Şair
ve yazar. 19 Haziran 1965, Bingöl doğumlu. İlk orta ve liseyi Bingöl’de
tamamladıktan sonra Sosyal Bilimler ön lisans eğitimini bitirdi. 1987 yılında
Konya’da başladığı kamu görevinden 2014’de Mersin’de emekli oldu.
Mersin’de
yaşayan Bedriye Korkankorkmaz, en büyük tutkusu olan okumayı ve yazmayı
kendisini gerçekleştirmek için sürdürüyor. Duyguları ve düşünceleriyle var
olmak onun hayatta varlık nedeni.
Birey
olma bilinciyle yetişmeyi kendisine dustur edindiği için, değerlerine
yabancılaşmadan yaşam serüvenini noktalamak istiyor. Genellikle sessizliğine
sığınan şair/ yazar, adının daha çok ürettikleriyle anılmasını istiyor. Son
zamanlarda Cumhuriyet Kitap’ta çıkan
yazılarıyla dikkat çekiyor. Bedriye Korkankorkmaz denemelerinde çok ilginç ve
etkileyici bir şey yapıyor. Öncelikle büyük düşünür ve şairlerin yaşamlarını
öğreniyor onları yakından tanıyor, sonra
da artık hayatta olmayan bu yazarların hayatlarına giriyor. Onları yaşamları
içinde izliyor ve üstelik bununla da kalmayarak yaşamlarına katılıyor. Onlarla
birlikte yaşamaya başlıyor ve belki de en önemlisi onlarla sohbet ediyor.
Şairin
şiirleri de denemelerinden farklı değil. Her şiirinde insanı insanlığa davet
ediyor. Açlıktan ölen çocukları, yıkımları, savaşları, aşkı, sevgiyi, ve
sevgisizliği yalın bir dille dile getiriyor. Her şiirinin yaşamda bir
karşılığının olmasına büyük bir özen gösteriyor. Yıllardır şiirin içinde olmasına rağmen beş
şiir kitabı bulunuyor. Çocukluğa ve yalnızlığa sık sık vurgu yapan şair hissettiği
hiçbir duyguyu bireyselleştirmiyor. Onun karşılıksız aşklarında da
yalnızlığında da açlıktan ölen çocuklarda da toplumun ve bireyin kanayan
yaraları var. Bu yüzden yaralar toplayan annedir o. Bu yüzden doğduğu akşam
anne olmuştur. Ölümün yalnızlık getirmediğini, asıl yalnızlığın anlaşılmak
olduğunu yani kalabalıklar içindeki yalnızlığa vurgu yapar. Şiirlerinde hiçbir
sözcük bağırmaz. Kendi derinliği içinde sessizliğini korur. Son zamanlarda
yazdığı şiirlerde yaşanmışlığın verdiği birikime yönelir. Betimleri de soyut
değil, somuttur. O her yaşta insanın kalbini taşıyan bir şairdir. Bu yüzden her
insanın acılarını ve yıkıntılarını derinden hisseder ve sarsılır. Tüm bu sarsıntılar içinde bir Anka kuşu gibi
küllerinden doğmasını da bilir. Okuyucularına her kederin sonunda aydınlık
yarınlardan söz ederken yaşamı da ıskalamamaları gerektiğini de anımsatır.
Şairin
bu yıl Sis adında ilk romanı çıktı. Berfin Bahar Dergisi’nin 23/ 06/ 2021
tarihli sayısında şair/ yazar/
eleştirmen Hasan Akarsu “ Sis Sözcüklerin Büyülü Dünyasında “ başlıklı
yazısında romanı edebi açıda değerlendirdi.
Şiirleri, öyküleri, kitap tanıtım yazıları,
şiir üzerine yazdığı yazılar ve söyleşiler,
Cumhuriyet Kitap, Öteki-siz,
Budala, Mortaka, Kavram Karmaşa, Kül, Genç Kalemler, Lacivert, Berfin
Bahar, Hayvan, Ünlem, Güzel Yazılar Andız, Kendi, Damar, Bireylikler, Çağdaş
Türk Dili, Pencere, Öğretmen Dünyası, ABC, Ardıçkuşu, Aykırı Sanat, Papirüs,
Kuvay- i Milliye, Virgül, Kültür Çağlayanı, Parşömen, İnsancıl, Her şeye
Karşın, Afrodisyas, Güncel Sanat, Evrensel, Amanos Yazıları, Koridor, Emeğin
Sanatı, Kıyı, Yaba, Süveyda Edebiyat,
Edebiyat Nöbeti, Çini Kitap , Aydınlık
Kitap, Ş iiri özlüyorum, Mühür, Patika, Sancı, Düşünbil,Kanon 2010,
Şiirden, Sarmal Çevrim, kara , Yeni
Gelen, Tuna,Eliz, Mersin Sanat Edebiyat Dergisi, Şiir Sarnıcı ve Papirüs
gibi dergilerde yayımlandı.
KİTAPLARI:
Şiir:
Yaşamak Çocuğum (2010),
Eski Eser Karanfiller (2016),
Paslı deniz (2020).
Deneme-İnceleme-Biyoğrafi:
Kitaplarla Söyleşi 2012),
Ruhlarla Söyleşi (2014),
Tinsel Söyleşiler (2016),
Ölümsüz Karanfiller (Dosya halinde).
Ortak Kitap:
Vecihi Timuroğlu Kitabı, Yom Yayınları, 1999) Şairime Mektuplar 1, Şairime Mektuplar 2.
(Klaros Yayınları, 2012)
Yaşamak Çocuğum (Şiir) ( Amargi
Yayınları, 2010)
Kitaplarla Söyleşi (Deneme/ İnceleme/Biyoğrafi) ( Camgöz Yayınlar, 2011)
Ruhlarla Söyleşi ( Deneme/ İnceleme/ Biyografi) ( Cangöz Yayınları, 2014)
Tinsel Söyleşiler (Deneme/İnceleme/Biyoğrafi) ( İnsancıl Yayınları, 2016)
Ölümsüz Karanfiller (Deneme/İnceleme/Biyografi ) ( İzan Yayıncılık ,
2020)
Eski Eser Karanfiller (Şiir) ( İnsancıl Yayınları , 2016)
Paslı Deniz (Şiir) ( Artshop Yayınları, 2020)
Bütün Yüzler Çiçek Açar (Şiir) ( İzan Yayıncılık, 2021)
Sis (Roman) ( İzan Yayıncılık, 2012)
Sessizliğimin Arka Bahçesi (Şiir)
( Klaros Yayınları; 2021)
Ödülleri:
İnsan
Hakları Derneği tarafından 1998 yılında düzenlenen şiir yarışmasında övgüye
değer bulundu.
Yazarla İletişim:
Cep:
0 534 975 49 65
E
posta: [email protected]
KAYNAKÇA:
Bedriye Korkankorkmaz Hayatı - Yaşamı kitapları (siirakademisi.com, antoloji.com,
idefix.com, kidega.com, insanokur.org, dr.com.tr, ondergazetesi.com.tr, pegem.net,
kitapyurdu.com, 29.07.2019), Bedriye Korkankorkmaz bilgi teyidi (29.07.2019,
02.02.2022).
ACILARIN
VE ŞİİRİN TANRISI BAUDELAİRE
Bedriye
KORKANKORKMAZ
“Karşı konmaz güçlerin buyruğu üzere ozan /
geldiğinde bu tatsız, can sıkıcı dünyaya / dehşet içinde, kargışlar yağdırıp
annesi / şöyle dedi kaldırıp yumruğunu Tanrıya: / Nasıl düştü karnıma bu garip
varlık benim / lanet olsun bir anlık arzu gecelerine / nasıl beslenir onu,
nasıl emzireceğim / engerek doğuraydım bu gudubet yerine / madem hazin kocamın
çöplüğü olmam için / bunca kadın içinde beni seçmişsin, tamam/ ve mademki bu
cılız, çelimsiz canavarı/ bir aşk mektubu gibi alevlere atamam / Öyle buracağım
ki bu pis sefil ağacı / kokmuş tomurcukları asla açılmayacak / yanına
kalmayacak bana verdiğin acı/ lanetli eserinin üstüne fışkıracak (Lanetli Tohum, çeviri: Erdoğan Alkan)
İnsanın, mutluluğa ulaşması ne kadar zorsa hüzünlere
ulaşması da o kadar kolaydır. Çiçeklere de elem çiçekleri adını veren
birisiyseniz hayatınızı bir o kadar zorlaştırmış olursunuz kendinize. Ölülerin
bile acı çektiğini düşünecek bir duyarlılığa sahipseniz hepten hayatınız
çekilmez oluyor. Elimde Elem çiçekleri kitabı var Baudelaire’in. Onun duygu
dünyası uzun zamandır şiirlerinden öte dikkatimi çekiyordu. O’nu kendi sesinden
dinlemek istiyordum.
“Ölüler, zavallı
ölüler, büyük acı çekiyorlar” diyen şairin iç dünyasına bir
nefes kadar yakın olmak istiyordum. Kucağımda Baudelaire’in kitapları ve onun
hakkında yazılmış kitaplarla hastanenin bekleme salonunda muayene için sıranın
bana gelmesini bekliyordum. Kitaplara öylesine kendimi kaptırmıştım ki, yanımda
oturduğunun çok sonradan farkına vardım. Sevinçten haykırmamak için kendimi zor
tuttum. Onun sakin mizacı benim heyecanlı mizacıma ilaç gibi geldi. Kucağımdaki
tüm kitapları oturduğum banka koydu. Gözlerimin içine bakarak bana “Ne
soracaksan bana sor o kitaplarda aradıklarını bulmazsın dedi ve konuşmasını
sürdürdü:
“Ben hayatım boyunca hiçliğe karşı mücadele etim.
Benim tüm yapıtlarım bunalımın dua yapıtı gibidir. Hayatım boyunca bu türden
bunalımları yüreğimin derinliğinde hissederek yaşadım. Sen buna yüreklilik de
ben şiddetli ve samimice mücadele diyeyim. Ben bütün çağlarda yaşayarak
gününüze geldim. Tüm yaşadıklarıma karşı kendimi şanssız göremem; çünkü
elindeki Elem Çiçekleri tüm dillerde
en çok çevrilen yapıt olmuştur. Bedriye tüm Avrupa’nın okuduğu bir yapıta sahip
olmak aynı zaman da ciddi sorumlulukları da beraberinde getiriyor. Doğan her canlı ölümlüdür. Bu insanlığın
değişmez yazgısıdır. Okuyucu benim kardeşimdir, dostumdur en önemlisi de benim
yaşama nedenimdir. Paris’e sevdalılığım halen devam ediyor. Paris’e bağlandığım
kadar hiçbir kente ve modaya bağlanmadım.
Kim beni dinlese Bedriye, görünmeyen Tanrı’ya doğru bağıran bir insanı
yani beni işitiyordur. Sen de Tanrının sesini dinlemek için benim sesimi
dinlemek istedin önce. Bu türden ayrıcalıkları algılaman seni benim yakınım, en
önemlisi de dostum yapıyor. Sen salt benim şiirlerimle ilgilenirken ben de
senin şiirinle ilgilendim. Bak ezberimde şu şiir dizelerin var: “ekmek
gibi / gerçeğimi bana anımsatan / küflü simidi yiyen / bakışı yurdum olan çocuk
/ denizde değil karada ölen balığım / tanrı’yı görmem için kendimi görüyorum /
senin sesinde tanrı’nın sesini dinliyorum / icra memurları gibi tenime
yapışıyor terler / yıllar beni kendisine benzetemeyecek çocuk / karşındayım;
yılların kalbimde açtığı yaraları gör / yaşadıklarıma kurban olmadan yaşıyorum/
kanatlarına rağmen uçamayan albatros kuşuyum çocuk / ben dünyanın belleğiyim
sense yaşanılanların kurtarıcısı.”
Sevgili Bedriye ben oldum olası matemi sevdim.
Bilinçaltımdaki tüm duygular şiirlerime yansımıştır. Ben mi yaraları doğurdum
yoksa onlar mı beni doğurdu bilmiyorum. Bir çölü düşün Bedriye, bir de benim
hayatımı. Kırk yedi yaşımda öldüm.
Zekâmın pırıltılarına en çok şiirlerimde ulaşabilirsin. Kendimi ölümsüz bir sanatçı
olarak algılamıyordum. Evimde tek başıma ıstırap çekmek bana daha cazip
geliyordu. Bildiğin üzere alkolün, afyonun ve haşhaşın verdiği sarhoşlukla mest
oluyordum. Istıraplarım içinde Edgar Allan Poe’yu keşfettim ve onun zaferini
haykırdım. Öyle öyle kendi felaketimi hazırladım; ürkmüş olarak da öldüm. Aklım
her zaman başımdaydı; bu yüzden kalbimden önce dilim terk etti beni. Senin
ilgini her zaman, en bedbaht, en terk edilmiş insan yanlarım şiirlerimden daha
çok çekmişti. Ben tek başına kalabalık dünyayı arıyorum. Bak hastane koridoru
bile bir anda kalabalıklaştı… Yaşanan her olay bana kadar ulaşır ve benim içime
nüfuz eder. Zengin oldum biliyor musun? Bütün servetimi dağıtıp yeniden
fakirliğe terfi ettim. Hayatımda en
yeteneksiz olduğum konu paradır. İç acıtıcı durumlara düştüğümde kendimi gülünç
buluyordum. Senin gibi sadık ve cömerttim.
Servetim olmadan sadece sükûnetimi sağlayacak küçük bir bolluğun hayali
içinde yaşayanların dünyasından ayrıldım.
Duygusal hayatım çok yaralıydı Bedriye. Annemle
tartışmalarımız bir yana karımdan çok metresim sayılan melez sevgilimle
yaşadığım acıları bir bilsen… Onu hayatım boyunca sırtımda taşıyıp durdum.
Güçlü bir vücudu vardı kadının. Akılsız olması bir yana mutsuz, ihmal edilmiş,
cimri ve açgözlüydü; içip içip sucuların kollarında sızıyordu. Tek meziyeti
olan sessizliğini de içki bozuyordu. Bu kadına tarif edilmez bir bağla
bağlıydım. Ona olan yaralı aşkım beni her geçen gün ıstırabın koynuna
itiyordu.”
“Sevgili Baudelaire seni anlıyorum. Neden Elem Çiçekleri bir diğer adıyla Kötülük Çiçekleri koydun yapıtının
adını? Neyin anlaşılmasını istedin; insanın mı yoksa hayatın mı?”
“Sevgili Bedriye, Elem Çiçekleri bana göre yirminci
yüzyılın cehennemidir. Benim umutsuzluğum Dante’nin öfkesine oldukça baskın
çıkar. Bütün insanlığa mutluluk vermek istedim; bütün insanlığı şerden korumak
istedim. Abartılı bir gurura sahip olmadım. Ne çok iyiliğe güvendim ne de fazla
kötülüğe paye verdim. Boş hayallere hiç kapılmadım. Eğer bir düşmanım varsa o
mutlaka kalbimdedir. Ben dünyanın düşüşüyle çöküntüsünden haber veririm. Ben
salt Tanrı’ya inandım. Tanrı düşüncedir
şeytan ise sadece bir denemedir; ötesi şerdir.”
“Sevgili Baudelaire, Ailen hakkında beni
bilgilendirmeni istesem sınırlarımı aşmış mı olurum?”
“Annem oldukça güzel, canlı parlak bir yüzü vardı.
Diplomat bir generalle evlendi. Kocasını kayırır, gelirleriyle de abat ederdi.
Bedriye, annem hayatı boyunca beni sevmekten hiç yılmadı. Endişeli ve mutsuz
oğluna sürekli yardım ediyordu. Benim borçlarımı ödemekten helak oldu. Üvey babam her şeye rağmen adı kötüye çıkmış,
işe yaramaz beni oğlu olarak kabul emişti.
Annemle aramızda kıskançlığa dayalı bir ilişkimiz
vardı. Senin iç kurcalama hastalığın bende de vardı Bedriye. Bir arkeolog gibi
içimi kazıyıp durdum. İçimin derinliklerine ulaşma hırsımdan olacak tüm benliğim
kanıyordu. Kendime karşı acımasız olduğum zamanlarda ruhum huzur buluyordu.
Aradığım da ruh huzurundan başka bir şey değildi. Her şeye rağmen içimde
tiksinti, hor görme, zevkler, ihtiraslar… En çok savunduğum şeyi seviyor muydum
yoksa nefret mi ediyordum inan ki Bedriye ben bile bilmiyordum. Bak beni daha
yakından tanıman için söylüyorum bunları: “Benim ikiyüzlü oluşumun bir nedeni
vardır. Bir yanda şehvet öte yanda pişmanlıklarım; bir yanda arzu etmediği
halde bir şeye sahip olanlar, diğer yandaysa her şeye sahip olmak isteyenler
çıkabiliyor; bir tarafta lanetlenmiş ve
yitmiş bir hayat, diğer yanda selam vermeye karşı sınırsız bir arzu ve
kurtulmanın anısına duyulan çok az bir umut. İşte ben buyum. Üstüm başımın da
özenli olduğunu düşünme. Bedbaht görünüşümden ıstırap akıyordu. Kendi
organlarımla bir uyum halinde yaşamadım hiç zaten. Kafamın zonklaması beni hiç
rahat bırakmadı. Ben algıdaki seçiciliğim yüzünden herkesin göremediği
güzelliklerin ötelerini gördüm. Şefkatim Bedriye şiir yeteneğimden de üstündür.
Buna karşı ben herkeste görülmeyen bir büyüklük delisiydim. Ama en yoksul, en
yalnız ve değeri en az anlaşılan bir divane olarak öldüm. Ruhumu kaç parçaya
ayırdığımı sana nasıl anlatayım… Bir yandan annemi üzüyordum diğer yanda
karımı… Metresimse beni üzüyordu. Kıskançlık nedir sen bilir misin
Bedriye? Ya sahip olduğun hiçbir şeyin
senin olmadığını bilmenin insana verdiği hiçlik duygusundan… Bir hiç olduğunu
düşündün mü hiç? Öyle zamanlarda toplumun seni koyduğu yeri de şiirlerinin
başarısını da iplemezsin Bedriye… Ben böyle yaptım çünkü. Kendime saygımı
yitirdim afyona alkole kadına sığınınca… Hayatım içimle kavga etmekle ve ruhuma
söz geçirememekle geçti. Kim takar benim mısra üstünlüğümü ben yerlerde
sürünürken. Benim için sanatı biraz zorlamış diyorlar. Haklılar. Bendeki
sanatsal güzellik öyle hemen anlaşılmaz. Benim şiirde yaptığım her değişikliği
kolayca fark etmeyebilir ama hisseder okuyucu. Bu metot sayesinde şiirlerin
kusursuz üsluba ulaşır. Bu arada duraksamaları
silmem; bu duraksamalarla sanki nakış
gibi örerim. Şiirlerim dökme madenden çıkmış gibi kaliteli olur. Yalnız maden
tunç olsa da içi altın doludur. Ben her şiirimde öncelikle mısra arayışı içine
girdim. Sen de şiirlerini düzeltirken mutlaka oku. Bunun yararını göreceksin.
Mısrada en saf ve en yüce anlamı, en keskin biçimi, en nadide rengi, en
heyecanlı ahengi ve en ideal uyumu ararım. Mallarmé’nin yetkin sanatı, her
zaman yapmacıkla doludur. Benim araştırıcılığım sadeliğimdeki rahatlık, beni
asla yapmacık ve saçmaya götürmez. Şiirdeki müziği yakalayabilmek için mısraı
bile kurban edebilirim. Benim şiirlerimin hamuruna hile karışmamıştır. Bu
yüzden ne romantik ne de klasik sayılır; en önemlisi de her iki özellik de
mevcuttur şiirlerimde. Benim şiirim Fransız müziğiyle bütün toplumun şiiri
haline gelmiştir. Büyük bir şiiri yazan şair, lirik şiirle ifade edilen
düşüncenin sanatçısıdır. Şu saptama benim şiir anlayışıma denk düşüyor:‘Gerçek
şiir dünyanın esrarengizliğini algılanabilir kılan düşüncenin duaya dönüştüğü
ilahi bir heyecan, bir metafizik ve duadır. Eski Yunan’da geometri varlık
sayılır, şair geometrisi de mantığı soylu aşka ve sarhoşluğa döndürür. Mistik
özelliği olmayan bir şair, boş bir
tapınak, Tanrı’sı olmayan bir kilisedir.’ Ürkme öyle. Çiçeklerimin hepsi
kötülük açmaz.”
“Bana vicdan azabı veren günahlarım yüzünden
faziletlerimin halk tarafından anlaşılmasına ben kendim engel oldum. Bir nevi
kendimi cezalandırma metodumdu bu benim. Nefsimi terbiye edememiş olmanın
verdiği azabın yanında ölüm hiç kalır. Öyle bir hale gelmiştim ki ıstırap benim
için sanki zaruriymiş gibi doğal geliyordu. Tüm bu ruh durumundan çıkmak için
de içiyordum. Günaha inanıyorum. Şiir olarak ben Wagner’in kardeşi sayılırım.
Katolik olmam bu kardeşliğe gölge düşürmektedir bana göre. Vicdan azabının
insanı içte içe nasıl yiyip bitirdiğini bilir misin sen? Uyuşturucu kullanmam beni uyuşturucunun
kölesi yapıyordu. Başta insanın kendi tutkularına köle olmasından tut da tüm
köleliğe karşıyım. Sevdiğim şeyin güzelliğini hiçbir şeyin bozmasına dayanamam. “Kırmızılar giyin / kokular sürün / seni
çirkin / süssüz / solgun / hasta ve mutsuz görmemeliyim /sus ve güzel kal.” Bu
şiirimden de anlaşıldığı üzere güzelliği suskunlukta, suskunluğu güzellikte
buluyorum. Ben bir kadın kadar süse ve güzelliğe tutkuluyumdur. Eğer bu bir
hastalıksa bu hastalıktan en az benim kadar Verlaine ile Rimdaud da
mustariptir. Şiir bir süs sanatı değil de nedir? Ben her kelimeyi yeniden
yaratırım. Yaratıcılık sanatımı şiirde göstermeyi düstur edindim kendime. Suni
olan hiçbir duygunun insana ilham verdiğine inanmıyorum. Şiir ya dünyayı ya da
kendini hayal etmekten başka nedir ki… Ben hayatımın bir bölümünü karımla diğer
bölümünü de metresimle geçirdim. Şiirlerim de benimle birlikte onlarla beraber
oldu. Şiirlerim hüzünlerimi, sonsuz bir merhameti sahiplenir ve bağışlayıcı
olur. Şiirlerimde olduğu gibi suskunluğumu kalbime gömerim. Şiirlerimin her
biri yaralarıyla benzersizdir. Onları benzersiz yapan yaralarının yanında
süsleri fark edilmez. Ben ne kadar acılar içinde bir hayat sürüyorsam şiirlerim
de aynı acıyı benimle birlikte paylaşıyor. Ben şiirlerimi yazarken okuyucuya
suni bir tat vermek için bir çaba sarf etmem. Yalnız tarihte gezinmeyi çok
severim. Tüm yazdıklarım birbirini arayan, birbirine karışan en önemlisi de
birbirine neden olan sesler dizgesidir. Kelimelerin yankısına benim yankılarım
karışır. Bir sözcük diğer bir sözcüğün yaşamasına hayat verir. Duygu tüm
yazdıklarımın merkezindedir. Ben dalgaların evrensel sistemini, toprağın
kokusunu, ses ve renklerin derinliklerini,
yıldızların hareketini,
dalgaların kıyıları okşayışını… Bilirim, hissederim tek tek. Kendi
kişiliğimin şiirlerim gibi kolay anlaşılmasını istemedim. Fransız şiirinde
kimse benim kadar müziğe âşık olmamıştır. Ben ruhun müziğini armağan ettim
okuyuculara. Ben şiirin önünü açtım. Benim şiirlerim hayata açıktır. “İster
Leş, ister Ölüm, ister İhtiyar Kaptan isimli şiirlerimde olsun.. Abartılı duygusallığım yoktur. Benim
duyarlılığım çok canlıdır ama gelip geçicidir; düşünce ise her zaman kalıcıdır.
Düşüncelerim yüzünden eleştirmenlerin işlerini zorlaştırdım. Aldatılmış
olanları kimsesiz insanlar olarak algılıyorum.
Bu yüzden ne acımayı ne de dehşetli merhameti meslek edindim. Örneğin,
insanların papazlarla olan ilişkileriyle alay ediyordum. Ben şiirime sonuncu
mısraı yazarak işe başlarım. Özellikle de sonelerimde bunu görebilirsin. Sondan
başa doğru bir yolculuktur benim şiir serüvenim. Şiirde amacım tüm şiirlerimin
çıtasını yüksek tutabilmektir. Şiirlerimde hikâyeye rastlayamazsın Bedriye.
