Abdullah Yıldız

Araştırmacı Yazar

Doğum
Eğitim
Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü

Araştırmacı yazar.  1954 yılında Adana’nın Kozan ilçesine bağlı Ayşehoca köyünde doğdu. İlkokulu köyünde okudu. Adana İmam Hatip Lisesi’ni 1973 yılında bitirdi. Aynı yıl girdiği Konya Selçuk Eğitim Enstitüsünden 1976’da mezun oldu. 1980’den itibaren çeşitli eğitim kurumlarında toplam 23 yıl öğretmenlik yaptı.

Abdullah Yıldız, 1976-1978 yıllarında haftalık Yeniden Milli Mücadele dergisinde; 1978-1980 döneminde aylık Pınar dergisinde yazılar yazdı. 1981’de Pınar Yayınları’nın oluşumunda yer aldı.  1991 yılından bu yana Umran dergisinde, Ocak 2001’den bu yana da her Salı günü Vakit / Yeni Akit gazetesinde yazıyor. 2006’da bir grup yazar arkadaşı ile birlikte kuruluşuna öncülük ettiği "Namaz Gönüllüleri Platformu"nun halen devam eden çalışmaları, bütün Türkiye ve Avrupa’da binlerce insanın namazla buluşmasına ve namaz bilinci kazanmasına zemin hazırladı.

Abdullah Yıldız evli olup, dört çocuk, üç de torun sahibidir.

 

ESERLERİ:

 

Namaz –Bir Tevhid Eylemi (1991, 23 baskı),

Tarih Bilinci (1994, 5 baskı),

Kur’ân’ı Anlamaya Giriş – Kur’ân’ı Anlamak Farzdır (1997, 4 baskı),

28 Şubat - Belgeler (2000, 2 baskı),

Meşrutiyetten Cumhuriyete İktidar Kavgaları ve Sanal İrtica (2001, 2 baskı),

Kur’ân’ın Hayata Müdahalesi (Edisyon, 2004, Umran, promosyon),

21.Yüzyıl ve İslâm’ın İmkânları – Konuşmalar (Edisyon, 2005),

Geçmişten Geleceğe Ko(nu)şanlar (2006),

Yusuf’un Üç Gömleği (2006, 5 baskı),

Haydi Namaza (2006, 4 baskı),

Duâ - Söylemden Eyleme (2006, 3 baskı),

Yol Haritamız Kur’ân (2008, 5 baskı)

Ramazan’la Dirilmek (Edisyon, 2008),

Hz. Şuayb – Namaz-Ticaret-Adalet (2009),

Kalem ve Balyoz (2010, Pınar),

Kur’ân’ı Nasıl Okudular (2010),

Kur’ân’ı Nasıl Anladılar (2011),

Kur’ân’ı Nasıl Yaşadılar (2011),

Oruç – Ötelere Seyahat (2011),

Kırk Hadis Kırk Ders (2012).

 

KAYNAK: Biyografi (abdullahyildiz.org, 3 Ekim 2016), Abdullah Yıldız Kimdir? (gazeteoku.com, 03.10.2016),

YENİDEN CAMİLERE DÖNME ZAMANI...

YENİDEN CAMİLERE DÖNME ZAMANI...

 

ABDULLAH YILDIZ

 

Ömer Naci Yılmaz, namaz ve cami aşığı bir kardeşimizdir. Namaz Gönüllüleri Platformu’nun has emektarlarındandır. “Namaz Devrimi” kitabının yazarıdır. Diğer kitapları, yazıları ve güzel faaliyetleri ile Samsun’a hatta Türkiye’ye sığmayan gayret abidesi bir adamdır; “adam gibi adam”dır vesselâm...

Amacım, size Ömer Naci Yılmaz’ı tanıtmak değil. Her görüşmemizde oldukça verimli fikir alışverişi yaptığımız Ömer kardeşimle evvelki gün yaptığım telefon görüşmesinde bana aktardığı bir hatırayı ve o anlamlı hatıra bağlamında kaleme aldığı yaman hakikatleri özetle siz okuyucularımla paylaşmak...

“Ah camiler ah!” diye başladığı yazısına şöyle devam ediyor Ömer Naci Yılmaz: “Bugünlerde çektiğiniz yalnızlıkların arkasında yine Müslümanların zihinsel çelişkileri var. Oysa medeniyetimiz Mescid/Cami medeniyetiydi. Başarıya ulaşmış tüm hareketler Mescid/Cami mahreçliydi. Zira büyükler böyle söylerdi. Peygamberimizin kurduğu Medine İslam Devleti’nin teşkilatlanması da yine Mescid’de oluşturulmuştu. Camiler beldelerin hangi medeniyete ait olduğunun en belirgin göstergeleriydi. Camiler tapu hükmünde, minareler ise o beldeye basılan mühür, atılan imza hükmündeydi.

Kurumsal olarak camilerin başına gelenler hiçbir kurumun veya yapının başına gelmemiştir. Birileri imha edilecek yerler listesinin başına camileri yerleştirmişlerdi. Birçok yerde Müslümanlar namaz kılarken katledilmişlerdi... Birileri camileri ahıra, bara, pavyona, meyhaneye, depoya çevirmişlerdi...

