Şair ve düşünür, İstiklal Marşı şairi (D. 20 Aralık 1873, İstanbul - Ö. 27 Aralık 1936, İstanbul). Fatih semtinin Sarıgüzel Mahallesinde dünyaya geldi. Babası Fatih Medresesi müderrislerinden Arnavut kökenli İpekli Tahir Efendi (1826-88), annesi ise Buhara taraflarından gelip İstanbul’a yerleşen bir aileye mensup Emine Şerife Hanımdır (1836-26). Doğumunda babası Âkif’e ebced hesabına göre Ragif adını koyduysa da, ailenin diğer üyeleri telaffuzu daha kolay diye onu hep “Âkif” adıyla çağırdılar. Böylece Ragif, Âkif oldu ve kendisi de bu adı benimsedi, daha sonra şiirlerinde de bu adı kullandı.
Mehmet Âkif, Emir Buhari Mahalle Mektebi, Fatih İbtidaisi (ilkokul), Fatih Merkez Rüştiyesi (ortaokul), Mülkiye İdadisi (Lise) ve Baytar Mektebini (Veteriner Fakültesi) bitirdi (1893). Lise öğrenimi sırasında Fatih Camisi’ndeki derslere devam ederek Arapça ve Farsça öğrendi. Ayrıca özel eğitim de aldı. Babasından Arapça ve İslâmi bilgiler, Esad Dede’den Farsça ve İran klâsikleri okumuş olması, Ahmet Naim Bey ve Şevket Bey gibi arkadaşlarıyla dinî ve edebî Arapça metinler okuması ile kendi kendine Fransızca öğrenmiş ve yine arkadaşlarıyla Fransız edebiyatı ve Fransızcadan Batı edebiyatı, Batı düşüncesi okumuş olması daha önemli görünmektedir. Otuz beş yıl arkadaşlık ettiği Mithad Cemal’in tanıklığına bakılırsa, az sayıda eseri iyice sindirecek ve nerdeyse ezbere bilecek derecede yoğunlukla okumuştur. Okuduğu ilk manzum eserin Fuzuli’nin “Leylî vü Mecnun” mesnevisi olduğunu biliyoruz. Arapça, Farsça ve Fransızca sayesinde de İslâm’ın ve Batı’nın büyük eserlerini okudu. Damadı Ömer Rıza Doğrul, Âkif’in Lord Byron’ın “Childe Harold's Pilgrimage” destanını okuduğundan söz etmektedir.
Akif, 1893’te okulu birincilikle bitirip veterinerlik müfettişi olarak çalışmaya başladı. Dört yıl kadar Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan’da bulundu. Mezun olduğu yıl “Hazine-yi Fünun” adlı bir dergide bir gazelini yayımladı. Bu onun bilinen ilk basılı eseridir. Genç veteriner Mehmet Âkif, 1898 yılına kadar Osmanlı toprağının değişik yerlerini müfettiş olarak dolaştı. 1898’de, yirmi beş yaşındayken kendisinden beş yaş küçük olan, Tophane-i Amire veznedarlarından Mehmet Emin Bey’in kızı İsmet Hanım’la evlendi. Âkif’in İsmet Hanım’la evliliğinden ilk üçü kız olmak üzere, adları Cemile, Feride, Suat, İbrahim Naim, Emin ve Tahir olan altı çocuğu dünyaya geldi.
Mehmet Akif, 1907’den Türkçe öğretmenliği yapmaya başladı; bir yıl sonra da Veterinerlik Dairesi Müdür Yardımcısı oldu. Aynı yıl İkinci Meşrutiyetin ilân (1908) edilmesiyle meşru ve kanuni duruma gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeliğini koşullu olarak kabul etti. Koşulu, üyelik yeminindeki, “Cemiyet’in bütün emirlerine kayıtsız şartsız itaat” ibaresinin değiştirilmesi kabul edilmişti.
1908’den sonra yayın çalışmalarının kapısı açılınca İslâmcı aydınlar, Ebulula Mardin ve arkadaşı Eşref Edip’in “Sıratımüstakim” dergisinde bir araya geldiler. Âkif, derginin başyazarıydı. Dergi, 1912 yılında Mardin’in ayrılmasıyla Eşref Edip’e kaldı ve adı “Sebilürreşat” olarak değiştirildi. Mehmet Âkif ‘in bu iki dergi ile ilişkisi 1908’den derginin kapatıldığı 1925 yılına kadar sürmüş ve Âkif de derginin politik yürüyüşünün liderliğini yürütmüştür.
Balkan Savaşı (1912-13) nedeniyle Baytar Mektebi müdür yardımcılığı ve Darülfünun’daki Genel edebiyat profesörlüğü görevinden istifa ederek ayrıldı (1913). “Sırat-ı Müstakim” ve “Sebilürreşad” dergilerinde çıkan makaleleri ve Fatih, Beyazıt, Şehzadebaşı, Süleymaniye camilerinde verdiği vaazlarda, Ziya Gökâlp’in öncülüğünü yaptığı Türkçülük akımına karşı İslâm birliği görüşünü savundu. Mehmet Akif, Birinci Dünya Savaşı’ndan (1014-18) önce Mısır ve Hicaz’a gitti. Savaş sırasında Almanya’daki Müslüman esirlerin durumunu görmek üzere Alman hükümetinin daveti üzerine Osmanlı Gizli Teşkilatı (Teşkilat-ı Mahsusa) tarafından 1914’te Berlin’e; 1914’ün sonlarına doğru aynı örgüt tarafından İngiliz yanlısı Şerif Hüseyin’e karşı Osmanlı Devletine bağlı kalan Necef Emiri İbnürreşid’e gönderildi. Bu gezi sırasında Dar’ül Hikmet’il İslâmiye başkâtipliğine atandı, dönüşünde görevine başladı.
İzmir’in işgalinden (1919) sonra Batı Anadolu’da başlayan Millî Mücadele’yi desteklemek için Balıkesir’e giderek verdiği vaazlarla halkın direniş azmini arttırmaya çalıştı. Ankara’ya gelişinden kısa bir süre sonra (Mayıs 1920) seçildiği Burdur milletvekilliğini 1923’e kadar sürdürdü. Konya İsyanı’nı önlemek, halka öğüt vermek üzere Konya’ya gönderildi. Oradan geçtiği Kastamonu Nasrullah Camisi’nde coşkulu bir vaaz vererek Sevr Antlaşması ve Millî Mücadele hakkında halka bilgi verdi Sebilürreşad’ı 20 Kasım 1920’de Kastamonu’da yayımladı. Bu çalışmaları nedeniyle Dar’ül Hikmeti’l İslâmiye’deki görevine son verildi (20 Aralık 1920).
Ankara’ya
döndüğünde Taceddin Dergâhı’na yerleşti. Bu sırada yazdığı şiir TBMM’de üst
üste birkaç kez coşkuyla okunarak İstiklal Marşı olarak kabul edildi (21 Mart
1921). İstiklal Marşı şairi olarak kendine verilmek istenilen para armağanını
maddî sıkıntı içinde olmasına rağmen kabul etmedi. İstiklal Marşı dört kez
bestelendi. Bugün okunan şekli Osman Zeki Üngör’e aittir. Akif, Şer’iyye
Vekaleti tarafından kurulan Te’lifat-ı İslâmiye ve Heyeti (İslâmi Telif Kurulu)
üyeliğine seçildi. Millî Mücadele’nin sonuçlanmasından sonra İstanbul’a döndü.
Hayatı boyunca inanç ve idealleri için
çalışıp mücadele eden Mehmet Akif, Millî Mücadeleden sonra bu inanç ve
ideallerine aykırı gördüğü bazı uygulamalar nedeniyle yurtdışına çıktı.
Cumhuriyetin ilanı, halifeliğin kaldırılması, hükümetin laiklik prensibine
eğilimi gibi inkılap hareketleri karşısında inkılapçılarla Akif’in yolları
ayrıldı. Akif için Türkiye, 1923’den sonra yaşanılır olmaktan çıkmıştır. Sebilürreşad’ın
yayımına Takrir-i Sükun Kanunu ile son verilmiştir. Akif, bu koşullarda,
prensipleri doğrultusunda yaşasaydı, muhtemelen, yaptıkları suç teşkil
edecekti. Prens Abbas Halim Paşa’nın davetlisi olarak Mısır’a gitti. Hilvan’a
yerleşti. Kahire’deki Cami’ül Mısriye adlı Mısır Üniversitesinde Türk Dili ve
Edebiyatı profesörlüğü yaptı (1925-1935). Mısır’da 1926’dan 1936 yılına kadar
on yıl gurbet hayatı yaşadı. Hastalanınca, yurdunda ölmek arzusu içinde
İstanbul’a geldi. Sıtma ve karaciğer hastalığı siroza dönüştü. 27 Aralık
1936’da, Taksim İstiklal Caddesinde olan Mısır Apartmanında vefat etti. Cenazesi üniversite gençliği ve halktan
oluşan kalabalık bir topluluk tarafından Beyazıt Camiinde kılındı. Kabri,
Edirnekapı Şehitliğinde, yakın dostları Babanzade Ahmed Naîm Efendi ile Süleyman Nazif’in yanındadır.
Mehmet Akif, ilk gençlik yıllarında manzum hikâyeleriyle dikkatleri çekmeye başlamıştı. Düşünce adamı olarak da tümüyle İslâm’a bağlılığı savundu; İslâmiyet’in hurafelerden kurtarılması için çalıştı.
Edebiyat Çalışmaları:
İlk şiiri, Baytar Mektebi öğrencisi iken okulunun dergisinde (Mektep Mecmuası, c. 2 Mart 1895), ciddi anlamda ilk şiiri (Kurana Hitap) ise Resimli Gazete’de 1895’de yayımlandı. Servet-i Fünun dergisinde 1898’den itibaren İranlı Hafız ve Sadi’den çeviriler yayımladı. Önceki adı Sırat-ı Mustakim olan Sebilürreşad dergisinde (1908-1910) çıkan ünlü şiirleri ve manzum hikâyeleriyle dikkatleri çekmeye başlamıştı.
Fikir adamı olarak tümüyle İslâm’a bağlılığı savundu. 19. yüzyılın sonlarında sesini duyurmaya başlayan İslâmcılık, Mehmet Akif’in şahsında güçlü bir temsilcisini buldu. Çağının ünlü İslâmcı düşünürleri Muhammed Abduh (1948-1905), Abdürreşid İbrahim (1853-1944), Cemaleddin Afgani (1838-1897) ile görüş birliği içinde olan Mehmet Akif, İslâmiyet’in hurafelerden kurtarılması ve Müslümanların düştükleri bu üzüntü verici durumdan çıkabilmeleri için temel kaynak olan Kur’an ve Sünnet’e sarılmaları gerektiğine inanmıştı.
Bu görüşünü şiirinde “Doğrudan
doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı”
dizelerinde dile getirdi. Böylece kendi çağının şairi olmanın, kendi anlayışına
göre koşulunu koymuş oldu. Sanat anlayışı tıpkı Yunus Emre gibi Hak yolunda
halk ile beraber olmaktır. Türk edebiyatında toplum için sanat akımının başlıca
temsilcilerinden biri sayılan Mehmet Akif için şiir, inanç ve düşüncelerini
açıklayıp yaymak, mücadelesini sürdürmek için bir vasıtadan ibarettir.
“Hayır,
hayal ile yoktur benim alışverişim
İnan
ki, her ne demişsem görüp de söylemişim
Şudur
cihanda benim en beğendiğim meslek
Sözün
odun gibi olsun, hakikat olsun tek!“
diyerek
şiirde gerçekçilik akımının dönemindeki önde gelen temsilcisi olmuştur. Seyfi
Baba, Hasır, Mahalle Kahvesi, Köse İmam, Kocakarı ile Ömer manzum
hikâyeleriyle edebiyatta gerçekçiliğin, aruz ölçüsüne hakimiyetin unutulmaz
örneklerini veren Mehmet Akif, Çanakkale Şehitlerine şiiriyle edebiyat
tarihimize erişilmez bir anıt dikmiştir. Arapçadan başka Farsça, Fransızca
bilirdi. Bir Kur’an meali hazırladığı biliniyor ancak bu çeviriyle ilgili
çeşitli rivayetler vardır. Sonuç itibariyle bu meal mevcut değildir.