Benim mazlum dizelerim, orkestraya uyabilecek senfonik şiir analoğudur.
Heyecanı en yüksek seviyeye çıkarmak isterim. Bunu başarmak için de imgeden ve
düşünceden yararlanırım. Kısa, öz ve çabuk yazılmış imajlarla süslerim
şiirlerimi. Her mısra ölümün elinden kurtarılmış, ölümsüzlük mertebesine
ulaşmış bir kazanımdır. Ben manzum halindeki uzun şiirleri gereksiz ve sıkıcı
buluyorum. Hüzünler şiirlerimde sülfürik kadar tesirlidir. Şiirlerimde en çok
kullandığım renk olan siyah her şiirde farklı bir renge bürünmüştür. Dokunaklı
bir şiiri okuduğumda dayanamayıp ağlıyorum.”
“Sevgili Baudelaire, görüyorum ki ölerek aradığın
sükûnete ulaşmışsın. Sen öldüğün yaşta
kaldın ölerek. Senin ölüm yıldönümlerin şiirlerinin doğum günleri oldu. Ne aziz
olmak için yaşadın ne de kahraman olmak için uğraştın. Hayatta bir şiire taptın
bir de aşka. Çöküşten kastım insanın
düşüşüdür. Bu çürümüşlüğün bireysel değil toplumsal oluşu karşısında kendini
umarsız hissettin. Dünyadan her ne kadar elini de çeksen beynindeki uyanıklıktan
mustariptin. Çektiğin tüm acılar senin tercihindi.”
“Sevgili Baudelaire senin gerçek baban 1789 Fransız
Devrimi’nde devrimciler yanında yerini alıyor. Senatör yönetimde onurlu bir
görev üstlenmiş. Devlet memurluğunu ekmek parası için yapıyor; asıl mesleği ise
ressamlık. Baban annenle ikinci evliliğini yapıyor. Aralarında bayağı yaş farkı
var. Baban altmış yaşında iken annen yirmi altı yaşında. Sen de 9 Nisan 1821
tarihinde Paris’in Haautefcuille Sokağı’nda dünyaya geliyorsun. Babanın ilk
evliliğinden de bir oğlu var. Beş yaşında ellerinden tutarak seni resim
sergilerine götürüyor. Baban ölüyor.
Yıllar sonra sende bu kadersizliğe şu dizelerle öfke kusuyorsun: “Öyle buracağım ki bu pis sefil ağacı/kokmuş
tomurcukları asla açılmayacak.” Senin şiirlerinin birçoğu da çocukluk
döneminde bilinçaltına işlemiş duygulardan oluşuyor. Bu haksızca ölüm seni asi
yapıyor. Bu ölümü kendine karşı işlenmiş bir suç olarak algılıyorsun.
Kötülüklere isyanın babanın ölümüyle başlıyor. Ve güzellikleri kötülüklerden
çıkarmak hayatının yegâne uğraşı oluyor. Annen daha sonra 39 yaşındaki komutan
Aupick’le tanışır çok geçmeden de onunla evleniyor. Bu senin hayattan aldığın
ikinci yara oluyor. Anneni bir başkasıyla paylaşmak sana çok acı veriyor.
Annenin en büyük hatası seni bu evliliğe hazırlamamış olmasıdır. Bu evliliğin
önüne geçmek için tüm yollara başvurmana rağmen evlilik gerçekleşiyor.
Hayatının ikinci lanetleyişini sen bir ömre indirgiyorsun ve ömrün boyunca
lanetli bir insan olduğuna kendini inandırıyorsun. Lyon Koleji’ne yerleştiriliyorsun. Okulun
izbe yapısı senin karamsarlığını daha da artırıyor. Okul hakkındaki görüşlerin
“Balkon” şiirine konu oluyor. O yıllarda
Hugo ve Lamartine’i okuyorsun. Gözlerinin biçime ve renklere oldukça duyarlı
olduğunun farkına varıyorsun. Kolej değiştiriyorsun. Liseyi bitiriyorsun.
Din ve
felsefe arasında ikilem yaşıyorsun yirmi yaşında. Resme ilgi duyuyorsun. İstediğin gibi yaşıyorsun. O sıralar Dandi’yi
bir yaşam biçimi olarak algılıyorsun. Hukuk fakültesine kaydını anneni ve üvey
babanı memnun etmek için yapıyorsun ama senin tek amacın iyi bir şair olmak.
Üvey baban senin bir diplomat olmanı istiyor.
Özgür olduğunu ilan etsen de alnındaki çizgilerin bile yer
değiştirmesine dayanamıyorsun: “Oynamasını sevmem çizgilerin yüzümde/Bunun için
yıllardır ne güler ne ağlarım.”
O sıralar arkadaşın Ernest Prarond’la koşuk bir
tiyatro kaleme alıyorsun: İdeolus.
Bazı makalelerini ise Tinmarre’a
gönderiyorsun. Dergi düşüncelerini beğenmediği için makalelerini yayımlamıyor. Kötülük Çiçekleri’nde yer alan
şiirlerinin bir kısmını bitirmişsin o dönemde. Genç Bir Şaire Öğütleri’nde
ironiyle karışık bir dille şiirin uğraşılar içinde en iyi uğraşı olduğunu
belirtiyorsun. Şiiri meslek edinenlere şu önerilerde bulunuyorsun: “Kendini
başarıyla şiire adamışlara gelince, onlara şiiri asla bırakmamalarını salık
veririm. Sen bir sanatçının ekmeğini
yaptığı sanattan çıkarmasından yanasın. Annen ise bir devlet dairesinde düzenli
bir geliri olan bir görevi yapmandan yana.
Memuriyetin insan dehasını azaltacağını düşünüyorsun. Annen babandan
kalan mirasını almana mani oluyor.
Lanetlendiğin için tüm bunların senin başına geldiğini
düşünüyorsun. Babasız büyümen ve annenin
seni algılamaktan yoksun oluşundan dolayı çocuk ruhlu kaldın. Sonunda seni
lanetli bir tohum olduğun saplantısına düşüren de annenden başkası değildi.
Daha sonraları resim ve felsefeyle ilgilendin.
İlk
yazdığın yazın da şiir üzerine değil resim üzerine eleştirilerin oldu. İlk
şiirin Artiste’de Sömürgeli Bir Kadın
yayımlanır. Şiirin ilk dörtlüğü şöyle başlıyor:-------------------------------------------------------------------------------------------------
“Güneşin okşadığı kokulu ülkedeydim / gözlere tembellik yağan
kızılağaçların / ve palmiyelerin altında bir kadın gördüm / albenisi gizli
kalmış, sömürgeli kadın.”----------------------------------------------------------------------------------------------------Annenin,
babanın mirasına koydurduğu kısıtlamaları kaldırmaması ve mektuplarına cevap
vermemesi kendini daha çok yalnız hissetmene neden oluyor. Bıçakla damarlarını
kesiyorsun. Mirasını da melez sevgilin Jeanne Duval’e bırakıyorsun. Kısa bir
süre sonra tiyatro oyuncusu Marie Daubrun hayatına giriyor. Genç şairlere de iki türden kadın
öneriyorsun: Birincisiyle sevişirsin ikincisiyle de çorba içersin. “Yosmalar ya da aptal kadınlar, sevişme ya
da çorba.” Yeni sevgilinde iki özelliği birden bulman seni bir süre mutlu
ediyor. Hayatındaki üçüncü kadın tipi ise senin doğuştan âşık olduğun, annenin
mizacındaki kadınlar. Senin hayatındaki en büyük korkun terk edilmektir. Bu
yüzden üçüncü kadın türüne terk edilme korkundan dolayı âşık olmak
istemiyorsun. Sen kadınların kollarında hasret kaldığın anne sevgisini bulmaya
çalıştın durdun. Bayan Sabatier’e olan platonik aşkın bunun sonucudur; çünkü
anneni andıran bir mizaca sahiptir Sabatier.
Onunla bir gece geçirdikten sonra senin gözünde büyüsünü yitiriyor. Hangi aşkı yaşarsan yaşa senin için acının
kaynağı olmaktan öte gitmiyor. “Cinsel arzu kötülükte bulunur” ya da “Aşk
fuhuştadır.” Bu konudaki düşüncelerin şöyle:--“Aşkın tek ve yüce cinsel zevki, onun
kötülük yapma gerçeğinde yatar. Ve erkek de kadın da, her cinsel arzunun
kötülükte bulunduğunu daha doğuştan bilir. Aşk fuhuştadır, tek bir soylu haz
yoktur ki fuhuşa vardırılmamış olsun.” Sık sık ev değiştiren biri olarak
inançsızlığınla övünürsün. Soyulmuş
Yüreğin’de şunları yazıyorsun:
“Çağımın insanlarının anladığı anlamda bir inancım yok, çünkü tutkum
yok. Belli bir gevşeklik, ya da daha çok, bütün dürüst insanlarda görülen
kayıtsızlık var.” -------------------------------------------------------------
Demokrasi anlayışını ise şöyle
özetliyorsun: “Siyasa da böyledir,
gerçek aziz halkın yararı, halkı kırbaçlayan ve öldürendir.” Ben komünistim
demene rağmen bireyci anarşist olarak hayatını idame ettirdin. Revü
Comtemporaine’de afyonüzerine bir deneme yazıyorsun. Artiste’de sekiz şiirin
yayımlanıyor. Poe’dan çevirdiğin Acayipliğin Meleği ile Yapay Cennetler yayımlanıyor.
1861’de Kötülük Çiçekleri ikinci baskısını yapıyor. La Presse Düz Yazılmış Küçük Şiirler’in yayımlanıyor. Ölümünden
sonra Paris Sıkıntısı’nın ilk baskısının yayın haklarını Hetzel’e satıyorsun.
Frengi hastalığıyla da mücadele ediyorsun. Senin iflah olmaz bir mazoşist
olduğunu söylüyorlar şu şiir dizesinde olduğu gibi: “O gece bir cesedin yanında yatar gibi / Gudubet bir Yahudi’nin yanına
uzandım / Hiçbir haz uyandırmayan hazin güzelliği / Satılık bedenimi seyredip
düşünceye daldım.” Bir başka şiirinde kendine şöyle sesleniyorsun: “Yara ben’im, bıçak ben’im / Hem tokat, hem
tokat yiyen/ Çarmıh da ben, İsa da ben / Hem cellâdım hem kurbanım.” Senin
şiirinin biçim ve tekniğine dair şu saptamayı alıntılamama izin ver: “Sanatta
Romantizm, yanı sıra Parnasse Okulu’nun da egemen olduğu bir dönemde
Baudelaire, şiirlerinde biçim ve teknik yönünden Parnassecıların soğuk plastik
güzelliğine büyük önem verir. Hatta bu konuda aşırıya kaçmakla eleştirilir.
Sabatier senin sanatını ve şiirini şöyle değerlendirir: “Maistre’den, onu
göksel düzenin buyruğu altına iten, daha da çok, sözcük kuyumculuğunu,
sözcükleri işleme tekniğini, hızlı tümceler, çarpıcı imgeler, düş’ün
(fikrin) hizmetine sunulmuş aytaçlık
(hitabet) sanatını öğreten bükülmez bir
diyalektik aldı. Poe’dan süslemeyi,
renklendirmeyi, iklimi, yaratıcı zekâ ve istemin üstünlüğünü,
önceliğini, şiirin kaynağı olan şiir üstüne sürekli düşünmeyi öğrendi.”---------------------Sevgili
dostum senin şiir ve sanat dehanı yazmakla bitirmek mümkün değil; zaten benim
amacım da bu değil. Ben sadece senin insan yanınla ilgileniyorum. Senin dışında
hangi insan başarılarında suçluluk duygusu arıyor?... Sen düşünceyi formüle
etme yetini salt sanatında kullanmadın özel yaşantına da uyguladın. Ömrü vicdan
azabı çekerek geçen çok az insan vardır sen bu insanların lideri sayılırsın.
Bana kalırsa yazgındaki talihsizliğe sığınarak kendini güvende hissediyordun.
Aslında sen söyleşilerinde olduğu gibi birçok konuda bilgeydin; en önemli
özelliğin de disiplin sahibi ve düzenli olmandır. Servetini harcar gibi ömrünü harcadın.
Sanatında sembolleri tatlı biçimde kullanırken kendine karşı bu kadar acımasız
olmayı kim öğretti sana? Sen kadını sere serpe seversin. Kadın sende şehvetli
bir varlıktır ve etli butludur. Hayatındaki tüm yollar annene çıkıyor. Kendi
haklı nedenini sana anlatmadığı için annenin özde seni senin onu sevdiğin gibi
sevdiğine ikna olmadın. Senle annen birbirinizi çok fazla sevdiğiniz için
sevginizden dolayı birbirinizi yaraladınız. Senin şiirde ve sanatta bir dahi
olmanla ilgilenmemiş annen. Beklentisi buymuş senden. Senin berdoş yaşam biçimini kanıksayamamış.
Karşılıklı olarak birbirinizin hem cellâdı hem de kurbanı olmuşsunuz. Oysa
senin naif, kırılgan ve sevgiye muhtaç yanını görebilseydi sana farklı
yönlerden sevgisini anlatmaya çalışsaydı belki senin de gözünde çiçekler
kötülükler açmazdı. Kim bilir sen de bunca ölümsüz şiirleri yazamazdın. Annene
mektubunda sözünü ettiğin ölümsüz bir isim bırakmazdın arkanda. Beni üzen
özünde hayatı, en önemlisi de yaşamayı bu kadar severken acıya bu kadar kolay
teslim olman oldu. Seni özlemini duyumsadığın mutlulukla sarıp sarmalıyorum.
Sen ki öldükten sonra huzur içinde yaşadın. Bak sonunda huzura erdi ruhun. Yine
de bilgin olsun senin çiçeklerin sana ihanet etmiyor, kötülük açmaya devam
ediyor. Dünyaya bıraktığın tüm kötülük açan çiçeklerin sevgisiyle seviyorum
seni. Daha sık görüşmek umuduyla sevgiyle kal sevgili dostum. Güzelliklerin
kucağında rahat uyu. İnan bana sen güzelliklerin, merhametin ve dürüstlüğünle
ayrıcalıklı yaşadın, yaşayacaksın.
İNSANLIĞIN ÇOCUĞU: MİGUEL DE CERVANTES SAAVEDRA
Bedriye KORKANKORKMAZ
Günümün büyük çoğunluğunu romancı, şair ve
oyun yazarı Cervantes’i düşünerek geçiriyorum. Bu, yalnızlığıyla yarışacak
kimsenin bulunmadığı adamı düşünüyorum. Kendisiye/acılarıyla alay edecek boyuta
varma erdemine ulaşmış insanlagünümü geçirmek istiyorum. Oinandığı değerlerinin
karşısında sadık bir mürit gibidir.
Yapıtı Don Kişot’ta salt aşkı değil kusursuz dostluğu da idealize
etmiştir. Belleğinde yaşattığı aşkın kutsallığına erişmek için bir metrese
gerek duymuyordu. Kendisini şövalye sanan Don Kişot, her şövalyenin bir sevgilisinin olması
gerektiğini düşüyor. Sıradan, şişman bir köylü kızı olan Aldonzo'ya Dulcinea
del Toboso takma adını verir ve sevgilisi yapar kendisine. Onu soylu bir
ailenin güzel kızı olarak düşünüyor. Yanına kendi köyünde yaşayan Sancho
Panza’yı seyisi olarak alır ve yola koyulur.
Karşısına çıkan hanın sahibine kendisini şövalye olarak ilan ettiriyor.
Öyle ki yel değirmenlerini dev sanıyor ve üzerine yürüyor. Onun
insan yanının yapıtlarına yansıyan en büyük özelliği tüm duyguları kendisiyle
eşitlemiş olmasıdır. Yalnız yeldeğirmenlerinin peşinedüşmesinin bir diğer
nedeni de kendi ayarında bir dost bulamamış olmasıdır. Serüvenci ruhuyla
şövalye yürekli bu dostumunbaşına nelergelmiyor ki… O günün kederle el ele verip parçaladığı kalbinigeceleri
onarıyor. Sabahları ise kendi külünden doğan bir Anka kuşudur. O yüzden yel değirmenine karşı savaş açacak
gücü kendisinde görüyor. Endişeli bir ruha sahip olması onu içten içe yiyip
tüketiyor. Onun hakkında okuduklarımı yolda yürürken hatırlamaya başlıyorum. 29
Eylül 1547 tarihindeAlcalá de Henares, İspanya’dadoğan ve22 Nisan 1616 (68 yaşında)Madrid, İspanya’da ölen Miguel de Cervantes Saavedra’nın yol arkadaşım olmasını yürekten
istiyorum. Endülüslü bir anneden doğma ailesi Galice’dengelme. Kendisi de Kelt
ırkından sayılıyor.Batı edebiyatının klasikleri arasındaki yerini alan
Modern Avrupa'nın ilk romanı olarak kabul edilen yazdığı magnum
opusu Don
Kişot bugüne
kadar yazılmış en iyi kurgusal eserlerden biri sayılıyor.Onun yapıtlarına
yansıyan insan yanını bir başka mercek altında incelemek istiyorum. Genç
yaşında yazmaya başladığı denemeleri ve tiyatro eserleriyle kısa bir süre sonra
edebiyat çevresinde adını duyuruyor. Bugün bile İspanyol edebiyatında roman geleneğinin başlatıcısı olarak
kabul ediliyor. İşlenen bir suç ad benzerliğinden dolayı
kendisine malolunca İtalya’dan ayrılıyor. Yaşadığı bir dizi serüvenden dolayı
Osmanlılar tarafından tutsak edilen Cervantes, 1575-1580 yılları arasında da Cezayir'de esir olarak yaşıyor.Birçok yaralanma
tehlikesi geçiren Cervantes bir top güllesiyle yazık ki sol elini kaybediyor.
Birçok kez kaçmaya teşebbüs ediyor ama başarılı olamıyor. Hapse atılınca da
hapiste kendisini tamamen edebiyata adıyor.En büyük yapıtı olan Don Quijote (Don
Kişot)'u kaleme alıyor. Bu eseri
sayesinde tüm dünyada da tanınıyor. Bu yapıtında kendi hayatıyla alay ettiği,
özellikle de yapıttaki kahramanların hayatlarıyla kendi hayatı arasında birçok
benzerlik görüldüğü anlaşılıyor. Don Kişot dünyanın en çok okunan eserlerinden
biridir ve 38 dile çevrilmiştir. Bu eser hâlâ dünyanın en çok okunan romanları
arasındaki yerini koruyor. Don Kişot bir çocuk gibi
her şeye inanır. Yeryüzünde yaşayan insanlar arasında en safıdır o. Dünyada var
olan hiçbir çirkinlik ona bulaşmaz. Dünyadaki tüm insanlar onun gibi saftırlar.
Kişiliğinin en belirgin özelliği umuda sımsıkı sarılmasıdır. Onun cennetinde
herkese yer vardır. Her tür çiçeğin açtığı bir cennettir. Cennetine girmek
isteyenlerinin de girmeme hakkı vardır. Israrı ve baskıyı sevmemektir. Öyle ki
kendi cennetinde kendisi dışarıda kalabilir. Adalet tüm haksızlıkların
temelidir. Polislik mesleğinin kendisine verilmesini ister. Prensler ve çağın büyükleri pekâlâ
iyilikseverlikle yanında yer alabilirler. Don Kişot; cennetinde yaptığı
düzenlenmelerle Tanrı’yı da üzülmekten koruyacaktır. İyi niyetli insanları bir
araya getirerek barışı sağlayacağını düşünen kahramanımız bilgelik düzeyinde
bir bilgi birikimine sahiptir. O kadar namuslu olmasaydı kesinlikle bilgin
olurdu. İnsanlara birşeyler öğretmesini sevmez. Öğretecek olsa dahi büyük bir
mütevazılıkla yapar. Gereğinden
fazla okuyan kahramanınız okuduklarının oluşturduğu iksiri insanlara
dağıtıyor.Onun için başarının hiçbir önemi yoktur; zira o edebi başarıya gönül
vermiştir. Don Kişot, soylu atının üzerinde bir masal kahramanıdır. Onda olan
inanç, haşmet ve ihtişam kimsede yoktur. Girdiği her savaştan yenik çıkan, bu
savaşların soylu beceriksizi duygu dünyasıyla insanı kendisine hayran
bırakıyor. “İşte size, barbarlara karşı, İsa uğruna yapılan savaşta bir kolunu
kaybeden Lepant’ın askeri. Kralların zalimliklerine, evdeki sefalete en
önemlisi de aile hayatının tüm
saçmalığını ortadan kaldırmış olursunuz. Böylece edebiyat çevreleri, kutsal papazlar tarikatının ifşa etmiş oldu.
(...) Artık sizi Don Kişot ve Cervantes’ten ayrı tutmuyorum.”Onun kişiliğinin
bir diğer özelliği de coşkulu olmasıdır. Adalete karşı özel bir bağlılığı
vardır; zira mutlak bir duygunun içindeki coşkuyu arıyor. Güzelliklerle dolu
bir dünya özlemi vardır ve bu özleminde de oldukça samimidir. İlahi adaleti
yeryüzünden tecelli etme görevini kendisi kendine vermiştir. Onun bilgeliği
süvari atına kılıcıyla binmesi değil; cehennem Tanrılarının yeryüzünün bütün
güçlerinden daha güçlü olduğunu farkına varmasıdır. Dürüstlüğü hukuk ve adalet
kavramından daha önemli buluyor; çünkü dürüstlüğün olduğu yerde hukuk da adalet
de yerli yerine oturacaktır. Hakkı söylemek başka şu haklıya hakkını vermek
başka şeydir. Kahramanımız haklıya hakkını dağıtan bir tasavvuf dervişi
gibidir. Hiçbir sıkıntı onun iyilikseverliğinietkilemez. Onda inanç ve
cesaretin verdiği yücelik vardır. Söz konusu cesaret olduğunda akıl devre dışı
kalıyor. O yaratıyor ve yarattığı insanları fethediyor. Yazarın yazın dehası da
tam da burada devreye giriyor. Kendini insanlığı kurtarmaya adamış bu insan
insanlığın soytarısı oluyor.İnsan ilişkisini daha derinden sorguladığı için
ezik insan psikolojisini ortaya koyuyor. Yoksulların birbirleriyle olan
savaşlarının zenginlerin birbirlerine olan savaşları aratmadığını tüm
çıplaklığıyla sergiliyor. İnsanlık için ne kadar soylu da olsa düşünceleri
iradeleri elinden alınmış insanların soytarısı olmaktan öteye gidemiyor. Aslıda
burjuvanın soytarıları olduklarını farkına varamayan bir grup insanın içine
düştüğü iç acıtıcı durumu sergiliyor yazar. Durum böyle olunca
kahramanımızda traji komik acıların kralıdır süvarisi değil.
.Ben
bunları düşünerek yolda yürürken yanıma yaklaşan adamı fark ettim. Direkt
kendini tanıtarak benim yol arkadaşım olmak istediğini söyledi. Tarif edilmez
bir mutlulukla, heyecanla sarsıldı ruhum.
Bir süre öylesine yürüdük ikimizde. Ben onun yüzüne yansıyan duyguları
seyrediyordum o ise ruhumun derinliklerini gözlerimde görüyordu. Yakınlık ya da
uzaklık ikimizin birbirimize duyumsadığı duygu sarmalı içinde yok olmuştu.
Hiçliğin ne olduğunu ilk kez o an algılıyordum. Başka başka çağlarda yaşamış ve
birbirinden habersiz bu iki insanının birbirine duyumsadığı derinliği
karşısında ürktüm. İkimizde birbirimizden ürkmekte haklıydık; çünkü birbirimize
dair tüm bilinmezliğimizi bilinir yapıyordu bakışlarımız. Bu ölüme meydan
okuyan birliğin karşısında nutkum tutulmuştu.
Sadece duygularımız değil, adımlarımız da birbiriyle yarışıyordu. Bir
ara onun, elini omzuma attığını fark etim. Ben de elimi onun omuzlarına attım.
Birbirimize gülümseyerek yolumuza devam ettik. Konuşmayı ben başlattım:
“Sevgili Cervantes, sen gelmeden önce yapıtın
Don Kişot hakkında yaptığım yorumları seninle de paylaşmak istiyorum. Don Koşot’ta saflık taban yapıyor. O öyle saf
ve temiz bir anne ve babadan dünyaya geliyor ki saflıktan başka hiçbir şeye
inanmıyor haklı olarak. Çirkinlik onun dünyasına ulaşmıyor. Gücünü de
saflığından alıyor. Gücünü saflığından alan bu güzellik‘insana’ olan umudunu
asla yitirmiyor. Onun gözünde herkes cennette yaşamaya layıktır. Kötülükler ile çirkinlikleri giderme
konusunda oldukça cesurdur. İyi niyeti sayesinde insanlığa umudu aşılıyor.