Camiler böyle mi olmalıydı? Elbette hayır! Medeniyetimizin doğumhaneleri olan camilerimizi asli fonksiyonlarına ne zaman çevireceğiz? Geçmişin engin tecrübelerini ne zaman hazmedip uygulamaya geçireceğiz? O günler de gelecektir inşallah. Çocukluğumuzda amcam: “Camileri boş bırakmayın; her vakit namazında bizden biri muhakkak camide olmalı” derdi. Şimdilerde onu daha iyi anlıyorum. Bir dönemin Müslümanları camileri boş bıraktılar. Sadece boş bırakmakla da kalmadılar, camilerin fonksiyonlarını kurdukları derneklerinde, vakıflarında icra etmeye başladılar ve adeta mekânlarını kutsadılar. Herkes kendi vakfını, derneğini kutsayınca başkalarınınkini yanlış görmeye başladılar. Bölünme ve parçalanma aslında böyle başlamış oldu. Bu işlerin öncüleri ve önderleri vebal altındalar. Hani ‘birileri’ cenazelerini camilere götürmüyorlar ya, bunlara da söylemek lazım: ‘Sizin cenazeleriniz de camilere gelmesin, siz de cenazelerinizi derneklerinizden, vakıflarınızdan kaldırın.’ Bunu söylesek kızarlar, köpürürler. İyi de yıllar yılı gelmediğiniz, boykot ettiğiniz camilerde cenazelerinizin ne işi var? Selam vermediğiniz, elini sıkmadığınız, çay içirmeyip, çayını içmediğiniz insanların helâlliğine ve şahitliğine mi ihtiyacınız var? Dirinizin gelmediği yere ölünüz de gelmesin! Camilere yabancılaştığınızı hatırlatmak isterim. Cenazeniz gelince caminin ve cemaatin müdavimleri birbirlerine soruyorlar; “Bu cenaze kimin, tanıyor musun?” Muhatabı ‘Bilmem ki!’ diyor, kimse tanımıyor. Yanlış yaptınız ve halen de yanlış yapmaya devam ediyorsunuz. Elbette cevaplar hazır: ‘Camilerde hangi dinin anlatıldığını biliyor musun? Camilerin neye hizmet ettiğini biliyor musun?’ Ben bunları biliyorum da sen camilerin dönüşmesi ve asli fonksiyonlarını icra etmesi için ne yaptın, onu söyle? Tabii bu tartışmaları uzatmak mümkündür. Herkesin kendisine göre vereceği cevaplar vardır. Ama ne türden mazeretleriniz olursa olsun, bütün bu (sözde) gerekçeler camileri terk etmeyi beraberinde getirmemeliydi...”

Ömer Naci kardeşim, yerden göğe kadar haklı bu feveranından sonra bir hatıraya yer veriyor:

 

“Gün görmüş, günler geçirmiş, ezansız yılları yaşamış, jandarma dipçiğini yemiş olan Muzaffer amcamız dertleniyor ve anlatıyor: ‘Namazdan çıktık, on tane ihtiyardık, cemaate “durun” dedim ve sordum: “Senden sonra camiye gelecek olan var mı?” “Yok, yok, yok.” Benden sonra da gelecek olan yok. Beyler iflah olmayız, bu vebalden kurtulamayız, her cami, her Kur’an Kursu bir kurum... Ama şimdi bu mekânlar bomboş bir vaziyette. Allah bunun hesabını soracak. Aklımızı başımıza alalım’...”

Bu anıyı naklettikten sonra, “Cami’den kopmak hayatın içinden, toplumdan kopmaktır” gerçeğini hatırlatan Ömer Naci Yılmaz; “Bu saatten sonra ne yapalım?” sorusunu soruyor ve şöyle cevaplıyor:

“Öncelikle, yeniden camilere dönelim; camilerdeki yerimizi alalım, cemaatle namaza katılalım. Çocuklarımızı camiye yönlendirelim. Namaz kılmalarını, özellikle camilerde cemaate katılmalarını teşvik edelim. Sadece çocuklarımızı değil, arkadaşlarını da camiye teşvik edelim. ‘Camiye gel’ demek, ‘bizim derneğe gel, bizim vakfa gel’ demekten çok daha güzel ve hayırlıdır. STK’lar, sendikalar üye yapma gayretlerinin binde birini Allah’ın evlerinin süsü olan cemaat ve cemaate katılma konusunda yapıyor mu? Sorumlusunuz!... Çocuklarının sınav başarılarına sevinen ana-babalar, öğretmenler onların namazla, cami ve cemaatle buluşmalarını sağlayıp aynı şekilde sevinebiliyor musunuz?...”

Kalemine, kelâmına, ağzına, yüreğine sağlık Ömer Naci Yılmaz kardeşim. Doğru söze can kurban!

KAYNAK: Makaleler (abdullahyildiz.org, 3 Ekim 2016).

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör