan Türkiye Gazetesi için de, matbuat
hayatı için de büyük bir kayıptır. Bundan dolayı teessür duyuyor; kendisini
minnet ve rahmetle anıyoruz.
Türkçeyi iyi
kullanırdı
Tarih
tahsili görmemiş; fakat kendisini fevkalâde yetiştirmiş (otodidakt) bir
şahsiyet idi. Zekâ ve hâfızasının da elbette bunda büyük yardımı olmuştur.
İstanbul’da doğup büyümüş; eski devir adamlarıyla beraber olma şansını
yakalamıştır. İlim ve edebiyat meclislerine iştirak etmiştir. Bu da şahsiyeti
üzerinde mühim tesirler icra etmiştir. Türkçeyi iyi bilir, güzel kullanırdı.
Uydurukçaya itibar etmezdi. Aynı hassasiyeti imlâda da gösterirdi. Meselâ
kelimenin sonunun kaf olduğunu belli etmek için telakkıy yazardı. Hoşsohbeti,
engin kültürü ve biraz ince alayla süslü şakacılığı kayda değerdir.
İlk
eserini 15 yaşında neşretmiş, boyunca ciddi eserleri olan bir tarihçiydi. Kim
ne derse desin, bunlar büyük boşlukları doldurmuştur. Kuru nakilci değil,
tahlilci ve izahçı idi. Son padişahların niçin bizzat sefere çıkmadığını,
Sultan Hamid devrinde donanmanın niçin Haliç’e çekildiği gibi hususları güzel
izah ederdi. Mukayeseler, istatistikî bilgiler ile yazılarını renklendirirdi.
Bir
yazısında, vaktiyle neşredilen Ankara Savaşı kitabında Yıldırım Sultan
Bayezid’in intihar ettiği tezini savunduğunu, zaman içindeki araştırmalarıyla
kanaatinin değiştiği, o eserin artık basılması mevzubahis olmadığı için, bu
yanlışı burada tashih ettiğini yazmıştı. Hatadan dönme faziletini, değme ilim
adamlarında görmek mümkün değildir.
Hezarfen idi
Dedeleri
Tuna’da yıllarca sancakbeyilik yapmış, 93 Harbi münasebetiyle İstanbul’a
göçmüştür. Dedesi, Sultan Hamid’in şeyhülislâmı Cemaleddin Efendi’ye mensuptu.
Annesi ise uzun yıllar Suriye Vâliliği yapmış Azmzâdelerdendir. Ubeydullah Ahrar halifelerinden olup, Sultan
II. Bayezid’in İstanbul’u imar için Türkistan’dan getirttiği, Nakkaştepe’ye
ismini veren Baba Nakkaş’ın soyundandır.
Padişahlara
ve hanedana samimi bir hürmeti vardı. Bu da sadece dinî veya millî hamiyetinden
değil, monarşist oluşundan geliyordu. Birçok eserinde meşrutî monarşiyi
insanlar için daha faydalı gördüğünü açıkça ifade ederdi. Eskilerin hezarfen
dediği türden bir şahsiyetti. Tarihten siyasete, musikiden ilm-i nesebe kadar
geniş bilgisi vardı. Bizde bir benzeri olmayan, Devletler ve Hanedanlar adlı
beş ciltlik eseri, ilm-i nesepteki maharetini göstermeye ve nasıl bir ilim
adamı olduğunu anlatmaya kâfidir. Türk musikisi üstadı Hüseyin Sadeddin Arel
ile beraberliğini vesikaya dökerek, ilk defa bir Türk Musikisi Ansiklopedisi
meydana getirmiştir. İlahi besteleri vardır.