Kendi cennetine tüm insanlığı sığdırıyor.
Kapısı insanlığa açık cennetinde isteyen herkese yer vardır ve rengârenk
çiçekler açıyor cennetinde. DonKişot
taşradan gelmiş ve taşranın tüm özelliklerine sahip bir sözde şövalyedir. Onun
en paha biçilmez özelliği herkese barışı getirmesidir. Birçok saflığına karşı
bir bilge olacak kadar da birikimdir. İnsanlara vereceği bilgileri büyük bir
mütevazılıkla veriyor. Onda kibir
yoktur. Bu saygıdeğer şövalyenin en büyük özelliği fazla okumasıdır. Atının
heybesinde hayatın yaralarını iyileştirecek birçok iksiri vardır. İşsizlere
ayrı iksir, yürekli olanlara da aşk iksiri dağıtıyor. Heybesinde ateşli silah
yoktur. Kendi iyi yanını göstererek taraftar edinmek ve topladığı taraftarla da
kötülükleri yeryüzünde silip atmaktır amacı. Bireysel mutluluklar onun yanında
bir anlam taşımadığı için tek başına gülmüyor. İnsanlığın gülümsemesi yansıyor gözlerine.
Onun için başarının bir ederi yoktur; o edebi zaferin peşindedir. İnsanlığın
savunucusu bir masal kahramanına benziyor. İnanç ve o inançtan alınan haşmetli
bir vakur duruşu vardır onun. Gücüde savaşının haklı bir savaşım olmasından
gelmektedir. Siyasi tehditleri tınmayan bu kahraman tamı tamına sensin. Bu bakışaçısıyla ele aldığınkahramanların
sayesinde edebiyat çevrelerini, kutsal PapazlarınTarikatı’nı deşifre
açıklıyorsun.
Hiçbir alçaklık Sizin soyluluğu karşısında
varlık göstermiyor. İnsanlık ya
ağlayacaktır onuruyla ya da gülecektir. İkisinin ortası yoktur onda.
Adalete tutkuyla bağlı olan Don Kişot davasına da aşkla bağlıdır. Acı çekenlerin, zülüm görenlerin canlı
koruyuculuğuna soyunmuş olan Don Kişot, kılıcını eline aldığında göklerden düşmüş
bir meleğe benziyor. Barışı ve adaleti yönetim biçimi olarak algılıyor. Bu
özellikleriyle akla dayanan bir erdemin ve Tanrı aşkının şövalyesidir.
Kutsallıkla hakkaniyeti çok önemsiyor. Tüm sıkıntılarına ve önemli görevlerin
omzuna yüklediği sorumluluklara rağmen her zaman iyilik doludur. Onun en büyük
meziyeti sevmeyi bilmesidir. Bilge bir deli olarak insanın karşısına çıkıyor.
Hayalperesttir. Haksızlıkları oryadan kaldırmak için barbarlığa soyunuyor. O,
yaşama ve ülkelere saldırma cesaretini özgürlük tutkusundan alıyor.
Suçluları bile kurtarırken onlardan özür diliyor.
“Sevgili
Bedriye, Sen benimhayal dünyamdan bana sesleniyorsun. İstersen ben sana kendi
gerçek dünyamdan sesleneyim de beni öyle yenilmez kahramanlardan biri
sayma. Savaşta yaralanmış beceriksiz bir
hastayım. Direngen oluşumu bir kahramanlık sıfatı sayabilirsin ya da
duyarlılığımı. Hayatımın seninle en önemli benzerliği çok az yardım görmemdir.
Cezayir’de tutsak, Tunus’ta uşaktım. Ayağında zincir, boynunda tasma en
önemlisi de her zaman yoksul. Elit kent soyluları arasında yitip gitmiş, aileye
bakmak sorumluluğu üstlenmiş, gel gör ki ailede de aptallık sıfatı olan
birisiyim. Öyle eziğim ki Bedriye öfkelensem de sinirlenmezdim. Akılcı dünyanın
tüm kötülüklerine karşı merhametveadaletin hâkim olması için savaşıyordum
yeryüzünde.
Bendeki
zafer duygusu saygıdeğer bir yüceliktir. Güzellik ve iyilik dolu dünyamda akıl
arama Bedriye. Yaratılmak/ yaratmak benimen önemli özelliğimdir. Yaratanı
fethetme. İnsanlık bile DonKişot’un kutsallığını anlayamadı. Bu komik kahraman,
kutsiyetin en büyük mucizesidir. Bana göre kutsal kahraman,kendineTanrı’nın
soytarısı adını vererek kendisine yakışanı yaptı. Zira patron yerine konulmayı
beklerken soytarı olarak anıldı. Bedriye bana göre “büyük sanat eseri, her
zaman sanatçıdan söz ettirir ve onu ortaya koyar. Böyle olması doğaldır ve
gerisi mühim değildir. Düşünce bir aynadır. Her sanatçı Tanrı’nın bir
aynasıdır.Spinoza bunu böyle kabul ediyor. Don Kişot ve Cervantes’te bir
Martin, bir Georges azizliği mevcuttur. Cervantes’in, Aristo’dan daha üstün ve
bu kadar güçlü oluşu da bundandır. Cervantes ve Rabelais, birbirine denk bir
güce sahiptir.” Ben geçmişe Rebelais da geleceğe dönüktür. Ben soyluluğu şaha
kaldıran eşitliğe tutkunum. Duygusal olarak ele alırsam kendimi bütün çağların
içinde mevuttum ben.
“Sevgili Bedriye ben de hayat çoğukez eserin
üstüne çıkıyor. Bana göre alay etmek için tamamen başka bir anlam yakalamak
gerekiyor; oysaki DonKişot’unkendisi gülünç, akıllı, uslu, derin bilgili ve
saygıdeğer biri oluyor. Bu üslup belli başlı yapıların kahramanlarına özgü bir
sıfattır. Don Kişot’ta Bedriye, büyük bir erdem ve fazilet
bağışlayıcılık vardır.Don Kişot “Sen iyi bir Hıristiyan değilsin; çünkü her
hangi hareketi hiçbir zaman unutmazsın, diyor.
İnsan yedi yüz kere affediyor, fakataffettiklerinin hiçbirini bir türlü
unutmuyor. Ve unutulmuş olmayı, insanın unutmadığı ortaya çıkıyor.” Ben de
komikliğin her türü mevcuttur. Öyle saftır ki benim kahramanım için başarı
önemli değildir onun için önemli olan misyonudur, zafer değil.
“Sevgili Cervantes, köylü Sancho hakkındaki
fikirlerini öğrenmek istiyorum.”
“Bedriye, Sancho’nun da Don Kişot’tan dahafarklı bir saflığı yoktur.
Her ne kadar ona efendim diyorsa da gerçekte ona inanıyor. Her şey bir yana onu
çok seviyor. Sancho’nun tercihiydi Don Kişot. Herkesçe bilinen birini tüm
özellikleriyle olduğu gibi kabul ediyor. Bu yüzden DonKişot sadeceSancho’nun
aşkı olmaz, onun inancıdır da.Bir vefayla bağlıdır Don Kişot’a. Ondan asla
şüphe duymaz
“Sevgili Cervantes, sen büyük bir
üslupsanatçısısın. “Sanattan çok, hareketten ise daha az kuşku duyar.” Böyle
olman sanatçılık değerine gölge düşürmez. Gerek senin gerekse Don Kişotiçin
güzellik çok önemlidir. Sizde gerçek birer sanatçısınız. Güzellik ve adalet
sevgisi var ikinizde de. Gerçek aşkı da sanatçıda tutkunun ritimlerinden biri
olarak algılıyorsun. Objeler ve çareler konusunda sevgili dostum yanılsan da
sanatçıyı adalete götüren hamlede hiç yanılmıyorsun. Bu bile seni ölümsüz
yapmaya yetiyor. Sanatçının şaheser
yaratmak için yeteneğinin olmasını şart koşuyorsun. Don Kişot’uancak altmış
yaşında yayımlıyorsun. Bu yaşına kadar
yazık ki sanatçı yanın hep eksik kalıyor. Bu yapıtla hem kendini hem de Don
Kişot’u hayatının zirvelerine çıkarıyorsun. Sende biliyorsun ki her türlü
ıstırap, dayanılmaz güçlükler sanatçının eserinde şaheserler yaratabilir. Don
Kişot karakterinde canlı bir insanlığı armağan ediyorsun. Senin insan yönün
öyle yüce ki en acımasız düşmanlarına bile iyilik yapıyorsun. Senin derin iradenle verdiğin mücadelenin
büyüklüğünü kim inkâr edebilir. Senin kazanmak istediğin başarı maddi değil
manevidir. Maddi bir zafer nasıl olsa kazanılır ama manevi kayıpların yeri
doldurulamaz. Asker olmak için onurlu davaları olan soylu biri olmalı insan. Yapıtlarında kullandığın İspanyolca
İspanya’nın en güzel dilidir. Dil kusursuzdur yapıtlarında. Dildeki ahenk yapın
başından sonuna kadar okuyucuyu sarıp sarmalıyor. Hele komikliğiöyle
ustalıkladile giydiriyorsun ki, okuyucu elindeki yapıtı bırakmak istemiyor.
Krakerin hareketli, komik, hazır cevaptır. . Senin komiklik anlayışını yerli
yerine oturtan bir saptamayı sana hatırlatmak istiyorum:
“Cervantes’in komiklik özelliği,Rebelais ve
Flaubert’inki gibidir: Bu nitelik dili aşan bir üsluptur. Dil gene de düşünceyebaskın çıkan bir
üsluptur. Rebelais’dakelimeler,
Flaubert’dekelimelerin düzeni, ifade ettikleri şeyden daha çok söz
konusu olur. Cervantes’ te bu yetenek iki kat daha fazladır.”
Don Kişot’un dostu yoktu. O da benim gibi kendi
eşitini bulamadığı için yalnızdı. Sanchogibi sadık müritten de dost olmaz. Dost
olabilmesi için onun üstünde olması yanlışlarına tavır koyacak cesareti olması
gerekiyor. Bilinç düzeyi de önemli dostluklarda. Kaldı ki Don Kişot için aşk
bile kusursuz dostluktur. Don Kişot’ta aynı zamanda bir insanın çocukluk,
gençlik ve yaşlılık, bir diğer anlamıyla olgunluk dönemlerini de ustaca
veriyorsun. Üstelik de Don Kişot’un bütün İspanya olduğunu gerçeğini sana
anımsatırsam ne düşünürsün? Sancho gerçek bir vatandaştır. Bir çocuk gibi kolay
kandırılır. Kendi çıkarının kölesi olmuşların karşısında Sancho bir
kahramandır. En önemlisi Don Kişot’un gerçek bir kahraman olduğunu ondan başka
kimse anlamamıştır. Bu yönüyle de bilgedir. Karşılaştığı zorluktan kaçmaz,
üstüne gider.”
“Sevgili Cervantes, insanın yaşı gibi kahramanları da
değişiyor. İnan bana benim kahramanım da Don Kişot’tur. Onun iç dünyasındaki
güzelliklere tutunmaya öylesine ihtiyaç duyuyorum ki… Kahramanın insan
olamayacak kadar insandı. Belki de bu yüzden kurgu kahraman olarak anılıyor.
Dünyanın ve insanların içinde yaşayacaksın ve kirlenmeyeceksin… Sonunda
kahramanın da uyanışı acıoluyor. Fakat kirlenmiyor. Bu özelliği bile tek başına
onu ölümsüz yapmaya yeter diye düşünüyorum. Senin hayatından binlerce hayat
çıkabilir. Bir insanın hayatı böylesi deneyimlerle donatılmışsa kahramanı daDon
Kişot ileSanchogibi soytarı kılığına girmiş bilgeler olur. Hayata isyan etmen
için sayısız nedenlerin varken sen direnmeyi ve üreterek yaşamayı tercih
ediyorsun. Asıl kahramanolan sensin, boynunda tasma, ayağında zincir olan bir
esir o dönemin yanlışlarını ne güzel alaya alıyor. İntikamın bile insanlık
abidesi sayılabilecek bir erdemdir. Acının insana kazandırdığı büyüklüğü
düşündüm dostum. Büyük ruhunun karşısında ayağa kalktım. Yaşadığın her anı
satır satır aklında tutan bir hafıza! Dünyaya nanik atan kahramanların sahibi
bir esir. Merak ediyorum yazdıklarından dolayı yaşadıklarına minnet duydun mu?”
“Doğrusunu istersen Bedriye ruhumun
olgunlaşması sanıldığı kadar kolay olmadı. Sen yapıtımı basma yaşımı
biliyorsun. Ben bile ancak o yaşta acılarıma gülerek yaklaştım. Yazdıklarımda
yaşadıklarımı gülerek anlattımsa da içim delik deşik. Neydi biliyor musun
Bedriye? Hayatım boyunca ciddiye alınmamıştım. Saygı görmemişim. En acınası da
konuşmaya tenezzül edemediğim insanlar ayağıma pranga vurup beni
yönetebildiklerini düşünüyorlardı / yönetiyorlardı da. Ben aldığım her nefeste
öldüm. Ölümün de acının da her türünü tanıdım ve tattım. Acıya kesti bedenim.
Ama iradem yaşama pencere açtı ve yaşama tutundum. Yazın dünyasını keşfettim ve o dünyanın
soytarısı da şövalyesi de ben oldum. Ruhun önüne kim geçebilir. Silahlar
düşünceyi öldürmeyi başarsaydı Bedriye, geçmişten geleceğe okuyacağımız
kitapların sayıları bu denli kalabalık olmazdı. Bedelsiz hiçbir şey olmuyor.
Bugün geldiğim yere gelmek için kimse benim çektiğim çileleri çekmek istemez.
Şunu söylememe izin ver: sonunda soytarı yaptıkları, boynuna tasma, ayağına
zincir geçirdikleri kölenin önünde onlar diz çöktü; ben çökmedim. Hem de salt
ülkemde değil bütün dünya yaşadıklarım ille de yarattığım kahramanlarımın
önünde diz çöktü. Varsın sana da kimse yardım etmesin. Sen benim gittiğim çile
yolundan git. Hem benim kadar şanssız da sayılmazsın. Ben her zaman senin
dostun olarak arkandayım. Beni anman yeterli buluşmamıza. Seni bu duygularla
kucaklıyorum.
DİRİLİŞİN ÖYKÜSÜ
Bedriye KORKANKORKMAZ
yakarman boşuna kendime
İflâh olmam bu gidişle ben
temiz ellerimi
samimiyetsiz sevgilere
uzamak istiyorum kendime
acımadan
kederimin boyu uzadıkça
kim demiş sizlerle aynı
aynalara baktığımızı
hüzünlere katlamayı sevda
edineli kendime
kimselerin göremediği
öteleri görüyor sezgilerim
içimde her gece ayaklanan
duygularımı
ayakları altına alamadı
gardiyandan biri
bunca ayaklamalara karşın
içimdekiler
daha da ötelere uzandı
ben aşına olduğunuz
insanlardan değilim
üzerinden geçtiğiniz bir
geçit hiç değilim
ne ortasında ne sonundayım
yolun
ben ki tüm
katlanabilirliğin sınırlarını zorluyorum
seviniyorum
bilmediklerimin çoğalmasına
yüreğime dokunan
duyguların canımı acıtmasına
kimselerin göremediği
öteleri görüyor sezgilerim
hüzünlere katlamayı sevda
edineli kendime
03/08/2010 mersin
RUHUN VE DUYGUNUN ÇIPLAK DOLAŞAN GEZGİNİ: DOSTOYEVSKİ
Bedriye KORKANKORKMAZ
Ne zaman,
bir dosta ihtiyaç hissetsem, insansızlığın o derin sızısı beynimi ve
yüreğimi kemirse, Dostoyevski ile
Gide
gelir aklıma. André Gide: "İbsen' le Nietzsche' nin yanı sıra adı
geçmesi gereken Tolstoy değil, odur asıl; onlar kadar büyüktür, üçünün de
en önemlisidir belki der."( s.5)
Gide’in, Dostoyevski’nin sanat dehasını Tolstoy’dan,
İbsen’den ve Nietzsche'den niçin daha büyük bulduğu üzerinde nicedir
düşünüyorum. Kafamdaki düşünce erleri beynimin içinde cirit atıyor. Ne yapmam
gerektiğini bilmiyorum. Gide’in masamda açık duran eserin
satırları arasından çıktığını ve çalışma masamın karşısındaki sandalyeye
oturup beni izlediğini çok sonradan fark ediyorum.
Sevincimden “ hoş geldin” diyemiyorum ona. Uzun bir süre yüzüme
yansıyan duygu ve düşünce karmaşasının haritasını seyrediyor. “Rahat ol !”
diyor. Onun babacan yaklaşımı benim güvensizliğime, ille de korkularıma
iyi geliyor. Kendimi toparlıyorum. Ona : “sizin için bir kitap okumak yazarıyla
on beş gün ortadan kaybolmaktır. Tam bir aydır elimde “Dostoyevski”
eseriniz var. Tam bir aydır, sizinle birlikte bu odadayım. Bir yandan
siz, diğer yandan Dostoyevski. İkinizin dehasının üstesinden gelememenin
sıkıntısını yaşıyorum ” diyorum. Gülüyor. “Bizi olduğumuz gibi göremez
misin?” “ Karma karışıklığımızla… demek istiyorum. Söyle bana: Eserlerimle
neden bu kadar yakından ilgileniyorsun?” Gülerek ona içimden geçenleri
söylüyorum. “Siz, yıllardır hangi nedenlerden ötürü Dostoyevski’nin
peşine düşüp onun kişiliği ve eserleri üzerine söylevler verme
ihtiyacı hissettiyseniz, ben de aynı nedenlerden dolayı sizin ve
Dostoyevski’nin peşine düşüyorum. Sistemde tutunamayan iki insan olduğunuzu
düşünüyorum. Tutunamayanlardan oluşunuz beni etkiliyor.” Sözümü bitirmeme
fırsat vermeden gözlerimin içine bakarak bana: “Kendin gibi mi?” diyor ve devam
ediyor konuşmasına : “Şaşkın bakışlarınla yüzümü okşama. İnsan, aradığının
peşinden gidiyor. Bu yüzden mi Stefan Zweig’in, Nietzsche’nin de peşini
bırakmıyorsun. Sana göre, aldığı önemli ödüller mi; yoksa eserlerinin verdiği
mesajın yaşamdaki gerçek karşılığı mı bir yazarı daha büyük yapıyor?
Sözlerimin arkasında yatan gerçeklerle yüzleşmek istiyorsan, benim sana sorduğum
sorunun izini sür. Ne bize benze ne de benzemeyi düşündüğün insana. Yaşa.
Yaşadıklarının çizdiği tuvalden bak portrene. Tuvalde gördüğün resmin,
asıl resmindir. Şimdi, Dostoyevski’nin yaşadıklarının çizdiği porteye
bakmak istiyorsan yargılamadan onu anla ve ona soru sorma. Sözlerini kesmeden
dinle. Ağladığında ağla, sevindiğinde sevin. Onun hayatı ve insanı sevme
biçimini sev. Acılı yüreğindeki sevgini, özverini, şefkatini ona karşılıksız
ver.Hisset ve hissettiklerini bize hissettir. İkimizin de ödülü emek ve
sevgidir. Ben, gidiyorum. Seni, kendinle baş başa bırakıyorum” dedi ve gitti. Masamdaki mumu yaktım. Mum
ışığı altında evrensel yazının yüz akı olan iki dehanın gerçeğiyle
yüzleşiyorum.
Fransız M.de
Vogué, ülkesinde Dostoyevski'nin eserlerinden ilk söz eden yazardır. Bu
bağlamda büyük bir görev üstlenmiştir. M.de Vogué:
"Karamazov Kardeşler” üzerinde fazla duracak değilim. Herkes bilir
ki bu bitmez tükenmez bir hikâyeyi sonuna kadar okumak
babayiğitliğini pek az Rus göstermiştir. Benim görevim
orada tanınmış, burada ise hemen hemen hiç tanınmamış bir
yazar üzerine dikkati çekmekten, eserlerinde yeteneğinin
çeşitli yönlerini en iyi gösteren üç bölümü(?) belirtmekten
ibaret olmak gerekir -ki bunlar “İnsancıklar”,”Ölü Bir Evden
Hatıralar”,”Suç ve Ceza”'dır"(s.6) der.
M. De Vogué’ya, yazarın eserlerine dair yaptığı yanlı saptamasından
dolayı kızamıyorum. Onun Dostoyevski gerçeğini algılamakta
zorlanmasını da doğal karşılıyorum. Dostoyevski, ne salon
edebiyatının ne de salon aydınlarının bir çırpıda derinliğini kavrayacakları
yazarlardan değildir. O,
hayatı boyunca salon edebiyatı ile salon aydınlarından şeytandan kaçtığı gibi
kaçmıştır. Salon aydınlarının riyakârlıklarını yüzlerine bir tokat gibi vuruyor
romanlarında. O türden aydınların uykularını kaçırıyor rüyalarına
girdikçe. Dönemin eleştirmenleri onun eserlerine dair bir ezgi gibi
kulağa hoş gelen değerlendirmelerde bulunmadıkları için, okuyucunun onun
eserlerini okuma cesaretini kırdıkları bir gerçek. Ne ki bu türden
haksızlıklar onun ödülüdür. Salon edebiyatının soylu(!) eleştirmenlerinin
ellerinde onun eserlerinin çevirilerinin yapılmasını, yayımlanmasını ve dağıtımının
yapılmasını geciktirmekten başka başarıları kalmamıştır. Elde
ettikleri bu zavallı başarının onlara neler hissettirdiğini bilmiyorum.
Onlar, hiç kimsenin yaratıcısı olmadığı güzelliklerin yok edicisi de
olamayacağı gerçeğinden bihaber oldukları için bu denli zavallıdırlar. İşte
yirmi birinci yüzyılda Dostoyevski gerçeği tüm çıplaklığıyla önümüzde duruyor.
Eserlerinin satılmadığı ülke yok. Ülkemizde en çok okunan
yazarların başında geliyor. Romanlarında,sisteme uyum sağlayan insanlar ile
sistem dışı kalan insanlar bir aynanın iki yüzü gibi bize bakıyor. Onlar
bize baktıkça biz de farkında olmadan yüreğimizdeki aynadan duygularımızın
fotoğrafını görüyoruz. İyiliğin, kötülüğün, güzelliğin, çirkinliğin,
riyakârlığın, dürüstlüğün... yaratıcısının bizler olduğu gerçeğinin karşısında
ister istemez afallıyoruz. Davranışlarımız önce ailelerimizin sonra da içinde
yaşadığımız toplumun bize mirasıdır. Dünyayı yaşanılır ya da yaşanılmaz hale
getiren bizleriz. Dostlarımızı bir pula satan, arkadan vuran, aşka, dostluğa
arkadaşlığa ihanet eden de bizleriz.
Gide, yazarın mektuplarından yola çıkarak onun
kişiliğini tanıtıyor bize. Sahnede Gide ile Dostoyevski var. Mektupları
yazan sade vatandaş Dostoyevski'dir. Romanları yazan ise
yazar Dostoyevski'dir. Yazar ve vatandaş Dostoyevski'yi bilinçli olarak karşı
karşıya getiriyor Gide. Bu yöntemle eserinde onun hayatının
günlüğünü yazıyor. Her sayfayı defalarca kaleme almaktan bir an olsun
yüksünmeyen, yüreğini, beynini kanata kanata sabahlara kadar oturduğu masanın
başından kalkmayan yazarın, mektuplarındaki özensizliği Gide’i de şaşırtıyor.
Dostoyevski, kolayın değil zorun; anlaşılmanın değil anlaşılmazlığın; düzenin
değil karmaşıklığın yazarıdır. Eserlerinde aşağılamanın değişen
boyutlarına paralel olarak mutlu ya da mutsuz olan insanların yakını yapıyor
bizi. Nietzsche, yükseklerden aşağıya
bakıyor. Kendisini aşağı gördüğü insanlarla eşitlemediği gibi, üstün
insanla da eşitlemiyor. Kendisini sadece ve sadece doğa
tanrısıyla eşitliyor. Dostoyevski ise kendisini hırsızla,
katille, ezilenlerle, yoksullarla, haydutlarla…eşitliyor. Onun gençlik
arkadaşı Riesenkampf:" Dostoyevski öyle bir adamdır ki onun yanında
ömür süren herkes çok rahat eder ama kendisi ömür boyunca züğürt
kalacaktır" diyor (s.12). Hayatı boyunca verdiği sözü tutan, kötü bir eser
vermektense ölmeyi tercih eden yazarın düsturu, ısmarlama eser
yazmamaktır. Ismarlama yazı, hem sanatı hem de sanatçıyı öldürüyor.