. “Türk şiirinin erkek sesi”... Cumhuriyet döneminin güçlü şairlerinden Orhan Seyfi’nin bu tespitini Âkif fazlasıyla hak etmiştir. Safahat’ın (bütün şiirleri) ilk kitabındaki halkçı şiirlerden başlamak üzere, şair o zamanki şiir ortamının şiire yönelik üç önemli beklentisini doyurmuş olarak çıkar okuyucunun huzuruna: 1) Nazmı, vezni pürüzsüzdür. Söyleyişi ikna edicidir, kafiyeleri şaşırtıcıdır, sözdizimsel başarısı tartışma götürmez. 2) Dili ve söyleyişi incelikli ve zekice bir sadeliğe sahiptir. Günlük konuşma dilinden bir şiir yaratmıştır. Ki bu da modern şiirin en önemli amaçlarından biridir. 3) Toplum sorunlarını onun kadar tutarlı ve bütünlüklü işleyen bir şair ne önceki ne sonraki dönemlerde pek ortaya çıkabilmiş değildir…
Nâzım Hikmet, Akif’e yönelik eleştirileri olmakla birlikte; “Mehmet Akif büyük şair / inanmış insan...” diyerek onun şairliği ve içtenliği nedeniyle hakkını teslim etmek istemiştir.
Mehmet Akif İçin Ne Dediler?
“Cevdet
Paşa, Kur’an nâsiridir; Âkif, Kur’an şairi. Ancak ikisinin arasında fark var;
Kur’an Cevdet Paşa’nın yalnız kültürünü, Âkif’in, kültürüyle beraber seciyesini
yaptı.” (Mithat Cemal Kuntay)
***
“Osmanlıca;
nesirde Namık Kemal’in mektuplarıyla; nazımda Fikret ve Âkif’in şiirleriyle
Türkçe oldu.” (Mithat Cemal Kuntay)
***
“Âkif
bey hayatında eğilmedi, gerek istibdat devrinde, gerek meşrutiyet senelerinde
açlığa rıza gösterdi, kimseye eyvallah etmedi. Umumi seferberlik zamanı idi,
Âkif bir arkadaşı ile birlikte oturmuş, kuru fasulya aşı yiyordu. Nezaret
erkânından biri çıkageldi. Selam tebliğ etti. Yazılarında o derece ileri
gitmemesini nazikçe söylemek istedi, Âkif pürhiddet dedi ki: Nazırına söyle;
kendilerini düzeltsinler! Bu gidiş devam ettikçe bizi susturamazlar. Ben
fasulya aşı yemeğe razı olduktan sonra kimseden korkmam!” (Hasan Basri Çantay)
***
“O,
hem tahkiyede harikulâde kudret ve tasvir ü ihsasta tekellüfsüz ve cuşacuş
belagatler gösteren bir şair, hem eşyayı ve vekayi’i ruhlarına ve serairine
nüfuz eden nazarlarla gören bi-menend bir
rasıddır. Mehmed Âkif gibi şiirlerini bizzat yaşamış olan şairlerin mahiyet ve
kıymetleri, eserleri serapa okunduktan sonra anlaşılır. Yazılarının yalnız bir
veya birkaçını görerek hüküm vermek, bir vücudun bir tek uzvunu tedkik ile
heyet-i mecmuası ve mesela bir kemiğe bakarak, beşerenin güzelliğini teşhis
etmeğe çalışmak gibi bi-sud ve na-kâfidir.” (Süleyman Nazif)
***
“Dinî irade ile millî irade hiçbir kitapta ve hiçbir dimağda
görülmemiş şekilde Safahat’ta birleştirilmiştir. O zamana kadar milliyetçi
denince dine karşı veya yabancı olan kişi, dinci ve Müslüman deyince de,
milliyetçiliği tanımayan insan akla gelirdi. Milliyetçi, ırkçı yani kemikçi
idi. Dinci ise, hurafeci ve vatansız varlıktı. Ruhlarımızı aynı zamanda bir
hezeyan teşkil eden bu safsatadan kurtaran Mehmet Âkif’tir. Türkün
Müslümanlıktan, milliyetçiliğimizin İslâm’dan ayrılamayacağını bize öğreten o
oldu.” (Nurettin
Topçu)
***
“Yahya Kemal esere, hep esere bakıyor; imparatorluk
idealine sıkı sıkıya bağlıdır. Âkif’se eserden müessire, yani imparatorluktan
çok, medeniyetin tarihe serpili eser ve kuruluşlar zincirinden çok, bütün o
eserleri doğuran İslâm’ın kendisine bağlıdır. Bundandır ki, O’nu yeni kurulan
Devletin İstiklâl Marşı’nı yazmış olarak da görebiliyoruz. Millî Marş’ın şairi
bundandır ki, Yahya Kemal değil Mehmet Âkif’tir.” (Sezai Karakoç)
ESERLERİ:
ŞİİR: Safahat (Bu ad altında toplanan bütün şiirleri şu yedi
kitaptan oluşmuştur: 1) Safahat (1911), 2) Süleymaniye Kürsüsünde (1912),
3) Hakkın Sesleri (1913), 4) Fatih Kürsüsünde (1914), 5) Hatıralar
(1917), 6) Asım (1924), 7) Gölgeler (1933).
DÜŞÜNCE-ARAŞTIRMA: Kastamonu Nasrullah Kürsüsü’nde (Millî
Mücadele sırasında Nasrullah Camiindeki hitabesi, 1921), Kur’an’dan Ayet ve
Hadisler (Sebilürreşad’da
çıkan yazılarından seçmeler; Yay. Haz. Ömer Rıza Doğrul, 1944).
ÇEVİRİ: Müslüman Kadın (Ferid Vecdi’den, 1909), Honoto’nun İslâmiyete Hücumuna Karşı Şeyh Muhammed Abduh’un Müdafaası (1915), İçkinin Hayatı Beşerde Açtığı Rahneler (Abdülaziz Çaviş’den, 1934), Anglikan Kilisesine Cevap (Abdülaziz Çaviş’den, 1924, bir bölümü Hazreti Ali Diyor ki, 1959 ve Hazreti Ali’nin Bir Devlet Adamına Emirnamesi, 1963, adlarıyla yayımlandı), İslâmlaşmak (Said Halim Paşa’dan, 1919), İslâmda Teşkilat-ı Siyasiye (Said Halim Paşa’dan, Sebilürreşad’da tefrika, 1922), Kur’an Tercümesi (Bu eser henüz bulunamadı).
KAYNAKÇA: Süleyman Nazif / Mehmed Âkif: Şairin Zatı ve Âsârı Hakkında Bazı Malumat ve Tetkikat (1924), Esat Adil Müstecaplıoğlu / Mehmet Akif – Ferdî ve İçtimaî Karekteri – Vatanperverliği – Milliyetçiliği – Şairliği (1937), Mithat Cemal Kuntay / Mehmet Âkif (ölümünün 6. yılı dolayısıyla, 1939), Fevziye Abdullah Tansel / Mehmet Âkif: Hayatı ve Eserleri (1945, 1973), Mehmet Emin Erişirgil / Mehmet Âkif: İslâmcı Bir Şairin Romanı (1956), Hilmi Yücebaş / Bütün Cepheleriyle Mehmed Âkif (1958), Ali Nihat Tarlan / Mehmet Âkif ve Safahat (1971), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013). Muzaffer Uyguner / Mehmet Âkif Ersoy (1991), Taha Toros / Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre (1998), İbnülemin Mahmud Kemal İnal / Son Asır Türk Şairleri (c. I, 1999), Fazıl Gökçek / Mehmet Âkif’in Şiir Dünyası (2005).
SOFULUK SATIYORSUN
MEHMET AKİF ERSOY
Sofuluk satıyorsun, elinde boy boy tesbih
Çevrende dalkavuklar; tapınır gibi, la-teşbih!
Sarık cübbe ve şalvar; hepsi istismar ,riya
Şekil yönünden sanki; Ömer’in devri, güya!
Herkes namaz oruçta; hepsi sözünü dinler
Zikir Kur’an sesinden, yerler ve gökler inler!
Ha bu din, iman, takva; inan ki hepsi yalan
Sen onları kendine taptırırsın vesselam!
Derdin davan sadece, hep nefsi saltanatın
Şimdilik putu sensin, tapılan menfaatın!
Hey kukla kafalı adam, dinle sözümü tut
Bunların dilinde hak; ama kalbi dolu put!…
CEHENNEM OLSA GELEN
MEHMET AKİF ERSOY
Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.
Bu yol k i Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz;
Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun,
Meğer ki harbe giden son nefer şehid olsun.
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa,
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa,
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar
Taşıp da kaplasa âfakı bir kızıl sarsa,
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!
ALINLAR TERLEMELİ
Cihan altüst olurken, seyre baktın,
öyle durdun da,
Bugün bir serserî, bir derbedersin
kendi yurdunda!
Hayat elbette hakkın, lâkin ettir
haykırıp ihkâk;
Sağırdır kubbeler, bir ses duyar:
Da'vâ-yı istihkâk
Bu milyarlarca da'vâdan ki inler
dağlar, enginler;
Otumıuş, ağlıyan âvâre bir mazlûmu kim
dinler?
Emeklerken, sabî tavrıyla, topraklarda
sen hâlâ,
Beşer doğrulmuş, etmiş, bir de baktın,
cevvi istîlâ!
Yanar dağlar uçurmuş, gezdirir beyninde
dünyânın;
Cehennemler batırmış, yüzdürür kalbinde
deryânın;
Eser a'mâkı, izler keşfeder edvâr-ı
hilkatten;
Deşer âfâkı, birşeyler sezer esrâr-ı
kudretten;
Zemin mahkûmu olmuştur, zaman mahkûmu
olmakta;
O, heyhât, istiyor hâkim kesilmek
bu'd-i mutlakta!
* *
*
Tabîat bin çelik bâzûya sahipken, cılız
bir kol,
Ne kâhir saltanat sürmekte, gel bir bak
da, hayrân ol!
Hayır, bir kol değil, binlerce,
milyonlarca kollardır,
Yek-âheng olmuş, işler, çünkü
birleşmekte muztardır:
Bugün ferdî mesâînin nedir mahsûlü? Hep
hüsran;
Birer beyhûde yaştır damlayan tek tek
alınlardan!
Cihan artık değişmiş, infırâdın var mı
imkânı,
Göçüp ma'mûrelerden boylasan hattâ
beyâbânı?
Yaşanmaz böyle tek tek, devr-i hâzır.
Devr-i cem'iyyet.
Gebermek istemezsen, yoksa izmihlâl
için niyyet,
"Şu vahdet târumâr olsun!"
deyip saldırma İslâm'a;
Uzaklaşsan da îmandan, cemâ'atten
uzaklaşma.
İşit, bir hükm-i kat'î var ki istînâfa
yok meydan:
"Cemâ'atten uzaklaşmak,
uzaklaşmaktır Allah (c.c.)'tan.
Nedir îman kadar yükselterek bir alçak
ilhâdı,
Perîşân eylemek zâten perîşan olmuş
âhâdı?
Nasıl yekpâre milletler var etrâfında
bir seyret?
Nasıl tehvîd-i âheng eyliyorlar, ibret
al, ibret!
Gebermek istiyorsan, başka! Lâkin,
korkarım, yandın;
Ya sen mahkûm iken, sağlık ölüm hakkın
mıdır sandın?
Zimâmın hangi, ellerdeyse, artık
onlarınsın sen;
Behîmî bir tahammül, varlığından hisse
istersen!
Ezilmek, inlemek, yatmak sürünmek var
ki, âdettir;
Ölüm dünyâda mahkûmîne en son bir
sa'âdettir:
Desen bir kere "İnsânım!"
kanan kim? Hem niçin kansın?
Hayır, hürriyetin, hakkın masûn oldukça
insansın.
Bu hürriyet, bu hak bizden bugün
âheng-i sa'y ister:
Nedir üç dört alın? Bir yurdun alnından
boşansın ter.
İstanbul, 3 Teşrinievvel 1334 (1918)
ÂTİYİ KARANLIK
GÖREREK AZMİ BIRAKMAK...
Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle.
İmânı olan kimse gebermez bu ölümle:
Uyan ey dipdiri meyyit, 'İki el bir baş içindir.'
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
Âtiyi karanlık görüvermekle apıştın?
Esbâbı elinden atarak ye'se yapıştın!
Karşında ziyâ yoksa, sağından, ya solundan
Tek bir ışık olsun buluver... Kalma yolundan.
Âlemde ziyâ kalmasa, halk etmelisin, halk!
Ey elleri böğründe yatan, şaşkın adam, kalk!
Herkes gibi dünyâda henüz hakk-i hayâtın
Varken, hani herkes gibi azminde sebâtın?
Ye's öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me'yûs olanın rûhunu, vicdânını bağlar
Lânetleme bir ukde-i hâtır ki: çözülmez...
En korkulu câni gibi ye'sin yüzü gülmez!
Mâdâm ki alçaklığı bir, ye's ile sirkin;
Mâdâm ki ondan daha mel'un daha çirkin
Bir seyyie yoktur sana; ey unsur- îman,
Nevmid olarak rahmet-i mev'ûd-u Hudâ'dan,
Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!
Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş...
Sesler de: 'Vatan tehlikedeymiş... Batıyormuş! '
Lâkin, hani, milyonları örten şu yığından,
Tek kol da yapışsam demiyor bir tarafından!
Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
Feryâdı bırak, kendine gel, çünkü zaman dar...
Uğraş ki: telâfi edecek bunca zarar var.
Feryâd ile kurtulması me'mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
'İş bitti... Sebâtın sonu yoktur! ' deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma.
14 Mart 1913
Mehmet Akif Ersoy
BİR GECE
On dört asır evvel, yine bir
böyle geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir
öksüz çıkıverdi!
Lâkin, on ne hüsrandı ki:
Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki,
bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler?
Göremezlerdi tabî’î:
Bir kerre, zuhûr ettiği çöl
en sapa yerdi;
Bir kerre de, ma'mûre-i
dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden
de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer
yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu
kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün afakın sarmıştı
zemînin,
Salgındı, bugün Şark'ı yıkan,
tefrika derdi.
Derken, büyümüş, kırkma
gelmişti ki öksüz.
Başlarda gezen kanlı ayaklar
suya erdi!
Bir nefhada insanlığı
kurtardı o ma'sûm,
Bir hamlede kayserleri,
kisrâlan serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün
hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına
gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet,
şer'-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin
yurduna gerdi.
Dünyâ neye sâhipse, onun
vergisidir hep;
Medyûn ona cem'iyyeti, medyûn
ona ferdi.
Medyûndur o ma'sûma bütün bir
beşeriyyet...
Yâ Rab, bizi mahşerde bu
ikrâr ile haşret.
Hilvan, 11 Rebîülevvel 1347
BÜLBÜL
- Basri Bey oğlumuza -
Bütün dünyâya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım;
Nihayet, bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım.
Şehirden kaçmak isterken sular zaten kararmıştı,
Pek ıssız bir karanlık sonradan vâdiyi sarmıştı,
Işık yok, yolcu yok, ses yok; bütün hılkat kesilmiş lâl
Bu istiğrakı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl
Muhîtin hâli “İnsaniyet”in timsâlidir, sanalım;
Dönüp mâziye tırmandım, ne hicranlar, neler andım!
Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd,
Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryâd,
O müstağrak o durgun vecdi nâgah öyle coşturdu
Ki vâdiden bütün, yer yer, enînler çağlayıp durdu.
Ne muhrik nağmeler, Yârab, ne mevcâmevc demlerdi;
Ağaçlar, taşlar ürpermişti, gûya Sûr-i Mahşerdi!
Eşin var, âşiyanın var, baharın var, ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüd tahta kondun, bir semâvi saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,
Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânumânın şen, için şen, kâinatın şen.
Hazansız, bir zemin isterse, şâyet rûh-i ser-bâzın,
Ufuklar, bu’di mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın.
Değil bir kayda, sığmazsın - kanadlandın mı- eb’âda
Hayâtın en muhayyel gayedir ahrâra dünyâda,
Neden öyleyse mâtemlerle eyyamın perişandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil.., Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir hiç bilmez âfâkım!
Teselliden nasîbim yok, hazan ağlar bahârımda;
Bugün bir hânmânsız serserîyim öz diyârımda!
Ne husrandır ki: Şarkın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim her cü merc oldu,
SALÂHADDiN-i EYYUBİ’lerin FÂTİH’lerin yurdu.
Ne zillethtir ki: nâkus inlesin beyninde OSMAN’ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden YILDIRIM Hanın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam kabri ORHAN’ın!
Ne heybettir ki; vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vasız kalan dindaş
Sürünsün hânumânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın sonra, İslâmın haremgâhında nâ-mahrem..,
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde - gösterdiği vahşetle “bu, bir Avrupalı”
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahpesi, yahud kafesi!
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi... Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşında;
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ..,
Hani, tâûna da züldür bu rezil istîla!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-u asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkiyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayasızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahpe, hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müthiş ki; eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfakı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin:
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam;
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
o ne müthiş tipidir: savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak;
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i ilâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-u beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-u bedîim, onu çiğnetme!” dedi.
Âsımı’ın nesli.., diyordum ya.. .nesilmiş gerçek;
İşte çiğnetmedi nâmûsûnu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ göğdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, ya Râb, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gokten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi...
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitab...
Seni ancak ebediyetler eder istîab.
“Bu, taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namiyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmiyle;
Ebr-i nîsânı açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’ya uzatsam oradan;
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları, sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini;
Şarkın en sevgili sultanı Salâhaddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslâmı kuşatmış, boğuyorken husran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât!...
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu sehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
s. 36-39.
HASTA
"Vak’a Halkalı Ziraat Mektebi’nde geçmiştir."
- Bence Doktor, onu siz bir soyarak dinleyiniz;
Hastalık çünkü değil öyle ehemmiyetsiz.
Sade bir nezle-i sadriyyemi illet ? Nerede?
Çocuğun hâli fenalaştı son günlerde,
Ameliyyâta çıkarken sınıf on gün evvel,
Bu da gelmez mi ? Dedim "Kim dedi, oğlum sana gel?
Nöbet üstünde adam kaçmalı yorgunluktan;
Hadi yavrum , hadi söz dinle de bir parça uzan."
O zamandan beridir za'fi terakki ediyor;
Görünen : bir daha kalkınması artık pek zor;
Uyku yokmuş ; gece hep öksürüyormuş; ateşin
Olmuyormuş biraz dindiği...
- Ben zaten işin,
Bir ay evvel biliyordum ne vahîm olduğunu
Bana ihtâra ne hâcet , a beyim. Simdi bunu?
Ma'amâfih yeniden bakalım dikkatle:
Hükmü kat'î verelim, etmeye gelmez acele.
- Çağırın hastayı gelsin.
Kapının perdesini,
Açarak girdi o esnada düzeltip fesini,
Bir uzun boylu çocuk.. Lâkin o bir levha idi!
Öyle bir levha-i rikkat ki unutmam ebedî,
Rengi uçmuş yüzünün , gözleri çökmüş içeri.
Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri.
O şakaklar göçerek cepheyi yandan sıkmış;
Fırlamış alnı , damarlarla berâber çıkmış,
Bet beniz kül gibi olmuş uçarak nûr-i şebâb;
O yanaklar iki solgun güle dönmüş , bîtâb!
O dudaklar morarıp kavlamış artık derisi;
Uzamış saç gibi kirpiklerinin her birisi!
Kafa bir yük kesilip boynuna, çökmüş bağrı;
İki değnek gibi yükselmiş omuzlar yukarı.
- Otur oğlum seni dikkatlice bir dinliyelim …
Soyun evvelce, fakat …
- Siz soyunuz yok hâlim!
Soydu bîçâreyi üç-beş kişi birden, o zaman
Aldı bir heykel-i üryân-i sefâlet meydan!
Bu kemik külçesinin dinlenecek bir ciheti :
Yoktu. Zannımca tabibin coşarak merhameti,
"Bakmasak hastayı nevmid ederiz belki" diye;
Çocuğun göğsüne yaklaştım biraz dinlemeye:
Öksür Oğlum … Nefes al…Oldu , giyin;
Bakayım nabzına... A’ la... Sana yavrum, kodein
Yazayım, öksürüyorsun, O, keser, pek iyidir…
Arsenik hapları al, söylerim eczâcı verir.
Hadi git, kendine iy bak…
- Nasıl ettin doktor?
- Edecek yok, çocuk artık yola girmiş, gidiyor!
Sol taraftan rienin zirvesi tekmil çürümüş;
Hastalık seyr-i tabîisini almış yürümüş.
Devr-i sâlisteki âsârı o mel'un marazin
Var tamamıyle , değil hiçbir eksik arazın.
Bütün a'râz, şehîkiyle, zefîriyle…
- Yeter !
Hastanın çehresi meydan da ya! İnsanda meğer
Olmasın his denilen şey.. O değil, lâkin biz
Bunu " tebdîl-i hava " der de nasıl göndeririz?
Şurda üç beş günü var.. Gönderelim yolda ölür…
"Git!" demek, hem, düşünürsek ne büyük bir züldür!
Hadi göndermiyelim .. Var mı fakat imkânı?
Kime dert anlatırız? Bulsana derdi anlayanı!
- Sözünüz doğru, Müdür Bey; ne yapıp yapmalı; tek
Bu çocuk gitmelidir. Çünkü eminim, pek pek,
Daha bir hafta yaşar, sonra sirâyet de olur;
Böyle bir hastayı gönderse de mektep ma'zur.
- Bir mübassir çağırın.
- Buyrun efendim.
- Bana bak:
Hastanın gitmesi herhalde muvâfık olacak.
"Sana tebdîl-i hava tavsiye etmiş doktor.
Gezmiş olsan açılırsın.." diye bir fikrini sor.
"İstemem!" de o, fakat dinleme , iknâa çalış;
Kim bilir, belki de bîçâre çocuk anlamamış?
* *
*
- Şimdi tebdîl-i hava var mı benim istediğim?
Bırakın hâlime artık beni, rahat öleyim!
Üç buçuk yıl bana katlandı bu mektep, üç gün
Daha katlansa kıyamet mi kopar? Hem ne içün
Beni yıllarca barındırmış olan bir yerden.
"Öleceksin!" diye koğmak? Bu koğulmaktır. Ben,
Kimsesiz bir çocuğum, nerde gider yer bulurum?
Etmeyin, sokaklarda perişan olurum!
Anam ölmüş, babamın bilmiyorum hiç yüzünü;
Kardeşim var, o da lâkin bana dikmiş gözünü:
Sanki âtîdeki mevhûm refâhım giderek,
Onu çalkandığı hüsranlar, içinden çekecek!
Kardeşim! Kurduğun âmâli devirmekte ölüm;
Beni göm hufre-i nisyâna, ben artık öldüm!
Hangi bir derdim için ağlıyayım, bilmiyorum.
Döktüğüm yaşları çok görmeyiniz: Mağdurum!
O kadar sa'y-i belîğin bu sefâlet mi sonu?
Biri evvelce eğer söylemiş olsaydı bunu,
Çalışıp ömrümü çılgınca hebâ etmezdim,
Ben bu müstakbele mâzîmi feda etmezdim!
