Düşünür, şair ve yazar (D. 26 Mayıs 1905, İstanbul – Ö. 25 Mayıs 1983, İstanbul). Yazılarında kendi imzasının dışında Ne-Fe-Ka, Hi-Ab-Ko, Ha-A-Ka, Adıdeğmez, Nüktedan, Mürid, Ahmed Abdülhak, Bankacı, Be-De, Neslihan Kısakürek, Prof. Ş.Ü., Tanrı Kulu, Dedektif x 1, Ozan, Ozanbaşı, Hikmet Sahibi Abdi’nin Kölesi takma imzalarını da kullandı. Dulkadiroğullarına mensup Kısakürekler soyundandır.
Çocukluğu,
mahkeme başkanlığından emekli büyük babasının İstanbul Çemberlitaş’taki
konağında geçti. İlköğrenimine İstanbul Büyükdere’de bir mahalle mektebinde
başladı. Sırasıyla Fransız Papaz Mektebi ve Kumkapı’daki Amerikan Kolejinde,
Rehber-i İttihat Mektebinde, Büyük Reşit Paşa Numûne Mektebinde ve ailenin
seferberlik sebebiyle gittiği Gebze’nin Aydınlı köyündeki ilkokulda okudu ve
Heybeliada Numûne Mektebini (1916) bitirdi.
Edebiyat
ve kültür zevkini 1920 yılında bitirdiği Bahriye Mektebinde (Askerî Deniz
Lisesi) aldı. Lisedeki öğretmenleri arasında dönemin ünlülerinden Yahya Kemal
(Beyatlı), Ahmet Hamdi (Akseki), İbrahim Aşkî Efendi, Hamdullah Suphi
(Tanrıöver) vardı. 1921 yılında Darulfünun Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesine
(İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü) girdi. Buradaki
öğrenimini tamamlamadan 1924 yılında fakülteden ayrıldı.
Aynı yıl,
devlet bursuyla yurtdışına gönderilen öğrenciler arasında Fransa’ya gitti.
1924-25 yıllarında Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Paris’te
geçen bohem hayatı sebebiyle bu okulu da bitiremeden geri döndü. 1928-39
yıllarından Hollanda Bankası, Osmanlı Bankası ve İş Bankasında müfettiş ve
muhasebe müdürü olarak çalıştı. 10 Ekim1938’de bankacılıktan istifa etti ve Haber
gazetesinde çalışmaya başladı. Kısa bir süre sonra Son Telgraf
gazetesine geçti.
Zamanın
Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel tarafından Ankara Devlet Konservatuarına ve
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesine öğretmen olarak (1939-44)
tayin edildi. Daha sonra yine Hasan Ali Yücel tarafından İstanbul Devlet Güzel
Sanatlar Akademisinin Yüksek Mimari Bölümüne atandı. Robert Kolejin son
sınıflarında edebiyat öğretmenliği yaptı.
Sonraki
yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı.
1941 yılında evlendiği Neslihan Kısakürek’ten Mehmet (1943), Ömer (1946), Ayşe
(1948), Osman (1950) ve Zeynep (1953) adlarında beş çocuğu dünyaya geldi.
Erenköy’deki evinde vefat etti. Eyüp’teki mezarlıkta toprağa verildi.
Necip
Fazıl, 1931-33 yıllarında askerlik görevini İstanbul’da yaptı. 1936 yılında, on
yedi sayı süren haftalık edebiyat dergisi Ağaç’ı çıkardı. Ağaç,
dönemin kalburüstü edebiyatçılarının toplandığı etkili bir dergiydi. İkinci
Dünya Savaşı’nın koşulları gereği 1942’de kırk beş günlüğüne tekrar askere
alındı ve Erzurum’a gönderildi. Askerdeyken yazdığı bir yazı sebebiyle mahkûm
oldu.
Bu, Necip
Fazıl’ın hayatında önemli bir yer tutan mahkeme ve hapisliklerin ilk
mahkûmiyetiydi. Cezasını İstanbul Sultanahmet Cezaevinde çekti. 17 Eylül
1943’te, adı kendisiyle özdeşleşen Büyük Doğu dergisini çıkarmaya
başladı.
Bu
derginin otuzuncu sayısında yayımladığı “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez”
anlamındaki bir hadis sebebiyle dergisi takibata uğradı ve Bakanlar Kurulu
kararıyla Mayıs 1944’te kapatıldı. Ardından İstanbul Güzel Sanatlar
Akademisindeki görevine son verildi ve ikinci askerliğini tamamlamak üzere
Eğridir’e gönderildi. 2 Kasım 1945’ten 5 Haziran 1978’e kadar günlük, haftalık
ve aylık olarak on altı devre çıkan Büyük Doğu’nun yayınını yaklaşık
otuz altı yıl sürdürdü.
Necip
Fazıl, Büyük Doğu’yla Türk düşünce ve siyasi hayatına doğrudan etki
etti. Büyük Doğu, Batılılaşma sürecini bir sömürgeleşme dönemi olarak
değerlendirdi ve kurtuluşun öz değerlerimizde yattığını, İslâmiyet’in
milletimizin biricik varlık sebebi olduğu düşüncesini savundu. Büyük Doğu,
13 Aralık 1946’da Sıkı Yönetimce ikinci kez kapatıldı. Kısa bir süre sonra,
zaten kapatılmış olan dergide tefrika edilen Sır adlı bir tiyatro
eserinden dolayı mahkemeye çıkarıldı. 2 Kasım 1945’ten itibaren siyasi
suçlamalar sebebiyle mahkeme kapılarını aşındırmak hayatının rutinlerinden biri
oldu.
18 Nisan
1947’de Büyük Doğu’yu üçüncü defa çıkarmaya başladı. Dergi 6 Haziran
1947’de, Rıza Tevfik’in Abdülhamit’in Ruhaniyetinden İstimdat adlı
şiirinin yayımından dolayı mahkeme kararıyla tekrar kapatıldı. Necip Fazıl
yargı sürecinde bir ay üç gün tutuklu kaldı ve beraat etti.
1947
yılında bunlar olurken Sabır Taşı adlı tiyatro eseriyle CHP Sanat
Ödülünü kazandı. Ancak seçici kurulun verdiği ödülü parti genel idare kurulu
iptal etti. Necip Fazıl, 1947 yılında Büyük Doğu’nun kapatılması üzerine
üç sayı süren Borazan adlı bir mizah dergisi çıkardı. Dergisi kapanan ve
işsiz kalan Necip Fazıl, 1948 yılını ev eşyalarını satarak geçirdi. 1949
yılında eşi, üç çocuğu ve kayınvalidesiyle birlikte küçük bir otel odasına
taşındı.
28 Haziran
1949’da Büyük Doğu Cemiyetini kurdu. Şubat 1950’de cemiyet ilk şubesini
Kayseri’de açtı. Büyük Doğu Cemiyetinin Kayseri Şubesinin açılışından
İstanbul’a döner dönmez tutuklandı. 1947 yılındaki beraat kararını temyiz
bozmuş ve karar işleme konmuştu. 21 Nisan 1950’de yeniden hapse girdi. Demokrat
Partinin seçimleri kazanması (14 Mayıs 1950) üzerine çıkarılan af yasasıyla 15
Temmuz 1950’de hapisten çıktı. Aynı yıl Büyük Doğu Cemiyetinin Tavşanlı,
Kütahya, Afyon, Soma, Malatya, Diyarbakır şubelerini açtı. Büyük Doğu’nun
54. sayısındaki bir yazısından dolayı tekrar tutuklandı. Hapishaneden çıktıktan
sonra 26 Mayıs 1951’de cemiyeti kapattı.
Necip
Fazıl Kısakürek, 22 Kasım 1952’de Vatan gazetesinin sahibi Ahmet Emin
Yalman’a düzenlenen suikastla ilişkilendirildi. Azmettirici olarak bu davada
yargılandı. 11 Aralık 1952’de, Yalman suikastı sebebiyle yayımladığı Müdafaalarım
adlı eserinde 1943’ten itibaren başına gelenleri geniş bir biçimde anlattı. 12
Aralık 1952’de başlayan yargı süreci 16 Aralık 1953’te beraatle bitti. 1951,
1952 ve 1956’da Büyük Doğu’yu günlük gazete olarak çıkardı. 1957’de
sekiz ay dört gün hapis yattı.
1959’da
aleyhine birçok dava açıldı. Açılan davaların aleyhte sonuçlanması durumunda
Necip Fazıl’ın yüz bir yıl hapishanede kalması gerekiyordu. Niğde Cezaevine gönderileceği
sırada 27 Mayıs 1960 askeri darbesi oldu. Darbenin ilk radyo duyurularından
birinde zaten çıkmayan Büyük Doğu’nun kapatıldığı ilân edildi. 6 Haziran
1960 gecesi evinden alınarak dört buçuk ay Balmumcu Garnizonunda tutuldu. Darbe
sonrası ilân edilen genel affa rağmen, 5816 sayılı kanun sadece kendisi
aleyhine istisna edildiği için, Toptaşı Cezaevine (15.10.1960) nakledildi ve
bir buçuk yıl daha hapis yattı. 18 Aralık 1961’de tahliye edildi. Büyük Doğu’nun
çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstiklâl, Son
Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Millî Gazete, Hergün ve Tercüman
gazetelerin-de yayımladı.
Necip
Fazıl 1963 yılında konferanslar serisine başlayarak Salihli, İzmir, Erzurum,
Van, İzmit, Bursa’da verdiği konferansları 1964 yılında Konya, Adana,
Kahramanmaraş ve Tarsus konferansları izledi. 1964 yılında Büyük Doğu’yu
on birinci kez çıkarmaya başladı. Bu dönemin ilk sayısında Adnan Menderes için
yazdığı Zeybeğin Ölümü başlıklı şiirinden dolayı takibata uğradı.
1965’te Büyük Doğu Fikir Kulübünü kurarak konferanslarına devam etti ve
Adıyaman, Kahramanmaraş, Burdur, Gaziantep, Nizip, Kilis, Kayseri, Akhisar,
Ankara, Kırıkkale, Eskişehir’de konferanslar verdi. Ankara’da Dil ve Tarih
Coğrafya Fakültesinde verdiği konferanstan dolayı, din esasına dayalı cemiyet
kurmak suçlamasıyla yargılandı. Büyük Doğu’nun 1965 ve 1967 evrelerinde
de birçok defa yargılandı. 1967’de İdeolocya Örgüsü, 1968’de de Vahdettin
adlı eserlerinden dolayı yargılandı. Bilirkişi raporu doğrultusunda beraat
etmesine rağmen, karar temyizde bozuldu. Teknik olarak bu davadan alacağı ceza
1974 affına uğraması gerekirken, eserin 1976’daki üçüncü baskısından dolayı
tekrar takibata uğradı ve bir buçuk yıl hapse mahkûm edildi. 25 Mayıs 1983’te
vefat ettiğinde üzerinde çekilmemiş bir buçuk yıllık hapis cezası
bulunuyordu.
Edebiyat Çalışmaları
Necip
Fazıl, şiir yazmaya on yedi yaşında iken, annesinin arzusuyla başladı ve ilk
şiirleri Yeni Mecmua’da yayımlandı (1922). Millî Mecmua ve Yeni
Hayat dergilerinde çıkan şiirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra, Paris
dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı (1925) ve Kaldırımlar (1928) adlı
şiir kitapları onu çok genç yaşta çağdaşı şairlerin en önüne çıkararak edebiyat
çevrelerinde büyük bir hayranlık ve heyecan uyandırdı.
Henüz otuz
yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile en az
öncekiler kadar takdir toplamayı sürdürdü. Bu kitapla ilgili olarak Ziya Osman
Saba, “Necip Fazıl, belki en büyük Türk şairi değildir fakat, Türk
Edebiyatının en kuvvetli şiir kitabı herhalde Ben ve Ötesi’dir.” değerlendirmesini
yaptı.
Çok yönlü
bir sanatçı olan Necip Fazıl, başta şiir olmak üzere Türk düşünce hayatının
birçok alanında eser verdi. Bir entelektüel olduğu kadar bir ideolog, bir
aksiyonerdir. Yazdığı şiir kadar, çıkardığı dergi ve gazetelerle, kurduğu
cemiyet ve kulüplerle, verdiği siyasi mücadeleyle Türk şiiri ve düşünce
hayatının önde gelenlerinden biri oldu. 1925-32 yılları arasında yazdığı
şiirlerle şiirimizde bir “Necip Fazıl havzası” oluşturdu.
Necip
Fazıl, hece şiiri bağlamında kendinden öncesini içermekle birlikte, bu şiire
yepyeni bir aşama kazandırdı. Şiirimize kazandırdığı aşama, “Han Duvarları”ndan
“Otel Odaları”na, “Çoban Çeşmesi”nden “Kaldırımlar”a, şeklinde formüle
edilebilir.
Bu formül
hem hece şiirine kazandırdığı ivmeyi hem de şiirimize getirdiği modern durumu
gösterir. Şiirleri, özellikle yayın sırasına göre okunduğunda ve kendisinden
önceki hece şiiriyle karşılaştırıldığında, tespit edilmesi gereken ilk husus,
modern unsurun şiirimize Necip Fazıl’la geldiğidir. İkinci olarak, şiirde
konuşan öznenin varlık sancısını dindirebileceği hakikat aranışıdır.
Bu olguyu,
tutunacak bir daldan yoksun, hayatta yapayalnız kalmış modern insanın bu acıdan
çıkış için çırpınışı olarak tanımlamak da mümkündür. Onun şiirine biçimsel
açıdan baktığımızda ise, özellikle “Çile” şiirine kadar, Necip Fazıl’ın
şiirinde bağıran, katı bir kafiye anlayışı göremeyiz. Bu yönüyle de doğrudan
vezne (biçime) bir katkı sağlamıştır. Kafiye daha çok son dönem şiirlerinde
baskın olarak kendini gösterir. Böylece biçim ve öz açılarından şiirimize
katkısı ortaya çıkar.
Tarihsel
süreç göz önüne alınarak Necip Fazıl şiiri bir bütün olarak
değerlendirildiğinde bu şiirin temel unsurunun bir hakikat arayışı olduğu
görülmektedir. Bu arayış bir maneviyat arayışı niteliğindedir. Necip Fazıl’ın
şiiri bu temel unsur sebebiyle, şehir insanı ve şehir hayatıyla zamanına göre
ileri derecede bir bağ kurdu. Bu duygudan çıkış için öne atılan özne, ölüm
meselesi üzerinden maneviyat arayışı dediğimiz hususu gerçekleştirdi. İlk
şiirlerinden “Çile”ye kadar getirebileceğimiz bu arayışın en önemli özelliği;
arayışın verili bilgilerle, önceden kabul edilmiş doğrularla ilerletilmesi
yerine; sezgilerle, öznenin kendi insanî deneyimleriyle ilerletilmesidir.
Necip
Fazıl, anonim (klişe) olanın yerine bireysel (özel dünya) olanı koydu. Bu durum
hem şiirde üslûp meselesinden, hem de bir şairin şiirinde en çok bahsettiği bir
konunun onun kişiliği dolayımında bir özelliği olmasından farklı bir sorundur.
Kişilik dediğimiz husus, konuşan öznenin bir insan teki olarak onu diğer
insanlardan ayırt etmemizi sağlayan kişisel özelliklerinin somut olarak
belirginleşmesidir.
Necip
Fazıl’ın şiirinde dönüm noktası kabul edilebilecek iki büyük atılım vardır.
Bunlardan ilki, 1927’de yayımlanan “Kaldırımlar”,
“Otel Odaları” ve “Sayıklama”dır. Bu şiirler getirdikleri
üç sonuç itibariyle ayrı bir önem arz eder. Birincisi, bu şiirlerle birlikte,
onun şiirindeki modern unsur, bütüne karakterini veren asıl unsur oldu.
İkincisi, Necip Fazıl anonimden, klişeden ayrışmasını tamamladı, kendi özel
dünyasını kurdu. Üçüncüsü, kendi şiiri içinde bir süreç tamamlandı, buna koşut
olarak ortaya çıkan bütünlüklü yapısıyla dönemin şiirinden de bütünüyle
ayrıştı. Necip Fazıl şiirinde modern yaşantı çeşitli unsurlarıyla parça parça
şiire girmek yerine, şiirde işleyen zihnin doğal sonucu, tezahürü olarak
vardır. Fakat bu üç şiirden itibaren modern zihin (çağdaş gerçeklik) şiirin
asıl unsuru oldu. Dördüncüsü, Türk şiiri, gerçek anlamda ilk defa modernizme
adım atmış oldu. İkinci büyük atılım “Çile” şiiridir. “Çile”, onun bu şiire
kadar oluşmuş poetikasının özellikleriyle, “Çile”den sonra yazdığı şiirlerin
özelliklerini kendinde toplayan bir şiirdir. Bu itibarla bu şiir onun şiirinde
merkezî bir öneme sahiptir.
Şiirleri Büyük
Doğu dışında; Yeni Mecmua (1923), Millî Mecmua (1924), Anadolu
Mecmuası (1924-25), Hayat Mecmuası (1928-29), Yeni Hayat, Varlık
(1933), Ağaç (1936), Borazan (1947), Akbaba (1928), Türk
Tiyatro (1935), Gündüz (1937), Türk Edebiyatı (1982); Cumhuriyet
(1928), Hakimiyet-i Milliye (1932), Haber (1939), Son
Telgraf (1939-43), Türk Sesi (1954), Son Posta (1962), Yeni
İstiklâl (1963), Babıalide Sabah (1966-67), Bugün (1966-69), Ufuk
(1970), Dünyada ve Türkiye’de Sabah (1972-73), (1976-77), (1979-80-81), Yeni
İstanbul (1975-80), Millî Gazete (1974-76), Her Gün (1977), Tercüman
(1975-76-78-82), Ortadoğu (1979) dergi ve gazetelerinde yayımlandı.
Necip
Fazıl’ın bir diğer önemli yönü de oyun yazarlığıdır. Hemen tümünde üstün bir
ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza
kazandırması, şöhretinin zirvesinde olduğu 1930’ların ilk yarısına rastlar.
Tohum,
Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri
İstanbul Şehir Tiyatrolarında haftalarca kapalı gişe oynar, büyük bir ilgi
görür. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü
oyunlarındandır.
Necip
Fazıl’ın şairliği ve oyun yazarlığı kadar önemli bir yönü de, çıkardığı
dergilerle düşünce hayatımıza kattığı zenginlik ve bu dergilerde çıkan
yazılarla sürdürdüğü mücadeledir.
1975
yılında MTTB’de düzenlenen törenle 40. Sanat Yılı kutlanan Necip Fazıl, 1980’de
Kültür Bakanlığı Büyük Ödülünü, İman ve İslâm Atlası adlı eseriyle fikir
dalında Millî Kültür Vakfı Armağanını (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün
Hizmet Ödülünü (1982) aldı. Türk Edebiyatı Vakfınca 1980’de verilen beratla
Sultanü’ş-Şuârâ (Şairlerin Sultanı) unvanını kazandı. Doğumunun yüzüncü yılı
olan 2005 yılı, Kültür Bakanlığı tarafından Necip Fazıl Yılı olarak ilân
edildilerek adına birçok etkinlik düzenlendi.
Necip Fazıl İçin Ne Dediler?
“Şiirimize
yeni bir ürperme getirmiştir. Gelecek nesiller bu ürpermenin kudretini
duyacak ve Kaldırımlar şairine tapınacaklardır. Tıpkı Baudelaire gibi
Necip Fazıl’ın da tesiri günden güne artacak ve isminin etrafında kopan velvele
gittikçe çoğalacaktır.” (Cahit Sıtkı Tarancı)
***
“Necip
Fazıl belki en büyük Türk şairi değildir; fakat Türk edebiyatının en
kuvvetli şiir kitabı herhâlde Ben ve Ötesi’dir. Ayak Sesleri’ni, Kaldırımlar’ı,
Otel Odaları’nı, Tabut’u, Noktürnler’i ihtiva eden bu kitap
insanı âdeta sarsıyor. (…) En büyük Garp şairlerinin kitaplarını açınız,
orada (…) mısraları kadar derin mısralara, pek ender, belki
de hiç tesadüf edemeyeceksiniz.” (Ziya Osman Saba)
***
“Her
şiiri hayatından bir parçadır. Bunun için şiirleri masa başında değil,
yaşarken, kaldırımlarda, otel odalarında, kâğıtsız ve
kalemsiz; çünkü evvelâ beyninin siyah tahtasına yazılmış, sonra
kâğıda geçirilmiştir. Her bir mısrası bir şiir mecmuasıdır.” (Peyami
Safa)
“Ben,
kendi hesabıma aşağıdaki altı mısraı, Türkçede ritmin zaferlerinden
biri tanır ve severim: Kim bilir neredesiniz? / Geçen dakikalarım,
/ Kim bilir neredesiniz? / Yıldızların, korkarım, / Düştüğü
yerdesiniz, / Geçen dakikalarım.” (Ahmet Hamdi Tanpınar)
***
“Necip
Fazıl Kısakürek, ilk Cumhuriyet nesli şairleri arasında en trajik veya
daha uygun bir deyimle, en patetik olanıdır. Bu bakımdan o, şiirlerinde
bunalımlarını anlatan son kuşak şairlerine yaklaşır. (…) Kaldırımlar’da
gayri muayyen bir büyük şehirde tek başına kendi trajedisini yaşayan bir
insanın ruh hâli bahis konusudur. Türk edebiyatında ilk defa Necip Fazıl
bu duyguyu dile getirmiştir.” (Mehmet Kaplan)
***
“Cumhuriyetten
sonra da, şiirimize, Necip Fazıl’la, şehir insanı, aydın
insan, eşyanın ötesini kurcalayan, gerçeğin peşindeki insan, insan
mistisizmi girer. Han otelle, bahçe odayla yer değiştirmiş, ‘atılmış
elbiseler boğazlanmış bir adam’ şiirine geçilmiştir.” (Sezai
Karakoç)
ESERLERİ:
Şiir:
Örümcek Ağı (1925), Kaldırımlar (1928), Ben ve Ötesi (1932), 101 Hadis (1951), Sonsuzluk Kervanı (1955), Çile (1962), Şiirlerim (1969),
Esselâm (1973).
Oyun:
Tohum (1935), Bir Adam Yaratmak (oyn. İstanbul Şehir Tiyatroları, 1937, bas.
1938, Yücel Çakmaklı tarafında TV filmi olarak çekildi, gösterildi, 1978), Künye (1940), Sabırtaşı (1940), Para
(1942), Nâm-ı Diğer Parmaksız Salih (1949,
sinemaya uyarlandı, 1950), Reis Bey (1964,
Mesut Uçakan tarafından sinemaya uyarlandı, İstanbul Sinema Şenliğinde
gösterildi, 1989), Ahşap Konak
(1964), Siyah Pelerinli Adam
(1964), Ulu Hakan Abdulhamid Han (1965),
Yunus Emre (1969), Kanlı Sarık (1970), Mukaddes Emanet (1971), İbrahim Edhem (1978), Bütün Eserleri (3 cilt, İbrahim Edhem
dışında tüm oyunları, Kültür Bakanlığı Yay., 1976).
Kumandan ve Sır adlı oyunları Büyük Doğu’da tefrika edildi,
tamamlanmadı.
Hikâye:
Bir Kaç Hikâye Bir Kaç Tahlil (1933), Ruh Burkuntularından Hikâyeler (1965),
Hikâyelerim (1973).
Roman:
Aynadaki Yalan (1970), Kafa Kağıdı (1983).
Senaryo:
Vatan Şairi Namık Kemal (1944), Senaryo Romanları (altı senaryo,
1972, bazıları değişik adlarla sinemaya uyarlandı), Battal Gazi (Büyük Doğu’da tefrika edildi), Yangın Var (filmi çekildi, senaryosu
yayımlandı).
Monografi:
Eseri ve Tesiriyle Namık Kemal (1940),
Ulu Hakan Abdulhamid Han
(1965), Vatan Haini Değil Büyük Vatan
Dostu Vahidüddin (1968), Benim
Gözümde Menderes (1970).
Düşünce-İnceleme:
Çerçeve (1940), Maskenizi Yırtıyorum (1953), At’a Senfoni (1958), İdeolocya Örgüsü (1959), Büyük Doğu’ya Doğru (1959), Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar (1966),
Türkiye’nin Manzarası (1968), Binbir Çerçeve I-V (101 çerçeve
başlıklı beş kitap, 1968-69),
Çepeçevre Anadolu ve Gençlik (1969), Çepeçevre Sosyalizm, Komünizm ve İnsanlık (1969), Son Devrin Din Mazlumları (1969), Yeniçeri (1970), Tarihimizde Moskof (1973), Cumhuriyetin 50. Yılında Türkiye’nin
Manzarası (1973), İhtilal
(1976), Rapor 1-13 (1976-80).
Din-Tasavvuf:
Halkadan Pırıltılar (1948), Çöle İnen Nur (1950), Altın Zincir (1959), Altun Halka (1960), O ki O Yüzden Varız (1961), İlim Beldesinin Kapısı Hz. Ali (1964),
Hulefâ-i Râşidîn Menkıbelerine Ait Bir
Pırıltı Binbir Işık (1965), Peygamber
Halkası (1968), Tanrı Kulundan
Dinlediklerim (1968), Nur
Harmanı (1970), Başbuğ
Velilerden 33 (1974), Veliler
Ordusunda 333 (1976), Doğru
Yolun Sapık Kolları (1978), İman
ve İslâm Atlası (1981), Batı
Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu (1982).
Hitabe-Konferans:
Abdülhak Hamid ve Dolayısıyla (1937), Müdafaa (1946), Her Cephesiyle Komünizma (1961), Türkiye’de Komünizma ve Köy Entitüleri
(1962), İman ve Aksiyon (1964),
İki Hitabe (Ayasofya-Mehmetçik,
1966), Müdafaalarım (1969), Hitabe (26 hitabe, 1975), Sahte Kahramanlar (3 konferans,
1976), Yolumuz, Halimiz, Çaremiz (1977).
Anı: Cinnet Mustatili (hapishane anıları,
1955, Yılanlı Kuyudan adıyla,
1970), Büyük Kapı (1965, O ve Ben adıyla, 1974), Hac (1973), Babıali (1975).
Deneme: İstanbul’a Hasret (der. Mehmet
Kısakürek, 2005).
Çeviri-Sadeleştirme: Mektubat (İmam-ı Rabbâni’den), El-Mevahibü’l-Ledünniye (İmam-ı
Kastalani’den, 1967), Reşahat ayn
el-Hayat (Safi Mevlâna Ali Bin Hüseyn’den, 1971), Rabıta-i Şerife (Esseyyid Abdülhakim Arvasi’den, 1974), Tasavvuf Bahçeleri (Abdülhakim
Arvasi’den, 1983).
Eserlerinin
yeni basımları, vefatından sonra Büyük Doğu Yayınevince yapıldı.
KAYNAKÇA: Cahit Sıtkı Tarancı / Şiirimizin Bir Zirvesi: Necip
Fazıl (Akademi, 15.4.1931), Hüseyin Cahit Yalçın / Matbuat Hayatı-Necip Fazıl
Bey (Fikir Hareketleri c.1 sayı: 14, 1934), Sezai Karakoç / Sonsuzluk Kervanı
(Şiir Sanatı, Şubat 1955) - Sütun (1975), Cemil Meriç / Kırkambar (1980) -
Kültürden İrfana (1986), Mehmet Kaplan / Şiir Tahlilleri II (8. baskı 1999), İhsan
Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001,
2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas.
2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) -
Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Muzaffer Uyguner / Necip Fazıl
Kısakürek (1994), Oktay Akbal / Şairlere Ölüm Yok (1994), Ahmet Kabaklı /
Sultan-üş Şuara Necip Fazıl (1995), Hece Dergisi Necip Fazıl Özel Sayısı (Ocak
2005), Ali Haydar Haksal / Necip Fazıl Kısakürek: Büyük Doğu Irmağı (2007).
Dokuzuncu Sahne
HUSREV —
Mansur!
MANSUR
— Efendim!
HUSREV —
Sen benim eserimi oynadın değil mi? Ölüm korkusu piyesini!
MANSUR
— Evet Husrev.
HUSREV —
Onu oynarken yaşadın mı?
MANSUR —
Öyle yaşadım ki sahnede olduğumu unutuyordum.
HUSREV — Halbuki piyesimdeki adam kendisini asar. Babasının
asıldığı ağaca asar. Madem ki yaşadın, ne arıyorsun karşımda?
(Mansur birden parmaklarını ağzına götürüp ısırır. Sonra başını eğer.
Cevap vermez.)
HUSREV
— Mansur! Ben de biliyorum. Deliyim. Aldırma
lâflarıma!
MANSUR — (Hemen başını kaldırarak) Husrev! Sen
hiçbir an deli olmadın. Olmayacaksın.
HUSREV —
Deli olmasam hiç başıma gelenler için kabahati annemde bulur muydum? Kabahat
bende.
MANSUR —
Niçin sende olsun Husrev?
HUSREV
— A! Bilmiyor musun?
MANSUR —
Bilmiyorum.
HUSREV — (Tavırları
tamamiyle delice. Kendisine mahsus işaretlerle.) Çünkü bir adam yaratmağa
kalkıştım. Bir adam yaratmak. (Müzik cümleleri noktalıyor. Husrev
çıldırıyor.) Bir adam yaratmak... Ona bir kafa, bir çift göz, bir burun,
bir ağız uydurmak. Ona göre bir beyin yapmak ve göğsünün içine bir kalb takmak.