Bir kez bile para için ya da verdiği söz için, salt öyle olsun diye eser
yazmıyor. Eserin tasarımı kafasında bitiyor ve o eseri yazma arzusu
onu masaya oturttuktan sonra eseri yayımlamak isteyen yayıncılarla bağlantı
kuruyor ve yazılmamış eserini satıyor. Hayatında tek bir eserini
Tolstoy, Turgenyev... gibi acele etmeden yazmak istiyor ama bu, istekten
öteye gitmiyor. Kumar borçları ile evin giderlerini karşılamak üzere aldığı
parayı eseri yazmadan harcıyor.
Yayınevinin kendisine verdiği süre içinde eseri tamamlamak için acele
ediyor, ediyor, ediyor… Bir edebiyatçı olarak ilkelerine ne kadar bağlı
olduğunu şu sözlerinden anlıyoruz: " Edebiyatçı olarak bütün meslek
hayatım boyunca verdiğim sözü her zaman tuttum, bir kez dahi
sözümde durmamış değilim."
Onun
sermeyesi acılar çeke çeke yaşamaktır. Hayatı boyunca ne borçlarını
ödeyecek parası, ne borç para isteyecek yakın akrabası ne de dostu…
oluyor. Onun hayatının temelini acelelik, yokluk, yoksunluk, alçak
gönüllülük, umutsuzluk, direniş, düşüncelerini sonuna kadar savunma,
ölçüsüz eli açıklık, içgüdüsel zenginlik... oluşturuyor.
İnsanı
insandan ayıran yegâne gerçek kişiliğidir. Öyle ise eserlerindeki
kahramanlarının da kendisi gibi kendilerine özgü kişilikleri olmalı.
O, kişiliği gibi kahramanların kişiliğini de yaşadıklarının
külünden yaratıyor. İyi bir sanat eserinin ulaşabileceği en üst seviyenin
sadelik olduğunu biliyor. Eserlerinde çıplak sadeliğe ulaşmak için
çırpınıyor. İlhamın ışığı etrafında aylarca hatta yıllarca pervane
gibi dönüyor. Yazdıklarını önce yırtıyor. Yaza yırta yaza yırta yırtamayacağı
bir eser yaratıyor. "Suç ve Ceza" eserini nasıl yazdığını ondan
dinleyelim: " Roman Suç ve Ceza. Uzun; altı bölümlük. Kasım sonunda büyük
parçasını yazmış, hazırlamıştım. Hepsini ateşte yaktım! Şimdi söyleyebilirim,
yazdıklarım hoşuma gitmiyordu. Yeni bir biçim, yeni bir plân çekiyordu beni.
Yeniden başladım. Geceli gündüzlü çalışıyorum ama gene de yavaş işliyor
iş". (s.15)
Yazar olarak kendisini koyduğu yeri öldüğü yıl Bayan N' ye yazdığı mektupta
şöyle ifade ediyor: " Yazar olarak birçok kusurlarım olduğunu biliyorum,
kendimden en başta ben hoşnut değilim çünkü. İnanın ki kendimi şöyle bir
yokladığım zamanlar istediğimin yirmide birini dahi tam anlamıyla
anlatmadığımı, sık sık görüyorum. Beni kurtaran, hep beslemekte olduğum
şu umut: Günün birinde Tanrı bana öyle bir güç ve
ilham ihsan edecek ki, düşündüklerimi daha tam olarak
anlatacağım; yani; kısacası, gönlümde ve hayalimde sakladığım ne
varsa anlatabileceğim" ( s.17). Yazmanın dışındaki yaşamayı
ise " Öyle iğrenç bir şey ki, katlanabilmek için tek çare,
ondan kaçmaktır" diye özetliyor. Bu kaçış yaşamdan değil… Bana
kalırsa sadece ve sadece kişiliği ile yaşama yük olduklarına inandığı
insanlardan kaçıyor. Sorumluluk duygusu gelişen yazar, eşine özellikle de
çocuklarına karşı sevgi doludur. Yazarak yaşamayı sevdiği kadar seviyor
onları. Hapisten çıktığında " hiç değilse yaşadım. Acı çektim ama
yaşadım yine de" diyor. İnsanlığa dair hiçbir şey yabancı
değildir ona. Acının derinliğinde kulaç atanlar yeryüzünün göstermelik
mutluluklarına katlanamıyor onun gibi. Hakikatin müridi olan
Dostoyevski bu gerçeğin kendisidir. Bu yüzden yeryüzünün akılcı dünyasına ayak
uydurmak istemiyor.
Bir yandan yoksullukla diğer yandan da hastalığıyla mücadele ediyor.
Hastalığına rağmen geceli gündüzlü çalışıyor. Geçirdiği her sara krizi
nedeniyle kafasını haftalarca toparlayamıyor.
O da tıpkı ünlü düşünür Nietzsche gibi o ölümsüz eserleri böyle bir
delilik sınırında yazıyor.
Hayatın dişine göre yetiştirdiği
savaşçıdır o. Bu yüzden şansızlık hayatı boyunca peşini bırakmıyor onun.
Talihsizliği çocukları gibi basıyor bağrına. Sırf birtakım kişilerle
arkadaşlık ettiği için yakalanıyor. İdam edilmek üzere gözleri bağlanıyor
ve son dileğini söylemesi isteniyor ondan. Son anda Çar canlarını bağışlıyor.
Cömert Çar (!) onu Sibirya’ya sürgüne gönderiyor. Dört yılı Sibirya'da
altı yılı da Semipalatinsk' teki orduda geçiyor. Ayağında en az beş kilo ağırlığındaki
prangalarla Sibirya’ya insanlık dışı şartlarda götürüyorlar onu. İnsanın
tüm çıkmazına orada yakın oluyor. Onun kaleminden Sibirya’ da kaldığı koşullara
tanıklık edelim hep birlikte: “Bu dört yılı dört duvar arasında geçirdim,
çalışmaya gitmek için dışarı çıktım ancak.(…) Bir seferinde tam dört saat ek görev
yaptırdılar: Termometrenin cıvası donmuştu. 40 dereceden fazla
soğuk vardı. Bir ayağım dondu. (…) Dam akıyordu. Duvarlar çatlaktı. Balık
istifi halindeydik. Sobaya altı tane kütük atıyorduk ama boşuna,
hiç ısıtmıyor( odada buz güç eriyordu) , çekilmez halde tütüyordu: bütün
kış böyleydi bu. (…) Oda kapısının önünde bir kova koyarlardı, ne
işe yaradığını anlarsın tabii. Kokudan burnumuzun direği kırılıyordu
bütün gece. Mahkûmlar: ‘İyi ama mademki insanız, pislemeden olur mu?’
diyorlardı.” (s.65–66)
Kişiliği
gereği hiçbir zorluktan kaçmayan ve her yükü sırtında taşımayı seven yazar zor
durumda olduğuna inandığı için İsayef adındaki bir mahkûmun dul karısıyla
evleniyor. Salt kadının değil, kadının haylaz, sorumsuz oğlunun sorumluluğunu
da üstleniyor. Bilindiği üzre kardeşi ölünce kardeşinin ailesine de o bakıyor.
İlk eşi öldükten bir yıl sonra kırk dört yaşında ikinci
evliliğini dul Marya Dimitriyevna İsayeva ile yapıyor. Aile yükleri ile birlikte üç basımevinin
tüm işlerinin sorumluluğu da aittir ona. Sürgün olduğu süre içinde sadece
kardeşi değil kimse tek satır mektup yazmıyor ona. Kişiliğini anlaşılır kılmak
adına kendisine dört satır mektup yazmayan kardeşine
salıverilişinden on gün önce yazdığı mektuptan alıntı yapmak istiyorum:
(...)..." Ama her şeyden önce şunu sorayım sana: Niçin tek satır bile
yazmadın bana? Hiç sanmazdım böyle yapacağını? Zindanımda,
yalnızlığımın içinde belki artık hayatta olmadığını
düşünerek kaç kez derin bir umutsuzluğa kapıldım, bilemezsin:
Kaç gece çocukların hali nice olacak diye düşündüm ve onlara yardım
imkânını bana vermeyen kadere lânet ettim... Bana mektup yazmanı
yasak mı ettiler yoksa? Ama yazabilirsin pekâlâ! Buradaki
bütün siyasî hükümlüler yılda birkaç mektup alıyorlar... Ama ben
yazmayışının nedenini anladım galiba: Her zamanki vurdumduymazlığın
bu senin..." (s.25)Kardeşine dostu Vrangel aracılığıyla şunu yazıyor
mektubunda :" Kardeşime söyle: Gözlerinden, yanaklarından öperim,
ona verdiğim bütün üzüntüler için de önünde dize gelerek af
dilerim."(s.25) Eserlerindeki her
karakter onun içindeki yaralanmış bir yanının ete kemiğe bürünmüş şeklidir.
Karşılıksız sevmek ve sevince bedelin giyotinine boynunu seve seve
uzatmak. Hayatı kendisini yargılamakla
geçiyor. İnsana, yani: kendine ulaşmak için insanlığın acılarını ve
günahlarını omzunda taşıyor. İnsana ve insanlığa yaklaştıkça riyakârlığın
insanlığın üzerinde dolaşan en büyük felaket olduğunu algılıyor. Tüm
kötülüklerin batağıdır riyakârlık.
Onun bu alçak gönüllü pişmanlıkları
karşısındaki soylu ruhuna Batılı okuyucu da saygı duymuştur sonunda. Nasıl
duymasın ki... Bu denli hoşgörü, bu denli alçakgönüllülük ancak ve ancak
evliyalarda olabilir. Bana göre o, acıların evliyası gibi dolaşmıştı insanların
içinde. Onu sürgüne gönderen Çar hakkında yazdıklarını okuyalım : " Çar,
çok iyi ve cömert yüreklidir." Haklıdır aslında Çar' a böylesine övgüler
düzmekte. Sürgünde geçen yılları onu hepimizin sevdiği Dostoyevski yapıyor.
Tanrı ile sık sık ettiği sohbetler ona ömrünün sonuna kadar onuruyla yaşama
gücü ve inancı veriyor. Kendi kaleminden
S.D.Yanovski' ye sürgün yıllarının kişiliği üzerindeki yansımalarını
şöyle yazmış:" Sen, beni severdin, ilgi gösterirdin, ben ki, Sibirya' ya
gitmezden önce akıl hastasıydım.( evet, bunu şimdi anlıyorum), orada
iyileştim."(s.27)
İçinde
bulunduğu durumdan yakınmayı öğrenmeden yaşama serüvenini noktalıyor. Çektiği
tüm çileler için Tanrı' ya minnet duyuyor. Sabır onun damarlarında dolaşan
kanı. Kendisini kader kurbanı olarak algıladığı için midir bilinmez o çile
çektikçe sevinç naraları atıyor. Bu gururlu Rus hiçbir
partinin adamı olmuyor. Avrupa'nın gelişmişlik düzeyinin Rusya'ya ulaşmasını,
Rus halkının ise Avrupalaşmadan yokluktan, yoksulluktan
kurtulmasını savunan eski bir Avrupalı Rus'tur Dostoyevski. İdeolojisi:
Rus Birliğini gerçekleştirmek ve gerçek Rus bilincinin tüm dünya
üzerindeki ahlaki etkilerini görmek. Bu yöndeki tutkusunu Puşkin
üzerinde yaptığı söylevde dile getiriyor. Bu gerçekten yola çıkarak Rusya'nın
gelecekte insanlığın başkenti olacağını savunuyor. Bir insan düşünün başka
başka ülkeleri geziyor ve gezdiği ülkelerde gördüğü hiçbir tarihi, turistik
vs.vs. güzellikler karşısında etkilenmiyor. Aksine… Memleketinden
uzaklaşınca yazamıyor bir süre. Cenevre' de yazdığı “Budala”, “Vevey”'de
yazdığı “Ebedi Koca” ile Dresden’de yazdığı “Cinler” eseri sizleri
şaşırtmasın. Rusya'nın üç “günlük gazetesi” ile iki dergisini her gün
okuyarak yazıyor o eserleri. O, toprağında açan çiçeklerden biri. İnsanın
ülkesine tarafsız bir gözle bakabilmesinin olmazsa olmazı yabancı
ülkelerde bir süreliğine yaşamasıdır. Gezdiği ve gezemediği ülkelerin siyasi,
tarihi ve ideolojik yönlerini derinlemesine araştırıyor. O, kültürel
kalkınmanın ekonomik kalkınmayı da beraberinde getirdiğini düşünüyor.
Nitelikli insanların Tanrı'sını satmayacağı gerçeğinin canlı tanıklığına
soyunuyor. Gerçek bir sosyalist olan Dostoyevski bu yüzden sosyalist
ülkelerin zamanla sosyalizme tutuna tutuna sosyalizmi yok edecekleri gerçeğini
yıllar önceden görüyor. Onun muhafazakârlık anlayışı değerlerini
sahiplenmektir. Çar’dan yana olmasını da böyle yorumluyorum ben. Çarlık'tan
yana; ama Çar'ın despotizmine karşı. Dine bakışı da öyle. Tıpkı ilericiliği
savunmayan Liberal oluşu gibi. Birçok dengeyi ve dengesizlikleri tek bedende
taşıyan çınar ağacıdır Dostoyevski. Dallarından gövdesi görülmeyen
bir çınar ağacı… Yazdıklarımdan onun farklı farklı düşüncelerin
büyüsüne kapılan, yüzünü ne tarafa döneceğini bilmeyen bir adam olduğu
anlaşılmasın. O, sadece ve sadece doğrunun, güzelin, iyi olanın yanındadır.
Onun tarihi: açık yüreklilik; geçmişi: dürüstlük; biyografisi: sevgidir.
Onun karmaşık olan bir başka yanı ise katı olmayan bireyciliğidir. Onda hileli
bir önyargı yoktur. Dedim ya: neye inanıyorsa açık yüreklilikle onu savunuyor.
Dışarıdan nasıl anlaşıldığını düşünmeden, içinden geldiği gibi. Onun bu duygu
ve düşünce karmaşasının nedeni savunduğu tüm değerleri insanlığa mal etmesinden
kaynaklanıyor. O yüzden iyi olanı
alıyor, kötü olanı dışlıyor.
Dostoyevski’nin
ölümünün akabinde aynı Fransız M. de Vogüé onun hakkında şu haklı
saptamayı yapıyor: " Eski Çarlar için " Rus toprağını bileştiriyorlar
" denirdi. Düşüncenin bu hükümdarı da Rus toprağında Rusların
gönüllerini birleştirmişti." (s.38) İnsanı koyduğu yere Avrupa da şapka
çıkarıyor ölümünün akabinde. İngiltere'de New
Age'in 23 Mart'ta çıkan son sayısında İngiliz roman ve hikâyecilere dair
yazılmamış övgülerle ondan, özellikle de Karamazov Kardeşler’den şöyle söz
ediyorlar: " Bu eserde tutku, en yüksek gücüne
ulaşmaktadır. Bu kitap bize tam anlamıyla dev gibi, bir düzüne kadar çehre
sunmaktadır" (s.42) Bu haklı saptama bana onun her zaman haykırarak
söylediği şu sözleri anımsatıyor: “ Avrupalıları içine düştüğü
yabancılaşmadan Ruslar kurtaracaktır.” Ben, onu dünya yazarlarından ayıran en
önemli dehasının “samimiyet” olduğunu düşünüyorum. Kendisinin
karşısında bile kendisine benzeyen bir başka insan olmamıştır o. Başta
kendi memleketi olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde Tolstoy'un, Gogol'un,
Puşkin'in ünü her geçen gün ortalığı kasıp kavururken onu kimse
tanımıyordu. Ona ödülünü zaman veriyor: zamansızlık. Ona yakışan ve
onu hak ettiği yere taşıyan zamansızlık…
Herkesin öcü gibi kaçtığı gerçeklerin
dünyasıdır onun dünyası. Onun eserlerindeki büyüklük, kahramanlarının
gerçekliliğinden kaynaklanıyor. Bu yüzden soyut varlıklar gibi dikilmiyorlar
karşımıza. Okuyucuyla konuşuyorlar, günah çıkartıyorlar ve okuyucuya sarılarak
hüngür hüngür ağlıyorlar. “Dostoyevski'nin başarısının sırrı nedir?”
sorusunun peşinden koşanları anımsıyorum birden. Neden diyorum kendime :
“insanların aklına dürüst ve içten bir insan olmakla yarışabilecek hiçbir başarının
olmayacağını düşünmek gelmiyor .” Doğruluğun, iyiliğin, sevginin,
içtenliğin… gücü karşısında afallıyorlar! İnsan en çok kendisine
benzetemediği insanla/ insanlarla kavga ediyor. Tam da bu
nedenlerden dolayı Dostoyevski'den ödleri kopuyor bu tür insanların.
Karamazov
Kardeşler' i düşünüyorum. İvan aydın. Tutkulu ve âşık
Dimitri. Ya Alyoşa! O: Mistik. Üvey kardeş Smerdiyakof’ u
saymıyorum. Nasıl ki, has şiirde sözcüklerin yerini değiştirdiğinizde bir
yapı olan şiir çöküyorsa; onun, roman
kahramanlarından birini öldürdüğünüzde de roman çöküyor. Anlamı kalmıyor.
Okuyucunun elinden kendiliğinden yere düşüyor. İkisinin dâhiliğinin beni
ürkütmediğini anladığım an, gerçekte ‘dahi’ olmanın ne anlama geldiğini
anlıyorum. Kendime: “elimdeki eserin okuyucudan isteği nedir?” diye soruyorum.
Öncelikle bizim, dolayısıyla da insanlığın boy aynası olduğumuzu hatırlatıyor.
Ve bize bu aynadan bakarak bizim yüreğimizin desenini çizme cesaretini
kendimizde bulmamızı istiyor.
Sırf bu
yüzden Gide, Dostoyevski' yi Batılı okurlara tanıtmak derdinde
değil, o Batılı okurların, Dostyoveski'nin iç dünyasına neden inemediğini
derinliğiyle anlatıyor eserinde. Dostoyevski’nin hayat hikâyesini yazan Bn.
Hoffmann’ın yazdıklarından yola çıkarak bir Rus ile bir Batılının
yaşama ve insana bakışındaki farklılığı şöyle özetliyor Gide: “ Ya öç
almak, ya da haksız olduğunu kabullenerek özür dilemek… Bu iki şık
arasında kalan Batılı, çoğu zaman, bu ikinci şıkkın şerefsizce olduğunu; bir
korkağa, bir tabansıza yaraştığını ileri sürecektir… Batılı, bağışlamamayı,
unutmamayı, ertelememeyi bir karakter belirtisi saymak eğilimindedir.
Haksızlığı hiçbir zaman kabullenmemek ve çaresini aramak. Fakat
kabullendi mi de başına gelecek en sıkıcı şey, görünüşe göre bunu
kabul zorunluluğudur. Rus ise, tam tersine, yaptığı haksızlığı –
hatta düşmanları önünde bile – itirafa, alçakgönüllülük göstermeye, kendini
suçlamaya daima hazırdır.” ( s. 83)
Dostoyevski,
bir gün kendisini Rus değil de Avrupalı hissettiği için
sevmediği Turgenyev’i hayatının karanlık olaylarından birini, vicdanını en
çok sızlatan günahını itiraf etmek için tercih ediyor. Kendisini
aşağıladığı kadar günahının bedelini ödeyeceğini, yarasını gösterdiği
Turgenyev'in, onun Turgenyev'e hissettiği düşmanlığa verdiği asil değeri
vereceğini düşünüyor. Bu duygularla Turgenyev' in karşına
çıkıyor. Dostoyevski, çalışma masasının başında, rahat koltuğunda oturan Turgenyev'e : “Bay Turgenyev, size
söylemem gerek: kendimi çok aşağılık görüyorum…”Anlatılanlar karşısında
kılını bile kıpırdatmayan Turgenyev’e Dostoyevski kapıyı vurup
gitmeden önce şunu söylüyor: “Ama sizi daha aşağılık
görüyorum. Bütün diyeceğim buydu işte…” ( s. 85)
Dostoyevski “İsa,
Katolikliğin kusuru yüzünden ölmüştür” saptamasındaki haklılığını zaman
kanıtlamıştır. Bir düşünce, o düşüncenin
savunuculuğunu yapan insanların kusuru yüzünden ölüyor. Tarih bu gerçeğin
sayısız örnekleriyle doludur. Söz konusu
olan insanlık olduğunda salt Rusya değil; hiçbir ulusun ikinci dereceden rol
oynamayı kabullenemeyeceğine inanan Dostoyevski’nin
yaşam temelini İsa’nın şu sözleri oluşturuyor: “Yeniden çıplak olduğunuz ve
bundan utanmadığınız zaman, Tanrı’nın krallığı gerçekleşecektir.” Öncelikle kendisi, sonra da insanlığın çıplak
olduğu ve çıplaklığından utanmadığı zaman Tanrı’nın krallığının gerçeklemesi
için hayatını ortaya koyan Dostoyevski’nin çıplak portresini yazarak onun
gerçeğine yaklaşıyor Gide.
Evet,
bu iki dehanın insana ve yaşama bakışının ortağı olmak isteyen her okurun
mutlaka okuması gereken başyapıttır Gide’in Dostoyevski eseri.
İlk Yayım: Bahar Dergisi, Aralık, 2009,s. 61-62-63-64-65.
* André Gide. Dostoyevski.
Varlık Yayınları. Çeviri: Samih Tiryakioğlu. S. 196.
* “Ruhun ve Duygunun Çıplak Dolaşan Gezgini:
Dostoyevski Berfin Bahar Dergisi, Aralık, 2009,s. 61--65.Yapıt yayımı: Kitaplarla Söyleşi.Camgöz Yayınları.
İstanbul. S.21-32.
Yazar e
posta:[email protected]
EVLER
Bedriye KORKANKORKMAZ
el
evinden
baba
evine gidiyorum
aynaların
karşısında
yok
oluşumu seyrediyorum
bu
kaçıncı uzaklaşmam
kendimden
bu
kaçıncı yakınlaşmam kendime
bilmiyorum
evim
olan sokaklarda
yabancılar gibi dolaşıyorum
portakal
çiçeklerinin kokusuyla
saçlarımı okşuyorum
09/04/06
FUZÛLÎ BABA’YA MEKTUP
Bedriye KORKANKORKMAZ
“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge / Ne
açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı” dizelerini okuduğumda ilkokul 3.
sınıftaydım. Dizelerin içimde yarattığı fırtına ruhunun sesiyle tanıştırıyordu
beni. Çocuk yüreğim bana ruhsal büyünün iksirini içirdiğini kavrayacak
birikimden yoksundu. Doğru zamanda karşıma çıkmış dervişimdin. Bana şiirlerinle
sevgiyi, sevmeyi; kelimeyle, bilgiyle, öğretiyle öğrenemeyeceğimi anlatıyordun.
Şiirlerini öğrencilere tanıtmak ve sevdirmek için edebiyat öğretmeni olmak
istiyordum. Beni edebiyata, şiire kazandırdın. Arapça ve Farsça yazdığın
şiirlerini ustaların çevirilerinden okuyor, Türkçe divanındaki şiirlerini de
duygularımla yorumluyorum yıllardır. Senin irfanına erme küstahlığı aklımın
ucundan geçmiyor. Bilinmezliğinin ve ulaşılmazlığının karşısındaki
çaresizliğimle şair değil, “insan Fuzûlî”ye mektup yazıyorum.
Beni insanlığın
yüzakı olan ortak ideallerimizle kucaklamanı, mektubumu da sana dair samimi
duygularımın itirafı olarak algılamanı istiyorum. Bilmeni istiyorum ki
incinmişliklerini incinmişliklerimle kıyasladığımda kendimle eşitliyorum seni.
Bakma, görme ve hissediliş farkı incinmişliklerini teselli ediyor insanın. Beni
tasavvufa iten de incinmişliklerimle barışma isteğimdi. Duygunun çağı olmadığı
gibi maddenin de ruhun da çağı yok.
Şiirlerinin
derinliğine erişen eleştirmenlerin hakkında yazdığı yapıtları inceliyorum.
İnsanın ruhuna ev sahipliği yapması nasıl bir mucizeyse senin ruhunda yıllardır
bir bütün halinde sığınacak bir yer bulmam da öyledir. Bu mucizeye sığınarak
şiirlerinin değil, ruhunun gizine erdiğimi düşünüyorum. Beni aramıza bugüne değin girmeyen ikilikle
kucaklaman Bektaşilik ve tasavvuf dünyasına yönlendiriyor. Samimiyetin ölçüsü,
ödediğin bedelin büyüklüğüyle ilintili değil midir?
