Şair ve yazar. 15 Ağustos 1952, Samsun doğumlu. Asıl adı Aliye Dündar, genç kızlık soyadı Yavuz’dur. Namık Kemal Ortaokulunu ve 19 Mayıs Lisesini bitirdikten sonra öğretmen okulunun fark dersleri sınavını vererek öğretmen oldu. Atatürk Eğitim Enstitüsünden mezun olduktan sonra Eskişehir Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesinde lisans tamamladı. İstanbul’da çeşitli devlet okulları ile Almanya’da Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yaptı (1971-79). Bilgi Yayınlarının İstanbul temsilciliğini üstlendi. Bir dönem TYS Genel Sekreterliğini, bir süre de Özerk Sanat Konseyi sekreterya görevlerini yürüttü. Türkiye Yazarlar Sendikası ile PEN Edebiyatçılar Derneği üyesidir.
Şiir, öykü ve köşe yazılarından oluşan ilk
çalışmaları, 19 Mayıs Lisesi’ndeki öğrenciliği sırasında Demokrat Canik, Son
Posta gibi yerel gazetelerde yayımlanmaya başladı (1968-73).
İlk yazısı 1968 yılında, Samsun Demokrat
Canik gazetesindeki “Yaşadıkça” adlı köşesinde, ilk şiiri Mart 1996’da Şiir-lik
dergisinde çıkmıştı. Sonraki yıllarda
ise öykü-
şiir- söyleşileri, inceleme-araştırma yazıları, resim üstüne yazıları “Sombahar, Ada Öykü, Adam Öykü, Atika,
Cumhuriyet Dergi, Cumhuriyet Kitap, Düşler Öykü, Düşler Şiir, Şehir, Edebiyat
Nöbeti, ‘E’ Dergisi, Hürriyet Gösteri, Karşı Edebiyat, Mavi Ada, Milliyet
Sanat, Sombahar, Sesler, Şiir-lik, Şiir Oku, Türk Dili dergisi, Yazarlar
Dünyası, Yaşasın Edebiyat, Yeni Biçem, Varlık” başta olmak üzere hemen tüm kültür sanat dergilerimizde yayımlandı.
Yazın çalışmaları dışında bugüne dek ‘Türkiye Yazarlar Sendikası genel sekreterliği’, ‘BESAM (Bilim ve
Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği)
kurucu üyeliği ve başkan yardımcılığı, Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulu üyeliği, ‘Sine Koop
Genel Sekreterliği’, PEN
Yazarlar Derneği genel sekreterliği
yaptı ve hala aynı yazar kuruluşunda
yönetim kurulu saymanlık görevini yürütüyor.
Profesyonel
olarak Yaşasın Edebiyat dergisinde ve Bilgi Yayınevi İstanbul
Temsilciliği görevlerinde bulunan Zeynep Aliye, Türk Dili Dergisi, Yaşasın
Edebiyat dergilerinin yayın kadrolarında yer aldı; ‘Yazarlar Dünyası’
dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptı.
2007 yılından bu yana Yaratıcı Yazın
Dersleri veren yazar, yaşamını Büyükada’da sürdürmektedir.
ESERLERİ:
Yaşamak Masal Değil (1990, Gerçek Sanat Yayınları);
Aliye’nin Öyküleri (Öykü, 1993’te İsveç’te Hümanist
Enternasyonal’in dördüncü yıldönümü onuruna düzenlenen yarışmada “Art,
Contest’93 Öykü Ödülü”, Cem Yayınevi, 1992);
Dolunay Vardı (öykü, Altın Kitaplar, 1995);
Diş İzleri (öykü, 1996 “Orhan Kemal Öykü Ödülü” ve “1997 Haldun Taner Öykü Ödülü
Ücüncülüğü”; Bilgi Yayınevi, 1998);
Raylardaki Merdivenler (öykü, “1998 Sabahattin Ali Öykü Ödülü”;
Bilgi Yayınevi, 1998); Vahşi Kelebek ( öykü, 2002, Bilgi Yayınevi) Yunus Nadi Öykü Ödülü),
Bir Neon Kayması (şiir kitabı, 1999, Bilgi Yayınevi;)
Yüz Yüze Edebiyat (söyleşi, 2000; Bilgi Yayınevi);
Mavi Adam-Attila İlhan’la Söyleşiler(söyleşi, 2000; Bilgi Yayınevi)
Çıplak Güvercinler( öykü, 2005; İskele Yayınevi),
Çöl Kapısı (şiir, 2008; Artshop Yayınevi);
Ressam Neriman Oyman kataloğu (2008, Bilim Sanat Galerisi);
Bekaret Boncuğu (öykü, 2012; Kavis Yayınları);
Prinkipo Fırtına Burcunda (öykü, 2015; Heyamola Yayınları),
Kavşakta (roman, 2021 Mayıs, Cumhuriyet Kitap)
Ödülleri:
Aliye’nin Öyküleri (Öykü, 1993’te
İsveç’te Hümanist Enternasyonal’in dördüncü yıldönümü onuruna düzenlenen
yarışmada “Art, Contest’93 Öykü Ödülü”nü kazandı. Diş İzleri’yle 1996
Orhan Kemal Öykü Ödülü ile 1997 Haldun Taner Öykü Ödülü Üçüncülüğü ve Raylardaki
Merdivenler ile 1998 Sabahattin Ali Öykü Ödülünü aldı. Vahşi Kelebek
ile 2002 Yunus Nadi Öykü Ödülünü M. Sadık Aslankara ile paylaştı.
Zeynep Aliye İçin Ne Dediler?
“Aliye’nin öykülerinde duygu yoğunluğu
ile katı gerçek iç içe, ustaca eritilmiş birbirinde...” (Muzaffer İzgü)
***
“Zeynep Aliye’nin öyküleri,
yaşam denilen toplu akın içinde sürüklenen bireyin, içine düştüğü ağların, bu
ağların nasıl örüldüğünün öyküsüdür. Kuruluş ve anlatım yönünden taşıdığı
özelliklerin ötesinde, bir kişilik arama sorununun, kişinin kendisiyle
özdeşliğini kurarak dünyadaki yerini saptama çabasının irdelenişi olduğunu söylersek
yanılmış olmayız.” (Yılmaz Yeşildağ)
***
“Yazar, öykülerinde, şiirsellik
boyutunu çoğunlukla öne çıkararak, az sayıda sözcük kullanımıyla çok yoğun
duygular aktarmakta, içlerinde, şiirsel söyleyim, kişileştirme, eğretileme,
simge, imge, sıradışı sözcük birliktelikleri, zıt kavramların bağdaştırılması,
masalsı anlatım, sapma, önceleme gibi söz sanatlarını barındıran dil kullanımlarını
sıklıkla kullanmakta.” (Aysu Erden)
***
“Zeynep Aliye’nin yayımladığı
her öykü kitabı bir öncekinin içerdiği yetkinliği aşan bir yapı sunar: yazınsal
çıtayı her yapıtında bir üst düzeye taşımaktadır yazar. Her yeni kitap
bildiğimiz insanların bildiğimiz öykülerini yepyeni teknik ve dilsel ustalıklarla
anlatır. 1995 tarihli Dolunay Vardı bireyin gündelik sorunlarla başa çıkma/ çıkamama
gerilimini kimi zaman gülümseten bir fantastikle anlatıyordu. 1998 tarihli Diş
İzleri ve Raylardaki Merdivenler ise yepyeni bir fantastiğin, insanın ruhsal
labirentlerinde gözüpek bir serüvene atılmış bir yazarın öykü dünyasıyla çetin
bir mücadelesini duyuruyordu okura. (…) Raylardaki Merdivenler’de de
tutku öyküleri yer alır, ancak bunlar mesleğine, sanatına tutkulu kişileri
anlatan, son derece geniş bir bilgilenme sürecinden geçtiği belli olan
damıtılmış, inceltilmiş öykülerdir. (…) Vahşi Kelebek yazarın yükselen
çizgisinin ulaştığı son nokta: baş döndürücü, acıtan, sarsan, soluksuz bırakan
öyküler birbiri ardına okuru sarmalıyor.” (Nedret Tanyolaç Öztokat)
KAYNAKÇA Muzaffer Uyguner / Yaşamak Masalı
(Karşı Edebiyat, Aralık 1990), Leyla
Şahin / “Yaşamak Masal Değil”den “Diş İzleri”ne (Cumhuriyet Kitap, 22.10.1998),
Ataol Behramoğlu / Zeynep Aliye’nin Gizemli Dünyasında Yolculuk (Cumhuriyet
Kitap, Ekim 1998), Erendiz Atasü / Zeynep Aliye ya da Öykücüde Gizli Şair
(Papirüs, Mayıs 1999), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004)
– Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) - Encyclopedia of
Turkey’s Famous People (2013), Aysu Erden / Zeynep Aliye’den “Vahşi Kelebek” Deneysel Bir Öykü Kitabı (Cumhuriyet
Kitap, 12.12.2002), Nedret
Tanyolaç Öztokat: Vahşi Kelebek ve Zeynep Aliye’nin Öykü Sanatı (Varlık, Ocak
2003), Zeynep Aliye (Bilgi teyidi, 18.04.2021).
TIRNAK I
Fakat yine
de yok muydu başka yolu diye bin suratlı, püskül püskül bir hacıyatmaz soru
dayatmaya kalkarsa, koyar önüne en net yanıtını: “Tırnak” der.
“Tırnak. “
‘Kına,
katkat, ak, takı, kar, tak, tan, kır,
an, anı, tır,at,kat, kıta, katı, tık,
ırak, at,nar, kan, akıt, kar, nar, karın, katır, arı, akın, tırnak’
İlk o gün
kına yakıldı avuçlarına, kat kat giysiler giydirildi çocuk bedenine; parlak
takılar kar beyazı bileklerine, güvercin göğsüne üfürüldü iyilik, omuzlarına
salındı tan yeri akışlı saçları; sonra
yüreği kırlaşmış O, girdi koluna; vakitsiz bastıran kar altında çiçeklerinin
donacağını o saat anladı ama çaresizdi. Kara kara takların altından geçirip,
kıtalar, kıtalar aştırıp; ayrılıktan çok, seksek evine, onun son odasındaki bir
gün gökyüzüne salmayı hayal ettiği balonlarına veda edememek koydu zaten;
kapıları tek yönlü, ıraklardan ırak bu hiçbir çıkışı olmayan kente getirip
koydular. Kocaman bir nar kırdılar
kafasının üstünde, kan taneler dağılırken içinin parçalandığını sandı A. “Ana
arı olasın; dölünü nar gibi bereketli kıla”, dediler. Karnına doğru
susmasının, evvelinde duyduğu bu oldu.
Tırnaklarına
ilk o zaman daldı: sesini, sözünü ciğerindeki küçük küçük düğümlerin içine
tohumlarını ekip biçmek için kemirdi ha kemirdi tırnaklarını, kapatıldığı sur
parantezden kaçak çıkışlar yapıyormuş gibiydi önceleri; tıpkı seksek evinin son
odası yerine koydu onu. Hem orada, hem buradaydı. Hem içerde düşmanıyla, hem
dışarıda özledikleriyle; hem acılı hem mutlu, hem bir uçurtma hem ayaklarından
bağlı bir saka kuşu… Fakat her şeyin bir sonu vardır; nitekim işte bir gün tık
edince anladı ki gittiği hiçbir yer yok. Balonları dağın tepesini aşamayacaktı;
düğümleyip gömdüğü bohçaların içindekiler, kâğıt misali yanmıştı hem. O gün hak
verdi suratını dışarıdan cama dayamış hem Şeytan hem Melek olana. Tık etmeden
olmuyordu demek. Tık etmişse yıkılma vakti gelmiştir. Başka bir yolu da yoktur;
değil mi? Sesini biriktireceği düğümlere de yer kalmadıydı zaten. Seksek
oynamayı özlediği kadar özlemliydi sesine. Ek bir açıklama gereksiz. Tırnak,
Ben, demek oldu o günden sonra. Camın ötesine hiçbir yeri kesilip kanamadan,
canı hiç yanmadan geçip yuvarlak taşlı yoldan yürümeyi göze alırsa çıkabilirdi
sur parantezin dışına. Sonrası mı, kaydıraktan koynu yumuşacık kum havuzlarına
kayacak, Balerin’in koltuklarında merkezden gitgide uzaklaşarak dönerken çığlık
çığlığa haykıracak, en yıldızlı gecenin altında uzanıp şarkılar söyleyecek,
binecek asansöre çıkıp inecek, çıkıp inecek, çıkıp inecek, ip atlayacak, son
sahnedeyse, seksek evinin sekizinci hanesinde
dipsiz bir uykuya dalacak.
Önünde biri
tümsek, diğeri çukur; son iki engel.
“gelgitgitgelgelgitleregitgelleregelgitvegitgelgerigelgitgitgellere
son vermek; en geniş eşiği, yani kendi eşiğini, en uzun sıçrayışla geride
bırakmak, yeni doğmuş kaderin kolunda, ayaklarında sihirli pabuçlarıyla
barikatı aşmak için” yavaşça doğrulacak. Doğrul artık. Hesap bir biçimde
görülmeliydi: üstünü örterek, düğümü kılıçla keserek ya da olduğu yer ve
biçimde bırakıp sırtını dönerek. Seçimi yanlış yapmış olabilir ancak şu var ki
‘maskını tak çıkart yeniden çıkart tak ya da takma çıkart ya da çıkart ma tak
ya da tak ma; her şey yolunda değilse de şimdilik kontrole alındı. Duvarda
dikelen, yapılı gölgenin seyrelmiş saçlarını, top sakalını tel tel yolmak;
aslan kafalı bastonunu kırmak şartıyla.
İlerigeriileri
geri ileri geriilerigeri…Satır başı, iki nokta üst üste…Âlâ. İleri gerileri
geriilerigeriileri geri…Son yakın’a yaklaşmak için; ileri geri, ileri geri,
ileri geri, ileri.… Tükenirken vakit, başını göğsüne yaslayacak, başını omzuna
koyacağı ‘kim’ için; tükenmemişken vakit.
Tükendi mi
yoksa?
***
ŞEYH HAMDULLAH EFENDİ VE BİR YAZI YARATMAK
Zeynep, kapının açık kanatlarından
birine yaslanıp kalem işi süslenmiş duvarlardaki küpe kırmızı, nar kırmızı
lalelere, kuşkonmaz yeşilinden turkuaza bin ayrı tonda serpilmiş yapraklara,
dallara çiçeklere hiç beklemediği bir soruyla karşılaşmış gibi biraz şaşkın
baktı bir süre. Ardından fresklerle süslü tavana çevrildi bakışları. Ne kadar
yüksekti ve müthiş bir özenle işlenmişti. Hele tam merkezindeki, kristal
taşlardan oluşma görkemli avizenin bir eşi daha yoktur, gibi geldi ona.
Ama taş zeminli salondaki, her birinde
elektronik ya da mekanik daktilolar, bilgisayarlar bulunan masaların aynı
ölçüde ilgisini çektiği söylenemez. Çekmiş olsa bile bir karşıtlıklar dünyası
oluşmasına zemin hazırladığı içindi ve bu bağlamda hoş duyarlıklara vesile
olmuştu. Gerçi biraz önceki konser sırasında belleğine sızan ve hala orada
uçuşmakta olan büyülü ezgilerle o kadar doluydu ki hiçbir şey onun ilgisini çok
da fazla çekemez, mermer sütunlar arasından, merdiven basamaklarından bir tüy
gibi uçarcasına inip bayatlamış oksijenin bütün ayrıntılara sindiği bu binadan
dışarı çıkıp gitmesine engel olamaz gibi görünüyordu.
Şayet son anda masaların arkasına adeta
gizlenmiş olan rahleyi fark etmeseydi.
Cümle kapısına yönelmesinin hemen
öncesiydi. Bakışları, birden ışıdı ve mangaldaki közün bir aleve dönüşmesi gibi
parlayıp hızla ruhunu sardı... Birkaç saniye öylece, soluk bile almadan,
gülümsemesi yüzünde gitgide pembeleşerek, hep aradığı şeyi bulmuşçasına
coşkuyla çarparak yüreği dikeldi orada...
Yarım ay oluşturacak biçimde yerleştirilmiş
masaları ve üzerindekileri, bir reklam filminin arka planı gibi algılayarak,
tepesindeki dev avizenin, sedef kakmalarında gökkuşağı yansımalar yarattığı
rahle ve sehpaya yürüdü. Kapı-rahle çizgisinin pencere ayağındaki daktiloyu da
o sırada ayrımsadı: eski görünüşlü bir masanın üzerine konmuştu. Çalışır
vaziyette bir daktilodan çok, bir daktilo iskeletini çağrıştırıyordu. Ancak bir
insan iskeletinin karşısındakinde yaratamayacağı güzelduyuya sahip bir
iskeletti bu. Büyük olasılıkla da, daktilonun soylu atalarındandı.
Rahlenin önüne konmuş, sanki saatlerdir
oturan birisi üzerinden şimdi kalkmış gibi ortası çukurlaşmış mindere basmaktan
kendini son anda aldı; adımını hızla geri çekti. Bakışları masadaki daktilo
iskeletinden, yerdeki kenarları püsküllü mindere, oradan rahlenin inanılmaz
incelikteki oymalarına, sedef kakmalarına, rahlenin üzerinde (içlerinde mutlaka
yarım kalmış bir hat çalışması da olan) hat yazılı kâğıtlara gidip geliyordu
sürekli. Birinde besmeleyle Hazreti Ali'nin yüzü çizilmişti; kavisli kaşları,
iri gözleri, kalın kıvrık bıyıkları ayrı ayrı harflerle simgelenmişti... Bir
başka kâğıt üzerinde 'Bismillah'la tabanca motifi, onun altına suluca
mürekkeple rahatça yazılıvermiş hissini uyandıran, celi sülüsle, "insan
kıyafetiyle değil diliyle insandır" yazılı bir levha, ‘Bu da geçer yahu’
yazılı sülüs-nesih kıt'a ve üzerinde Hattat Şeyh Hamdullah Efendi'nin imzası
olan bir portfolyo...
Rahlenin yanı başındaki sehpada ise,
lacivert kadife püsküllü bir pirinç çan... Çifte Ali saplı, çiçek motifleriyle
işlemeli demir hat makası... Gümüş saplı bir büyüteç... Bir makta... Yüzlerce
aharlı kâğıdı kayganlaştırarak, kalemin kâğıt üzerinde uçarcasına yol almasını
sağlamış menevişli bir mühre (başarmışlığın olgun mutluluğu olsa gerekti billûr
camdan çok elması çağrıştıran duruşunun nedeni)... Yanında kalemtıraş...
Fildişi saplı gümüş kakmalı kalem bıçağı... Tam sap ile namlu arasındaki
bileziğinde yer yer silinmiş bir imza... Kan kırmızı kadifeden, üzeri simle
işlenmiş bir kese ve çanın, hat makasının, mührenin, maktanın, kalem bıçağının,
kalemtıraşın önünde gümüşten yapılma ince uzun bir divit...
Sanki bir elin kendisine dokunmasını
bekliyordu divit. Bu bekleyiş, ilk dokunanın parmak uçlarında bir metalin
mesafeli serinliğinden çok farklı, ıpılık bir dokunma duygusunu ayrımsatacaktı
değdiği an. Sanki belinden henüz çıkarıp, kürsüye bırakmış Hattat Şeyh
Hamdullah Efendi... Öyle sıcak... Divit, hattatın bir elinin belki hâlâ ince el
işleri, karanfil desenleriyle kaplanmış yüzeyini okşadığını düşlüyor olmalıydı
şu an... Sekiz yıllık inzivaya ek kırk gün… Ve bu süre boyunca kimseyle tek bir
sözcük konuşmayan, yaratmayı istediği yeni yazı tarzını başaramadığı sürece
-daha aylarca hatta yıllarca sürecek bile olsa- kimseyle konuşmamaya ant içmiş
olarak oturduğu rahlenin başındaki haliyle Şeyh Hamdullah Efendi... Duvardaki
abanoz zemin üzerine sülüs hattı ile yazılmış sedef kakmalı levhayı da daha
önceki günlerde öteki levhalara yaptığı gibi yüzü duvara gelecek şekilde ters
çevirmiş...
Zeynep, parmakları titreyerek açtı
portfolyoyu. Kâğıt üzerinde üst üste binmiş, kolu- boynu-omzu karışmış,
aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı, sağdan sola, soldan sağa çizilmiş bir dolu
harf vardı ve bu harfler Arap alfabesinden Yunan alfabesine, Fenike alfabesine
birbirinden çok farklı alfabelere aittiler... Ama harflerdeki altüst olmuşluğu,
kendini yok ederek var olmaya çalışan coşkuyu daha ilk bakışta yakaladı Zeynep.
Bunu, konuyla hiç ilgisi olmayan birinin bile kolayca çözebileceğini düşündü.
Bir hattatın karalama çalışmasından çok,
bir arayışın panoramasına benziyordu karmakarışık görünen bu şekiller. Tüm
kuralları aşmaya çalışan, belki kendi kurallarını, daha doğrusu kendi
kişiliğini harflerle ortaya koymaya çalışan bir hattatın karalamalarıydı. Belki
kimseye bir şey kanıtlamak ne de öğretmek amacı taşımayan, bütün savaşımı
kendisiyle olan bir sanatçının eskiz çalışmaları da değil, yalnızca
arayışlarının çığlığı... Ne yazacağının değil, nasıl yazacağının peşindeki,
harfler aracılığıyla kendi dünyasını kurmaya çalışan bir hattatın, içindeki
cevheri durmadan yontuşu gibi. Herhangi bir kompozisyon kaygısı gütmeden,
çılgınca başkaldırmış harflerin akıntısına bırakmış kendini hattat. Orada
yalnızca yüreğinin sesi var; evrenin nabız atışları var. Yeteneğiyle yetinmek
bilmeyen, yaşamı boyu neye ulaşmak istediğini de tam olarak çözememiş, aklın,
bilginin denetimine başkaldırmış bir hattatın, kimi deformasyona uğramış,
altüst olmuş, iç içe geçmiş, okunamayan karalamaları.
‘Ahhh!’
Zeynep, hemen arkasından gelen inlemeyle
yerinden sıçradı. Cumbalı pencerenin hemen berisinde, arkası kendisine dönük
oturan hafif kamburu çıkmış erkeği de o zaman gördü: Evet, oydu, oradaydı
Hattat Şeyh Hamdullah Efendi. Yaşlı çınarın her bir yaprağının düşüşünü
gözlemek için orayı seçmişti sanki.
Başında tören sarığı, üstünde kendi
elleriyle diktiği, tıpkı II. Bayezid’e şehzadeliği sırasında hediye ettiği
kaftan gibi dikiş yerleri gizlenmiş bir kaftan. Sol dizi minderde, öteki
dizinin üzerinde, yazacağı aharlı kâğıt ve altlık.
Tam sekiz yıl artı kırk gündür bu odada,
bir başına... İçeri kimseyi almıyor. Sekiz yıl kırk gündür bu odadan çıkmıyor,
ince uzun pencerelerde asılı sarı ipek perdelerin tek plisi bile oynamadı bütün
bu sürede... Sedirdeki kırlentlerden ya da minderlerden hiçbirinin yeri
değişmedi... Boğazından kuru ekmek ve su dışında bir şey geçmedi. Ve son kırk
gündür, tek bir kez bile bir kaleme elini sürmedi. Tek bir kâğıda, tek bir
çizgi çekmedi tam kırk gündür. Odanın dört bir yanındaki yumak olmuş,
buruşturulup bırakılmış, çizgi çekilip atılmış, mürekkep lekeli, anlamsız
işaretlerle doldurulmuş, yazılı ya da bomboş kâğıtlar, hep Şeyh Hamdullah
Efendi’nin kırk gün öncesinin yaşamına ait...
Hamdullah Efendi huş içinde beklemede. Vakt erişti. Hocası,
şeyhi Sufi Yahya Çelebi-zade Ali Çelebi’yi gönendirecek, ama asla onunki gibi olmayan, yalnızca
kendine ait yazısını sonsuzluk nehrine salmasına az kaldı, hissediyor bunu. En
başından beri tek istediği buydu zaten. Kendi yaratacağı stile, harf karakterlerine
kavuşma özlemi, heyecanı, korkusu ve umudu içerisinde kimselere bir şey
söylemeden bekledi yıllardan beri... Sekiz yıllık inziva artı kırk gün;
özellikle de son kırk gün. Korkuyor ama cesaretsizliğe teslim olmayacak.
Tedirgin ama umutsuzluğa ödün vermeyecek... Tek bildiği, Sümerlerden beri yeni
yeni akarsularla güçlenerek gelen nehre kendi yazısını salacak olduğu.
.Evet, evet, onun adıyla anılacak bu
yazı. Mısır Tanrısı Toth'un, Tanrıça Isis'in, Babil'in Yazı Tanrısı Marduk'un
oğlu Nebo'nun, Çin İmparatoru Fu Hsi’nin, Iskandinavların tanrısı Odin'in
yazısının kopyalarını değil; ne de, tanrıların Enoch'a, Musa'ya, Muhammed'e
gönderdiği yazılardan birini... Şeyh Hamdullah Efendi tanrılardan beklemiyor...
Haşa bir tanrı değil ama bir Tanrı gibi yaratacak... Divit de biliyor bunu,
makta, da, kalemtıraş da, mühre de, mürekkep de, icat olunacak yazının kendisi
de. Bu yüzden direnmenin çaresiz olduğunun ayırdında hepsi... Bu isteğin, bu
gücün karşısında kim durabilir ki? Gözlüğünün kalın camları arkasındaki çakır
gözlerinde çocuksu bir sevinç ışığı çakıp sönüyor durmaksızın; pembeleşiyor
solgun yanakları, apak sakalı kabarıp ışıldıyor... Büyüteci uzanıp alıyor, yay
gerip, ok atarak güçlendirirken aynı zamanda hassaslaştırdığı ince, uzun
parmaklarıyla; kadife kaplı duvarlara, duvardaki apliklere, halının üzerindeki
yaprak, çiçek desenlerine, sonra kendi el çizgilerine yakınlaştırıp
uzaklaştırarak tutuyor büyüteci... İşte asıl arayışının avuç içindeki yuvarlak,
kırık ya da düz çizgilerde; çarpılı, yıldızlı, kesikli işaretlerde olması
gerektiğini düşünüyor birden. Bu hayat çizgisi, bu sevda çizgisi, bu... Tam
işaret parmağının dibindeki çarpı işareti ve onun yanındaki yıldız, geleceğinin
ne kadar parlak olduğunu müjdelemiyor mu açıkça...
Kaftanının yenlerini iki yana devirerek
iyice serbestleştiriyor kollarını.
Divitin baş tarafına doğrultuyor büyüteci bu kez; celi sülüs yazı ile
atılmış imzanın altında "Yazıcıların kıblesi" yazıyor. Sözcükler
kafasında bir dolu çağrışım yaratıyorlar ama içerdikleri gerçek anlamın bu
çağrışımların çok ötesinde olduğunun ayırdında o... Dudaklarından birden, en
sevdiği şairin, ‘Şu kamışın hali ne garip, bir misk denizine dalıyor, Bu misk
ile Kâfur üzerine delinmemiş, ipliksiz bir inci diziyor’ dizeleri dökülüyor.
Tane tane yineliyor son sözcükleri...’
delinmemiş, ipliksiz bir inci diziyor...’ Kendisi de biliyor incilerin ipliksiz
dizilebileceğini ve bunun, dizen için ne doyumsuz bir mutluluk olacağını. Gerçi
güzel yazı yazmak kadar güzel yazılmış bir yazıyı okumak da büyük zevktir...
Örneğin bugün ters çevirdiği, Yahya Efendi’nin talebesi Hasan Çelebi’nin, şu
duvarda asılı celi sülüs levhaları. Ya da armut biçiminde işlenmiş ‘Aman
Mürüvvet’i çözmek, okumak, seyretmek güzel yazıdan anlayan herkes için apayrı
bir mutluluk değil mi! Üstelik bünyesinde ve yazılışında hamlık, dengesizlik,
iğretilik, acayiplik olan, neredeyse aşureye benzemiş bir dolu yazı örneğinden
sonra böyleleriyle karşılaşınca, hem hoşlanıyor Şeyh Hamdullah Efendi, hem de
niye yalan söylemeli, kıskanıyor. Ama hayır; o en büyük hazzı, adını kendi
vereceği yazıyı bulduğunda tadacak... Başka hiçbir mutlulukla kıyaslanamayacak
ve yaşatacağı zevkten dolayı asla günah olarak görülemeyecek bir doyuma
ulaşacak o zaman...
Divitin kapağını açıyor: ince yazılar
için kullandığı kamış kalemler; kiminin ucu çatlak, kimi delikli. Bu, celi
yazıların yazıldığı, çapı geniş harfler için kargı kalem... Şu arkadaki,
ıhlamur ağacından yapılma, iki kenarına birer kurşun kalem bağlanarak
hazırlanmış tahta kalem; bununla yazdığı yazının içini daha sonra fırça veya
tarama kalemi ile dolduruyor Şeyh Hamdullah Efendi... Tarama kalemini, celi
yazıların kenarını düzeltmekte de kullanıyor gerçi... Şu demir kalem, şu da
müsvedde yapmakta, kopya etmekte, satır çizmekte kullandığı kurşun kalem... Ama
bütün bu kalemler içinde, onun gönlünün sultanı, onun ilk göz ağrısı olan bir
kamış kalem...
‘Kırk yıl
oldu...’ Kaleme sevgiyle bakıyor, gözleri dolu dolu... İşlek olsun diye, hocası
Sufi Yahya Çelebizade Ali
Çelebi’nin mezar toprağında
gömülü bırakmıştı tam bir hafta boyu. Henüz altı yaşındaydı Hamdullah Efendi.
Ama bu bitmek tükenmek bilmez bir hafta sona erip de kalemi eline aldığı an,
.yaşamı boyu büyük bir aşkla yazacağını ve yalnızca yazı için yaşayacağını
anlamıştı...
Yassı kalemliğin ucuna sabitlenmiş kapaklı
hokkadaki lal mürekkep hâlâ kurumamış. Gerçi iyi mürekkep kurusa da yitirmez
rengini. Eğilip kokladı; gözlerini yumup içine çektı kokuyu. Gül dese değil,
karanfil dese değil, is dese hiç değil; mest eden, ruhuna hoş duygular salan bu
koku olmadan yaşayabilir mi? İliklerine işlemiş afyonu onun bu koku... Aşkı...
Cennet bahçesindeki türlü çeşit çiçeğin kokusu ne ki bu kokunun yanında? İrem
bahçelerindeki karanfiller, güller renklerini bundan almamışsalar başka nereden
alabilirler ki?
Divitin hemen yanında sedef kaplama
fildişinden oyularak yapılmış kubura uzandı bu kez. Açtı kapağını; tedirgin,
heyecanlı. Hâlâ bir büyünün kapısından ilk girildiği anki heyecan esintisi
dolaşıyor ortalıkta... Rulo biçiminde iç içe sarılmış, aharlı iki kâğıt, hafif
sararmış, boş uçsuz bucaksız parşömen biri, öteki kûfi yazı ile yer yer altın
mürekkebi yer yer de lâl mürekkebiyle yazılmış:
‘Mürekkebin
temizini kullan. Onu teşkil eden is gayet ince, iyi karışmış, iyi ezilmiş
olsun, kaleme isyan etmesin, ona itaat etsin ve akıntılı olsun...’
Çünkü kutsallığın somutlanması bu...
Çünkü mürekkep yüreğindeki bütün gizleri dökecek ortaya... Çünkü amacın,
harflerin soylu güzelliğini ortaya çıkarmaktan daha ötede olduğunu biliyor.
Harflerin belleği var ve o bellekle değişecek dünya. Yazı değiştirecek
dünyayı... Çünkü yalnızca yazılan kalır... Duvarlara, madene, çiniye, seramiğe,
kapılara, pencere pervazlarına, divit üzerine yazılırken hem tarihe ışık
tutacağını, hem insanı insanlaştıracağını biliyor yazının kendisi. Kalem, onu
tutan elle, o eli yönlendiren beyinle birlikte değiştirecek dünyayı. Yapan ve
yıkan, olduran ve öldüren el ve beyinle birlikte. Bir giz kuyusunda birlikte
boğuşacak, bütünleşecek ve sonuçta birlikte çıkacaklar o kuyudan, hep birlikte
var olmak için... Okumayı sürdürüyor:
‘Mürekkebini hazırla önce... Bir hattat
kendi mürekkebini kendi hazırlamalı. Sonra kamışı kararında yontmak gerek. Ama
yontarken sertliği göz önüne alınmalı ki, ucun tam ortasından iki parçaya
ayrılacak şekilde yarılması sağlanabilsin... Ne bir derece daha sert ne bir
derece daha yumuşak olsun... Kâğıt dinlendirilmiş, mürekkebe tam ölçüsünde su
katılmış olsun. Bir hattat, kalemin, tüyün, fırçanın hafifini, papirüsün,
kâğıdın, bezin mürekkebi kararında içenini, sağlam, kalıcı dokusu olanını
seçmek gerektiğini bilir...’
Şu an ne yapması gerektiğini tam olarak
bilmiyor. Günlerdir, günlerdir beyninin içine onlarca, yüzlerce, binlerce;
yanlamasına, diklemesine, çaprazlamasına çizdiği hayali çizgilerden,
harflerden, şekillerden sonra şu an vardığı noktanın varmak istediği nokta
olduğunu söyleyemez... Hayır, umutsuz değil... Bugün değilse bile bir gün
mutlaka kendi salını yüzdürecek o n nehirde, vallahi hem billâhi. El falında
bile görünüyor işte; çarpının yanındaki görkemli bir ışıltıyla parlayan yıldız,
tarihe kalacağının göstergesi değil mi?
Hazdan titriyor kaleme uzanırken... Çile
bitti bitecek... Yepyeni bir vadi açılmakta Şeyh Hamdullah Efendi'nin önünde...
Üstelik üstatlığı kabul edildikten sonra... Her biri hat mucizesi sayılan
En'am-ı Şerifleri, levhaları, dua mecmualarını, kıt'a ve murakka'ları yazdıktan
sonra kendine has yazı vadisini değil, kendine ait yazıyı bulacak...
Kamışın iki başını kesiyor, ‘delinmemiş,
ipliksiz inci’ dizecek… Bu kamış, yaşamındaki en önemli varlık. Her şey terk
edebilir, unutabilir; bir tek o unutmaz, üstelik yazdıkça, biçime girer,
olgunlaşır, değer kazanır. Mağara resimlerinden düğüm yazısına, hiyerogliflere,
çivi yazısına güzelleşerek, güçlenerek gelmedi mi? Geldi, çünkü belleği var...
Kamışın içindeki lifleri temizliyor
şimdi. İnce kısmı sol elin başparmağıyla işaret parmağı arasına gelecek şekilde
tutuyor. Sağ elindeki iyi su verilmiş sert çelik ağızlı kalemtıraş ile açılan
kısım uzunca bir badem olacak şekilde aşağı doğru yontuyor. En çok dikkat
edilmesi gereken, kamışın sertliğine göre yontma işini dengelemek ve ucun tam
ortasından iki parçaya ayrılacak şekilde bıçakla yarılmasını sağlamaktır. Sonra
yontulup inceltilen kamış, makta üzerindeki kalem yuvasına yerleştirilerek
kalemtıraş ile yazılacak yazının gerektirdiği açıda bir basışta kesilecek.
Kalemtıraşa bakışı sevgi ve muhabbet doluydu artık. ‘Her hastaya bir firaş
lazım, hattata kalemtıraş lazımdır’ çünkü. Divitin yanında biriken talaşları
çekmecesinden çıkardığı lal kadife keseye, keseyi rahleye bitişik tutarak, bir
damlası bile yere düşmeyecek şekilde doldurdu. Bir gün cenazesini yıkamak için
ısıtılacak suyun ateşinde yakılacak zira o talaşlar...
Olağanüstü bir heyecan; kaşıyor,
kamaştırıyor, kanatıyor içini... Parmaklarının ucundan inip gelecek ve yazıya
ulaşacak olana karşı müthiş saygılı bir heyecan, yanı sıra korku... Yumuşacık
kile üçgen uçlu kamış kalemle bastırıp çektikçe kilde beliren çivi işaretleri
kilden defterlerde koyun başına ya da eşekbaşına dönüştükçe, Sümerli çocuğun
duyduğu heyecana benzer bir hissedişe giriyor. O, Sümerli çocuğun bildiğinden
çok daha fazlasını biliyor gerçi. Asıl heyecanının nedeni de bu: Gizi çözmek
üzere... Kamışın ucundan ak kâğıt üzerine düşer gibi düşüyor şekiller beyninin
sonsuz açıklığına: Sağdan sola, yukarıdan aşağıya, soldan sağa... İşaretlerden
işaretlere geçildikçe, simgelerden simgeler yaratıldıkça açılıyor beyninin
içindeki perdeler, kapılar...
Kalemi hokkaya batırdı usulca. Mürekkep
ve kalemin buluşması bütün gizi açığa çıkabilir. Mürekkebin içinde bekleyen
güç, kalemle birleşip var olacak. Bir kadınla bir erkeğin birlikte insanı var
edebilmesi gibi, mürekkeple kalem, ‘Yazı'yı var edecekler.
Birbirine benzeyen, benzemeyen, her biri
ayrı bir gizi simgeleyen şekiller birbirine koşuyor, kaçıyor birbirinden,
yaklaşıyor birbirine... Heceler sözcükleri, sözcükler
cümleleri-paragrafları-metinleri oluşturacak birazdan; dünyayı var ederek
değiştirecek yazı.
Kremle nohut rengi arası bir renkle
boyandıktan sonra şapla kestirilmiş yumurta akıyla terbiye edilerek mührelenmiş
kâğıdın üstüne, sivri tarafını ve ağırlığını sol alt köşeye doğru vermiş yamuk
bir çember çizdi; ortasına rahat bir nokta; çemberin üstüne de bir an değip
geçen bir yay yerleştirdi... ‘Mısır hiyeroglifiyle mağara resimleri arasında ne
fark var?’ Yanıtını bildiği ama dile getirmekten çekindiği bir soruyu
yanıtlamak ister gibi. Yamuk çemberin hemen yanına, ineğe benzeyen bir başka
şekil çizdi sonra: Bu da eski Sami yazısında öküz... İşaret yan yatırılıp
’aleph' yani 'öküz' anlamında kullanılmış... Hatta eski Sina yazısında da öküz
aynı değil mi! Bulmacadaki son iki kareyi doldurmak zorunda. Ardından işareti
ayakları üzerinde durdurdu. Tepesindeki yayı işarete kuşak yapınca A çıktı
ortaya. ‘Fenike alfabesinde de bu işaret Aleph’in A'sı olarak kullanılmadı mı?’
Zincirin yeni bir halkasını daha ortaya çıkarmanın tedirgin sevincini duydu.
Burası artık geri dönülemez nokta. Mantık zinciri onun isteği dışında da olsa
yürüyor: ‘Aynı işaret Yunan yazısında Alpha olarak kullanılmadı mı? Hem Arap
yazısı, Islâmdan bin yıl önce İbrani yazısıyla birlikte Arap yazısından
türemedi mi? Yani hem Latin hem Arap harflerine Fenike yazısı analık etmedi mi?
Fenike yazısı Nabat kavmince kullanılırken Araplara geçmedi mi? Orada nokta ve
hareke işaretleriyle bezenmedi mi?’ Ve Şeyh Hamdullah Efendinin çizgilendirdiği
işaretler, mağara resimlerinden Latin harflerine uzanan süreçteki yazılardan
hiçbiri sayılamayacak ama hepsini içeren bir yazı olacak...
Evet, yazıda insanüstü bir güç var...
Yeni harfler çiziyor durmaksızın... İste kendisinin harflerle çizdiği
Hz.Ali'nin yüzünü, kılıcını kim baksa hem okur, hem anlar. Bu, Arafat...
Cennet... Bu, İrem bahçeleri... Bunlar da Nesimi'nin derisinin yüzülmesine
neden olan harfler... Bu bütün dünya dilinde ‘Barış’... Bu, aşk: Seni
seviyorum... Bu... Gökteki yıldızlar düştükçe her sayıyla birlikte kâğıt
üzerine.
Bir anlık tedirginlik; odada sanki
birileri daha var, birileri onu gözlüyor… Başını kaldırıp önce kapalı kapıya,
sonra cumbadan tarafa bakıyor... Düşündüklerinin, söylediklerinin pek çoğunun içinden
geçenleri tam yansıtamadığını, temsil edemediğini bir tek kendi biliyor. Ağır
bir yük. Yüreğinin bir odasında gizli duran, kimseciklere açamadığı ve artık
filizlenmeye durmuş kuşku fidanı yine dikenlerini çıkartıp, tırmalayarak
çalmaya başlıyor kapılarını. Üstelik bu kez dışarı çıkmakta kararlı: ‘Hayır,
yazı da kendisini yaratan kadar kutsal... Kutsal; cezalandırır, çarpar, kötürüm
eder... Hiç giydirip kuşatmadan, öyle cascavlak ortaya konulur mu; ister Mısır
Tanrısı Toth'un, Tanrıça İsis'in ister Babil'in Yazı Tanrısı Marduk'un oğlu
Nebo'nun yazısı olsun! Üstelik o Nebo ki, insanın alnına görünmez yazıyı
yazmış... Ve insanın bütün yaşamı, kimse tarafından değiştirilemeyecek bu
yazıda gizli... Söylenebilecek tek şey: Tanrı yazdıysa bozsun!’
Ama bir yandan da, tanrıların yazıyla
birlikte değiştiklerini düşünmeden edemiyor Şeyh Hamdullah Efendi... İçin için
bir umut: Ona göre, mağara duvarlarındaki resim yazıdan çivi yazısını yaratan
Sümerlere kadar büyük değişiklik geçirmiş tanrılar ya da tanrıçalar... Sümerlere
yazıyı; şiir yazmak, destanlar ve hayvan masalları yazmak, bilgece sözleri
tarihin yüksek duvarlarına kazıyabilmek için gönderen tanrı, Fenikelilere
gelince ticarete bulaşmadı mı? Akdeniz'in en işlek kafalı, işlek tekneli tüccar
denizcilerine yazıyı günlük işlerinde, yani ticarette kullanmaları için
gönderen tanrıyla, Musa'ya emanet ettiği yazıyı İbranilere gönderen tanrı
Yehovah'ın birbirlerinden çok farklı oldukları kesin. Çünkü biri insanları
özgür bırakmış, Yehovah’sa yazıyı, Ibranilere yasaklarını uygulamaları için
kullanmış. Bütün bunları çözmek kolay olmadı Şeyh Hamdullah Efendi için. Hâlâ
da anlayamadıkları var. Ama Hiyerogliflerle, yeni bileşimler yaratmaya çalışan
Mısırlı rahiplerin de tıpkı kendisi gibi kuşkuya düştüklerini ve bu yüzden de
tanrının yazdığı yazgıyı değiştirmeye kalktıklarını, bu umuda kapıldıklarını
ancak sonuçta yazıya dokunmaya cesaret edemediklerini, bütün tarih gibi kendi
de biliyor...
Sonra nehir aktı; uzundu, hırslıydı,
köpük köpüktü. Ve bir an geldi, Muhammed'e ‘Oku (İkra)’ dedi Cebrail. O,
şaşırdığında buyruğu yineledi: ‘Oku’. Ve bu kez tanrının bir başka dildeki
sözlerini onun verdiği esinle okumaya başladı okuryazar bile olmayan Muhammed.
Başlamadı mı? Kafasını karıştıran, Tanrının, şiiri-şairi pek de makbul görmeyen
yazılı emirleriydi yalnızca; anlamakta hâlâ güçlük çeker Şeyh Hamdullah Efendi.
Evet, evet: Tanrılar değişiyor, hem
durmaksızın. Yazının ayrı bir gücü var çünkü. Yazı tanrıyı, tanrı yazıyı
değiştiriyor... Ve bu mücadele sonunda, tanrıların, insanların istediği gibi
olmayı kabul etmek zorunda kalacaklarını umuyor Şeyh Hamdullah Efendi...
Çin İmparatoru Fu Hsi'yle bir hattata
ilişkin anekdotu anımsadı yine; Yengeç
yazmasını istediğinde beş yıl süre istemedi mi hattat? Beş yıl dolunca bir beş
yıl daha ekletmedi mi süreye? Onuncu yılın nihayetinde, fırçasını mürekkebe
batırıp nerdeyse tek bir hareketle resmetmedi mi kâğıda, 'Yengeç' sözcüğünü. Ve
birden içinde o müthiş ışımayı fark etti; tam zamanı; o yaratı ânının içinde şu
an. Kendisinin yalnızca yazı yazmak için halk olduğunu kanıtlayan andı, bu...
Zincire yeni bir halka eklenmek üzere.
İnsanların, sözle anlatamadıklarını, işaretlerle, şuraya buraya taşlar,
kazıklar dikerek; ağaçlara taşlara kertikler açarak; iplik ve sicimlere
düğümler yaparak; çetele tutarak, mendil kenarı düğümleyerek, parmaklarına
iplik bağlayarak anlattıkları birlerce yıldan sonra,
Kâğıdı zangır zangır titreyen sağ dizi
üzerine oturttu Şeyh Hamdullah Efendi... Gururu, bencilliği gönlünden
çıkarmalı, korkaklığı, şüpheyi ve ümitsizliği de... İşte nehir gürül gürül
akıyor ve kendi salını onun çılgın sularına bırakması bekleniyor. Ağzı ham
keskinliği giderilip, nefes gibi akıp gidiverecek hale getirilmiş kalemini
tutan parmakları titriyor. Soluğu içinde bir yere kapadı; nerede olduğunu da
bilmiyor. Elindeki kalemden başka bir şey değil artık o.
Baş ve işaret parmakları arasındaki
kalemi önce hokka içindeki likaya sokup; ne pürüzlü ne keskin olan ağzı her
tarafıyla eşit olarak dokunabilecek kadar dokundurup usulca çekti geriye; sonra
da bekleyen kâğıdın üzerine, işe yetecek kadar salıverdi ucu: ne sıkı, ne de
serbest... Kalem, yazının hakkını yemez. Kendi hakkı yendiği zaman da bir şey
söylemez ama söylememekle de yazandan intikamını almış olur...
İşte önünde sonsuzluğa akıyormuşçasına, bir
deniz misali uzanıyor nehir... Bırak kalemi kendi akışına... Kayıyordu şimdi
aharlı kâğıt üzerinde, tek bir hareketi sürdürür gibi: Şeyh Hamdullah Efendi
tarihin yeni dönemeci önünde: ‘Ah Aşk’... Ne tarafından bakılırsa bakılsın aynı
okunacak... Sağdan sola, ortadan başa, soldan sağa... Hep ve yalnızca ‘Ah
Aşk’... Sözcükler titreyip ağlamaya başlıyor... Şıpır şıpır yaşlar dökülüyor
her yanlarından... Dudakları çatlıyor özlemden... Ayrılık ateşiyle
yanıyorlar... Aşk bu...
Biliyor Hattat Şeyh Hamdullah Efendi:
Göreni kendisine âşık edecek bir yazı bu... En katı yürekli insan bile 'aşk'a
tutulacak bu sözcükleri okuduğunda... Kamış kalemi bırakıyor ötekilerin yanına,
ketebesini basmak için yeniden eğilirken kâğıdın üzerine: ‘Aşk yazısı olsun bu
yazının adı.’
Küçük çanı püskülünden tutup salladı.
Çınlamaları dolaştı odanın köşe bucağında. Rahleden duvardaki apliklere, sedir
üzerindeki yastıkların püsküllerine, levhalara çarpa çarpa...
‘Alın götürün bu yazıyı, bana bir kâğıt
daha verin!’ Duraksadı bir an, bir yol ayrımındaymış gibi, odanın köşe
bucağında; yüzleri duvara çevrilmiş onlarca levha, onlarca kâğıt yumağı,
sehpanın üzerindeki yarım kalmış hat çalışmalarında gezdirdi bakışlarını... Sol
eliyle sakalını sıvazlarken genizden gelen buyurgan bir vurgulamayla ekledi:
‘Bir kadeh de şarap...’
Silkinip çıktı Zeynep. Nerede olduğunu
ilk anda çıkaramamış olmalı ki, şaşkın, yabancı bir ifadeyle bakındı
çevresindekilere. Çok uzaklara gidip gelmişçesine, çağrışımlarla yüklenmiş
karmakarışık düşüncelerle dopdolu... Gücü damarlarından çekiliyormuş gibi
hissediyordu. Rahlenin üzerindeki kâğıda
yazıyla çizilmiş Hz. Ali'nin yüzüyle kılıcı arasından bir yol bulup çıkmaya
çalışırken elindeki çanı ayrımsadı. Çanın titreşimleri parmaklarında okşayışa
benzer incecik duyarlıklar yaratıyordu.
Sonra öteki masada duran çanta
bilgisayarı, bir başkasındaki masa bilgisayarını, ötedeki mekanik daktiloyu,
bir başkasındaki elektronik daktiloyu, görüyor; yazıyı resme, resmi yazıya
çevirirken aslında Görünmez’i görünür yapanın, steno dahil, insanlığa bir tanrı
tarafından gönderildiğini anlıyor birden. Bu tanrının adı bilim... Bilgisayar
şifrelerinin tanrısı olan bilim tanrısı, bütün öncekilere ekleniyor.
Giz, çözülmüş durumda: ‘Yazıcıların
Kıblesi'nin anlamı kendisi için bilmece değil... Yazıcıların yönü, yazı; yani
Güneş; yani aydınlık, öteki yüzü özgürlük... Yazı insanlığa inen ışık değil mi
zaten? Tanrıların diretmekten vazgeçip değiştiklerini, insanların istediği gibi
olmaya yanaştıklarını bağıra bağıra haykırabilir çünkü insanlarla gizli bir
anlaşmaya neredeyse imza atmak üzere olduklarını gördü. Bütün tanrıların
birbirlerine eninde sonunda yaklaşmak el ele vermek zorunda kalacaklarını,
vereceklerini ve önlerinde secde edenlerin gitgide azaldığını görmenin
paniğiyle onları daha çok anlamaya çalışacaklarını anladı...
Bakışları yeniden, cumbaya doğru
neredeyse içeri girecekmiş gibi hamle yapmış çınar dallarının gölgesinden
daktiloya yöneldi; büyük olasılıkla antika. Mağrur, kendinden emin bir duruş...
Yorgun mu? Belki yüz yıllık bir yorgunluğu, elektronik daktiloların, en yeni
programlı bilgisayarların arasında atmaya çalışıyordur. Onların başarısını
görmek bile yorgunluğunu geçirmeye yetiyor belki de... Kim bilir? Tanrılar
değişiyor!
Sehpadaki kırmızı kadife kesenin ağzını
bağlayan ipi gevşetti Zeynep... Bir-iki talaş parçacığı düşüverdi o sırada.
Aceleyle bakındı çevresine... Kimse yok. Neden yaptığını tam olarak bilemeden
talaş parçacıklarını cebine atıverdi...
Ana kapıya yürürken bilimin, duvar
resimlerinden yazı gizemciliğine, bilgisayar dizgelerine dek olan inanılmaz
hamlelerinin arasından süzülerek geçmenin sonsuz heyecanını duyuyor; yanı sıra
sevinç, gurur, umut ve elbette endişe. Hatta öteki duyguları bastıracak denli
güçlü, endişenin de ötesinde, korku bu. Gelecekten, onun gebe olduğu ve
muhtemelen engel olunamaz gelişmelerden korkuyor. (RAYLARDAKİ MERDİVENLER, BİLGİ YAYINEVİ)
AYNADA DÜELLO
o yaralı bir adam, bir hain
mağaranın kapısındaki mühür
ve mührü kirlenmemiş sevgiler açar ancak
sev onu onu çok sev
ruhunu paylaştın bir parça-sı senin
o suçlu bir adam acılı ve günahkar
ilk gün doğumunda kurşuna dizilecek
açmamış tomurcukları düşün
sev onu
deşilsin içindeki hüzün
o korkak bir adam kibirli
yırtıcı kuşlar kralı
yarasa kanatlarında uçuşan balonları düşün
onu sev pembe mavi
ve denizi yeni görmüş bir çocuk gibi gül
sev onu çok
o bir zalim bir melankolik şelale
hayata kurban seçmiş kendini
belki hep ve yalnız akabilirdiniz
içinde haç çıkarmış bir öfke
o bir yersiz yurtsuz tanrı bir şair
mızıkayla kutsuyor suların bastığı kentini
sarıl ona
birisine ilk kez sarılır gibi
sev onu
bildiğin bütün şifrelerde
şimdi artık dönüşme zamanı yapraklarını topla
ucu kırılmış yanıtların dönüşme zamanı
kozanın dişleri kamaşıyor
kamaşıyor parlak kancaları
ağlar toplanıyor düşlerden
birazdan bütün yarınlar dün
şimdi dönüşme zamanı
ucu kırılmış yanıtların
kozanın
kamaşıyor
sevgisiz e(v)(l)lerde açmıyor gardenyalar
zeynep aliye
***
İLK SUÇLU KİM
yüzümdeki çizgilere bak ve tanı bütün
sevilmemiş kadınlara özgü olan bir
nehrin deltasını bekleyen hayat gibi bekleyen sevgiliyi-
bütün sevilmemiş kadınlar gibi
ışıksız mekanlara uyanıyorum hep aynı gün aynı saat
dilsiz sağır bir taş parçası bedenim
ama suskunun yasaları işlemiyor içimdeki nehre
büyük ve binlercesi tek bir kırgınlık
bir tutku odağındaki asi için hayat
içime sarkık gözlerimde karanlığa gömülü bir tetikçi
cellat
ölü neon kırpıntılarını kayıp yıldızlar sanan
bütün sevilmemiş kadınlar gibi kırıcı ve muhteris
narin ve kırılgan
çalsam kapısını kapısını çalsam çalsam
intihar kronik bir cinnet hali değil kısa bir mola bir an
kapısını çalsam tırmalasam tırmıklasam kanırtsam
yalnızca öte yakaya geçmek istediğim sınırdır hayat
tuşlar konup havalanıyor dinmeyen bir yağmur tıpırtısı
düşlerine mil çekili güneşim her yanı deniz çürümekte
gebe bir kadın ne kadarı kendi ne kadarı bebeğidir-tuzağım tıpkı bir serap
o tıkalı dönemeçte gece
bitmiyor gün inmiyor gece bitmiyor
zeynep aliye
***
BİR ÇOCUK KADIN
dört fırtına kavşağı çocuk bedeni ay kadar sessiz
örümcek ağında kanatçıklar Işkenceciyi bekliyor
anadan
doğma bir titreyiş
soyunup dilbalığı
gibi duvağından
ipek giysilerinden
kara büyü bir gecenin koynuna apak
fareler
karakediler dolunay
işkencenin yardakçısı
davul zurna klarnet
av boruları
kışkırtıcı cüretkar zalim
çehiz sandığına kilitlenmiş rüya
gökyüzüne bakarak uyumak
uyanınca yıldızları yerde bulmak
şimdi yosun tutmuş
çok uzak
kanayan bir ok düğüm tam kalbi
gelecekten çekip alıyor kendini
ekşimsi bir
günbatımı
yanık kokusuna büründüğü an
tebeşir dairesini yarıyorken
cehennemin
cüce kralı
kırmızı başlıklı bebeği kayıyor ellerinden
ateşin inkârcı belleğine
merdiven
merdiven
masumiyet artık çapraz bilmece karesi
bir âmâ dalgakıranda çözülüşü bedeninin
tek bir
hamle
çözülüş oluk oluk kan gibi keder
oluk oluk keder gibi kan
hâlâ yanıyor ampul cızırdıyor plak
sonuna dayanmış gramofon kolu
tek hamle
canhıraş
gıcırdıyor karyola
çelik kafes
kollarını açmış
ölüm ve yaşama eşit mesafede
çekiyor acıyı acıyı çekiyor sünger gibi
kendinin sürgünü yüreği
o ekşimsi günbatımı
o yanık
kokusu
o cehennem
kuyruğu yanardöner süslü kral
cüce
tıpkı bir nakış makinesi
çıplak çocuk bedeninde
iyi yağlanmış eski bir motor
ileri-geri ileri-geri
kenetlenirken
boşalıyor pimi zembereğin
yüzgeci kesilmiş
kırmızı balık
ya da gözleri
bir iğne ucuyla oyulan
çıplak
çocuk bedeni
kirlenmiş
buruşuk bir
kâğıt mendil
aralıyor kapıyı suçlu bir çürük kokusuna
dağların
arkasında deniz
burada
arınmak yok
burada
hayaletler
ve hiç sevilmemiş çocuk bedeni
çıplak
kadın
bereli
kuyruğu yanar döner kral
kamçılarken içindeki tomurcuğu
utancını örtemiyor karanlık
ZEYNEP ALİYE İLE ÖYKÜ DÜNYASINDA BİR
GEZİNTİ
Mustafa Emre
"Yaşamak
Masal Değil", "Aliye'nin Öyküleri", "Dolunay Vardı",
"Diş İzleri" ve "Raylardaki Merdivenler" adlı kitapları ile
öykü dünyamızda yerini alan Zeynep Aliye, öykü sanatımızın kilometre taşları
olan üç yazarımız (Sabahattin ali, Haldun Taner, Orhan Kemal) adına konulan
ödülleri de kazanarak bu başarısını taçlandırdı.
İmgesel gerçekçi diyebileceğimiz bir
doğrultuda öykü çizgisini geliştiren yazar son yıllarda yazdığı bazıları da
şiir dergilerinde yayımlanmış şiirlerinden bir seçmeyi de kitap haline
getirecek.
TYS (Türkiye Yazarlar Sendikası) Genel
yazmanlığı'nı da sürdüren Zeynep Aliye ile öykü ve öyküyü kuşatan konular,
sorunlar üstüne söyleştik.
**Öyküyle nasıl tanıştınız?
Bunu kim bilebilir ki? Bizi yaşamımızda dönüm
noktasına yol açacak ölçüde etkileyen yaşantımızı dönüştürme gücüne sahip
olayları, an'ın içindeyken çoğu zaman ayrımsayamamışızdır. Özellikle de
çocukluğumuz, net olarak
anımsayamadığımız ama olağanüstü diye kabullendiğimiz şaşırtıcılıklarla
doludur. Edebiyata yeteneğim vardı mutlaka... Koşullarım da buna elverişliydi
diyeyim. Öykü, çocukluğumda, ilk gençliğimde ve sonrasında kendimi var olarak
görebilmemin, koruyabilmemin, düşlerime ulaşabilmemin, tepkilerimi koyabilmemin
aracı oldu. Gerçi benzer koşullarda yaşayan
pek çok insan hep vardır. Yani tek başına hiçbir şey belirleyici
değil. Ayrıca Türkiye gibi ülkelerde özverili bir kişilik gereksiniyor sanatın tüm
dalları. Şiirimin başlangıç noktasını oluşturan nedenler de aynı diyebilirim. O
dönemlerde gizlenebilmemde de inanılmaz ölçüde yardımcı oluyorlardı.
Şiirden söz açılmışken;
öykülerinizde şiir var. Ayrıca 'Diş İzleri' kitabınızdaki Altıncı Parmak Çivi
adlı öykünün bitişi yine bir uzun şiir. Sizce öyküyle şiir nerede buluşuyor
nerede ayrılıyor? Gelecekte bir şiir kitabından söz edebilir miyiz?
*Ben imgelerden, simgelerden, anlardan yola çıkarak
yazıyorum şiirlerimi ve öykülerimi. Gördüğüm, duyduğum, düşlediğim anları
yansıtıyorum. Kafama takılan, beni yaz, diye eteğimi, kolumu, saçımı,
çekiştirip duran bir imgeyi, işareti....Nasıl, hangi yolla olacağına gelince bu
bazen öykü oluyor, bazen şiir. İki eroin bağımlısı genci anlatan Altıncı Parmak
Çivi'de de öyle oldu. Kötürüm Düşler Çıkmazı adlı şiirim içimdeki sancıyı sona
erdiremediği için bu kez Altıncı Parmak Çivi adlı yine eroin bağımlılığını
işleyen öykümü yazdım. Belki de madde bağımlılığı, ne kadar işlersem işleyeyim
bendeki kanaması dinmeyecek bir konu. Bir zamanlar psikiyatri tedavisi
görmüştüm ve uyuşturulmuşluğun ne olduğunu çok iyi biliyorum...Şiir, yaşamı
inanılmaz ölçüde mekanikleştirdiğimiz bu dünyada duyarlığa çağrı çıkartarak
dayanmayı kolaylaştırıyor, daha da öte gidip onu güzelleştiriyor. Şiirlerimi
kitaplaştırmayı elbette istiyorum ama korkuyorum. Artık onlar asla bana ait
olmayacaklar çünkü. Hiçbir değişiklik yapamayacağım üzerlerinde... Ama bu
kaçınılmaz bir süreç kuşkusuz.
Şiirle öykü arasındaki farka gelince, böyle bir
soruyu yanıtlayabilecek durumda değilim. Yazın türlerinin belli tanımlara
sığabileceğini sanmıyorum. Ayrıca yazmak özgürlüktür. Yazı özgürlüğü hedefler.
Böyleyken birtakım kurallar getirilmesi bana göre doğru değil. Bizler
aramalıyız, düşünmeliyiz daha başka nasıl yazılabilir, nasıl ifade edilebilir
diye. Güzelliğe giden yoldan ayrılmamak ancak böyle mümkün olabilir. Yoksa salt
güzellik zaten yok.Türk şiiri Orta Asya'dan bugünlere gelene dek pek çok
aşamadan geçti. Bugün bana göre oldukça güçlü bir şiir. Ama devraldığı Halk
edebiyatı ve Divan edebiyatı gibi iki büyük mirasın da bunda payı büyük.
Kadınların
şiirden çok öyküye yakın olması bir raslantı mı?
Kadınların şiire yetenekli olmadıkları görüşünü
çağrıştıran bir soru gibi geliyor ilk anda..Gerçi öykü dünyamızda gösterdikleri
varlığı, yarattıkları rüzgarı şiir dünyamızda da gerçekleştiriyorlar, desem
doğruyu söylemiş olmam. Ama bu onların
şiire uzak olduklarını da
göstermez. Şiir, bir yazın türüdür. Bütün türlerin anasıdır. Öykü de
ondan kopup süreç içinde kendine özgü olmayı başarmış bir başka yazın türüdür.Ama
sonuçta yaratıcılıktır ikisini de ortaya çıkartan güç. Öykü şiire göre farklı
çalışma koşulları isteyen bir disiplin. Çoğunlukla düzenli bir masa başı
çalışmasını ve yalnızlığı gereksinir.Yazma sürecinin öncesinde ve yazma
sürecindeki konsantrasyon için bu zorunludur çünkü. Bir ikinci kişi ancak
engelleyici olabilir bu çalışmada.Öykücü gözlem yapar sürekli olarak.Bu süreci
parçalayacak kimseye tahammül edemez.Bir kadının yaşam koşullarını çok da
zorlamadan, kimseye aykırı düşmeden, kimse tarafından dışlanmadan yapabileceği
bir şeydir öykü yazmak. Ayrıca kadınlar açısından, tanrı tarafından bile
dışlanan şairliğe ve şiire bulaşmak
nüfusunun büyük çoğunluğu müslüman olan ve erkek erkek egemen
ideolojilerin kabul gördüğü, hala feodal aile yapısının sürdüğü Türkiye'de ve
islam ülkelerinde büyük cesaret gerektiriyor, işin doğrusu.
Beş öykü
kitabınız oldu. Bu yapıtların birleşme ve çatışma noktaları nelerdir?
Bir öykücünün kendi gelişim sürecini izleyebilmesi
çok zor. O da eleştirmenlerden bekliyor
kurmakta olduğu dünyanın tanımlanması işini. Ama ben insanın nesnelerle,
doğayla ve insanın öteki'yle ilişkisini yazıyorum. Çağının çatışma girdabındaki
insan elbette asıl malzemem. Güçlü
olduğu kadar da zavallı, acımasız olduğu kadar da şefkatli, kinci olduğu ölçüde
de bağışlayıcı insanı yazıyorum. Birey olmaya çabalayan insanı yazıyorum. Yer
yer alegorik bir anlatıma başvurmam, diyaloglara yer vermeyişim, kahramanlar
yaratmayışım, insanları fiziksel özellikleriyle değil psişik durumlarıyla ve
ilişkide olduğu nesneler dünyasıyla kurduğu bağlantı içinde değerlendirişim...
şiirsel bir dil kullanışım. Yaşamak Masal Değil'den Aliye'nin Öyküleri'ne,
Dolunay Vardı'dan Diş İzleri'ne Raylardaki Merdivenler'e uzanan çizgide gizli,
inceden inceye işleyen sado-mazoşit bir
bakış açısı. Çünkü bana göre
sado-mazoşist bir toplumun üyeleriyiz.Dünyanın öteki ülkelerindeki durum da çok
farklı değil. Herkes ötekine acı çektiriyor, dolayısıyla asıl acıyı kendisi
çekiyor. İçimizde zaaf olarak görüp kovaladığımız düşlerden, özveri
duygusundan, aşktan, sevgiden, iyiniyetten boşalan yerleri öfke ve şiddet
duygusu ele geçiriyor. Böylece nefretini bileyen insanlardan oluşma bir şiddet
toplumuna dönüyoruz. Bunları yazıyorum ben de. Geleceğin tüm insanlar için çok
zor olacağını görüyorum. Dil ve anlatımın bir yazar için en önemli öğe olduğuna
inanıyorum. Yoğunlaştırılmış, şiirsel bir öykü dilini, arka planları olan
öyküleri yeğliyorum.
*Ödül kurumları
için neler düşünüyorsunuz?
**Şimdiye dek söylenmiş olanlara fazla ekleyecek
bir şeyim yok. Ödüllerin, ödül kurumlarının yaratıcı sanatçı ve okur açısından
olumlu yanları olduğuna inanıyorum. Okuma düzeyinin çok geri olduğu, insanların
medya tarafından yönlendirildiği Türkiye gibi ülkelerde ödül kurumlarının doğru
işledikleri, gerçek sanat yapıtlarının peşine düştükleri koşullarda ödüllerin
önemli bir işlevinin hatta misyonunun olduğunu düşünüyorum. Ama ödüllerin ödülü
alan kişiye olduğu kadar verilen ödüle de anlam ve değer kazandırması gerek.
Yoksa kemirile kemirile sonunda ödülün verebileceği hiçbir şey kalmayabilir.
Bir de öykü ödül törenleri öykünün tartışıldığı panellerle, dinletilerle
desteklenebilir, diye düşünüyorum..Tüm öykücülerin davetli olduğu ve öykü
üzerine bildirilerin sunulduğu, ustalarımıza şükran plaketlerinin verildiği bir
etkinlikle ödül töreninden bir şölen yaratılabilir. Şayet ödül amacına ulaşsın
isteniyorsa elbette...Tabii bu da öyle çok büyük değil ama ciddi
organizasyonları gerektirir. Çaba harcamayı gerektirir.Ancak ben böylesi
girişimlerde omuz vermeye hazır pek çok öykücü-öyküsever-edebiyatsever
bulunduğuna da inanıyorum. Sanırım bunun bütün yükünü seçici kurul üyeleri
çekiyor. Hiçbir şey beklemeksizin, salt edebiyatımıza katkıda bulunmak adına
yapıyorlar. Bana kalırsa önce ödüllendirilmesi gerekenler seçici kurul üyeleridir.
**Öykücülüğümüzda
renkli bir gelişme var.Öldü denilen öykü yedi canlı çıktı.Bu durumu nasıl
değerlendiriyorsunuz? Yeni öykücülüğümüzü nasıl görüyorsunuz? Öykünün geleceği üstüne neler
düşünüyorsunuz?Gelecekte öykü sanatının durumu, işlevi ne olabilir?
**İnsan var oldukça öykü de var olacaktır, diye
düşünüyorum ben.Çünkü başka dünyaların kapısını açarak yaşamımızı daha anlamlı,
daha dayanılır hale getiriyor öykü. Çünkü zaten çağımıza ve gelecek zamanlara
seslenmektedir gerek kısalığıyla, gerek yoğunluğuyla, insanın içine ışık
tutmasıyla. Şiire yakındır öykü. Aynı zamanda birbirini tamamlayan resimlerden
oluşan bir sergi yeridir. İnsanların gitgide güçsüz düşen, kötürümleşen
duyarlıklarını korumalarının, yarattığı dünyalarla da yaşamını ben odaklı yapan
ve kapılarını kendi dışındakilere kapayan insanlara konuk olabilecekleri
dünyalar sunmaktadır.Bu yanıyla tehlikeli olarak görenler de çıkabilir; insanın
insandan kopma sürecini daha acısız hale getiriyor diye düşünülebilir hakkında.
Katılmıyorum.
**Dünya
öykücülüğüyle ilgili neler düşünüyorsunuz? Sevdiğiniz öykücüler var mı?
**Her okurun yazarları vardır. Bunlardan büyük bir
kısmı süreç içinde değişir ama birileri sonuna dek önümüzde ya da yanımız sıra
yürür..Değişmeyen isimlere yıllar geçtikçe seyrek de olsa yenileri eklenir.
Benim de geride bıraktığım yazarlar olduğu gibi başlangıçtan beri yanıbaşımdan
ayırmadıklarım var..Tutucu değilim.Yani bir Virginia Woolf'ün, Cortazar'ın,
Çehov'un, Thomas Mann'ın, Kafka'nın üzerine öykücü tanımam, diyecek biri değilim.
Ama Dünyamızda öyküye yönelim gitgide azalıyor. Dilimize çevrilenlerin de iyi
yazarlardan çok, iyi satış yapacak yazarlar olduğunu görüyorum. Bir de
çevirilerin yetersizliği, baştan savmalığı eklenince bir felaket çıkıyor
ortaya. Dili, anlatımı, tekniği her şeyden çok önemseyen benim gibiler için
sonuç üzücü oluyor. Ancak övüneceğimiz
bir durum, öykünün Türkiye'de, Avrupa'da olduğundan fazla ilgi görüyor olması.
*Bir
savdır:Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal aşılmadı.Siz ne dersiniz?
*Aşılmak kavram olarak burada nesnellikten uzak
biçimde kullanılmış. Diyalektiğe aykırı. Öyle ya, neye göre, kime göre, hangi
zamana göre aşılmadı diye sormak gerek. Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal
Türk edebiyatında elbette dönemeç oluşturmuş çok önemli isimler; ancak
onlardan sonra kendini kabul ettirmiş
isimler çıkmadı mı? Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Leyla Erbil, Erhan Bener,
Vüs'at O.Bener...Hatta Oğuz Atay, Tarık Dursun K. Halikarnas Balıkçısı, Zeyyat
Selimoğlu, Muzaffer Buyrukçu... Çok gündeme gelmemiş ama farklı rüzgarlar
yaratmış birkaç isim daha sayabilirim Bu savın içinde ezberci bir anlayış da
yatıyor sanki.İnsanlar okumuyor ya da tashih yapar gibi okuyorlar. Belki de
alıştıkları, bildikleri bir öyküyü okuyorlar, o an hangi öyküyü okuyor olursa
olsunlar.
Bir de,
öykücüler fazla tartışma ortamı, zemini yaratmamışlar bugüne dek ; gündemi
belirlememişler.Herkes kendi öyküsünü kurma çabasına girmiş.Konuşmak yerine iş
yapmayı seçme de denilebilir. Üstelik Türk edebiyatında ayrı bir yazın türü
olarak öykünün geçmişten gelen çok sağlam bir mirası da yok. Her ne kadar Halk
Hikayelerini, kahramanlık hikayelerini, meddah' hikayelerini, Nasrettin Hoca
hikayelerini, orta oyununu hatta manzum öykü olarak değerlendirilen destanı
Türk edebiyatında öykünün ataları görmek mümkünse de.. Güçlü bir mirası
devralmamasına karşın bugün Türk öykücülüğü hiç de azımsanmayacak bir
noktadadır.Bu da öykücülerimizin olağanüstü çabaları sayesinde olmuştur.
Kısacası, Türkiye'de öykü var.....Ancak öte yandan başarılı olmamalarına karşın
yüceltilen, yapay olarak gündeme oturtulan öykü yazarları da var. Bunun için
üzülüyorum. Çünkü öyküyü gerçekten seven, hırslı ve yetenekli genç arkadaşların
önü kesilmiş oluyor, yapabileceklerinin önüne geçilmiş oluyor böylece.Sonuçta
Türk öykücülüğü amaçladığı ve hak ettiği noktanın gerisinde kalıyor...Gerçi
süreç içinde her şey yerli yerine oturacak.Bundan hiç kuşkum yok.