Saat gibi işlesin, kanını vücudunda döndüren bir kalb. Bir kalb, anlıyor musun?
Güya duyan, acılarına, sevinçlerine yataklık eden yer de orası. Bir kalb. Bitti
mi? Biter mi? Bu adama bir de kader çizmek lâzım. Bu adam yaşıyacak, gezecek,
tozacak, başından bir şeyler geçecek. Bu adamın meselâ bîr babası olacak. O
baba bir incir dalına asılmış bulunacak. Sonra o da. Eeee? (Haykırır) Ben
Allah mıyım?
MANSUR
— (Sağ eli koltukta. Sol elini
Husreve uzatarak.) Husrev, bırak!
HUSREV
— Bırakmam Mansur! Ötesi var. Biz bu
dünyada her şey, en sefil nebattan tut, en uzak yıldızdan tut, en kudretli
insana kadar bütün mevcutlar, bilerek bilmiyerek Allahtan gelen cazibenin
kasırgası içindeyiz. Sonbaharda yapraklar nasıl boranın çektiği istikamete
çullanırsa, hepimiz, her şey, Allaha doğru gidiyoruz.
MANSUR. — (İki eliyle
koltuğunun arkalıklarına dayanarak) Husrev!
HUSREV —
Deliyim dedim ya, bırak beni halime!
MANSUR — (Müthiş
bir hayretle elini çenesine götürür. Koltuğa düşer) Bıraktım.
HUSREV
— (Mansura adım adım yaklaşır.
Tavırları büsbütün deli.) Biz bu
dünyada her şey, Allahın birer meczubuyuz. O, Allah, kemallerin kemali. O
noktaya tutkun, bilerek bilmiyerek ondan onu istiyoruz. Bu yolu açan, bu ateşi
bizde yakan da o, biz değiliz. Biz Allahın muradı nisbetinde kemaline
bürünebiliriz. Fakat o, olabilir miyiz?
(Mansur, sür'at ve hayretle ellerini yüzüne götürür. Yüzünü
kapar.)
HUSREV — Allah
gayedir. Her varılan şey gaye olabilir mi? Yollar uzun, yollar sonsuz, yollar
açık... Bilerek bilmiyerek Allaha doğru yol almak vardır, varmak yoktur. Varabildiğimiz hiçbir
şey, hiçbir ufuk Allah değildir. Allah sonsuzluktur. Hiç sonsuzlukla boy
ölçüşmek olur mu? Hiç adetler, milyonlar ve milyarlar sonsuzlukla yarışabilir mi?
MANSUR — (Yerinden fırlar) Dikkat Husrev!
HUSREV — Ben değil, sen dikkat et!
MANSUR — Fenalaşmandan
korkuyorum.
HUSREV — Artık hiçbir
şeyden korkma! Az kaldı, rahata çıkıyorum.
(Mansur cevap vermez.
Ezilir. Yine koltuğa oturur. Husrevi bekler.)
HUSREV — Bir adam
yaratmağa kalkıştım. Ona bir surat ve kader bulmak... Nerede bulayım? Kendimi buldum. Suratsız ve
kadersiz adam şahlandı. Zincirini kırdı. Elimden kaçtı. Ben insanım. Beni arkamdan
vurdu. Suratsız
ve kadersiz adam benim suratımı takındı. Kalıbımı giyindi. Kaderimin içine yattı. (Bir an
sükût) Benim de kaderim buymuş.
(Mansur
oturduğu yerde, çılgınlık geçiriyormuş gibi saçlarına yapışır. Öylece ayağa
kalkar.)
HUSREV —
Ben tırmanmak istediğim kayadan düştüm. Meğer çok ileriye gitmişim. Yasak
ülkelere girmişim. Gözü kör, yürürken, bir çıyan yuvasına basar gibi bazı
sırların üstüne bastım. Onlar gaipler âleminin bekçileriydi. Ürktüler ve beni
çarptılar. (Taşar) Yaratıcı neymiş, yaratmağa kalkışarak tanıdım.
Yalancı ilâh, doğrusunu tanıdı. Gölge artist öz sanatkârı tanıdı. Ben şimdi, şu
anda tanıyorum Allahı. İlminin, sanatının karşısında aklımı veriyorum. Aklım
bir cephane deposu gibi patlıyor, kül oluyor. Bekle, az kaldı.
MANSUR —
Husrev sus! Çıldırmak üzereyim.
HUSREV — (Mansurun
üzerine yürüyecekmiş gibi hareketle) Dur. Sana ikimizin de eserini
göstereceğim! (Şimşek gibi döner. Masanın çekmecesini açar. Kalın ciltli bir
kitap çıkarır. Mansura uzatır.) Bak, bu benim eserim! Ölüm korkusu. Nedir
bu? Bir takım kelimeler, vücutsuz hayaller, asılsız rivayetler... (Orta
yerde ve dimdik durur. Kitap elinde.) İyi bak! Bu da onun eseri. Ben!
Elimdeki kitapla, bir yangına benziyen manzaramla, bu çırçıplak hakikatimle
ben!
MANSUR - (Kendinden
geçmiş, haykırır.) Husrev, kes sesini!
HUSREV -
Al sana yaratmak!...
(Husrev
son kelimesinde sağ eliyle kitabı havaya
kaldırır. Ağır bir taş atar gibi geriler. Var kuvvetiyle ortadaki
pencereye fırlatır. Pencere şangır şangır kırılır. Âni bir rüzgâr çığlığı. Perdeler uçuşuyor. Mansur elleriyle başını kavramış.
Husrevin karşısında iki büklüm. Hüsrev
şangırtıdan sonra Mansura döner. Avazı çıktığı kadar haykırır.)
HUSREV — Ölüm korkusu piyesinin baş aktörü! Piyesimi sen oynamadın.
Oynayamadın. Ben oynuyorum. Nasıl iyi mi oynuyorum?
(Bir Adam Yaratmak, 1989, s. 126-130)
Gaiblerden bir ses geldi: Bu
adam,
Gezdirsin boşluğu ense
kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire
dam;
Gök devrildi, künde üstüne
künde...
Pencereye koştum: Kızıl
kıyamet!
Dediklerin çıktı, ihtiyar
bacı!
Sonsuzluk, elinde bir mavi
tülbent,
Ok çekti yukardan, üstüme
avcı.
Ateşten zehrini tattım bu
okun.
Bir anda kül etti can
elmasımı.
Sanki burnum, değdi burnuna
(yok)un,
Kustum, öz ağzımdan
kafatasımı.
Bir bardak su gibi çalkandı
dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı
boşluk.
Al sana hakikat, al sana rüya!
İşte akıllılık, işte
sarhoşluk!
Ensemin örsünde bir demir
balyoz,
Kapandım yatağa son çare
diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil
horoz,
Yepyeni bir dünya etti
hediye.
Bu nasıl bir dünya hikâyesi
zor;
Mekânı bir satıh, zamanı
vehim.
Bütün bir kâinat muşamba
dekor,
Bütün bir insanlık yalana
teslim.
Nesin sen, hakikat olsan da
çekil!
Yetiş körlük, yetiş, takma
gözde cam!
Otursun yerine bende her
şekil;
Vatanım, sevgilim, dostum ve
hocam!
Aylarca gezindim, yıkık ve
şaşkın,
Benliğim bir kazan ve aklım
kepçe.
Deliler köyünden bir menzil
aşkın,
Her fikir içimde bir çift
kelepçe.
Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada,
nasıl?
Zamanın raksı ne, bir
yuvarlakta?
Sonum varmış, onu öğrensem
asıl?
Bir fikir ki, sıcak yarada
kezzap,
Bir fikir ki, beyin zarında
sülük.
Selâm, selâm sana haşmetli
azap;
Yandıkça gelişen tılsımlı
kütük.
Yalvardım: Gösterin bilmeceme
yol!
Ey yedinci kat gök, esrarını
aç!
Annemin duası, düş de perde
ol!
Bir asâ kes bana, ihtiyar
ağaç!
Uyku, kaatillerin bile
çeşmesi;
Yorgan, Allahsıza kadar
sığınak.
Teselli pınarı, sabır memesi;
Size şerbet, bana kum dolu
çanak.
Bu mu, rüyalarda içtiğim
cinnet,
Sırrını ararken patlayan
gülle?
Yeşil asmalarda depreniş,
şehvet;
Karınca sarayı, kupkuru
kelle...
Akrep, nokta nokta ruhumu
sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim
böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda
yokmuş,
Fikir çilesinden büyük
işkence.
Evet, her şey bende bir gizli
düğüm;
Ne ölüm terleri döktüm,
nelerden!
Dibi yok göklerden yeter
ürktüğüm,
Yetişir çektiğim
mesafelerden!
Ufuk bir tilkidir, kaçak ve
kurnaz;
Yollar bir yumaktır, uzun,
dolaşık.
Her gece rüyamı yazan
sihirbaz,
Tutuyor önümde bir mavi ışık.
Büyücü, büyücü ne bana
hıncın?
Bu kükürtlü duman, nedir
inimde?
Camdan keskin, kıldan ince
kılıcın,
Bir zehirli kıymık gibi,
beynimde.
Lûgat, bir isim ver bana
hâlimden;
Herkesin bildiği dilden bir
isim!
Eski esvaplarım, tutun
elimden;
Aynalar, söyleyin bana, ben
kimim?
Söyleyin, söyleyin, ben miyim
yoksa,
Arzı boynuzunda taşıyan öküz?
Belâ mimarının seçtiği arsa;
Hayattan muhacir, eşyadan
öksüz?
Ben ki, toz kanatlı bir
kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü
Kafdağı,
Bir zerreciğim ki, Arş'a
gebeyim,
Dev sancılarımın budur
kaynağı!
Ne yalanlarda var, ne
hakikatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm
nakış.
Boşuna gezmişim, yok
tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.
Gece bir hendeğe düşercesine,
Birden kucağına düştüm
gerçeğin.
Sanki erdim çetin
bilmecesine,
Hem geçmiş zamanın, hem
geleceğin.
Açıl susam açıl! Açıldı kapı;
Atlas sedirinde mâverâ dede.
Yandı sırça saray, ilâhî
yapı,
Binbir âvizeyle uçsuz
maddede.
Atomlarda cümbüş, donanma,
şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre
çevre nur.
İçice mimarî, içice benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez
meşhur!
Nizam köpürüyor, med vakti
deniz;
Nizam köpürüyor, ta çenemde
su.
Suda bir gizli yol, pırıltılı
iz;
Suda ezel fikri, ebed
duygusu.
Kaçır beni ahenk, al beni
birlik;
Artık barınamam gölge
varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun
şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.
Öteler öteler, gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte saman yolu benim
olmalı;
Dipsizlik gölünde, inciler
benim.
Diz çök ey zorlu nefs, önümde
diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve
yumak.
Sen, bütün dalların
birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuza
varmak...
I.
Sokaktayım,
kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama
bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa
saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.
Kara gökler kül
rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin
bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda,
yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.
İçimde damla
damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her
sokak başını kesmiş devler...
Üstüme
camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.
Kaldırımlar,
çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar,
içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar,
duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.
Bana düşmez can
vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu
kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah
olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!
Ben gideyim, yol
gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan
aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak
sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.
Ne sabahı
göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size
kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir
yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.
Uzanıverse
gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi
taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar
kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse,
kaldırımların kara sevdalı eşi..
II.
Başını bir
gayeye satmış kahraman gibi,
Etinle,
kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup
şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!
Fahişe
yataklardan kaçtığın günden beri,
Erimiş
ruhlarınız bir derdin potasında.
Senin gölgeni
içmiş, onun gözbebekleri;
Onun taşı erimiş, senin kafatasında.
İkinizin de ne
eş, ne arkadaşınız var;
Sükût gibi
münzevî, çığlık gibi hürsünüz.
Dünyada
taşınacak bir kuru başınız var;
Onu da, hangi diyar olsa götürürsünüz.
Yağız atlı
süvari, koştur, atını, koştur!
Sonunda kabre
çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar
kadar seni anlayan olur,
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...
III.
Bir esmer
kadındır ki, kaldırımlarda gece,
Vecd içinde
başı dik, hayalini sürükler.
Simsiyah
gözlerine, bir ân, gözüm değince,
Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der.
Ondan bir temas
gibi rüzgâr beni bürür de,
Tutmak, tutmak.isterim,
onu göğsüme alıp.
Bir türlü
yetişemem, fecre kadar yürür de,
Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp.
Arkamdan bir
kahkaha duysam yaralanırım;
Onu bir
başkasına râm oluyor sanırım,
Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı.
Varsın, bugün bir
acı duymasın gözyaşımdan;
Bana rahat bir
döşek serince yerin altı,
Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan...
Bir merhamettir
yanan, daracık odaların,
İsli
lâmbalarında, isli lâmbalarında.
Gelip geçen her
yüzden gizli bir akis kalmış,
Küflü
aynalarında, küflü aynalarında.
Atılan
elbiseler, boğazlanmış bir adam,
Kırık masalarında,
kırık masalarında.
Bir sırrı
sürüklüyor, terlikler tıpır tıpır,
İzbe
sofalarında, izbe sofalarında.
Atıyor
sızıların, çıplak duvarda nabzı,
Çivi
yaralarında, çivi yaralarında.
Kulak verin ki,
zaman, tahtayı kemiriyor,
Tavan
aralarında, tavan aralarında.
Ağlayın,
âşinasız, sessiz, can verenlere,
Otel odalarında,
otel odalarında!....
Arı
bal yapar; fakat balı izah edemez.
Ağaçtan
düşen elma da arz cazibesi kanunundan habersizdir.
Şairi,
cemat, nebat ve hayvandaki vasıflar gibi, kendi ilim ve iradesi dışındaki
içgüdülerle dış tesirlerin şuursuz aleti farz etmek büyük hata. (…)
Şiir
nedir suali çok eski ve pek çetin… Bu sual, insanoğluna (Aristo)dan bugüne
kadar duman kıvrımlarındaki muadelenin tespiti kadar zor göründü. (…) İlk
poetika fikircisi (Aristo)ya göre şiir, eşya ve hâdiseleri taklitten ibarettir.
Sonunculara göre ise (Valeri vs.) kaba bir his aleti olmak yerine, girift bir
idrak cihazı… Baştakilere göre şiir, en basit ve umumi temayül içinde zapt
edilmek istenirken, sonunculara göre, hususi kalıplar içinde fikrin tahassüs
edasına bürünmesi şeklinde tarif edilmek isteniyor. (…) Bizce şiir, mutlak
hakikati arama işidir. Eşya ve hâdiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en
mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nispetlerini
bularak mutlak hakikati arama işi. (…)
Şiir,
beş hassemizi kaynaştırıcı idrak mihrakında maddi ve manevi bütün eşya ve
hâdiselerin maverasına sıçramak isteyen, küstah ve başıboş kıvılcımlar
mahrekidir. O, bir noktaya varmanın değil, en varılmaz noktayı sonsuz ve
hudutsuz aramanın davasıdır. Maddi ve manevi, eşya ve hâdiselerin maverasında karargâh
olan mutlak hakikat kapısı önünde ebedi bir fener alayı… Şiir budur.
