Zeynep Aliye

Şair ve Yazar

Doğum
15 Ağustos, 1952
Eğitim
Eskişehir Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi
Burç
Diğer İsimler
Aliye Dündar, Aliye Yavuz

Şair ve yazar. 15 Ağustos 1952, Samsun doğumlu. Asıl adı Aliye Dündar, genç kızlık soyadı Yavuz’dur. Namık Kemal Ortaokulunu ve 19 Mayıs Lisesini bitirdikten sonra öğretmen okulunun fark dersleri sınavını vererek öğretmen oldu. Atatürk Eğitim Enstitüsünden mezun olduktan sonra Eskişehir Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesinde lisans tamamladı. İstanbul’da çeşitli devlet okulları ile Almanya’da Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yaptı (1971-79). Bilgi Yayınlarının İstanbul temsilciliğini üstlendi. Bir dönem TYS Genel Sekreterliğini, bir süre de Özerk Sanat Konseyi sekreterya görevlerini yürüttü. Türkiye Yazarlar Sendikası ile PEN Edebiyatçılar Derneği üyesidir.

Şiir, öykü ve köşe yazılarından oluşan ilk çalışmaları, 19 Mayıs Lisesi’ndeki öğrenciliği sırasında Demokrat Canik, Son Posta gibi yerel gazetelerde yayımlanmaya başladı (1968-73).

İlk yazısı 1968 yılında, Samsun Demokrat Canik gazetesindeki “Yaşadıkça” adlı köşesinde, ilk şiiri Mart 1996’da Şiir-lik dergisinde çıkmıştı.  Sonraki yıllarda ise öykü- şiir- söyleşileri, inceleme-araştırma yazıları, resim üstüne yazıları “Sombahar, Ada Öykü, Adam Öykü, Atika, Cumhuriyet Dergi, Cumhuriyet Kitap, Düşler Öykü, Düşler Şiir, Şehir, Edebiyat Nöbeti, ‘E’ Dergisi, Hürriyet Gösteri, Karşı Edebiyat, Mavi Ada, Milliyet Sanat, Sombahar, Sesler, Şiir-lik, Şiir Oku, Türk Dili dergisi, Yazarlar Dünyası, Yaşasın Edebiyat, Yeni Biçem, Varlık” başta olmak üzere hemen tüm kültür sanat dergilerimizde yayımlandı.

Yazın çalışmaları dışında bugüne dek ‘Türkiye Yazarlar Sendikası genel sekreterliği’, ‘BESAM (Bilim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği) kurucu üyeliği ve başkan yardımcılığı, Özerk Sanat Konseyi Yürütme Kurulu üyeliği, ‘Sine Koop Genel Sekreterliği’, PEN Yazarlar Derneği genel sekreterliği yaptı ve hala aynı  yazar kuruluşunda yönetim kurulu saymanlık görevini yürütüyor.

 Profesyonel olarak Yaşasın Edebiyat dergisinde ve Bilgi Yayınevi  İstanbul  Temsilciliği görevlerinde bulunan Zeynep Aliye, Türk Dili Dergisi, Yaşasın Edebiyat dergilerinin yayın kadrolarında yer aldı; ‘Yazarlar Dünyası’ dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptı.

2007 yılından bu yana Yaratıcı Yazın Dersleri veren yazar, yaşamını Büyükada’da sürdürmektedir.

 

ESERLERİ:

 

Yaşamak Masal Değil (1990, Gerçek Sanat Yayınları);  

Aliye’nin Öyküleri (Öykü, 1993’te İsveç’te Hümanist Enternasyonal’in dördüncü yıldönümü onuruna düzenlenen yarışmada “Art, Contest’93 Öykü Ödülü”, Cem Yayınevi, 1992);

Dolunay Vardı (öykü, Altın Kitaplar, 1995);

Diş İzleri (öykü, 1996 “Orhan Kemal Öykü Ödülü” ve “1997 Haldun Taner Öykü Ödülü Ücüncülüğü”; Bilgi Yayınevi, 1998);

 Raylardaki Merdivenler (öykü, “1998 Sabahattin Ali Öykü Ödülü”; Bilgi Yayınevi, 1998); Vahşi Kelebek ( öykü, 2002, Bilgi Yayınevi) Yunus Nadi Öykü Ödülü),

Bir Neon Kayması (şiir kitabı, 1999, Bilgi Yayınevi;)

Yüz Yüze Edebiyat (söyleşi, 2000; Bilgi Yayınevi);

Mavi Adam-Attila İlhan’la Söyleşiler(söyleşi, 2000; Bilgi Yayınevi)

Çıplak Güvercinler( öykü, 2005; İskele Yayınevi),

Çöl Kapısı (şiir, 2008; Artshop Yayınevi);

Ressam Neriman Oyman kataloğu (2008, Bilim Sanat Galerisi);

Bekaret Boncuğu (öykü, 2012; Kavis Yayınları);

Prinkipo Fırtına Burcunda (öykü, 2015; Heyamola Yayınları),

Kavşakta (roman, 2021 Mayıs, Cumhuriyet Kitap)

 

 

Ödülleri:

 

Aliye’nin Öyküleri (Öykü, 1993’te İsveç’te Hümanist Enternasyonal’in dördüncü yıldönümü onuruna düzenlenen yarışmada “Art, Contest’93 Öykü Ödülü”nü kazandı. Diş İzleri’yle 1996 Orhan Kemal Öykü Ödülü ile 1997 Haldun Taner Öykü Ödülü Üçüncülüğü ve Raylardaki Merdivenler ile 1998 Sabahattin Ali Öykü Ödülünü aldı. Vahşi Kelebek ile 2002 Yunus Nadi Öykü Ödülünü M. Sadık Aslankara ile paylaştı.

 

Zeynep Aliye İçin Ne Dediler?

 

Aliye’nin öykülerinde duygu yoğunluğu ile katı gerçek iç içe, ustaca eritilmiş birbirinde...” (Muzaffer İzgü)

 

***

 

Zeynep Aliye’nin öyküleri, yaşam denilen toplu akın içinde sürüklenen bireyin, içine düştüğü ağların, bu ağların nasıl örüldüğünün öyküsüdür. Kuruluş ve anlatım yönünden taşıdığı özelliklerin ötesinde, bir kişilik arama sorununun, kişinin kendisiyle özdeşliğini kurarak dünyadaki yerini saptama çabasının irdelenişi olduğunu söylersek yanılmış olmayız.” (Yılmaz Yeşildağ)

 

***

 

Yazar, öykülerinde, şiirsellik boyutunu çoğunlukla öne çıkararak, az sayıda sözcük kullanımıyla çok yoğun duygular aktarmakta, içlerinde, şiirsel söyleyim, kişileştirme, eğretileme, simge, imge, sıradışı sözcük birliktelikleri, zıt kavramların bağdaştırılması, masalsı anlatım, sapma, önceleme gibi söz sanatlarını barındıran dil kullanımlarını sıklıkla kullanmakta.” (Aysu Erden)

 

***

 