İnsan Fuzûlî’ye
ancak erkek Fuzûlî’nin gerçeğiyle ulaşacağımı düşündüğüm için cinsellikle
arandaki ilişkinin şiirlerin üzerindeki baskın gücünü algılıyorum. Kadınların
seni cazip bulmamaları, kendini yetersiz hissetmene neden oluyor. Cinsiyet
içgüdüsüyle beşeri aşka duyduğun derin kompleksten kendini ilme ve ilahi aşka
sarılarak arındırmayı kısmen başarıyorsun; ama bu başarı hayatın boyunca tatmin
edilmeyen cinsel dürtülerinden dolayı kendini mağdur ve mahrum hissetmenin
önüne geçemiyor.
İnsanlığının ve
edebi dehanın kalıtsal olduğunu düşünüyorum. Hille Müftüsü babandan insanlığı
miras olarak alıyorsun. Çocukluktan itibaren yaşadığın çağı ibretle izliyorsun.
Şiir, ruhunu esiri olduğun beşeri aşktan kurtarıyor. Özgürlüğüne kavuşan ruhun ilahi aşka
yönelerek bir deha olmanı sağlıyor.
Kerbelâ’da
1490-1495’ten evvel doğduğunu, asıl adının Mehmet, babanınkinin de Süleyman
olduğunu hakkındaki rivayetler içinde en makbulü olduğu için kanıksıyorum. Genç
yaşında Safevîlerin Bağdat valilerinden İbrahim Han Musullu tarafından himaye
edilerek Bağdat’a götürüldüğün; hayatının Kerbelâ, Hille, Necef ve Bağdat
şehirleri arasında mekik dokumakla geçtiğini; Padişaha, Sadrazam İbrahim
Paşa’ya, Kazasker Kadir Çelebi’ye, Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’ye, Bağdat
valisi Ayaz Paşa’ya kaside sunduğunu; devletin önde gelenleriyle iletişim
kurduğunu, içinde bulunduğun yaşam koşullarını tüm çıplaklığıyla Kanuni
devrinde Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’ye yazdığın “Şikâyetname”de sana bağlanan maaşı almadığın için elinde kalan
“berât”la boynu bükük “uzlet” köşene çekildiğini; dostlarının arasında yüksek cemiyet
temsilcilerinin olduğunu; Osmanlı’nın Bağdat Valisi Ayas Paşa’ya kaside
sunduğunu; şair oğlunun adının Fazlî olduğunu, 1556’da Taun’da öldüğünü; Kerbelâ’ya
gömüldüğünü, İsnâ Aşeriye’den Mütedil Ehl-i tarikata bağlı Irak-ı Araplı
mutasavvıf Türk-Şiî oluşunun seni Bektaşiliğe yakınlaştırdığını saygın edebiyat
eleştirmenlerinin araştırmalarından öğreniyorum.
İlmin şairi olarak
“doğa”nın da insanlar gibi zaman zaman kendine yabancılaştığını biliyorsun.
Yaşarken cenazesini taşımış ve ölürken kendini diriltmişsin; tasavvufa bakışına
dair yanılgılarımı seninle paylaşmak istiyorum. Zamanın ve ilahi adaletin var
olduğuna inanıyorsun; yaşadıkların, ürettiklerinle kendinden birçok insan
çıkarıyorsun. Bizi köleleştiren alışkanlıkların seni özgürleştirmesinin asıl
nedeni tasavvuf mu diye soruyorum kendime...
Kendine uzattığın
eli saygıyla öpüyorum; çünkü ruhunda koruyup kolladıklarınla insanı ve insanî olanı
hayatının merkezine aldığını biliyorum. İnsanlığın beşiği olan tasavvufun
ruhundaki yansımasını gözlemliyorum. Herkesin kendinden izler bulduğu bir
ruhlar okyanusuna dönüşen kişiliğini algılamakta zorlanıyorum. Kul hakkı ile
haram kazancın altında ezilen ruhların, tasavvufun derinliğine eremeyecekleri
nasıl bir gerçekse; sevmeyi doğadan, katlanmayı ve affetmeyi topraktan
öğrenenlerin tasavvufun hakiki müdavimleri oldukları da çıplak bir gerçektir.
Senin gibi gerçek mutasavvıflar bir okyanus gibi yaşadıklarıyla her seferinde
kendini çoğaltarak Tanrı’ya ulaşmayı başarıyor. İnsanlar tasavvufa zihinlerini
yaşarken huzura erdirmek için yöneliyor; çünkü tasavvuf biatı değil, sevgiyi
önceliyor. Bu yüzden de maddeye, ruha ve Tanrı’ya ulaşmanın kolay yolunu gösteren
bir rehber olmuyor.
Tasavvuf; tıpkı
senin gibi, ruhunu ve duygularını rehber edinenlere canda bütünlüğe ulaşmanın
hikmetini öğreten değil; gösteren hakikatin dervişidir. Hakikatin dervişi,
acıdan ve ıstıraptan arzularımızı yok ederek kurtulmamızı değil; çoğalan acı ve
ıstıraplarımızla barışarak canda bütünlüğe ulaşabileceğimizi bize hatırlatıyor.
“Tevhid”e varmak mıdır beşeri aşktan ilahı aşka yönelmek?
Sorularımı
yanıtlayan şiirlerinin izlerini süre süre tasavvufun insanın her koşulda
kendisini yaşadıklarıyla gerçekleştirmesinin olmazsa olmazının; acıyı bal edip
belayı ve aşkı bir sanat haline getirmesi olduğunu şu dizelerinden anlıyorum:
“Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni / Bir
dem belâ-yı aşktan kılma cüdâ beni / Az eyleme inâyetini ehl-i derdden / Yâni
ki çok belâlara kıl mübtelâ beni.” (Ey Tanrı! Bana aşk belasını tanıt, beni
aşk belasından bir an ayrı bırakma. Dertlilerden yardımını eksiltme, yani çok
belâlara düşür.)
“Aşk derdiyle hôşem el çek ilâcımdan tabib /
Kılma dermân kim helâkim zehri dermânındadır.” (Hekim! Ben aşk derdinden
hoşnudum, ilacımdan el çek; ilaç verme
ki beni öldürecek zehir senin ilacındır.)
Tasavvufun
derinliğine ulaşmak için ilahi aşkın derinliğine ulaşmak gerektiğini ise Leylâ ve Mecnûn’daki şu rubainin
dizelerinden anlıyorum:
“Ey neş’ et-i hüsniışka te’sîr kılan / Işk
ile binâ’yı kevnita’mîr kılan / Leylî ser’i zülfünü girihgîr kılan // Mecnûn-ı
hazin boynuna zencîr kılan.” (Evvelâ Hak güzeldir. Aşkta tesir eden de o
güzelliktir. Kâinat binası aşk ile mamur hale gelmiştir. Yaradılışın sebebi
muhabbettir. Leyla’nın ser-i zülfünü düğüm düğüm yapıp mahzun Mecnun’un boynuna
zincir eden odur; Leyla’nın ser-i zülfü kesret içindeki hilkat muammasıdır. Bu
muamma ile Mecnun’u deli edip boynuna zincir vuran yine odur.)
Sevgiliye kavuşma
amacı gütmeyen bir aşkın karşısında ilmin bir dedikodu olduğu gerçeğini şu
dizelerle ölümsüzleştiriyorsun:
“Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kil ü
kâal imiş ancak.” (Dünyada ne varsa
aşk imiş, ilim ancak bir dedikodu imiş.)
Bu yüzden Leyla ve Mecnun mesnevinde Mecnun
sevgilisine kavuşmak istemiyor:
“Aşıka ancak tasarrufsuz temâşâdır garaz.”
(Aşıkın maksadı, ancak sahip olmadan seyretmektir.)
“Hayâliyle tesellidir gönül meyl-i visâl
etmez / Gönülden taşra bir yâr olduğun âşık hayâl etmez” (Gönül, sevgilinin
hayali ile teselli bulur, kavuşmak istemez; âşık, gönül dışında bir yâr
olduğunu hayal etmez.)
Güzelliği, kâmil
insana ulaşmakta buluyor, ilahi ve beşeri aşkta da kavuşmaya değil; hasrete
âşık oluyorsun. Seni Fuzûlî yapan da çektiğin yoksullar, yoksunluklar ve aşk
acısıdır. İlmin insanın metafizik ihtiyacını karşılamakta aciz olması; insanın
ölümle son bulan hayatı, seni ölümsüzlük mucizesine vakıf ilahî aşka
yönlendiriyor. Azabın ve özlemin ruhunu nasıl gençleştirdiğini “Leyla ve Mecnun Mesnevi”ndeki şu
dizelerinden anlıyorum:
“Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni / Bir
dem belâ-yı aşktan kılma cüda beni.” (Ey Tanrı! Bana aşk belasını tanıt, beni aşk belâsından
bir an ayrı bırakma. Dertlilerden yardımını eksiltme, yani beni çok belâlara
düşür.)
Buna karşın
şiirlerinde sevgilinin hasretine şu dizelerle isyan ediyorsun:
“Yedi gündür ol ayı göremezem / Ey mâhvisâl
ile hoş et bir gece hâlim.” (O ay yüzlüyü yedi gündür göremedim. Ey ay
yüzlü! Bir gece buluşarak halimi hoş et.)
Fani dünya
cennetin sevgilisi ahiret cenneti ise ilahi aşkı olan gerçek bir gönül erisin
sen.
Şiirlerin, insan
yanına sokulmama izin veriyor. İlmi, evrensel varoluşunun nedeni, şiiri de aşkı
duyuş ve seziş farkındalığı olarak algılıyor, bir şairin hayatından öte
sanatınla ölümsüzlüğe kavuşacağını biliyordun.
Döneminde şairlerin hiçbiri ruhunun derinliğine kök salan aşk olgusunu
senin kadar lirik, dokunaklı ve iç acıtıcı bir derinlikte yansıtamıyor
şiirlerinde. Aşkı hissediş biçimindeki farklılıkla evrende soluk alan her
canlının yerine âşık oluyor; onların yerine ayrılık acısı çekiyor, Tanrı’ya
eriyorsun. Kendini mazlum olarak algılıyor, şiirlerinle düzene ve haksızlıklara
başkaldırıyorsun.
Gururuna düşkün,
asil ve iradeli biri olman, sembollerle yaşayanların içinde kendini dışlanmış
hissetmeni sağlıyordu. Kıskanç, cahil,
çıkarcı ve riyakâr yaşayanlara tahammül edemediğin için mizah, hiciv ve nükte
kabiliyetinle yarışamıyordu kimse. Arapça, Farsça ve Türkçe eğitimi alan bir
öğrenci olarak Arapçayı Rahmetullah’tan, şiiri Azeri edebiyatının saygın şairi
Habibî’den öğreniyorsun. Rivayete göre Arabî hocanın kızına da âşık oluyor ve
evleniyorsun. Bu evlilikten oğlun Fazlî dünyaya geliyor.
Anadolu Aleviliği
felsefesinin temel yapıtlarından biri olarak kabul edilen mensur ve manzum Hadikat-üs Süadâ eserinin önsözünde Türk
aslından geldiğini, anadilinin Türkçe olduğunu belirtiyorsun. Türkçe divanının
önsözünde ise ilimsiz şiiri temelsiz duvar olarak algıladığını; geometri, doğa,
fizik, hadis ve tefsir konusunda oldukça iyi bir eğitim gördüğünü; üç dilde
nazım ve nesir yazdığını belirtiyorsun. Yaşanmışlıkları ilimden daha önemli
bulman; yaşamın gizine ermeni sağlıyordu. İnsanlığı acılardan ve yoksulluktan
kurtaracaksa; çektiğin her acıya razı oluyorsun. Aldığın mahlasları diğer
şairlerin de kullanmasını “kendini
harcamak olarak” düşünüyorsun. “Fuzûlî”
mahlasını “her şeye burnunu sokan
gereksiz adam” anlamı nedeniyle diğer şairlerin kullanmayacaklarını
biliyorsun. Fuzûlî’nin edebe muhalif anlamını da kendinle özdeşleştiriyorsun;
çünkü “Fuzûlî” bilgi ve fazilet
anlamına gelen “fazl” sözcüğünün
çoğulu olan “Fuzûl” sözcüğüne tekabül
ediyor. “Fuzûlî” adına dair
düşüncelerini bir gazelindeki şu dizelerle açıklıyorsun:
“Bana mânen bir divâne sûret bağlamaz gûya /
Kalem şındırdı taşvırim çekenden sonra nakkâşum. / Devran; ilim, irfan ve edep
elde etmek için ne kadar çalıştığımı gördü / Bu husustaki azim ve gayretimi
dünyadaki diğer insanların hareketlerine aykırı gördüğü için âlem de bana
Fuzûlî adını verdi.”
Fuzûlî adının sana
getirdiği bereketin yanında Şiîliğinle ulaştığın görüş genişliği de senin
Kerbelâ müridi olmanı sağlıyor.
Sen yalnızca Şiî
ve Sünnîliğin değil; hiçbir din, dil ve ırk ayrımının ulaşamayacağı ruhun
zirvesine çıkmayı başardığın için insanlığın ceddini, ikranını kendine düstur
edinmiştin.
Bir “Anadolu Alevisi” olarak ben de senin
gibi Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’e gönülden bağlıyım. Hz. Ali’nin yolunda ilerlemeyi
düstur edinmen, bana Divan edebiyatının temel unsurlarından birinin de din
olduğunu anımsatıyor. Dini tercihinin “tarikat”tan yana olmasının sonucudur
senin mutasavvıf olman. Tarikata tutkuyla bağlı olanların ödülü olan vahdet
âlemindeki yerini de bu düşünce tarzınla alıyordun.
Hakikat yolunu
aydınlatan ışıığn aşktı. Tanrı senin gibi ödüllendirdiği kullarına âşık olma
kabiliyeti ihsan ediyordu. Ruhun ve bedeninin bir bütün olarak nefes aldığı tek
mekân olan Necef’teki Hz. Ali’nin türbesindeki hizmetinin karşılığı olarak
aldığın aylıkla geçiniyordun. Parasal sorunlarla bu işten ayrılmak zorunda
kaldığında tanışıyorsun. Yoksulluk canına tak ettiğinde diğer şairler gibi
yaşarken değerinin anlaşılmasını istiyorsun devlet büyükleri tarafından.
Osmanlının ileri gelenleriyle görüşmek için Bağdat’a gittiğin, padişaha
sunduğun kasideler karşılığında sana gündelik bağlanıp bağlanmadığı, hakkındaki
diğer bilinmezlikler gibi sırrını koruyor.
Adına düzenlenen
kongreleri, sempozyumları, konferansları, açık oturumları ve UNESCO’nun 1994’ü “Fuzûlî Yılı” olarak ilan ettiğini görmeni
çok isterdim otuz yaşında şiiri avucuna alan şair. Arapça, Farsça ve Türkçe
nazım-nesir türünde yazdığın şiirler dönemin şairlerini gölgede bırakıyor.
Durup dinlenmeden kimsenin söylemediği söz ve söyleyiş biçimin peşinden
koşuyorsun şiirde “Fuzûlî efsanesi ve derinliği” yaratmak için. En büyük emelin
tüm bilimleri kendi aklında toplamaktı. Molla Fuzûlî olarak benimsenmen de bu
bilgi birikiminden kaynaklanıyor. Türkçenin zarifliği senin naif ruhunda
kendini buluyor. Yazdıklarının anlaşılması için kasideye ve muammaya
yöneliyorsun. Gazelin kendine özgü dili
ve muazzam dünyası senin birikimle birleşiyor.
Türkçe divanının
önsözünde şiir biçimi olarak gazeli niçin tercih ettiğine şu dizelerinde
açıklık getiriyorsun:
“Şairin gücünü gazel bildirir, nâzımın ününü
gazel artırır; ey gönül! Gerçi şiirin birçok çeşidi vardır, sen hepsinin
içinden gazeli seç.”
Gazellerde dil ve
anlatım sadeliğini önemsiyorsun. Bunun aksine kasidelerinde anlam ve söz
derinliğine, söz oyunlarıyla ulaşıyorsun. Kaside yazma nedenini şu
satırlarından anlıyorum:
“Lâkin kolay anlaşılmaz bir üslûba ve mazmun
inceliğine karşı yaratılışımda bir sevgi vardır. / Bunun için kalemim daima
kaside ve muammaya meylediyordu.”
Ruhundan aşk
dışında şiir yazmamayı ise şu dizelerinle istiyorsun:
“Benden Fuzûlî isteme eş’âr-ı medh ü zem /
Ben âşıkam hemîşe sözüm âşıkanedir.” (Fuzûlî! Benden övgü ve yergi şiirleri isteme;
ben aşıkım, sözüm daima âşıkanedir.)
Şiir dili olarak
lirik, hazin bir dili tercih ettiğinden dolayı şiirlerinde baskın olan beşeri
aşk, ilâhî aşkın yüceliği ve ulaşılmazlığına bürünerek kendini hissettiriyor.
Düşünüyorum da Divan şairlerinden kaçı senin gibi şiirde duygusal içtenliğini
tüm çıplaklığıyla yansıtmak için kafa yormuştur. Farsça divanının önsözünde
şiirinin toprağının Kerbelâ olduğunu, hiç bir yanılgıya meydan bırakmadan şu
dizelerinle açıklıyorsun:
“Fuzûlî, benim toprağım Kerbelâ
toprağıdır, şiirlerim nereye giderlerse
onlara saygı göstermek gerektir; altın değil, gümüş değil, inci değil lâ’l
değil bu kölenin şiiri topraktır; fakat
Kerbelâ toprağıdır.”
İlk gençlik ürününü, 444 beyitten oluşan ve
alegorik anlatımı tercih ettiğin Horasanlı Şah İsmail’in Özbek Hanı Şeybek’i
yenip başını da kadeh yapmasından dolayı “Şiî
Şah’a” ithaf ettiğin Beng-ü Bâde adlı
mesnevindeki hayranlık uyandıran beyitlerinle veriyorsun.
Divan edebiyatının
gereklerinden olduğu için sen de şiirlerinde sevgiliye ve şaraba methiyeler
diziyorsun:
“Ey vâiz!
Şarabı yasak etmeyi ilke edindin, sevgilinin aşkını kınama yolunu
tuttun; cennet için şarabı ve sevgiliyi bırakalım, fakat cennette onlardan
başka ne var, açıkla.”
Eleştiri oklarını
yönetim işleyişindeki aksaklıklara yöneltiyorsun. Yöneticilerin elde ettikleri
mevki ve haksız kazançtan ruhlarını arındırmak için birikimlerinin bir kısmını
sadaka niyetine halka dağıtmalarına şu sözlerle isyan ediyorsun:
“Zalim zulümle akçalar alıp halka minnetle
lütuf eder; zulüm ettiği için alçalarak
ceza göreceğini bilmez de, bu para dağıtma âdetiyle Tanrı’yı hoşnut edeceğini
sanır; oysa akça ile cennet alınmaz, cennete rüşvetle girilmez”.
Toplumcu şair
olarak rüşvet alan devlet memurlarını “Şikâyetname”de
kadılara şu dizelerle şikâyet ediyorsun:
“Dünya çıkarları düşüncesi sana yanlış yargı
verdirmesin; bilgi ile halkın makbulü olmuşken, rüşvet seni Tanrı’nın
reddettiği kişi eylemesin.”
Memleketin adalet
ve eşitlik gibi mekanizmalarının kusursuz işlemesi için sultanın yetki verdiği
insanların kişiliğine dikkat etmesi gerektiğini savunuyorsun. Yetkilerini
kötüye kullanan görevlilerin halka çektirdikleri eziyetten birinci dereceden
sorumlusunun sultan olduğunu ve halkın böylesi bir düzende hakkını almasının
mümkün olamayacağını Farsça yazdığın kasidede ele alıyorsun:
“Zalim
padişahın devrinde halkın huzura kavuşma olanağı yoktur; çobanın kurt oluşu, koyunlar için bir
beladır. Ey zalim hükümdar! Köylü tarafından senin için yetiştirilen fidanı
kendine taht yapmak üzere kesme. Yoksulun kirpiklerinin ucundan akan su
üstündeki gemi gibi yüzen tahtı ne yapacaksın?” (Enis-ül Kalb)
Şiirlerinle halkın
yaşayış biçiminin monologunu yazıyorsun.
Şiirlerinle birlikte kişiliğinin gelişmesinde Fars ve Türk edebiyatının
katkısı oluyor. Fars şairlerden Nizamî-i Gencevî, Sadi, Selman, Hafız ve
Katîbî… Türk şairlerden Lûtfî, Ali Şîr Nevaî, Necati, Habibi, Necati, Hayalî-i
Kadîm…
Senin halk ve
Tanzimat şairleri üzerinde derin etkilerin var. Halk edebiyatında Gevheri ve
Dertli; Tanzimat şairlerinden Abdülhak Hamit’in ünlü şiiri Makber üzerindeki etkin, baskın bir şekilde kendisini
hissettiriyor. Şiirlerinin besleyici kaynaklarından olan halk şiiri, Divan
şiirine bakışını da etkiliyor. Divan edebiyatının dar kalıplarını aşıyorsun
duygu ve düşüncelerini tüm çıplaklığıyla ifade ederek. Şiirde
mükemmeliyetçisin. Misyonunun içinde yaşadığın toplumun tarihi, içtimaî ve
iktisadi mecburiyetleri bir bütün olarak temsil etmek de vardı. Acılarınla
kendine dönüşen bir şair olarak maruz kaldığın zulüm ve acıları yaşadığın
coğrafyanın iklimi ve tarihî dokusu içinde şiirleştiriyorsun. Tezkirelerinin
hem Çağatay, hem Azeri hem de diğer Türkçe lehçelerinde benimsenmesinin
yaratıcılığının önündeki engelleri kaldırmanın sonucu olduğunu düşünüyorum.
Çağatay edebiyatında Ali Şîr Nevaî’nin, Osmanlı edebiyatında ise Hayâlî ve Taşlıcalı Yahyâ Bey başta
olmak üzere Bağdatlı Ruhî, Bâki, Nailî, Nâbi, Nedim, Şeyh Galip vb. Divan
şairlerinin ve Tanzimat şairi Yenişehirli Avni’nin tahtını sallıyordun.
Alevi-Bektaşilerin
seni Seyid Nesimi, Hatayi, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet,
Virânî Baba gibi sahiplenmeleri nasıl boşuna değilse; Hadîkat-üs Süadâ eserindeki şiirlerinin Muharrem ayındaki yas
törenlerinde okunması da tesadüf değildi. Şiirin her türüyle ilgilendiğini,
Azeri ve Çağatay lehçeleriyle yazdığın şiirlerinden anlıyorum.
Necef, Kerbela ve
Bağdat’ın birçok Türk-Azeri şairinin uğrak yeri olması senin Türk-Azeri ve İran
şiirinin derinliklerini kavramanı sağlıyor. Irak’taki Türkler arasında Ali Şîr
Nevaî ne kadar seviliyorsa; Şeyhî ile Ahmedî de o kadar seviliyordu. Seyid Nesimi de Azeri edebiyatının lirik
olduğu kadar tasavvuf bakımından da bilge bir şairiydi. Sen de Nesimi’nin
bıraktığı edebi mirası şiirlerinde kaldıraç olarak kullanıyordun. Azeri
edebiyatı XV. yüzyılın sonunda Habibî, XVI. yüzyılın başlarında Hatayî gibi
ilim ve irfan sahibi sanatçılarının birikimini özümsemen; senden önce kimsenin
denemeye cesaret edemediği duygusal heyecanı okuyucu üzerinde zirveye çıkaran
şiirler yazdırıyordu sana.
Seçkin ve saygın
ruhların en büyük meziyeti farkındalıklarının altında ezilmeden
farkındalıklarını taşımalarıdır. Böyle ruhların sıradan ruhlarla yaşamaya mecbur
edilmesinin iç dünyandaki yansımalarıdır şiirlerinin herbiri. Duygusal
yoğunluğa kendisini teslim eden bir erkeğin Irak-Arap yaşam kültürü gerçeğinde
kendini şair bir erkek olarak gerçekleştirmesinin zorluğunun da farkındayım.
Duygusal yoğunluğunu serbest ifade etmene olanak veren tek dünya şiirdi. Sen de
dönemin ahlaki baskılarından dolayı tatmin edemediğin cinsellik ve sevgi
açlığının ruhunda yarattığı fırtınayı şiirlerine yansıtıyordun.
Sevgili Fuzûlî
Baba, senin gerçeğini bilgilerde aramaktan şu an itibariyle vazgeçiyorum. Seni
bir bütün yapan ruhunun okyanusunda battığımı hissediyorum. Hikmetine
kimselerin eremediğini gözönüne alacağını; senin insan yönüne dair
saptamalarımdaki yanılgılarımdan dolayı beni bağışlayacağını düşünüyorum.