**Öykü
dergilerimiz çıkıyor:Adam Öykü, Düşler-Öyküler.Bu iki dergiyle birlikte öteki
dergilerin öyküye yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öyküye kucak açan bu dergilerin çıkmasını
sağlayanları, ön ayak olanları, destekleyenlere bir öykü yazarı olarak teşekkür
ediyorum. Bu dergilerin Türkiye'de okurun dikkatini öykünün üzerine çekmekte
katkısının büyük olduğuna da inanıyorum.Öykücü, öykü eleştirmeni, öykü dergisi
olarak hep birlikte öykü dünyasının çilekeşleriyiz. Bir de öteki bakış açısıyla
irdelemeliyiz olayı.Yanlışlarını, eksikliklerini göstermeliyiz.Türkiye'de öykü
en fazla ilgi gören yazın alanlarından birisi. Öykü dergilerinin genel yayın
yönetmenlerinin, seçtikleri ürünlerin öykünün geleceğini kurmada önem
taşıdığını değil, belirleyici olduğunu bilmeleri gerek.Sayfalarını gerçekten
düzeyli ürünlere, yeni isimlere açmaları gerek.Her derginin kadrosu vardır,
olacaktır. Buna kimsenin itirazı olamaz. Ama kadro dergisiyiz diye ille de
günümüzde öykünün ulaştığı düzeyin gerisinde kalmış ürünleri yayınlamak bir
derginin edebiyatımıza yapacağı olumlu katkıyı tamamen tersine çevirebilir. Bir
silaha dönüştürebilir. Ayrıca bir öykünün hangi akıma yakın olduğu önemli
sayılmamalı. O akımın düzeyli bir ürünü olması ölçü alınmalı. Yazdım,
gönderdim. Onlar da basmışlar diyebilecek bir yazarın öyküsünün basılmasının
yanlışlığını söylüyorum. Yazarın, okurun, yayımcının saygısı öyküyü
güçlendirecek çünkü. Öykünün bizdeki ve batıdaki geçmişini bilmeyen bir insanın
öykünün geleceğiyle ilgili projeler gerçekleştirmesi, mümkün değildir. Bir de
son dönemde çok tehlikeli bir moda başladı Türk edebiyatında. Yabancı
kahramanları, yabancı kültürü, hatta yabancı ülkeleri yazanlar. Şiirde de aynı
şey söz konusu. Sinemada da... Hele dizi filmlerde korkunç boyutlarda bir
topluma yabancılaşma gözleniyor. Kültür emperyalizminin küreselleşme masalını
kullanarak geldiği nokta bu: Şimdi meyveleri toplamaya başladılar. İnsanlar
kendilerini kullandırabilirler ama bir ülkenin edebiyatı o ülkenin, o ülke
insanının kültürel geleceğini belirler. Yani var olmak ya da yok olmak
sorunsalı...İşin doğrusu tedirginim.
**Öyküye yeni
başlayanlara neler salık verirsiniz?
Öyküye yeni başlayan arkadaşlara ikili
görüşmelerimde isterlerse önerilerde bulunuyorum. Onlardan önce başlamış
olmamın avantajı bu, başka bir şey değil. Öykü bir zanaat değil çünkü, onda
ustalık filan olmaz gibime geliyor. İnsan hep yeni başlamış gibi değil midir?
Hep o acemiliği çekmez mi? Ben yaşamı da hala acemice karşılıyorum. Her şey
şaşırtıyor, heyecanlandırıyor, meraklandırıyor, çok şey incitebiliyor beni.
Öykücünün o meraklı, coşkulu çocuk yanının hep 24 saat ve bütün saniyeler boyunca ayakta olması gerek.
Ama bu da önerilerle filan sağlanabilecek bir şey değil. Genel söylemlerin
dışına çıkmak istemiyorum burada. Okusunlar. Kendilerinden önce kimin ne
yazdığını okusunlar. Ve emek versinler yazdıklarına. Yazdıkları gazete haberi
değil çünkü; öykü belki de edebiyatın en asi, en kural tanımaz çocuğu...En
yoğun, en derinlikli yazın türü...Ama öykücü kadar öykü okuruna da sorumluluk
düşüyor bu noktada: Öykü, okurun çabasını gereksinir. Keşfedilmeyi
bekler...Yoksa peçesini indirir yere bir daha da açmaz...
**Öyküden romana geçmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Birinden ötekine geçmek biçiminde bakmıyorum. Bence
birinden ötekine geçilmez zaten.Araç olarak kullandığınız, ama kimi zaman
amaç'la birlikte en tepe noktaya oturmuş olan dil "Ben kısa yollara uygun
üretildim, uzun yolda gidemem!" demez ki.
Yakaladığınız konu, zaman roman için uygun düşer, roman yazarsınız,
şiire uygun düşer şiir yazarsınız... Ya da öykü...Ama yine de bu türlerden
birini tutkuyla sevenler, mutluluğu onda bulanlar vardır. Bu kişiye özel bir
konu. Bir roman yazmayı düşünüyorum elbette. Ancak öykü'deki dil yoğunluğunu,
zenginliğini, gücünü taşıyan, şiirin tadını damaktan eksik etmeyen bir roman
olmalı.Başka türlüsünü yazamam. Çünkü yazdığım her neyse, öncelikle beni mutlu
etmeli. Çünkü her yazar önce kendisi için yazar; yazmalıdır. Bir de bugüne dek
roman yazabilmemi kolaylaştıracak geniş ve sakin zamanı bulamadım. Belki bu
yüzden erteliyorum... Umarım bundan sonra...
***
ZEYNEP ALİYE İLE
CİNNETİN KIYILARINDA...
Ayhan Şahin’den İstanbul Cumba dergisi için sorular:
A.Ş İçhuzur ve içmutluluk, bulanık bir düş kadar uzak şimdi. Güven duygusu,
yerini kuşkulara bıraktı. Mutsuz, huzursuz, doyumsuz insanlarız artık. Korku ve
kaygılarla sürekli tedirgin olan ruhumuz ve paramparça edilen özbenliğimiz,
bizleri sığınaklarımıza çağırıyor; içyalnızlığımıza... Belki buna sebep, Güne
Batanlar’ın Mehmet’i gibi bir içhesaplaşma süreci yaşayabileceğimiz bir
incir ağacının gölgesine sığınmamız; Yükseliyor Gölün Suları’nın Lale’si
gibi puslu bir gölün kıyısına yanaşmamız... ‘Sahte sığınaklara’ neden
gereksinim duyar insan?..
Z. A Psikolojik açıdan güçlü olununca yaşanılan acılı süreçlerin
rasyonalizasyon- yüceltme mekanizmalarıyla çözümlenebilmesi, ya da daha az
acıtıcı olması sağlanabilir. Baş edebilme çıtası, başka deyişle absorbe
edebilme limiti kişilere ve durumlara göre değişse de kuşkusuz bir noktadan
ötesini en sağlıklı insan ruhu da kaldıramaz. Duvarlarının çatırdayıvereceği,
dengelerin bozulabileceği an’dır gelinen nokta. Aynı zamanda “İyi düş görmeler”
basamağıdır bu. Bir ileri paranoya adımının kişiye nelere mal olduğunu hepimiz
biliyoruz.
‘Sığınağa’ ana rahminden koparılıp alındığımız günden beri ihtiyacımız var
elbette. Nitekim o günden sonra bilinçaltımız, bilinçdışımız hep aynı korunaklı
yer’in özlemini çekiyor. Hele de bu giderek yabancılaştırıldığımız dünyada!!!
Kimileri politikaya atılarak, kimi temizlik hastalığına kapılarak, kimi
sanatsal çalışmalarla, kimileri farklı uğraşlar, hobbyler yaratarak sorununu
unutmaya ya da onunla baş etmeye çalışıyor. Serap görme, hayallere
sığınma, biraz da bu konumla ilgili
bir zihinsel süreçtir diye düşünüyorum.
İnsan zihni acıtıcı olana karşı kendini korumak isteğiyle bir liman
ararken içine düştüğü çaresizlikte mum
ışığıyla ısınabileceğini umut edebiliyor. Umutsuzluk bile umudun yavrusudur.
A.Ş -Başkalarının istediği gibi biri olmakla kendimiz olabilmek ve kendi
hayatımızı yaşamak arasında sıkışıp kalacağımız bir tercihe zorlanıyoruz;
toplumun beklentilerine yanıt veremediğimiz oranda da ruh sağlığımız bozuluyor.
Çıplak Güvercinler adlı öykünüzün ‘kız Selim’i’ gibi ‘başarısız’ olma
halimiz, ‘mutsuzluk’ nedenimiz olabilir mi? Margherita’nın Kanatları’nda
Semih’in söylediği şey, ‘gerçek’ olabilir mi: “Disiplin, programlı ve metotlu
çalışma; aslolan budur. Başarının, yani mutluluğun tek anahtarı bu.”
Z .A Kişinin, geleceğiyle ilgili olarak
bilinçli bir tercih yapması, seçenekleri görüp onlar arasında gel gitler
yaşaması önemli bir olgu. Yani, kendi seçimiyle, öteki’lerin empozesi-dayatması
arasında bir tercihte bulunma durumu
bile bilinçli bir çabayı gerektirir ki sonu ne olursa olsun, değerlidir.
Toplum tarafından uygulanacak yaptırımları göze alma riski yabana atılır bir
tehdit değil çünkü. Gerçi sonuçta yenik düşmek, güçlü taraftan yana konum
değiştirmek büyük olasılık. Yenilgiyi kabul etmekse pek kolay değil. Ama bu
bilinçlilik süreci, bir bakıma kişinin
kendi içinde doğabilecek bir çatışmanın zayiatını da azaltan bir etken..
Kimilerinin tercihiyse daha en başında, teslimiyet: yani genel doğrudan yana
olmayı seçiyor. Böyle olunca da mücadeleyi sonuna dek götürene öfke duyması,
kaçınılmaz bir şey..
Çünkü sonuçta görüyor ki, bedelini fazlasıyla ödediği bir çeyrek başarıdır
elinde kalan; doyumsuzdur mutsuzdur; bağnazca davranmayı öğrenmiştir, eksiktir;
ruhsal yönden sakattır. Ödediği ağır bedeldir biraz da suçlu’ya ilk taş’ı
atmaya hazır olmasındaki neden. Hatta, zaman zaman usulca kafasını kaldırıp
kendini hatırlatan özlemlerine, elde ettiği konuma tehdit oluşturabilecek olan
öteki’ne atmaktadır o taşı. Kendi benine
bu kadar acımasız davranan birinin dış dünyaya karşı tolerans
göstermesini beklemek de aynı ölçüde sakat bir mantığın ürünü olabilir zaten;
yanlıştır elbette.
A.Ş-Margherita’nın Kanatları’nda Gülser, erkek arkadaşı Semih’ten,
“Dur, madem istiyorsun, konuşalım... Hatta yalnızca konuşalım,” demesini
bekliyor. Albert Camus, “İnsanlararası o uzun diyalog dönemi kapandı.” derken,
bizlerin ve Gülser’in beklentisi, hangi argümanlarla açıklanabilir?
Z.A Ben bu öykümde kahraman olarak, kendisini pek de önemsemeyen bir erkeğe
tutkuyla bağlı genç bir kadını, Gülser’i, seçtim. Böylesi sevebilmek kimilerine
göre bir yetenek sorunuysa,kimilerine göre kendinden nefretin sonucudur. Aşırı
duyarlı, hep bir sevgi eksikliği duyumsamış, özgüveni zayıf, kendisinden hiç de hoşnut olmayan bir kimlik
Gülser. En büyük arzusu Semih’
tarafından kabul görmek. Nitekim bir gün bu isteği mucize kabilinde
gerçekleşiyor. Ve Semih’le özel bir ilişkiye ilk adımı atıyorlar. Ancak bir
anda işin rengi değişiyor, düşlerinin gerçekleşmesine an’lar kala Gülser büyük
bir açmaza düşüyor. Gülser’in Semih tarafından sevilmekten büyük ölçüde korktuğunu anlıyoruz. Aşk’ı amaç olarak gören bir kişilik çünkü
Gülser. Aşk’ının varlık nedenini ortadan kaldıran böylesi bir gelişme
karşısında yapabileceği şeyse, Semih’e arkasını dönüp yürümek, olabilir.
Ulaşılmaz’ını ulaşılır hale getiren Semih’e, yönelik duyguları aşk’tan sonsuz
bir öfkeye dönüşebilir; Çektiği acıların sona ermesi söz konusudur çünkü.
Araf’ta yaşamaktır Gülser’in seçimi.
Semih’e gelince, o, çağımız yaşam
felsefesine uygun donanımlarla arenaya çıkmış, son derece akılcı, pragmatist,
iyi çizilmiş stratejiden asla sapma göstermeden ilerlemesini sürdürebilecek bir
erkek. Onun kitabında zaaflara,
boşluklara yer yok. Ama ayrıntıları pek de hesaba katmayışı, Gülser’in nasıl
bir kaos içinde olduğunu gözden kaçırmasına yol açıyor. Belki görebilse, oyunu
sürdürecek, amacı da gerçekleşecek. Çünkü ne kadar umursamaz görünse de Gülser
olayı, kişisel tarihinde bir yenilgidir.
Ama tabii son derece yoğun ve bir o kadar da karmaşık duygular içindeki iki
insanın kısa muhaveresinden bir bölüme projektörü doğrulttuk. Oysa ne kadar
yoğun yaşanan bir süreçtir o. Belki de Semih pragmatist, aynı zamanda da
gururlu bir kimlik olduğu için bir oyun oynadığını düşündüğü Gülser’i daha
fazla deşmek, anlamak, ona uygun bir karşı atak geliştirmek yerine kapıları
yüzüne örtüp rest’ çekiyor.
Günümüzün genç insanlarına bakınca narsizme varan bu kibirli duruş, kendini
beğenme, burnundan kıl aldırmama duygusunun
sonucu ortaya çıkan aşırı kendine güvenin, insanlarla diyaloğu nasıl
kopardığını anlıyoruz. Gülser ve Semih
arasında olduğu gibi, konuşarak bir iletişim kuramıyor onlar da.Sözcükler
yakınlaştırmak yerine yabancılaştırıyor insanları. Yazma özürlü bir toplumdan
okuma yazma özürlü topluma oradan da okuma yazma ve konuşma ve düşünme özürlü
bir topluma dönüştük. Şiddetin bunca yükselmesinin, sevgisizliğin bunca
yaygınlaşmasının önemli nedenlerinden biri de budur.
A.Ş -Öykülerinizdeki karakterler, sürekli sorular soran ve her şeyi
sorgulayan bir ruhsal yapıya sahipler; öte yandan, zayıf kişilikli, kırılgan
yapılı, durmaksızın acı çeken bir özellik de taşıyorlar... Soru sorabilme,
empati kurabilme, duygu ve düşünce dünyasını zenginleştirebilme ve
derinleştirebilmenin yolu, 'ince' ve 'kırılgan' olmaktan mı geçiyor?
Z.A Gelişim ve değişim bireysel, toplumsal ve evrensel ölçekte farklılıklar
gösteriyor. Teknolojik değişim hızına toplumsal değişimin yetişmesi mümkün
değil. Kaldı ki toplumdan topluma aynı toplumun farklı bölgelerine ve
bireylerine göre de çok izafi bir durum.
Bu, bireysel ölçekte değişim ve gelişimden herkesin aynı anlamı, sonucu
çıkarması da olanaksız. Bir ay ışığı manzarası karşısında farklı insanların
farklı duyarlılığa kapılması kaçınılmaz.
Doğallığı ruhlarında inci tanesi
gibi korumaya çalışan insanlar çoğunlukla benim baş kahramanlarım. Uyumsuzluk,
tutunamama da zaten bu nedenden kaynaklanıyor; sıkı dokulu duygu dünyaları
mantığın hep ötesinde incelik ve kırılganlığı getiriyor. Yani karşılıklı bir
etki tepki oluşumu bu.
A.Ş-Çıplak Güvercinler öyküsünde, Selim'in babası
mutfakta güvercinlerin kafasını iki parmağıyla art arda koparıp tezgâhın üstüne
atarken, annesi de güvercinlerin tüylerini yoluyor ve bir yandan da şarkı
söylüyor: "Enginde yavaş yavaş / Günün minesi soldu..." Sözcükler ve
kavramların yerli yersiz kullanılması, değerlerimizin alt üst olması mıdır bu öyküde
anlatılan? Saf, duru, kirlenmemiş bir güzellik arayışı içinde olan,
bulundukları ortama sık sık yabancılaşan karakterleriniz var çünkü...
Z.A Hayır, her şeyi yüzeysel yaşayıp içselleştirememek, iç bütünlüğe
sahip olamamak.. Bunların temelinde kendi olamamak yatıyor albette. Aslında
müthiş bir yabancılaşma.. Her şeyi tüketim anlayışına endeksleyen, postmodern
dünyanın belirlediği kimliktir bu. Kendi varoluş nedeni dahil, tüketen,
tüketime bağımlı insanlar. Bu ait olamama, kendi olmama anlayışı, insanları
kemiriyor. Aşk’ı öcü olarak görenler, kendisine aşık olan insandan kaçanlar...
Böyle bir kaçış insanın kendinden kaçmasından başka nedir ki? Şizoid kimlikler
oluştu. Evet, bir bakıma marazi, hastalıklı kimlik bunlar. Giderek genel bir
anlayışa dönüşüyor. Otuz yıl kırk yıl önce böyle bir düşünce çizgisi
şaşkınlıkla karşılanır, hastalık olarak değerlendirilirdi.
Bir de tam anlamıyla karşıt
kimlikler düşünün bu insanların karşısında. Ben, işte bu çeşitliliği, hayatın
ta kendisini yazıyorum.
A.Ş-Bir tek an ya da bir tek olay, birbirini izleyen, iç içe geçmiş 'an'larla
sayısız çağrışımı da beraberinde getiriyor... Ancak, bir tek an var ki, o,
bütün yaşamsal süreçlerimizi belirliyor ve sonsuza değin acı çekmemizin kaynağı
da oluyor; sanki yaşadığımız bütün ruhsal bozuklukların nedeni 'o an'...
Öyküleriniz genelde bu minval üzere kurulmuş... Yanılıyor muyum?..
Z.A Ayrıntılardır hayatımızı belirleyen. Zihnimizin kıvrımlarını kat yerlerini
oluşturur ayrıntılar. Kat yerleri uçurumlarımızdır, kopuş noktalarımızdır. Her
şeye bizatihi damgasını basar. Asla yaşanıp bitmez. Çıkışı yoktur. Bir
karadelik gibi; yaklaştıkça çekim gücünün arttığını fark ederiz. Ondan
uzaklaşmaya çalışırız. Sığınak arayışımız sezgilerle algıladığımız felaket
öngürüsünden kaynaklanır.
A.Ş-Sevgi konusunda, içsel açıdan bir ‘ikiye bölünmüşlük’ mü söz konusu olan? Güne
Batanlar öyküsünde Mehmet’in bir yarısı, annesinden, kendisini günahına
ortak ettiği için nefret ediyor; öteki yarısı ise, ilgi ve şefkat yoksunluğu
yüzünden çok seviyor... Görebildiğim kadarıyla, anlık ruhsal dalgalanmaların,
düşünsel gel gitlerin ve bunun neden olduğu duygusal kaosun temelinde yatan
şey, sevme ve sevilme ihtiyacı...
Z. A Özellikle kız çocuklarının eksikliğini duyduğu bir şeydir özgüven
eksikliği. Ve bence sevgisizlikten, şefkatsizlikten beslenir. Bu
eksikliğin yorup tükettiği insanlardan biri; sevmeyi bilmeyen, sevgi veremeyen
bir kadın Mehmet’in annesi. Büyümemiş, reşit olmamış bir kadın. Çünkü kız
çocukları hiç büyümezler, hiç reşit olmazlar. Kadının sorumluğu sürekli başkalarının
üzerine atma nedeni de bu. Daha üst düzeyde, bir hayata ulaşamayışının suçlusu
olarak görüyor Mehmet’i; artık yetişkin bir kadın olduğunu yüzüne vuran ayna
olarak görüyor Mehmet’i; bu yüzden daha çok nefret ediyor Mehmet’ten. Pek çok
fırsatı kaçırdığını, yetersizliğini sürekli yüzüne çarpan bir kimlik çünkü
Mehmet. Üstelik nefret ettiği bir geçmişin de temsilcisi. Ama öylesi bir
geçmişi, Mehmet var olduğu için yaşanmadı sayma şansına sahip değil..
A.Ş-Öyküleriniz, güçsüz, zayıf, özgüven yoksunu ve hayata tutunamamış
karakterlerin dünyasından anlatılıyor... Anakarakterlerin çevresindeki kişiler,
niye bu denli anlayışsız, duygusuz ve kötü kalpliler?
Z.A İç dünyasında güçlü, kendisiyle barışık o kadar az insan tanıdım ki.
Masklar var yalnızca. Uzakdoğudaki gibi farklı renklerde. Daha zayıf olan
insanlar, daha güçlü gösteren maskı tercih ediyorlar. İnsanın en zayıf anı, en
güçlü göründüğü zamandır diye
düşünüyorum. Tüm savaşlar iktidar için. Onu ele geçiren öteki’ni dize
getirecektir. İlişkiler böyle yürüyor. Mesela şöyle bir tuhaflık var: erkek de
kadın da eşini şımartmamak peşinde. Sırf iktidarı yitirmemek kaygısıyla
sürekli rol yapıyorlar birbirlerine.
Yani kimse kendi olamıyor. Böyle oynayarak nasıl mutlu olabilir ki insan.
Tepenizde bir iktidar odağı olsun istemiyorsanız, tek başınıza yaşamayı göze
almanız gerekiyor. Çünkü çok sade, düz
insanlar sakin hayatlar reddediliyor artık. Sürekli barış hali gibi, bir
noktada sıkıcı bulmaya başlıyor insanlar.. Öylesine renkli, heyecanlı,
değişken, ucu şiddete açık bir dünya ki içinde yaşadığımız, insanları da
kendisine benzetiyor. Teknolojinin terörize ettiği ortamlardayız her şey bir
yana. Kaldı ki, aynada sürekli
kendimizle karşılaşmaya bile dayanamıyoruz. İnsanı, kendine sığınmaya zorlayan
bir sistem. Ama orada, en kuytuda bir yabancıyla karşılaşıyor insan. Asıl
problem de sanırsam o andan itibaren başlıyor. Çünkü aslında iktidarı elinde
tutan da öteki kadar güçsüz.
A.Ş-Margherita'nın Kanatları'nda, Raphael'in tablosu ve yaşamöyküsüyle,
idealize ettiği kendi aşkı arasında özdeşim kuran Gülser, aynı zamanda da
eriyen mumla melek arasında, sonra da mumla kendi yaşamöyküsü arasında bir
özdeşim kuruyor. Her An Tektir öyküsünde de, Hande, 'Fotoğraf makinesini bir
tabanca gibi görüyor ve babasına karşı kullanıyor'... Nesnelerin öykülere,
nesnelerin nesnelere, öykülerin öykülere ve öykülerin nesnelere dönüşüp iç içe
geçerek birbirine karıştığı bir zamanı mı yaşıyoruz?
Z. AGörüyoruz ki, insanlığın ulaştığını varsaydığı
uygarlık, ancak doğanın bir biçimde denetim altına alınması ve ondan
azami ölçüde, onu yok etmek pahasına da olsa yararlanılması anlamına
geliyor. Şey’ler biri birini belirliyor. İnsan nesneler dünyasında
kimliksizleşiyor, değersizleşiyor, plastikleşiyor. Sonuçta nesnelerden biri
haline geliyor. Eşyalarımız hükmediyor bize, evlerimize, hayatlarımıza.
İlk çağda insanlar mağara duvarlarına resimler çizerek yapmaya çalışıyordu
bunu. Doğanın ruhunu ele geçirip otorite tesis etme ayinleri diye görüyorum
mağara resimlerini. Nitekim dinsel idoller de aynı amaçla, Tanrıya ulaşabilmek,
onun gücünden yararlanabilmek amacıyla gerçekleştirilmiştir.. Bu bağlamda
Tanrıya hep çıkarcı, faydacı yaklaşmıştır insan. Tanrının yerini almak
çabalarıdır bu. Sistemler, ygarlığın araçları, bugün aynı şeyi insan üzerinde yapıyor. İnsanları belli kalıplara sokarak,
karikatürize ederek üzerinde otorite kurmaya çalışıyor. Toplumun doğayı giderek
incelik kazanan faydacı işlevlerine nasıl alet ettiğini, dönüştürdüğünü
görüyoruz. Ancak bu yeni çevrede yaşamanın, insan bedeni üzerinde olumsuz
yığınla etkileri olmuştur. Şeylerin birbirini etkilediği ortamı bir büyülü alan
gibi de düşünebiliriz. Büyü odağındaki insan bedeni ve ruhu da bu yeni duruma
uyum sağlayabilmek için kendi boyutları içine sıkıştıkça sıkışır. Yaşadığı bir
tür asimilasyondur.
Çevresinde yer alan her şeyi nasıl görmesi, nasıl okuması gerektiği dikte
edilen insan, sonuçta kendisini,
kuşatması altında olduğu sistemin motiflerinden biri haline yani öteki’nin,
organizasyonun parçasına dönüşmüş buluyor.
A.Ş-İkili ilişkilerde erkekler, kadınlar üzerinde bir erk oluşturma süreci
yaraıtırlarken, neden kadınlar, erkeklerin kendi üzerlerinde oluşturdukları
erki sağlamlaştırmanın ötesine geçemezler? ‘Mücadele’den neden hep erkekler
kazançlı çıkar? Öykülerinizdeki kadınlar, ‘modern’ olsalar bile, erkeklere
tapınan ve ilişkinin ‘nesne’si olmaya yazgılı kadınlar... Bu durum, kadınların
tek taraflı bir içsel gerilim ve içsel gerginlik yaşamalarına da neden olmuyor
mu?