Başta
Reşid Paşa olmak üzere Tanzimat bürokratlarının, sevaplarından fazla hatalarını
görmezden gelişi, bunlara gösterdiği hüsnü zannı meselâ Sokullu Mehmed Paşa’dan
esirgemesi tenkit olunmuştur. Ona göre Tanzimat ricâli, muhteşem Osmanlı
kültürünün yetiştirdiği son mükemmel idarecilerdi. Yine de merhum İsmail Hami
Danişmend gibi ırkçılık saikiyle devşirme takıntısı yoktu. Nihal Atsız’ın din
dışı milliyetçiliğini tenkit eder, Yahya Kemal tarzı bir fikir yapısına sahip
olduğunu söylerdi. Mevlevî muhibbiydi. Hanefî-Mâtüridî mezhebine mensubiyetin
Türk tarihinde oynadığı müspet rolü vurgular; Vehhabîlik modasına karşı
çıkardı.
KAYNAK:
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci / Tarihi Sevdiren Adam (ekrembugraekinci.com, 15
Şubat 2012 Çarşamba).
Dünden Bugüne
Prof. Dr. Ekrem
Buğra Ekinci
23
Nisan 1920’de vatanı düşmandan, padişahı esaretten kurtarmak üzere açılan
Ankara Meclisi, birkaç sene sonra padişahın da ipini çekmişti!..
Türkiye’nin
parlamento mazisi 1876’ya kadar uzanır. İlk parlamentonun ömrü Rus harbi
sebebiyle kısa sürmüş; 1908’de tekrar açılan parlamento ve demokrasi 1920
senesine kadar patırtılı da olsa varlığını devam ettirmiştir.
Alternatif
hükûmet
1918,
Osmanlı Devleti’nin felâket yılıdır. Ordu mağlup olmuş; İstanbul
fiilen işgal edilmiştir. İttihatçıların ekseriyette olduğu meclis feshedildi.
Kendilerinden hesap sorulacağından korkan komitacı liderler yurt
dışına kaçarken, geride kalanlara iktidar mücadelesini sürdürme talimatı verdi.
Bunlar, mukavemet perdesi altında mücadeleye girişti. Bu arada Karadeniz
mıntıkasında çetelerin Rumlara baskı yaptığı haberi geldi.
Bu, müttefikleri tahrik edip, işgali genişletebilirdi. Bundan korkan
İstanbul, bu hareketi kontrol altına alıp, sulh müzakerelerinde elinde
bir koz tutmayı düşündü. Bunun için Anadolu’ya gönderilmek
üzere seçilen kişi, padişahın yaverlerinden, yani askerî
müşavirlerinden Mustafa Kemal Paşa’dır. İttihatçı maziden gelen
Paşa, popülaritesi ve Enver Paşa’ya muhalefeti sebebiyle müttefiklerin
de kabul edebileceği bir isimdi. Ama işler, İstanbul’un arzusu gibi
gitmedi. Paşa, sivil ve askerî mukavemet hareketini arkasına alarak Sivas’ta
Heyet-i Temsiliye adıyla alternatif bir hükûmet kurdu.
Ayrıca seçimlerin yenilenmesi kararı çıktı.
Heyet-i
Temsiliye, içten içe seçime karşıydı. Zira yeni meclis toplanınca,
işi bitecekti. Bu sebeple Paşa, meclisin İstanbul’da değil, demir yolunun
geçtiği merkezî bir şehir olan Ankara’da -kendi kontrolünde- toplanmasını
istedi; muvaffak olamayınca, başka bir yol izledi.
Planlı bir oyun
1919’da
yapılan seçimlerde, Ankara’daki yeni hareket, kendi yandaşları
dışında kimsenin seçime katılmasına izin vermedi. İki kişi dışında,
seçilen 140 mebusun hepsi Ankara’nın adamıydı. Kemal Paşa, seçildi; ama
tevkiften korktuğu için gitmedi. Mebusların 1/3’i Meclis'e katılmadı.12 Ocak
1920’de İstanbul’da toplanan Meclis-i Meb’usan, mübalağalı bir sulh
manifestosu Misak-ı Millî’yi kabul edince, 16 Mart’ta İngilizler Meclis'i
dağıtarak Ankara’nın önünü açtı.İşi, Ankara’dan gönderilen Rauf
Bey (Orbay) yürütmüştür. Nitekim hatıralarında, canını ortaya
koyarak İngilizleri tahrik edip meclisi basmaya ikna ettiğini; bunu
önceden Paşa ile kararlaştırdıklarını anlatır.Mebusların ileri gelen birkaçı
İngilizlerce Malta’ya sürülmüş; bir kısmı Ankara’ya kaçmıştır. Ankara’nın
istediği de budur. Böylece Ankara, mukavemetin merkezi; Mustafa Kemal
de münakaşasız lideri hâline gelmiştir.