Merhamet bilmeyen insanlara bak, yâ Rabbi,
Koğuyorlar beni bir sâil-i âvâre gibi!
- Seni bir kerre koğan yok, bu sözün pek haksız.
"İstemem, yollamayın" dersen eğer, kal, yalnız...
Hastasın..
- Hem veremim! Söyle, ne var saklayacak!
- Yok canım, öyle deği…
- Öyle ya herkes ahmak,
Bırakırlar mı , eğer gitmemiş olsam acaba!
Doğrudur, gitmeliyim... Koşturunuz bir araba.
Son sınıftan iki vicdanlı refîkin koluna
Dayanıp çıktı o bîçâre, sefâlet yoluna.
Atarak arkaya bir lemba-i lebrîz-i elem,
Onu teb'id edecek paytona yaklaştı "verem!"
Tuttu bindirdi çocuklar sararak her yerini,
Öptüler girye-i mâtem dökerek gözlerini;
- Çekiver doğruca istasyona…
- Yok, yok, beni tâ,
Götür İstanbul’a bir yerde bırak ki; Gurabâ,
- Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada -
Uzanıp ölmeye bir şilte bulurlar orada!
Mehmet Akif
ERSOY
Ben
böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı,
İslâmı
uyandırmak için haykıracaktım.
Gür
hisli, gür imanlı beyinler, coşar ancak,
Ben
zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım?
Haykır!
Kime, lâkin? Hani sâhipleri yurdun?
Ellerdi
yatanlar, sağa baktım, sola baktım;
Feryâdımı
artık boğarak, na'şını, tuttum,
Bin
parça edip şi'rime gömdüm de bıraktım.
Seller
gibi vâdîyi enînim saracakken,
Hiç
çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.
Yoktur
elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler
"Safahât"ımdaki husran bile sessiz!
İstanbul, Teşrînievvel 1335 (Ekim 1919)
İSTİKLAL MARŞI
- Kahraman Ordumuza -
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
Garb'ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
"Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüdâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüda.
Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:
Değmesin ma'bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;
Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli-
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na'şım!
O zaman yükselerek Arş'a değer, belki, başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl,
Ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.
KÜFE
Beş on gün oldu ki, mu'tâda inkıyâd ile ben
Sabahleyin çıkıvermiştim evden erkenden.
Bizim mahalle de İstanbul'un kenârı demek:
Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmiyerek!
Adım başında derin bir buhayre dalgalanır,
Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır.
Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil,
Selâmetin yolu insan için bu, başka değil!
Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,
Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak,
Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden,
Lisân-ı hâl ile amma rükûa niyyet eden-
O sâlhurde, harâb evlerin saçaklarına,
Sığınmış öyle giderken, hemen ayaklarına
Delîlimin koca bir şey takıldı... Baktım ki:
Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski.
Bu bir hamal küfesiymiş... Aceb kimin? Derken;
On üç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden,
Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye:
Tekermeker küfe bîtâb düştü tâ öteye.
-Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ
Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha!
O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın
Göründü:
-Oh benim oğlum, gel etme kırma sakın!
Ne istedin küfeden yavrum?Ağzı yok, dili yok,
Baban sekiz sene kullandı... Hem de derdi ki: "Çok
Uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz... "
Baban gidince demek kaldı âdetâ öksüz!
Onunla besliyeceksin ananla kardeşini.
Bebek misin daha öğrenmedin mi sen işini?"
Dedim ki ben de:
Ayol dinle annenin sözünü...
Fakat çocuk bana haykırdı ekşitip yüzünü:
-Sakallı, yok mu işin? Git, cehennem ol Şuradan!
Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan?
Benim içim yanıyor: Dağ kadar babam gitti...
-Baban yerinde adamdan ne istedin şimdi?
Adamcağız sana, bak hâl dilince söylerken...
-Bırak hanım, o çocuktur, kusûra bakmam ben...
Adın nedir senin, oğlum?
-Hasan.
-Hasan, dinle.
Zararlı sen çıkacaksın bütün bu hiddetle.
Benim de yandı içim anlayınca derdinizi...
Fakat, baban sana ısmarlayıp da gitti sizi.
O, bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni
Nasıl büyüttü? Bugün, sen de kendi kardeşini,
Yetim bırakmıyarak besleyip büyütmelisin.
-Küfeyle öyle mi?
-Hay hay! Neden bu söz lâkin?
Kuzum, ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak?
Ayıp: Dilencilik, işlerken el, yürürken ayak.
-Ne doğru söyledi! Öp oğlum amcanın elini...
-Unuttun öyle mi? Bayramda komşunun gelini:
"Hasan, dayım yatı mekteplerinde zâbittir;
Senin de zihnin açık... Söylemiş olaydık bir...
Koyardı mektebe... Dur söyleyim" demişti hani?
Okutma sen de hamal yap bu yaşta şimdi beni!
Söz anladım uzun, hem de pek uzun sürecek;
Benimse vardı o gün birçok işlerim görecek;
Bıraktım onları, saptım yokuşlu bir yoldan,
Ne oldu şimdi aceb, kim bilir, zavallı Hasan?
Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz;
Geçende Fâtih'e çıktık ikindi üstü biraz.
Kömürcüler kapısından girince biz, develer
Kızın merâkını celbetti, dâima da eder:
O yamrı yumru beden, upuzun boyun, o bacak,
O arkasındaki püskül ki kuyruğu olacak!
Hakîkaten görecek şey değil mi ya? Derken,
Dönünce arkama, baktım: Beş on adım geriden,
Belinde enlice bir şal, başında âbâni,
Bir orta boylu, güler yüzlü pîr-i nûrânî;
Yanında koskocaman bir küfeyle bir çocucak,
Yavaş yavaş geliyorlar. Fakat tesâdüfe bak:
Çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetim...
Şu var ki, yavrucağın hâli eskisinden elim:
Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak...
Bir ince mintanın altında titriyor, donacak!
Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer!
Düğümlü alnının üstünde sâde bir çember.
Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryad;
Nazar değil o bakışlar, dümû-i istimdad.
Bu bir ayaklı sefalet ki yalnayak, baş açık;
On üç yaşında buruşmuş cebin-i safi, yazık!
O anda mekteb-i rüşdiyyeden taburla çıkan
Bir elliden mütecaviz çocuk ki, muntazaman
Geçerken eylediler ihtiyarı vakfe-güzin...
Hasan'la karşılaşırken bu sahne oldu hazin;
Evet, bu yavruların hepsi, pür südud-i şebab,
Eder dururdu birer aşiyan-ı nura şitab.
Birazdan oynıyacak hepsi bunların, ne iyi!
Fakat Hasan, babasından kalan o pis küfeyi,
-Ki ezmek istedi görmekle reh-güzarında-
İlel'ebed çekecek dûş-i ıztırarında!
O, yük değil, kaderin bir cezası ma'sûma...
Yazık, günahı nedir, bilmeyen şu mahkuma!
LEYLA
"Barındırmaz mısın koynunda, ey toprak?" derim, "yer pek";
Döner, imdâdı gökten beklerim, heyhât, "gök yüksek".
Bunaldım kendi kendimden, zamân ıssız, mekân ıssız;
Ne vahşetlerde bir yoldaş, ne zulmetlerde tek yıldız!
Cihet yok: Sermedî bir seddi var karşında yeldânın;
Düşer, hüsrâna, kalkar, ye'se çarpar serserî alnın!
Ocaksız, vâhalar, çöller; sağır, vâdîler, enginler;
Aran: Beynin döner boşlukta; haykır: Ses veren cinler!
Şu vîran kubbe, yıllardır, sadâdan dûr, ışıktan dûr;
İlâhî, yok mu âfâkında bir ferdâya benzer nûr?
Ne bitmez bir geceymiş! Nerden etmiş Şark'ı istîla?
Değil canlar, cihanlar göçtü hilkatten, bunun, hâlâ,
Ezer kâbûsu, üç yüz elli, dört yüz milyon îmânı;
Boğar girdâbı her devrinde milyarlarca sâmânı!
Asırlardır ki, İslâm'ın bu her gün çiğnenen yurdu,
Asırlar geçti, hâlâ bekliyor ferdâ-yı mev'ûdu!
O ferdâ, istemem, hiç doğmasın "ferdâ-yı mahşer"se...
Hayır, kudretli bir varlıkla mü'minler mübeşşerse;
Bu kat kat perdeler, bilmem, neden sıyrılmasın artık?
Niçin serpilmesin, hâlâ, ufuklardan bir aydınlık?
O "aydınlık" ki, sönmek bilmeyen ümmîd-i işrâkı,
"Vücûdundan peşîman, ölmek ister" sandığın Şark'ı,
Füsünkâr iltimâ'âtıyle döndürmüş de şeydâya;
Sürükler, bunca yıllardır, o sevdâdan bu sevdâya.
Hayır! Şark'ın, o hodgâm olmayan Mecnûn-i nâ-kâmın,
Bütün dünyâda bir Leylâ'sı var: Âtîsi İslâm'ın.
Nasıldır mâsivâ, bilmez; onun fânîsidir ancak;
Bugün, yâdıyle müstağrak yarın, yâdında müstağrak!
Gel ey Leylâ, gel ey candan yakın cânan, uzaklaşma!
Senin derdinle canlardan geçen Mecnun'la uğraşma!
Düşün: Bîçârenin en kahraman, en gürbüz evlâdı,
Kimin uğrunda kurbandır ki, doğrandıkça doğrandı?
Şu yüz binlerce sönmüş yurda yangınlar veren kimdi?
Şu milyonlarca öksüz, dul kimin boynundadır şimdi?
Kimin boynundadır serden geçip berdâr olan canlar?
Kimin uğrundadır, Leylâ, o makteller, o zindanlar?
Helâl olsun o kurbanlar, o kanlar, tek sen ey Leylâ,
Görün bir kerrecik, ye's etmeden Mecnûn'u istîlâ.
Niçin hilkat zemîninden henüz yüksekte pervâzın?
Şu topraklarda, şâyed, yoksa hiç imkân-ı i'zâzın,
Şafaklar ferş-i râhın, fecr-i sâdıklar çerâğındır;
Hilâlim, göklerin kalbinde yer tutmuş, otâğındır;
Ezanlar nevbetindir: İnletir eb'âdı haşyetten;
Cihâzındır alemler, kubbeler, inmiş meşiyyetten;
Cemâ'atler kölendiı: Kâ'be'ler haclen... Gel ey Leylâ;
Gel ey candan yakın cânan ki gâiblerdesin, hâlâ!
Bu nâzın elverir, Leylâ, in artık in ki bâlâdan,
Müebbed bir bahâr insin şu yanmış yurda, Mevlâ'dan.
MEYHANE
Canım sıkıldı dün akşam, sokak sokak gezdim;
Sonunda bir yere saptım ki, önce bilmezdim.
Bitince bir sıra ev, sonra bir de virane,
Dikildi karşıma bir han kılıklı meyhane:
Basık tavanlı, karanlık, sefil bir dükkan;
İçinde bir masa, yahut civar tabutluktan
Atılma çok ölü görmüş acıklı bir teneşir!
Yanında hurdası çıkmış bir eski püskü sedir.
Sakat, bacaksız on, on beş hasırlı iskemle,
Kırık dökük şişeler, bir de çinko tepsiyle,
Beş on kadeh, iki üç testi... Sonra tezgahlık
Eden yan üstüne devrilme kirli bir sandık.
Sönük sönük yanıyor rafta isli bir lamba...
Önünde bir küme: fes, takke, hırka, şalta, aba
Kımıldanıp duruyorken, sefil bir sohbet,
Bu isli zulmete vermekte büsbütün vahşet:
- Kuzum Dimitri, bu akşam biraz ziyadece ver...
- Ziyade, anladık amma ya içtiğin şişeler?
- Çizersin..
- Öyle mi? Lakin, silinmiyor çetele!