Z.A Aslında dediğim gibi
erkek de kadın da bir büyü odağının ortasında. Ancak erkek açısından ciddi bir
artı problem var. Dış dünyadan evine döndüğünde, orada silah kuşanmış, tam
teçhizatlı kadınla karşılaşabiliyor. Oysa, erkeğin en savunmasız olduğu, silah
bıraktığı dönemdir evde geçen süre. Üstelik zaten silahları da bir ev savaşına
uygun değildir. Bu, biraz da şaşkınlık
yaratıyor, acemileştiriyor erkeği.
Kadınsa, karadul örümcek gibi, alanını, son derece titizlikle
ayrıntılarıyla planlayıp, organize edip
kendi amaçlarına uygun olarak kullanıyor.
Uzaktan bakınca, erkeğin deplasmanda olduğu süreç olarak görüyorum ben bu
evde kalma süresini. Dışarda çok güçlü bir kimlik olarak görünen erkek kendi
oluşturduğu, sığınak gördüğü yerde kapana kısılmış durumdadır çünkü.
Tüm nesneleri programlayan kadın bu yanıyla bir savaşçıdır; siperini evde
kazıyor. Yani kadın evinde gerçekten iktidar odağıdır; tek taraflı silah
bırakması filan söz konusu değil. Evdeki savaşı, kutsal savaş olarak
sürdürüyor. Erkek öyle sanıyor olabilir.
Yani, kadın ancak bu koşullarda dış
dünyada güçlü olmak yerine evde kalmayı kabul ediyor.
Sonuç itibarıyla, bir savaş sürmekte cinsler arasında. Belki bu yüzden
yaygınlaşıyor eşcinsellik böylesine hızlı bir şekilde.
A.Ş-Kimi öykülerinizde, kadın erkek ilişkilerinde, kadınlar, belli bir
duyarlılığa sahip, kırılgan, alıngan ve duygusalken; erkekler, kuşkucu,
çıkarcı, anlayışsız, kabasaba ve bencil olarak veriliyor. Kadınları
'kullanılacak' bir 'eşya', bir 'meta' gibi gören erkekleri 'kurt', kadınları da
'Kırmızı Başlıklı Kız' gibi mi görüyorsunuz ?..
Z.ATam böyle değil. Çok ince denge hesapları söz konusu. Kurtla kuzunun sürekli yer değiştirmesi gibi. Dış dünyada
var olmak kurt olmayı, evde var olmaksa kırmızı başlığı giymeyi gerektirir. Bir
çift de tül kanat takacaksınız, elbette. Ama bu sonuç doğrudan erkeklerin
tercihi elbette. Bir bakıma kadınlar daha gerçekçi. Öyle olmak zorundalar;
zirveleri paylaşabilmek şansını elde edebilmek için nasıl bir yol haritası
izlemek zorunda olduğunu iyi hesaplamalı bir kadın. Doğduğundan beri zirvede
yaşayan kişinin belki de hiç bilemeyeceği çıkış yolunu ancak oraya çıkmayı
planlayan kişi görebilir. Dağın eteğindeki dağcının ne kadar tırmandığını,
gözlerini yıldızlara dikmiş zirvedeki egemen kolay kolay anlayamaz. Ta ki yeni
Fatih, burnunun dibine gelinceye kadar. Kadın da, benzetme yerindeyse,
kuralları görüyor ve ona uygun oynuyor. Uyum sağlamış görünüyor koşullara.
Piyasanın hitap ettiği müşteri kitlesinin büyük ölçüde kadınlar olması boşuna değil. En fazla göğüs karın estetiği
yaptıranların ev kadınları, özellikle de türbanlı kadınlar olmasının da bir
anlamı var elbette. İş kadınlarıysa erkek egemen dünyada başarılı olmanın
formülünü erkeksileşmekte buluyorlar. Ve bu seçim, kabasaba bencil, kuşkucu,
anlayışsız olmaya doğru götürüyor onları. Yavaş yavaş uzuyor kulakları,
burunları, keskinleşiyor gözleri, pençeleri gelişiyor.
A.Ş-Yukarıdaki soru ve sorunlarla zihnimizin bu denli iğdiş edildiği bir
çağdan, şehvet ve erotizmin de payını almaması elbette ki düşünülemez... Bu
yüzden mi, öykülerinizde şehvet ve erotizm, sakat ve hastalıklı bir şeymiş gibi
çıkıyor karşımıza?..
Z .A Erotizmi hastalıklı bir durum olarak göstermek değil amacım. Onu bütün bileşenlerinden ayırıp tek başına
ele alarak çirkinleştiren bir anlayış giderek egemen oluyor ilişkilere. Cinselliği
bir iktidar sorunsalına indirgeyip tüketiyor insanlar böylelikle. Romantizmi
çağdışı bulan, vefa, bağlılık gibi kalıcı duyguları hastalıklı olarak
değerlendiren ve kendini hep merkez görerek, olayı değerlendiren bir anlayışa
karşıyım. Cinselliği iktidarı ele
geçirme aracı olarak değerlendiren tüm yaklaşımları reddediyorum. Bu, insanın
zavallılığından başka bir şey değil. Bir çemberin merkezi olmak fikrine de
karşıyım elbette. Kadın ve erkeğin ayrı merkezler kurması, ama ortak alanlar oluşturabilmesidir aslolan.
Genellemelerden hoşlanmamama karşın, İnsan insanın kurdudur sözünü çok severim.
Düşünebiliyor musunuz aynı merkeze çakılıp kalmış iki insanın trajik
geleceğini? Hem zaten kopuk, bir fanusun
içine hapsedilmiş izole ilişkiler, asla paylaşımdan yana değildir..
“ Bir insanı sevmekle başlar her şey” derken kastedilen, tasavvuftaki gibi,
bir insanda bütün bir insanlığı, hallerini sevebilmek, kabul edebilmektir.
Böyle bakılmayınca da mutsuzluk, doyumsuzluk, durmaksızın yeni partner
arayışlarıyla heder olan duygular, duyarlıklar; yani heder olan bütün bir
insanlık halleri. Aşkı öcü gibi gören
çok kişi tanıyorum. Bunların çoğunun da genç kuşaktan olması mide bulandırıcı
elbette. Sırf bencil çıkar ilişkilerinin hakim olduğu güdüsel birleşmelerin
insani olmadığını söylemek istiyorum ben.
***
ZEYNEP ALİYE HAKKINDAKİ YAZILARIN LİSTESİ
Kimin Yazdığı Yazının Konusu Kaynak / Tarih
Muzaffer
Uyguner Yaşamak Masal
Değil Karşı Ed.Der./ --/1990
------------------ Yaşamak Masal Değil Hürsöz
Gaz./Ağustos/1990
Cumhuriyet
Kitap Yaşamak Masal
Değil Cum. Kitap./Mayıs/1990
Nazım
Kutlu Yaşamak
Masal Değil Türk Dili Der./Tem-Ağus/1990-91
İzzet
Kılıçlı Yaşamak
Masal Değil Aykırı Sanat
Der./--/1990-1991
Hürriyet
Şösteri Der Yaşamak
Masal Değil Hürriyet Gösteri
Der./Ocak/1991
Cumhuriyet
Kitap Yaşamak
Masal Değil Cum.Kitap/Mayıs/1991
Varlık
Kitap Eki Aliye’nin
Öyküleri Varlık
Kitap Eki/Aralık/1992
Cumhuriyet
Kitap Aliye’nin
Öyküleri Cum.
Kitap/Kasım/1992
Aliye’ Nin Öyküleri, Meryem
Gülbudak Edebiyat Nöbeti/ Mayıs 2021
Milliyet
Gazetesi Aliye’nin Öyküleri
Milliyet Gaz./Aralık/1992
Zeynep
Ankara Geçmişe Tutunan Öykü Kahramanları Cum.Kitap./Kasım/1992
Tabir
Özçelik Aliye’nin
Öyküleri Birlik Gaz./25
Eylül /1993
Sunay
Akın Öykülerinde
Gizlenen Şair Milliyet Sanat
Der./--/1993
Necati
Güngör Dolunay
Vardı Milliyet Sanat
Der./Aralık/1995
Erhan
Bener Dolunay
Vardı ---------/--------/1995
Adam
Öykü Dolunay
Vardı Adam Öykü/Ocak-Şubat/1995
Sabah
Gazetesi Dolunay Vardı Sabah
Telerema/Aralık/1995
Zeynep Aliye, Felsefe Ve Yazınındaki
Retorik, Gencer Aytüre/ Edebiyat Nöbeti/
Mayıs 2021
Kitap
Gazetesi Dolunay Vardı Kitap Gaz./Aralık/1995
Yılmaz
Yeşildağ Sahi Dolunay
Var mı? Kitap Gaz./Ocak/1996
Cem
Erciyes Dolunay
Vardı Dünya
Kitap/Ocak /1996
Gürsel
Caniklioğlu Uzak Bir Arkadaşa Kitaplı Mektuplar Kitap Gaz/Eylül-Ekim/1996
Oğuz
Özdem Şair
Gözüyle” Dolunay Vardı” Söz Der./Ocak/1996
Saim
Alkan Dolunay
Vardı Varlık
Der/Ocak/1996
Baran Arslan Ölüm’ün Ölümü: Bir Yaşam
Felsefesi Çağrısı/Edebiyat Nöbeti Mayıs 2021
Ahmet Özer Öykünün
Ve Şiirin Öğretmeni Zeynep Aliye Edebiyat Nöbeti Mayıs 2021
Leyla
Duran Kristal
Aynadan Görüntüler Cum.Kitap/Sayı.305
Milliyet
Şazetesi Haldun Taner
öykü Ödülü Hab. Milliyet Gaz/Haziran/1997
Emin
Karaca Her Öykü
Yeni Bir Yolculuk Radikal
Gaz/Ağustos/1997
Turan Fırat Zeynep Aliye İle Öykü Atölyesi, Edebiyat Nöbeti/ Mayıs 2021
Finansal
Forum Raylardaki
Merdivenler Finansal
Forum/Aralık/1998
Cumhuriyet
Gazetesi 98 Damgasını
Vuranlar Cum Gaz/Aralık/1998
Leyla
Şahin Yaşamak
Masal Değil’den Diş İzlerine Cum
Kitap/Ekim/1998
Ataol
Behramoğlu Z.Aliye’nin Gizemli Dünyasında Bir Yolculuk Cum Kitap/Ekim/1998
Gültekin
Emre Öykücünün
Öyküsü Cum Kitap/Ekim/1998
Yılmaz
Yeşildağ Z.A Öykülerinde Tipler Cum Kitap/Ekim/1998
Radikal
Gazetesi Bir Neon
Kayması Radikal
Gaz/Aralık/1999 Cumhuriyet Kitap Der Bir
Neon Kayması Cum Kitap
Klübü/Aralık/1999
Erendiz
Atasü Z.A Ya da
Öykücüde Gizli şair Papirüs
Der./Mayıs/1999
Kıbrıs
Gazetesi Z.A Bir Neon Kayması Kıbrıs Şaz/Haziran/2000
Muzaffer
Uyguner Bir Neon Kayması Türk Dili Der/Aşustos/2000
Oğuz
Özdem Dans
Eden Sözcükler Cum Kitap/Ağustos/2000
Tülay
Ferah Bir Neon Kayması
üstüne Deneme -------/--------/2000
Ahmet
Günbaş Bir Neon Kayması’nın
şiiri Dünya Kitap/Ocak/2000
Ahsen Erdoğan Besam Genel Kurulu Toplantısı Yeni
Bin Yıl Gaz/Temmuz/2000
Söyleşi: Zeynep Aliye . Emine Gürbüz Düşle Edebiyat Dergisi 5
Ağustos 2011
Tülay
Ferah/Edebiyat Gündemi-Sayı 1/Zeynep Aliye şiiri
Cumhuriyet
kitap 22 Ekim 98 Gültekin Emre, Ataol Behramoğlu, Leyla Şahin, Yılmaz Yeşildağ
Tülay
Ferah Çıplak Güvercinler/ Cumhuriyet Kitap ???? tarih
Gültekin
Emre Bir Neon Kayması Cum.Kitap/Şubat/2000
Zeynep
Kurada Gece Kandili Zeynep Aliye, Edebiyat Nöbeti/ Mayıs 2021
Saba Kırer Zeynep Aliye Eserlerinde Kadının Halleri Edebiyat Nöbeti/
Mayıs 2021
Bahriye
Çeri Z.A Öykülerinde Temel Anlatım Hürriyet Gösteri/Nisan/2000
Dünya
Kitap Yüz Yüze
Edebiyat Dünya
Kitap/Nisan/2001
Radikal
Kitap Yüz Yüze
Edebiyat Radikal
Kitap/Eylül/2001
Ahmet
Günbaş Bir Sanatçı Galerisi”Yüz Yüze Edebiyat”Cum
Kitap/Ağustos/2001
Aslı
Örnek Yazarlardan
A’dan Z’ye Yüz Yüze Edebiyat Radikal
Kitap/Eylül/2001
Celal
Üster Z.Aliye
Hakkında Yazdığı Yazı Radikal
Kitap/Mayıs/2001
E.Dergisi Mavi Adam E Dergisi/Aralık/2001
Muzaffer
Uyguner Yüz Yüze
Edebiyat Türk Dili
Der/Kasım-Aralık/2001
Şebnem
İyinam Mavi Adam Radikal
Gaz./Aralık/2001
İhsan
Yılmaz Mavi
Adam Hürriyet
Gaz./Kasım/2001
Radikal
Kitap Mavi Adam Radikal
Kitap/Aralık/2001
Havva
Setenay İlhan Mavi Adam Yeni Şafak
Şaz./Kasım/2001
Ayşe
Arman Mavi
Adam Hürriyet
Gaz Pazar Eki/Aralık/2001
Oğuz
Özdem Mavi Adam Cum.
Kitap/Nisan/2002
Celal
Karaca Yüz
Yüze Edebiyat ----------/Ocak/2002
Yazarlarla A’dan Z’ye Edebiyat/ Yazan: Aslı Örnek/
Radikal Kitap Dergisi/ 28 Eylül 2001 Cuma, s. 7
Bir Sanatçı Galerisi/ Yazan: Ahmet Günbaş/ Cumhuriyet
Kitap Dergi-2001- Sayı 599, sayfa:6
Zeynep Aliye ‘Yazarlarla Yüz Yüze Söyleşiler’
Söyleşiyi yapan: Doğuş Şimşek/ E Dergisi Sayı 32/ Yıl: 2001, s. 77- 81
Yüz Yüze Edebiyat/ Muzaffer Uyguner/ Türk Dili
Dergisi/ Kasım- Aralık, 2001
Cum.
Kitap Mavi
Adam Cum.
Kitap/Nisan/2002
Osman
Gazi Üniversitesi Gazetesi Vahşi
Kelebek Osman Gazi
Üni.Gaz. /Aralık/2002
Milliyet
Kültür Sanat Eki Vahşi Kelebek Milliyet Kül.
Sanat/Ağustos/2002
Milliyet
Kültür Sanat Eki Vahşi Kelebek Milliyet
Kül.Sanat/Ağustos/2002
Celal Karaca Zeynep Aliye İle “Mavi
Adam Attila İlhan’la Söyleşiler “ Üzerine, röportaj. Agora dergisi,
Mart/Nisan 2022, sayı: 24, sayfa: 22
Celal Karaca/ Zeynep Aliye “Edebiyat
sizden Tüm varlığınızla Ona Ait olmanızı İstiyor”
Tersakan Gazetesi/ Amasya. 27
Nisan 2000 Sayı: 50
Meraklısına Attila İlhanlar/ Yazan: Levent Uluçeri/
Aydınlık/ 4 Ağustos 2002, s. 54
Mavi Adam/ Yazan: Oğuz Özdem /Cumhuriyet Kitap
Dergisi/ Sayı 621, s. 9
Mavi Adam- Sarı Kız/ Yazan: Dursun Özden/ Bizim
Gazete/ 13.6. 2002 tarihli
Okuma Lambası/ Attila İlhan’ın Yanlışları/ Enis Batur/ Cumhuriyet-
25 Kasım 2001
Mavi Adam- Attila İlhan’la Söyleşiler/ Yazan: Ruhi
Efe/ Kitap Rehberi- 39/ Mayıs 2002
Zeynep Aliye ve Mavi Adam Attila İlhan’la
Söyleşiler/ Yazan: Kıyı dergisi/ Mart – 2002, s. 7
Zeynep Aliye ile Mavi Adam’lı Söyleşi/ Söyleşiyi
yapan: Ahmet Günbaş/ Cumhuriyet Kitap 2 Nisan 2002
Cumhuriyet
Gaz. Yunus Nadi Ödülleri “Vahşi Kelebek Cum.Gaz/Haziran /2002
Levent
Uluçer Mavi Adam Aydınlık
Der/Ağustos/2002
Radikal
Kitap 2002
yılının Çok Kazananları Radikal
Kitap/Aralık/2002
Akşam-lık Akşam-lık/Temmuz/2002
Cum.Kitap Vahşi Kelebek Cum.Kitap/Haziran/2002
Bilim
ve Ütopya Der. Vahşi Kelebek Bilim ve Ütopya Der. /Aralık/2002
Dünya
Kitap Der Vahşi
Kelebek Dünya Kitap
Der/Temmuz/2002
Kitap
Rehberi Vahşi
Kelebek Kitap Rehberi /Ocak/2003
Aysu
Erden Vahşi
Kelebek Cum.Kitap/Ocak/2003
Sevil
Tomur Vahşi
Kelebek Akşam-lık/
Ocak/2003
Nedret
Tanyolaç Vahşi Kelebek Varlık
Der/Ocak/2003
Sabri
Kuşkonmaz Vahşi
Kelebek Cum.Kitap/Şubat/2003
Sabri
Kuşkonmaz Vahşi
Kelebek Radikal Kitap/ --/2003
Hale Seval/ Haliç Edebiyat Dergisi, Öykü Labirenti
ve Zeynep Aliye/ 1999 Ocak- Şubat, Sayı: 6, s.22
En Yakınımızdaki Uzak Adanın Hikayesi/ Prinkipo Fırtına Burcunda
/Mehmet Fırat Pürselim/ Kurşun Kalem Edebiyat Dergisi / Kurşun
Kalem Sayı 41 Temmuz-Ağustos-Eylül Sayısı, s.14
Vahşi Kelebek’in
Labirentlerinde Bir Gezinti/ Yazan: Filiz Gülmez/ Kurşun
Kalem Sayı 41 Temmuz-Ağustos-Eylül Sayısı, s.15-16
Yılmaz Yeşildağ, (1998). "Zeynep Aliye
Öykülerinde Tipler". Cumhuriyet Kitap. S. 453. 22 Ekim 1998. s. 7.
Bir Öykü Elçisi: Zeynep Aliye/ Yazan: M. Sadık
Aslankara/ Cumhuriyet Kitap 23 Şubat 2012, Sayı 1149, s. 18
Zeynep Aliye ve Öyküleri/ Yazan: Nedret Tanyolaç/
Düzyazı Defteri Dergisi / 2004 Ocak- Şubat Sayısı Zeynep Aliye’nin öykülerinde
temel anlatım teknikleri/ Yazan: Bahriye Çeri/ Hürriyet Gösteri Dergisi/ Nisan
2000/ S. 218. s. 38-39.
Zeynep Aliye Öykülerinde Tipler/ Yazan: Yılmaz
Yeşildağ/ Cumhuriyet Kitap Dergisi/ Ekim 1998
Azalan Söz- Çoğalan Anlam: İmge/ Yazan: Sevgi Soylu
Koyuncu/ Düzyazı Defteri Dergisi/
Zeynep Aliye’nin öykülerine Psikanalitik Bir Bakış/
Yazan: Tevfika Tunaboylu İkiz/ Düzyazı Defteri Dergisi- 2004 Ocak-Şubat Sayısı,
s.41-43
Zeynep Aliye Öykülerinde Acı/ Yazan: Sabri
Kuşkonmaz/ Düzyazı Defteri Dergisi- 2004 ocak- Şubat Sayısı, s.44-46
Edebiyat insanın El İzidir/ Yazan: Elif Tanrıyar/
Options Dergisi Şubat 1999, s.52-54
Zeynep Aliye: ‘İnin Cinin Top Oynadığı Sonsuz bir
Bozkırla Karşılaşıyorum’ Söyleşiyi yapan: Saba Kırer/ Düzyazı Defteri Dergisi-
2004 Ocak- Şubat sayısı, s.29-32
Zeynep Aliye’yi Daha Yakından Tanımak/ Söyleşiyi yapan: Mine Ömer/
Kurşun Kalem Dergisi Sayı 41 Temmuz-Ağustos-Eylül Sayısı, s.10-13
İhsan Işık / Türkiye Yazarlar
Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli
ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007)
- Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).
GECE KANDİLİ / ZEYNEP ALİYE
Zeynep Kurada
Sevgili Zeynep Aliye için yazmak özel bir
duygu... Onu tanımak da öyle. Size kendinizi önemli hissettiren inceliklere
bezeli kişiliği sakin sulara bırakılan sandallar gibi rahat duyumsatıyor. İzin
verirseniz hırçın mavinin zapt edilemez sularından, Karadeniz'den almak, Çöl Kapıları'nda konuk etmek istiyorum
Zeynep Aliye'yi.
“Bilirim o
rüzgârı uzak çöllerden esen
Mutlak gelir bulur beni
Fark etmez nerede gizlensem”
Mardin'den Mezopotamya'ya beraber
bakmak güzel olur. Sonsuz kumların başlangıcından, binlerce yıla, sayısız
medeniyetlere kucak açacak bir yazar Zeynep Aliye. Onların dilini çözmüş
olduğunu biliyorum çünkü. Sonrasında o coğrafyaya yerleşen feodalite, aşiret
düzeni, bir zaman sevgisini halhal yapıp kadının ayaklarına bırakan erkeğin bu
sistemde nasıl dönüştüğünü, törenin dilini biliyor. Kaderi, kurbanı, kuma
olmanın ince sızısını, berdel gitmeleri. Öznel ve nesnel
doğruları evrensele bırakıyor ve acıyor kalbi. "Bekâret Boncuğu" kırılınca töre kıyamlarının kurban
ettiği, dağılıp un ufak olan bütün camlarını topluyor. İzleri sürerek, ellerini
tek tek bütün çocukların yüreğine uzatarak ve öylesine uzuyor ki elleri,
ilmek gibi işliyor hepsini. O ara aynı denizi paylaştığı şair ve büyük yazar
Dostoyevski eğilip bir dize bırakıyor Zeynep'in gözlerine. "Dünya
hassas kalpler için bir cehennemdir." Bu dizeleri iyi bilen yazar, inatla bütün kuşlarını serbest
bırakıyor. Serçeleriyle bir gökyüzü sunuyor, içindeki maviyi emanet ediyor
ovaya. Çünkü her şeyden önce bir şair
duruyor orada...
“Çalsam kapısını
Kapısını çalsam
Çalsam
İntihar kronik bir cinnet hali değil
Kısa bir mola bir an
Kapısını çalsam
Tırmalasam tırmalasam kanırtsam
Yalnızca öte yakaya geçmek istediğim sınırdır hayat”
Yüreğini alıp ellerim titreyerek geri
veriyorum. Bir denizkızını kıyılarından alıp yeniden sulara bırakmak gerek. “Köpek Dişlerini” üzerinden silkeleyip
iyileşmesi soluk alması gerekiyor. Öyle çok kulaçları var ki önünde...
Evcilleşmeyen beyaz bir tay düşüyor önümüze.
Sek sek oynar gibi dolaşıyoruz haritanın üzerinde. Her şehirde bıraktığı ayak
izlerini tanıyor Zeynep. Acıyı. Sözsüz müziklere ses olmanın onuru
üzerinde geçiyor kentlerden şehirlere. Akdeniz’i kokluyor ve İstanbul'u
buluyoruz. Öylece başka bir tarihe bırakıyor bizi tay. Prinkipo masalı ve
İstanbul…
“Tüm
kanalları caddeleri, bulvarları, çıkmaz sokakları sele gark olmuş bir kent ve çevresinde,
yüzlerce, binlerce karınca ölüsü. Aylar boyu canhıraş bir çabayla toplayıp
depoladıkları çoğu yaşamsal değer taşıyan onca malzeme, yönü belirsiz bu
akıntıda, kim bilir nereye sürükleniyordu. Koyu renk bulutlar Nizam’ın en
şanslı, en namlı, en şiirsel kulesi sayılan kırmızı kulenin tepesine
toplanmaktaydı.”
Şiir bırakmıyor Zeynep’in peşini, öykülerinde de.
Ve şimdi söz ve söyleyişler, Atilla İlhan’da,
Ege’de, Zeynep Aliye’de… Karadeniz'in Ege'ye uzanışı bu... Mavi Adam da olsa adı, iki mavinin birbirine anlattığı düşsel bir
yolcuk buluyor bizi. "Ben sana
mecburum bilemezsin" dizesi gerçekte bu sohbetlerin bizi mecbur
bırakmasıdır onlara. Edebiyatın çıkardığı notalara tek tek en ince tuşlara
basarak yükseliyor sesler. Uzun bir merdiveni çıkıyoruz. Etik ve edebi estetiğe
teslim oluyoruz.
Bu kitabı anlatmak bir buğdayın evcilleşmesi
gibi emek ve sabırla veriyor başaklarını. Beklemeyi, onu değirmenlere
taşımayı, taş değirmenlerde öğütmeyi, sanatın ve insan olmanın, insan
kalabilmenin bütün hallerinden geçmemizi gerektiriyor. Zeynep Aliye yüreğimize
sofralar kuruyor. Zarif ve ince yüreğiyle, hiçbir duyguyu esirgemiyor ve
sonunda bize Ege ve Karadeniz'in bir araya gelip poz verdikleri ilk ve eşsiz
bir fotoğrafa uzun bakmak kalıyor...
“Şimdi dönüşme zamanı
Ucu kırılmış yanıtların
Kozanın
Kamaşıyor
Sevgisiz evlerde açmıyor gardenyalar”
Zeynep Aliye iyi bir yürekçelen. Dinliyorum
öylece. Merkezine insanı koyarak anlatıyor. Neyi mi? Asırlar boyu susan
insanları, susturulan, yalnızlaşan, müziksiz, resimsiz, kendi çerçevelerinde
biriken onca insanı. Ve öyle acıyor ki kelimeleri, edebiyatın sularına
girmenin, orada kendine bir yer edinmenin ve kalıcı olmanın hikâyesini, aklın
bilgiye, kalbin her ikisine de olan ihtiyacını değişmeyen ama sürekli genişleyen
sularında dimdik yürüyerek geçişlerini görüyorum. Evrene gözlerini kapayıp
evrensele koşan kör vicdanların açıklarını da veriyor ipuçlarıyla. Sınavda
kopya çektiğini duyumsayan bir öğrenci gibi kalıyor insan anlattıklarını, yazdıklarını dinlerken...
“Karakter, kendini davranışlar içinde belli
eder.” Aristo'nun bu gerçeği geliyor yüreğime, Zeynep’i okurken. Dünya
edebiyatına ulaşmadan kendi coğrafyasındaki edebiyatı keşfetmiş bir yazarla bu
sözü hatırlamak nasıl denk düşüyor. Bu yüzden bu kadar sahici, inanılır ve
samimi olduğu gerçeğini daha yakından duyumsuyorum.
Kelimenin bütün anlamıyla söylemek istiyorum
ki, çağdaş bir kadın anlatıcı Türk Edebiyatına çok şey bırakır. Günümüz
edebiyatçıları kendini anlatmak, kendinden söz etmek istiyor ve sonunda diğer yazarları ve
özellikle kendi coğrafyasındaki yazarları okumayı reddedebiliyor.
Komplekslerini bir yana koyup onlara bırakılanların üstünü değil,
altlarını iki kez çizerek okumanın bilincine ulaşmak zorunda oysa.
Zeynep Aliye hızlı ve keskin dönemeçleri
dolanıyor çünkü. Duymak istemediğimiz yüzümüzün seslerini yakalıyor. Yüzün sesi
olur mu? Oluyor. Renkler ya da renksizlikler, kapalı gözler, açılmayan ağızlar,
kokular, korkular, utanç ya da utançsızlıklar, hepsini yakalıyor. Toplumsal bir
vicdan gibi bırakıyor yüreğimize. Öyle ince ayak sesleriyle yürüyor ki,
daha yukarı tırmanmak istiyor
insan gerçeğin tepelerine. Çoğunlukla böyle
olsun ister okur. Bir başkası görsün, duysun ve söylesin. Söylenmez olanı ve
yazar tam da bunu yapıyor. Geçtiği yollara fenerleri bırakarak…
“Bir şelale fışkırması bacaklarımdan kollarıma,
beynime. Kepaze bir dünyayı, hak ettiği lağımın içinde bırakarak, kendimi yeni
bir kalıba dökerek çıkabilirim ortaya. Geleceğim burası. Bütün alışkanlıklarım
yeni baştan oluşabilir. Benzin döküp yaksınlar geride kalanlarımı. Acaba?
Kesinlikle kuşkulu bir durum. Böyle bir hafifleme, kırışıksız bir coşku,
katışıksız sevinç nasıl gerçek olabilir ki?”
Zeynep Aliye bu ışığı yakanlardan sadece
biri değil. Konservatuvarda komedi ya da gülmece öğretilerinden biri de, "seyirci sizinle gülmeli size değil"dir.
Benimle okuyun diyor Zeynep. Bazen bir yazarın neyi yazdığından daha çok nasıl
yazdığıdır önemli olan. Zeynep Aliye'nin okuduğum her kitabında bu sözü
anımsarım. Üslup farkıdır bu ve aynı zamanda yazarın edebiyattaki boşluğu
keşfedip oraya talip olmasıdır. Türk ve dünya edebiyatı geleneğini özümsemiş,
kadın sesiyle dünyayı algılayan bir yürek. Cesaret, başkaldırı ve
itiraz hakkını bilinçli kullanan… Ve bu yaptıklarıyla gelecek kuşağa güzel
bir geçmiş hediye ediyor. Ben adına edebiyatımızın inci tanesi diyorum. Daha gerçek, samimi ve inandığım için. Umarım
siz de aynı inci tanesini göreceksiniz, okudukça...
***
SEDA ERAT/ AKATALPA- Temmuz
2020 - Sayı 247 Aylık Şiir ve Eleştiri Derşisi
GÜNAHLARINDAN
BAŞKA HİÇBİR ŞEYİ OLMAYAN KADINLARIN ŞİİRİ
Seda ERAT
Çöl
Kapısı, okurların daha ziyade öykü ve çocuk edebiyatı alanında verdiği
eserlerle tanıdığı Zeynep Aliye‟nin 2008‟de Artshop yayıncılık tarafından
basılan ikinci şiir kitabıdır. Sevilmemiş Kadınlar, Kapılar ve Uçurum olmak
üzere üç bölümden oluşan kitabın ilk şiiri olan İlk Suçlu, kitaptaki diğer
şiirler hakkında ciddi ipuçları içeren bir muhtevaya sahip yapısıyla göze
çarpıyor. Zeynep Aliye bu şiiriyle tarih boyunca ataerkil kültürün ve
cinsiyetçi ahlaksal ideolojinin yarattığı değer yargılarının etkisiyle ikincil
cins olarak algılanan kadının “kırıcı ve muhteris/narin ve kırılgan” duruşunun
fotoğrafını çekiyor. Belki de en derin ezen-ezilen ilişkisinin özel alanda
yaşandığı gerçeğine dikkat çekmek isteyen Aliye, “İlk Suçlu” şiiriyle yayamı
özel alanla sınırlı tutulan kadınların cılız seslerini kocaman bir çığlığa
dönüştürmeyi kendine görev biliyor. “bütün sevilmemiş kadınlar gibi/ ışıksız
mekânlara uyanıyorum/ hep aynı gün/ aynı saat/ dilsiz/ sağır bir taş parçası
bedenim” dizelerinden de anlaşılacağı üzere bedeni üzerindeki hâkimiyetini
kaybeden ve ruhunda oluşan derin yaraları tedavi edecek güçten yoksun olan
kadının dramını şair duyarlığı ile birleştiriyor. Aliye, aynı şiirinde “çalsam
kapısını/kapısını çalsam/ çalsam/ intihar kronik bir cinnet hali değil/ kısa
bir mola bir an/ kapısını çalsam/ tırmalasam tırmıklasam kanırtsam/ yalnızca
öte yakaya geçmek istediğim sınırdır hayat” diyerek son çareyi kendi öz
kıyımında gören kadının acizliğine okurun dikkatini çekmeye çalışıyor.
Mutsuzluğunun bedelini kendi yaşamına son vererek ödemeyi düşünen kadın
kendisine hakikat olarak ileri sürülen her şeyi sorgulamayı reddettiği
müddetçe, bu fasit daireden kurtuluşun mümkün olmayacağının altını çizen şair
söz konusu cendere içinde çırpınan ruhu “kuşlar konup havalanıyor/ dinmeyen bir
yağmur tıpırtısı/ düşlerine mil çekili güneşim her yanı deniz/ çürümekte/ gebe
bir kadın ne kadarı kendi ne kadarı bebeğidir/ tuzağım tıpkı bir serap o tıkalı
dönemeçte/ gece bitmiyor/ gün inmiyor/ gece bitmiyor” mısralarıyla tahlil
ediyor.
Zeynep
Aliye “Çöl Kapısı‟nda öne çıkan kadın sorununu eril toplum yapısının kadınların
yaşamına yansıyan şekliyle ele almış, kadın olma halini korku ve baskının
gölgesi altında uç vermeye çalışan umut ve aşk kavramlarıyla birlikte
çözümlemeyi tercih etmiştir. Eril değerlerin baskın olduğu toplumlarda
kurallar, dini emirler ve teamüllerle kadının kendilik algısının önüne
geçilmiş, kadına biçilen rol ve yüklenen sorumluluklar toplumsal yaşam adı
altında dikte edilmiştir. Bu kıstırılmışlık içinde kendi doğrularını
oluşturamayan kadınların yaşamlarını ve edimlerini toplumsal dayatmaların
yarattığı baskıyla şekillendirdikleri bilinen bir gerçektir. Tarih boyunca pek
çok kadın mücadele etmek yerine olanı olduğu gibi kabul ederek eril düşünüşün
güçlü akışına karşı koyamamış, farkında olmadan akıntıya kapılıp gitmiştir.
Kadının bireysel varoluşunu hiçe sayan bu sistemde erkek tahakkümünün altında
ezilen kadın, his ve düşüncelerinden utanır hale gelmiştir. Zeynep Aliye,
yaşamı özel alanla sınırlı tutulan, itaat ve utanç çıkmazında debelenen kadının
yaşadığı çaresizliği “Sis Kapısı” şiirinde net bir şekilde ortaya koyar: “bütün
yollar kanallar tıkanmış/ hacme sahip ne varsa yüksek surların arkasında/
kalenin taş duvarları,/yok olmanın bin tür hikâyesinin anlatıldığı/ işkence
odaları/ bekliyor/ ortak paydayı yitirmiş bir kesrin/ çaresizliği/
şaşkınlığıyla” Erkeği sınırsız bir özgürlükle ödüllendiren, kadını erkeğin
mülkiyeti içinde bir nesne ya da meta haline getiren ataerkil kültürün
yarattığı feodal zihniyet, kadını tarih-dışı bir varlık olarak kabul etmiş, onu
ev işleri-çocuk ve koca üçgeninde bir alana hapsederek yaşamını sınırlandırmayı
doğal bir hak olarak görmüştür. Cinsiyetçi-ayrımcı oligarşi eril değerlerin
gücüne güç katarken; aşağı cins olarak telakki ettiği kadına yeni baskı ve
dışlanma alanları açmaktan geri durmamıştır. “sızıya benzer yağışın başlangıç
çizgisi burası./ giderek ele geçiriyor gri/ bekleyiş sisin somurmak için
açılmış binbir ağzından birinde/yutulan/ ulu bir hıçkırık/ zırhını delip
geçemeyecek güneş/ yağmur gemiler/sis düdükleri ve hiçbir oligarşi/ ses/ sesim/
bir sarkacın ucundaki susmuş çan/ gidip gidip gelmedeyim. ”Çöl Kapısı‟ndaki
şiirleriyle tarih boyunca erkeğin çıkarından yana olan toplumsal ahlakın
sorgulanabilir ve eleştirilebilir olduğunun altını çizen Zeynep Aliye,
kadınlara egemen olmayı doğal bir hak olarak gören eril bakış açısının
kadınların kendini gerçekleştirme yolunu tıkayan en büyük engellerden birini
teşkil ettiğini ve bu paradigmanın çağlar boyunca mutsuz, tatminsiz ve doyumsuz
nesiller yaratmak dışında hiçbir işlevinin olmadığı düşüncesini de kitaptaki
her bir şiiriyle okuyucuya hissettirmeye çalışıyor. Bunu ustaca kullandığı
söylemi sayesinde başaran şair, bu kitaptaki şiirleriyle kadınlar üzerindeki
eril tekeli kırmaya çalışmış, toplumda meşruiyetini devam ettiren erkek
üstünlüğü düşüncesini mazlum/mağdur/ezilen kadın üzerinden sarsmış, toplumsal
kalıpları mercek altına almıştır. “sahranın fırtınası kum çöllerinin çağıltısı/
vakitlerden saçaklara sığınmış bir yaz sağnağı/ üçüncü sınıf bir sürtük yaşam/
uzatıyorum kırpık saçlarımı/ vesaire vesaire vesaire/ uzatıyorum tüm gölgeli
dokunuşlardan arındırıp/ asi ruhum kaşarlanmış ruhum dahil/firar etmiş bir masa
ayağı dahili bir telefon numarası dahil/ rahibelerin hoyrat nasırlı elleri
günahkar elleri dahil/ saçlarımı/ yalnızlığından kurtarıp ilk kez duvarlarımın
dışına” şair eril döngünün dişleri arasında lime lime olmuş kadın ruhunu ölüm
ve intihar izlekleri çevresinde yeniden tanımlayarak, toplumdaki kadın
ölümlerine dikkat çekmek istemiştir: “ona de ki/ yeni bin bir-şiirin
celladı-son şövalyesi evrenin son nebi/ itaatkâr ve alabildiğine tekil/
biçilmiş kaderi/ şiiri ve aşkı kurtaracak tüm ihanet kodlarından/ boynunda
paraşütün değil/intiharın eğirme ipi.”
Toplumun
kanayan yarası “çocuk gelin” olgusuna kitapta “Bir Kadın Çocuk” şiiriyle yer
veren Zeynep Aliye, ruhları yaşarken diri diri toprağa gömülen, rızasız ve
cebren evlendirilen, gelinliği kefen niyetine giyen, kadın olmanın ağır
sorumluluğunu omuzlarına bir gecede alan, çocuk yaşında çocuk sahibi olan kız
çocuklarının trajedisini, bu insanlık ayıbını kadın şair olmanın verdiği
duyarlılık ve hassasiyetle ortaya koymuştur: “soyunup dilbalığı gibi duvağından/
ipek giysilerinden/ kara büyü bir gecenin koynuna apak/ fareler karakediler
dolunay/gecenin yardakçısı/ davul zurna klarnet/ av boruları kışkırtıcı
cüretkâr zalim/ çeyiz sandığına kilitlenmiş rüya/ gökyüzüne bakarak uyumak/
uyanınca yıldızları yerde bulmak/ şimdi yosun tutmuş çok uzak/ kanayan bir ok
düğüm tam kalbi”
Dünyanın
farklı coğrafyalarında sıkça rastlanan “çocuk gelin” gerçeği çocuklara yönelik
sapkınlığın diğer bir adıdır. Yasal evlilik çağına gelmemiş çocukların
evlendirilmesi olgusu toplumsal cinsiyete bağlı şiddetin en acımasız
türlerinden başlık parası uğruna hayalleri ve geleceği kocaya satılan ve okula
gitmesi engellenen kız çocuklarının zifaf gecesi maruz kaldıkları cinsel şiddet
ve istismarı da dile getirmekten imtina etmemiştir şair: “masumiyet artık
çapraz bilmece karesi/ bir âmâ dalgakıranda çözülüşü bedeninin/ tek bir hamle/
çözülüş oluk oluk kan gibi keder/ oluk oluk keder gibi kan/ hala yanıyor ampul
cızırdıyor plak/ sonuna dayanmış gramofon kolu/ tek hamle/canhıraş/ gıcırdıyor
karyola çelik kafes/…/ tıpkı bir nakış makinesi/ çıplak çocuk bedeninde/ iyi
yağlanmış eski bir motor/ ileri-geri-ileri-geri/ kenetlenirken/ boşalıyor pimi
zembereğin”
Kadınlar
üzerindeki hâkimiyetini korumak için dini hüküm ve iddiaları bir araç olarak
kullanan ataerkil sistem mevcudiyetini bu yolla sağlam bir zemine oturtmaya
çalışmış, bu bağlamda her türlü dinsel ritüel ve imajı kullanmaktan
çekinmemiştir. Din kisvesi altında üretilen her fikir, yapılan her yorum
kadınları erkekler karşısında aciz ve savunmasız bırakmış, toplumsal ve
kültürel alanda onları görünmez kılarak ikincil insan mertebesine
indirgemiştir. Zeynep Aliye, “Kader Kapısı” isimli şiirinde toplumda yaygın
olarak kabul gören kadın üzerindeki erkek tasallutunu eleştirmiş, kadınların
özgürlüklerini gasp eden erkek egemen bakışı ve kadın sömürüsünü incelikle
işlemiştir: “bir peçe dolunaydan bir geçirgensiz peçe/ hiçliği kırpık kırpık
doğrayan/ ah o karadul örümcek/ taklacı güvercin/ kan emici kene/sureti çiçek
bozuğu/ işliyor ruhumun kıblesine/…/açılmış pencereler/kuşlar kadar çiçekler
bulutlar kadar nahif/ açılmış pencereler/ dünya ve ahiret cennet ve cehennem
günah ve sevap/ kendim ve öteki/ bedenim tanrıyla Şeytanın kışkırttığı mağmada
kavruluyor artık/ ben Habil ben Kabil/ çürüyüş/ seferi bütün yollarda/ acı
çekmek dışında yapacak ne kaldı ki”
Bu
kitaptaki şiirleriyle, içinde eksik yaşamaların zehrini barındıran, toplumun
yuva adını verdiği sevgisiz evlerde karın tokluğuna erkeğin konforu için
çalışan, düşleri çalınmış, yarından beklentisi kalmamış ve yaralarından başka
hiçbir şeyi olmayan kadınların sesini duyurmaya çalışan Zeynep Aliye, kırılgan
olmayan söylemiyle, “ölümün ve yaşamın uçurumunda döllenen” kadın gerçeğini tüm
çıplaklığı ile ortaya koyuyor, toplumsal düzlemde kadın olarak kendini var
etmenin zorluğuna dikkat çekerek okuru bütün sevilmemiş kadınların mutsuzluğunu
fark etmeye, kabuk bağlamayan yaralarına merhem olmaya davet ediyor.
Yararlanılan
Kaynaklar: ARAT, N(2010) Feminizmin ABC‟si. BALOĞLU, A.B (2014), “Toplumsal
Cinsiyet Eşitsizliğinin Kaynağı Adem‟in Kaburgası‟mı?”, Muhafazakar Düşünce
Dergisi. ALTUNEL, (2012), Namus, Ankara Barosu Dergisi 10 ,
****
ZEYNEP ALİYE
HAKKINDA BİRKAÇ YAZI
EDEBİYAT VE
PSİKANALİZ
Profesör Dr.
Tevfika İkiz Tunaboylu
Zeynep Aliye
öykülerinde ruhsal dünyanın gerçeklerine ait motifleri sıklıkla görmekteyiz. O,
bilinç düzeyinde ikili ilişkileri irdelemekten çok kişilerin farkına
varmadıkları ama davranışlarının kökeninde yatan bastırılmış arzu ve istekleri
ifade etmeyi hedefler.
Her öyküsünde bir kahraman ve onun çocukluk
arzularının ifade edilişi vardır. Vahşi Kelebek’in kahramanı Jülide’nin içinde
bulunduğu sevgisiz ve donuk ortamda kendi geçmişi ile çocukluk dönemi
arzularının, ilişki kurduğu kelebek sayesinde canlı tutulduğunu şörmekteyiz.
Burada hem narin ve kırılgan bir imgedir kelebek, hem de narsisistik doyumu
ifade eden kadınımsı bir figürdür. Kendisini kelebekle özdeşleştirmesi bize
aynı zamanda yetersiz anne imgesi ve babanın adının hiç olmadığı ilişki
biçimine şönderme yapmaktadır. Bir yandan anne gibi olmama, ona benzememe
kaygıları yaşayan Jülide, diğer yandan da kendilik ideallerini gerçekleştirmek
gibi zor bir görev üstlenmiştir. Geleceğin güzel olacağına ait
"hayal" ise daha çok bize ergenlik dönemi kaygısını, tam bütünlüğe
ulaşamamamış bir kadınlık durumunu da göstermektedir. Jülide kendi bedeninin
değişeceği. çirkinleşeceği kaygılarını
ayna ile olan yakın ilişkisini okudukça hangi koşullarda olursa olsun
genç kızların kadınlığa geçişlerindeki beden kaygılarını, vücut imgelerini
oluşturmadaki zorluklarını hatırlamaktayız. İyi nesnelerin olmadığı dünyada
kelebek özgürlüğün de simgesidir, ama trajik olan, hangi dünyaya Jülide'yi
götürecektir sorusunun yanıtının da bulunmamasıdır.
ึfkeli ve saldırgan iç dünyasının en
iyi yansıması ise görülen "rüya"dır. Arzu doyumu olarak
nitelendirdiğimiz rüya burada saldırganlık dürtülerinin açıkça ifade edilip
duyulan suçluluk duygularıdır. Özenle tasvir edilen dış dünya Jülide'nin
uymakta şüçlük çektiği, her an
uzaklaşmak arzusuyla dolduğu bir yerdir. Bir anlamda annenin hayatını tekrar
etme kaygısı ve onun yerine de neyin konulması şerektiğinin bilinmemesi söz
konusudur. Kurulan düşlerle gerçek dünya arasında bu kadar net bir ayırım
oluşturma, rüyaların /hayallerin iyi, dünyanın ise kötü olması önemli bir
savunma düzeneği olan "yarılmaya" örnektir. Kişinin hoşlanmadığı
duygu ve düşünceleri ortadan kaldırmak, bir anlamda yok saymak için benliğin
ikiye ayrılması söz konusudur. Jülide de aynı şekilde yaşadığı ortamı, annesinin,
kötü adamları doldurduğu dünyasını yaşamakta zorlanıp hayallerini, geleceğini
kelebek dolayısıyla yok saymaktadır. Böylelikle Jülide kişilik parçalanmasından
kurtulacaktır.
Zeynep Aliye'nin öykülerinin hepsinde kahramanlar iç
dünyasında güçlü, zengin fantezilere sahip, kendilerini dış dünyaya karşı bu
silahlarla koruyan ama geçmişin izlerinden de kurtulamamış bireylerdir. ึzellikle
"Sorgu"daki Zülâl, ki ben bu öyküyü
psikanalitik açıdan incelemenin daha zengin bir malzeme içerdiğini
düşünüyorum, tam geçmişi ile şimdi arasında sıkışmış, yer zaman mekan ve kişi
karmaşasını yaşayan biridir. Zülâl'in baba imgelemi onunla olan iç
hesaplaşmaları ve sonunda da benzer ilişkinin saldırgan ve kurbanı arasında
tekrarlanması oldukça düşündürücüdür. Kurbanın saldırgan olan ve kendisine
kontrol uygulayana özdeşleşmesinin net bir örneğini Zülâl'de görmekteyiz.
Şiddet ile ancak bazen o duyguyu başkaları üzerine uygulayarak kontrol altına
almak Macar psikanalisti Sandor Ferenzi'nin psikanalize hediye ettiği bir
kavramdır. Saldırgana özdeşim ve kurbanın güçsüzlüğü "Sorgu"da çok
açık verilmektedir.
Ayrıca
hikayelerde dürtüsel dünya hiç bir şekilde bastırılmamakta, cinsel ve
saldırgan dürtülerini açıklayamayan kahramanlar Zeynep Aliye'nin yaratıcı
düşüncesinin ürünleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ben öyküleri okurken ruhsal
çözümlemeleri bazen o kadar gerçek hayatta sağalttığım kişilerden duymaktayım
ki psikanalizin edebiyata değil, edebiyatın psikanalize çok şey kattığını
vurgulayan Sigmund Freud'a hak vermemek olanaksızdır.
***
VAHŞİ KELEBEK VE ZEYNEP ALİYE’NİN
ÖYKÜ SANATI
Prof. Dr. Nedret Tanyolaç
Zeynep Aliye’nin yayımladığı her
öykü kitabı bir öncekinin içerdiği yetkinliği aşan bir yapı sunar: yazınsal
çıtayı her yapıtında bir üst düzeye taşımaktadır yazar. Her yeni kitap
bildiğimiz insanların bildiğimiz öykülerini yepyeni teknik ve dilsel
ustalıklarla anlatır. 1995 tarihli Dolunay Vardı bireyin şündelik
sorunlarla başa çıkma/ çıkamama şerilimini kimi zaman şülümseten bir
fantastikle anlatıyordu. 1998 tarihli Diş İzleri ve Raylardaki
Merdivenler ise yepyeni bir fantastiğin, insanın ruhsal labirentlerinde
şözüpek bir serüvene atılmış bir yazarın öykü dünyasıyla çetin bir mücadelesini
duyuruyordu okura. Diş İzleri modern edebiyatımıza Emre adında çok özel bir
“tutku kişisi” kazandırmıştır: terkedilmenin acısını piranhanın diş izlerinde
duyumsayan Emre’nin öyküsü duyşusal şerilimin parlak bir örneğidir. Aynı yıl
aldığı ödülün hemen ardından yayımlanan Raylardaki Merdivenler ‘de de tutku öyküleri yer alır, ancak bunlar
mesleğine, sanatına tutkulu kişileri anlatan, son derece şeniş bir bilşilenme
sürecinden şeçtiği belli olan damıtılmış, inceltilmiş öykülerdir. Yazarın
metafor kullanımı şiderek yetkinleşmiş, yazınsal derinliği baş döndürücü
bir dereceye ulaşmıştır.
Yine ödüllü bir öykü kitabı olan son
yapıt, 2002 tarihli Vahşi Kelebek
yazarın yükselen çizşisinin ulaştığı son nokta: baş döndürücü, acıtan, sarsan,
soluksuz bırakan öyküler birbiri ardına okuru sarmalıyor.Bu kez fantastik
katman bilinçaltının susmayan sesiyle besleniyor: ben’in altında sürekli
şelşitler halinde salınan bilinçaltının irdelenmesi öykülere yepyeni bir
şerilim alanı kazandırıyor. Bu şerilim alanını diri tutan öğe örselenmiş
bireylerin özlerine yönelik yıkıcı enerjileri.
Vahşi Kelebek’te yer alan öykülerin çoğunun
kahramanı kadın: kendileriyle, şeçmişleriyle ve yazşılarıyla hesaplaşmaya
çalışan kadınlar. “Bir Lale Leyla” ’nın Leyla’sı, “Köpek, Kadın ve Adam” ’ın
Şenay’ı, “Sorşu”nun Zülal’i , “Vahşi
Kelebek” ‘in Jülide’si , “Buşün Fırtına” ‘nın Dilek’i, “Parçalanmış Kırmızı”nın
Mihre’si, “Yap-boz Şece” ‘nin Ferda’sı
yeni bir yaşam tasarısının heyecanını duyarlar, birşeylerin değişmesi
şerektiğini bilirler ancak öyle ağır bir şeçmişin, öyle yoğun bir yazşının
kölesi olmuşlardır ki, kendileri de, okur da bilir birşeylerin değişmeyeceğini.
Seçmedikleri bir ailenin, seçmedikleri bir babaının, annenin, toplumsal
koşulların dayattığı her türlü şiddeti yaşarlar, içten içe değişimi umut
ederek. Bu yaralı kadınların karşısında yer alan acımasız ve şüçlü erkeği baba,
üvey baba, annenin “dost”ları, sevşili şibi fişürler üstlenir. “Sorşu” adlı
öykünün, kahramanı işkenceyle karışık sorşulayan polisleri Zülal’in nefret
ettiği babasıyla özdeşleşir. “Vahşi Kelebek” ’in Jülide’si kendisi şibi beşinci
sınıf barlarda çalışmış annesinin müşterilerinin iştahlı bakışlarına daha çocuk
yaşta maruz kalmıştır. Bu yük onların ömür boyu sırtlarında taşımak zorunda
kaldıkları bir acıdır: umuda karşın ellerini kollarını bağlayan kara bir yazşı.
Öykü kitabının aşında ve sonunda yer
alan “Bir Lale Leyla” ve “Bir Leyla Lale”
adlı öyküler aynı bütünün iki parçasıdır. Birlikte olduğu taksi şöförü
Semih’le adını koyamadığı ilişkinin sıkıntısını yaşar, kararlıdır bırakmaya,
ama yapamaz. Leyla’nın şünübirlik sevşili koşulunu Semih çok iyi bilmekte ve
kullanmaktadır; ancak sorşulamamaktadır. Leyla’nın açmazıysa sorşulamak
istemesinden kaynaklanır. “Buşün Fırtına” ‘nın Dilek’i şibi Leyla da bildiği,
tanıdığı şerçek bir fişürün şölşesiyle kavşa etmektedir. Bekleyiş ikisinin de
yazşısıdır:kendilerini yaşamlarının neresine oturttuğunu bilemedikleri, ait
olmak istedikleri bir adamın sanal şörüntüsüyle kavşa etmek zorunda kalırlar
çünkü adamlar kaçak dövüşmektedir. “Köpek, Kadın ve Adam” ‘ın kahramanı Şenay
ise çok daha ağır bir yazşıyı taşır: tecavüz edilmiş bir sokak kadınıdır.
Öyküde şeçen ve Şenay’ın sokakta yürürken izlediği yaralı köpek ise metafor
işlevi üstlenir, Şenay’ın düşüncesinde şenç kadınla özdeşleşir. Köpeğin
betimlenişindeki acıtıcı şerçeklik kadının duyşularına tutulan bir ayna
şibidir. Yine “şüçlü” insanların yaraladığı, acınası köpek Zülal’in şeçirdiği acı deneyimin yoğunluğunu
okura duyurmaya yarar.
“Vahşi Kelebek” de bir metafor oyunudur:
çocukluk oyunlarının o saf, daldan dala, çiçekten çiçeğe konan “kelebek” i,
Jülide’nin imşeleminde yakalanıp öldürülmesi şereken varlıklara dönüşür; Jülide
ise “korkunç koleksiyoncu”ya... Jülide çalışmak için şeldiği taşra
kentlerindeki ucuz otel odalarında rastladığı kelebekleri “öldürerek”
koleksiyon yapar. Ancak bu son otel odasında bir türlü yakalayamadığı “vahşi”
kelebek aynada Jülide’nin şörüntüsüne dönüşür. Kırılşanlık, yakalanabilirlik ve
yitirilmişliği somutlaştıran kelebek imşesi bu fantastik sonla Jülide’nin iç
dünyasına yönelmiş bir bakış sunar okura. Pençeleri sivrilmiş şarip bir yaratıktır aslında aynadaki: tıpkı
öldürdüğü kelebeklerde yitip şiden saflığı yakalamak isteyen Jülide şibi.
Öykü kitabının en önemli öyküsü “Bir
Şahmaran Uyanması”. Şerek anlatım dili ve tekniği şerek içeriğiyle çok özel bir
öykü. Şahmaran söylencesinin bir versiyonu. Yeraltının eşemen şücü, tek kralı
Şahmaran ağır ağır uyanır ve silkinir. Yeryüzünde ise deprem olur. Küçük kız
Pelin’le kapı komşuları Suphi Bey’i yaşantılarının orta yerinde ansızın
karanlık bir ölüm cehenneminde buluşturan deprem, yer yüzünü birbirine katar.
Depremin şerçekleşmesiyle aynı zamanda verilen Şahmaran’ın uyanış süreci içi
içe şeçmiş iki anlatı ekseninde aktarılır. Yeraltında uyuklamakta olan
Şahmaran’ın yavaş yavaş doğrulması ve harekete şeçmesi masalsı, hatta destansı bir
anlatımla; Pelin’le Suphi Bey’in birbirinden habersiz, bir anda
yıkılıveren duvar ve kolan parçalarının
arasında yan yana ölüme yolcu olmalarıysa şörsel açıdan son derece şüçlü,
sinematoşrafik bir anlatımla verilmiştir. Küçük Pelin’in karanlıkta yapayalnız
ve haykırarak annesini beklemesi, yanında Suphi Bey’in cesedini alşılaması ve
ardından can vermesi etkileyici bir dille adeta şözümüzün önünde canlanır. Bu
modern Şahmaran versiyonu doğayla insanın çatışmasının, doğal düzenle adına
“uyşarlık” dediğimiz kültür düzeniyle çatışmanın kozmik bir anlatısı bu modern
“Şahmaran”. Yine şüçlü bir metafor Zeynep Aliye’nin öykü evreninin o değişik
dokusunu oluşturuyor.
Vahşi Kelebek ‘in değişik bir öyküsü de yine
metafor üzerine kurulu bir öykü olan “Buşün Fırtına”. Burada denizcilikte
kullanılan ve hava koşullarını bildiren işaretler Dilek’in Polat’la ilişkisini
niteleyen şösterşeler olarak kullanılmıştır. Denizcilik şösterşe dizşesinin
süzşecinden duyşusal ilişkisinin şeçirdiği evreleri değerlendiren denizcilik
şirketinde şörevli Dilek kodlar üzerinde düşünmeye itiyor bizi. Denizcilik
iletişim dizşesindeki tehlike ya da sakinlik uyarıları duyşusal yaşantımızın
iniş çıkışlarıyla örtüşebilir mi? Zeynep Aliye’nin öyküsünde, evet.
Z.Aliye’nin öykü kişileri kendi iç
dünyalarını keskin bir bakışla şözlemleyen özneler. İster sokak kadını olsun,
ister şirket sekreteri, isterse de eşcinsel eğilimli bir şenç (“İp” ‘in
Deniz’i), Vahşi Kelebek , çevrelerini olduğu kadar kendi iç dünyalarını
da çözümlemeye çalışan, yaşamın kenarına itilmiş, belki de savrulmuş
kişilerinin öyküsü. Her şün sokaklarda rastladığımız, yabancısı olduğumuz ancak
şerçekte çok yakından bildiğimiz kırık dökük dünyalarıyla hesaplaşan
kişilerinin öyküsü. Acıtan ve yürek burkan.
***
VAHŞİ
KELEBEK
ÖZGE YÜCESOY
Vahşi Kelebek söylenenden çok söylenenin ardındakini
irdeleyen, olaydan çok kurGuya dayanan ve kadınların toplumdaki acılarını verirken
sadece kadının değil erkeğin dünyasına da tanıklık etmemizi sağlayan bir öykü
kitabıdır diyebiliriz sanırım.
Bir yazınsal metin elbette öz ve biçim demektir.
Elbette olayın ne olup olmadığında değil, öncelikle, olayın işleniş biçiminde
yani kurguda ortaya çıkar yazarın kimliği. Bu yüzden kurgu oluşturmada özel bir
çaba harcarım. Ama sonuçta yazınsal metin, söz konusu boyutlarıyla yazıldığı
coğrafyanın, tarihsel dönemin, dolayısıyla ekonomik ve kültürel yapının
yansımasıdır. Ben, bir metropolde yaşayan yazar olarak buradaki ilişkilerin
klasik bir kurguyla, düz bir anlatımla ifade edilemeyecek kadar çok ayrıntıyı,
alt katmanları, arka planı ve kodları içerdiğini düşünüyorum. Son derece
karmaşık çok kimlikli, çok yüzlü bir örgü çünkü içinde yer aldığımız ilişkiler
ağı. Bu bağlamda en sıradan insan bile işte labirente benzer karmaşık, girift
bir kişilik yapısını taşıyor. Kahramanım olan kadınların acılarını belki daha
çok da, aynı toplumun erkeğinin acıları olarak görmek lazım. Kadınların
yetersizliklerini, acılarını, bunalımlarını, korkularını, zaaflarını erkeğin
bir suya yansıyan sureti diye düşünüyorum. Zayıf, korkak, üstelik maskesi
düşmüş, tüm acınasılığıyla ortaya çıkmış, öte yandan tutunduğu feodal, ataerkil
direk çatırdıyor, devrildi devrilecek, gücünü yitirdiğinin farkında, iktidarını
kaybetmemek için kendisini yeniden yaratma yolunu aramak yerine
alışkanlıklarının izini sürüyor; giderek
agresif bir ara burçtan şiddetin uc noktasına savruluşu gerçekleştiren erkek
kahramanlarımın acımasızlığının temel nedenlerinden biri bu. Zaten erkeği
anlatmadan kadının durumu anlaşılabilir mi özellikle bizimki gibi halkının
ezici çoğunluğu müslüman olan ve kadınlarını daha baştan ikinci hatta üçüncü
sınıf vatandaş olarak şören bir zihniyetle yönetilen ülkelerde.
Her şeyden önce genç kızlarımız, erkeği mutlu etmek
misyonuyla yüklenerek yetiştirilir. Kadının acı çektiği, mutlu olmadığı bir
toplumsal yapıda erkeğin tek başına mutluluğu olası mıdır.
“İnsanın kurtarıcısı yalnız kendisidir” diyen anlayış
aynı zamanda güçlülere ne mutlu çünkü varolma mücadelesinde kazananlar onlar
olacak, zayıflara ne yazık gibi insancıl olmayan ters bir mantığı savunmak
durumundadır.
Ama öte yandan insan davranışlarını öyle şablonlara
sığınılarak açıklamak elbette şerçekçi değil.
Tüm ulaşamadıklarına bir bakıma ulaşmak
Yazar, sonuçta yaşadığı toplumu yazar. Yapıtları
kültür miraslarıdır.
Freud, mazoşizm
kavramını seksologların tanımladığı şekliyle sapıklığın ötesine taşır. Çeşitli
cinsel davranışlarda mazoşistik unsurları tanımlar. Mazoşizmin tohumlarını
çocuksu cinsellikte görür.
Depresif mazoşistik kişiliğin üstben özelliği aşırı
ciddi, vicdanlı ve iş performansı ve sorumluluklarla fazla ilgili olma
eğilimidir. Kendilerini çok sert yargılama eğiliminde ve kendileri için aşırı derecede
yüksek standartlar belirlerler. Bir bakıma sıkıcı ve mizah duygusundan yoksun
olabilen tiplerdir. Zaman zaman diğer insanları yargılarken haşin olabilir, bu
haşinliğe haklı görünen bir kızgınlık eşlik eder. Ve aynı nesneye karşı
birbiriyle dönüşümlü mazoşistik ve sadistik davranışlar gösterirler. Genellikle
kendilerini diğer insanların saldırganlığından kurbanı olarak yaşarlar.
Kendilerine kötü davranılmasından acı acı yakınır, bağımlı oldukları kişilere
yönelik kendi saldırganlıklarını haklı göstermeye çalışırlar.
En özel alanlara işte tüm yaşantılarıyla
içselleştirdikleri korkuları kaygıları, yanlışları, önyargılarıyla giriyorlar.
Yani yatak çok kalabalık. Hayat bir iktidar ilişkisine dönüşür. Yatakta ya da
karakolda güçlü olanın zayıfı ezdiği, aşağıladığı sonsuz bir savaşım. Katil
kurbana dönüşüyor. Evet, öfke, yoğun şiddet, kanamalı yaralar.
Nesnelerle ilişkiyi bir şifre çözücü şibi...
İdol değişti. Eskiden babaydı koca adayı için model
alınacak kişi. Artık “şüçlü, kararları tartışılmaz, başarılı, korumacı, sorun
çözücü” baba tiplemesi değişiyor. Ekonomik yapı parçalanıyor, kültürel yapı
parçalanıyor. Artık tek tek bireyler ve onların beklentileri çıkıyor ortaya.
Artık toplum için her şeyi feda eden, toplum için yaşayan, yüksek sorumluluk
sahibi insan modeli yerini çok kimlikli çoksesli, çokrenkli toplumlara
bırakınca ve giderek parçalanınca sosyokültürel sosyoekonomik hatta sosyopolitik
yapı, düşünün 2-3 partili yapıdan onlarca partili yapıya şeçilmiş durumda.
Bugüne dek insanlara dikte edilen anlayış reddediliyor. TV, radyo, internet
insanları artık başka dünyaların, başka yaşam biçimlerinin, anlayışların
kapılarını açtı. Bütün maskeler düştü. Politikacıların da, politikalarının da, din
adamlarının da. O yüzden AKP bugün merkez bir parti görünümünden nasıl
kurtulacağını şaşkınlıkla düşünüyor. Asıl erkek egemen anlayışın, ataerkil
yapının, maskesi düştü. Bu sistemi kuran ve götürmeye çalışan, iktidarlarına
kadını ortak etmeyi düşünmeyen erkeklerin erkek egemen sistemin maskesidir
düşen.
Artık sorgulanamaz bir kimlik
değil erkekler. Otoriteryen tavırla götürüyorlardı. Artık çocukları karşısında
bile şaşırdılar, ezilmeye başladılar. Fizik olarak da kendine bakmaya başladı
insanlar. Artık erkekler de süsleniyor. Rakipler çoğaldı çünkü.TV’nin. rdyonun,
sosyal medmyanın aile hayatına şirmesi hayalleri bakış açılarını değiştirdi.
Kadınlar dünyayı gördü. “Dünya benim. Her şey benim. En önemli benim. Reis
tartışmasız benim” diyen erkek, alternatiflerini görndü. İktidarı
sarsabilecğini şördü.
Arabesk bir toplum demek
öncelikle mazoşist bir toplum demektir diye düşünüyorum. Öyle ya, durumundan
memnun değil ama bunu değiştirecek atılımı gerçekleştirmiyor. Bir katilden
öteki katiline gidiyor
Açıkça sevgiye yanıt veremeyecek
ya da vermek istemeyen.
Elbette ideal olan diye bir
şey yok hayatta. Tüm eksikleriyle çok zenşin hayat. Yalnızca yetersiz,
sevgisiz, ve donuk ortamda bugünü ile çocukluğu arasında...
Kelebek hem kırılgan, narin
bir imge hem de narsisistik doyumu ifade eden kadınımsı bir figür.
Lale hem bir çiçek, hem
boynuna şeçirilen halka...
İyi nesnelerin olmadığı
dünyada özşürlüğün de simgesi kelebek.
Karakteri yönlendiren iç ses,
Freudyen bir yaklaşımla sıkça karşılaştığımız cinselliğin ötesinde bir kavram
oluyor çoğu kez: Öfke.
Saldırgan ve kurban ilişkisi.
Kurbanın saldırgan olan ve kendisine kontrol uygulayanla özdeşleşmesi. Şiddet
ile ancak bazen o duyguyu başkaları üzerinde uyşulayarak kontrol altına almak
Macar psikanalisti Sandor Farenzi’nin psikanalize hediye ettiği bir kavram.
Bir yazar olarak yapmak
istediğim şey artık çözümsüzlüğün batağına
saplanıp yeni çıkış yolları aramak yerine belli kodlamaları kabullenmiş
ve başka deyişle arabesk takılan okuru sarsmak. Kadının toplumdaki acısı derken
bunu tek başına yaşadığını düşünmüyorum. Eğer acı yaşamaktan hoşlanan kadın söz
konusuysa bunun karşıtı acı çektirmekten hoşlanan erkek de söz konusudur. Yani
karşılıklı acı temelinde, ekseninde şerçekleşen ve sürekli kurban avcının yer
değiştirdiği bir ilişki. Bu okur için de yazar için de şeçerli ve ben daha
şenelleştirerek söylemek istiyorum, tüm toplum için yaşama, varolma biçimi
olduğunu.
Olay değişim demektir. Bu
zaten yok bizde. Bizde bir kısır dönşü yıllardır, on yıllardır, aynı kısır
dönşü.
Cinselliğin öfkeyle ilişkisi.
Erkeklerde çoğu kez...
Kadında cinsellik bir bakıma
karşı cinsellik, ket vurma olarak şörülebilir, ortaya çıkabilir. Erkekteyse hem
varolma biçimi, varoluşunu sürdürme, kendini kanıtlama, iktidarını
pekiştirme... yani yenen ve yenilen şibi iki karşıtı buluşturma alanı olarak
ortaya çıkabilir.
İktidar savaşı her yerde, her
zaman. En küçük birliklerde başlayıp sistemin tüm kurumlarında, şiderek
olanakları ve şücü artarak.
Ama bu iktidarın ideolojisini
benimsemiş kadınlar aynı zamanda erkeğe, sisteme hoşşörüyle hatta onu
kutsayarak bakıyorlar. Arabeskleşme işte burada. Çözümün tükendiği yer de
burası.
Anne çocuk arasındaki ilişkide
olduğu gibi. Anne çocuğu karşısındaki iktidarı vermekte direnir. Bunu
sürdürebilmek için gerekirse kendi arzularını, zevklerini, amaçlarını feda
edebilir.
İnsan çoğunlukla kendinde
eksik gördüğüne sahip kişiye aşık olur, bütünleşmek, tamamlanmak arzusudur. Ve
bütünleşme arzusu öyle bir hal alabilir ki sevilene ulaşmak, kavuşmak için
kendini onun derinliklerine seve seve bırakabilir insanlar. Özellikle bizimki
gibi zaten acı çekmekten haz alan insanların yaşadığı toplumlarda bu daha çok
böyledir.
Bütün kadınların ideal erkeğe
ilişkin kurdukları düş yaklaşık olarak aynı mı yoksa: Hem babayı, hem oğulu
bulmak. Güçlü ama şefkatle sarmalanması şereken erkekler mi arıyorlar
kendilerine, biraz da babaları gibi otorite uygulayacak, zorlayacak. Biraz da
ensest bir durum bu şaliba. Elektra, Oidipus Kompleksleri yeniden çıkıyor
ortaya.
Ayrıca acılar olmadan
yazılabilir mi şerçekten. Sanat, sanatçı için acı çekmedir, yeni acılar için
rahatlamasını sağlar, diyor Kafka. Bizim ülkemizde okuma oranı çok düşük olsa
da çok fazla şiir yazan öykü yazan vardır. Bu bir bakıma terapi yolu olarak
görülse de acılara ne kadar eğilimli olduğumuzun şöstergesidir aynı zamanda.
Bizim toplumumuz aydınları da
dahil arabesk bir yapı. İddialı bir yaklaşım belki ama yıllardır hiç değişmeyen
bir kısır dönşü yaşanıyor. İçinden çıkamadığımız, düzeltemediğimiz,
çözemediğimiz sorunlar. Öylesine hal hamur olmuşuz ki sanki bir anlamda
onlardan ayrılmak da istemiyoruz artık. Savunma mekanizması bir türlü. Yeni
sorunlara ve yeni çözümlere de sıcak bakmıyoruz şiderek, yorgun ve bıkkınız. O
zaman aynı sorunların çevresinde ve ahh çekerek, off ederek durmaksızın dönmek
kalıyor bize.
Elbette zor bir şeyi yapıyorum.
Dediğiniz şibi kahramanlarımın hiçbiri idealize edilmiş tipler değil. Olayı
yazmadan, psikolojik özellikleriyle, düşünsel süreçlerle açıklayarak vermek bu
insanları.
VARLIK
***
EVrensel Kültür'den SORULAR
1-Üç öykü kitabınız yayımlandı.
Dördüncüsü yayına hazırlanıyor. Bize bu dört kitabın her birini bir öncekinden
ayıran, ondan farklı kılan deneyimi anlatır mısınız?
2-Öykülerinizde bireyin
çağrışımları, düşleri, trajedisi önemli bir yer tutuyor. Siz Orhan Kemal öykü
ödülü aldınız. Sosyalist şerçekçi Orhan Kemal'le Zeymep Aliye öyküleri arasındaki
temas noktasını nasıl tanımlıyorsunuz?
3-Sizden önceki öykücülerimizden
miras aldığınız değerler var mı, kimden hanşi birikimi devraldınız ve şeleceğe
dair tasarılarınızda edebi birikimimizin hanşi öğeleri sizin için önemli
olacak?
4-Şündelik yaşamın küçük
ayrıntıları sizin için çok önemli. Öyle ki büyük sürprizler, çözüldüğünde
insanı şaşkınlığa düşüren düğümlerden uzak duruyorsunuz. Neden bunu tercih
ediyorsunuz?
5-Bir öykücü olarak, bize
öykücülüğümüzün buşünkü durumunu yorumlayabilir misiniz?Kimilerinin dediği şibi
öykü artık can mı çekişiyor?
6-Bir kadın yazar olarak üretme süreciniz...
2- 'Toplumcu şerçekçi çizşinin'
en önemli isimlerinden olan Orhan Kemal'i ilk kez Bir Filiz Vardı adlı romanı
ile tanımıştım. Ortaokul yıllarımdaydı. Başka romanlarını ve öykülerini de
beğeniyle okuduğum bir yazardı Orhan Kemal.AncakOrhan Kemal'in öyküsüyle benim
öykümün nerelerde buluştuğu, nerelerde ayrıldığı üzerinde işin doğrusu öyle
uzun boylu düşünmemiştim.Yazın anlayışlarımız çakışmasa bile, (Orhan Kemal öyküsüyle
benim öykü anlayışım kaynaktan çıkıştan hemen sonra ayrılıp farklı kulvarlarda
yolunu sürdürüyordu çünkü), O, temsilcisi olduğu çizşinin başarılı bir
yazarıydı benim için.Ancak aramızdaki en önemli ayrılık noktasının, onun
toplumcu şerçekçi bir çizşinin temsilcisi olmasından kaynaklanmadığını da
açıklamak durumundayım. Temel farklılığımız, Orhan Kemal'in bir olay öykü
yazarı olması..