İşleri meşveret
iledir
Yeni
meclis, 23 Nisan 1920’de, Ulus’taki İttihat ve Terakki
Lokali olan Ankara taşından 2 katlı yeni ve abidevi bir binada 115 kişiyle
toplandı. Ankara’yı işgal eden Fransızlar, kışla olarak kullandığı bu binayı
boşalttı. Çatı kiremitleri evlerin damlarından, milletvekili sıraları Ankara
Muallim Mektebi’nden, mobilyalar resmî dairelerden, gaz lambaları
kahvehanelerden getirildi.Meclis'in açılışı cuma gününe
getirildi. Açılmadan evvel, Hacıbayram Câmii’nde namaz kılınıp, dua
edildi. Adaklar kesildi, Buhârîler okundu. Meclis salonunun
duvarında, “Onların işi meşveret iledir” mealindeki âyet-i kerime
asıldı. Bunlar, Osmanlı Devleti’nde bile rastlanmayan gösterilerdi.Bir
yandan padişaha hürmetkâr; ama İstanbul hükûmetlerini ağır
itham eden bir politika takip edilmiş; Anadolu vilâyetleri, yavaş
yavaş güzellikle veya zorla Ankara’ya bağlanmıştır.
Meclis Hükûmeti
Meclis'in reisliğine Mustafa
Kemal Paşa getirildi. İlk konuşmasında, padişahı övdü ve kendilerinin
onun itaatkâr kulları olduğunu beyan etti: “İnşallah padişah-ı âlempenah
efendimiz hazretlerinin sıhhat ve âfiyetle ve her türlü kuyûdât-ı ecnebiyyeden
âzâde [ecnebi baskısından kurtulmuş] olarak taht-ı hümâyunlarında dâim
kalmasını eltâf-ı ilahîden tazarru eylerim [Allah’tan dilerim]. ”Meclis, İstanbul’dakinin
devamı gibi davranıyordu. Nitekim ilk olarak, Meclis-i Meb’usan’ın
tamamlayamadığı ağnam vergisi ile alâkalı teklifi görüşmeye açmıştır.
Böylece Meclis'e bir meşruluk temeli bulunmuş; hareketin isyan
olmadığına dair imaj verilmiştir. Bununla beraber memleketteki bütün
icraatın yegâne mercii olarak meclis gösterildi ki, bu, Ali Şükrü
Bey’in tabiriyle, bir ihtilal meclisidir. Hatta Hasan Basri Çantay,
Ağustos 1920’de meclis kürsüsünden halifeyi tanımadığını açıkça
söyleyebilmiştir. Meclis, 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiyye Kanunu ile
yasama, yürütme ve yargı gücünü elinde tuttuğunu deklare etti. Bunda bulunmayan
hükümler için, Osmanlı Kanun-ı Esasî’si tatbik olunuyordu. Meclis
Hükûmeti adı verilen bu sistemde, parlamento güçlüdür; Meclis çatısı
altında faaliyet gösteren bir heyet, kabine gibi icra işlerini
yürütür. Ayrıca başbakan ve cumhurbaşkanı yoktur. Zira Rousseau’nun
tesirindeki Kemal Paşa, kuvvetler ayrılığına şiddetle karşıdır.
Neo-İttihatçılık?