Çocukluğundan başlayarak tanık olduğum hayat serüveninden başta sevgi ve aşk
ihtiyacı olmak üzere duygularının hiçbirini tatmin etmediğin için ruhunda
tüketemediğini anlıyorum. Bu yüzden şiir, ilim ve irfan bakımından ilerlemen
hayatın gerçeği karşısında seni kutsamıyor.
Çünkü senin
gerçeğin korku tabanlı olmadığı için tehdide dayanan topluma da boyun
eğmiyor. Bu yüzden asi ruhun, ne sevgiye
ne aşka ne de dostluğa yabancılaşıyor. Şiirlerin başta olmak üzere ne sevginin
ne nefretin ne de katlanmanın yeri değişmiyor içinde. Buna karşın gençliğinde
tanıştığın aşkın yüreğini yakan ateşini yeterli bulmuyorsun. Hayatın boyunca
yüreğini yakacak ateşin değil; yangının peşinden koşuyorsun. İstiyorsun ki
yangının peşinden koşan değil; kendin bir yangın olasın. Güzelliklere âşık tabiatında,
güzelliğin sıfatlarını tanımakla yetinmiyor; güzelliğin sıfatlarından
çoğalttıklarınla kendini tamamlıyorsun. Doğumun başlangıç, ölümün ise bitiş
olduğunu bildiğin için hayatın bir “an”ın armağanı olduğunu kabulleniyorsun. Bu
yüzden hayatını canlı, çok canlı kılacak anlara sahip olmanın sadece âşık
olmakla gerçeklik kazncağını bildiğin için gençliğin, güzelliğin ve zevkin
şarabını değil; acının zehrini içerek ruhun katmanlarında alt üst oluyorsun.
Şiirlerinde olduğu
gibi, kişiliğinin de büyük yanının arzularını yaşamaktan ve ifade etmekten
korkmaman olduğunu düşünüyorum. Ne sevgiliden ne de Tanrı’dan korkuyorsun;
sadece sevginin uğruna katlanabilirlikle kendini yüceltmeyi biliyorsun.
İçindeki güzelliğin karşısında kendini değersiz ve sıradan bir insan hissetmen
şaşırtmıyor beni. Kâmil insana ilim ve
irfanla erişilmeyeceğini anladığın anda içindeki gelişme sürecinin saati
çalışmaya başlıyor. Önce beşeri aşkla yetineceğini düşünüyorsun. Beşeri aşkın
içinde açtığı yaraların kuluçka dönemi bitince de ilahi aşka sığınıyorsun.
Tüketilmeyen tek aşk olan ilahi aşkın gücüyle sarıyorsun yaralarını. İnsan
eşitliği ne kadar savunursa savunsun doğası gereği bazı ayrıcalıkları olmasını
arzu ediyor. Geçim derdi olan insanın
kendisini bu dertten kurtaracak ayrıcalıklara sarılmasını anlayışla
karşılıyorum. Sen de devlet büyükleri
tarafından diğer şairler gibi taltif edilip para ve itibara kavuşma isteğiyle
böyle tanışıyorsun. İmrendiğin şairlerden biri olmak için çıktığın yolculukta
insanın bedelsiz hiçbir payeye sahip olamayacağını anlıyorsun. Sahip oldukları
çoğaldıkça vereceği ödünler de çoğalıyor insanın. Düzenin kokuşmuşluğunun
dayattığı haksızlıklar karşısında yoksulluğunla Karun kadar zengin olma
erdemine de böyle eriyorsun. Yaşanılanı gözünde değersizleştiren olay örgüleri
çoğaldıkça sen de kendi içinde kutsallığını yitirmeyen güdülere sarılıyorsun.
Güzellik
anlayışının içinde hak, adalet, dürüstlük, dostluk, sevmek, sevinmek, barış ve
özgürlük gibi kavramlara dönüşmesi eksik kalan yanlarını tamamlıyor. Aşırı
gururundan kula kul olmamayı, aşırı sevme ihtiyacından sevilmeye layık olan her
güzelliğin özünde ilahi aşkı barındırdığını; dokunmaya, özlenmeye, konuşmaya
değer olanlarla hayatın bir anlam kazanacağını; ihanetle, riyayla, yalanla
insanın sadece kendisini kandıracağını; insana kendi
acıları dışında farklı acıları boynunun borcu olarak kavramasının asıl
nedeninin insan olgusunu farklı algılamak olduğunu; insanı ilmin değil,
onuruyla taşıdığı acıların büyüttüğünü yoksa nasıl öğrenirdin.
Dünyaya sadece inandıklarını
yaşamak, söylemek, sevmek ve sevgiye ermek için geldiğini; ait olduğun tek
dünyanın şiirlerin olduğunu anlıyorum. Derdin, zevkin ve sefanın bahçesine
ektiğin duygularının büyüttüğü yargıçların seni dışlayıp istediğini
ödüllendirip istemediğini de cezalandırmasına da bu yüzden izin vermiyorsun.
Gerçekleşemeyen
isteklerinden dolayı hayatın seni terk etmesini sık sık âşık olarak önlüyorsun.
Hayatı isterkenki kararlı ve mağrur tutumun sayesinde aklın içsel çözülmelerle
huzura kavuşuyor. Huzura kavuşan aklın, kişiliğinde büyük fikirleri hayata
geçirmeni sağlıyor.
İçinde duygusal
iflas ve çöküşü barındırmayan Fuzûlî gerçeğinin yaşadığım sürece yolumu
aydınlatacağını bilmeni istiyor; önünde sevgi ve saygıyla eğiliyorum.
Kaynakça:
1.Cevdet Kudret, Divan Şiirinden Üç Büyükler, İnkılap
Kitabevi, İstanbul, 2003
2.Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, Fuzûlî
’nin Divanı Şerhi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1985
3.Abdülkadir
Karahan, Fuzûlî Muhiti, Hayatı ve
Şahsiyeti, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1989
KADINIM
Bedriye KORKANKORKMAZ
yazgım
mı bilincim mi
neyi
sorguluyorum
sen
yaşamın armağanı
unutamadığım
ayrılıklardan
yakınmıyorum
birleşmeden
doğmuş ayrılıklardan
yalnızlıkla
olgunlaşmış bir kadınım
her gün
soylulaşan
yeni
giysiler hazırlıyorum
seninle
yaşayacağımız günler için
örselenmiş
duygular varsa
onarırım
sevgim derindir
yaşlı
tanrıçayım biliyorum
geçmişi
geleceğe dönüştürürüm
günlüğümde
suçlar yok inan
ben sıra
dışı bir kadınım
kokusunu
sona saklayan
cehennem
azabı da olsa beni sev
13/11/2008-mersin
kimseler
annesi kadar
sevecen bakmadı
penceresinde saksıları olmayan
evlerde yaşlandı
yalnızlığı
annesinin teni
yolculukların
ebesi
yolların
bilgesiydi
torbası
ile anıları
sermayesi
yalnızlığı
annesinin sütü
bitler gibi kanını
emen
dostları
evinin
anahtarıydı
çıkarları
kadar
yakın olduklarını
yoksulluğundan
öğrendi
yalnızlığı
annesinin eti
insanlar
ilkeleri uğruna
çıkarlarına
küsmüyorlar
içindeki sobayı yaktı
üşüyordu
yalnızlığı annesinin kucağı
22/ 10/
2001-mersin
Henry
Miller’in, Rimbaud Ya da Büyük İsyan kitabını ile Stefan Zweig'ın Yarının
Tarihi eserinde yer alan “Arthur Rimbaud” denemesini okudum. Yazına ve
insanlığın kütüphanesine birbirinden değerli eserler bırakan bu iki sanat
dehası, Arthur Rimbaud’nun kişiliği ile
yaşam algılayışını ifade ediş biçimlerini karşılaştırma ve üzerinde düşünce
üretme olanağını verdi bana. Benim için her iki esere de değer katan, bu
birbirinden değerli üç dehanın içgüdülerine, duygularına, düşüncelerine, hayatı
ve sanatı algılayış biçimlerine ayrı ayrı tanıklık etme olanağını bulmam.
Benzer acıların ve ortak yaşamların insanları birbirine yaklaştırdıklarının
doğruluğunu Miller’in ünlü şairin hayatıyla kurduğu yakınlıktan anlıyorum.
Böhme’nin: “Kendimi okuduğumda, Tanrı’nın kitabını okuyorum ve siz kardeşlerim
benim kendimi okuduğum alfabemsiniz, çünkü tinim ve istencim kendimde sizi
buluyor. Sizin de aynı şekilde beni bulmanızı tüm yüreğimle isterdim” (s.77,
Rimbaud Ya da Büyük İsyan”) dediği gibi, H.Miller da, kendi tininin alfabesini
A.Rimbaud’da buluyor ve kitabında da bu düşüncenin altını ısrarla çiziyor.
Miller, tıpkı ozan gibi kendisinin de annesi yüzünden acılar çektiğini, doğduğu
kenti terk ettiğini belirtiyor. Ünlü ozan hakkında kaleme alınmış diğer
yapıtlar içinde kendi yazdığı yapıtın farklılığını A.Rimbaud ile benzer duygu
ve düşüncenin insanları oluşuna bağlıyor. Haklı da.
20 Ekim 1854 yılında Fransa’nın kuzeyinde
Ardenler bölgesi sınırlarında Charleville kasabasında dünyaya geliyor şair.
Şiirin kaderini değiştiren Arthur Rimbaud, subay olan babasının terk ettiği annesi ve kardeşleriyle
büyüyor. Annesi Vitalie Cuif, varlıklı bir ailenin çocuğudur. Rimbaud’nun üç
kardeşinden en çok değer verdiği kız kardeşi Isabelle'dir. Eğitimini tamamlamak
yerine gezmeyi tercih ediyor ve on altı yaşında evden kaçıyor ozan. Annesine
duyduğu öfke ile kız kardeşine duyumsadığı yoğun sevgi yüzünden, kendi
gerçeğini aramakla geçiyor ömrü. Otuz yedi yaşında Marsilya'da bir hastane
yatağında bir bacağı kesilirken ve kanserli hücre tüm vücuduna insafsızca
yayılırken, o muhtemelen ustası Baudelaire’in,“Her kim kendi yaşam koşullarına
rıza göstermezse, ruhunu satar” dediğini anımsıyor olmalı.
Rimbaud, çocukken müzikle ve matematikle
ilgileniyor. Herkes onun bu iki meslekten birini tercih edeceğini sanıyor. O,
her zaman yaptığı gibi yine insanları şaşırtıyor ve sözcüklerin dünyasını
fethetmeyi seçiyor. Geçimini yazdığı şiirlerle değil, bir ırgat gibi çalışarak
sağlıyor. H.Miller, A.Rimbaud hakkındaki şu değerlendirmesinde haklı: “O tohum
olarak doğdu ve hep tohum kalıyor. Onu kuşatan karanlığın anlamı budur. İçinde
ışık vardı, harika bir ışık ama ışınlarını ölümünden sonra göndermesi
gerekiyordu. O, mezarın öte yanından, uzak bir ırktan geldi ve yeni bir tin ve
bilinç ortaya koydu. Je Pense (düşünüyorum), demek yanlıştır; on me pense
(düşünülüyorum) demek gerekir diyor. Dehanın beni üzerine söylediği, her şey
aydınlatıcı ve öğreticidir. Onun bedeni, düşlenmiş doyum, merhametin
parçalanması, yeni canavarla çiftleşmiş (s.77)” sözleri bana çok anlamlı
geliyor.
Yirmi üç yaşında dünyayı gezerek hayatın tüm
sınavlarından geçen ozan, hapiste yatıyor, aç kalıyor, çalışmadığı ucuz iş
kalmıyor, vahşi ormanların dehşetine sığınıyor, kendisi gibi ünlü şair Paul
Verlaine ile birlikte yaşıyor, Somali zencilerinin dillerini öğreniyor. Bu ele avuca sığmayan genç asi şair, gerçekte
sanatı aracılığıyla adını yaşatmayı aklına getirmiyor. Yazın tarihinde çocuk
denecek yaşta üne kavuşmuş olması yazgının bir oyunu olsa gerek. Ün hiçbir
şairin hizmetine onun hizmetine girdiği kadar kolay girmiyor.
On
yedi yaşında Victor Hugo'nun "Çocuk Shakespeare" dediği şair, şiirin
dünyasında işgal etmediği tek bir gezegen bırakmıyor. Özelikle "Sarhoş
Gemi" ile Fransız şiirinin en güzel örneklerini veriyor. Hükmetme hırsı
ile nasıl ki ünlü şair Verlaine’i metresi konumuna koymayı başardıysa hayatı
da, şiiri de kendi güdümüne almayı aynı biçimde başarıyor. Rimbaud, kişiliği
gereği zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan birisi değil;
kaybedecek zincirleri dahi olmayan şiirin dâhisidir.
Şiirle alay eder gibi yazıyor şiirlerini.
Bu işi o denli ileriye götürüyor ki, sesli harfleri renk değerlerine göre
istifleyerek kaleme aldığı Sonesi, Fransızların kutsal kitabı olma özelliğini
günümüzde bile taşıyor. Şiirin kutsal topraklarında kâh botanik kuruyor, kâh
sözcüklerin vahşi ormanını yetiştiriyor şair. Yazdığı şiirleri gözden çıkarma işini
öylesine ileri götürüyor ki, dostları tarafından yazdığı şiirler toplanmamış
olsa, elimizde kendi isteğiyle Brüksel’de bastırdığı Cehennemde Bir Mevsim şiir
kitabı dışında şiirleri olmayacaktı Rimbaud'nun.
Dizginlenmeyen
enerjisi ve aceleciliği yüzünden bilgiye ulaşmak için emek sarf etmiyor. O,
uçlarda yaşamının ona verdiği hazla yetiniyor. Diğer bir deyişle şiirlerini
yıldızlarla içki sofrasından yazdığı için şiiri yere düşmüyor, yıldızlar gibi
parlamaya devam ediyor. Onun kişiliğinin en çarpıcı özelliği eylem adamı
olmasıdır. Tehlikenin koynunda yatan bu asi şair, tıpkı bomba yüklü bir
kamyonda seyahat eder gibi geziyor
dünyayı. Kısa ömrünün ortalarında rahat etme hayalleri kuruyor. Zengin
olmak, istediği kadınlarla bir gecelik ilişkiler yaşamak, politikaya girmek ve
yeni yeni ülkeleri fethetmek... Bu hırsı onu erken yaşta sonsuzluğa
kavuşturuyor. Rimbaud, gerçekte acımasız bir insandır. Sekmez iradesi ile elini
sürdüğü her nesneye hükmediyor. Çocuk denecek bir yaşta olmasına karşın
görüntüsü genelde bir işçiyi andırıyor. Kolay sinirlenen ve sinirlendiği
anlarda oldukça saldırgan olan Rimbaud,
bu kişilik özelliğiyle Verlaine’i cebinde taşıdığı bir kumanda aletine
çeviriyor. Genç şairin kişiliğe dair S. Zweig, şu saptamasında haklıdır:
"Rimbaud'nun uzuvları, bütün bütün sıkıntı ve yoksulluklara karşı bir
işçinin gücüyle bilenmiştir. Décadence- neredeyse hastalık derecesindeki aşırı
duyarlılık, sanrılarla örülü bir görme biçimi, taşıdığı "Galyalı kanının
aksaklıkları"- salt ruhsal düzeyde kalmış, şairin dış yaşamına kadar
hiçbir zaman uzanmamıştır; bu dış yaşamı açısından Rimbaud, kendini gittikçe
artan ölçüde zamanına özgü bütün kültürden koparır; bütün göçebeler gibi
kozmopolit, Çingeneler gibi bir toplumsal olgu kimliğiyle, hiçbir yerde
tutunamaksızın göçebe kuşlar örneği ülkelerden geçer; tıpkı nereden geldiği
unutulmuş, artık kimseye ait olmayan ve ait olmakta istemeyen Kaspar Hauser
gibi, Rimbaud da kültür evrenine yalnız bir meteor gibi düşer. Yalnızca kendi
yaşamı, her türlü kültürden radikal bir tutumla nefret edişi, her türlü
Avrupalılığı aşması, ahlak düzlemlerinin ortasında salt içgüdüsel bir yaşam
sürdürmesi, engel tanımayan bireyciliği bile Arthur Rimbaud’yu yeterince ilginç
kılabilir. Zamanımız açısından Rimbaud, bir bireysel özgürlük kahramanı,
içgüdüler evreninin bir serüvencisidir."(s. 102–103)
Zweig’ın şairin şiirleri ile ilgili
tespitleri içinde benim şairin şiirleri hakkındaki görüşlerime yakın olan
saptaması ise şöyle: “Rimbaud’nun şiirleri acımasızdır ve sinirleri zayıf
olanlara uygun düşmez; bu şiirlerin kimilerinden yoksulluğun, kirli giysilerin,
terli pabuçların, tuvaletlerin kokuları yükselir; bu şiirler, en gerçekçi
gerçekçilikten ve dizgin tanımayan imgelemden oluşma, dâhiyane bir yumaktır.
Eşsizdir. Rimbaud, sanki dünyanın ilk şairiymiş gibi, sanki kendisinden önce
gelmiş binlercenin oluşturdukları estetik, iskambil kâğıtlarından yapılma bir
bina örneği çökmüş gibi şiir yazmaya başlar.”( s.104)
Düşünüyorum da ozanı içinde bulunduğu
koşullar özgürleşmiş, sanatçı yeteneği ise şiirini yüceltmiştir. Aile bağları,
dostluk, din gibi insan hayatında anlamı olan tüm kavramların onun hayatında
anlamı yoktur. Onun için kalem tutan el ile silah, kazma-kürek tutan elin
arasında bir fark da yoktur. Tam bir eşitlikçidir o anlamıyla. Üstünlük duygusu
onda sadece Galyalı atalarından putperestliği ile günahla duyulan aşkı miras
ediniyor ve edindiği bu mirasa da ihanet etmiyor hayatı boyunca. Bu yüzden
şiddetin, dehşetli şehvetin, yalanın, tembelliğin, sanatın kaygısından
sıyırıyor kendisini. Rimbaud, şair olmasaydı da salt yaşama biçimi onu anılmaya
layık insanlar arasında en ön sıralara taşırdı. Onu seven insanlara, kendisine
ve şiirlerine acımasız davranan ozan, sözcüklere tecavüz eder gibi, ahlak
kurallarını yerle bir eden dizginlenemez bir gerçekçilikle yazıyor şiirlerini.
İmgelem gücü karşısında insan ürpererek afallıyor. Dış dünyanın gerçekliğinin
onun iç dünyasında geçirdiği evrim sürecinden sonra, şiir olarak yeniden
doğması olağanüstü bir yenilik katıyor şiirlerine. Şiirin adeta alfabesini
yazıyor. Şiirleri tıpkı Dostoyevski’nin roman kahramanları gibi canlı varlıklar
olarak karşımıza dikiliyor. Bize dokunuyor, tabularımızı altüst ediyor, bizi
derinden sarsan hamleleri ard arda sıralayan bir boksörden farkı olmuyor.
Zaaflarımızı, korkularımızı, acımasızlıklarımızı, dogmalarımızı yüzümüze
tükürür gibi söyleyen insanlar ordusu gibi karşımıza dikiliyor şiirdeki
sözcükleri. Sesler seslere, sözcükler sözcüklere, imgeler imgelere sığınmadan,
sığınağından özgürlüğüne kavuşuyor. Her bir sözcük onun askeri gibi emrine
giriyor. Erleri üzerindeki giysileriyle
onun hayata bakışının yansıdığı sözcükleriyle işgal ettiği ülkelerin
haritasını taşıyor.
Şiddetin korkunun, şehvetin, seslerin
derinlik bulduğu şiirleri cellâdı gibi insanın peşini bırakmıyor ölene dek. Bu
akla hayale sığmayacak dinginsiz yaşam aynı oranda cezp ediyor insanı. Çünkü
her insan gidip görmediği ülkeleri görmeyi istiyor. Onun iç dünyasının şiirine
nasıl yansıdığını Zweig şöyle yorumluyor: "Rimbaud’nun iç dünyasında bu bağlamların
kesinliğinin ne ölçüde canlı olduğunu, bir izlek niteliğindeki “Sonettedes
voyelles” gösterir; bu sonede fantastik olaylar, neredeyse dogmatik bir düzeyde
kristalize olur, A siyahla, E beyazla, I kırmızıyla, O maviyle ve U yeşille
eşitlenir "gizli kaynaklar", vahşi görüntülerle çerçevelenmiş olarak,
bir bütün içerisinde bir araya gelir. Burada kısmen şaka niteliğindeki bu olgu,
aslında bilinçaltının o karanlık alanına pek az kişinin başarabildiği bir
girişimi simgeler." (s. 105)
O, geleneksel Fransız şiir kabına sığmıyor
ama düzyazıyı şiir katında göklere çıkartıyor. On beşinde Sensation'u, on altı
yaşında Les chercheuses de Port'yu yazıyor. Onun şiirindeki her dize tek başına
sözcük okyanusu gibi okurun üstüne akıyor. Sözcüklerin okyanusunu elinin
altında tutan ve istediği gibi sörf yapan şair, şiirinin bayrağını bir de şiir
okyanusunda dalgalandırıyor. Anlayacağınız edebiyat ve sanat onun enerjisi ve
dehası karşısında dize gelerek ayaklarına kapanıyor. O da kendisinin önünde
dize gelen sanatı buruşuk bir kâğıt topu misali fırlatıp atıyor. On sekiz
yaşında sanatın şatafatlı sahnesinde değil de hayatın eylem cephanesinde
heykelinin dikilmesini istiyor. Onun, bu isteği ne ona ne onun yaşama biçimine
ne de eylemlerine ihanet ediyor. En yakın dostu olan yıldızlar ölümünden sonra
bile onu başları üstünde tutmayı başarıyor. Göğün ve eylemin şairi Arthur
Rimbaud ise ne aşka ne sanata ne de eyleme teslim olmadan Marsilya’da bir
hastane odasında 10 Kasım 1891 tarihinde hayata gözlerini yumuyor şiir dünyasında
ölümsüzlüğe erişmek için.
*Henry
Miller. Rimbaud Ya da Büyük İsyan. Çev. Mustafa Tüzel. Kabalcı Yayınevi,
1994.121sayfa.
BEDRİYE KORKAN
KORKMAZ’IN YENİ YAPITLARI
Hasan AKARSU
Ozan,
yazar Bedriye Korkankorkmaz, 1965 Bingöl doğumlu olup şiirleri, öyküleri ve
kitap tanıtma yazılarıyla tanınır. Yeni iki yapıtından biri “Eski Eser
Karanfiller” adıyla şiirlerini kapsar. Diğeriyse “Tinsel Söyleşiler” adlı
deneme yapıtıdır.
Eski
Eser Karanfiller (1)
Ozan,
uzun soluklu, imge yüklü nehir şiirleriyle ilgi çeker. Yalnızlığın öğretmeni
olarak, “İnsanlığın en eski şehri” olarak duyumsar kendini. İnsanlığın ülkesini
dolaşırken “Evrenin dışladığı tek canlı”dır. İnsanlığa, ekmekle barışı
bölüşmeleri için seslenir. Emekten, barıştan yana şiirler yazar. Baskıları
kınar ve baskı görenlere yardım elini uzatır: “…Kuşlarla bebelerin olacağı
dünyada/ Eziyet edemeyeceksiniz tek bir insana/ Kılıktan kılığa girip
kirletmeyin/ Temiz aklımla vicdanımı benim…” (s.11). Baskı yapanlara ilenerek
dünyaya güneş gibi doğacağını söyler. Kadınların emeğini yüceltir, kadınların
savaşımına katılır. Kıyımlarda insanların, çocukların öldürülmesini kınar. Hapislerde
düşünce suçundan yatanların düşüncelerine konuk olur. Karşılıksız sevgilerin
yanında olup “sözcüklerin hasadını” toplar. Anılarını bırakabileceği bir insan
arar: “…Karanfillerin hüznünü benimle paylaşan/ Kuruyan çiçekleri yeşerten/
Kuzuların yünlerini kırpmayan/ Bir insan arıyorum anılarımı bırakacağım…”
(s.24). Kendi tarlasında korkuluk olmayan bir insan arayışını sürdürür ve
sevgiliden yakınır. Onun sevdiğinin “Gülüşü yamalıdır.” Ozan, insanlığa
cesareti ve aşkı getirmek için yola çıkanlardandır. Sevgilisine ne güzel
seslenir: “…Sevgilim gülmek güneşlenmektir/ Birbirimizin hasretinde
güneşlenelim” (s.28). Onu sürekli bir özlem içinde görürüz. “…Biz ölürsek de
serçeler gibi genç öleceğiz…(s. 31)…Sana dokunmak istesem ellerim oluyorsun
sevgili (s.32)…Sarmaşık çiçekler gibi birbirimize sarıldık/ Birlikte bir nehir
gibi kendimizi aştık” (s.33) vb etkileyici dizelerle şiirselliğin doruğundadır
ozan. Aşkla söyleşi yapacak kadar tutkuludur: “…Gözlerden uzak bağların has
şarabısın ey aşk” (s.36) der ve yapıtına ad olan dizesini söyler: “Eski eser
karanfiller gibi kokuyorum içinizde” (s.38).