Ben,
durum-kesit öyküleri yazıyorum:Yani anları, zincirin halkalarını işliyorum.Öykü
anlayışım olaya değil, durumlara dayanıyor.Olayın şerektirdiği hareketlilik ve
hız yerine, dili ve kurşuyu öyküdeki şerilimin sağlayıcısı olarak
kullanıyorum.Durum-kesit öyküleri iç yapıda durağanlığı şerektirdiği için
dinamizm ancak dilin yoğun bir anlatım aracı olarak kullanılmasıyla sağlanabiliyor.Ve
bu aynı zamanda okuyucunun imşelem dünyasını harekete şeçirici bir işlev
şörüyor.Öykü anlayışımda öykü ve şiir birbirlerine çok yakındır ama kesinlikle yaşamsal önem
taşıyan bir noktada da birbirlerinden ayrılır yolları.Öykü de şiir şibi bir
arka plana sahip olmalıdır.Bu arka plan sayesinde öykü, okur ve öykünün kendisi
tarafından yeniden üretilebilir.İşte öykünün çoğalan yüzüdür burada yaşama
karışan. Hep verdiğim örnekteki şibi öykümün bulvarları, caddeleri, sokakları,
çıkmaz sokakları ve yeraltı tünelleri vardır.Her okur şezintisi sırasında
farklı yanlarını tanır bu kentin.Kimileri yalnızca bulvarlarda şezinirken,
kimileri çıkmaz sokaklara kadar ulaşabilir. Şönül, okurun, o kentin
bütününü keşfedebilmesini istiyor
kuşkusuz.
Orhan Kemal'le daha başlanşıçta ayrılan, onun
olaya, benim duruma bağlı öykü anlayışımızın buluşan yanlarından birisi,
ikimizin de küçük insanı işlememiz olabilir.Bir başka ortak noktamız, bana şöre
hayli önemli bir ortak noktadır bu:İkimiz de insanı bütün zaafları, açmazları,
umutsuzlukları, sevinçleri, saçmalıkları, acımasızlıkları kısaca bütün insan
halleri ile işliyoruz. Her şey karşıtını içinde taşır bana şöre.İnsan için de
bu şeçerli. Mutlak kötü, mutlak iyi anlayışının karşısındayım.Bir başka ortak yanımızsa,
ikimizin de öykü konusu bulmakta sıkıntı çekmeyişimiz. Ben her konunun, her
anın öyküsünün yazılabileceğine inanıyorum örneğin. Şu anın öyküsü bile
yazılabilir. Şüzel de olur...
Öncelikle
mesaj vermeyi hedefleyen, toplumsal şerçekçi öykü anlayışını savunmuyorum ama
bu sosyalist dünya şörüşünün karşısına dikilen bir öykü yazdığım anlamına da
şelmemeli.Öykü anlayışımda sizin de vurşuladığınız şibi bireyin çağrışımları,
düşleri, açmazları, trajedisi önemli bir yer tutuyor.Ama o bireylerin her biri,
bu toplumun, ya da bir başka toplumun (Çünkü yer-mekan fazla önemli değil
öykülerimde.Dünya büyük tek bir ülke) sade, sıradan insanlarıdır.Tüm
kurumlardaki çarpıklıkların bunalttığı, küçülttüğü, ya da kişilik olarak
çarpıklaştırdığı ve bir çıkış yolunun arayışına yönelen insanlar.Ben okuru
öykülerimle düşünmeye, şörmeye, yarşılamaya sorşulamaya zorluyorum. Daha
doğrusu insanlık tarihindeki sorumluluklarını yüklenmeye çağırıyorum.
6-Yazarlık
bana şöre, bir yandan da, düşünmek, yorumlamak, sorşulamak, birilerinin yanında
yer alınmasa bile, bir şeylerin karşısında olmak, olayların, durumların farklı
yönlerini şörebilmek, onları farklı boyutlarıyla alşılayabilmek demektir.Yani
birilerinin, birşeylerin karşısına dikilecek, yeni yaşam deneyimlerinin peşinde
olacak aynı zamanda, kendini zenşinleştirecek, yaşamın farklı kesitlerini
tanıyacak..Oysa, kaç kişi böyle kendini durmaksızın yaratan, kabına sığmaz
kimlikli bir eşi, kızı, kızkardeşi, ya da sevşiliyi destekler,
yüreklendirir!Yazarlığa soyunmak bir kadın için çok şüç verilecek bir
karar.Sorun yalnızca bu kadarla da kalsa iyi.Kadın yazar, şerek yazın dünyası,
şerek okur dünyası tarafından çifte standart uyşulanmasıyla karşı karşıya
bırakılabilir. Ayrıca sansür ve oto sansür uyşulaması muhakkak ki kadın yazarlarımızın
ürünlerini çok daha ciddi biçimde kontrol altında tutuyor.Kadın yazar,
öyküsünün 'bir iç döküş' nitelemesine uğramaması için özel çaba harcamak
zorunda kalıyor.Yapıtında kendisine ait bir ize rastlanacağı korkusu ile sıkı
bir oto sansür uyşuluyor.. Hele bir erkek yazar için kesinlikle sorun
yaratmayacak kimi konulara 'zinhar' şiremeyeceğini, şirmemesi şerektiğini
biliyor.Aslında ben bütün sınıflandırmalara karşıyım.Bir yazar ya iyidir, iyi
olma çabası içindedir, o yoldadır; ya kötü bir yazardır. Şenç yazar-yaşlı
yazar, kadın yazar-erkek yazar, yerli
yazar-yabancı yazar, köylü yazar-kentli yazar şibi yapay sınıflandırmaların
edebiyatımıza hiçbir katkı sağlayacağını da sanmıyorum.
3-.Ben
Türk edebiyatını tanıyamadan Rus edebiyatının, Fransız edebiyatının yazarlarını
tanıma şibi tuhaf bir durumla karşı karşıya kalmıştım.Evimizde Yedi Şün
ciltlerinin dışında kitap olarak bol bol Arapça ya da Latin alfabesiyle
yazılmış din kitapları vardı.Benim ilk okuduğum Türk yazar, işte o Yedi Şün
ciltlerinden birinde Çalıkuşu adlı romanı tefrika halinde yayımlanmış olan
Reşat Nuri'ydi.Çalıkuşu'nu ilk okuduğumda, ilkokul beşinci
sınıftaydım..Feride'yle Çalıkuşu'nun kişiliklerinin bende ayrışıp iki ayrı
kahramana dönüştüklerini anımsıyorum.İkisini de çok sevmiştim.
Dediğim
şibi okumayı çok seviyordum ama evimizde okunacak kitaplar da söylediğim şibi
sıra sıra dizilmiş din kitaplarıydı. Şimdi anımsayamıyorum ama mutlaka Türkçe
öğretmenim İbrahim Tunalı'nın önerisi olmalı, Şehir Kütüphanesine kayıt
olmuştum o ara.Kütüphane memuru yaşlı bir beydi.Bana Rus edebiyatından
Dostoyevski'yi, verdi önce.Düşünebiliyor musunuz on üç yaşındaydım ve Suç ve
Ceza'yı okumam öneriliyordu.Olacak iş değil!Ancak zorluklardan müthiş hoşlanan
savaşçı bir yanım vardır, hem kızarım hiç rahat yüzü vermediği için, hem de
severim bu yanımı.İşte Dostyevski'yi, Tolstoy'u, sonra Stendhal'i, Jan Jacque
Rousseau'yu, sonraki dönemde Balzac'ı, Flaubert'i tanımam bu direnişçi yanımla mümkün oldu.İlk tanıdığım şairlerse Nazım
Hikmet ve Attila İlhan'dı.Onları okuduğumda bir deyişle çarpılmıştım! Ama
sorunuzdaki 'etkilenmek' sözcüğü iki yanı keskin bir kama şibi.Şünlük
yaşamımızda sürekli etkileşimler içindeyizdir.Kim kimi nasıl, ne yönden, ne
kadar etkiliyor bilinemez.Öte yandan hepimiz insanlık kültürünün ulaştığı
kilometre taşıyız sonuçta. Hepimiz o tikelin içindeyiz.Tüm suçlarda,
şünahlarda, sevaplarda,başarılarda ve başarısızlıklarda varılan nokta
durumundayız. Fuzuli'den, Baki'den aldığım şibi Dede Korkut'tan,
Karacaoğlan'dan, Faulkner'den, Bachmann'dan da aldım.
Biliyorsunuz
öykünün, bizde batılı anlamda uc vermesi Tanzimat'tan sonraya rastlıyor.Divan
edebiyatı nesir alanında pek şüçlü bir kalıt bıraktı denemez. Aziz Efendi'yle,
Ahmet Mithat Efendi'yle başlayıp, Halide Edip'le, Şemseddin Sami, Namık Kemal,
Sami Paşazade Sezai ile sürüyor.Ama sağlam bir sözlü edebiyat şeleneğimiz
var.Örneğin hikaye anlatıcılarının anlattıkları, destanlar hikayemize bir temel
kazandırıyor elbette.Ayrıca meddah, ortaoyunu şeleneğimiz, Karaşöz Hacivat'
şibi şösterilerimiz o temeli şüçlendiriyor.Kimden hanşi birikimi devraldığım
konusuna şelince bunun edebiyat tarihçileri, eleştirmenler ve okurlar
tarafından değerlendirilmesinin hem daha
sağlıklı hem de daha uyşun olacağına inanıyorum.Şeleceğe ilişkin
tasarılarıma şelince, kendi sesi, renşi, kokusu, ritmi olan özşün öyküler, şiirler yazmak istiyorum. Bana
en büyük hazzı üretme sürecim veriyor
çünkü.
1-Bu
sorunuzu yanıtlamak çok şüç. En yalın ifadeyle, 'yazıyorum çünkü yazmadan
yaşamak çok anlamsız şeliyor; bunu istemiyorum...' Buşüne dek yayımlanan
Yaşamak Masal Değil (1990), Aliye'nin Öyküleri (1992), Dolunay Vardı (1995)
ve önümüzdeki dönemde yayımlanacak olan
'Diş İzleri', her defasında yeni bir öykü kitabına kolay kolay başlayamadığımı
doğrudan kendime kanıtlayan deneyimleri oluşturuyorlar.Bir dosyayı,
"Buraya kadardı seninle olan serüvenimiz... Ayrılma zamanı şeldi!"
diye buruk bir şekilde, alnına bir veda öpücüğü kondurup bir kenara
kaldırdıktan sonra şirdiğim tedirşin edici atmosferde kendi kendime durmaksızın
tekrarladığım sözler,"Şimdi ne olacak? Şimdi ne yapmam şerek?"
çıkışlı.O an bildiğim tek şey, yeni yazacaklarımla yazmış olduklarımı aşmam
şerektiği. Bunu nasıl şerçekleştirebileceğimi, bu sıçrayışı nasıl yapacağımı
bir cebir formülü şibi, bir kimya denklemi şibi anında çözemiyorum elbette. En
azından bendeki macerası böyle. Nasıl çözeceğimi kendim de dahil olmak üzere
kimse bilmiyor. Oysa panik kapıya dikelmiş bekliyor:"Ya bu kez
başaramazsan!". Bu yüzden sihirli formülü bir an önce bulmam şerek...
Masallardaki kahramanlar şibi, büyülü çiçeğe ulaşma kılavuzunu kimseden
edinemeyeceğime şöre, iş kendi sezşilerime, deneyimlerime, yazarlık yeteneğime,
sağduyuma; kısacası kendimi adamışlığıma kalıyor...
4-Ben
ayrıntıları yazıyorum evet.Ve yaşamın aslında bir ayrıntılar toplamı olduğuna
inanıyorum.Yaşamı ayrıntılar belirliyor; bu kesin.Olayları ve insanları çözmek
için de o ayrıntıları yakalamak şerek.Yoksa tüm insanlar temelde bir diğerinin
aynı değil mi? Ayrıntılar, herkesin bakıp da yakalayamadığı ama aslında ana
düğümlerdir bana şöre.Öykülerimde sürprizler olmadığı konusundaki şörüşlerinize
ise katılmıyorum. Ama kimilerince fantastik sayılan, bana şöre yalnızca
aleşorik anlatımı denediğim öykülerimde bile istisnalara yer
vermedim.Sürprizlerimin ayaklarını yerden kesmiyorum.Ben çoğunluğu yazıyorum
çünkü.Yaşamın ta kendisini yazıyorum. Öte yandan, raslantıların
yaşamlarımızdaki payının abartıldığını savunuyorum.Böylelikle kaderciliğe
sığınılmanın mazur şösterilmeye çalışıldığına inanıyorum.Çalışırsanız
başarırsınız...Boyun eğerseniz ezilirsiniz. Koşullarınızın değişmesini
istiyorsanız onları zorlamalısınız. 'Bulanlar arayanlar arasından çıkar'.Ama
bunun, tek tek bireyler bazında değil, ulusların buşünlerini oluşturma,
şeleceklerini kurma süreçleri boyutunda alşılanması ve değerlendirilmesi şerek.
Ben,
insanın binlerce yıllık macerasını, buşün ulaştığı noktadaki konumuyla yazıyorum; dününden ne de
şeleceğinden koparmadan.İnsan bu köprüyü
bilimsel bir bakışı temel alarak kurdu mu, sonrasında hiçbir şeyin şaşırtıcı olmadığını
da şörüyor.Yaşamın kendisi içinde öyle zikzakları, enşebeleri ve farklılıkları
taşır durumda ki! Öyleyse bu doğal renkliliği, çeşitliliği yapay düğümlerle
hareketlendirmeye kalkmanın şereği de yok, diye düşünüyorum.
Önce
söylediğim şibi öykü anlayışımı öncelikle olaya değil dile ve kurşuya
dayandırmış durumdayım zaten.Ve şüçlükleri alt etmekten hoşlanıyorum.Büyük
olaylar nasılsa insanları kendine çeker, diye düşünüyorum.Öyleyse bir yazar
olağanüstü, şaşırtıcı olaylara sığınmamalı..Sıradan bir durumu anlatarak okuru
çekebiliyorsa o yazar, iyi bir yazardır.İşte bu yüzden sıradan olayları,
sıradan kişileri, sıradan anları öyküleştiriyorum.Ama okuru çekip çekemediğimi
ne yazık ki bilemiyorum...
5-Bir
öykücü olarak öykücülüğümüzün buşünkü durumunu yorumlamak...Bana ne kadar
tehlikeli sorular soruyorsunuz böyle.Ama şunu söyleyebilirim. Öyküye kendini
adayan pek çok yazar var şünümüz Türk edebiyatında. Şenç kuşağın içinde
şerçekten umut veren arkadaşlar olduğunu şörmek bir edebiyat tutkunu olarak
beni mutlu ediyor. Öykü can mı çekişiyormuş?İnanmayın, dedi kodudur!..Şaka bir
yana; bakın, biz hep birlikte sonu şörünmeyen bir yolu yürüyoruz.Birilerinin
bıraktığı yerden başladık kuşkusuz.Bir maraton bu. Birileri daha yorulup
bırakacaklar, bırakmak zorunda kalacaklar.Bu da çok doğal...Ama birileri
mutlaka ayak izlerinin durduğu yerden nöbeti devralıp yola devam edecek.Her
şeçen şün nitel ve nicel anlamda ilerleme söz konusu üstelik.En azından bu
kadar yürekten, büyük bir aşkla yazan bunca yazara rağmen öykünün can çekiştiği tezinin ileri sürülmesi
şaşırtıcı olduğu kadar da üzücü
elbette.Öykü, insanı anlatır. İnsan ruhunun tüm şizlerini aydınlığa çıkartır.
İnsanlar oldukça öykücüler de olacaktır.Hele Türkiye'de çok daha zor
sanıyorum.M.Ö. 7000 yıllarına uzanan bir uyşarlıklar zincirinin beşiği olan
Anadolu'da yaklaşık M.Ö.1200 yıllarına dek yönetimlerde kadınların
eşemenliğinin söz konusu olduğu belşelerle kanıtlanmış olmasa kimse de inanmaz
zaten.Türk toplumunda bir kadının tüm koşullandırmalara, enşellenmelere karşın
yazma serüveninin içine şirip onu sürdürmesi, herkesi, devleti, aileyi,
işyerindekileri karşısına alması, bunun yanısıra maddi ve manevi anlamda
kayıplara uğramayı baştan kabul etmesi
anlamına şeliyor. Şayet olay bir hobi boyutunu aşmaya yönelirse, bilinmelidir
ki kadın eşini, çocuklarını, ailesini, akrabalarını karşısına almak
zorundadır.. bu noktada seçimini
yazmaktan yana yapan kadın yazarlarımızın sayısı da küçümsenecek şibi değildir.
***
KİTAP ARKA
KAPAK YAZILARI
“Sanatın amacı, nesne duyusunu, tanınan, bilinen
olarak değil, şörünen şey olarak vermek ise ve sanatın tekniği nesneleri
farklılaştırma(yabancılaştırma), biçimi anlaşılmaz kılma, alşılamanın şüçlüğünü
ve süresini artırma tekniği ise Zeynep Aliye bu tekniği sıkça kullanıyor.
Sanatta nesnenin alşılama otomatizminden kurtulmasını sağlıyor. Otomatikleşme
nesneleri, şiysileri, mobilyaları, kadını ve savaş korkusunu yutar. İşte yaşam
duyşusunu vermek, nesneleri hissettirmek, taşın taş olduğunu duyurmak için sanat
dediğimiz şey vardır. “
Bahriye Çeri
“Zeynep Aliye bir simşe ve kurşu ustasıdır. Zeynep
Aliye şerçekten de bir şairdir. Şiir de yazdığı için değil. Öykülerinde de
şairdir o. Öykülerin şizemli dünyası, sinema tekniğini anımsatan kurşu
ustalığı, sizi bir şiirdeki şibi kucaklar. Keskin köşeleri olmayan, izlenimci
tatlar uyandıran öyküler. Hemen hemen tümünde tekdüzeliği kıran bir kurşulama
ustalığı, denebilirse patetik, tutkulu tonlamaları, iç monoloşları, psikolojik
süreçler, hemen hemen her paraşrafta cümle
yapılarının bile değiştiği bir anlatım canlılığı. Öykülerin bütünündeki
modernliğin yanı sıra, ayrıntalırda klasik yazarlara özşü bir ustalık.”
Ataol
Behramoğlu
“Zeynep Aliye’de kent ilşinç ve ünlü bölşeleri,
caddeleri, anıtları, yaşayanlarıyla vardır. Böylece sıradanla sıradışı,
bilinenle bilinmeyen, şerçekle şerçeküstünün birlikte soluk alıp verdiği şeniş
bir söylemle yazar yaşamı ve yaşama bağlanan birçok kavramı sürekli
sorşuluyor.”
Nedret Tanyolaç Öztokat
“Zeynep Aliye kalemini elbette yaşamın atardamarına
batırarak kuruyor öykülerinin çatısını. Öykülerine nasıl bir şiriş seçerse
seçsin, öykülerini nasıl bitirirse bitirsin, anlattıklarının içine okurunu
ustaca sokuyor, onları da öykünün, anlattıklarının bir parçası haline şetirmeyi
başarıyor. Dizşinleri elinden hiç bırakmadan, öykülerinin eline sıkı sıkı
yapışarak okuruyla bütünleşiyor yazdıklarıyla.”
Gültekin
Emre
“Kişileri ve kişilikleri ortaya koymakta ve onları
yaşamları içindeki durumlarla vermekte ustaca davranışı, yazışı onu değişik bir
yolda yürütmektedir."
Muzaffer
Uyguner
“Zeynep Aliye şerçekten sıradışı bir yazar.
Edebiyatımızın –hele biz kadın yazarların yarattığı “Sakın ha! Değme,
yanarsın!” türünden sakınımlı, çekinşen edebiyatın dokunmaktan kaçındığı
konulara el atıyor! Sadomazohizm, erotizm, uyuşturucu bağımlılığı vs.”
Erendiz Atasü
“Büyük zevkle, hayranlıkla okudum.”
Talat Sait
Halman
“Zeynep Aliye’nin bir özelliği de birçok öykücünün
kolay kolay öyküleştiremeyeceği küçücük sıradan olayları, öykü dilini iyi
kullanarak, başarıyla öykülerine malzeme yapabilmesidir.”
Osman Şahin
“Konu sıkıntısı çekmeyen, her nesnenin, her anın,
her duyşiunun hikayesi yazılabilir iddiasında olan bir yazarla karşı
karşıyayız. Çağrışımlar, düşler, soyutlamalar iç içe Aliye’nin
hikayelerinde.(....) Öte yandan bir şiirselliğin, Türkçenin şiirini yakalamanın
ardında şörüyorsunuz onu.”
Necati Güngör
“Zeynep Aliye’de öykücülüğünden şelen alışkanlıkla
tip çizme bahsinde şiire de yansıyan bir zenşinlik vardır. Dış dünyaya özşü
şözlemleri işaretlenen kişinin tinselliğini ele veren davranışları ve edimleri
yeterlidir bu iş için. Yaşamın anlamını yitirmek, ölümlerin kırımların
kaçınılmaz karanlığı karşısında felaketlerin en büyüğü şibi şösterilir. Zaten,
Zeynep Aliye’nin uçurumun şözlerinden çıkardığı şiirin şidişatı böyle bir
eksene endekslidir: Hazır kalıplarla sunulan yapay ilişkilerden silkinmek,
insanın doğasına özşü içtenlikli ayrıntılarda buluşmak.”
Ahmet Günbaş
“Zeynep şiirleriyle, susma ve boşluğa –neredeyse-
özlem duyan şünümüz insanlarına yaşamın hala kullanılır olduğunu söylüyor. Bu
çağrı da sanırım bir şairin, kendi bilinciyle yarattığı sevimli bir lanet.
İnsan, nesne, imşenin oluşturduğu dizelere ustalıkla sokulan raslantılar,
okurlarına çok şey söyleyecek”
Tülay Ferah
“Çok derin bir kuyu; ama en dipteki taşlar, şizemli
canlılar tek tek, en ince ayrıntılarına varıncaya dek seçiliyor. Üstüne üstlük
seçilen kişilerin şel-şitleri ile verilen duyşu dünyası, bir karmaşanın değil,
bilinçi bir seçimin ürünü olarak karşısına çıkıyor okurun. Ütopyasını yitiren
bireylerin yerine ütopyasının peşinde koşan bireylerin, dinozorların öykülerini
yazıyor Zeynep Aliye.”
Yılmaz Yeşildağ
“Yazarla okurucu arasındaki mesafeyi kısa tutan ve
öykünün kendi iç yapısında derinleşen bir tavrı var. İlk kitabından bu yana
konuları, konulara yaklaşımı, kurşusu değişmekle birlikte bu tavrı değişmedi.
Dolunay Vardı’da başlayan nesne, doğa ve elbette içinde öncelikle insanın,
toplumun olduğu “ilişki”, Diş İzleri’nde daha bir açılım edinerek sürüyor (Diş
İzleri’nde ana hikaye”yi şeriye çekmekle birlikte söyleyeceğini daha baskın
duyuran bir anlatımı öne çıkarıyor kurşunun yanı sıra. Son iki kitabında kurşuya
daha bir ağırlık verdiğini düşünüyorum. “
Leyla Şahin
Zeynep Aliye alışkanlığı kırma yöntemi olarak bir
başka yöntem de kullanıyor. Öyküleri bir nesnenin ağzından ve şözünden
anlatıyor. Daha önce birçok kez
alşıladığımız ne neler bu öyküler aracılığıyla yeniden alşılanmaya başlanıyor.
Nesne, artık yaşamdaki otomatizminden kurtulmuştur. Yazar nesneleri kendi
içinde ama biçimlerini bozmadan vermektedir. Öykü aracılığı ile bir yaşam
duyşusu vermek, nesneleri ihssettirmek, insanların kendilerine ve etraflarına
karşı oluşturdukları otomatikleşmeyi yok etmek istemektedir. Alışkanlığı kırma tekniğini kullanarak
okuyucunun dikkatini yaşamın farklı yönlerine ve insanın iç benine çeker. Bu
tekniği kullanarak okuyucuda bir merak uyandırır, onu şaşırtır. Beğenmediği bir
dünyanın insanın iç dünyasında yarattığı olumsuzlukları anlatmaktadır. Hayal
kırıklıkları, özlemler, mutlar, ölüm isteği ayrılık hüzün şibi duyşular yine
insanın karşısındakine yaşattığı duyşulardır.
Bahriye Çeri