Şair ve yazar, siyaset adamı, VIII., IX., X.ve XI. Dönem İstanbul
Milletvekili (D.18 Mayıs 1898, İstanbul - Ö. 8 Kasım 1973, İstanbul). Baba
tarafından dedesi Maliye Şurası üyelerinden Moralı Mustafa Rıfat Efendi, anne
tarafından dedesi Halıcılar Dergâhı şeyhi Hacı Feyzullah-ı Nakşibendî’dir.
Ortaöğrenimine Bakırköy Rüştiyesi (ortaokulunda)’nde başladı, Hadika-i Meşveret
İdadisi (lisesinde)’nde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne
girdiyse de şiire olan tutkusu nedeniyle yükseköğrenimini dördüncü sınıftayken bıraktı.
Öğrencilik yıllarında yayımladığı şiirlerle sanat ve edebiyat çevrelerinin
dikkatini çekmeye başladı.
İlk şiiri Peyam gazetesinin 3 Mart 1914 tarihli edebiyat ekinde
yayımlandı. Daha sonra şiirleri Peyam-ı Edebî (1913-14), Edebiyat-ı Umumiye (1916-19), Yeni Mecmua
(1918), Ümid (1919-21), Şair (1918-19), Büyük Mecmua
(1919), Nedim (1919) gibi değişik yayın organlarında yer aldı.
Faruk Nafiz’in 1918 yılında Edebiyat-ı
Umumiye’de çıkan “Şarkın Sultanları” başlıklı şiiri
nedeniyle Süleyman Nazif, “Irkımın en büyük şairlerinden birini bu gençte
selâmlıyorum” diye yazdı. Benzer övgüleri dönemin büyük şairi Yahya
Kemal’den de aldı. 1917 yılında Hakkı Tahsin, Fahri Celal (Göktulga) ve Yusuf
Ziya (Ortaç) ile birlikte Servet-i Fünûn dergisinin yayın sorumluları
arasına katıldı, 1917-18 yıllarında İleri gazetesinin yazı kuruluna
girdi, 1922’de bu gazetenin Ankara temsilciliğini yaptı. Aynı yıl Kayseri
Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atandı. Ardından Ankara Erkek Lisesi
(1924), Ankara Kız Lisesi (1925), Ankara Lisesi (1925), İstanbul Kabataş Lisesi
(1932) ve Vefa Lisesi’nde görev yaptı. Kabataş Lisesi’nde çalıştığı yıllarda,
ayrıca Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde de edebiyat dersleri verdi.
Faruk Nafiz, 1933 yılında düşünce
ve edebiyat ortamının önemli kişilerinin yer aldığı “Anayurt” dergisini
çıkardı. Çamdeviren, Deli Ozan, Akıllı Ozan, İğne ile Kuyu Kazan ve Yamak
imzalarıyla Akbaba, Karikatür,
Mizah gibi dergilerde mizahi şiirleri ve yazıları yayımlandı. Ayrıca
İsmail Vecih, Kalender, Tatlı Sert takma adlarını da kullanmıştı. Mizah
yazıları yazıyor olması nedeniyle politika ile de ilgilendi. Bu ilgisini gören
dönemin edebiyatçılarının önerilerinden yüreklenerek politikaya girdi ve 1946
yılında Demokrat Parti (DP)’den İstanbul Milletvekili seçildi; milletvekilliği 27
Mayıs 1960 İhtilali’ne kadar sürdü (VIII., IX., X.ve XI. Dönem İstanbul
Milletvekili). Haziran 1960’tan Eylül 1961’e kadar, DP’nin öteki
milletvekilleriyle birlikte Yassıada’da on beş ay kadar tutuklu
kaldı. Yargılanıp aklandıktan sonra siyaseti bıraktı, ancak yaşadıklarını
manzum olarak yazdı ve Zindan Duvarları (1967) adıyla kitap olarak
yayımladı. Vapurla çıktığı bir Akdeniz gezisinde kalp yetmezliği sonucunda
öldü.
Faruk Nafiz, aruz ölçüsüyle yazdığı ilk dönem şiirlerini “Şarkın Sultanları” (1918) adlı bir kitapta
toplamıştı. Bu dönem şiirlerinde, Cenap Şahabettin’in, Yahya Kemal’in, Servet-i
Fünûn ve Fecr-i Ati şairlerinin etkilerini görmek olanaklıdır. Bu şiirlerinin
konusu daha çok aşk ve kişisel acılardır. Daha sonra Milli Edebiyat hareketine
katılarak hece ölçüsü ve yalın bir Türkçe ile şiirler yazdı, “Hecenin Beş
Şairi” olarak anılan grupta yer aldı. Memleketçi Edebiyat döneminin önde gelen
şairlerinden Mehmet Emin Yurdakul’un hece şiiri deneyimi ile aruz vezninin
ahenk sentezinden oluşturduğu bireşimle kendine özgü bir şiir sesi yarattı. Gönülden Gönüle
(1919) ve Dinle Neyden
(1919) adlı kitaplarında aşk ve
doğa üzerine şiirleri çevresinde yolunu arayan şair, “Çoban Çeşmesi” (1926) kitabı ile bu tarz şiirde
olgunluğa ulaşır. Bu iki kitabında, Şarkın
Sultanları kitabındaki duyuş ve algılayış
tarzının hece vezninin olanakları içinde yeni bir şiir dili arayışı gayreti
görülür. Bu şiirlerde, “ince duygularını, zeki buluşlarını, eski şiirden ve
Rıza Tevfik vasıtasıyla gelen halk şiirinden kuvvetli hatıraları yeni vezinle
ve kuvvetle terennüm edebileceğini” (Nihat Sami Banarlı) gösterdi.
Faruk Nafiz Çamlıbel, Çoban Çeşmesi kitabındaki
şiirleriyle girdiği yeni döneminde, hayatın özünü aşk olarak kabul eder. Türk
şiirine özgü lirizmi özellikle aşk şiirleri ile doruğa ulaştırır.
Onun olgunluk dönemi şiirleri için
bir yandan;
“Türkçe ile kaynaşan aruza özgü ses terbiyesi, anonim değer kazanmış
olan aşk maceralarına özgü söyleyiş tarzı ve gözlemden gücünü alan içtenlik ‘Han Duvarları’, ‘Çoban Çeşmesi’, ‘Sanat’, ‘Bugün
Yoldan Geçenler’ ‘Ayşe Sana’, ‘Kız Hüseyin’i Vurdular’ gibi şiirlerinde
yeni bir bireşim olarak ortaya çıkar. İşte bu şiir kendi devrinde son derece özgün,
yeni ve millidir. Hangi vezin ve hangi nazım biçimiyle söylenmiş olursa olsun,
onda geçmiş dönemlere ait Türk şiir tarzlarının, zamanın ihtiyaçlarına göre
gerçekleştirilmiş bir yorumunu buluruz.”
değerlendirmesi yapılırken, daha
sonraki yıllarda kendisi Turgut Uyar şöyle der:
“İşin en önemli yanı, şiiri
özgün ve benzersiz kılan, Faruk Nafiz’in bir daha böyle bir şiir yazmamış olmasıdır.
Sonraki şiir serüveni, bu çıkışı açıklamaya yetmemektedir. Hâtta bozmaktadır.
Bu da şiiri, Faruk Nafiz’den ayırmaya, onu bir çeşit anonim şiir gibi
düşünmeye, dolayısıyla, her şiiri kendi diyalektiği içinde kavramak ve düşünmek
konusundaki düşüncemize uymaktadır. Şiire büyük tadı katan, biraz da, bu
şairden kopma anonimlik, ortaklaşalık duygusunu vermiş olmasıdır.”
Ancak, Çamlıbel’in şiiri, biçime
ait endişenin üzerine çıkarak kendi varlığını kendi koşulları içinde
belirlemiştir. Bu dönem, onun kurduğu yeni bileşim ve sesle memleketin
sıkıntılarını ve toplumsal sorunlarını kendi dünya görüşü ve sanat anlayışı çerçevesinde
ifadeye yöneldiği bir dönemidir. Daha sonraları yazdığı eserlerde aynı sesin
dinî duyguları yorumlamaya kadar uzandığı görülür. “Akarsu”daki şiirleri, “Çoban
Çeşmesi” kitabındaki şiirlerin daha gelişmiş ve derinleşerek incelmiş olanını
sunması bakımından önemlidir. Bu kitaptaki “Aşk İlâhileri”, aşk şiirinde ulaştığı olgunluğu gösterir. “Akıncı
Türküleri” (1938) yine hece vezniyle yazılmış epik-didaktik şiirlerinden
oluşturulmuştur. “Bu kitapta başarılı
şiir değil, Faruk Nafiz’e has güzel mısra aramak yerinde olur.” Sanat yaşamının
son dönemlerinde düşünsel, kendine özgü söyleyiş biçimi ve lirik eda yardımıyla
duygu düzeyine yükselten şiirler yazdı.
Faruk Nafiz Çamlıbel, Türk edebiyatında daha çok şairliği ile gündeme
gelmiş olsa da roman ve tiyatro alanında da eserler verdi. İki romanından biri
olan “Yıldız Yağmuru” (1936), dönemin toplumsal yaşamına ait bir panorama kimliğindedir.
Ayrıca manzum tiyatro biçiminde eserler de verdi. Çoğu zaman teknik bakımdan
kusurlar barındırırlar ve kuruluşları basittir. Ancak, Canavar (1926) ve Akın (1932) adlı oyunları sahne dilini
kullanışındaki ustalık bakımından kayda değer eserlerdir. İlk Göz Ağrısı
adlı bir adaptasyon oyunu da vardır. Yayla Kartalı adlı eseri 1945 yılında Muhsin Ertuğrul tarafından
filme alındı. Behçet Kemal Çağlar ile birlikte yazdıkları “Onuncu Yıl Marşı” Cemal Reşit Rey tarafından
bestelenmiştir.
Faruk Nafiz, 1931 yılında Azize Çamlıbel’de ile evlendi. Bu evlilikten
İsmet Çamlıbel, Yeliz Çamlıbel adlarında iki çocuğu oldu.
ESERLERİ:
Şiir: Şarkın Sultanları
(1918, 2018), Gönülden Gönüle
(1919), Dinle Neyden (1919), Çoban Çeşmesi (1926), Suda Halkalar (1928), Bir Ömür Böyle Geçti (toplu şiirler,
1933), Elimle Seçtiklerim
(seçme şiirler, 1934), Boğaziçi
Şarkısı (Sadettin Kaynak ile, 1936), Akarsu (1937), Tatlı Sert
(1938), Akıncı Türküleri (1938),
Heyecan ve Sükûn (seçme şiirler,
1959), Zindan Duvarları (1967),
Han Duvarları (toplu şiirler,
1969), Gurbet ve
Saire (seçme şiirler, 2003).
Roman: Yıldız Yağmuru
(1936), Ayşe’nin Doktoru
(1949).
Oyun: Canavar (1926),
Numaralar (okul piyesi, 1928), Akın (1932), Özyurt (1932), Bir
Demette Beş Çiçek (okul piyesi, 1933), Yangın (okul piyesi, 1933), Kahraman (1938), Ateş
(1939), Dev Aynası (1945), Yayla Kartalı (1945).
İnceleme: Tevfik Fikret:
Hayatı ve Eserleri (1937).
KAYNAKÇA:
Yusuf Ziya Ortaç / Faruk Nafiz: Hayatı ve Eserleri (1937), Nihat Sami Banarlı /
Faruk Nafiz ve Seçilmiş Şiirleri (1949), Mehmet Kaplan / Şiir Tahlilleri II (s.
6-18, 1954), Halit Fahri Ozansoy / Edebiyatçılar Çevremde (1970), Mehmet Kaplan
/ Cumhuriyet Devri Türk Şiiri (s. 3-20, 1973), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü
(1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of
Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve
Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar
(Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous
People (2013), Şerif Aktaş / Yenileşme Dönemi Türk Şiiri Antolojisi II (1998),
TBE Ansiklopedisi (2001), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002),
Halil Soyuer / Şair Dostlarım (2004), Faruk Nafiz Çamlıbel (Günümüz Türkçesine
çeviri: Vahap Kabahasanoğlu, 2004), Yazar: Yakup Öztürk / Faruk Nafiz
Çamlıbel-Memleket Mektep Meclis Arasında Bir Hayat (2017), Faruk Nafiz Çamlıbel
kitapları (kitap.ykykultur.com.tr, idefix.com, dr.com.tr, 16.06.2019).
Derinden derine ırmaklar ağlar
Uzaktan uzağa çoban çeşmesi.
Ey suyun sesinden ağlayan bağlar,
Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?
“Gönlünü Şirin’in aşkı sarınca
“Yol almış hayatın ufuklarınca,
“O hızla dağları Ferhat yarınca
“Başlamış akmağa çoban çeşmesi…”
O zaman başından aşkındı derdi,
Mermeri oyardı, taşı delerdi.
Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi,
Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi!
Vefâsız Aslı’ya yol gösteren bu,
Kerem’in sazına cevap veren bu,
Kuruyan gözlere yaş gönderen
bu...
Sızmadı toprağa çoban çeşmesi.
Leylâ gelin oldu, Mecnun mezarda,
Bir susuz yolcu yok şimdi
dağlarda,
Ateşten kızaran bir gül arar da
Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi.
Ne şâir yaş döker, ne âşık ağlar,
Târihe karıştı eski sevdâlar:
Beyhûde seslenir, beyhûde çağlar
Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi!...
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç
şakladı,
Bir dakika araba yerinde
durakladı,
Neden sonra sarsıldı altımda
demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti
kervansaraylar...
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya
duya,
Ulukışla yolundan Orta
Anadolu’ya.
İlk sevgiye benziyen ilk acı, ilk
ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava
ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak
ağaçlar sarı..
Arkada zincirlenen yüksek Toros
dağları,
Önde uzun bir kışın soldurduğu
etekler,
Sonra dönen, dönerken inliyen
tekerlekler...
Ellerim takılırken rüzgârların
saçına
Asıldı arabamız bir dağın
yamacına.
Her tarafta yükseklik, her
tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir
ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen,
kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan
yollar
Başını kaldırarak boşluğu
dinliyordu,
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr
serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur
ince ince,
Son yokuş noktasından düzlüğe
çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı
benzimizi,
Yollar bir şerit gibi ufka
bağladı bizi.
Gurbet beni muttasıl çekiyordu
kendine,
Yol, hep yol, daima yol...
Bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir
evin hayali,
Sonum ademdir diyor insana yolun
hali.
Arasıra geçiyor bir atlı, iki
yayan,
Bozuk düzen taşların üstünde
tıkırdayan
Tekerlekler yollara bir şeyler
anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek
yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin
sesine
Uzanmışım, kalmışım yaylının
şiltesine.
Bir sarsıntı... Uyandım uzun
süren uykudan,
Geçiyordu araba yola benzer bir
sudan.
Karşıda hisar gibi Niğde
yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri
geliyordu:
Ağır ağır önümden geçti deve
kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin
viran hanı,
Alaca bir karanlık sarmadayken
her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan
içeri.
Bir deva bulmak için bağrındaki
yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi
kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın
dört bucağı,
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı
ocağı.
Bir parıltı gördü mü gözler hemen
dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler
daralıyor,
Şişesi is bağlamış bir lâmbanın
ışığı,
Her yüze çiziyordu bir hüzün
kırışığı.
Gitgide birer âyet gibi
derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki
çizgiler...
Yatağımın yanında esmer bir duvar
vardı,
Üstünde yazılarla hatlar
karışmışlardı:
Fani bir iz bırakmış burda
yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık
resimler...
Uykuya varmak için bu hazin
günde, erken,
Kapanmıyan gözlerim duvarlarda
gezerken
Birdenbire kıpkızıl bir kaç
satırla yandı,
Bu dört mısra değildi, sanki dört
damla kandı.
Ben garip çizgilerle uğraşırken
başbaşa
Raslamıştım duvarda bir şair
arkadaşa:
“On yıl var ayrıyım Kınadağından
Baba ocağından, yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben”
Altında da bir tarih: Sekiz mart
otuz yedi..
Gözüm imza yerinde başka bir ad
görmedi.
Artık bahtın açıktır, uzun etme,
arkadaş!
Ne hudut kaldı bu gün, ne
askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme
baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir
yârına!..
Ertesi gün başladı gün doğmadan
yolculuk,
Soğuk bir mart sabahı... Buz
tutuyor her soluk.
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk
alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar
evleri.
Bulutların ardında gün yanmadan
sönüyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan
görünüyor...
Yanımızdan geçiyor ağır ağır
kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski
hanlar.
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz,
gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir
geçide.
Sıkı bir poyraz beni titretirken
içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım
sevincimden:
Ardımda kalan yerler anlaşırken
baharla,
Önümdeki arazi örtülü şimdi
karla.
Bu geçit sanki yazdan kışı
ayırıyordu,
Burada son fırtına son dalı
kırıyordu.
Yaylımız tüketirken yolları aynı
hızda
Savrulmaya başladı karlar
etrafımızda.
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa
gömdü,
Kar değil, gökyüzünden yağan
beyaz ölümdü...
Göynümde can verirken köye varmak
emeli
Arabacı haykırdı: “İşte Araplı
beli!”
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda
kalana,
Biz menzile vararak atları çektik
hana.
Bizden evvel buraya inen üç dört
arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı
bağdaş.
Çıtırdıyan çalılar dört cana can
katıyor,
Kimi haydut, kimi kurt masalı
anlatıyor...
Gözlerime çökerken ağır uyku
sisleri
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri
Bu akisle duvarda çizgiler
beliriyor,
Kalbime ateş gibi şu satırlar
giriyor:
“Göynümü çekse de yârın hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben”
Sabahleyin gök yüzü parlak, ufuk
açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola
çıktı...
Bu gurbetten gurbete giden yolun
üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum
üç günde.
Uzun bir yolculuktan sonra
İncesudaydık,
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
Sakın bir söz söyleme... yüzüme
bakma sakın!
Sesini duyan olur, sana göz koyan
olur.
Düşmanımdır seni kim bulursa cana
yakın,
Anan bile okşasa benim bağrım kan
olur..
Dilerim Tanrı’dan ki, sana açık
kucaklar
Bir daha kapanmadan kara toprakla
dolsun!
Kan tükürsün adını candan anan
dudaklar,
Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun!
Sevgilim, şairleri başka insan
sanırsın
Benzi uçuk, saçı gür, boyu fi dan
sanırsın
Eğer takdim edersem onları bir
bir sana
Gözlerinle gördüğün şeyi yalan
sanırsın
Büyük Hâmid sevimli kibar bir
ihtiyardır
İlk görüşte elini öper, baban
sanırsın
Yalnız zaman geçince bıyık büker
göz süzer
Onu İzzet Melih’ten daha civan
sanırsın
Üstat Yahya Kemal ‘i görürsün iri
yarı
Çobanla boy ölçüşen bir kahraman
sanırsın
Fakat birden incelir, lâkırdıya
başlarsa
Akıyor nüktelerden bir çağlayan
sanırsın
Ulusal şairimiz Mehmet Emin’i
görsen
Beyoğlu’nda geziyor yeni Tûran
sanırsın
Görsen Mehmet Akif’i kır düşmüş
saçlarıyla
Boşuna öğüt veren bir babacan
sanırsın
Ne zaman karşılaşsan yolda Mithat
Cemal ‘le
Daha şimdi çıkmıştır lokantadan
sanırsın
Dolaşırken kolkola Seyfi ’yle
Yusuf Ziya
Geziyor Yat Kulüple Tokatlıyan
sanırsın
Faruk Nafi z bahseder hep yanıp
kül olmaktan
Kaldığına bakarsan canlı volkan
sanırsın
Nâzım Hikmet yürürken şiir okur
arşınla
Manalı söyler ama saçma sapan
sanırsın
Salih Zeki etrafa bakmadan gezer
durur
Sana çarpınca budur asıl ozan
sanırsın
Necip Fazıl diş biler adını
anmayana
Halit Fahri içmeden başı duman
sanırsın
Hulâsa hangisini anlatsam
şairlerin
Hepsini birbirinden daha yaman
sanırsın
(Karikatür dergisi, 15.2.1936)