Şair ve yazar. 15 Ekim 1958, Çal /
Denizli doğumlu. Balkan İlkokulu ve Balkan Ortaokulu ile Çal Lisesini (1975)
bitirdi. Uşak Meslek Yüksekokulundaki öğrenimini (1978) yarım bıraktı. Çivril
(1981-85) ve Sincan (1988-96) vergi dairelerinde çalıştı.
1996’dan itibaren Sincan Hazine
Avukatlığında memur olarak görev yapıp emekliye (2005) ayrıldı. Çalışmalarını
Ankara’da sürdürdü. Edebiyatçılar Derneği üyesidir.
Edebiyat Çalışmaları:
İlk öyküsü “Bayram Şekeri”, 1983 yılında Denizli gazetesinde
yer aldı. Diğer ürünlerini sonraki yıllarda Dönem, İmece, Temmuz, Varlık,
Dönemeç, Eylül, İnsancıl, Yazıt, Yarın, Karşı Edebiyat, Kum, Lacivert, Milliyet
Sanat ve Cumhuriyet Kitap vb. dergilerde yayımladı. Hasan Ali Toptaş
hakkında, zamanların iç içe geçtiği, düşle gerçeğin birbirine karıştığı,
bilincin farkına bile varılamamış parçalanmışlığının resmedildiği çok katmanlı
-ama hikâyesiz- metinleri ve büyülü diliyle, döneminin yazarları içinde en
özgün ve önemli yazarlarından biri olduğunu değerlendirmesi yapıldı.
Ödülleri:
Toptaş, 1992 yılında Sonsuzluğa Nokta adlı eseriyle
Kültür Bakanlığı Roman Ödülünde mansiyon ve Ölü Zaman Gezginleri adlı
kitabıyla Çankaya Belediyesi - Damar Dergisi Öykü Birincilik Ödülünü, 1994
yılında Gölgesizler ile Yunus Nadi Roman Ödülünü kazandı. 1999’da Bin
Hüzünlü Haz ile Cevdet Kudret Edebiyat Ödülünü, Uykuların Doğusu ile 2006 Orhan Kemal
Roman Armağanını aldı.
Hasan Ali Toptaş İçin Ne Dediler?
“Hasan Ali Toptaş’ın yalnızca
genç edebiyatımızın sınırları içinde değerlendirilmesi doğru değil. Ayrıksı bir
yaratıcılığın sahibi Toptaş. İnsanın yaşadığı yerle kurduğu ilişki içinde
aldığı durumu acıtıcı bir etkiyle veriyor. Gerçekten yaşanabilir olanı
olağandışından beslenerek verirken, gerçek ötesinde kurduğu dünyayı da gerçeğe
dönüştürüyor.. Elbette bütün bunlara olanak veren benzersiz bir dil içinde...
Hasan Ali Toptaş’ı içinden çıkaran kuşağın yakın gelecekte sorgulanabilir
olmaktan çıkıp bütün bir edebiyatı sorgulamaya kalkışacağı, bunu hak edeceği
öngörüsü de bu arada yapılabilir mi?” (Semih
Gümüş)
***
“Dili kullanırken kendine son
derece güvenen Hasan Ali Toptaş bu güveni Bin Hüzünlü Haz’da doruklaştırıyor.
Romanımız boyunca bugünün gerçeklerinden dünün mistisizmine, dünden yarının
çözümlenmemiş dokularına bir yolculuk yapabilmek için yazarın olduğu kadar
okurun da kendine güvenmesi gerekiyor. Bu nedenle de sıradan, ucuz bir dille
popülaritenin içine çekilen günümüz okuruna da pek pirim vermiyor. Toptaş’ın
önemli kaygılarından biridir ticari bir dil yerine, çözümleyici, eleştirici,
üretici bir edebî dili kullanması.” (Aydın
Şimşek)
***
“Asaletli cümlelerine kör bir
kuyuyu ya da sonu görünmeyen bir uçurumu doldururcasına hayal yükleyen Toptaş
acıyı, düş kırıklığını, şüpheyi, hüznü, düş içerisinde uyanışı içimize kazıyor
öykülerinde. Daha düşlenecek çok şey olduğunu fısıldıyor ölü zamanın gezginleri.”