“Zeynep Aliye’nin yayımladığı her öykü kitabı bir öncekinin içerdiği yetkinliği aşan bir yapı sunar: yazınsal çıtayı her yapıtında bir üst düzeye taşımaktadır yazar. Her yeni kitap bildiğimiz insanların bildiğimiz öykülerini yepyeni teknik ve dilsel ustalıklarla anlatır. 1995 tarihli Dolunay Vardı bireyin gündelik sorunlarla başa çıkma/ çıkamama gerilimini kimi zaman gülümseten bir fantastikle anlatıyordu. 1998 tarihli Diş İzleri ve Raylardaki Merdivenler ise yepyeni bir fantastiğin, insanın ruhsal labirentlerinde gözüpek bir serüvene atılmış bir yazarın öykü dünyasıyla çetin bir mücadelesini duyuruyordu okura. (…) Raylardaki Merdivenler’de de tutku öyküleri yer alır, ancak bunlar mesleğine, sanatına tutkulu kişileri anlatan, son derece geniş bir bilgilenme sürecinden geçtiği belli olan damıtılmış, inceltilmiş öykülerdir. (…) Vahşi Kelebek yazarın yükselen çizgisinin ulaştığı son nokta: baş döndürücü, acıtan, sarsan, soluksuz bırakan öyküler birbiri ardına okuru sarmalıyor.” (Nedret Tanyolaç Öztokat)

 

KAYNAKÇA Muzaffer Uyguner / Yaşamak Masalı (Karşı Edebiyat, Aralık 1990), Leyla Şahin / “Yaşamak Masal Değil”den “Diş İzleri”ne (Cumhuriyet Kitap, 22.10.1998), Ataol Behramoğlu / Zeynep Aliye’nin Gizemli Dünyasında Yolculuk (Cumhuriyet Kitap, Ekim 1998), Erendiz Atasü / Zeynep Aliye ya da Öykücüde Gizli Şair (Papirüs, Mayıs 1999), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Aysu Erden / Zeynep Aliye’den “Vahşi Kelebek” Deneysel Bir Öykü Kitabı (Cumhuriyet Kitap, 12.12.2002), Nedret Tanyolaç Öztokat: Vahşi Kelebek ve Zeynep Aliye’nin Öykü Sanatı (Varlık, Ocak 2003), Zeynep Aliye (Bilgi teyidi, 18.04.2021).

 

ÖYKÜ ÖRNEKLERİ

TIRNAK I

 

Fakat yine de yok muydu başka yolu diye bin suratlı, püskül püskül bir hacıyatmaz soru dayatmaya kalkarsa, koyar önüne en net yanıtını: “Tırnak” der.

“Tırnak. “

‘Kına, katkat, ak, takı, kar,  tak, tan, kır, an, anı, tır,at,kat, kıta,  katı, tık, ırak, at,nar, kan, akıt, kar, nar, karın, katır, arı, akın, tırnak’

İlk o gün kına yakıldı avuçlarına, kat kat giysiler giydirildi çocuk bedenine; parlak takılar kar beyazı bileklerine, güvercin göğsüne üfürüldü iyilik, omuzlarına salındı  tan yeri akışlı saçları; sonra yüreği kırlaşmış O, girdi koluna; vakitsiz bastıran kar altında çiçeklerinin donacağını o saat anladı ama çaresizdi. Kara kara takların altından geçirip, kıtalar, kıtalar aştırıp; ayrılıktan çok, seksek evine, onun son odasındaki bir gün gökyüzüne salmayı hayal ettiği balonlarına veda edememek koydu zaten; kapıları tek yönlü, ıraklardan ırak bu hiçbir çıkışı olmayan kente getirip koydular.  Kocaman bir nar kırdılar kafasının üstünde, kan taneler dağılırken içinin parçalandığını sandı A. “Ana arı olasın; dölünü nar gibi bereketli kıla”, dediler. Karnına doğru susmasının,  evvelinde duyduğu bu oldu.

Tırnaklarına ilk o zaman daldı: sesini, sözünü ciğerindeki küçük küçük düğümlerin içine tohumlarını ekip biçmek için kemirdi ha kemirdi tırnaklarını, kapatıldığı sur parantezden kaçak çıkışlar yapıyormuş gibiydi önceleri; tıpkı seksek evinin son odası yerine koydu onu. Hem orada, hem buradaydı. Hem içerde düşmanıyla, hem dışarıda özledikleriyle; hem acılı hem mutlu, hem bir uçurtma hem ayaklarından bağlı bir saka kuşu… Fakat her şeyin bir sonu vardır; nitekim işte bir gün tık edince anladı ki gittiği hiçbir yer yok. Balonları dağın tepesini aşamayacaktı; düğümleyip gömdüğü bohçaların içindekiler, kâğıt misali yanmıştı hem. O gün hak verdi suratını dışarıdan cama dayamış hem Şeytan hem Melek olana. Tık etmeden olmuyordu demek. Tık etmişse yıkılma vakti gelmiştir. Başka bir yolu da yoktur; değil mi? Sesini biriktireceği düğümlere de yer kalmadıydı zaten. Seksek oynamayı özlediği kadar özlemliydi sesine. Ek bir açıklama gereksiz. Tırnak, Ben, demek oldu o günden sonra. Camın ötesine hiçbir yeri kesilip kanamadan, canı hiç yanmadan geçip yuvarlak taşlı yoldan yürümeyi göze alırsa çıkabilirdi sur parantezin dışına. Sonrası mı, kaydıraktan koynu yumuşacık kum havuzlarına kayacak, Balerin’in koltuklarında merkezden gitgide uzaklaşarak dönerken çığlık çığlığa haykıracak, en yıldızlı gecenin altında uzanıp şarkılar söyleyecek, binecek asansöre çıkıp inecek, çıkıp inecek, çıkıp inecek, ip atlayacak, son sahnedeyse, seksek evinin sekizinci hanesinde  dipsiz bir uykuya dalacak.

Önünde biri tümsek, diğeri çukur; son iki engel.

“gelgitgitgelgelgitleregitgelleregelgitvegitgelgerigelgitgitgellere son vermek; en geniş eşiği, yani kendi eşiğini, en uzun sıçrayışla geride bırakmak, yeni doğmuş kaderin kolunda, ayaklarında sihirli pabuçlarıyla barikatı aşmak için” yavaşça doğrulacak. Doğrul artık. Hesap bir biçimde görülmeliydi: üstünü örterek, düğümü kılıçla keserek ya da olduğu yer ve biçimde bırakıp sırtını dönerek. Seçimi yanlış yapmış olabilir ancak şu var ki ‘maskını tak çıkart yeniden çıkart tak ya da takma çıkart ya da çıkart ma tak ya da tak ma; her şey yolunda değilse de şimdilik kontrole alındı. Duvarda dikelen, yapılı gölgenin seyrelmiş saçlarını, top sakalını tel tel yolmak; aslan kafalı bastonunu kırmak şartıyla.

İlerigeriileri geri ileri geriilerigeri…Satır başı, iki nokta üst üste…Âlâ. İleri gerileri geriilerigeriileri geri…Son yakın’a yaklaşmak için; ileri geri, ileri geri, ileri geri, ileri.… Tükenirken vakit, başını göğsüne yaslayacak, başını omzuna koyacağı ‘kim’ için; tükenmemişken vakit.

Tükendi mi yoksa?