Mutlak
hakikat, Allah’tır. Ve şiirin, ister ona inanan ve ister inanmayan elinde,
ister bilerek ve ister bilmeyerek, onu aramaktan başka vazifesi yoktur. Şiir,
Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir. (…)
İlimde
tecrit, teşhis için; şiirde teşhis, tecrit içindir. Bu yüzdendir ki tecritte
kalan ilimlere, sanat (felsefe) ismi verilirken, teşhiste kalan şiire de
davulculuk zanaatı gözüyle bakılır. Bütün kaba meddahlar, (didaktik) ve
(politik) şairler bu soydandır. (…)
Hiçbir
şiir yoktur ki vezin ve kafiye gibi, şiiri adi lâf tertiplerinden ayıran
birtakım dış ve kolay nispetlere bürünebilmek ustalığı yüzü suyu hürmetine,
yalancı iklimini gerçekleştirebilsin ve balmumundan yemişlerini sahici diye
sürebilsin. (…)
Şiirde,
esas bakımından bir iç protoplazma vardır ki bütün kalıp ve vasıtalardan
mücerrettir. Bu da şiirin en belirli ve en soydaş ikinci gayesi olarak onun
remzî ve sırri bünyesidir.
O
kelam tarzı ki kasaların şifreleri gibi, bir şey bildirmekten ziyade, bir şeyi
saklamaya memurdur. Ne söyledi yerine, nasıl söyledi kaygısından başka gaye
tanımaz. İşte bu kelam tarzının ismi şiirdir.
Hiçbir
şiirde ne söyledi yok, nasıl söyledi vardır. Şiirdeki bu, nasıl söyledi
seciyesi, onun, ne söyledi cephesini peçeleyen ve mânâsının dış yekûnunu iç
delalete tâbi kılan bir remzdir. (…)
Şiirde
başlıca iki büyük unsur vardır: His ve fikir…
Şiir,
düşüncenin duygulaşması, duygunun da düşünceleşmesi şeklinde, bu iki unsurdan
her birinin öbürünü kendi nefsine irca etme isteyişindeki mesut med ve cezirden
doğar. (…)
Şiir,
tek kelimeyle, üstün idraktir ve idrak yolunda basit ve kuru fikrin koltuk
değneklerini elinden alıp onu en karanlık sezişlerin üzerine çeken ve ışık
hızıyla uçuran sihirli seccadedir. (…) Şiirde temel unsur, tahassüs edası
şekline bürünebilmiş gizli fikirdir. (…)
Şiirin
iç nefesi mutlaka dış kalıbını arayacak ve fatihçe zapt edecektir. Başka türlü
şiir namevcuttur.
Şekil
ve kalıp mânânın iskeletidir. Bütün dava, iskeletimizi sonsuz sanatıyla ve
namütenahi güzel giydiren Allah’ın verdiği hikmet dersine bakıp ondan alınacak
paylar ve hadler içinde, mânâ iskeletlerine surat ve vücut geçirebilmekte. (…)
Şiirde
şekil ve kalıp, görünen, tebrik ve ziyaret kabul eden bir ev sahibi değil, ev
sahibinin boyunbağından evin paspasına kadar elini değdirmedik nokta
bırakmamış, sonra mutfağa çekilip kapanmış, son derece titiz ve hamarat
hizmetçidir. Ama öylesine bir hizmetçidir ki o giderse efendi kalmaz. (…)
Şair,
mutlaka bir şekil ve kalıba bağlı olan; fakat onu aştığı, gizlediği, peçelediği
ve mânâyı ve edayı onun verasından devşirebildiği nispette nadirleşen büyük
ustadır. (…)
Şiirde
dış şekle bağlı bir de iç şekil mevcut. Serbest şiirin gayesi, dış şekli yıkıp
bu iç şekli billurlaştırmaksa da mekânsız zaman gibi, dış perde gergefini
kurmadan iç mânâyı nakışlandırmak muhal. (…)
Şiirde
her kelime, kendi zatı ve öbür kelimelerle nispeti yönünden şairin gözünde,
içine renk renk, çizgi çizgi ve yankı yankı cihanlar sığdırılmış birer esrarlı
billur zerresidir. Şair bu kelimeleri gözbebeğine ve kulak zarına dayayarak
seçer, dizer, kaynaştırırken, iç şekil, kendi içindeki mânâ heykeline eş
olarak, kalıba döker.
Dış
kalıba esaret ve mahkûmiyet büyüdükçe iç şeklin hürriyet ve hayatiyeti
tıkanırsa da üstün sanatkâr daima dışla içi muvazene hâlinde tutmayı bilen ve
doz sırrını bozmayandır.
Aruz
kalıbında, koltuk değneğiyle yol alırcasına, içi dışa çeken suni ahenk, yine
büyük ustaların elinde bu suniliğin de üstüne sıçrayıcı bir iç ahenkle
tesviyelenir ve portrede kurşun kalemle çizilmiş kaba resim kareleri böylece
belirsiz hâle gelir. Buna Fuzûli, Bâki, Nedim, Şeyh Galib ve daha niceleri
şahit.
Hece
kalıbındaysa iç şekil mimarlığı, daha elverişli bir alete maliktir. Onda uzun
ve kısa hecelerin harmanı her an değişik aruz kalıbı imtiyazını, sabit ve
mecburi bir kalıba bağlı olmamak imtiyazıyla bir arada yürütebilir. Anbean
düştüğümüz ruh hâllerinin iç şekliyle dış şekil arasındaki gayet seyyal
münasebete ve içi dışa değil, dışı içe bağlayıcı sanat sırrına, Yunus Emre ve
birçok halk şairini misal gösterebiliriz.
Üstün
sanatkâr mutlaka bir dış şekil ve kalıba bağlı kalmak, onu bir işaret tablosu
hâlinde korumak ve tam şekil ve kalıbı mistik bir unsur diye ele almak borcu
altında. O şekil ve kalıbı da şekilsizliğe ve kalıpsızlığa yakın bir istiklâl
tasarrufuyla icat ve ihya makamındadır.
İç
şekil, en büyük tecrit işi olan şiirin, müşahhas kalıbı üzerine binmiş mücerret
ruhtur. (…)
Cemiyet,
iç ve gizli hayatıyla uyur ve rüyasını şair görür ve sayıklamasını şair zapt
eder. O hâlde şiir, bir cemiyetin topyekûn his ve fikir hayatını tefahhus ve
murakabe eden başlıca rasat merkezidir ve ışıkları daima tam ve müstakil bir
fert menşurundan süzüldüğü hâlde ferdilikle hiçbir alâkası yoktur.
Şiir,
bütün şahsi mahremiyetleri ve zati aidiyetleriyle yüzde yüz fert perdesi
üzerinde cemiyetteki tefekkür ve tahassüs hâletinin en nadir ve mükemmel
aksidir.
Bunun
içindir ki şiir, fikrî, içtimai, siyasi, tarihî, bedii, iktisadi, beledi, bütün
davaları, dertleri, hasretleri, hamleleri, ihtinakları, ihtirasları ve
ıstıraplarıyla cemiyet ruhunun, tek fert üzerinde bilvasıta en derin kaynaşma
ve girdaplaşma zemini diye gösterilebilir. (…)
(Çile, 46. baskı, 2002)
İnsan bu, su misali, kıvrım
kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür
yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep
basamak basamak;
Benimse alın yazım,
yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih,
yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur
akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük,
küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen
suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu
çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş,
köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu
sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya
vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm
büklüm burulur,
Sırtına Sakaryanın, Türk
tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana
mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz,
bu dâva büyük!..
Ne
ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Binbir
başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes
yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne
rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle
pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden,
vatandan, arkadaştan.
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek
vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski
güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında
geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler
serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert
Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün
döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ
çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o
sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu
girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran
döktü geceler.
Vicdan
azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz
yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
İnsan üç beş damla kan, ırmak
üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata
kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti
ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi
kim diriltecek?
Kafdağını assalar, belki
çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını
çekmez akıl!
Sakarya, sâf çocuğu, mâsum
Anadolunun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah
yolunun!
Sen ve ben, gözyaşiyle
ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan
ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş
bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu
dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana
tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son
Peygamber Kılavuz!
Yol
onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü
çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..
Zindan iki hece, Mehmed'im
lâfta!
Baba katiliyle baban bir
safta!
Bir de, geri adam, boynunda
yafta...
Hâlimi
düşünüp yanma Mehmed'im!
Kavuşmak
mı?.. Belki... Daha ölmedim!
Avlu... Bir uzun yol... Tuğla
döşeli,
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yol da tutuktur hapse
düşeli...
Git
ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak.
Ne
ayak dayanır buna, ne tırnak!
Bir âlem ki, gökler boru
içinde!
Akıl, olmazların zoru içinde.
Üstüste sorular soru içinde:
Düşün
mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan
insan mı çıkar, tabut mu?
Bir idamlık Ali vardı,
asıldı;
Kaydını düştüler, mühür
basıldı.
Geçti gitti, birkaç günlük
fasıldı.
Ondan
kalan, boynu bükük ve sefil;
Bahçeye
diktiği üç beş karanfil...
Müdür bey dert dinler, bugün
"mâruzât"!
Çatık kaş.. Hükûmet dedikleri
zat...
Beni Allah tutmuş, kim eder
azat?
Anlamaz;
yazısız, pulsuz, dilekçem.
Anlamaz;
ruhuma geçti bilekçem!
Saat beş dedi mi, bir yırtıcı
zil;
Sayım var, maltada hizaya
dizil!
Tek yekûn içinde yazıl ve
çizil!
İnsanlar
zindanda birer kemmiyet;
Urbalarla
kemik, mintanlarla et.
Somurtuş ki bıçak, nâra ki
tokat;
Zift dolu gözlerde karanlık
kat kat...
Yalnız seccademin yününde
şefkat;
Beni
kimsecikler okşamaz madem;
Öp
beni alnımdan, sen öp seccadem!
Çaycı, getir, ilâç kokulu
çaydan!
Dakika düşelim, senelik
paydan!
Zindanda dakika farksızdır
aydan.
Karıştır
çayını zaman erisin;
Köpük
köpük, duman duman erisin!
Peykeler, duvara mıhlı
peykeler;
Duvarda, başlardan, yağlı
lekeler,
Gömülmüş duvara, baş baş
gölgeler...
Duvar,
katil duvar, yolumu biçtin!
Kanla
dolu sünger... Beynimi içtin!
Sükût... Kıvrım kıvrım
uzaklık uzar;
Tek nokta seçemez dünyadan
nazar.
Yerinde mi acep, ölü ve
mezar?
Yeryüzü
boşaldı, habersiz miyiz?
Güneşe
göç var da, kalan biz miyiz?
Ses demir, su demir ve ekmek
demir...
İstersen demirde muhali
kemir,
Ne gelir ki elden, kader bu,
emir...
Garip
pencerecik, küçük, daracık;
Dünyaya
kapalı, Allaha açık.
Dua, dua, eller
karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök
parçalanmış.
Gözyaşı bir tarla, hep
yoncalanmış...
Bir
soluk, bir tütsü, bir uçan buğu;
İplik
ki, incecik, örer boşluğu.
Ana rahmi zahir, şu bizim
koğuş;
Karanlığında nur, yeniden
doğuş...
Sesler duymaktayım: Davran ve
boğuş!
Sen
bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk
ayağa, dimdik doğrul ve sevin!
Mehmed'im, sevinin, başlar
yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek
de!
Sanma bu tekerlek kalır
tümsekte!
Yarın,
elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün
doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!
GENÇLİĞE HİTABE
NECİP FAZIL KISAKÜREK
Devlet
ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre... Birincisi iki buçuk asır... Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet... İkincisi üç
asır... Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet... Üçüncüsü bir
asır... Allahın, Kur'ân'ında 'belhüm adal-hayvandan aşağı' dediği cüce
taklitçilere ve batı dünyasına esaret... Ya dördüncüsü? .... Son yarım asır! ..
İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında
kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet... İşte tarihinde böyle
dört devre bulunduğunu gören... Bunları, yükseltici aşk, süründürücü
satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi,
evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilâkı yeni bir şafak
fışkırışını gözleyen bir gençlik...
Gökleri
çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün 'dikey'leri 'yatay' hale getirecek
bir çığlık kopararak 'mukaddes emaneti ne yaptınız? ' diye meydan yerine
çıkacağı günü kollayan bir gençlik...
Dininin,
dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir
gençlik...
Halka
değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında 'Hakimiyet Hakkındır' düsturuna
hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka
kölelikte bilen bir gençlik...
Emekçiye
'Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini
koruyamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı
ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta
başı boş bırakılamazsın! ' diyecek... Kapitaliste ise 'Allah buyruğunu ve Resûl
emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın! '
ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine,
diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik...
Bir
buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen
başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının
bulamadığı, Türk'ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında
bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezheb, ortada ne
kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâmda
olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa
model teşkil edecek bir gençlik...
'Kim
var? ' diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert 'ben varım! '
cevabını verici, her ferdi 'benim olmadığım yerde kimse yoktur! ' fikrini
besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik...
Can
taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar
gözü kara ve o nispetle usûle, stratejiye uygun bir gençlik...
Büyük
bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak
kılı farkedecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini
ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik...
Bugün
komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog
politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş
fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi,
hâsılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli
tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara
kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı
mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik...
Annesi,
babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin
nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara 'siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş
marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza
gelmezdi! ' diyecek ve gerçek müslümanlığın 'nasıl'ını ve 'ne idüğü'nü her
haliyle gösterecek bir gençlik...
Tek
cümleyle, Allahın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı
bütün yıldızlariyle manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve O'ndan
başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O'nun düşmanlarını ancak
kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik...
İşte
bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum. Şekillenmesi,
billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbaz kodomanların viski çektiği kamış
borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve
zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı
secdeye mıhlayıp bir ömür Allaha hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan
böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken,
Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu
tek vasiyetim bil! Allah’ın selâmı üzerine olsun...
Surda
bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
Ey
kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es! ...
ANNECİĞİM
Necip Fazıl
KISAKÜREK
Ak
saçlı başını alıp eline,
Kara
hülyalara dal anneciğim!
O
titrek kalbini bahtın yeline,
Bir
ince tüy gibi sal anneciğim!
Sanma
bir gün geçer bu karanlıklar,
Gecenin
ardında yine gece var;
Çocuklar
hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı
gözlerinle kal anneciğim!