(Erkan Dilek)
***
“Hasan Ali Toptaş’ın
Gölgesizler’i, insanoğlunun bir türlü anlamlandıramadığı, adlandıramadığı ve
elbette ki anlayamadığı gerçeklik ya da hayatın biraz daha anlaşılır kılınmaya
çalışılmasının romanı ve yarattığı gerçeklik tartışmasıyla Türk romanında bir
ilk; bu tartışmayı, birçok bakımdan absürd sayılabilecek köy gibi bir mekânda
ve köylü tipler aracılığıyla iletmeye çalışması ise sadece Hasan Ali Toptaş’a
özgü niteliğiyle gerçek bir başarı...” (Bedirhan Toprak)
ESERLERİ:
Öykü:
Bir Gülüşün Kimliği (1987),
Yoklar Fısıltısı (1990),
Ölü Zaman Gezginleri (1991),
Absürd Öyküler (Metin Kaçan,
Aslı Erdoğan ile, 2003).
Roman:
Sonsuzluğa Nokta (1993),
Gölgesizler (1995),
Kayıp Hayaller Kitabı (1996),
Bin Hüzünlü Haz (1998),
Uykuların Doğusu (2005).
Şiir:
Yalnızlıklar (1993).
Çocuk
Romanı:
Ben Bir Gürgen Dalıyım (2003).
KAYNAKÇA: Yıldız Ecevit / Cumhuriyet
Kitap (sayı: 342, 5.9.1998), Ayten Sönmez / Trompet Olmak İstiyorum! (Virgül,
sayı: 22, Eylül 1999), Aydın Şimşek / Gerçek Bir Yalnızlık (Virgül, sayı. 20,
Haziran 1999), Semih Gümüş / Yazının Cehennemine Yolculuk (Adam Sanat, Nisan
1999), Şükrü Erbaş / Romana ve Hayata Dair Bir Şair: Hasan Ali Toptaş - Gülay
Talaslı / Kendini Yazacak Okurunu Arayan Roman: Bin Hüzünlü Haz - Prof. Dr.
Yıldız Ecevit / 1996’da Yapılmış Bir Söyleşiden Kesitler: Aykırı Bir Trompet
(Cumhuriyet Kitap, 27.5.1999), Eray Karınca / Senfonik Romanlar (Cumhuriyet
Kitap, 17.2.2000), Bedirhan Toprak / Işığın Yeni Hızı... ya da Şairin
Kehaneti! (Virgül, sayı: 35, Kasım 2000), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar
Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli
ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006,
gen. 2. bas. 2007), Fethi Naci / Eleştiride Kırk Yıl, İbrahim Oluklu /
Gerçekçilik Işığında, (Kitap Rehberi, Aralık 2001), Ölü Zaman Gezginleri /
Hasan Ali Toptaş. (Cumhuriyet Kitap, 27.12.2001), Erkan Dilek / Düşlerin
Gezgini (Virgül, sayı: 49, Mart 2002), Mine Söğüt / Hasan Ali Toptaş:
“Yazdıklarım Gövdeme Yakın Olsun İstiyorum” (söyleşi, Kitap-lık, Şubat 2003),
Hasan Ali Toptaş Bir Saklı Adam (hakkında dosya, Yom Sanat, sayı: 12,
Mayıs-Haziran 2003), Mesut Varlık / Söyleşi (Derkenar, Kasım 2005), Necmiye Alpay
/ Radikal Kitap (2.12.2005), İhsan
Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Bir kuşluk
vakti, balkonda oturuyorduk. Sen maviler giymiştin, omuzlarından dökülen
saçların usul usul uçuşuyordu. Yüzüme bakıyordun ikide bir, derime sinen
geldiğim yeri arıyordun belki; ellerimin nasıl el olduğunu, kirpiklerimin
nereye doğru kıvrıldığını öğrenmek istiyordun.
Bense,
büyümelerinden korkarak gözlerimi kapatmıştım. Büyürlerse onlarla birlikte ben
de büyüyecektim sanki. Sonra da, dedelerimden kalan kelepçe ürpertisi bileklerimde
ışıldamaya başlayacak, ruhuma karışan zincirlenmiş köpek ruhu zincir
şakırtılarını işittikçe vahşileşecek, çobansı yanımdan yanık kaval sesleri
yükselecek, ninemin erkek gölgesinde kuraklaşan gözleri gelip gözlerimden
dışarı bakacak ve sesime yüreğimdeki bozkırın sessizliği karışacaktı.
O gün,
Tanrı’nın kendine sorduğu en zor bilmeceydin sen ve ben, çözmek bana düşmüş
gibi sevinçliydim. Çekirdek çıtırtılarıyla kırmızı iğde kabukları arasında
kaybolamayacak kadar güzel ellerin vardı, parmakların her yana dağılan
sorulardı ve küçük değişiklerle süslenemeyecek kadar büyüktün.
Piknik
tüpünün üstündeki çaydanlık fısıl fısıl kaynamaya başladığında, caddeden tank
homurtularıyla trompet sesleri geliyordu. Hatırlarsın, davul gümbürtülerini
İşitmiştik daha sonra; göğüs kafesimizin altında bir yerler zangırdarken, Egeli
zeybeklerin hayata meydan okuyan geniş figürlerini düşlemiştik. Ardından da,
seslerle birlikte pul pul cadde görüntüleri uçuşmuştu üstümüze, kulaklarımıza
doluşarak caddeyi gözkapaklarımızın içinden geçirmişlerdi. Pencerelerde, balkonlarda
ve teraslarda olup bitenleri izleyen ve renkleri sık sık değişip dalgalanan
insan salkımları vardı o sırada. Bando takımının arkasından, kuyruklarına
kırmızı kurdele bağlanan, yeleleri boncuklu atlar yürüyordu. İri gözleri ufuksuzdu
hepsinin, üşengeçtiler ve tarih kitaplarından şahlanarak çocukluğumuzu alıp
cepheden cepheye gezdiren o anlı şanlı atlara hiç benzemiyorlardı.
Sırtlarında, madalyalarının ağırlığından mı, yoksa hatıralarının yorgunluğundan
mı ikiye büküldükleri anlaşılamayan ak sakallı gaziler oturuyordu. Yinelene
yinelene gevşeyen selamlama biçimleri, barut kokusunu unutan kalpakları ve
karıncalanmış mavzerleriyle birlikte bu gaziler öylesine cansız bir tören
havası yaratmışlardı ki, neredeyse kafalardaki “kuvvayı milliye” imgesini
silip süpüreceklerdi.
Gözlerimi
açtığımda, sen dizlerimin dibinde karmakarışık bir bilmeceydin hâlâ ve hiç
kuşkusuz, kendi güzelliğinin içinde yüzüyordun. Aşağıdaki trompet sesleri bir
masal uzaklığının gerisine çekilmişti artık; tanklar öldürme, kurtulma, sevme
ve ezilme duygularının üzerinden geçmiş, sonra vergi memuruyla polis korkusu
yüzünden daralan matbaa kapılarına doğru yürümüş, sonra da kurşun harflerin
kanına karışarak kitap sayfalarına girmişlerdi. Gene de, geçtikleri caddenin
vitrinlerinde temizlikçi çocukların silemeyeceği görüntü artıkları
bırakmışlardı. O görüntü artıklarının gölgesinde dikilecekti artık gömlekler,
kunduracıların alnı o görüntülerin gölgesinde daha hızlı kırışacak,
oymacıların benzi daha derin solacak ve berberlerin elleri zamanından önce
titremeye başlayacaktı. Belki, o günden sonra söylenecek her şarkıda birkaç
notanın tadını kaçıracaktı gökyüzüne asılıp kalan tank homurtuları. Paletlerin
dönüşü, mimarların merdiven çizimlerine bulaşacaktı.
Çayımız
demlenmiş ve sen bardakları doldurmaya başlamıştın. Uçuşan buharlar ellerini
örtmüştü. O sırada, ötüşlerinin yarısını balkonumuza, yarısını tankların
üstüne döken kuşlar geçiyordu çay tepsisinin ışıltılı gümüşünden. Çevredeki
apartmanlara, caddelere, ellere ve omuzlara yağan, kamyonların kasalarını,
kapaksız mataraları, trompetlerin ağzını ve tüfek namlularını dolduran
gökyüzü, her şeyi kucaklamaktan masmavi kesilmişti.
Balkondaki
birlikteliğimiz ayrılığı besliyordu hiç kuşkusuz ve biz susuyorduk. Dalıp
gitmeler, birbirimize doğru eriyip akarcasına gülümsemeler, kirpik düşürüp kaş
kaldırmalar sözlerden daha anlamlıydı. Kuralsız bir tapınışı sürdürüyorduk
belki; çağlar öncesiyle iletişimini koparmamış birkaç hücremizin ilkel
sarhoşluğuna kapılmıştık. Mevleviler gibi dönüyorduk ya da; hem de öyle hızlı
dönüyorduk ki, üçüncü bir göz baksa, durduğumuzu sanabilirdi. Kim bilir,
istesek, zamanın dışına bile çıkabilirdik seninle; çünkü zaman tank paletlerine
dolanmıştı o sırada, gazilerin göz çukurlarına birikmiş, balkonlardan sarkan
kızların meme uçlarında pembeleşmiş, kaldırımlarda alkış tutanların karın
gurultusuna dönüşmüştü. Belki de, atış menzilinin Ötesinde düşler kuran ve
arkadaşlarıyla değil de düşleriyle birlikte yürüyen trompetçi bir askerin
kirpik kırpımıydı zaman. O bunu bilmiyordu ama, et ve kemikti kendi gözünde;
bozkırlara dönecekti bir gün, kulaklarını ot çıtırtılarıyla köpek havlamalarına
yaslayacak ve belki de trompetini özleyecekti. Özleyince de, onun yerine başka
şeyleri sevecekti neden sevdiğini bilmeden. Horozların ötüşünü sözgelimi,
atların kişneyişini, ya da rüzgârların uğultusunu...
Çaylarımızı
içmiş miydik o gün, bilmiyorum. Ben birkaç dakika, birkaç saat, birkaç gün ya
da birkaç yıl sonra ayağa kalkmıştım. Gidiyordum. İçimde, bir bilmeceyi
çözememiş olmanın sıkıntısı vardı. Balkondan salona, salondan antreye, kapıya
ve merdivene yürüdüğümü hatırlayamıyorum şimdi. Yürümemişimdir belki,
balkondan tek başıma, tıpkı bir kuş gibi uçup gitmişimdir. Göğün mavisine
dönüşe dönüşe gözden yiterken, sen bakmışsındır arkamdan. Kim bilir, yokluğumla
düşsel bir boyut kazanan çay bardağımı alıp tepsiye koyarken, belki nereye
gitmiş olabileceğimi de düşünmüşsündür.
Ama,
yalnızca balkondan değil, motor gürültüleriyle sağır, para hırsıyla kör,
teknolojisiyle dilsiz olan ve kurtuluş törenlerine tutsak edilen o şehirden de
gittim ben. Trompetçi askeri hatırlıyor musun? İşte onun düşlerindeyim şimdi.
Uçsuz bucaksız bozkırlarda. Kulaklarımda çınlayan tank homurtularını,
dudaklarımı yoklayan trompet ürpertilerini, adımlarıma sinen postalların ağırlığını
ve bakışlarımı bulandıran mektupsuzluğu buralarda zaman zaman herkese
anlatıyorum ama, o kuşluk vaktinden ve senden hiç söz etmiyorum. Gene de, içtiğim
çaylara şeker diye kimi zaman bir çift balkon attığım oluyor.
Bir kuşluk
vakti'ne gelince; o, odama astığım fotoğrafta öylece duruyor. En önde tank
sürüsü var gene; gıcırdayan paletleri ve şahlanmış erkeklik organına benzeyen
namlularıyla, fotoğrafa bakan herkesin üstüne doğru yürüyorlar. Tankların
arkasında bando takımı var. Giysileri yıldan yıla soldu biraz. Bir zamanlar şehrin
altını üstüne getiren sesleri de, artık kulak kepçelerimi bile dolduramıyor.
Onların gerisinden atlar geliyor. Sırtlarında kimsecikler yok. Ak sakallı
gaziler öldü çünkü; radyolardan ve televizyonlardan isimleri okundukça tek
tek indiler atlarından, titreyerek fotoğrafın kenarına doğru yürüdüler,
kalpaklarına sinen alkış seslerini ellerinin tersiyle sirktiler ve kayboldular.
Bundan sonraki törenlerde, sanıyorum artık herkes başıboş yürüyen atlara
bakarak onların sırtına düşsel gazier oturtmak zorunda.
Tankların,
bando takımının ve atların arkasındaki apartmanların hepsi yerli yerinde duruyor
fotoğrafta; değişen yalnızca sahipleri ve renkleri. Dedelerine, babalarına ve
annelerine benzeyen insanlar sarkıyor pencerelerden.
Balkonlardan
da öyle.