 

***

 

 

ŞEYH HAMDULLAH EFENDİ VE BİR YAZI YARATMAK

 

Zeynep, kapının açık kanatlarından birine yaslanıp kalem işi süslenmiş duvarlardaki küpe kırmızı, nar kırmızı lalelere, kuşkonmaz yeşilinden turkuaza bin ayrı tonda serpilmiş yapraklara, dallara çiçeklere hiç beklemediği bir soruyla karşılaşmış gibi biraz şaşkın baktı bir süre. Ardından fresklerle süslü tavana çevrildi bakışları. Ne kadar yüksekti ve müthiş bir özenle işlenmişti. Hele tam merkezindeki, kristal taşlardan oluşma görkemli avizenin bir eşi daha yoktur, gibi geldi ona.

Ama taş zeminli salondaki, her birinde elektronik ya da mekanik daktilolar, bilgisayarlar bulunan masaların aynı ölçüde ilgisini çektiği söylenemez. Çekmiş olsa bile bir karşıtlıklar dünyası oluşmasına zemin hazırladığı içindi ve bu bağlamda hoş duyarlıklara vesile olmuştu. Gerçi biraz önceki konser sırasında belleğine sızan ve hala orada uçuşmakta olan büyülü ezgilerle o kadar doluydu ki hiçbir şey onun ilgisini çok da fazla çekemez, mermer sütunlar arasından, merdiven basamaklarından bir tüy gibi uçarcasına inip bayatlamış oksijenin bütün ayrıntılara sindiği bu binadan dışarı çıkıp gitmesine engel olamaz gibi görünüyordu.

Şayet son anda masaların arkasına adeta gizlenmiş olan rahleyi fark etmeseydi.

Cümle kapısına yönelmesinin hemen öncesiydi. Bakışları, birden ışıdı ve mangaldaki közün bir aleve dönüşmesi gibi parlayıp hızla ruhunu sardı... Birkaç saniye öylece, soluk bile almadan, gülümsemesi yüzünde gitgide pembeleşerek, hep aradığı şeyi bulmuşçasına coşkuyla çarparak yüreği dikeldi orada...

Yarım ay oluşturacak biçimde yerleştirilmiş masaları ve üzerindekileri, bir reklam filminin arka planı gibi algılayarak, tepesindeki dev avizenin, sedef kakmalarında gökkuşağı yansımalar yarattığı rahle ve sehpaya yürüdü. Kapı-rahle çizgisinin pencere ayağındaki daktiloyu da o sırada ayrımsadı: eski görünüşlü bir masanın üzerine konmuştu. Çalışır vaziyette bir daktilodan çok, bir daktilo iskeletini çağrıştırıyordu. Ancak bir insan iskeletinin karşısındakinde yaratamayacağı güzelduyuya sahip bir iskeletti bu. Büyük olasılıkla da, daktilonun soylu atalarındandı.

Rahlenin önüne konmuş, sanki saatlerdir oturan birisi üzerinden şimdi kalkmış gibi ortası çukurlaşmış mindere basmaktan kendini son anda aldı; adımını hızla geri çekti. Bakışları masadaki daktilo iskeletinden, yerdeki kenarları püsküllü mindere, oradan rahlenin inanılmaz incelikteki oymalarına, sedef kakmalarına, rahlenin üzerinde (içlerinde mutlaka yarım kalmış bir hat çalışması da olan) hat yazılı kâğıtlara gidip geliyordu sürekli. Birinde besmeleyle Hazreti Ali'nin yüzü çizilmişti; kavisli kaşları, iri gözleri, kalın kıvrık bıyıkları ayrı ayrı harflerle simgelenmişti... Bir başka kâğıt üzerinde 'Bismillah'la tabanca motifi, onun altına suluca mürekkeple rahatça yazılıvermiş hissini uyandıran, celi sülüsle, "insan kıyafetiyle değil diliyle insandır" yazılı bir levha, ‘Bu da geçer yahu’ yazılı sülüs-nesih kıt'a ve üzerinde Hattat Şeyh Hamdullah Efendi'nin imzası olan bir portfolyo...

Rahlenin yanı başındaki sehpada ise, lacivert kadife püsküllü bir pirinç çan... Çifte Ali saplı, çiçek motifleriyle işlemeli demir hat makası... Gümüş saplı bir büyüteç... Bir makta... Yüzlerce aharlı kâğıdı kayganlaştırarak, kalemin kâğıt üzerinde uçarcasına yol almasını sağlamış menevişli bir mühre (başarmışlığın olgun mutluluğu olsa gerekti billûr camdan çok elması çağrıştıran duruşunun nedeni)... Yanında kalemtıraş... Fildişi saplı gümüş kakmalı kalem bıçağı... Tam sap ile namlu arasındaki bileziğinde yer yer silinmiş bir imza... Kan kırmızı kadifeden, üzeri simle işlenmiş bir kese ve çanın, hat makasının, mührenin, maktanın, kalem bıçağının, kalemtıraşın önünde gümüşten yapılma ince uzun bir divit...

Sanki bir elin kendisine dokunmasını bekliyordu divit. Bu bekleyiş, ilk dokunanın parmak uçlarında bir metalin mesafeli serinliğinden çok farklı, ıpılık bir dokunma duygusunu ayrımsatacaktı değdiği an. Sanki belinden henüz çıkarıp, kürsüye bırakmış Hattat Şeyh Hamdullah Efendi... Öyle sıcak... Divit, hattatın bir elinin belki hâlâ ince el işleri, karanfil desenleriyle kaplanmış yüzeyini okşadığını düşlüyor olmalıydı şu an... Sekiz yıllık inzivaya ek kırk gün… Ve bu süre boyunca kimseyle tek bir sözcük konuşmayan, yaratmayı istediği yeni yazı tarzını başaramadığı sürece -daha aylarca hatta yıllarca sürecek bile olsa- kimseyle konuşmamaya ant içmiş olarak oturduğu rahlenin başındaki haliyle Şeyh Hamdullah Efendi... Duvardaki abanoz zemin üzerine sülüs hattı ile yazılmış sedef kakmalı levhayı da daha önceki günlerde öteki levhalara yaptığı gibi yüzü duvara gelecek şekilde ters çevirmiş...

 

Zeynep, parmakları titreyerek açtı portfolyoyu. Kâğıt üzerinde üst üste binmiş, kolu- boynu-omzu karışmış, aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı, sağdan sola, soldan sağa çizilmiş bir dolu harf vardı ve bu harfler Arap alfabesinden Yunan alfabesine, Fenike alfabesine birbirinden çok farklı alfabelere aittiler... Ama harflerdeki altüst olmuşluğu, kendini yok ederek var olmaya çalışan coşkuyu daha ilk bakışta yakaladı Zeynep. Bunu, konuyla hiç ilgisi olmayan birinin bile kolayca çözebileceğini düşündü.

Bir hattatın karalama çalışmasından çok, bir arayışın panoramasına benziyordu karmakarışık görünen bu şekiller. Tüm kuralları aşmaya çalışan, belki kendi kurallarını, daha doğrusu kendi kişiliğini harflerle ortaya koymaya çalışan bir hattatın karalamalarıydı. Belki kimseye bir şey kanıtlamak ne de öğretmek amacı taşımayan, bütün savaşımı kendisiyle olan bir sanatçının eskiz çalışmaları da değil, yalnızca arayışlarının çığlığı... Ne yazacağının değil, nasıl yazacağının peşindeki, harfler aracılığıyla kendi dünyasını kurmaya çalışan bir hattatın, içindeki cevheri durmadan yontuşu gibi. Herhangi bir kompozisyon kaygısı gütmeden, çılgınca başkaldırmış harflerin akıntısına bırakmış kendini hattat. Orada yalnızca yüreğinin sesi var; evrenin nabız atışları var. Yeteneğiyle yetinmek bilmeyen, yaşamı boyu neye ulaşmak istediğini de tam olarak çözememiş, aklın, bilginin denetimine başkaldırmış bir hattatın, kimi deformasyona uğramış, altüst olmuş, iç içe geçmiş, okunamayan karalamaları.