Gözlerinde
aksi bir derin hiçin,
Kanadın
yayılmış, çırpınmak için;
Bu
kış yolculuk var, diyorsa için,
Beni
de beraber al anneciğim! ...
(1926)
BEKLENEN
Necip Fazıl
KISAKÜREK
Ne
hasta bekler sabahı,
Ne
taze ölüyü mezar.
Ne
de şeytan, bir günahı,
Seni
beklediğim kadar.
Geçti
istemem gelmeni,
Yokluğunda
buldum seni;
Bırak
vehmimde gölgeni
Gelme,
artık neye yarar?
BEKLEYEN
Necip Fazıl
KISAKÜREK
Sen,
kaçan ürkek ceylânsın dağda,
Ben,
peşine düşmüş bir canavarım!
İstersen
dünyayı çağır imdada;
Sen
varsın dünyada, bir de ben varım!
Seni
ürkütecek geçtiğin yollar,
Arkandan
gelecek hep ayak sesim.
Sarıp
vücudunu belirsiz kollar,
Enseni
yakacak ateş nefesim.
Kimsesiz
odanda kış geceleri,
İçin
ürperdiği demler beni an!
De
ki: Odur sarsan pencereleri,
De
ki: Rüzgâr değil, odur haykıran!
Göğsümden
havaya kattığım zehir,
Solduracak
bir gül gibi ömrünü,
Kaçıp
dolaşsan da sen, şehir şehir,
Bana
kalacaksın yine son günü.
Ölürsün...
Kapanır yollar geriye;
Ben
mezarla sırdaş olur, beklerim.
Varılmaz
hayale işaret diye,
Toprağında
bir taş olur, beklerim...
MUHASEBE
Necip Fazıl KISAKÜREK
Ben
artık ne şairim, ne fıkra muharriri!
Sadece
beyni zonklayanlardan biri!
Bakmayın
tozduğuma meşhur Babialide!
Bulmuşum
rahatımı ben bir tesellide.
Fikrin
ne fahişesi oldum, ne zamparası!
Bir
vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası?
Evet,
kafam çatlıyor, güya ulvi hastalık;
Bendedir,
duymadığı dertlerle kalabalık.
Büyük
meydana düştüm, uçtu fildişi kulem;
Milyonlarca
ayağın altında kaldı kellem.
Üstün
çile, dev gibi geldi çattı birden! Tos!!
Sen
cüce sanatkarlık, sana büsbütün paydos!
Cemiyet,
ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;
Ve
cemiyet, cemiyet, yok edilen güruhiyle...
Çok
var ki, bu hınç bende fikirdir, fikirse hınç!
Genç
adam, al silahı; iman tılsımlı kılınç!
İşte
bütün meselem, her meselenın başı,
Ben
bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!
Tırnağı
en yırtıcı hayvanın pencesinden,
Daha
keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp
o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse
başını, iki diz kapağına;
Soruverse:
Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş,
yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!
Dışımda
bir dünya var, zıpzıp gibi küçülen,
İçimde
homurtular, inanma diye gülen...
İnanmıyorum,
bana öğretilen tarihe!
Sebep
ne, mezardansa bu hayatı tercihe?
Üç
katlı ahşap evin her katı ayrı alem!
Üst
kat: Elinde tespih, ağlıyor babaannem,
Orta
kat: (Mavs) oynayan annem ve aşıkları,
Alt
kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları;
Bir
kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;
Buyrun
ve maktaından seyredin, işte evim!
Bu
ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!
Koku
iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş...
Rahminde
cemiyetin, ben doğum sancısıyım!
Mukaddes
emanetin dönmez davacısıyım!
Zamanı
kokutanlar mürteci diyor bana;
Yükseldik
sanıyorlar, alçaldıkça tabana.
Zaman,
korkunç daire; ilk ve son nokta nerde?
Bazı
geriden gelen, yüzbin devir ilerde!
Yeter
senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak!
Bir
saman kağıdından, bütün iş kopya almak;
Ve
sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal.
Mavalları
bastırdı devrim isimli masal.
Yeni
çirkine mahkum, eskisi güzellerin;
Allah
kuluna hakim, kulları heykellerin!
Buluştururlar
bizi, elbet bir gün hesapta;
Lafını
çok dinledik, şimdi iş inkilapta!
Bekleyin,
görecektir, duranlar yürüyeni!
Sabredin,
gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni!
Karayel,
bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak!
Gün
doğmakta, anneler ne zaman doğuracak?
“Ne
kelimeler ne duygular var öğretemiyoruz da sıra merhamete geldi mi herkes
bülbül kesiliyor.
"Etmeyin
Reis bey! Siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz...
Siz
merhametten, acıma duygusundan, yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Yerine
göre haklısınız.. Fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için en
büyük hakkı kaybediyorsunuz. Rahmet kaldırılmış sizin kalbinizden.. Reis Bey!
Mühürlü kalbinizin açılmasını dilerim, Allah sizi de arındırsın..." (İdamlık
Genç)
(Reis
Bey)
Necip
Fazıl kendisinin "Cinnet Mustatili" dediği hapishanenin kantininden
"Hilton" adı verilen 9. Koğuşa kadar uzanan avlusunda volta
vuruyordu. (Buna pek de volta denmezdi. Çünkü onun kendine göre kaideleri
vardır.) Koltuğunun altına bir kitap kıstırmış. Elleri ceplerinde, dudakları
arasındaki sigarayı âdeta çiğneye çiğneye içerek, bir aşağı, bir yukarı dalgın
dalgın gidip geliyordu. Yanına yaklaştım. Dert yandı:
—Bu gün karımdan mektup aldım dedi. Evimin
elektriğini kesmişler, suyunu da... Çocuklarım sokaktaki çeşmeden su alıyorlarmış...
Aylardır kirayı da verememişler. Ev sahibi "çıkın" diye tutturmuş...
Ne yapacağım bilmem ki...
Tam bu
sırada gardiyan bir mektup getirdi. Açtık... içinden iki-buçuk liralık bir
kâğıt para ile el kadar bir pusula çıktı. Pusulada şunlar yazılıydı:
"Kilisliyim... Fukarayım... Bir hafta
hamallık yaptım. Çocuklarımın nafakasından ancak bu kadar artırabildim. Yarın
Allah huzurunda mes'ul olmamak için onu da size gönderiyorum. Elimden başka
birşey gelmiyor. Affedin... Dua edin... Cenabı Hak yardımcınız olsun."
Necip
Fazıl gözyaşlarını tutamadı. Hücresine kapandı, günlerce çıkmadı.
Izdırap
kadar insanları olgunlaştıran, ruhları tertemiz yıkayan, kalpleri
billurlaştıran ne vardır?
(Çilenin Böylesi, 2003)
Örümcek Ağı ve
Kaldırımlar bizi nadir bir sanatkâr ve hakiki bir şairle karşılaştırıyor: Necib
Fazıl.
Her mübdi gibi
Necib Fazıl da bugünkü ilmimizle maatteessüf izah edilecek gibi değildir. Ruhî
faaliyetin en mu'dil ve en yüksek bir hayatını teşkil eden ibdaın bugünün
biyoloji, psikoloji ve sosyolojisi henüz malumdan ziyade mechullerle doludur.
Son zamanların "yeni ruhiyat"ı yani "psikanaliz"i de
olmasaydı hakiki sanatkâr hakkındaki bildiklerimizin sathiliği karşısında
cidden fütur getirecektik. "Mektep" ve "muhit" ile yapılan
izah tecrübeleri hakiki sanatkârı teşrih etmekte pek yaya kalıyordu. Sanatkârda
asıl olan "orijinallik" olduğuna göre hakiki izahın imkânı bu
orijinalliğin mekanizmasına nüfuz etmeye başlamakla olabilirdi. Bundan sonra
gelecek edebiyat münekkitleri eski ananeyi bırakarak yeni ruhiyatın vecheleri
istikametinde yürümezlerse sanatkârın harîmine yaklaşamayacaklardır. Teslim
edersiniz ki bugüne kadar gelen edebiyat ve sanat tarihçileri mihaniki
kronolojiyi kaçırmamak kaygısıyla hakiki sanatkârları sanat tarihinin şâz
vakaları gibi gösterdiler. Halbuki sanat tarihi münhasıran bu hakiki
sanatkârlara hasr edilmek lazımdır. Çünkü mukallitlerle döküntülerin müzic ve
yeknesak kalabalığı içinde hem zevkimiz bozuluyor hem de hakiki sanatkârların muhteşem
manzaraları bataklıklar arasında bırakılmış oluyordu. Bu sıtmalı haşeratın
ufunetleri olmasaydı şiir ve sanat zevkimiz bugünkünden başka bir şey olacak ve
hakiki sanatkârların takdiri bir zaman meselesi olmaktan çıkarak ilk hamlede
kendileriyle senpatize olabilecektik. Hiçbir şey sebebsiz olmadığı gibi bu
hatarlı gidiş de sebebsiz değildir. İçtimaî muhiti birinci derecede alâkadar
eden doğrudan doğruya pratik ve nef'i alâkalar ile hamleler de hakiki
sanatkârlardan daha çok mutavassıt muharrirlere teveccüh ettiğinden tarih
kumaşı çar naçar bunların kalabalık örgüleriyle doluyor ve müverrihler de ister
istemez bunlarla meşgul olmadan yapamıyorlar. Bu tarihî zaruretten başka diğer
bir amil daha var ki o da hakiki sanatkârların, ekseriyeti teşkil eden normal
insanlara benzemeyip yalnız kendisine benzemesidir. Ne normal ne de anormal bir
psikoloji ile izah edilebilen bu "yegânelik", kendisine has bir
psikoloji ile tenevvür etmedikçe ondan şuur ve idrak ile bahsedebilmek bittabi
mümkün olmadığından insana garip gelen bu hadiseye karşı ya gayr-i şuurî bir
hayranlık veya anlayamamaktan mütevellit bir nefret gösterilmekten başka
yapılacak hiçbir şey kalmaz. Bütün bu hadiseler hakiki sanat eserlerine karşı
olan seri ve isabetli intibak kabiliyetimizde henüz mühim bir ıstıfa hasıl
olmadığını, daha doğrusu hakiki sanatkârın henüz pek mechul bir şey olduğunu
gösteriyor. Nitekim Kaldırımlar'ı okuduktan sonra sanatkâr ruhunu yeni
ruhiyatın vecheleri istikametinde çok derinden eşelemek lazım geldiğini bir
kere daha anladım.
Öyle görünüyor
ki hakiki sanat, hayattan ziyade çocukluk ve rüyaya yakındır. Hakiki artist
ilcası behemehal ta çocukluğa kadar giden ve bilhassa cinsî insiyakların
ihtibas ve hususiyetlerini tahlil eden psikanalitiğin yardımını bekleyen hususi
bir ruhiyetten mülhem oluyor. Bu hususiyet ancak sanatkârın pek şahsî bir
teessürî biyografisine tercüman olmasından neşet edilebilir ve-illa sanat bir
mucize veya garabetten ibaret kalır. Hakiki sanat ise ne bir mucize, ne de bir
garabettir. Mucize değildir, çünkü o, îcâz değil, bilakis müptezel ve hâbîde
his ve heyecanlarımız yerine orijinal teessür hayatı aşılamakla bizi de kendisi
gibi yükseltiyor. Garabet değildir, çünkü onu er geç benimseyip sevmekten başka
bir şey yapamıyoruz. O halde "bediî heyecan" mücerred bir Anka değil,
belki müşahhas bir sanatkârdan bir takım itibarî veya maddî vasıtalarla bize
sirayet eden orijinal bir teessürdür. İşte bütün ukde, teessürün bu hususiyetini
tahlil ve teşrih edebilmektedir. Şimdiye kadar en karanlık kalan mahrem
dehlizde ne kadar ilerleyebilirsek sanatkârı da o kadar yakından
anlayabileceğiz. Çünkü "ilham" denilen sırrın menbaı, hadise âleminde
kalmak şartıyla ancak burada bulunabilir. Yeni ruhiyatın çok derin ve nâfiz
tahlillerine bakılırsa sanatkârın insiyakları, bilhassa cinsî insiyakları
pratik hayata hiç uyamayan bir keyfiyetle mütehallî veya böyle olmayıp da
normal olsalar bile pratik sarfiyattan sanatı uğruna mütehâşî bir halde
görünmektedir. Vakıa insiyak hamlelerinin bu kısıklığı, yani pratik hayata
intibaksızlığı nevrozlarda da vardır. Yalnız bu hal nevrozlarda bir zaaf ve
bozukluk halinde yaşarken sanatkârlarda, sanat dediğimiz orijinal ve müessir
bir sembolizme kadar yükseliyor. Sanat eserinin tükenmez derin menbaları
insiyaklar olduğu halde sırf insiyakî her türlü psikolojiye kabil-i irca
olmamaları işte bu sebebtendir. (…)
(Virgül 17, Mart 1999)
Ölüm
tema’sı Necip Fazıl’ın en büyük şiir temalarındandır. Âdeta mutlak hakikati
aramada bulduğu en büyük giriş kapısı ölümdür. Ölüm ve ölümden sonrası, ölümden
sonraki dirilme. Necip Fazıl’ın şiirinde, artık, Baudelaire'de, Verlaine'de,
Rimbaud'da ve Valery'de göremiyeceğimiz kadar derin izler bırakan konular
olmuştur. Çanların çalmasındaki korkunç ürpertiler, dehlizlerdeki papaz
karaltılarının verdiği korku, öldükten sonra dirilip şehirde bütün insanlığı
ayağa kaldıracak şekilde dolaşma motifleri, ölümü âdeta canlı bir hayat hâlinde
onun şiirine getirmektedir. Daha sonra Cahit Sıtkı'da rastladığımız aynalar
motifi ve ölüm korkusu teminin kaynağı hiç şüphesiz Necip Fazıl'dır. Ama onda
daha çok duygu plânında ve bir nevi çocuk duyarlığı biçiminde olan bu ısrar,
Necip Fazıl'da insanın alınyazısı, geleceği, varoluşu ve varoluş değeri olarak
ele alınmıştır.