Bakın tavan tebeşirden görünmez oldu...
-Hele!
- Bizim peşin paramız... Anladın mı dün kurusu?
- Ayol tükendi mezem... Bari koy biraz turşu.
Arattı kendini ustan... Dinince dinlersin!
- Hasan be, sende nasıl nazlı nazlı söylersin!
Nedir o türkü... Aman başka yok mu?... Hah, şöyle!
- Ömer, ne nazlanıyorsun? Biraz da sen söyle.
- Nevazil olmuşum, Ahmed, bırak sesim yok hiç...
- Sesin mi yok? Açılır şimdi: bir imam suyu iç!
- Yarın ne iştesin Osman?
- Ne işteyim... Burada!
- Dimitri çorbacı, doldur! Ne durmuşun orada?
- O kim gelen?
- Baba Arif.
- Sakallı, gel bakalım...
Yanaş.
- Selamunaleyküm.
- Otur biraz çakalım...
- Dimitri, hey parasız geldi sanma, işte para!
- Ey anladık a kuzum...
- Sar be yoldaşım cigara...
- Aman bizim Baba Arif susuz musuz içiyor!
- Onun bi dalgası olmak gerek: Tünel geçiyor.
- Moruk, kaçıncı kadeh? Şimdicik sızarsın ha!
- Sızarsa mis gibi yer, yetmemiş adam değil a.
Yavaş yavaş kafalar, kelleler kızışmıştı,
Ağız, burun, hele sesler bütün karışmıştı;
Dikildi ağzına baktım, açık duran kapının,
Fener elinde bir erkek, yanında bir de kadın.
Beş on dakika süren bir düşünceden sonra,
Kadın girdi o zulmet-sera-yı menfura. (Nefret edilen karanlık yer)
Gözünde ebr-i teessür, yüzünde hun-i hicab,(üzüntü gözyaşlari)
Vücudu ra'se-i na-çar-i ye's içinde harab,(çaresizlik üzüntüsü)
Teveccüh eyleyerek sonradan gelen Babaya:
- Demek taşınmalı artık çoluk çocuk buraya!
Ayol, nedir bu senin yaptığın? Utan azıcık...
Anan da, ben de, yumurcakların da aç kaldık!
Ne iş, ne güç, gece gündüz içip zıbar sade;
Sakın düşünme çocuklar acep ne yer evde?
Evet, sen el kapısında sürün işin yoksa!
Getir bu sarhoşa yutsun, getir paran çoksa!
Zavallı ben... Çamaşır, tahta, her gün uğraş da,
Sonunda bir paralar yok, el elde baş başta!
O tahtalar, çamaşırlar da geçti, yok halim...
Ayakta sallanışım zorlanır Hüda alim!
Çalışmadın, beni hep bunca yıl çalıştırdın;
O yavrucakları çıplak, sefil alıştırdın;
Bilir mahalleli kim, aldığın zamanda beni,
Çehiz çimenle donatmıştı beybabam evini.
Ne oldu şimdi o eşya? Satıp kumarda yedin!
Evet, kumarda yedin, hem de karşılarda yedin!
.....
.....
Herif! Şu halime bak, merhametli ol azıcık...
Bırak o zıkkımı, içtiklerin yeter artık.
Efendiler, ağalar, siz de bir nasihat edin,
Sizin belki var evladınız...
- Hasan, ne dedin?
- Bırak, köpoğlu kadın amma çalçeneymiş ha!
- Benimki çok daha fazlaydı.
- Etme!
- Elbet ya!
Onun için boşadım. Sen işitmedin mi Halim?
- Kadın lakırdısı girmez kulağıma zati benim.
Senin kadın dediğin adeta pabuç gibidir:
Biraz vakti taşınır, sonradan değiştirilir.
Kadın bu sözleri duymaz, tazallüm eylerdi;
Herif mezar taşı tavriyle sade dinlerdi;
Açılıp ağzı nihayet, açılmaz olsa idi!
Taşıp döküldü, içinden şu la'net-i ebedi:
- Cehennem ol seni hınzır orospu, git Boşsun!
- Ben anladım işi, sen komşu, iyice sarhoşsun;
Ayıltınız şunu yahut!
-ilişmeyin!
-Bırakın!
Herif ayıldı mı, bilmem, düşüp bayıldı
kadın!
MÜSLÜMANLIK NERDE BİZDEN GEÇMİŞ
İNSANLIK BİLE...
“Kim Müslümanların derdini kendine
mâl
etmezse onlardan değildir” (Hadîs-i
Şerif)
Müslümanlık nerde, bizden geçmiş
insanlık bile...
Âlemi aldatmaksa maksat, aldanan yok,
nâfile!
Kaç hakikî Müslüman gördümse: Hep
makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba
göklerdedir!
İstemem dursun o pâyansız mefâhir bir
yana...
Gösterin ecdâda az çok benzeyen bir kan
bana!
İsterim sizlerde görmek ırkınızdan
yâdigâr!
Çok değil ancak! Necip evlâda lâyık tek
şiâr.
Varsa şayet, söyleyin bir parçacık
insâfınız:
Böyle kansız mıydı – Hâşâ – kahraman
eslâfınız ?
Böyle düşmüş müydü herkes ayrılık
sevdâsına?
Benzeyip şîrâzesiz bir mushafın
eczâsına,
Hiç görülmüş müydü olsun kayd-ı vahdet
târumâr?
Böyle olmuş muydu millet can evinden
rahnedar?
Böyle açlıktan boğazlar mıydı kardeş
kardeşi?
Böyle adet miydi, bî-pervâ, yemek insan
leşi?
Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır
doğranan!
Hey sıkılmaz! Ağlamazsan, bâri
gülmekten utan!...
“His” denen devletliden olsaydı halkın
behresi:
Pâyitahtından bugün taşmazdı sarhoş
nâ’rası!
Kurt uzaklardan bakar, dalgın görürmüş
merkebi,
Saldırırmış ansızın yaydan boşanmış ok
gibi.
Lâkin aşk olsun ki, aldırmaz da
otlarmış eşek,
Sanki tavşanmış gelen, yahut kılıksız
köstebek!
Kâr
sayarmış bir tutam ot fazla olsun yutmayı...
Hasmı,
derken, çullanmışlar yutmadan son lokmayı!..
Bir hakikattir bu, şaşmaz, bildiğin
üslûba sok:
Hâlimiz merkeple kurdun aynı, asla
farkı yok.
Burnumuzdan tuttu düşman, biz boğaz
kaydındayız!
Bir bakın: Hâlâ mı hâlâ ihtiras
ardındayız!
Saygısızlık elverir... Bir parça olsun
arlanın:
Vakit çoktan geldi, hem geçmektedir
arlanmanın!
Davranın haykırmadan nâkûs-ı
izmihlâliniz...
Öyle bir buhrâna sapmıştır ki, zirâ
haliniz:
Zevke dalmak şöyle dursun, vaktiniz yok
mâteme!
Davranın, zîra gülünç olduk bütün bir
âleme,
Bekleşirken gökte yüz binlerce ervâh,
intikam;
Yerde kalmış, naşa benzer kavm için
durmak haram!
Kahraman ecdâdımızdan sizde bir kan yok
mudur?
Yoksa: İstikbâlinizden korkulur, pek
korkulur!
13 Haziran 1329 (1913)
UYAN
Baksana kim boynu bükük ağlayan.
Hakk-ı hayatındır senin ey Müslüman,
Kurtar artık o biçareyi Allah
için.
Artık ölüm uykularından uyan.
Bunca zamandır uyudun kanmadın,
Çekmediğin çile kalmadı,
uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu bastan
basa.
Sen yine bir kerre kımıldanmadın.
Ninni değil dinlediğin
velvele,
Kükreyerek akmada müstakbele.
Bir ebedi sel ki zamandır adı,
Haydi katıl sen de o coşkun
sele.
Karşı durulmaz cereyan
sine-çak...
Varsa duranlar olur elbet
helak.
Dalgaların anmadan seyrini,
Göz göre girdâba nedir
inhimak?
Dehşet-i maziyi getir yadına;
Kimse yetişmez yarın imdadına.
Merhametin yok diyelim
nefsine;
Merhamet etmez misin evladına?
Ben onu dünyaya getirdim diye
Kalkışacaksın demek
öldürmeye!
Sevk ediyormuş meğer insanları,
Hakki-i übüvvet de bu caniliğe!
Dogru mudur ye's ile olmak
tebah?
Yok mu gelip gayrete bir
intibah?
Beklediğin subh-i kıyamet
midir?
Gün batıyor sen arıyorsun
tebah. !
Gözleri maziye bakan
milletin,
Ömrü temadisi olur nakbetin.
Karşına müstakbeli dikmiş
Hüdâ,
Görmeye lakin daha yok
niyyetin.
Ey koca şark! Ey ebedi
meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyet
et.
Korkuyorum, Garbın elinden
yarin,
Kalmayacak çekmediğin
mel'anet
MEHMET AKIF ERSOY
YA RAB BU UĞURSUZ GECENİN YOK MU SABAHI?
"İçimizdeki beyinsizlerin
işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım?"
(A’râf Suresi 155. Ayetin bir kısmı)
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!
"Yandık" diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!
Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında,
Yâ Rab, o cehennemle bu tûfan arasında,
Toprak kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm;
Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!
Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn'i,
En sonra, salîb ormanı görmek Harameyn'i!...
Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz'ın
Âteşli muhitindeki sûzişli niyâzın
Emvâci hurûş-âver olurken melekûta?
Çan sesleri
boğsun da gömülsün mü sükûta
Sönsün de, İlâhi, şu yanan meş'ale-i vahdet,
Teslis ile çöksün
mü bütün âleme zulmet?
Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman
Olsun mu beş on serseriin ilhâdına kurban?
Enfâs-ı habisiyle beş on rûh-u leimin,
Solsun mu o parlak yüzü Kur'an-ı Hakim'in?
İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet?
Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?
Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ?
Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ!
Câni geziyor dipdiri... Can vermede mâsûm!
Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm?
Lâ yüs'ele binlerce sual olmasa du kurbân;
İnsan bu muammalara dehşetle nigeh-bân!
Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık;
Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık!
Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın...
Yaksaydın a mel'unları... Tuttun bizi yaktın!
Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi:
Binlerce cevâmi' yıkılıp hâke serildi!
Kalmışsa eğer bir iki mâbed, o da mürted:
Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!
Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,
Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!
En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından,
Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan!
İslâm'ı elinden tutacak, kaldıracak yok...
Nâ-hak yere feryâd ediyor: âcize hak yok!
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!
Üdebâ
doğrusu pek çok kimi görsen: Şâir.
Yalınız,
şi’rine mevzû iki şeyden biridir:
Koca
millet! Edebiyyâtı ya oğlan, ya karı…
Nefs-i
emmâre hizâsında henüz duyguları!
Sonra
tenkîde giriş: Hepsi tasavvufla dolu:
Var
mı sofiyyede bilmem ki ibâhiyye kolu?
İçilir,
türlü şenâ’atler olur, bî pervâ;
Hâfız’ın
ortada Dîvân’ı kitâbü’l fetva!
“Gönül
incitme de keyfin neyi isterse becer!”
Urefâ
mesleği; a’lâ, hem ucuz, hem de şeker!
…
Üdebânız
hele gâyetle bayağı mahlûkat…
Halkı
irşâd edecek öyle mi bunlar? Heyhât!
Kimi
Garb’ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi,
Îran malı der; köhne alır, hurda satar!
Eski
dîvanlarınız dopdolu oğlanla şarab;
Biradan,
fâhişeden başka nedir şi’r-i şebab?
Serserî:
Hiç birinin mesleği yok meşrebi yok;
Feylesof
hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok
Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.
“Ş’uarâ”
dendi mi, birdenbire oynar sinirim.
İyi
gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,
O
ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.
Dalkavukluktaki
idmanları sermâyeleri…
Onlar
azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri
Bu
sıkılmazlara “medh et!” diye, mangır sunarak,
Ne
erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!