‘Ahhh!’

Zeynep, hemen arkasından gelen inlemeyle yerinden sıçradı. Cumbalı pencerenin hemen berisinde, arkası kendisine dönük oturan hafif kamburu çıkmış erkeği de o zaman gördü: Evet, oydu, oradaydı Hattat Şeyh Hamdullah Efendi. Yaşlı çınarın her bir yaprağının düşüşünü gözlemek için orayı seçmişti sanki.

Başında tören sarığı, üstünde kendi elleriyle diktiği, tıpkı II. Bayezid’e şehzadeliği sırasında hediye ettiği kaftan gibi dikiş yerleri gizlenmiş bir kaftan. Sol dizi minderde, öteki dizinin üzerinde, yazacağı aharlı kâğıt ve altlık.

Tam sekiz yıl artı kırk gündür bu odada, bir başına... İçeri kimseyi almıyor. Sekiz yıl kırk gündür bu odadan çıkmıyor, ince uzun pencerelerde asılı sarı ipek perdelerin tek plisi bile oynamadı bütün bu sürede... Sedirdeki kırlentlerden ya da minderlerden hiçbirinin yeri değişmedi... Boğazından kuru ekmek ve su dışında bir şey geçmedi. Ve son kırk gündür, tek bir kez bile bir kaleme elini sürmedi. Tek bir kâğıda, tek bir çizgi çekmedi tam kırk gündür. Odanın dört bir yanındaki yumak olmuş, buruşturulup bırakılmış, çizgi çekilip atılmış, mürekkep lekeli, anlamsız işaretlerle doldurulmuş, yazılı ya da bomboş kâğıtlar, hep Şeyh Hamdullah Efendi’nin kırk gün öncesinin yaşamına ait...

Hamdullah Efendi huş içinde beklemede. Vakt erişti. Hocası, şeyhi Sufi Yahya Çelebi-zade Ali Çelebi’yi gönendirecek,  ama asla onunki gibi olmayan, yalnızca kendine ait yazısını sonsuzluk nehrine salmasına az kaldı, hissediyor bunu. En başından beri tek istediği buydu zaten. Kendi yaratacağı stile, harf karakterlerine kavuşma özlemi, heyecanı, korkusu ve umudu içerisinde kimselere bir şey söylemeden bekledi yıllardan beri... Sekiz yıllık inziva artı kırk gün; özellikle de son kırk gün. Korkuyor ama cesaretsizliğe teslim olmayacak. Tedirgin ama umutsuzluğa ödün vermeyecek... Tek bildiği, Sümerlerden beri yeni yeni akarsularla güçlenerek gelen nehre kendi yazısını salacak olduğu.

.Evet, evet, onun adıyla anılacak bu yazı. Mısır Tanrısı Toth'un, Tanrıça Isis'in, Babil'in Yazı Tanrısı Marduk'un oğlu Nebo'nun, Çin İmparatoru Fu Hsi’nin, Iskandinavların tanrısı Odin'in yazısının kopyalarını değil; ne de, tanrıların Enoch'a, Musa'ya, Muhammed'e gönderdiği yazılardan birini... Şeyh Hamdullah Efendi tanrılardan beklemiyor... Haşa bir tanrı değil ama bir Tanrı gibi yaratacak... Divit de biliyor bunu, makta, da, kalemtıraş da, mühre de, mürekkep de, icat olunacak yazının kendisi de. Bu yüzden direnmenin çaresiz olduğunun ayırdında hepsi... Bu isteğin, bu gücün karşısında kim durabilir ki? Gözlüğünün kalın camları arkasındaki çakır gözlerinde çocuksu bir sevinç ışığı çakıp sönüyor durmaksızın; pembeleşiyor solgun yanakları, apak sakalı kabarıp ışıldıyor... Büyüteci uzanıp alıyor, yay gerip, ok atarak güçlendirirken aynı zamanda hassaslaştırdığı ince, uzun parmaklarıyla; kadife kaplı duvarlara, duvardaki apliklere, halının üzerindeki yaprak, çiçek desenlerine, sonra kendi el çizgilerine yakınlaştırıp uzaklaştırarak tutuyor büyüteci... İşte asıl arayışının avuç içindeki yuvarlak, kırık ya da düz çizgilerde; çarpılı, yıldızlı, kesikli işaretlerde olması gerektiğini düşünüyor birden. Bu hayat çizgisi, bu sevda çizgisi, bu... Tam işaret parmağının dibindeki çarpı işareti ve onun yanındaki yıldız, geleceğinin ne kadar parlak olduğunu müjdelemiyor mu açıkça...

Kaftanının yenlerini iki yana devirerek iyice serbestleştiriyor kollarını.  Divitin baş tarafına doğrultuyor büyüteci bu kez; celi sülüs yazı ile atılmış imzanın altında "Yazıcıların kıblesi" yazıyor. Sözcükler kafasında bir dolu çağrışım yaratıyorlar ama içerdikleri gerçek anlamın bu çağrışımların çok ötesinde olduğunun ayırdında o... Dudaklarından birden, en sevdiği şairin, ‘Şu kamışın hali ne garip, bir misk denizine dalıyor, Bu misk ile Kâfur üzerine delinmemiş, ipliksiz bir inci diziyor’ dizeleri dökülüyor.

Tane tane yineliyor son sözcükleri...’ delinmemiş, ipliksiz bir inci diziyor...’ Kendisi de biliyor incilerin ipliksiz dizilebileceğini ve bunun, dizen için ne doyumsuz bir mutluluk olacağını. Gerçi güzel yazı yazmak kadar güzel yazılmış bir yazıyı okumak da büyük zevktir... Örneğin bugün ters çevirdiği, Yahya Efendi’nin talebesi Hasan Çelebi’nin, şu duvarda asılı celi sülüs levhaları. Ya da armut biçiminde işlenmiş ‘Aman Mürüvvet’i çözmek, okumak, seyretmek güzel yazıdan anlayan herkes için apayrı bir mutluluk değil mi! Üstelik bünyesinde ve yazılışında hamlık, dengesizlik, iğretilik, acayiplik olan, neredeyse aşureye benzemiş bir dolu yazı örneğinden sonra böyleleriyle karşılaşınca, hem hoşlanıyor Şeyh Hamdullah Efendi, hem de niye yalan söylemeli, kıskanıyor. Ama hayır; o en büyük hazzı, adını kendi vereceği yazıyı bulduğunda tadacak... Başka hiçbir mutlulukla kıyaslanamayacak ve yaşatacağı zevkten dolayı asla günah olarak görülemeyecek bir doyuma ulaşacak o zaman...

Divitin kapağını açıyor: ince yazılar için kullandığı kamış kalemler; kiminin ucu çatlak, kimi delikli. Bu, celi yazıların yazıldığı, çapı geniş harfler için kargı kalem... Şu arkadaki, ıhlamur ağacından yapılma, iki kenarına birer kurşun kalem bağlanarak hazırlanmış tahta kalem; bununla yazdığı yazının içini daha sonra fırça veya tarama kalemi ile dolduruyor Şeyh Hamdullah Efendi... Tarama kalemini, celi yazıların kenarını düzeltmekte de kullanıyor gerçi... Şu demir kalem, şu da müsvedde yapmakta, kopya etmekte, satır çizmekte kullandığı kurşun kalem... Ama bütün bu kalemler içinde, onun gönlünün sultanı, onun ilk göz ağrısı olan bir kamış kalem...

‘Kırk yıl oldu...’ Kaleme sevgiyle bakıyor, gözleri dolu dolu... İşlek olsun diye, hocası Sufi Yahya Çelebizade Ali Çelebi’nin  mezar toprağında gömülü bırakmıştı tam bir hafta boyu. Henüz altı yaşındaydı Hamdullah Efendi. Ama bu bitmek tükenmek bilmez bir hafta sona erip de kalemi eline aldığı an, .yaşamı boyu büyük bir aşkla yazacağını ve yalnızca yazı için yaşayacağını anlamıştı...

Yassı kalemliğin ucuna sabitlenmiş kapaklı hokkadaki lal mürekkep hâlâ kurumamış. Gerçi iyi mürekkep kurusa da yitirmez rengini. Eğilip kokladı; gözlerini yumup içine çektı kokuyu. Gül dese değil, karanfil dese değil, is dese hiç değil; mest eden, ruhuna hoş duygular salan bu koku olmadan yaşayabilir mi? İliklerine işlemiş afyonu onun bu koku... Aşkı... Cennet bahçesindeki türlü çeşit çiçeğin kokusu ne ki bu kokunun yanında? İrem bahçelerindeki karanfiller, güller renklerini bundan almamışsalar başka nereden alabilirler ki?

Divitin hemen yanında sedef kaplama fildişinden oyularak yapılmış kubura uzandı bu kez. Açtı kapağını; tedirgin, heyecanlı. Hâlâ bir büyünün kapısından ilk girildiği anki heyecan esintisi dolaşıyor ortalıkta... Rulo biçiminde iç içe sarılmış, aharlı iki kâğıt, hafif sararmış, boş uçsuz bucaksız parşömen biri, öteki kûfi yazı ile yer yer altın mürekkebi yer yer de lâl mürekkebiyle yazılmış:

‘Mürekkebin temizini kullan. Onu teşkil eden is gayet ince, iyi karışmış, iyi ezilmiş olsun, kaleme isyan etmesin, ona itaat etsin ve akıntılı olsun...’

Çünkü kutsallığın somutlanması bu... Çünkü mürekkep yüreğindeki bütün gizleri dökecek ortaya... Çünkü amacın, harflerin soylu güzelliğini ortaya çıkarmaktan daha ötede olduğunu biliyor. Harflerin belleği var ve o bellekle değişecek dünya. Yazı değiştirecek dünyayı... Çünkü yalnızca yazılan kalır... Duvarlara, madene, çiniye, seramiğe, kapılara, pencere pervazlarına, divit üzerine yazılırken hem tarihe ışık tutacağını, hem insanı insanlaştıracağını biliyor yazının kendisi. Kalem, onu tutan elle, o eli yönlendiren beyinle birlikte değiştirecek dünyayı. Yapan ve yıkan, olduran ve öldüren el ve beyinle birlikte. Bir giz kuyusunda birlikte boğuşacak, bütünleşecek ve sonuçta birlikte çıkacaklar o kuyudan, hep birlikte var olmak için... Okumayı sürdürüyor:

‘Mürekkebini hazırla önce... Bir hattat kendi mürekkebini kendi hazırlamalı. Sonra kamışı kararında yontmak gerek. Ama yontarken sertliği göz önüne alınmalı ki, ucun tam ortasından iki parçaya ayrılacak şekilde yarılması sağlanabilsin... Ne bir derece daha sert ne bir derece daha yumuşak olsun... Kâğıt dinlendirilmiş, mürekkebe tam ölçüsünde su katılmış olsun. Bir hattat, kalemin, tüyün, fırçanın hafifini, papirüsün, kâğıdın, bezin mürekkebi kararında içenini, sağlam, kalıcı dokusu olanını seçmek gerektiğini bilir...’

Şu an ne yapması gerektiğini tam olarak bilmiyor. Günlerdir, günlerdir beyninin içine onlarca, yüzlerce, binlerce; yanlamasına, diklemesine, çaprazlamasına çizdiği hayali çizgilerden, harflerden, şekillerden sonra şu an vardığı noktanın varmak istediği nokta olduğunu söyleyemez... Hayır, umutsuz değil... Bugün değilse bile bir gün mutlaka kendi salını yüzdürecek o n nehirde, vallahi hem billâhi. El falında bile görünüyor işte; çarpının yanındaki görkemli bir ışıltıyla parlayan yıldız, tarihe kalacağının göstergesi değil mi?

Hazdan titriyor kaleme uzanırken... Çile bitti bitecek... Yepyeni bir vadi açılmakta Şeyh Hamdullah Efendi'nin önünde... Üstelik üstatlığı kabul edildikten sonra... Her biri hat mucizesi sayılan En'am-ı Şerifleri, levhaları, dua mecmualarını, kıt'a ve murakka'ları yazdıktan sonra kendine has yazı vadisini değil, kendine ait yazıyı bulacak...

Kamışın iki başını kesiyor, ‘delinmemiş, ipliksiz inci’ dizecek… Bu kamış, yaşamındaki en önemli varlık. Her şey terk edebilir, unutabilir; bir tek o unutmaz, üstelik yazdıkça, biçime girer, olgunlaşır, değer kazanır. Mağara resimlerinden düğüm yazısına, hiyerogliflere, çivi yazısına güzelleşerek, güçlenerek gelmedi mi? Geldi, çünkü belleği var...

Kamışın içindeki lifleri temizliyor şimdi. İnce kısmı sol elin başparmağıyla işaret parmağı arasına gelecek şekilde tutuyor. Sağ elindeki iyi su verilmiş sert çelik ağızlı kalemtıraş ile açılan kısım uzunca bir badem olacak şekilde aşağı doğru yontuyor. En çok dikkat edilmesi gereken, kamışın sertliğine göre yontma işini dengelemek ve ucun tam ortasından iki parçaya ayrılacak şekilde bıçakla yarılmasını sağlamaktır. Sonra yontulup inceltilen kamış, makta üzerindeki kalem yuvasına yerleştirilerek kalemtıraş ile yazılacak yazının gerektirdiği açıda bir basışta kesilecek. Kalemtıraşa bakışı sevgi ve muhabbet doluydu artık. ‘Her hastaya bir firaş lazım, hattata kalemtıraş lazımdır’ çünkü. Divitin yanında biriken talaşları çekmecesinden çıkardığı lal kadife keseye, keseyi rahleye bitişik tutarak, bir damlası bile yere düşmeyecek şekilde doldurdu. Bir gün cenazesini yıkamak için ısıtılacak suyun ateşinde yakılacak zira o talaşlar...

Olağanüstü bir heyecan; kaşıyor, kamaştırıyor, kanatıyor içini... Parmaklarının ucundan inip gelecek ve yazıya ulaşacak olana karşı müthiş saygılı bir heyecan, yanı sıra korku... Yumuşacık kile üçgen uçlu kamış kalemle bastırıp çektikçe kilde beliren çivi işaretleri kilden defterlerde koyun başına ya da eşekbaşına dönüştükçe, Sümerli çocuğun duyduğu heyecana benzer bir hissedişe giriyor. O, Sümerli çocuğun bildiğinden çok daha fazlasını biliyor gerçi. Asıl heyecanının nedeni de bu: Gizi çözmek üzere... Kamışın ucundan ak kâğıt üzerine düşer gibi düşüyor şekiller beyninin sonsuz açıklığına: Sağdan sola, yukarıdan aşağıya, soldan sağa... İşaretlerden işaretlere geçildikçe, simgelerden simgeler yaratıldıkça açılıyor beyninin içindeki perdeler, kapılar...

Kalemi hokkaya batırdı usulca. Mürekkep ve kalemin buluşması bütün gizi açığa çıkabilir. Mürekkebin içinde bekleyen güç, kalemle birleşip var olacak. Bir kadınla bir erkeğin birlikte insanı var edebilmesi gibi, mürekkeple kalem, ‘Yazı'yı var edecekler.

Birbirine benzeyen, benzemeyen, her biri ayrı bir gizi simgeleyen şekiller birbirine koşuyor, kaçıyor birbirinden, yaklaşıyor birbirine... Heceler sözcükleri, sözcükler cümleleri-paragrafları-metinleri oluşturacak birazdan; dünyayı var ederek değiştirecek yazı.

Kremle nohut rengi arası bir renkle boyandıktan sonra şapla kestirilmiş yumurta akıyla terbiye edilerek mührelenmiş kâğıdın üstüne, sivri tarafını ve ağırlığını sol alt köşeye doğru vermiş yamuk bir çember çizdi; ortasına rahat bir nokta; çemberin üstüne de bir an değip geçen bir yay yerleştirdi... ‘Mısır hiyeroglifiyle mağara resimleri arasında ne fark var?’ Yanıtını bildiği ama dile getirmekten çekindiği bir soruyu yanıtlamak ister gibi. Yamuk çemberin hemen yanına, ineğe benzeyen bir başka şekil çizdi sonra: Bu da eski Sami yazısında öküz... İşaret yan yatırılıp ’aleph' yani 'öküz' anlamında kullanılmış... Hatta eski Sina yazısında da öküz aynı değil mi! Bulmacadaki son iki kareyi doldurmak zorunda. Ardından işareti ayakları üzerinde durdurdu. Tepesindeki yayı işarete kuşak yapınca A çıktı ortaya. ‘Fenike alfabesinde de bu işaret Aleph’in A'sı olarak kullanılmadı mı?’ Zincirin yeni bir halkasını daha ortaya çıkarmanın tedirgin sevincini duydu. Burası artık geri dönülemez nokta. Mantık zinciri onun isteği dışında da olsa yürüyor: ‘Aynı işaret Yunan yazısında Alpha olarak kullanılmadı mı? Hem Arap yazısı, Islâmdan bin yıl önce İbrani yazısıyla birlikte Arap yazısından türemedi mi? Yani hem Latin hem Arap harflerine Fenike yazısı analık etmedi mi? Fenike yazısı Nabat kavmince kullanılırken Araplara geçmedi mi? Orada nokta ve hareke işaretleriyle bezenmedi mi?’ Ve Şeyh Hamdullah Efendinin çizgilendirdiği işaretler, mağara resimlerinden Latin harflerine uzanan süreçteki yazılardan hiçbiri sayılamayacak ama hepsini içeren bir yazı olacak...

Evet, yazıda insanüstü bir güç var... Yeni harfler çiziyor durmaksızın... İste kendisinin harflerle çizdiği Hz.Ali'nin yüzünü, kılıcını kim baksa hem okur, hem anlar. Bu, Arafat... Cennet... Bu, İrem bahçeleri... Bunlar da Nesimi'nin derisinin yüzülmesine neden olan harfler... Bu bütün dünya dilinde ‘Barış’... Bu, aşk: Seni seviyorum... Bu... Gökteki yıldızlar düştükçe her sayıyla birlikte kâğıt üzerine.

Bir anlık tedirginlik; odada sanki birileri daha var, birileri onu gözlüyor… Başını kaldırıp önce kapalı kapıya, sonra cumbadan tarafa bakıyor... Düşündüklerinin, söylediklerinin pek çoğunun içinden geçenleri tam yansıtamadığını, temsil edemediğini bir tek kendi biliyor. Ağır bir yük. Yüreğinin bir odasında gizli duran, kimseciklere açamadığı ve artık filizlenmeye durmuş kuşku fidanı yine dikenlerini çıkartıp, tırmalayarak çalmaya başlıyor kapılarını. Üstelik bu kez dışarı çıkmakta kararlı: ‘Hayır, yazı da kendisini yaratan kadar kutsal... Kutsal; cezalandırır, çarpar, kötürüm eder... Hiç giydirip kuşatmadan, öyle cascavlak ortaya konulur mu; ister Mısır Tanrısı Toth'un, Tanrıça İsis'in ister Babil'in Yazı Tanrısı Marduk'un oğlu Nebo'nun yazısı olsun! Üstelik o Nebo ki, insanın alnına görünmez yazıyı yazmış... Ve insanın bütün yaşamı, kimse tarafından değiştirilemeyecek bu yazıda gizli... Söylenebilecek tek şey: Tanrı yazdıysa bozsun!’

Ama bir yandan da, tanrıların yazıyla birlikte değiştiklerini düşünmeden edemiyor Şeyh Hamdullah Efendi... İçin için bir umut: Ona göre, mağara duvarlarındaki resim yazıdan çivi yazısını yaratan Sümerlere kadar büyük değişiklik geçirmiş tanrılar ya da tanrıçalar... Sümerlere yazıyı; şiir yazmak, destanlar ve hayvan masalları yazmak, bilgece sözleri tarihin yüksek duvarlarına kazıyabilmek için gönderen tanrı, Fenikelilere gelince ticarete bulaşmadı mı? Akdeniz'in en işlek kafalı, işlek tekneli tüccar denizcilerine yazıyı günlük işlerinde, yani ticarette kullanmaları için gönderen tanrıyla, Musa'ya emanet ettiği yazıyı İbranilere gönderen tanrı Yehovah'ın birbirlerinden çok farklı oldukları kesin. Çünkü biri insanları özgür bırakmış, Yehovah’sa yazıyı, Ibranilere yasaklarını uygulamaları için kullanmış. Bütün bunları çözmek kolay olmadı Şeyh Hamdullah Efendi için. Hâlâ da anlayamadıkları var. Ama Hiyerogliflerle, yeni bileşimler yaratmaya çalışan Mısırlı rahiplerin de tıpkı kendisi gibi kuşkuya düştüklerini ve bu yüzden de tanrının yazdığı yazgıyı değiştirmeye kalktıklarını, bu umuda kapıldıklarını ancak sonuçta yazıya dokunmaya cesaret edemediklerini, bütün tarih gibi kendi de biliyor...

Sonra nehir aktı; uzundu, hırslıydı, köpük köpüktü. Ve bir an geldi, Muhammed'e ‘Oku (İkra)’ dedi Cebrail. O, şaşırdığında buyruğu yineledi: ‘Oku’. Ve bu kez tanrının bir başka dildeki sözlerini onun verdiği esinle okumaya başladı okuryazar bile olmayan Muhammed. Başlamadı mı? Kafasını karıştıran, Tanrının, şiiri-şairi pek de makbul görmeyen yazılı emirleriydi yalnızca; anlamakta hâlâ güçlük çeker Şeyh Hamdullah Efendi.

Evet, evet: Tanrılar değişiyor, hem durmaksızın. Yazının ayrı bir gücü var çünkü. Yazı tanrıyı, tanrı yazıyı değiştiriyor... Ve bu mücadele sonunda, tanrıların, insanların istediği gibi olmayı kabul etmek zorunda kalacaklarını umuyor Şeyh Hamdullah Efendi...

Çin İmparatoru Fu Hsi'yle bir hattata ilişkin anekdotu anımsadı yine;   Yengeç yazmasını istediğinde beş yıl süre istemedi mi hattat? Beş yıl dolunca bir beş yıl daha ekletmedi mi süreye? Onuncu yılın nihayetinde, fırçasını mürekkebe batırıp nerdeyse tek bir hareketle resmetmedi mi kâğıda, 'Yengeç' sözcüğünü. Ve birden içinde o müthiş ışımayı fark etti; tam zamanı; o yaratı ânının içinde şu an. Kendisinin yalnızca yazı yazmak için halk olduğunu kanıtlayan andı, bu... Zincire yeni bir halka eklenmek üzere.   İnsanların, sözle anlatamadıklarını, işaretlerle, şuraya buraya taşlar, kazıklar dikerek; ağaçlara taşlara kertikler açarak; iplik ve sicimlere düğümler yaparak; çetele tutarak, mendil kenarı düğümleyerek, parmaklarına iplik bağlayarak anlattıkları birlerce yıldan sonra,

Kâğıdı zangır zangır titreyen sağ dizi üzerine oturttu Şeyh Hamdullah Efendi... Gururu, bencilliği gönlünden çıkarmalı, korkaklığı, şüpheyi ve ümitsizliği de... İşte nehir gürül gürül akıyor ve kendi salını onun çılgın sularına bırakması bekleniyor. Ağzı ham keskinliği giderilip, nefes gibi akıp gidiverecek hale getirilmiş kalemini tutan parmakları titriyor. Soluğu içinde bir yere kapadı; nerede olduğunu da bilmiyor. Elindeki kalemden başka bir şey değil artık o.

Baş ve işaret parmakları arasındaki kalemi önce hokka içindeki likaya sokup; ne pürüzlü ne keskin olan ağzı her tarafıyla eşit olarak dokunabilecek kadar dokundurup usulca çekti geriye; sonra da bekleyen kâğıdın üzerine, işe yetecek kadar salıverdi ucu: ne sıkı, ne de serbest... Kalem, yazının hakkını yemez. Kendi hakkı yendiği zaman da bir şey söylemez ama söylememekle de yazandan intikamını almış olur...

İşte önünde sonsuzluğa akıyormuşçasına, bir deniz misali uzanıyor nehir... Bırak kalemi kendi akışına... Kayıyordu şimdi aharlı kâğıt üzerinde, tek bir hareketi sürdürür gibi: Şeyh Hamdullah Efendi tarihin yeni dönemeci önünde: ‘Ah Aşk’... Ne tarafından bakılırsa bakılsın aynı okunacak... Sağdan sola, ortadan başa, soldan sağa... Hep ve yalnızca ‘Ah Aşk’... Sözcükler titreyip ağlamaya başlıyor... Şıpır şıpır yaşlar dökülüyor her yanlarından... Dudakları çatlıyor özlemden... Ayrılık ateşiyle yanıyorlar... Aşk bu...

Biliyor Hattat Şeyh Hamdullah Efendi: Göreni kendisine âşık edecek bir yazı bu... En katı yürekli insan bile 'aşk'a tutulacak bu sözcükleri okuduğunda... Kamış kalemi bırakıyor ötekilerin yanına, ketebesini basmak için yeniden eğilirken kâğıdın üzerine: ‘Aşk yazısı olsun bu yazının adı.’

Küçük çanı püskülünden tutup salladı. Çınlamaları dolaştı odanın köşe bucağında. Rahleden duvardaki apliklere, sedir üzerindeki yastıkların püsküllerine, levhalara çarpa çarpa...

‘Alın götürün bu yazıyı, bana bir kâğıt daha verin!’ Duraksadı bir an, bir yol ayrımındaymış gibi, odanın köşe bucağında; yüzleri duvara çevrilmiş onlarca levha, onlarca kâğıt yumağı, sehpanın üzerindeki yarım kalmış hat çalışmalarında gezdirdi bakışlarını... Sol eliyle sakalını sıvazlarken genizden gelen buyurgan bir vurgulamayla ekledi: ‘Bir kadeh de şarap...’

Silkinip çıktı Zeynep. Nerede olduğunu ilk anda çıkaramamış olmalı ki, şaşkın, yabancı bir ifadeyle bakındı çevresindekilere. Çok uzaklara gidip gelmişçesine, çağrışımlarla yüklenmiş karmakarışık düşüncelerle dopdolu... Gücü damarlarından çekiliyormuş gibi hissediyordu.  Rahlenin üzerindeki kâğıda yazıyla çizilmiş Hz. Ali'nin yüzüyle kılıcı arasından bir yol bulup çıkmaya çalışırken elindeki çanı ayrımsadı. Çanın titreşimleri parmaklarında okşayışa benzer incecik duyarlıklar yaratıyordu.

Sonra öteki masada duran çanta bilgisayarı, bir başkasındaki masa bilgisayarını, ötedeki mekanik daktiloyu, bir başkasındaki elektronik daktiloyu, görüyor; yazıyı resme, resmi yazıya çevirirken aslında Görünmez’i görünür yapanın, steno dahil, insanlığa bir tanrı tarafından gönderildiğini anlıyor birden. Bu tanrının adı bilim... Bilgisayar şifrelerinin tanrısı olan bilim tanrısı, bütün öncekilere ekleniyor.

Giz, çözülmüş durumda: ‘Yazıcıların Kıblesi'nin anlamı kendisi için bilmece değil... Yazıcıların yönü, yazı; yani Güneş; yani aydınlık, öteki yüzü özgürlük... Yazı insanlığa inen ışık değil mi zaten? Tanrıların diretmekten vazgeçip değiştiklerini, insanların istediği gibi olmaya yanaştıklarını bağıra bağıra haykırabilir çünkü insanlarla gizli bir anlaşmaya neredeyse imza atmak üzere olduklarını gördü. Bütün tanrıların birbirlerine eninde sonunda yaklaşmak el ele vermek zorunda kalacaklarını, vereceklerini ve önlerinde secde edenlerin gitgide azaldığını görmenin paniğiyle onları daha çok anlamaya çalışacaklarını anladı...

Bakışları yeniden, cumbaya doğru neredeyse içeri girecekmiş gibi hamle yapmış çınar dallarının gölgesinden daktiloya yöneldi; büyük olasılıkla antika. Mağrur, kendinden emin bir duruş... Yorgun mu? Belki yüz yıllık bir yorgunluğu, elektronik daktiloların, en yeni programlı bilgisayarların arasında atmaya çalışıyordur. Onların başarısını görmek bile yorgunluğunu geçirmeye yetiyor belki de... Kim bilir? Tanrılar değişiyor!