O
balkonlardan birinde sen varsın. Caddedeki bağırsak gurultusunu boğan ve
giderek alışkanlığa dönüşen alkışlara aldırmadan, hâlâ çay dolduruyorsun bardaklara.
Uçuşan buharlar ellerini silmiş zamanın gözlerinden.
Bense, bando takımının İkinci sırasında, gözlerimi sana dikmiş,
trompet üflüyorum.
(Ölü Zaman Gezginleri,2003)
(…)
kitap, ele alınıp bir solukta bitirilemeyecek, ayak üstü okunup bir çırpıda
tüketilemeyecek bir roman. Çünkü, şimdiye dek hiç karşılaşmadığımız sıradışı
bir kurgu. Hasan Ali Toptaş'ın alıştığımız ama gitgide daha da yetkinleşen dil
şenliği içinde imbikten süzülerek damıtılmış bir yoğunluk içinde sunuluyor.
Kapitalizmin,
olabildiğince çok ve çabuk tüketen, sonsuz seçenekler arasından seçip tükettiği
oranda kendini var kılabilen ve hiç doymayan maymun iştahlı insanlar ürettiği
bu toplumda korkarım pek ilgi görmeyecek. Çünkü "Bin Hüzünlü Haz",
özenli ve sağlam Türkçesi ve okuru şaşırtacak kurgusu ile ancak okuma eylemini
ciddiye alan sabırlı okurların keşfedebileceği bir derinlik taşıyor.
Kılı
kırk yaran bir titizlikle, ince elenip sık dokunarak yazıldığı, emek ve sabırla
işlendiği daha ilk cümleden anlaşılan bu roman, çalakalem yazılıp savruk bir
dille ortaya konan romanlardan değil. "Beni en çok suçtan arınmışlığım
tedirgin ediyor." cümlesiyle başlayan roman, okuru bir hortum gibi
yakalayıp kavrayarak, döngüsel bir zamanın, daha doğrusu bir bakış kadar süren
bir anın içine çekiyor.
Hasan
Ali Toptaş'ın en saygıdeğer yanlarından biri de dili kullanmada gösterdiği özen
ve dikkattir. Uzun, çok uzun cümleler kurar; ama asla cümleyi karıştırmaz. Büyük
bir maharetle devirir bir de cümleleri; hızını alamaz da üç nokta ile açık
bırakır bir de uçlarını. Cümleyi okurun düşgücüne teslim eder. Aceleci ve
telaşlı okurlar için çekici bir üslup olmasa da dilini çok başarılı bir biçimde
kullanan Hasan Ali Toptaş'ın ustalığı yadsınamaz. (…)
Hasan
Ali Toptaş gerçek bir dil şenliği sunuyor okurlarına. İkilemelerin yarattığı
bir iç ritmle, zaman zaman bile isteye yinelediği sözcüklerle anlatısına bir
ahenk katan yazar, özenle seçip bilinçle kullandığı sözcüklere yüklediği çok
anlamlı çağrışımlarla da özgü ve şaşırtıcı imgeler yaratarak anlatımındaki
şiirselliği katmanlaştırıyor. Hiçbirini yerinden oynatamayacağınız, kaldırıp
atamayacağınız sağlamlıkta bir yapı kuruyor sözcüklerle. İletmeye çalıştığı
anlamı aktarabileceği ve yerine bir başkasını getiremeyeceğiniz kadar doğru
sözcükler seçiyor, seçeneksiz bırakıyor sizi. Süzülmüş bir sözcük ekonomisiyle
yaratılan sonsuz bir anlam zenginliğiyle baş başa kalıyorsunuz. Dura dura,
düşüne düşüne okuyacağınız H.A. Toptaş eserlerinden sonra Türkçe'nin mantığını
ve yapısını içinize sindirmemeniz olanaklı değil. Dil dağarcığınızın büyüyüp
genişlememesi de. Bütün romanlar için önsöz niteliğindeki "Bin Hüzünlü
Haz", gelecek yüzyılın anlatı alanındaki birçok yeniliğin başlangıç noktası
sayılabilir: Sözcüklerin gücüne, bir kez daha şaşkınlıkla ve H.A. Toptaş'ın
ustalığı karşısında şapka çıkartarak tanıklık etmek için de okunmalı "Bin
Hüzünlü Haz", bu hazdan yoksun kalmamak için.
(Cumhuriyet
Kitap, 27.5.1999)