Meclise
evvela Millet Meclisi deniyordu. Sonradan Meclis-i Meb’usan’a
ilaveten, “genişletilmiş meclis” manasına Büyük Millet Meclisi; 1921'de
Türkiye kelimesi eklenerek Türkiye Büyük Millet
Meclisi dendi.Mensuplarına artık mebus
değil, milletvekili deniyordu. Bunları müdafaa-i hukuk cemiyeti direktifiyle,
-halk değil- vilayet, sancak, belediye meclisi ve ikinci seçmenler
seçmiştir.Meclisin yekûnu 437’dir. 66 sancaktan peyderpey 349 kişi ve
dağıtılan İstanbul meclisi âzâlarından 82’si Ankara’ya geldi. 1922’de Malta’dan
dönen 14 eski İstanbul meclisi âzâsı da katıldı. Gelmeyen veya gelemeyenler 30
kişidir. Meclis'te, sonradan Sovyetlere verilen Batum temsilcileri
bile vardır Bugün kaza olan Biga, Doğubayezid, Ergani, Gelibolu, Genç,
Oltu ve Şebinkarahisar, o zaman sancak olduğu için milletvekili göndermiştir. Milletvekilleri, memur (%36), serbest (%34), asker (%15), ulema (%9)
olmak üzere çeşitli meslek ve sosyal sınıflara mensuptur. %42’si yüksek
tahsillidir. %60’ı ecnebi lisan bilmektedir. %42’si 35-40
yaş arasındadır. Sarıklı, fesli, kalpaklı, poşulu
hâlleriyle mütecanis gözükmeyen milletvekillerinin zihniyetleri
aslında birbirine yakındı. İktidarı 10 sene elinde tutan İttihat ve Terakki
Fırkası, taşrada teşkilatlanma imkânı bulmuştu ve güçlüydü. Bu
sebeple milletvekillerinin büyük ekseriyeti ya bizzat İttihatçı, ya da sempatizan
idi. Ankara Hareketi, bir manada Yeni-İttihatçı bir hareket olarak
görülmüştür. İstanbul’un Ankara’ya karşı temkinli duruşunun ve halk
isyanlarının bir sebebi de budur. Nüfusun hâlâ mühim bir kısmını teşkil
ettiği hâlde, bir tane bile gayrimüslim milletvekili yoktur. Bu da
Meclis'in demokratikliğine gölge düşüren başka bir husustur.
Kız gibi
meclis...
1921’de
askerî vaziyet kritikleşince, Meclis'in salâhiyetleri başkumandan
sıfatıyla Kemal Paşa’ya devredilmiş; 1922’deki 3. uzatmadan sonra bu
salâhiyeti geri almak isteyen Meclis'e meydan okuyarak devletin fiilî
hâkimi hâline gelmiştir.Duvardan “Onların işleri meşveret
iledir” âyeti indirilip, yerine “Hâkimiyet milletindir” yazısı
asılmıştır. Böylece vatanı düşmandan, padişahı da esaretten kurtarmak üzere
açılan Ankara Meclisi, 2 sene sonra 1 Kasım 1922’de padişahın da
ipini çekmiş; sivil bir darbe ile rejimi tamamen
değiştirmiştir.İlk Meclis'te siyasî partiler mevcut değildir. Meclis'te
sonradan Halk Partisi adını alacak olan Birinci
Grup hâkimdir. Karşısında İkinci Grup diye bilinen sert bir
muhalefet vardır. Bunlar, tutucu kişiler değildir. Bilakis şahıs
diktatoryasına karşı, demokrat ve liberaldir.Ateşli muhaliflerden Trabzon
milletvekili Ali Şükrü Bey, hususi muhafız Topal
Osman tarafından katledilmiştir. Bu cinayet, ilk Meclis'in şerefine
gölge düşürmüştür.Birinci Grup bazen öyle sıkıştırılmıştır ki,
Gazi, 28 Haziran 1923’te Meclis'i dağıtıp kendi tabiriyle “Kız gibi bir meclis”