Ozan,
Gezi Direnişi’ndeki gençliği unutur mu? “Aydınlık geleceğe doğru yürüyorum
sizlerle” diyerek onlarla birlikte olduğunu vurgular. Barış güvercinlerinden
birisi de odur ve güvercinlerin mezara gömülmelerine başkaldırır, güzel
günlerin yakın olduğunu duyurur. “Sömürü güneşinin batacağı günler yakın”
(s.40) der. Çocuklara güzellikleri miras bırakacağını söyler. Zamansız
güzelliklere sevdalıdır, dirençlidir. Arınmışlığı ilke edinerek yaşamını
sürdürür. Aydınlık yarınlara inancını yineler. İnsanlığa yürürken düşünce
özgürlüğünü savunur ve işkencenin tarihten silinmesini ister. “Güzelliklerle
yüklü bir gemidir” ozan. İnsanların değerlerine yabancılaşmasına karşı dururken
sevmeyi bilenlerin peşine düşer. Sistemin uşağı olanlarla savaşır.
Sevdiklerimizi taşa çeviren ölümü de kargışlar.
Bedriye
Korkankorkmaz, düşünce ve duygularıyla insanlığın yücelmesini savunan, emekten
yana, onurlu, dirençli bir ozan olduğunu yalın, akıcı, soluklu şiirleriyle
kanıtlar.
Tinsel
Söyleşiler (2)
Bedriye
Korkankorkmaz, “Tinsel Söyleşiler” adlı deneme yapıtında, dünyaca ünlü yirmi
bir yazar ve düşünürle tinsel söyleşi yapar. Söyleşi tadındaki denemelerde,
konuştuğu yazarları, düşünürleri yaşadıkları çağ içinde tüm yönleriyle
yansıtır. Bu denemeleri yazmak için ele aldığı yazarlarla ilgili geniş
araştırmalar yaptığı bellidir. Schiller için “İnsanlığın en iyi insanı”
nitelemesini yapar. Onun başkaldırıcı yönünü anımsatır. Her yazarla olduğu gibi
Schiller’le de düşsel buluşmasını yapar. Yazarını konuşturur. Baudelaire için
“Acıların ve Şiirin Tanrısı” derken haklıdır. Onun yaşamöyküsünü anlatırken
şiirinin derinliğiyle ilgili ipuçlarını vermiş olur: “…Hayatım içimle kavga
etmekle ve ruhuma söz geçirememekle geçti… Ben her şiirimde öncelikle mısra
arayışı içine girdim… Ürkme öyle. Çiçeklerimin hepsi kötülük açmaz…” (s.27) der
Baudelaire.
Bilim
adamı Pascal ve “Dünyayı kendine sahne yapan bir dâhi” olan Shakespeare, ilginç
yönleriyle ortaya çıkar. Boccaccio, Voltaire, Faulkner, Cervantes, Thomas Mann,
Jean Jacgues Rousseau, Thomas Hardy, Blake, Shelley, William Morris, T.S.
Eliot, Goethe, Samuel Johnson, Lord Byron, Sophokles ve Hermann Hesse tarihin
içinden çıkıp karşımıza gelir denemeleri okudukça. Her birinin özelliği,
sanatı, yaşamöyküsü farklıdır.
Tinsel
Söyleşiler’de sanatı, felsefeyi sevenler için ünlü sanatçıların yaşantılarından
alınacak örnekler çoktur. Bedriye Korkankorkmaz, bu yapıtında dünya yazınının
ünlü adlarını yapıtlarıyla birlikte bir söyleşi ortamında tanıtırken okuyucuyu
sıkmaz. Bu yönüyle ilginç bir yapıt olduğunu belirtmeliyiz.
---
(1)Eski
Eser Karanfiller-Bedriye Korkankorkmaz, Şiir, İnsancıl Yayınları, 1. Basım,
Aralık 2016, 80 s.
(2)Tinsel
Söyleşiler-Bedriye Korkankorkmaz, Deneme, 1. Basım, Aralık 2016, 304 s.
(İnsancıl,
Şubat 2018. S 42-43)
DÜŞÜNSEL YOKSUNLUĞA KARŞI ‘DENEME’
Kitaplar Adası
M. Sadık ASLANKARA
Denir ya hep,
eleştiri nankör uğraş; doğruysa bu söz, eleştiri yapıtları da bundan pay alacak
demektir. Birkaç yıl önce Serdar Aydın’dan bir elektronik mektup almıştım,
Fethi Naci’ye özgülediğim eleştiri, deneme zamanlarını sürdürdüğüm sıra. Şöyle
demişti Aydın: “Size yazma nedenim (…) eleştirinin neliği üzerinde duran
metninizi okurken duyumsadıklarımdır. Esasen şiirle uğraşıyor, gerek şiir
eleştirisi gerekse de plastik sanatlar alanında eleştirel incelemeler yazıyorum
ve bu alanın nasıl yapayalnız bir dünya olduğunu görerek kederleniyorum.
Yazdığım eleştiri kitaplarına, iyi-kötü, neredeyse hiç tepki alamadım (…) Ama
asıl arzulanan üretilen düşüncelerin, savların tartışılabilmesi (…) Eleştiriye
emek veren size merhaba demek istedim ve bir tür dertleşme ihtiyacıyla
yazdım... Eğer arzu ve merak eder, bir kargo adresi verirseniz (…) basılı
yayınlarımı sevinçle göndereceğim. Baskısı biten kitaplarımı ise çıktı olarak
ulaştıracağım.” Bir kucaklık gönderisi gecikmedi Serdar Aydın’ın, Önce şiirler:
Ay…Düşüyor…
Üstüme (Kül,
2003), …Sonra Sözler… (Kül, 2006), Aphrodisia’lar (Şiiri Özlüyorum Kitaplığı,
2011). Öteki kitaplar ya da dosya hâlinde çıktılar ardından: Nilgün Marmara
Metinleri ve Fragmanlar (Şiirleriyle birlikte; İzlek, 1997; Medakitap, 2016),
Üzerine Yazılar (Kül, 2007), Algı, Form ve Pornografi-Fatma Tülin Resmi (Sel,
2009), Yol Üstündeki Yazıcı-Ahmet Oktay Poetikası İçin Bir Yaklaşım (Mola,
2012), Ego Contra Mundum-Bir Yüksel Arslan Metaforu (Dosya, 2016). Eleştiriyle
denemeye gereğince yer açılmayışı, yalnız kültürel yaşamımızı çoraklaştırmıyor,
bu gereksizlik, yanı sıra değersizleştirme, okuyanla yazanı kurumaya götürecek
beyinsel etkinlikleri de olumsuz etkiliyor yazık ki. Bu doğrultuda yukarıda
andığım eleştiri, deneme kitapları kadar daha nice yapıt bağımsız yazılarla
üzerinde durulmayı hak ediyor ama bu tür olanaklara kavuşamadan, üzerinde
düşünce üretilemeden geçiştiriliyor görece. Bu, şair, yazar Hayri K. Yetik’in
Ayrıntı tarafından yayımlanan Romantik Ortadoğu (2014), Arkaik Ortadoğu (2015)
ikilemesi için de söylenebilir. Andığım kitaplara, Emin Karaca’nın, alttan alta
bizi çimdikleyip dürten Türk Edebiyatında Kavga’sı (Kibele, 2017) eklenebilir
pekâlâ. Turgut Çeviker’in yayına hazırladığı Nedret Gürcan’a Edebiyatçı
Mektupları da (Ve, 2016) var. Yoğun emekle kotarılan yapıtlar, geçiştirilebilir
mi böyle? Düşünsel erozyonu önleyici daha pek çok yapıt var üstelik anamadığım,
ama nafile. Kitlesel yayınlarda bu doğrultuda, benzer düşünce yazıları
neredeyse hayal oldu çünkü. Nitekim yakınlarda yitirdiğimiz Ahmet Cemal’in
sorgulayıcı deneme yazarlığının da âdeta çevirmenliği gölgesinde kalışını buna
bağlamak olası.
YAZINSAL BESLENMEDE ANA DAMAR: DENEME,
ELEŞTİRİ…
Oysa kitapların
tetikleyicisi kitap yine. Bu bağlamda yazınsal türlerin hangisini dışta tutabilirsiniz?
Alexander Pechmann’ın Kayıp Kitaplar Kütüphanesi (Çev.: Regaip Minareci, Can,
2015), Adnan Binyazar’ın Ozanlar, Yazarlar, Kitaplar’ı (Can, 2017), Bedriye
Korkankorkmaz’ın Tinsel Söyleşiler’i (İnsancıl, 2016), Alt başlığı “Bronte
Kardeşlere Marksist Bir Bakış” olan Terry Eagleton’ın Güç Mitleri (Çev.: Alev
K.Bulut, Can, 2017), Onur Caymaz’ın “Hayat ve Sanat Üzerine Doksan Dokuz Parça”
başlığı altında topladığı Hatırla Barbara Yağmur Yağıyordu’su (Kırmızı Kedi,
2016) yazın dünyamızı zenginleştirici kitaplar olarak alınmalı. Umberto Eco’nun
Can tarafından yayımlanan kitapları da anımsanabilir: Açık Yapıt (Çev.: Tolga
Esmer, 2016), Edebiyata Dair (Çev.: Betül Parlak, 2016) . Bunlara lezzetli bir
Roland Barthes yapıtı eklenebilir: Dilin Çalışma Sesi (Çev.: Ayşe Ece,
Necmettin Kâmil Sevil, Elif Gökteke, YKY, 2013). Ardı sıra Louis Althusser’den
de bir kitap: Filozof Olmayanlar İçin Felsefeye Giriş (Çev.: İsmet Birkan,YKY,
2016). Eh, bir de yüzümüzde gülümseme, sanki okulda, sınıfta gezintiye çıkmış
havasında öğretmen-öğrenci ilişkisine göz atalım birkaç kitapla: Adil İzci’den
Örtmenim (Sıcak Nal, 2016), Murat Özmen’den Öğretmenin Dünyası (2015), Filiz
Aygündüz’den Kaç Zil Kaldı Örtmenim? (Doğan, 2010)… Bunlar olsun öğrenme olgusu
üzerinde yeniden düşündürür belki bizi, kim bilir.
Cumhuriyet
Kitap14 17 Ağustos 2017
HEP YOLDA
Berrin TAŞ
İnsancıl
Dergisi. Haziran 2012. Sayı: 263. S. 29-30.
Yaşamak
Çocuğum Bedriye Korkankorkmaz kitabını
elimde tutuyorum. Sayfaların arasına yapışkan kağıtlardan koymuşum. Şiirlerini
okuyup nasıl yazmalı, nerden başlamalı demişim. Sonra bilmiyorum ne oldu. Koşuşturmacaların arasında Atölye, İnsancıl yoğunluğu işte. Anlarsınız.
Yazamamışım.
Kitabını
elime alınca aklımdan geçenler bunlar. Çok bekletmişim.
Siz
beni anlarsınız Bedriye Korkankorkmaz.
“Suları
kirlenen çeşmeleri görünce / yeni çeşmeler bulmak için yollara düşüşümü/her köşe başında duvar diplerinde/ gömdüğüm gövdemi öptüğümü nasıl anlatsam” diyen şair yaşamının eksenine anlamayı ve anlatmayı yerleştirmiştir.
Anlamak istediği kadar anlaşılmayı da istemektedir. Hakkıdır bunu istemek.
Anlamak belki de anlaşılmak eksik olduğu
için yaşamlarımızda şiire tutunmuşuz.
İnsanın eksik olduğu yerde şiir tutar elinden. Dayanılmaz bir biçimde kişinin
kendini anlatmak istediği günleri
olacağını biliyorum. Bir insan soluğu, dost sıcaklığı bulmanın güçlüğü
kimileyin yaralar insanı. Bedriye Korkankorkmaz’ın kitabı bana ilk okuduğumda
bunları düşündürdü.
Şiirlerinin
arasında dolanırken şair kadın olmanın güçlüklerini de gördüm. Ülkemizde
kadının köklü sorunlarının yanında
yaratıcılığının da kolay kabullenilmediğini yaşayarak anladım. Kendi sürecimden biliyorum
bunu. Dizeler arasında dolanırken
yaratıcı kadının anlaşılmanın
yalnızlığıyla boğuşmak zorunda
kaldığını da anladım. “
“başımızı
önümüze eğecek sırlarımız olmadı bizim/ şiirlerimize dair övgülerde yazılmadı
dergilerde/ yazdıklarımızda gelecek görmüyor eleştirmenler/ seninle acıların ve
ayrılıkların toplama kampıyız” diyor şair.
Özellikle
“acıların ve ayrılıkların toplama kampıyız” deyişindeki dışlanmışlık algısı
etkiledi beni. Dilini, yaratıcılığını
anlamayan insanlar arasında
kalmak yalnızlığın en koyu duyumsandığı bir başka ülkede kalmaktadır.
Yaşıyorsundur, aynı dili konuşuyorsundur. Yine
de anlaşılmadığını bildiğin için
toplama kampında unutulduğunu duyumsayabilirsin. Toplama kampı
özgürce yaşamanın dışına
sürülmüşlüğünü anlatan gerçekçi bir
imge.
Bedriye Korkankorkmaz’ın ben’i yalnız kendiyle
dolu değildir. Şairin ben’inde
insanlığın acıları da kendine yol bulur. “kendime dair ne yazabilirim
yaşadıklarımla/ kendi falıma bakamıyorum insanlığın falına bakmaktan/güçlüyle
savaşıyorum güçsüzün hakkı için/ hangi tarih insanın geçim savaşını sorgular”
der şair. “Suçluyum” demiş bu şiirin
adına. “barış meydanlarında çocuklar ölüyor/ ölenlere ana yüreğiyle
sesleniyorum/ bütün seslerden yakın insana”.
Doğuran,
büyüten olmak yetmez. Ana olabilmek
gerekir. Ana olabilen kadın bütün çocukların anasıdır. Yalnız çocukların da
değil insanlığın anasıdır. İnsanlığın anası kimsenin ölmesini istemez. Ana
olabilen insan büyütmenin güçlüklerini bilir. Emeği bilir. Emek verileni
korumaktır bütün isteği. Bu nedenle “ çağın gerçeklerine asiyim/ asilerin hayat
arkadaşıyım/ oyun arkadaşıyım kendimim/ anlayın beni yoldaşlar” diye seslenir.
Şair anlaşılmak istediğini yoldaşlardan beklemektedir. Yoldaşlar, çağın
gerçeklerini onaylamayanlardır. Şair çağın gerçeklerini onaylamayanlarla yan yana yürümek istemektedir. Bu isteğin
gerçekleşmesi için yoldaşlar onu
anlamalıdır. Bir çığlık bu. Anlaşılmak için yanıp tutuşan bir şair kadının
çığlığı. Bu çığlığı duymakta geciktiğim
için üzgünüm.
“bitler gibi kanını/ emen dostları/ evinin
anahtarıydı/ çıkarları kadar/ yakın olduklarını/ yoksulluğundan öğrendi”
derken yalnızlığı anlatıyor. Bedriye
Korkankorkmaz’ da yalnızlık fiziksel bir
yalnızlık değil. Onun yalnızlığı insansızlıkla beslenmiş bir yalnızlık. Dost
sandığının dost olmadığını anlamanın insana
verdiği yalnızlık. Aristoteles geldi aklıma. Aristoteles’de değişik dostlukları anlatıyordu Cengiz
Gündoğdu. Üç tür dostluktan söz eder
Aristoteles.Haz dostluğu, çıkar dostluğu,yetkin dostluk. Bedriye
Korkankorkmaz’ın şiirinde sözünü ettiği
“ çıkar dostluğu”. Aristoteles “çıkar
dostluğu “ der bu duruma. Çıkarı bitince dostlukta biter. Çıkar
dostlukları insanın kanını emer. Çıkar dostları zor günlerinde yanında olamaz.
Çıkarları değişince bir yana atılırsın sen de. Açıkça söylemek gerekirse
ihanetle tanışırsın. İhanet, insansızlığın dışavurumu. Bedriye Korkankorkmaz
ihaneti biliyor.
Bedriye
Korkankorkmaz sorgulayıcı yanını
şiiriyle de dışlaştırmış. “ yazgım mı bilincim mi/ neyi sorguluyorum/ sen yaşamın armağanı
/unutamadığım”Unutamadığına yaşamın
armağanı demek şair kadının olgunluğudur.
Bedriye
Korkankorkmaz’ın şiirlerinde güçlü
anlaşılmak isteği, kadının yaratıcılığını anlatabilmesinin önündeki engeller dile gelir. Çocuk, barış,
ana izleği sevmekle bütünleşir. Zengin iç dünyası yalnızlığından besleniyor.
Yaratıcılığını anlatabilmenin önündeki
engeller günümüz şair kadınının sorunudur. Şair kadınlar anlaşılmak için yanıp
tutuşmaktadır. Onları anlamaya çalışan küçük bir çaba bile
yaratıcılıklarına güven duymalarını
sağlayacaktır.
Bedriye
Korkankorkmaz’ın şiir yolculuğunu
sürdürmesini isterim. “gizil bir ülkeyim/
ülkelerin ülkesi/ bütün denizlerin dağların/ ovaların ve bütün
halkların” diyen şairden yeni
şiirler beklemek şiir okurunun hakkıdır.
Kendini
yaşadığı dünyaya ve çağına bağlı
duyumsayan şair varoluşunu şiirleriyle
derinleştirmenin yollarını
aralamıştır.
Bedriye
Korkankorkmaz, Yaşamak Çocuğum,Amrgi,Birinci Basım,İstanbul,Aralık 2010.
BEDRİYE
KORKANKORKMAZ
M. SADIK
ASLANKARA
12
Temmuz 2012, sayı 1169
Bedriye
Korkankorkmaz, Kitaplarla Söyleşi ( Cangöz, 2011) adlı kitabında başlıktaki artalan yoğunluğuyla dikkati
çekiyor ilkin. Öyle ya, ne demek “
kitaplarla söyleşi”? Gerçekten Korkankorkmaz,
kitabında Gide ,Dostoyevski, Kafka, Proust,Tolstoy vb. yazarların yapıtlarından kalkarak bu yazarlarla
yaptığı söyleşileri bir araya getiriyor bir bakıma. Nasıl bir söyleşi peki
bu ? Yapıtlardan yola çıkarak düşünsel içkinleşmeye ulanan bir yapı söz konusu burada.
Yazar,
yorumlarken yeniden yaratmaya
girişiyor bir bakıma ;ne ki düşünsel ,
sanatsal özle sınırlı halde biçem, kurgu
vb. yanlara yönelmekten alıkoyuyor
kendini. Diyeceğim çekinik bir
tutum gözleniyor yazarda. Sanki
söyleşirken biraz ileri gittiği korkusu
duyuyor o da orada bırakıveriyor
sözün ucunu. Alçakgönüllü
bir tutum kuşkusuz;
oysa düşünsel , sanatsal düzlemde
yazarla yapıtları üzerine tartışmalara
dalmanın kime ne zararı
dokunabilir?
Korkankorkmaz, her tümcesinde kitapla sürdürdüğü söyleşiye ne denli hazırlandığının ipuçlarını da döşüyor bu arada.
Biz onun tümcelerini okurken
söyleşisini sürdürdüğü kitaba değin dikkate değer hemen
her ayrıntıyı içselleştiriyoruz
kendiliğinden. Bu yolla yazarın kitaplar
üzerine, nasıl bir yaklaşım mantığıyla
yoğunlaştığının , buna dönük
emeğinin de izini sürüyoruz
kolayca…
Örneğin bir yerinde kitabın Korkankorkmaz ,”
Yazarın sanat anlayışı üzerinde
çıktığım yorucu, bir o kadar da insanı
eğiten yolculuktan edindiğim izlenimi sizlerle paylaşıyorum” (55) deyiveriyor. Yazılarını yapılandırırken yaslandığı yöntemi ortaya döküyor böylece.
Sonuçta
alılmamak amacıyla yazınsal eleştiriden
giriş yapmak isteyenler için Asuman Kafaoğlu-Büke ile Bedriye
Korkankorkmaz’ın yapıtlarını arka arkaya
, yan yana okuyarak güzel bir dünyaya
dalınabilirmiş gibi geldi bana.
Okurunu
yazınsal düzlemde zenginleştirmeyi bu iki kitabı birlikte okumak, şu dar
zamanların dünyasında insanı nasıl mutlu ediyor, nasıl uçuruyor…
RUHLARLA SÖYLEŞİ
BEDRİYE KORKANKORKMAZ
Camgöz Kitap,
2014,309 Sayfa
Cumhuriyet Bilim
Teknoloji
21
Mart 2014. Sayı 1409
Yazar
Bedriye Korkankorkmaz Ruhlarla Söyleşi eserinde , çok ilginç ve etkileyici
bir şey yapıyor: Önce büyük düşünürlerin
ve şairlerin yaşamlarını öğreniyor , onları yakından tanıyor, , sonra da
artık hayatta olmayan bu yazarların hayatlarına giriyor. Onları yaşamları içinde
izliyor ve üstelik bununla da kalmayarak yaşamlarına katılıyor. Onlarla
birlikte yaşamaya başlıyor ve belki de en önemlisi onlarla sohbet ediyor.
Korkankorkmaz’ın
yaşamlarına karıştığı yazarlar ve düşünürlerin bazıları şunlar: Witold
Gombrowicz, Thomas More, Marie Grubbe, Kleist , Balzac, Jack London, Charles
Dickens, Stendhal, Gustave Flabert, Hernik İbsen, Moliere, Sigmund Freud,
Charlotte Bronte, Metin Altıok, Fuzuli, Pir Sultan Abdal, Pablo Neruda.
Yazarın
eserini son derece ilginç kılan şey ise
elbette bu çabasında çok başarılı olmasıdır.
YAŞAMAK ÇOCUĞUM
Vecihi TİMUROĞLU
“Yaşamak Çocuğum” Bedriye Korkankorkmaz’ın yapıtı. Bedriye Korkankorkmaz
anımsadığım değiniyle Metin Altıok ‘un
(1941-1993) sezdiği ve yönlendirdiği
bir şair. Bir bakıma şiiri imgeye boğuyor.
Felsefe, bir görüngünün insan tarafından algılanışı, onun, insan bilincinde oluşan
somut tasarımı, bunların dayandığı görsel, işitsel, dokunumsal hatta öteki duyumsallıklar, görüngülerin
türsel özellikleriyle ilgili soyut kavramlar, “imge” kavramıyla ifade edilir.
Sanatçı (şair, müzikçi, ressam, yontucu,
öykücü, dansçı vb.) yaşam görüngüsünün, salt insan bilincindeki
yansımalarını yapmaz, onları,
özdeksel (maddi) gereçleriyle
yeniden yansıtır. Şair için, özdeksel
gereç “ söz” dür,
müzikçi için de “ses”.Şair ve
müzikçi, kaynağında, havanın sesyolundaki titreşimi olan sesi
ve dil yetisinin kişisel istenç
ve eylemleriyle özdeşleşen bireysel yanını ifade eden “söz”ü
birlikte kullanırlar. Şair,
söz sanatının, müzikçi de
ses sanatının yaratıcısıdırlar.
Ne ki, şair, sözcüğü ve sözü temel
alırken , müzikçi, sesin fiziksel niteliklerini anlaksal bir üretimle
duyumsallaştırır. Şair de, sözün
ve sözcüğün anlakta öznel
biçimlenmesini geliştirir. Bu yüzden, şiirsel deyişte, sesin tartımından
vazgeçemez. Müzikçi, şarkıda bile sözün
anlamıyla yakında ilgili değildir.
Sanatçılar, “gerçekçilik” in her
görüngüsü (fenomen) için ırasal ( karakteristik olan ) “ bireysel ve
genel boyutların birliği”nin karşılıklı
girişiminde yaparlar yansıtmalarını.
İnsanı, başka canlılardan ayıran türsel nitelikler, her çağın insanına özgü (toplumsal
üretim biçiminden kaynaklanan ), hatta belirli bir halkın niteliklerine özgü düşüncede tasarlanabilir. Ne ki, salt insan
ya salt Türk , salt Germen, salt Acem
olan bir imge yaratılamaz. Böyle düşünürsek, bir yordam ( tarz) çıkar ortaya.