Edebiyyâta
edebsizliği onlar soktu,
Yoksa,
din perdesi altında bu isyan yoktu:
Sürdüler
Türk’e “tasavvuf” diye olgun şırayı;
Muttasıl
şimdi “hakîkat” kusuyor Sıdkı Dayı!
Bu
cihan boş, yalınız bir rakı hak bir de şarab;
Kıble:
Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrab.
Git
o “dîvan “mı, ne karın ağrısıdır, aç da onu,
Kokla
bir kerre, kokar mis gibi “Sandıkburnu!
''Safahat” kadar okunan,
yorumlanan, dinlenilen, dinletilen ve takdir edilen başka bir kültür, medeniyet
kitabı var mıdır, bilemiyorum. Çünkü
Safahat şairimiz Mehmed Âkif, Türk halkının yaşadığı bütün
güçlüklere, yakından şahit olmuş ve yaşamış bir millî mücadele kahramanı
olmakla birlikte, kuvvetli hafızasıyla, bu zor günleri mısralara dökmüş ve en
canlı anlatımla Safahat’ ı meydana
getirmiştir. İşte Safahat bunun için çok okunuyor ve de ilelebet
okunacaktır.
Prof. Dr. Mehmed Kaplan’a göre ise “Safahat o dönem İstanbul’unun, dolayısıyla
imparatorluk coğrafyasının gerçekçi ve manzum romanıdır. Âkif’e şair değildir
diyenler, ondaki o muazzam hüznü ve lirizmi, düşünceyle eylem arasındaki
bütünlüğü, samimiyeti ve sadeliğin değerini hakkıyla göremeyenlerdir.”
Mehmed Âkif yaşadığı bütün olaylara, inanç
perspektifiyle bakmış, iffet, vakar ve iman hakikatlerinden asla taviz
vermemiştir. Maddiyatı hiçbir zaman önemsememiştir. Öyle ki İstiklâl Marşı
kabul edildiğinde, cebinde yalnızca Zonguldak milletvekili Hayri Bey’den borç
aldığı iki lira vardı. Hayatı boyunca çevresine ümit, cesaret ve inanç telkin
eden Âkif, bu özelliklerini Safahat’ının yanı sıra, kuvvetlice ve gür sedasıyla
verdiği vaazlarda da hissettirmiştir. Mehmed Âkif’e göre Türk milleti
istiklâlsiz yaşayamaz. Buna en güzel karşılığı yine kendisi vermiş, ölümünden
birkaç gün önce ziyaretine gelen dostlarına o meşhur cümlesini ifade etmiştir.
“Allâh bir daha bu millete bir İstiklâl
Marşı yazdırmasın.” Bu cümlenin ne mânâya geldiğini anlayabilmek için
İstiklâl Marşı’nın hangi şartlarda ve nasıl yazıldığını bilmek gerekir.
Birinci Dünya Savaşı, ardında büyük acılar ve
yıkıntılar bırakarak sona ermiş ve biz Yahya Kemal’in deyişiyle “İnsan oğluna bir şeyn olan mütareke” yi
imzalamak zorunda kalmışızdır. Fakat hiçbir vatansever Türk’ün bu zilleti
kabullenmesi düşünülemezdi. Mehmed Âkif, “Sebil’ür-Reşad”
mecmuasında Türklerin yirmi beş asırdan beri İstiklâlini korumuş bir millet
olarak yaşadığını ve esarete asla tahammül edemeyeceğini haykırıyor,
mandacılığı şiddetle eleştiriyordu. Asırlar boyunca muhteşem zaferlerin zevkini
yaşamış bir milletin çocukları, şimdi işgal acısını yaşamakta, hakarete
uğramaktaydı. Daha dün Çanakkale’de destanlar yazarak gücünü ve imanını dünyaya
ispat eden Mehmetçik, şimdi silahsız, cephanesiz, aç ve bitkindi. Âkif’in şair
yüreği buna dayanamazdı.
Fakat asla ümitsiz değildi; biliyordu ki,
Asım’ın nesli bu milletin namusunu şimdiye kadar çiğnetmedi ve çiğnetmeyecek.
Ye’se düşmemek gerekirdi. Atiyi karanlık görerek, azmi bırakmak korkaklıktan
başka bir şey değildi. Nitekim işte Asım’ın nesli düşman çizmeleri altında
ezilmeye, zelil olmaya rıza göstermemiş, Yunan işgaline yiğitçe direnmeye
başlamıştı. İşte bu vatanın kıyamıydı. O günlerde Yahya Kemal ve arkadaşları
da, kısa bir süre sonra çıkaracakları “Dergah”
mecmuasının çekirdek kadrosu halinde, çevrelerine ümit ve iman aşılamaya
çalışıyor, asır başlarında ülkemizde kuvvetle hüküm sürmeye başlayan
pozitivizm, mekanizm ve materyalizm
cereyanlarına karşı dinamik bir fikir ve sanat cephesi kuruyorlardı. Dergahçı
aydınlar, Anadolu’da başlayan hareketi Bergson’un anladığı mânâda bir hayat
hamlesi olarak görmekteydiler. Onlara göre, Anadolu’da başlayan istiklâl
mücadelesi ideolojisinin teorisyeni Ziya Gökalp’ın da, aşağı yukarı aynı
düşüncede olduğu söylenebilir. “..iki
ordu ve iki millet birbiriyle savaşırken, his birisinin galip, diğerinin mağlup olması neticesini
veren başlıca âmiller, iki tarafın felsefeleridir. Ferdî hayatı vatanın
istiklâlinden, şahsi menfaati namus ve vazifeden daha kıymetli gören ordu,
mutlaka mağlup olur. Bunun aksi felsefeye mâlik olan ordu ise mutlaka galebe
çalar. O halde, halk felsefesi itibariyle Yunanlılarla İngilizler mi daha
yüksektir; yoksa Türkler mi? Bu sualin cevabını verecek Çanakkale Muharebeleri
ile Anadolu Muharebeleri’dir. Türkleri bu iki muharebede galip kılan, maddi
kuvvetleri değildi. Ruhlarına hükümrân bulunan millî felsefeleri idi.”
Mehmed Âkif’in de söylediği pek farklı
değildi, yalnız o Dergahçıların “vitalite”, Ziya Gökalp’in “millî irade” dediği
güce “iman” diyordu. Nitekim kısa bir süre sonra Ankara’da “Taceddin Dergâhı” nda kaleme alacağı
İstiklâl Marşı’ında bu imanı en yüksek perdeden haykıracaktır. (1) Zira Yahya
Kemal’de onu “İslâmın ahlâk ve akâidinin
şairidir. İslâmın şiirinin şairi değildir. İslâmın şiirinin şairi olsaydı, vaiz
gibi değil, şair gibi şiirler yazardı.” diye değerlendirir.
Mehmed Âkif başta gelen meziyetlerinden
birisi de çalışkan olmasıdır. Çünkü “Âsım
Nesli”, istiklâli, vatanı, hürriyeti dolayısıyla hayat hakkı elinden alınmak
üzere olan bir milleti, bu durumdan kurtarma görevini üzerine almıştır. Bu da
ancak çalışmakla olacaktır.
Yaşamak hakk-ı sarihim? Evet. Bir mantık
Bunu inkâr edemez, çünkü bedîhi artık
İnsanın hak ve hürriyetlerini koruyabildiği
sürece insan olduğuna inanan Mehmed
Âkif, bunun çalışmakla mümkün olduğu kanaatindedir. Çalışmak hayata hâkim olan
bir kuraldır. Bütün kâinat için geçerli olan bu kuraldan insanların muaf olması
düşünülemez. Toplumların devamlı olması ancak çalışmakla mümkündür. Çalışkan
insanlardan meydana gelen bir toplum bekayı hak eder. Bunun tersi yokluk ve
zillettir.
Bekâyı hak tanıyan sa’yi bir vazife
bilir
Çalış, çalış ki, bekâ sa’y olursa hak
edilir
Fert
açısından çalışmanın ayrı bir önemi vardır. Fert hem maddi varlığını devam
ettirmek, hem de kişiliğini korumak, başkalarına muhtaç olmamak için çalışmak
mecburiyetindedir. Dilencilik ve gücü olduğu halde başkalarının yardımını
isteme, insanın şahsiyetinde telafisi imkansız yaralar açar. Kendine gereken
değeri veren herkes çalışarak ihtiyaçlarını karşılamak ve başkalarına muhtaç
olmamak mecburiyetindedir. (2)
Yukarıdan beri sözünü ettiğimiz “Âsım Nesli” Mehmed Âkif’in ulaşmak
istediği gençlik idealidir. Bu sebeple, millî şairin en dolgun, kendisininde
çok beğendiği abide eseridir. Süleyman Nazif, Âsım’dan “mucize şiir” diye bahseder. Eser sohbet
türünde uzun bir manzumedir. Hocazâde Âkif ve Köse İmam’ın karşılıklı
konuşmaları üzerine kurulmuştur. Sohbette Köse İmam’ın oğlu Âsım’ın katıldığı,
Emin’in de ortada görüldüğü olur. Âsım’da Mehmed Âkif’in hürriyetin ilanından
itibaren memleketin sürüklendiği felaketleri ve bunlara sebep olanları ortaya
koyar. Her kesimin durumlarını sergiler; fakirlik, hastalık, tembellik, yanlış
anlayış, gerilik, şımarıklık gibi kötülükleri ve çaresizlikleri dile getirir.
Kurtuluş ve çıkış yollarını gösterir. Kader ve tevekkül doğru anlaşılmalıdır.
Avrupa’nın ilmine koşmaktan, durmadan çalışmaktan, kısaca marifet ve fazilete
sarılmaktan başka çare bulunmamaktadır. Bu arada anarşiye bulaşılmamalı, taklitçiliğe
asla düşülmemelidir. Hak kanunlarla birlik, düzen ve adalet sağlanmalıdır.
Bütün bunları “Âsım’ın Nesli”
yapacak ve geleceği kuracaktır.
Asım’la simgelenen bu gençliğin vasıfları
manzumede çizgi çizgi, nakış nakış işlenir. Geçmişin parlak sahneleri, göğüs
kabartan yaşayış manzaraları örnek gösterilir. Âkif bu uzun manzumeyi hikmetli
sözlerle zenginleştirir, din ve şehitlik duygularıyla besler, kahramanlık
destanlarıyla kanatlandırır. İbret alınacak küçük hikaye ve fıkralarla süsler,
bunlarla açıklığı ve akıcılığı sağlar. Özetle Âsım, içtimaî teşhis ve tedaviyi
muhteva etmektedir. Âkif tıpkı tıp doktoru gibi önce hastalıkları, kötülükleri
teşhis eder, sonra tedavi yollarını gösterir.
Yakın dostlarından Eşref Edip’in anlattığına
göre Âkif, İstiklâl Savaşı’nı, büyük zaferi, Âsım’ın neslinin kahramanlıklarını
ve millete yararlı hizmetlerini dile getirmek üzere bu eserin devamı olacak
“İkinci Âsım” ı yazmayı düşünmekteydi. Hatta bu ikinci kısmın planını bile
yapmıştı. Ne yazık ki isteyip de yazamadığı çocuk şiirleri, Selahaddin Eyyubi
piyesi ve Veda Haccı gibi, İkinci Âsım’ı ortaya koymaya şartları elvermemiştir.
(3)
Halide Nusret Zorlutuna, Mehmed Âkif’i
anlatırken, onu çok asude bir çerçeveye oturtur. “İslâm şairi Mehmed Âkif bu unvanı ömrü boyunca başında bir şeref gibi
taşıdı. Bu unvan kendisine pek yaraşıyordu ama tam olarak ifade etmiyordu.