Yine
Necip Fazıl’ın daha çok düşünce yanından çıkan ve yoğunlukla belli sayıda
şiirinde işlediği mistikliği, zekâ plânında kantite bakımından çoğaltan, yayan
ve teferruatlandıran Fazıl Hüsnü de aynı kaynaktan kuru dudaklarla kana kana
içmekten kaçınmamıştır. Ama yeni edebiyatımızda bunların asıl sahibi Necip
Fazıl’dır. Öbürlerinin adına son yirmi yılda nice propaganda yapılmış olursa
olsun hakikat budur ve bu hakikat nasıl olsa geleceğin inceleyicileri
tarafından kolaylıkla ortaya konacaktır. Nitekim bu gerçeğe geçmişte de temas
edilmemiş değildir. Fakat bu dokunma yetersiz kaldığı gibi şimdilerde de, şair
iyice unutturulmak istenmektedir. Fakat boşuna çaba. Propaganda, gerçeklerin
ortaya çıkmasını, geciktirebilir; fakat aslâ imkânsız kılamaz. Benliğin bu
büyük varoluş savaşını sürdüren Necip Fazıl, başlangıçta mistik bir güçle
eşyanın, daha sonra, karşısına çıkan ölümün perdesini kaldırarak birdenbire
ruhun büyük cehdiyle hakikatle karşılaşmıştır. Bu, Tanrı’dır. Mâverâ
perdelerinin gerisinde, ebedî, ezelî gerçek olan Tanrı, “ben”in kurtuluşunun da
anahtarıdır. “Ben” de ancak Tanrı’nın varlığını idrak, onun varlığıyla ilgi hâlinde
olmakla ebedileşecektir. Ruhun sırrı çözülmüştür. Böylece bu çözümüyle de Necip
Fazıl, baştan beri karşılaştırmalı olarak üzerinde durduğumuz şairlerden
ayrılmaktadır. Hakikati İslâm’ın Tanrı ve insan anlayışında bulan şair, tekrar
meseleler ve davalar yüklü olarak topluma döneceğini Çile şiirinin sonunda ifşa
etmektedir. Baudelaire, Verlaine, Mallarme, Rimbaud kaçtığı dünyalardan geri dönmemiştir.
Ama Necip Fazıl, topluma ve insanlara geri dönmenin sorumluluğuyla toplumun
ortasına atılmıştır. Bundan sonra çeşitli eserleriyle, nesriyle ve şiiriyle
insanı kendi benini kurtaran gerçeğe çekmeğe, çağırmaya çalışacaktır. Bu da
İslâm dünyasının tarihî-sosyolojik şartlarında çok çetin ve yıpratıcı bir
savaşın içine girmek demek olmuştur.
Valery,
yarı yarıya bulduğu pagan soyutluğunun sükûnetinde âdeta kendi Akropolünün
tepesinden aşağı bakarken, Rilke, kendi mistisizmine yine kendine mahsus bir din
örerek kendi melekleri ve insanları arasında yarı ağıtsı, yarı sanrılı bir
dünyada yaşarken, Necip Fazıl, kellesini binlerce ayağın çiğneyebileceği büyük
meydana atmış, fildişi kulesini yıkmıştır. Bu yeni ruh oluşumu, onu dindar şair
Claudel ve Eliot'tan da ayırmaktadır. Bu şairlerde temalar aşağı yukarı tamamen
ve direkt olarak ve baştan beri dinseldir. Hâlbuki Necip Fazıl’da din, varılan
doruk olmuş, ordan iniş ise artık şiirin sırf poetik alanında kalmamış, bir
yandan eylemin, öte yandan ülkücü yazarlığın silâhlarını da kuşanmıştır. Bu da
bir bakıma olağandır. Çünkü Claudel ve Eliot, Necip Fazıl’ın içinde bulunduğu,
İslâm dünyasının şartlarında bulunmuyorlardı. İslâm dünyası da, tıpkı Necip
Fazıl’ın geçirdiği ruh varoluşunun ölüm kalım savaşını, bütün benliğiyle ve en
vahim şartlarda yaşıyordu. Üstelik Batı’da, din, uygarlığın sadece bir unsuru
ve bir huzur dengesi iken, bizde uygarlığın ta kendisi idi. Bunun için o
varoldukça biz de varolacağız, o çekildikçe biz de ölüm sularına yaklaşacağız.
Böylece mutlak hakikati bulan şair, onun bütün sistemini taşıyan İslâm’ın bir
eri gibi kendini tarih içindeki büyük İslâm varoluşu savaşına adamış ve bunun
için de poetik sınırların dışına taşmak zaruretini duymuştur.
(Edebiyat Yazıları II, 1986)
NECİP FAZIL İÇİN NE DEDİLER?
CAHİT SITKI TARANCI
“Şiirimize yeni bir ürperme getirmiştir.
Gelecek nesiller bu ürpermenin
kudretini duyacak ve Kaldırımlar şairine tapınacaklardır. Tıpkı Baudelaire gibi Necip Fazıl’ın da
tesiri günden güne artacak ve isminin etrafında kopan velvele gittikçe
çoğalacaktır.”
İnsan ruhunun
derinliklerinde çağlayan suların gizli şırıltısını bize kadar getirip ebedileştirilmenin
sırrını bilen Necip Fazıl, bir eli Yunus Emre'nin yakasında, bir elinde de Baudelaire
estetiğinin meşalesi, bir mistik olduğu kadar da modern şairimiz, kuş uçmaz, kervan
geçmez «Kaldırımlar»dan harikulâdeye susamış milyonlarca bakışın göz
kamaştıracak kadar aydınlattığı sahneye atladı. «Tohum», piyesini yazdı.
Tiyatronun
san'atkârı halkla burun buruna denilecek kadar temasa getiren bir san'at şubesi
olduğu ve sanatkârın da şahsiyetinin etrafında bir mahşer kalabalığı bir ayin
şenliği görmek arzusiyle için için yandığı, düşünülecek olursa, şair olsun,
romancı ve hikâyeci olsun, her çeşit yazıcının tiyatroya karşı duyduğu zaafı,
kabuğu soyulan bir muz gibi, kendiliğinden bütün mahremiyetiyle ortaya çıkar...
Halbuki Necip
Fazıl, kemiyetçe mahdut, fakat keyfiyetçe namütenahi, seçkin bir okuyucu
halkasının aydınlık ve şuurlu hayranlığını, güzeli çirkinden ayırt edip edemediği
meşkük bir kalabalığın müphem ve hayat kadar fani alkışlarına tercih eden,
beğenilmek, sevilmek hususunda da eserin inşasında gösterdiği titizliği
gösteren nâdir sanatkârlardandır.
Edebiyatımızın
bulutlu göklerine bir kavsi kuzah çizen bu anlayış, hakikatte, Necip Fazıl
için, Necip Fazıl'ın tefekkür dünyası için ne zamandan beri olgunlaşa olgunlaşa
dallarını kıracak bir raddeye gelen meyvelerin çatlayıp düşmesi kadar tabii ve
derunî bir zaruretti; zira «Tohum» Eflatun'dan Bergson'a kadar insanlığın yüzyıllardır
yetiştirdiği bütün büyük kafaların uykusunu kaçırmış olan bir meseleyi, ruh ve
madde münakaşasını diriltmekte, Necip Fazıl'ın bütün estetiği ise özün kabuğa,
ruhun maddeye üstünlüğü prensibine dayanmaktadır.
Necip Fazıl,
şiirin «kelimeler arasındaki esrarengiz izdivaçlardan doğduğuna inanan» cins
şairlerdendir. Bunun için «Ben ve Ötesi»nde, fikirlerini bize yalnız nağme ve
lezzet halinde veren, şiirin büyüsü bozulur endişesiyle –pek haklı olarak–
tefekkür dünyasını bulutlar ve sular arkasında gizlemeye mecbur kalan şair,
Tohum'u yazmakla şiirin intizam ve güzellikten ibâret olan ülkesini muvakkat
bir müddet için terkederek nesrin hudutları içine girmiş, bulutları ve sesleri
dağıtarak sonsuzluk bahçesini kapısını ardına kadar açmış oluyor. «Tohum» «Ben
ve Ötesi» şairinin bugünkü edebiyatımızın temel taşlarından biri olduğunu kabul
etmekle tereddüde düşenleri bu yersiz tereddütlerinden kurtaracaktır,
sanıyorum.
(Kurun Gazetesi, 4.11.1935)
“ Bir mısraı bir millete şeref vermeye yeter!…”
ZİYA OSMAN SABA
“Necip Fazıl belki en büyük Türk şairi
değildir; fakat Türk
edebiyatının en kuvvetli şiir kitabı herhâlde Ben ve Ötesi’dir. Ayak Sesleri’ni, Kaldırımlar’ı, Otel Odaları’nı, Tabut’u, Noktürnler’i ihtiva eden bu kitap insanı âdeta sarsıyor. (…) En büyük Garp şairlerinin kitaplarını açınız,
orada (…) mısraları kadar derin mısralara, pek ender, belki de hiç tesadüf edemeyeceksiniz.”
“Büyük Mütefekkir üstad şairimiz Necip Fazıl Kısakürek bir
taraftan fikirlerini Cumhuriyet gazetesinde neşrediyor, öbür taraftan da
piyeslerini şehir tiyatrosunda Ertuğrul Muhsin'e oynatırken bu iki san'at
faaliyetinin de üstünde hummalı bir şiir yetiştiricisi olmaktan geri kalmıyor.
Necip Fazıl'ın fikrince, memleketimizde şiirlerini
neşretmeye razı olacağı bir edebiyat mecmuası yoktur. Necip Fazıl'dan
şiirlerini neşretmek üzere bizi intihap etmesini rica ettiğimiz vakit güzide
sanatkâr mecmuamızın malik olduğu geniş okuyucu zümresi dolayısiyle Yedi Gün'ü
tercih etmekte hususî bir zevk duyacağını bildirmiş, teklifimizi memnuniyetle
karşılamıştır. San'at ve fikirde kalite işlerine de ne kıymet verdiğini her gün
biraz daha ifade eden Yedi Gün Necip Fazıl'ın en yeni şiir tecrübelerine sahne
olmaktan kendisini bahtiyar addeder”
PEYAMİ SAFA
“Her şiiri hayatından bir parçadır. Bunun için şiirleri masa başında değil,
yaşarken, kaldırımlarda, otel odalarında, kâğıtsız ve kalemsiz; çünkü evvelâ beyninin siyah tahtasına yazılmış,
sonra kâğıda geçirilmiştir. Her bir mısrası bir şiir mecmuasıdır.”
Necip Fazıl'ın
«Tohum» adlı harikasını gördükten sonra eserin felsefesi ve temsili hakkındaki
fikirlerimi Tan gazetesinde yazmıştım. İçinde bir kâinat vizyonunun bütün unsurlarını
taşıyan büyük kategoride piyesler, her sınıf düşünceyi ayrı ayrı mihraklarda
harekete getirmek kabiliyetinde oldukları için Tohum'u bir başka tarafından
anlamaya çalışmak istiyorum.
Necib'in
eserinde Millî Mücadele sadece mazlum bir milletin emperyalizme karşı
ayaklanması ve Anadolu, sadece bir istihsal perspektifi içinde mütalâa edilecek
alelâde bir toprak yığını, ruhsuz ve şapşal bir tabiat parçası değildir. Zekâyı
maddeden kaidesi üstüne kaskatı bir idrak cihazı gibi oturtan materyalist
görüşü parçalayarak bu maddenin dibini ve ruhunu eşeleyen Necip Fazıl, silâhın
silâha değil kendi muhtevasını seferber etmiş bir kahraman ruhunun bütün bir
kavga endüstrisine karşı çıkarak onu nasıl mağlûp ve kepaze ettiğini göstermek
suretiyle ruhun topa tüfeğe, gizlinin açığa, sırrın bedâhete, namerinin meriye,
kavranmıyan yakalanmayan mahiyetin, tutulan ve dar bir idrakte zincire vurulan
sathî realiteye galebesini ilân, telkin ve ispat etmiş oluyor. Bu yepyeni
idealist görüşle Anadolu bir seyyah fotoğrafçının filme çektiği standardize bir
dere, tepe, yayla, toprak manzarası değildir. Basit ve geçici gözün gördüğü
Anadolunun altında bir de görünmeyen, hakikî Anadolu vardır. Bakınız işte,
üçüncü perdede Anadolunun ezelî ifadesi, kaval, size uzaklardan bu görünmeyen
Anadolunun içini söylüyor. Bu sesin mantığı materyalist mantık mıdır? Bu sesin
içindeki mânanın riyaziyesini tâyin etmek kabil midir? Hayır... Bu içeri plân,
çizgi, fotoğraf, dar bakışa sığmaz. Fakat Necib'in piyesinde içinden dağlar
geçen göz deliğinden, içinden deve geçen iğne deliğinden daha küçük bir
cevhere, Tohumun cevherine bütün bir kâinat sığar. Anadoluyu anlamak, mevzuu
anlamaktır. Nitekim her şeyi anlamak da yine Tohumun beşerce mümkün olabilecek
en geniş idrakine varmak demektir.
(Hafta Mecmuası,
Sayı: 4, 1985)
AHMET HAMDİ TANPINAR
“Ben, kendi hesabıma aşağıdaki altı mısraı, Türkçede ritmin zaferlerinden biri tanır ve severim:
Kim bilir neredesiniz?
Geçen dakikalarım,
Kim bilir neredesiniz?
Yıldızların, korkarım,
Düştüğü
yerdesiniz,
Geçen dakikalarım.”
“Bir Necip Fazıl olabilmenin ahmakça saadetine ne kadar muhtacım.”
Necip Fazıl ve
Kop Dağındaki Dükkânı
Necip Fazıl,
Hikâye ve Tahlillerini, Kop Dağında Bir Dükkân adlı güzel olduğu kadar doğru
bir san'at mülâhazasiyle bitiriyor.
Kop Dağında bir
dükkân açmak, güzel'in peşinde koşanların en tabiî ve meşru arzusudur.
Doğrusunu isterseniz, bu dükkân on seneden beri açıktır ve oldukça geniş bir
müşteri kafilesine nadir emtiasını dağıtıyor.
Ben, o dükkânın
ilk ve devamlı alıcılarından biriyim. Örümcek Ağı'nın titiz örgüsünü orada
buldum, Kaldırımlar'ın yalnızlığını orada tanıdım. Fener, Gözler, Otel Odaları,
Sayıklama, Geçen Dakikalarım... Bütün bu acının yenilmez arzu ve tutulmaz vehim
usarelerinden süzülmüş emsâlsiz ve bahasız içkiler, hep oradan, yirmi yaşında
genç bir adamın bundan on sene evvel, Kop Dağı'nın bir dönemecinde –üstünde
fırtınalar didişen ve ayağının ucunda uçurumların baş döndürücü dâveti işitilen
ücra bir köşesinde– açtığı dükkândan geldi.
Fakat ne yalan
söyleyeyim, ben bu dükkânda çok nadir şeylerin daha fevkinde bir lezzet buldum:
Satıcının kendisi. Onun için beraberimde götürdüğüm ganimetlerden ziyade, tezgâh
başında yaptığımız sohbetleri hatırlıyorum.
İnsan, eserinin
fevkine çıkmadıktan ve bir gün, hayatının istediği bir gününde onu fırlatıp
atmak kudretini kendinde bulmadıktan sonra niçin yazmalı? Boş rakam
kalabalığının üstüne çıkabilmek, ancak bu cins adamların hakkıdır. Ben ve Ötesi
şairinde bir ruh kudreti vardır.