Sanatta insan imgesi, çok
sayıda bireysel boyutları
ve somut çevre ayrıntıları olan “tekil insan” yoluyla
çıkar ortaya. Örneğin, sıradan
insanın kullandığı dilin içerdiği anlam, şairin
dilindeki anlamla özdeş değildir. Bir başka deyişle, günlük gereksinimlerimizi içeren “konuşma dili” ile “şiir
dili”ni ayıran nitelik budur. Korkankorkmaz
şiir dilini özümsemiş.
oturmuş bir duvarın dibinde
bildiğim
kuş dualarını okuyorum
okulların
önünden geçiyorum
çocuklar
tanımıyorlar yalnızlığın
öğretmenini
İmge,
yaşamı özgün yansıtmak için yapılır. Bir yaratış sorunudur. İmgenin bir yorum
olduğunu değil, bir yansıtma olduğunu düşünürüm. Bilimsel imge somuttur,
gösterime ve deneye dayanır. Kaynağında, bilim yapmak, soyutlama yapmaktır. Soyut kavramlara ve çıkarsamalara dayanan yargıları dolaysız kavranabilir, görülebilir yapmak için, bilim, imgeleme başvurur. Bilim, genelleme yapar.
Genellemeleri kanıtlama, görselleştirmeyle olanaklıdır. Bilimsel imge, bu nedenle, “görselleştirici”, bir başka deyişle “sergileyici”dir. Örneğin, Türkiye’nin
bugün yaşadığı sorunların nedenlerini araştıran
bir toplumbilimci, ülkemizdeki feodal
ve sermayeci üretim biçimleriyle, bu
karşıt biçimlerin sonuçlarını, somut
görüntülerle, yaşam biçiminin
betimlemeleriyle, filmlerle, tablolarla görselleştirir. Tekil görüngüleri, genelleyerek gösterir.
Bilim
adamlarının ( bilim yapan kadınlar da bulunduğundan, bilim adamı kavramını bilim insanı diye yazıyorlar şimdilerde; bilim adamı, dilimizde kavramlaşmıştır, bu kavram, kadını da kapsar, bu yüzden, bilim insanı
kavramı-nı kullanmıyorum) sapladıkları
yaşam görüngüleri, gerçekte var olan ya da geçmişte
var olmuş belgelere dayalı görüngülerdir
ve de “ tipsel”dirler. Bilim
adamlarının sergiledikleri,
gösterdikleri tipsel görüngülere,
bireysel yaratılarını ekleme hakları yoktur. Bu, düşlemlerinden yararlanamazlar anlamına gelir. On-lar, salt
var olanı göstermek zorundadılar. Bilim adamı, deney alanına (gözlem
içinde) indiremediği görüngüleri, ancak, bir varsayım olaral ileri sürebilir.
Var-sayımlarını görselleştirmeden “
gerçeklik” e varamaz. Bilimin imgeleri ,
coşkusal anlatım gücünden yoksundur.
Genel, kesin ve asal nitelikleri
gösterebilir ancak. Demek, bilim adamı
,”nesnel olmak zorundadır”.
Toplumbilimciler,
ekonomiciler, haberciler, insan ve doğa
konulalarıyla ilgilenen
kimseler, görselleştirme yöntemini
seçerler. “ Tablolar, çizimler, resimler”,
haber yapımcılarının topluma güven vermek için başvurdukları
yaşam görüngüleri de,
görselleştirme yoluyla yapılan
imgelerdir. Ne ki bu imgeler, anlaksal( zihinsel) değiştirme yoluyla yükseltilemezler. Nesnellikleri
ve somutlukları zorunludur.
Haberci, yorumlarını bile, nesnel görüngülere dayan-dırmalıdır.
Kimileri, kimi yaşam görüngülerini, tipsel oldukları için değil, yinelenemez
bireysellikleri yüzünden sergilerler. Bu
tür imgelere “ olgu sap-tayıcı imgeler “ denir. “Olgu” düşünülmüş olanın
karşıtıdır. “Gerçek” i yani
olmuş olanı gösterir. Bu tür imgelerle, gündelik yaşam saptanır. Kişisel
tutumlar, davranışlar, eylemler yansıtılmış olur. Kimi toplumsal önemi
olan olayları, kamunun belleğinde diri tutabilmek için,
olgucu imgelerden yararlanılır. Örneğin Kurtuluş Savaşı”na özgü anılarda , bu tür imgeler görülüyor.
Ancak bu tür imgeler, yinelemez
bireyselliği yansıtmalıdır. Bu niteliği taşımayan imgeler, olgu taşıyıcı imge sayılamaz. Çünkü, olgu taşıyıcı
imge, yinelemez bireyselliği yansıtıyor, öylese değiştirilemez. Bilimsel haber amaçlı ve olgu taşıyıcı imgeler, bulucu nitelikler
taşırlar, ancak “yaratıcı” nitelik
taşımazlar.
Çünkü
bu imgelerde “ düşlem”e ( fantasy, hayal) yer yoktur, salt var olanı görselleştirirler.
Düşlem, ancak, sanatsal imgelerde söz konusudur.
Sanatçılarda, yaşam görüngülerini yansıtırlar. Hatta,
bunları toplumsal ilgiye , toplumsal eğilime ve değişime koşut
, belirli bir öğretiye dayanarak
yansıtırlar. Bedriye
Korkankorkmaz, toplumsalcı öğretiye bağlı, öğretiyi özümsemiş bir şair.Yaşam görüngülerini, bu öğretiye koşut yansıtmaya özen gösteriyor. Onların daha
tipsel olmasını sağlamak için, o
görüngülerin bireyseliklerini değiştiriyor:
kent
aksanıyla konuşanlar köylü sesimi duymuyor
kentlinin
kentliyi taşra sayma hevesleri
büyük
şanlar verilmiş sonradan görmeler
bilmezler hangi savaşımdan geldiğimi
gülün
devri lâle devri altın devri gömüldü tarihe
yirmi
birinci yüzyılda evler evlerin balkonuna taşınıyor
sınır
ötesi bekçileri kol geziyor
kentsoylu
ölmek yeni ülkü
çağın
gerçeklerine asiyim
asilerin hayat arkadaşıyım
oyun
arkadaşıyım kendimin
anlayın
beni yoldaşlar (Yaşamak Çocuğum, s. 20
“kentsoylu
ölmek”, yaşamın yeni bir tipselleşmesidir. Bu yaratışta, yeni yaşam biçiminin asal niteliklerinden biri,
yapıntılı ( fictive, farazi) biçimde yansıtılmış. Yeni yaşam biçiminden bir durum, yeni biçimlere büründürülmüş. Algılanan yaşam
biçiminin görüngüleri, şairin anlağında yeniden güçlendirilmiş biçimde yansıtılıyor.
Sanatsal imgelerde,
bir coşkusallık vardır. Tipsel
yaşam görüngüleri, bireysel
yaratının özgünlüğü dışında, belirli ülküleri, toplumsal çıkarları, sınıfsal dönüşümleri, duygulara, duyarlıklara,
düşünlere iletirler. Şair, bu işlevini
yaparken, coşkusal yaklaşımını da yansıtır.
Özellikle, imgenin coşkusal
niteliği, yapıtın içeriğini de belirler. Sanatsal imge, genelleme kuramıyla
bağdaşmaz, bireysel yaratışı yansıtır.
gizil
bir ülkeyim
ülkelerin
ülkesi
bütün
denizlerin dağların
ovaların
ve halkların
Bu
dizeler, sanatsal imgenin özgünlüğünü
gösteriyor. Özgünlükler, yaratıcısının içinden çıktığı toplumun tarihsel
birikiminden, bu birikimin özümsenmesinden, özümsenmiş ekinin( kültür) içselleştirilerek zaman içinde
ayrımlaşmasından kaynaklanmaktadır. Yaşamak Çocuğum, Bedriye Korkankorkmaz’ın
içselleştirdiği bir ekinin dilini içeriyor. Yeni bir şiir tadı.
*Vecihi
Timuroğlu yazdı: Yaşamak Çocuğum. Bedriye Korkankorkmaz, Amargi Yayınlar.s.79,İstanbul 2010.
İlk
Yayım: Berfin Bahar Dergisi. Temmuz 2011,s. 58-59.
Şair ve yazar Bedriye Korkankorkmaz’ın
yeni şiir kitabı Paslı Deniz, ArtShop Yayıncılık tarafından yayınlandı.
Şiirlerinde genel olarak “insan”, “aşk”, “ölüm” temasını
işleyen Korkankorkmaz, toplumsal olanla bireysel olan arasında sarsılmaz bir
denge kuruyor. Paslı Deniz, yaşadığımız şu zorlu günlerde bize bir kez
daha insan olmanın, sevmenin önemini anlatacak bir kitap.
Bedriye
Korkankorkmaz
19
Haziran 1965’te Bingöl’de doğdu. Şiirleri, öyküleri, kitap tanıtım yazıları,
şiir üzerine yazdığı yazılar ve söyleşileri, Cumhuriyet Kitap, Öteki-siz,
Budala, Mortaka, Kavram Karmaşa, Kül, Genç Kalemler, Lacivert, Berfin Bahar,
Hayvan, Ünlem, Güzel Yazılar Andız, Kendi, Damar, Bireylikler, Çağdaş Türk
Dili, Pencere, Öğretmen Dünyası, ABC, Ardıçkuşu, Aykırı Sanat, Papirüs, Kuvay-i
Milliye, Virgül, Kültür Çağlayanı, Parşömen, İnsancıl, Her şeye Karşın,
Afrodisyas, Güncel Sanat, Evrensel, Kanon 2010, Şiirden Amanos Yazıları,
Koridor, Emeğin Sanatı, Kıyı, Yaba, Süveyda Edebiyat, Edebiyat Nöbeti,Çini
Kitap, Telgrafhane Aydınlık Kitap, Mühür, Patika, Sarmal Çevrim, Sancı,
Düşünbil ve Güney gibi dergilerde yayımlandı. Yapıtları : Vecihi Timuroğlu
Kitabı, Yayına Haz. Bedriye Korkankorkmaz, Nazire Akbulut, A.Alper Akçam,
Munise Yıldırım. Yom Yayınları. Yaşamak Çocuğum (Şiir) Kitaplarla Söyleşi
(Deneme/ İnceleme/Biyografi) Ruhlarla Söyleşi (Deneme/ İnceleme/ Biyografi)
Tinsel Söyleşiler (Deneme/İnceleme/Biyografi)
Ödülleri:
68’liler Birliği Vakfı tarafından düzenlenen şiir yarışmasında “Başarı Ödülü”
(1998) —İnsan Hakları Derneği tarafından düzenlenen şiir yarışmasında “Övgüye
Değer Ödülü”. ( 1998)
PASLI DENİZ
var gibi göstermedim
olmayanı
bakışlarınızın
pasıyla yıkadım yüzümü
binlerce pıtrak
yapıştırdım dilsizliğime
ruhumda dile geldi
susan bakışlarınız
benim içinizde
yaşadığıma
yalnız sözcüklerim
tanıklık edecek
sokakların gölgesine
gömdüğüm yalnızlığım
harflerin öğütmediği
adımı şiirlerimle parlat
öyle bir yere vardım
ki kendimde
nesneler insanlara
dönüştü gözlerimin önünde
gülüşüm
bakışlarınızda esen rüzgâr
aşınmış denizlere
koşan ırmaktır
ey doğduğum
topraklar
ormanlar utandı
köklerimin çıplaklığından
ben ne yüzmeyi
bilirim ne unutmayı sevdiklerimi
taş kesilmiş ruhumun
paslı denizi bile yosun kokar
“Paslı
Deniz” olur mu? Olur. Şair onu da arar bulur, bulamazsa da yapar… Bedriye
Korkankorkmaz böyle bir denizi bulmuş ve kitabına da ad etmiş. O kitap Artshop
Yayınlarından. “annemin kızlık aynasından görüyorum hayallerimin günahlarım
kadar akıl dışı olduğunu bir gülün
güzelliği ile büyülenen hileli duygularım gençliğim uyuyor kuruyan her gül
yaprağında” Hesaplaşma dizeleri… Özüyle, özgesiyle ve özellikle de geçmişiyle…
Bedriye Hanım’ın öteki şiirlerinde de bu hesaplaşmaları görüyoruz. Yaşam, ölüm,
anılar ve doğa ile derin hesaplaşmaları var. Bu hesaplaşmaların verileri
ihanet, acı hüzün, düş yıkımları, adaletsizlikler ve ayrılıklar… Aşk da var
elbette kutsal, keskin, özgün ve coşkulu: “dilsiz hasretimsin sevgilim
kadınlığımda bin kadın yaşar beni tutkunla öyle biçimsizleştir ki bir daha
kimse sevmesin senin kadar” “yokuşlarını çıktığım sevgilim ruhun sağ bırakmaz
beni senin için dünyaya ikinci kez geldim alma benden yaralarımın intikamını”
Ninnilerin içine gizlenmiş çığlıkları var Korkankormaz’ın, bir ültimatom gibi
yüklemiş dizelere: “Anadolu gibi üşürüm tandırda bile gülümsemelerim sürülmüş
tarlalar gibi bereketli özgürlüğümü bekliyorum yasak kitaplar gibi ateşin
içindeki duman gibi sesleniyorum insanlara kıtlık günlerine açık kapımı rüzgâr
da çalmıyor saza söze dağa taşa böceğe ihanet etmiyorum duygularımı
yaşadıklarım yıkar, güneşin dallarına asar bilmediğim ninni yoktur uyuturken
ağıtları ben de bir zamanlar çocuktun ey rüzgâr senin gibi esip tozardım
hayatımın içinden sıra dışı bir hayatım olmadı bildik ve masum bu yüzden
bilmediğim ninni yoktur uyutacak sözcüklerimi” Bedriye Korkankorkmaz has şair,
çizgisini ve biçemini bulmuş, daha derinlere de dalabilir, dalsın istiyorum,
daha nitelikli ürünler çıkacaktır.
ÖLÜMSÜZ
KARANFİLLER Bedriye Hanım’ın elimdeki ikinci kitabı bir düzyazı, deneme-söyleşi
türü bir kitap. İzan Yayıncılık yayını. Deneme-söyleşi… Kimlerle söyleşi?
Görmedikleriyle, hatta yaşamayanlarla… Onları ünleri, yapıtları ile tanıyor,
düşünüyor, düşlüyor, sonra onları alıyor karşısına, onların yerine geçerek
sorular soruyor, onların ağzından da yanıtlıyor. Kimler yok ki? Ünlü sinema yönetmeni
Tarkovski, Victor Hugo, Samuel Beckette, Lessing, Çernişevski, Gonçarov,
Lermantov, Puşkin, Turgenyev, Anton Çehov, Nikolay Gogol, Audrey Hepburn, Henry
Miller, James Joyce, Edit Piaf, Dickonson ve daha niceleri… Bir dünya edebiyat
ve sinema turu yaptırıyor Bedriye Hanım okurlarına, bu tur bilgi ve ilgi dolu.
Bu turu geçenlerde büyük değişimler olacağını rahatlıkla söyleyebilirim.
Okursanız bana hak vereceksiniz. Bu kitaptan birkaç not da vereyim ilginizi
kamçılayacak. Sözgelimi Edith Piaf diyor ki “Erkekler beni fethettiklerinde bir
toprak gibi kullanıyorlardı. Dickonson diyor ki “Şiirlerimin sadece 10 tanesi
yayımlandı.” Henry Miller diyor ki ilk aşkı için “Ona meftun olduğum için ondan
kaçtım.” Puşkin, gençliğinde zencilere özgü sevişme tekniklerinden söz edermiş
ve kazandığı altın paraları ırmağa fırlatmaktan gurur duyarmış. Ve daha neler
neler… 335 sayfalık bu yapıtı ilgiyle okuyacağınıza inanıyorum.
DEVAMI
İÇİN TIKLAYIN
►►►https://www.bayburtpostasi.com.tr/pasli-deniz-ile-olumsuz-karanfiller-makale,7915.html
KAYNAK: Cazim Gürbüz / Paslı Deniz (Bayburt Gazetesi,
02 Şubat 2021)
Ozan, yazar
Bedriye Korkankorkmaz 1965 Bingöl doğumlu olup şiir, deneme-inceleme
yapıtlarıyla
tanınır. “Sis” yazarın ilk romanıdır ve yaşamından izler taşır. Yazar,
benöyküsel bir anlatımla sürdürür romanını. Başkişi Sis, Kars’ta geçen
çocukluğunu, İstanbul’daki okul yıllarını, evliliğini, edebiyat öğretmenliğini
ve sonraki yaşamını etkileyici bir dille, “sözcüklerin büyülü dünyasında”
yansıtır.
Kars’ın
kenar mahallesindeki ailenin yoksul yaşamı, geleneklere bağlı babanın kızı
Sis’in okumasına karşı çıkması, Sis’in direnerek yatılı okul sınavını kazanarak
okuma kararlılığını göstermesi, okul yıllarındaki başarıları okuyucunun
ilgisini çekecek niteliktedir. Sis’in yurttaki, okuldaki taşralılığı, yalnızlığı
yürek burksa da o, sorunların üstesinden gelir. Annesi, babası ölmüş, amcasının
elinde büyümüş olan okul arkadaşı Emine’yle arkadaşlığı sorunları çözmede
yararlı olur. İstanbul’da yaşayan amcası Hulusi’nin ve eşi Arzu’nun desteği de
okul yıllarında ve sonraki yaşamında önemlidir. Babası Kars’ta traktörle kaza
yapar, annesi ve iki erkek kardeşi ölür. Tek başına kalan babasını zor durumdan
Almanya’dan
dönen halası kurtarır. Halası her konuda Sis’ten yardımını esirgemez. Aile dayanışmasına
iyi bir örnek oluşturur. Sis, arkadaşı Emine’yle lise ve üniversite yıllarında
başarılı olur.
Edebiyat
Öğretmeni olarak Bingöl Lisesine atandığında amacına ulaşmıştır. Yalnız
yaşadığı aşkından büyük darbe yer. Emine, arkadaşı Cihan’la iyi anlaşıp
evlenirken, Sis, avukat olan Can’la ilişkisinden büyük yıkımlar yaşar. Bunda
Can’ın 12 Eylül’de gördüğü işkencelerin ve ihanetlerin payı vardır. Çocukluk ve
gençlik aşkı Ömür’ü unutamaz, Sis’i de evlendikten sonra aldatır. Ondan iki
çocuğu olduğu halde Ömür’le sevişirken karısı Sis’e yakalanır ve boşanırlar.
Can, Ömür’le evlenir. Ömür, Can’ı evlilik süresinde aldatır. Can yeniden
bunalıma girer. Emine ile Cihan, en zor zamanlarda bile Sis’i yalnız bırakmaz.
Her konuda yardımcı olup gerçek arkadaşlıklarını gösterirler.
Yaşam
savaşını kazanmak için Anlatıcı Sis, Edebiyat Öğretmeni olarak iyi bir
örnektir. Yoksul kız öğrencilere karşılıksız ders vererek onların yaşama
tutunmalarını sağlar. Yazmaya olan tutkusunu sürdürür. “Yaşamak Çocukluğum”
şiir dosyasıyla ödül alır. Romanda, Can’ın eşi Sis’i kıskanması, bunun yanında,
Sis’i aldatması karşıtlık içinde işlenir. Eşler arasındaki gerilimler, Can’ın
onlarca kez özür dileyerek Sis’e sığınmak istemesi, ısrarcılığı ve bağışlansa
da yine aldatmayı sürdürmesi düşündürücüdür. Sis, yaşam savaşını kazanmak için
aşkını yüreğinde taşır. Can’dan boşanıp aşktan kurtulur. Sis’in gözlerindeki
sis perdesi kalkar böylece. Temiz bir vicdan ve onurlu bir geçmişle sözcüklerin
büyülü dünyasına girerek yazmak tutkusunu sürdürür.
Bedriye
Korkankorkmaz, Sis romanında yalın, akıcı bir dil kullanır. Geleneklere bağlı
toplumun baskılarından kurtulup yeni bir yol çizmek isteyenlerin önünü açarken
kişinin kendisine güvendiğinde başarılı olacağını gösterir.
(*)Sis-Bedriye
Korkankorkmaz, Roman, İzan Yayıncılık, 2021, 260 s. (Berfin Bahar, Mayıs 2021 YazıTarihi
: 23.06.2021
Önemli not: şair/
yazar / eleştirmen Hasan Akarsu'ya yürek dolusu teşekkür ederim. en derin
sevgilerimle.
Bedriye
Korkankorkmaz’ı, günümüz dergilerinde yayımladığı şiir ve yazılarından
tanıyoruz. Korkankorkmaz, 1965 Bingöl doğumlu. Mersin’de yaşıyor. Şiirlerini
topladığı kitabına Yaşamak Çocuğum adını vermiş. Yaşamak Çocuğum, bir ilk
kitap. Bölümlere ayrılmamış. Başka bir deyişle, tümü bir bölüm olarak
düşünülmüş. Kitapta elli şiir var.
Yaşamak
Çocuğum’un başat izleği yalnızlık. “Yalnızlığım” adlı şiirde, şu dizeleri
okuyoru...z: “gecelerin yasak aşkı yalnızlığım/ yıllar yılı/ acıyla/ sabırla/
sadakatle karşılar beni” (s.78). Korkankorkmaz, kendi acılarını geriye
çekmesini bilir. O, kendinden çok başkalarının acılarını, yalnızlıklarını
önceler. Şu dizede olduğu gibi: “kendi falıma bakamıyorum insanlığın falına
bakmaktan” (s.19). “çalsam oynasam/ dert etmesem aç çocukları” (s.25 dese de
yapamaz. Dizelerinde sadece aç çocuklara değil; işsizlere, toplumdaki
aksaklıklara, çarpık davranışlara da yer verir. “son nefesine dek”,
“insanoğlunun kara yazgısını yenmek ist”er (s.12). Korkankorkmaz’da toplumsal
sorumluluk çok önemlidir.
Bedriye
Korkankorkmaz, “her günü bir armağan gibi yaşa”r (s.19). “yalnızlıkla
olgunlaşmış bir kadın”dır o; “her gün soylulaşan” (s.41). “her ateş kendi
harında külleniyor”dur (s.43). “ev giysilerimin dışında/ bekleyenim yok benim”
(s.47) çığlığını bırakır. Onun her edimi, “insan için”dir (s.67). “sayıların
dili gibi yalansız”dır “düşleri ve düşünleri” (s.68). O, “bütün acıları
unut”muştur. “unutulmayan işkencede ölenler”dir (s.68). Ona göre, “yaşamın gizi
aşkta”dır (s.32). “kitapların yakıldığı dönemlerde”, “bir gülün gölgesine
sığın”mıştır (s.36). İster ki, “kulluk silinsin kitabından insanlığın” (s.33).
Umudunu yitirmez. “güzel günler davetsiz gelin gibi gelecek”tir (s.11).
Korkankorkmaz’ın
Yaşamak Çocuğum’unda sık geçen ya da dikkati çeken sözcükleri şöyle
sıralayabiliriz: acı, aşk, ayrılık, bakire, bekâr, bekâret, cehennem, cennet,
coğrafya, çocuk, dul, düş, ekmek, emek, gereksinim, güneş, harita, kent, kış,
mezar, miras, onur, ölüm, pranga, ruh, sokak, sözcük, türkü, umarsız, ülke,
üzünç, yalnızlık. Yaşamak Çocuğum’da ak/ beyaz, kara/ siyah, kahverengi,
kırmızı/ kızıl, kükürt rengi, lacivert, mavi, mor, sarı, yeşil renklerine
rastlıyoruz.
Bedriye
Korkankorkmaz dizelerinde başak, çiçek, ekin, fidan, gelincik, gonca, gül,
karanfil, kavak, kimyon, lale, lavanta, menekşe, navruz, papatya, portakal
çiçeği, selvi, susam, tarçın, üzüm, yosun gibi flora ve arı, at, balık, bit,
bülbül, güvercin, horoz, ipekböceği, kartal, karınca, kedi kelebek, köpek
balığı, kurt, kuzu, serçe, yılan gibi fauna elemanlarına yer veriyor.
Korkankorkmaz,
“acemice dikiyorum içimin söküklerini” (s.16) diyor. Ben de Korkankorkmaz’a,
kitaplılar dünyasına hoş geldin diyorum.
*Bedriye
Korkankorkmaz,Yaşamak Çocuğum,Amargi,Aralık 2010, 80 s.
*Afrodisyas
Sanat Dergisi.Kasım-Aralık 2011.Sayı: 30,s.56