İslâm şairi; ayni zamanda Türk şairi, bu halkın bu memleketin şairi idi. Bu
halkın duyan ve sızlayan kalbi; bu halkın gören gözü, söyleyen dili idi. Hiçbir şair, bu memleketin
davasını, derdini, ızdırabını ve sefaletini onun kadar duymamış, duymuşsa bile
onun kadar haykıramamıştır. Bu milletin cevherine, istiklâl aşkını; bu asil ve
cesur milletin, istiklâlini ne pahasına olursa olsun, mutlaka ve tez elden kurtaracağına
da Mehmed Âkif kadar inanmış az insan vardır. Sanatı, işini gayeye hizmetkâr
eden şairin muvaffak olması pek güç iştir. Mehmed Âkif bu pek güç işte muvaffak
olduğu için bir kere daha, bin kere daha büyüktür.”
“Safahat” ı ve Mehmed Âkif’i bu müstesna
gençliğin ve bu necip milletin, mukaddesatına uygun olarak, bir kez daha okuyup
anlamak bizlere ve gelecek adına çok şeyler kazandıracaktır.
Dipnotlar:
1-
Beşir
Ayvazoğlu, İstiklâl Marşı Tarihi ve Mânâsı, Tercüman Gazetesi Kitaplığı, s.11,
İstanbul 1986
2-
Ali
Özer, Mehmed Âkif ve Eğitim, İzmir İlâhiyat Vakfı Yayınları, s.87, İzmir 1981
3-
Ali
Kaytancı, İstiklâl Marşımız ve Millî Ruh, Kültür Kitabevi, s.35, Niğde 2002
MEHMET AKİF’İN ÖRNEK AYDIN SORUMLULUĞU
İHSAN IŞIK
Birinci
Dünya Savaşının ardından Türkiye’nin birçok şehri Avrupa ülkelerinin işgali altındadır.
Medeni
Avrupa ülkeleri ortaklaşa bir haçlı ruhu sergilemekte, yakıp yıkmakta, Müslüman
ahali öldürülmekte, Fatih Sultan Mehmet’le birlikte İslam hakimiyetine girmiş
olan İstanbul’un yeniden Konstantinopolis yapılması istenmektedir.
Nazım
Hikmet’in Kan Konuşmaz, Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları ve Esir Şehrin
Mahpusları romanlarında ayrıntılarıyla tasvir edildiği üzere, başkent
İstanbul’un kaymak tabakası hiç de iyi bir sınav vermemektedir.
Halk
büyük bir yokluk içindedir. Atilla İlhan’ın dediği gibi sefalet İstanbul sokaklarından
sel gibi akmaktadır.
Bir
dilim ekmek peşinde insanların arasında kendini satanlar da vardır.
İstanbul'un
Kadıköy Moda’da, Şişli Nişantaşı gibi o dönemin elit semtlerinde ise akşamları
işgal subayları şerefine balolar düzenlenmektedir.
Sabahlara
kadar eğlence ve kahkaha. İçki su gibi akıyor. Ensesi kalınların, nam-ı diğer
sosyetenin karıları kızları işgal subaylarıyla dansta, onlarla birlikte kadeh
kaldırmaktadır.
Aydınlar..
Aydınların bir kesimi aralarında ihtilafa da düşerek her biri başka bir büyük
Batı devletinin müzaheretinden medet ummakta, Batılı devletlerden birine
yamanmadan ayakta kalamayacağımız fikri geniş rağbet görmekte.
Bir
kısım aydın, milli bir mücadelenin gereğine inanmakta, bu görüşü savunmakta,
fakat yetiştikleri ve yaşadıkları sosyal çevre dolayısıyla halkın geniş
kesimleriyle buluşmaları, geniş kitlelere öncülük etmeleri mümkün
olamamaktadır.
Can
havliyle milleten yana tavır koymaktadırlar ama milletin inançlarıyla,
gelenekleri ve yaşam tarzıyla bir kopuklukları vardır.
Bu
sözde aydınlardan halkın arasına karışanı, onları Kur’an’dan ayetler okuyarak
düşmana karşı direnişe çağıranı bulamazsınız.
Mesela
bu dönemde, Büyük Ada’nın dil
mesiresinde iki ünlü Türk şairi karşılıklı oturmuş, dilberlerden ve şarap
içerek eğlenmekten söz etmektedir.
Bu
şairlerden en ünlü olanı, şöyle dediklerini yazıyor hatıralarında:
İçelim
içelim şarap içelim
Nice
bir gav gibi âb içelim
Aynı
dönemde Osmanlının ikinci büyük başkenti Bursa’ya Yunan askerleri girmiş ve
Yunan bayraklarını asmış durumdadır.
Bursa’nın
düşman işgaline girmesinin ıstırabını duyan bir tek Mehmet Akif çılgına
dönmüştür.
Bu
sırada ünlü şiiri Bülbül’ü yazar, yani çığlıklar koparır:
Eşin
var âşiyanın var baharın var ki beklerdin
Kıyametler
koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin
.......
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden Yıldırım Hân'ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri Orhan'ın!
Safahat’ta
aydın sorumluluğu şuuru içinde eski şairlere de eleştiriler getirir.
Divanlarımız
dopdolu oğlanla şarab
Biradan
fâhişeden başka nedir şi’r-ü şebâb?
Bu
eleştirisinin sebebini pek çok şiirinde açıklar.
Mehmet Akif'in Farkı
Mehmet
Akif’e göre aydınlarımız, büyük bir sorumsuzluk içindedir.
Ona
göre aydınlar, milletimizin ve ümmetimizin dertleriyle yakından ilgilenmeli,
onarlın çektikleri ıstırabı duymalıdır.
Şiir
anlayışını ve kendi şairliği için şu değerlendirmeyi yapmıştır:
“Şi’r
için gözyaşı derler; onu bilmem, yalınız,
Aczimin
giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım
ağlatamam, hissederim söyleyemem;
Dili
yok kalbimin ondan ne kadar bizârım!”
Mehmet
Akif büyük ıstırabın şairidir.
Bu
ıstırap, sevgilisinden ayrı kalmanın hüznü değildir.
Bu
ıstırap ifadeleri, büyük bir millet ile büyük bir ümmetin içinde bulunduğu
duruma bakınca duyduğu acıların ifadesidir.
Şair
olarak, yapmak istediği, bu ıstırabın paylaşılıp bir uyanışa vesile olmaktan
ibarettir.
Baksana
kim boynu bükük ağlayan.
Hakk-ı
hayatındır senin ey Müslüman,
Kurtar
artık o biçareyi Allah için.
Artık
ölüm uykularından uyan.
Bunca
zamandır uyudun kanmadın,
Çekmediğin
çile kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler
yurdunu bastan basa.
Sen
yine bir kerre kımıldanmadın.
Ninni
değil dinlediğin velvele,
Kükreyerek
akmada müstakbele.
Bir
ebedi sel ki zamandır adı,
Haydi
katıl sen de o coşkun sele.
O
bir Müslüman Türk aydını olarak, insanların ne halde olduğunu görüp sorunlarını
yansıtmaktan sorumlu olduğunu düşünür Bu tip aydınlara ihtiyacımız olduğunu
söylemiş olur aynı zamanda.
O’na
göre fıkıh bilginleri ne kadar önemliyse, en az o kadar dinî ve siyasî
düşüncede derinleşmek de en az o kadar önemlidir:
Birkaç
yıl önce yapılan bir düşünce forumunda şu tesbit yapılmıştı:
Ülkemizde
eksik olan dinî bilgiler değil, dinî düşüncenin yeterince gelişmemiş olmasıdır.
Nitekim
Mehmet Akif, Süleymaniye Kürsüsü şiirinde şunları söyler:
- Beni kürside görüp, va’zedecek sanmayınız;
Ulema
değilim, şeklime aldanmayınız!
Dinin
ahkâmını zaten fukahanız söyler
Anlatırlar
size bir müşkiliniz varsa eğer
Bana
siz âlem-i İslâm’ı sorun, söyliyeyim;
Çünkü
hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim.
Şark-ı
Aksâ’dan alın, Mağrib-i Aksâ’ya kadar.
Müslüman
yurdunu baştanbaşa, kaç devrim var!
MEHMET AKİF ÇANAKKALE ŞİİRİNDE NE DEMEK
İSTEDİ?
İHSAN IŞIK
Eğer, Çanakkale
herhangi bir Osmanlı savaşı, “Çanakkale
Şehitlerine” şiiri de sadece çok güzel bir kahramanlık şiiri olsaydı bu yazı
yazılmayacaktı. Eğer öyle olsaydı, Mehmet Akif de bu şiiri yazmazdı zaten.
Eğer, her yıl 18
Mart günü Çanakkale şehitlerini anmak için Çanakkale’ye giden on binlerce kişi,
200 bin şehidi verdiğimiz o şanlı savunmadan birkaç yıl sonra ellerini
kollarını sallayarak ülkemizin ekonomisini, bankalarını, kamu ve özel
firmalarını, kültür ve sanat ve hayatımızı, gazetelerimizi, radyolarımızı,
televizyonlarımızı işgale başladığını ve bazılarında işgali % 70 oranında
tamamladığını biliyor olsaydı, ben bu yazıyı yine yazmayacaktım.
Fakat şimdi,
özellikte her yıl 18 Mart’ta Çanakkale’ye giden veya kendi şehrinde şehitlerimizi
samimi biçimde anan insanlarımızın, aşağıdaki satırlar üzerinde lütfen düşünmesini
diliyorum:
Türkiye Müslümanlarının
başta Resulullah’ın (s. a. v.) doğum
günü olmak üzere her yıl en çarpıcı biçimde idrak edilmesi için gayret
göstermesi gereken önemli yıldönümleri vardır. Bunlardan biri de Çanakkale
savunmamızın yıldönümüdür.
Bilindiği gibi
Osmanlı ordusu, Birinci Dünya savaşı devam ederken 1915’te birleşik düşman
güçlerinin vahşice saldırısına uğrayan Çanakkale Boğazı’na adeta etten-kemikten
bir duvar örmüş yüz binlerce şehit pahasına büyük bir savunma yapılmıştı.
Tarihin en büyük
şahadet destanlarından birinin yazıldığı bu savaşı en iyi ve güzel anlatan
şiiri de eşsiz bir Şahadet Anıtı gibi edebiyat tarihimize diken büyük İslam
şairi Mehmet Akif olmuştu.
Bu savaşı doğru
anlayabilmek için Mehmet Akif’in “Çanakkale Şehitlerine” şiirini bu şiiri
anlayabilmek içinde bu şiirin nasıl yazıldığını anlatan tarihi belgeyi bilmek
gerekmektedir.
Bizi bu konuda
iyice düşündürmesi gereken müthiş gerçeği şairi ve dönemini en yakından
tanıyanlardan Eşref Kuşçubaşı’nın bir mektubundan öğreniyoruz.
Mektup özetle
şöyle:
" Birinci Dünya Savaşı'nın felaket dolu
günlerindeydik. Çanakkale muharebeleri bütün şiddetiyle devam ediyordu. Harbiye
Nazırı Enver Paşa bir telgraf çekmiş, birliği alıp Cidde'ye götürmemi
emretmişti. En kısa zamanda hazırlığımızı tamamladık ve yola çıktık. O zamanlar
motorlu vasıtalar yoktu. Ağırlıklarımızı atlara, develere yüklerdik. Birliğimde
(er, erbaş, zabit...) hepsi 126 kişiydi. Rahmetli Mehmet Akif de
bizimle beraberdi. O da Cidde'ye gelecek, oradan da mukaddes topraklara (Medine-i Münevvere'ye) giderek Resululah!ın kabrine kabrine yüz
sürecektik.