O, en zalim bir
rüyayı bile sonuna götürmeden uyanmasını istemez. Fakat en cazibini bile üç
defa üstüste görmeğe razı değildir.
Birkaç defa
düşündüm; her hayat dâvetinin önünde, yelesi taze ve keskin bir bahar kokusu
ile kabarmış bir küheylân gibi, burun delikleri açılıp kapanarak şahlanan bu
genç adam, kendisini şiirin dar nizamına sokmamış olsaydı, acaba ne olurdu?
Belki, zaferini terennüm eden tunç boruların akislerini ufkun dört köşesinden
üstümüze bir altın yağmuru halinde yağdıran bir kahraman, belki köksüz bir
adam, belki de daha büyük bir ihtimalle sadece bir deli.
Kaç defa bu
ikinci ihtimalin korkunç gölgesini onun başı üstünde, avını arayan bir kartal
gibi daireler çizerken gördüm ve onun süzülüp inmek üzere olduğunu ve biraz
sonra siyah çelik gagasının ucunda acaip parıltılı bir elmasla boşluklarda
kaybolacağını düşünerek, gözlerimi kapadım. Fakat hayır, hiçbirinde bu tehlike
ciddî değildi.
O bu anda,
sadece bir ihtimalin son haddini zorluyordu.
Bazı insanlar,
ara sıra ayaklarını imkânsızın denizinde yıkadıkları içindir ki, zaman zaman
başları bulutlarla çarpışır.
Eserinden
bahsetmiyorum. İlâhî kıvılcımın içlerinde tutuştuğunu hisseden gençler onu
okusunlar. İyi şeyler, ancak iyi şeylerden doğar.
(Varlık, Sayı:
1, 13 Temmuz 1933)
“Her vakit söylediğim gibi, şiirde Necip Fazıl, Türk nazmı
bakımından bize yeni ve tamamiyle orijinal bir ses ve ahenk getirmiştir.”
“Ben Necip Fazıl'ın
eserlerini ve eserlerinden çok kendini severim. Hattâ kendini övenleri
sevmezken, Necib'in kendini övdüğü zamanlarda bile...
Bu sevişim, güzel yazdığı kadar güzel konuşan Necip ile
sadece bir gönül yakınlığından gelmiyor; onu, gençliğin bedbin hevesinden
sıyrılıp yükselmiş, gittikçe daha gelişip olgunlaşan, gittikçe daha millet ve
insaniyet ölçüsünde eserler vermeye doğru kanat çırpan bir halde bulmam,
kendini sevmemde ve kendine ümit bağlamamda en kuvvetli âmildir. Necib'i
okuduğum zaman kulaklarım uğuldamaz; fakat içim derinliğin huzuruna ermiş
olur.”
“Türkiye'nin tuzu biberi tarzında insanlar vardır. Bilhassa
İstanbul'da, bilhassa Ankara caddesinde... Bunlardan biri Süleyman Nazif'ti;
biri Ahmet Haşim'di; biri Yahya Kemal'dir. Bunların kimi daha büyük, kimi
devâsâ... Gençler arasında da –Necip tabiî gençtir– bir tip aramak lâzım
gelirse, Necip Fazıl gelir. Yalnız şairliğiyle değil, orjinalliği ile mühim bir
şahsiyettir. İnsanlar yeknesaklıktan bıkıyor; orjinal iklimlere doğru bir
pencere açmak istiyor. İşte o zaman Necib'e rastlayınca güzel bir hava insanın
yüzüne çarpıyor. Gerçi bu hava bazan çok şiddetli geliyor. Pencere önünde
oturamaz oluyorsunuz. Fakat herhalde başka bir penceredir. Bilhassa benim için
fazla enteresan... Bu pencere, adi sokak esprilerine bakmıyor. Gayet güzel bir
çeşnisi var; Maveradan bahsediyor. Necib'in «Ben ve Ötesi» şiirini hatırlarsak,
şairin kendi ötesinden bahsediyor. Dünyada Mistisizm kalmadı. Bu, Neo-mistisizm
yapıyor...”
“Şairliğinde mükemmeldir. Bence, dünkü sofî şiir mezhebini
bugünkü lisanla halihazırda en iyi söyliyenlerden biridir. Görüşleri, ruhu
şairdir... Yalnız mizacı bakımından, şair olduğu mezhebin buradaki büyüklerine
benzemekten ziyade, Avrupa'daki orjinal büyük şairlere bilâ ihtiyar benzemek
yolunu tutmuştur. Meselâ Mevlâna'nın mesleğini, janrını, onun tasavvurunu ve
yaşayışını alacak yerde Baudelaire'inkini alır. (…)
Bütün
kendine zararlı olan kabahatleri de, kendi içindeki mahkemede, Baudelaire'e ve
Baudelaire gibi bazı mübalâğaları görülen diğer Avrupa şairlerine benzemekle
mazur gösterir. Fakat şunu daima hatırda tutmalı ki, kendi lisan edasını,
gençliğin bir kısmına aşıladığı muhakkaktır. Bu itibarla bir ekol başlangıcı
yapmış sayılabilir.”
“ Necip Fazıl kendi kitabına sığmayan bir insandır.
Sığmadığı içindir ki, pek tabiî taşıyor; hudutları aşıyor ve tarifi imkânsız
bir şahsiyet haline giriyor.
Necip Fazıl'ın muhtelif cepheleri vardır. Şair Necip Fazıl,
(ki bence en kıymetlisi odur) bankacı Necip Fazıl, piyes müellifi Necip Fazıl,
süvari Necip Fazıl, antika meraklısı Necip Fazıl, şıklığa meraklı Necip
Fazıl... Bu tasnifi yapabilmiş olmakla beraber, ben kendimde, ondan bahsetmek
selâhiyetini görmüyorum. Çünkü onun şiirlerinden olsa olsa Baudelaire, piyeslerinden
Shakespeare, bankacılğınıdan Montaigu Norman, süvariliğinden O'Neil,
kostümlerinden Duke of Windsor, antika tarafından Salâhaddin Refik bahsedebilirler.”
“ Necip Fazıl çok zeki bir adamdır! Necip Fazıl'ın bugünkü
eserleri –ben küçük manzumeden bir şey anlamam– lâkin onun makale şeklindeki
yazıları, büyük tiyatroları, şimdilik yaşından umulmayacak kadar kuvvetli ve
insanî, bir bakıma tatmin edici şeylerdir. Meselâ Hâmit hakkındaki bir etüdü,
pek yaman bir şeydir. İlk tiyatrosu olan Tohum müdafaa ettiği tez ne olursa olsun,
çok kuvvetli bir eserdir.”
“Necip Fazıl'ın şaheseri (Senfoni), isyan bayrağını çeken
şiirdir. Senfoni, 19. ve 20. yüzyılın fert bunalımını, kâh bir fikir kalıbı
içinde, kâh bir deli gömleği içinde mükemmelen ifade ediyor.”
“Şair Necip Fazıl'da, kendisinin kendisinde bulduğu
kıymetin yarısını bulurum. Bu kıymet, onu en büyük şairlerimizden birisi olarak
tanımama mâni değildir. Kendisi gibi düşünseydim ‘en büyük şairimiz’ demem icap
ederdi.”
MEHMET KAPLAN
“Necip Fazıl Kısakürek, ilk Cumhuriyet nesli şairleri arasında en
trajik veya daha uygun bir deyimle, en patetik olanıdır. Bu
bakımdan o, şiirlerinde
bunalımlarını anlatan son kuşak şairlerine yaklaşır. (…) Kaldırımlar’da gayri muayyen bir büyük
şehirde tek başına kendi trajedisini yaşayan bir insanın ruh hâli bahis
konusudur. Türk edebiyatında
ilk defa Necip Fazıl bu duyguyu dile getirmiştir.”
SEZAİ KARAKOÇ
“Cumhuriyetten sonra da, şiirimize, Necip Fazıl’la, şehir
insanı, aydın insan, eşyanın ötesini kurcalayan, gerçeğin peşindeki insan, insan mistisizmi girer. Han otelle, bahçe odayla yer değiştirmiş, ‘atılmış elbiseler boğazlanmış bir adam’ şiirine geçilmiştir.”
“Merkez Necip Fazıl’ın şiiri olarak
alınmadığı için Cumhuriyet sonrası şiirimizin gerçek yorumu yapılamamıştır.
(...) İkinci Yeni, Necip Fazıl ekolüyle Orhan Veli akımı arasındaki
bir tereddütten yola çıkan, dünya
şiiri ile çalkalana çalkalana duygu ile düşünce arasında eriyen bir şiir akımı
oldu.”
ORHAN OKAY
“Hecenin zaferi de bence onunla başlamıştır.”
RASİM ÖZDENÖREN
“Onun şiiri, aslında, şiire bireyi
getirmesiyle edebiyatımızda modern
yaşantının ilk örneği olarak tanımlanabilir. (…) Hece, Necip Fazıl’ın
şiiriyle geleneksel sözlü şiirimizin (halk şiirimizin) kalıbı
olmayı böylece arkada bırakarak kentleşmiş olmaktadır.”
İSMET ÖZEL
“Benim özellikle söyleyebileceğim şey;
Necip Fazıl’ın kendi döneminde yalnız
yeni şiir atmosferinin içinde olması değil, yenilik getiren bir şair olması. (…) Necip Fazıl’da özgün ve kendinden önce yaşayan şairlerde ve
sonrakilerde yer almayan bir gerilim vardır. Bu gerilim, daha çok,
birçoklarının metafizik diyebileceği
bir endişeyle bağlantılıdır. Ama
ben Necip Fazıl’ın, daha çok,
metafizik kelimesine ne anlam yüklenir,
onu herkesin ayrı ayrı tartışması
gerekir. Bu yaşadığı gerilimin
ölüm karşısındaki tutumla alâkalı olduğunu sanıyorum. (…)
“Necip Fazıl, Türkiye’deki büyük değişiklikleri icra eden toplumsal kesimin bir mensubu
olarak ilk damgasını vurmuştur. Bir
kere varlıklı bir aileden gelir. Dadılar
elinde büyümüştür. Toplumda
seçkin bir yeri vardır. Cumhuriyetle
birlikte gelen değişikliklerin sahibi olan taraftadır. Şeyhine intisapla bu sahipliği reddetmiştir.
Mesele budur. Necip Fazıl’ı Necip Fazıl yapan, büyük ölçüde, normal olarak kendi bulunması gereken yerde değil, muhatabın yanında bulunmasıdır. Uzun süre tek adam olarak kalabilmiştir.
Türkiye’de Batılı eğitim görmüş,
Batılı yaşamı benimsemiş insanlar
arasında, Müslümanlık, deyiveren bir adam olarak da dikkatleri,
ilgileri toplamıştır.”
MUSTAFA ŞEKİP TUNÇ
“Kaldırımlar’ı okuduktan sonra, sanatkâr ruhunu, yeni ruhiyatın veçheleri istikametinde çok derinden
eşelemek lâzım geldiğini bir kere daha anladım.”
“Örümcek Ağı ve Kaldırımlar bizi nadir bir san'atkâr ve
hakiki bir şair ile karşılaştırıyor: Necip Fazıl…”
NURULLAH ATAÇ
“Necip Fazıl, gördüğü bütün rağbete rağmen, henüz bilinmeyen bir şairdir. Ben ve Ötesi’ni açın, en
az tanınan şiirleri tekrar tekrar okuyun; zevkine varamıyorsanız o poéte mandit’yi bırakıp atın; sizi hoşlandıracak nice şairler var. Fakat onları sevebilirseniz siz de
bizdensiniz; artık
okuyabileceğiniz şairin adedi dördü beşi geçmez. Fakat onların her damlasında alacağınız zevk bir cihana bedeldir.”
“Yarına kalacak tek şair: Necip Fazıl... Bence şimdiye
kadar gelen şairlerin en büyüğüdür O...”
VASFİ MAHİR KOCATÜRK
“Son devrin sathi ağlayışlı, bayağı şiirlere doğru giden edebiyatını
iptizalden kurtararak ona ruhun asaletini Necip Fazıl vermiştir. (...) Otel Odaları da edebiyatımızda eşine rastlanmayan
şiirlerden biridir. (...) Necip
Fazıl günümüzün en koyu ferdci şairidir.”
“ Fransız edebiyatında Baudelaire, Verlaine nasıl bir
yeni ürperişse bizim edebiyatımızda da Necip Fazıl o kadar başka bir
görünüştür. Duyuş ve lirizm bakımından kendi içimizde hiçbir üstadı yoktur.
Onun getirdiği duyguları Hâmit ve Fikret te bilmezlerdi. Gerçi bizim
edebiyatımızda ötedenberi ferdî ruhun şiiri vardır, fakat Necib'in getirdiği
yeni ürperişten mahrumdur. Garpte Hugo, Byron, Shakespare, bizde Hâmit, Fikret,
Kemal, parlak ve gürültülü bir şiirin sahibidirler. Necip Fazıl'ın şiiri,
Baudelaire'in, Verlaine'in ruhu gibi, gürültüden, sesten, hattâ tabiîlikten
kaçan bir ruhtur. Bizim eskilerden Fuzulî ve Yunus onu biraz andırabilir.”
“ Neslinin en keskin şöhret, ve en sağlam kıymeti Necip
Fazıl Kısakürek, senelerden beri (Senfoni) isimli bir manzumeye çalışıyordu.
Mümtaz şairin bu fevkalâde faaliyetini hemen herkes duymuştu. Bazı mecmualar,
şiir üstünde tefsirler yapmış, san'at ve edebiyat mahfellerini eserin
dedikodusu çalkalamıştı. Şairin büyük bir ehemmiyet atfettiği ve baş eseri olarak
gösterdiği bu manzume nihayet tamamlandı.”
“Orhan Seyfi ve benzerlerinde basit kalbin, Yahya Kemal ve
benzemek istiyenlerinde ince tahassüsün, Haşim ve andıranlarında hınç ve ıstırabın,
Faruk Nafiz ve hatırlatanlarında ise küçük hassasiyetin tablosu olan şiir dili,
Nazım Hikmet'le, içeriden dışarıya ve hayat akışına doğru sert ve tok bir ses
çıkardı. Bülbülden makineye atlayan bu ses, gerçek insan yapısının anahtar
kutusu olan ruh aksülamelini ise Necip Fazıl'da bulmuştur.”
“ Şiirimize getirdiği yenilikleri ve güzellikleri burada
bir bir sayacak değilim. Ancak şu kadar söyliyeyim ki, Kısakürek Türk halk
şiirini, mistik tekke şiirinin herkese açılmayan kapılarından rahatça, başka
bir rüzgârla geçmiş, Batı şiirinin havasını da taşıyan mısralarından madde ve
ruh felsefesini kendi açısından en güzel bir dil, en mükemmel bir form ve
tadına doyulmaz bir âhenk içinde vermiştir.”