kurarak, tamamı kendi taraftarlarından teşekkül eden yeni bir Meclis kurdu. Lozan’ı bu
Meclis'e kabul ettirebilmiştir. Ertesi sene yeni binasına taşınan ve Büyük
Önder’in talimatları istikametinde inkılâpları yapacak olan Meclis, artık
budur…”
DÜRRİZADE’Yİ
HATIRLATTI
Şeyhülislam
Dürrizade Abdullah Efendi de, 11 Nisan 1920’de, TBMM’nin açılış arifesinde
yayımladığı fetvada tıpkı Ekinci gibi Atatürk’ü “halifeyi tanımamakla” suçlamış
ve böyle hedef göstermişti:“Dünya düzeninin nedeni olan İslâm Halifesi (Yüce
Allah, onun hilâfetini kıyamet gününe kadar sürdürsün) Hazretlerinin yönetimi
altında bulunan İslâm beldelerinde bazı kötü kişiler, aralarında birleşip ve
kendilerine başkanlar seçerek Padişah’ın bağlı uyruklarını hileler ve yalanlar
ile kandırmaya ve yoldan çıkarmaya, Padişah’ın yüksek emirleri olmadan halktan
asker toplamaya kalkışıp, görünüşte askeri besleme ve donatma bahanesiyle ve
gerçekte mal toplama sevdasıyla kutsal şeriat ve Padişah’ın emirlerine aykırı
olarak birtakım salma ve vergiler kesip, çeşitli baskı ve
işkencelerle halkın mallarını ve eşyalarını yağmalamak ve bu yoldan
Allah’ın kullarına zulmetmeye ve suçlar işlemeye, memleketin bazı köyleri ve
bölgelerine hücum ile kırıp döküp, yerle bir etmek, Padişah’ın bağlı
uyruklarından nice günahsız kimseleri öldürdükleri ve masum kanlarını
döktükleri, müminlerin Emiri olan Padişah emrinde bulunan bazı dîni, askeri ve
mülkî memurları kendi başlarına görevden alma ve kendi kötülük arkadaşlarını
tayin, hilâfet merkezi ile memleketin ulaştırma ve haberleşme yollarını kesmek,
devletçe gönderilen emirlerin yapılmasını yasaklamak, hükümet merkezini
diğer bölgelerden ayırmak suretiyle halifelik otoritesini kırmak ve
zayıflatmak amacıyla yüksek halifelik makamına ihanet suretiyle Padişaha
başkaldırmakla, Devlet-i Âliye’nin düzenlerini, memleketin âsayişini bozmak
için yalanlar yaymak ile halkı kışkırtmaya ve kargaşalığa gayret etmekte
oldukları açıklanmış ve gerçekleşmiş olan adı geçen başkanları ile
yardakçıları ve onlara bağlı olan kimseler eşkıya düzeyinde bulunup,
dağılmaları hakkında gönderilmiş bulunan yüksek emirlerden sonra hâlâ inat ve
bozgunculuklarında direnirlerse, adı geçen kimselerin kötülüklerinden ülkeyi
temizlemek ve zararlarından halkı kurtarmak gerekli olup, ’Fe-katilü
elleti tebga hatta tefaa ile emerillah’ Kuran ayeti gereğince
katledilmeleri ve gerekirse kitle halinde öldürülmeleri yasal ve zorunlu
olur mu? Sorusunun yanıtı: Gerçeği Allah bilir ki, olur! …Bu suretle halifenin
askerlerinden olup da eşkıyaları katledenler gazi ve eşkıyalar tarafından
katlolunanlar şehit ve günahlarının bağışlanması için Hz. Peygamberin
aracılığına nail olurlar mı? Sorusunun yanıtı: Gerçeği Allah bilir ki,
olur!"
KAYNAK:
Ankara Meclisi 100 Yaşında (m.turkiyegazetesi.com.tr, 20.04.2020).