Cidde'ye gidebilmek için çok uzun ve
tehlikeli bir çölden geçmek gerekiyordu. Günlerce gittik. Elimde pusula olduğu
halde yolumuzu kaybettik. (...) bu uçsuz bucaksız çöl ortasında bize kim yardım
edebilirdi? Arkadaşların maneviyatı sıfıra düşmüştü. İçimizde ölenler, çıldıranlar
oldu. (...) ne yapacağımızı şaşırmıştık. İçimizde şaşırmayan, yılmayan, sarsılmayan
yalnız Mehmet Akif'ti. Sağa sola koşuyor, hastalarla ilgileniyor, çıldıranları
develerin sırtına bağlıyor, ölenlerin cesetlerini atlara yüklüyor, hep ayetler,
hadisle okuyarak bize güç ve ümit vermeye çalışıyordu.
(...) Epeyce gittik. Ertesi gün öğlene doğru
ufukta Cidde göründü. Akif, ellerini göklere açtı. Gözyaşları içinde bir şükür
duası okundu. Arabistan çölleri, Anadolu çocuklarının "Aaamiin!"
sesleriyle sesleriyle inliyordu.
Cidde'ye gelir gelmez, İstanbul'a, Harbiye Nazırı
Ever Paşa'ya bir telgraf çektim: "Şu kadar zayiatla Cidde'ye vasıl
olduk" dedim. Bir gün sonra cevap geldi. Enver Paşa cevabında şöyle
diyordu:
" Ben de size bir müjde vereyim:
Çanakkale harbi zaferle biti. Düşman mahv-u perişan oldu ve geldiği gibi gitti.
"
Ben bu haberi arkadaşlara söyler söylemez, O
büyük Akif secde-i Rahman'a kapandı. Dakikalarca sarsıla sarsıla ağladı.
Kalktığı zaman mübarek sakalına çamurlar bulaşmıştı. Göz yaşlarıyla ıslattığı
kumlardan, topraklardan oluşan acaip çöl çamurları..
Bir kalem, kâğıt istedi. Verdik. Gözyaşları
içinde bir şeyler yazdı. Sanki yüreğindeki ateş, gözlerinden yaş olarak
boşalıyordu ve o da kalemine mürekkep oluyordu. Kalem yazmıyor, adeta kâğıtlar
üzerinde raksediyordu. Beş dakika geçmemişti ki, kalemi kâğıdı bıraktı, tekrar
secdelere kapandı. Ağlıyordu, ağlıyordu, yüksek sesle şükürler ediyordu. Her
şükür deyişinde sanki Arabistan çölleri inliyordu.
Bana döndü:
‘ - Kalemim, Mehmetçiğin kanını ve
kahramanlığını vazetmekten acizdir. Buna rağmen birşeyler yazdım. Lütfen şunu
okuyun. Eğer Mehmetçiğe bir nebze olsun lâyık değilse yırtıp atalım. ‘ dedi.
Aldım, okudum. Bu bir şiirdi. Hayır hayır...
Şiir değil, vatan için akıtılan kanların mukaddes bir şelalesiydi. Adını biz
koyduk: Çanakkale Destanı..." (*)
Şimdi gelelim
Çanakkale şiirinin yorumuna, bu şiirde anlatılanlara ve bu şiirin düşündürdüklerine…
Bu şiir kuru bir kahramanlık şiiri değildir, bu şiirde bir
medeniyet muhasebesi yapılmaktadır. Bu savaş Batının maskesini düşürmüştür.
Akif, hem bu maskenin düşüşünü tesbit etmiş, hem de Batı hegamonyasına
direnişin manevi imkânını ortaya koymuştur.
İslam ümmetinin o
yıllardaki acılarını ta yüreğinde duyan bu büyük şairin Çanakkale
şehitleri için yazdığı abide şiiri üç
bölümde incelemek mümkün.
Şiirin ilk
bölümde savaşın hangi şartlar altında cereyan ettiği tarihi bir perspektif
içinde ele alınıyor. Savaşın milletimiz açısından tarihi tablosu çizilerek
saldıran taraf tanıtılıyor saldırganların
kimliği sorgulanıyor. Şiirin fikir bakımından en ağırlıklı bölümü didaktik
öğelerin özenle verildiği bu tarihi
yorum bölümüdür.
Üçüncü ve son
bölümde ise Çanakkale savışımızda İslâm için can veren aziz şehitlerimizin
Gösterdiği eşsiz
kahramanlıklarla ulaştıkları yüce mertebenin
(şehadet derecesinin )her türlü övgü ve takdirin üstünde olduğu şiir
sanatının en güzel örneği dizelerle dile getiriliyor.
Şiirinin ilk
bölümünde şairimiz öncelikle savaşın ne çetin ne kadar büyük boyutlarda cereyan eden bir savaş olduğunu belirterek
vatanımıza saldıran düşmanları en önemli özelliklerini vurgulayarak tanıtıyor:
kimlerdir İstanbul’u almak için yüz binlerce asker yüzlerce
Savaş gemisi ve
ölüm yağdıran toplarla Çanakkale!yi geçmeye çalışanlar? Bunlar şairimizin
tarifiyle kafesten kaçan hayvanlar gibi duygusuz sırtlan sürüleri gibi vahşice
saldırmalarıyla Avrupalı olduklarını kanıtlayan Fransızlar İngilizler ile
bunların peşlerine takıp sürükledikleri sömürge milletleri Avustralyalılar
Kanadalılar ve Hintlilerdir.
Bu bölümde şairin
özellikle işaret ettiği bir husus vardır. Bu husus Avrupalıların askerlerimize
vahşice saldırılardan sonra yüzlerindeki çağdaşlık ve uygarlık maskesinin
yırtılarak gerçek çehreleri olan vahşetlerinin ortaya çıkmış olmasıdır:
“Ah o yirminci asır yok mu o mahluk-u asil
Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyla sefil.
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına
Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına.
Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz
Medeniyet denilen kahpe hakikat yüzsüz. ”
Bilindiği gibi
“Çanakkale Şehitlerine” şiiri 1915’te yazıldı. Eğer dikkat edilirse Akif’in 6
yıl sonra 1921’de yazdığı İstiklal Marşı şiirinde de benzer bir ifadesi yer
almaktadır:
“Garbın
âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar
Medeniyet
dediğin tek dişi kalmış canavar.”
Acaba şairimiz
neden Türkiye’yi birkaç defa işgale yeltenen Avrupa devletlerinin medeniyet ve
çağdaşlık görüntüsünün sahteliği
üzerinde ısrarla durmuştur? Bu ifadelerin tesadüfi olmadığını uzun
yıllar sonra yazdığı başka şiirlerinden de öğreniyoruz. İşte bir başka örnek:
Tükürün
millete alçakça vuran darbelere
Tükürün
onlara alkış dağıtan kahpelere
Tükürün
ehl-i salibin o utanmaz yüzüne
Tükürün
onların asla güvenilmez sözüne
Medeniyet
denilen maskara mahlûku görün
Tükürün
maskeli vicdanına asrın tükürün!
Akif gerçek
medeniyetin ilmin ve sanatın düşmanı olduğu için mi bu ifadeleri kullanmıştır?
Yoksa asıl söylemek istediği bir başka noktayı
aydınlığa kavuşturmak mıdır?
Nitekim
şairimizin şu dizeleri de hatırımızdadır:
“Alınız ilmini garbın alınız sanatını
Veriniz mesainize hem de son süratini”
Ayrıca “Çanakkale
Şehitlerine” şiirinde yer alan “Yirminci
asır yok mu o mahluk-u asil” yani “yirminci yüzyıl adını verdiğimiz o
soylu varlık” sözüyle çağımız hakkında olumlu ifadeler kullandığını da
hatırlarsak Mehmet Akif’in asıl söylemek istediği daha iyi anlaşılır. Mehmet Akif batının gelişmiş bilim sanat ve
teknolojisinden en iyi biçimde yararlanmayı ve çağın hiçbir zaman gerisinde
kalmamayı savunduğuna göre batıyı Avrupa ülkeleri ile uygarlıklarını
eleştirmekle bize vermek istediği mesaj şu olabilir:
O düşmanlarımızın
medeniyet ve çağdaşlık maskesine dikkat çekmekle düşmanlarımızın askeri
işgaller dışında kültür emperyalizmi yoluyla da bağımsızlık ve özgürlüğümüzü tehlikeye
sokabileceğine işaret ederek halkımız ve gençliğimizi uyarmıştır. Akif
Avrupalıların 200 yıldan beri sahte bir görünüşle Batı dünyasını uygarlık
dünyası olarak tanıttığını ama fırsatını bulduğunda gerçek yüzünü gösterdiğini
hatırlatarak geleceğin Türkiye’si için bizleri uyarıyor. Çanakkale’de ve milli mücadele yıllarında
Avrupa devletlerinin yani Fransız’ın
İngiliz’in Yunan’ın ve diğerlerinin askeri işgallerine göğsümüzü siper
ederek canımızla kanımızla karşı durduk. Aziz şehitlerimizin kanlarıyla
sulanmış vatanımızı düşmana çiğnetmedik mabetlerimize çan astırmadık: göklere
uzanan minarelerimizden günde beş defa okunan mübarek ezanı susturmalarına
kadınlarımızın namusuna ve bayrağımıza saygısızlık göstermelerine izin
vermedik.
Çanakkale Geçilmesin
Ama yarınlarda da
bağımsız ve hür kalacak Türkiye’miz için her zaman düşmanlarımızın
girişebileceği yeni saldırılara karşı daima uyanık bulunmalı ve dikkatli
olmalıyız. Çünkü artık çağımızda milletlerin bağımsızlığı ve özgürlüğü sadece
topla tüfekle çıkarma gemileriyle tehdit edilmiyor. Artık çağımızda ekonomi
kültür ve sanat alanlarında büyük bir güce ulaşmış ülkeler kendi çıkarlarını
kollamak üzere bütün dünyayı etki alanı olarak seçmişlerdir.
Dünyanın büyük
haber ajanslarını TV ve video program üretim ve pazarlamasını büyük tirajlı
basın organlarını kontrolleri altına alan büyük ülkeler üçüncü dünya ve İslam
ülkelerinin kamuoyunu kendi plan ve çıkarları istikametinde yönlendirmeye
gayret göstermektedir.
Batının kokuşmuş
ahlâkını ruhsal ve cinsel bunalımlarını sinema TV filmleriyle gazete ve
dergilerle bütün evlerimize taşımayı başaranlar Çanakkale’de geçemedikleri engelleri evimizin içinde yok etmeye
başlamışlardır.
İslam ahlâkı ve
kültür değerlerini “gericilik yobazlık” diye damgalayıp yok etmeyi amaçlayan
kültür emperyalizmi faaliyetleri siyasi ve askeri saldırıların alt yapısını
hazırlamakla görevli çağdaş Truva atlarıdır.
İçerden ruhen
çökertilen kültürel kimlikleri yok edilen milletlerin bağımsız ve özgür yaşayamayacağını
çok iyi bilmekte ve Türkiye’de’ de bu hedefe ulaşmak istemektedirler. Türkiye gibi ekonomik bunalımlar içinde
kıvranan geri kalmış bir ülkede 2007’de yüzlerce TV kanalının Batı
ahlâksızlığını evlere akıtmakla görevlendirilmesi tesadüf eseri değildir. Emperyalizmin
güdümündeki çok uluslu şirketler Türkiye içindeki temsilci kuruluşlarıyla bu
televizyon yayınlarını en etkili biçimde desteklemektedir.
Bilindiği gibi
kültürel kimliğimizi oluşturan iki önemli temel öğe dinimiz ve dilimizdir. Bu
nedenle en büyük hedefleri bu temelleri yıkmak olmuştur. Bu yüzden Türkiye’de
Batı emperyalizmine hizmet eden kişi ve kuruluşlar bazen liberal bazen
sosyalist söylemlerle sürekli olarak İslam kültürünü, İslam ahlâkını, Müslüman
şahsiyetleri ve Türkçeyi unutturmak, bu
mümkün görülmez ise yozlaştırmaya çalışmak için büyük çabalar göstermekte bu
amaçlarla korkunç tutarlarda paralar harcamaktalar.
________________
(*) Türk
Edebiyatı dergisi, Mart 1987.