“Tanzimattan sonra Abdülhak Hamid'le gelişmekte olan, insan
içi derinliği ile insan dışındaki değer derinliği arasında salıncaklanmanın
şairidir Necip Fazıl... Paraya önem vermeyen adamdır. Nereden gelip nereye
gittiğine bakmazdı. Necip Fazıl mistiği, pratik mistik haline getirmek tutarsızlığına
düşmüştür. Ama her zaman iyi şairdir.”
“ Şair, naşir; piyes yazarı, mütefekkir cepheleri ile büyük
bir sanatkâr, bir dehâ… Zaten sanatkâr sadece kendi şuur altını değil,
hepimizin müşterek malı, maşerî gayrı şuurun, imaj kalıpları demek olan ‘Jungien’
mânada arketip'leri de dile getiren bir medyumdur. Sadece mâzi ile hâl arasında
değil, hâl ile istikbal arasında da köprü kuran ve istikbalden haber veren bir
kâhin gibidir. Büyük sanatkârları, büyük şairleri de büyük milletler çıkarır!
Onların misyonu vardır. Necip Fazıl üstad, «Müslüman Türkün ruh kökünde»
nabazân eden heyecanları, çileleri ve özlemleri dile getirerek misyonunu ifa
etti ve etmekte…”
AHMET KABAKLI
“Son şiir görüşlerini aktardığımız Necip
Fazıl, Cumhuriyet kuşağının ilk
önemli şairi olmuştur. Acemi
kişiler elinde bezdirici bir ahenk yokluğuna ve muhteva hiçliğine düşmüş olan
hece şiirini ölçüleri aşan bir kudretle geliştirmiş, yepyeni ve garip ürperişler dolu şiir üslûbu
yıllarca taklit olunmuştur. Cahit
Sıtkı Tarancı ve Ahmet Muhip Dıranas üstündeki etkileri ile ayrıca 1940’tan
sonra gelişen Yeni Şiir akımlarına öncülük yapmıştır. Boğuntu, hafakan, burkuntu,
tedirginlik gibi 1955’ten sonra moda
olan şiir temalarını ilk kullanan ve bunları bir çeşit yaşama cinneti hâlinde
veren şairimizin de Necip Fazıl olduğu görülmektedir.”
M. ÂKİF İNAN
“Orhan Veli ve arkadaşlarının sürdürdüğü
Garip şiirine karşı olarak gelişen akım üzerinde Necip Fazıl etkisi çok
büyüktür. İkinci Yeni gerek
onun getirdiği sesten ve gerekse insanın içine ve dolayısıyla topluma ve onun
geçirdiği krize açılan şiirden büyük ölçüde yararlanmıştır. Yeni şiirin en belli başlı özelliği olan,
sarsıntı geçiren, değer ölçüleri allak bullak olmuş insan ve
onun psikolojik hâlleri, şuur
altı sayıklamaları, bizde
kaynağını hep Necip Fazıl’da bulmuştur.”
“ Acısını, onun çektiği bir muazzam ıstıraba, bugünkü Türk
nesilleri olarak biz çok şeyler borçluyuz. Dayanılmaz fikir ve aksiyon çilesini
o çekti ama biz, sayıları elliye ulaşan büyük bir eser külliyatına kavuştuk.
Sadece bu mu? Hayır! CHP diktatörlüğünün en ceberrut devrinden başlayıp ömrünün
sonuna kadar «bir derecelik inhiraf göstermeksizin» devam eden bir mücadele
örneği…”
ÜSTADIN
FİKRİYATININ ÖZETİ BU KİTAPTA
Dr.
Yasin Beyaz, objektif bir araştırma pratiği olarak kaleme aldığı Necip Fazıl’ın
Düşünce Dünyası kitabında, üstadın kırk küsur yıl süren düşünce yolculuğuna
dair derli toplu bir özet girişiminde bulunarak büyük bir cesaret örneği
göstermiş. Arif Akçalı yazdı..
Üstad
Necip Fazıl Kısakürek hakkında kaleme alınmış her yazının, her kitabın bende
uyandırdığı heyecanı gizleyecek değilim. İlk gençlik yıllarımızın kudüm ve
neylere karışan ezgileri arasında üstadın bambaşka bir yeri, sesi ve öznesi
vardı. Bu farklılık, zaman içerisinde üstada duygusal yaklaşımın dışında,
düşüncelerini anlamaya yönelik zorunluluğu da beraberinde getirdi. Bu
zorunluluğu belki o yaşlarda idrak edebilecek melekeden yoksunduk, ancak
üstadın bir memleket klasiği haline gelen şiirlerinden yol bularak,
külliyatının ne kadar kıymetli olduğunu o çağlarda dahi hissedebiliyorduk.
Üstad
Necip Fazıl Kısakürek, şüphesiz sadece yirminci yüzyılın değil, bütün bir Türk
edebiyatının en önemli mütefekkir ve şairlerinden biri olarak literatürdeki
yerini fazlasıyla hak etmiştir. Onun düşünce teknesinde ete kemiğe bürünen
eserlerini sadece yüzünden okuyanlar bile derinden etkilendiği gibi, özellikle
yeni neslin dimağında bir vicdanın sesi olarak sürekli yankılanmıştır. Öyle ki,
üstadın Cumhuriyet sonrası Türk düşüncesinde aksiyoner bir kimlik olarak, İslâm
anlayışına münhasır kıldığı “Büyük Doğu” mefkûresi, özellikle gençlerin
omuzlarında bir vebal olarak durmaktadır.
Tam
da bu noktada Dr. Yasin Beyaz’ın kaleme aldığı, İşaret Yayınları’ndan çıkan
Necip Fazıl’ın Düşünce Dünyası isimli çalışma, üstadı; edebiyat, toplum, din ve
siyaset ekseninde değerlendiren müstakil bir gayret olarak göze çarpıyor.
Öncesinde doktora tezi olarak, Nesir Yazılarına Göre Necip Fazıl’ın Düşünce
Dünyası ismiyle hazırlanan çalışma, genişletilmiş, toplu bir Necip Fazıl
fikriyatının özeti halinde önemli bir boşluğu kapatıyor. Zira üstad hakkında
hazırlanmış müstakil çalışmalarda, üstadın düşüncesi biçimsel olarak belki
üç-beş sayfada aktarılabiliyordu. Bunun yanında söz konusu çalışmalarda üstadın
yaşadığı dönem içerisinde özellikle Büyük Doğu’larda kaleme aldığı edebiyat,
toplum, din ve siyaset üzerine yazılar, dağınık bir şekilde ve fakat zaman
içerisinde toparlanarak kitaplaşıyordu.
Başyücelik
Devleti çevresinde toplum tasavvuru
Necip
Fazıl’ın Düşünce Dünyası’nda Dr. Yasin Beyaz, va’zedilen konunun daha iyi
anlaşılması noktasında, öncelikle üstadın çocukluğu ve çevresi, öğrenim hayatı,
yayın hayatına girişi, Babıâli, çalışma hayatı olmak üzere kısa bir
biyografisini sunarak işe koyulmuş. Birinci bölümde, üstadın sanat ve edebiyat
anlayışı ekseninde özellikle bazı şahıslar üzerine Büyük Doğu’larda yayınlanan
Edebiyat Mahkemeleri kayıt altında tutularak; Tevfik Fikret, Mehmed Akif Ersoy,
Yahya Kemal ve Nurullah Ataç ekseninde dönemin edebiyat düşüncesi karşısında
kendi düşüncelerini aktarmış. Dil konusunda ise Türk alfabesinin gelişimi,
İslâm alfabesi karşısındaki durumu, oluşturmaya başladığı lügat, edebiyatta dil
ve sadeleştirmeye bakışı kaynaklar taranarak aktarılmış. İkinci bölümde, toplum,
eğitim ve din anlayışı üstadın İdeolocya Örgüsü temel alınarak, Büyük Doğu ve
diğer mevkuteler taranarak, sıralamaya dâhil edilmiş. Şüphesiz üstadın dönemin
şartları içerisinde bir alternatif olmak üzere Başyücelik Devleti ideali ve
İdeolocya Örgüsü paralelinde bir devlet nizamı ortaya koymuş olması başlı
başına bir hadise teşkil etmiştir. Zira o güne kadar bu anlamda bir devlet
nizamnamesi ortaya koymuş ikinci bir
isim yoktur. Öyle ki İdeolocya Örgüsü, toplum temelinde örgütlenişin, a’dan
z’ye oluşturulması düşünülen sosyal, iktisadî, edebî hayat unsurlarının lif lif
dokunarak örgüleştirildiği bir ‘anayasa’ prototipi olarak dikkatleri
çekmektedir. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun ifadesiyle üstad, “Beş asırlık
tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan ve ideali aramayla
toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını
hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam”dır.
Bu
ayrıntıyı iyi çözümleyen Dr. Yasin Beyaz, üstadın bir fikir olarak sonuna kadar
savunduğu ve bağlı kaldığı İslâm düşüncesi merkez olmak üzere, Başyücelik
Devleti çevresinde toplum tasavvuru ve Türk tarihine yeniden yaklaşan düşünce
yazılarını tasnife tabi tutuyor. Doğu, Batı, Büyük Doğu düşüncesi, ütopik
toplum tasavvuru olarak başlıklandırdığı bu bölüm, Hz. Muhammed (s.a), İslâm
düşüncesi, tasavvuf ve ahlak; bunlara bağlı olarak da eğitimin temel sorunları,
kültür anlayışı konularına münhasır üstadın geniş açıklamalarını Başyücelik
Devleti iradesine bağlı olarak açıklamaya gayret ediyor.
Üstadın kırk
küsur yıl süren düşünce yolculuğuna dair derli toplu bir özet
Yazarın,
üstadın siyaset anlayışını özetlemeye çalıştığı üçüncü bölüm, öyle sanıyorum ki
çalışmanın en renkli kısmını oluşturuyor. Üstadın 1943 yılından başlayarak,
CHP, DP, AP, MSP, CKMP, MÇP ve ANAP (kısmen) olmak üzere aşağı yukarı kırk
yıllık zaman diliminde; İdeolocya Örgüsü çerçevesinde oluşturulmak üzere, İslâm
düşüncesinin sol grup ve partiler karşısında bir alternatif oluşturma
gayretinin özeti olarak okunuyor. Necip Fazıl Kısakürek, CHP başta olmak üzere,
(ki bu partiye milletvekili olmak üzere başvuruda da bulunmuştur) devrin hemen
bütün partileri ve liderleri ile doğrudan veya dolaylı olarak bir ünsiyet
kurmuştur. Özellikle Adnan Menderes ile ilişkisi, 27 Mayıs ihtilali sonrası
yaşanan toplumsal travma, üstadın eserlerine de yansımış olması bakımından
dikkat çekicidir.
Dr.
Yasin Beyaz, objektif bir araştırma pratiği olarak kaleme aldığı eserinde,
üstadın kırk küsur yıl süren düşünce yolculuğuna dair derli toplu bir özet girişiminde
bulunarak büyük bir cesaret örneği göstermiştir. Yukarıda da ifade ettiğim gibi
üstadın özellikle şiirlerinden, tiyatro eserlerinden başlayarak bir hayranlık
tutulmasının mevcudiyeti karşısında; üstadın fikriyatı ve toplum tasavvuru
konusunda kelamdan pek nasibini alamamış sözkonusu hayran kitlesinin bu noktada
yetersizliği bilinen bir gerçektir. Bu gerçekliği gördükten sonra, üstadın
düşünce dünyasına eğilen ve toplu olarak özet girişinde bulunarak önemli bir
çalışmayı nihayete erdiren Dr. Yasin Beyaz, bir bakıma tartışmaya açık
noktaları da çalışmasına almaktan çekinmemiştir. Örneğin, önsözde belirtilen,
“Akif’in sahip olduğu İslâmî entelektüel birikim ve perspektif, Necip Fazıl’da
yoktur.” cümlesinin içerisi doldurulmuş değil. Yine önsözde, “Necip Fazıl,
demokrasiyi CHP ve Tek Parti iktidarının ortadan kalkması için ister.”
cümlesiyle beraber, üstadın 1960 ve 1980 darbelerine bakışı da yine tartışmalı
konular arasında yer almaktadır.
Geniş
bir bibliyografya ile uzun bir zamana yayıldığı belli olan çalışma, üstadın
fikriyatını temel prensipleriyle yakından tanımak isteyenler için önemle
dokunmuş bir kumaş hüviyetinde. Üstad Necip Fazıl Kısakürek, şüphesiz iman ve
aksiyon hamlesinin Cumhuriyet sonrası Türkiyesindeki tek isim. Özellikle
İslâm’a muhatap anlayışın örgüleştirildiği ve aksiyon hamlesinin fikir
hamuruyla yoğrulduğu Büyük Doğu düşüncesi, İslâm ve Türkiye ilişkisinde,
merkezde açtığı bir gediğin sura tırmanan bayraktarı olarak okunmayı ve
anlaşılmayı bekliyor.
KAYNAK:
Üstadın fikriyatının özeti bu kitapta (dunyabizim.com, 31 Ekim 2013).
Üstad
Necip Fazıl ne bir müfessir, ne de bir fakihti. Lakin milletin bütün bunlardan
mahrum olduğu bir zamanda Mütefekkir kimliğiyle zuhûr etti, iman, ibadet ve
ahlak alanına hapsedilen İslam’a yol açtı. Onun eşya ve hadiselere yeniden
tatbikinin nasıl olacağını gösterdi. Büyük Doğu üst başlığında, Müslümanların
bu çağda iman, fikir, hareket, ahlak ve hukuk tasavvurlarının nasıl olacağını telif
etti; İdeolocya Örgüsü’nü de buna başeser yaptı. Bu milletin çocuklarına
yeniden nasıl Ebussuud çapında âlimler olabilecekleri noktasında yol haritası
çizdi.
Üstad,
Allah Rasulü’ne صلى الله عليه وسلم” Çöl Bedevisi” denildiği bir zamanda,
“Topuğunu bir kerecik öpebilmiş kum tanesi olsaydım.” diyerek O’na صلى الله عليه
وسلم aidiyetten daha büyük bir şeref ve O’nun صلى الله عليه وسلم davasına
hizmetten daha onurlu bir vazife tanımadığını ilan etti.
Üstad,
“Biricik meselem, Sonsuz’a varmak.” dedi. “Gençliğe Hitabe” bu işin kitap
çapında izaha muhtaç bir metnidir. Hatipte konuşmak, muhataplarda ise dinlemek
esastır. Lakin bu esasiyet duvarlara değil, yüreklere levhalar asmak için
olmalıdır. Gençliğe Hitabe’yi anlama cehdimizi Ahiret sermayemiz olur gayesiyle
sizinle paylaşmak istedik. Doğrular Allah’a ve Rasulü’ne kusurlar ise beşere
aittir.
KAYNAK:
Kitaplar (ihsansenocak.com, 19.09.2019).