Sehpadaki kırmızı kadife kesenin ağzını bağlayan ipi gevşetti Zeynep... Bir-iki talaş parçacığı düşüverdi o sırada. Aceleyle bakındı çevresine... Kimse yok. Neden yaptığını tam olarak bilemeden talaş parçacıklarını cebine atıverdi...

Ana kapıya yürürken bilimin, duvar resimlerinden yazı gizemciliğine, bilgisayar dizgelerine dek olan inanılmaz hamlelerinin arasından süzülerek geçmenin sonsuz heyecanını duyuyor; yanı sıra sevinç, gurur, umut ve elbette endişe. Hatta öteki duyguları bastıracak denli güçlü, endişenin de ötesinde, korku bu. Gelecekten, onun gebe olduğu ve muhtemelen engel olunamaz gelişmelerden korkuyor.  (RAYLARDAKİ MERDİVENLER, BİLGİ YAYINEVİ)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 
 
 

 

 

ŞİİR ÖRNEKLERİ

AYNADA DÜELLO

 

o yaralı bir adam, bir hain

mağaranın kapısındaki mühür

ve mührü kirlenmemiş sevgiler açar ancak

sev onu onu çok sev

ruhunu paylaştın bir parça-sı senin

 

o suçlu bir adam acılı ve günahkar

ilk gün doğumunda kurşuna dizilecek

açmamış tomurcukları düşün
sev onu

deşilsin içindeki hüzün

o korkak bir adam kibirli

yırtıcı kuşlar kralı

yarasa kanatlarında uçuşan balonları düşün

onu sev pembe mavi

ve denizi yeni görmüş bir çocuk gibi gül

 

sev onu çok

o bir zalim bir melankolik şelale

hayata kurban seçmiş kendini

belki hep ve yalnız akabilirdiniz

içinde haç çıkarmış bir öfke

 

o bir yersiz yurtsuz tanrı bir şair

mızıkayla kutsuyor suların bastığı kentini

sarıl ona

birisine ilk kez sarılır gibi

sev onu

bildiğin bütün şifrelerde

 

şimdi artık dönüşme zamanı yapraklarını topla

ucu kırılmış yanıtların dönüşme zamanı

kozanın dişleri kamaşıyor

kamaşıyor parlak kancaları

ağlar toplanıyor düşlerden

birazdan bütün yarınlar dün

şimdi dönüşme zamanı

ucu kırılmış yanıtların

kozanın

kamaşıyor

sevgisiz e(v)(l)lerde açmıyor gardenyalar

zeynep aliye

 

 

 

***

 

 

İLK SUÇLU KİM

 

yüzümdeki çizgilere bak ve tanı bütün sevilmemiş kadınlara özgü olan bir nehrin deltasını bekleyen hayat gibi bekleyen sevgiliyi-

bütün sevilmemiş kadınlar gibi

ışıksız mekanlara uyanıyorum hep aynı gün aynı saat

dilsiz sağır bir taş parçası bedenim

ama suskunun yasaları işlemiyor içimdeki nehre

büyük ve binlercesi tek bir kırgınlık

bir tutku odağındaki asi için hayat

 

içime sarkık gözlerimde karanlığa gömülü bir tetikçi

cellat

ölü neon kırpıntılarını kayıp yıldızlar sanan

bütün sevilmemiş kadınlar gibi kırıcı ve muhteris

narin ve kırılgan

çalsam kapısını kapısını çalsam çalsam

intihar kronik bir cinnet hali değil kısa bir mola bir an

kapısını çalsam tırmalasam tırmıklasam kanırtsam

yalnızca öte yakaya geçmek istediğim sınırdır hayat

 

tuşlar konup havalanıyor dinmeyen bir yağmur tıpırtısı

düşlerine mil çekili güneşim her yanı deniz çürümekte

gebe bir kadın ne kadarı kendi ne kadarı bebeğidir-tuzağım tıpkı bir serap o tıkalı dönemeçte gece bitmiyor gün inmiyor gece bitmiyor

 

zeynep aliye

 

 

 

***

 

 

 

BİR ÇOCUK KADIN

 

 

dört fırtına kavşağı çocuk bedeni ay kadar sessiz

örümcek ağında kanatçıklar Işkenceciyi bekliyor

            anadan doğma bir titreyiş

 

    soyunup dilbalığı gibi duvağından

ipek giysilerinden

kara büyü bir gecenin koynuna apak

     fareler karakediler dolunay

işkencenin yardakçısı

davul zurna  klarnet

av boruları  kışkırtıcı cüretkar zalim

 

çehiz sandığına kilitlenmiş rüya

gökyüzüne bakarak uyumak

uyanınca yıldızları yerde bulmak

şimdi yosun tutmuş  çok uzak

kanayan bir ok düğüm tam kalbi

 

gelecekten çekip alıyor kendini

       ekşimsi bir günbatımı

yanık kokusuna büründüğü an

tebeşir dairesini yarıyorken

      cehennemin cüce kralı

kırmızı başlıklı bebeği kayıyor ellerinden

ateşin inkârcı belleğine

merdiven

merdiven

masumiyet artık çapraz bilmece karesi         

bir âmâ dalgakıranda çözülüşü bedeninin

        tek bir hamle

çözülüş oluk oluk kan gibi keder

oluk oluk keder gibi kan

 

hâlâ yanıyor ampul cızırdıyor plak

sonuna dayanmış gramofon kolu

       tek hamle

         canhıraş

 gıcırdıyor karyola çelik kafes

 

    kollarını açmış

ölüm ve yaşama eşit mesafede

çekiyor acıyı acıyı çekiyor sünger gibi

kendinin sürgünü yüreği

 

       o ekşimsi günbatımı

         o yanık kokusu

 o cehennem

kuyruğu yanardöner süslü kral

     cüce

tıpkı bir nakış makinesi

çıplak çocuk bedeninde

iyi yağlanmış eski bir motor

ileri-geri ileri-geri

kenetlenirken

       boşalıyor  pimi zembereğin

 

      yüzgeci kesilmiş kırmızı balık

    ya da gözleri bir iğne ucuyla oyulan

             çıplak çocuk bedeni

    kirlenmiş

       buruşuk bir kâğıt mendil

aralıyor kapıyı suçlu bir çürük kokusuna

 

      dağların arkasında deniz

        burada arınmak yok

burada

          hayaletler

ve hiç sevilmemiş çocuk bedeni

çıplak

kadın

bereli

kuyruğu yanar döner kral

kamçılarken içindeki tomurcuğu

utancını örtemiyor karanlık

 

SÖYLEŞİ ÖRNEKLERİ

ZEYNEP ALİYE İLE ÖYKÜ DÜNYASINDA BİR GEZİNTİ

 

Mustafa Emre

 

"Yaşamak Masal Değil", "Aliye'nin Öyküleri", "Dolunay Vardı", "Diş İzleri" ve "Raylardaki Merdivenler" adlı kitapları ile öykü dünyamızda yerini alan Zeynep Aliye, öykü sanatımızın kilometre taşları olan üç yazarımız (Sabahattin ali, Haldun Taner, Orhan Kemal) adına konulan ödülleri de kazanarak bu başarısını taçlandırdı.

  İmgesel gerçekçi diyebileceğimiz bir doğrultuda öykü çizgisini geliştiren yazar son yıllarda yazdığı bazıları da şiir dergilerinde yayımlanmış şiirlerinden bir seçmeyi de kitap haline getirecek.

  TYS (Türkiye Yazarlar Sendikası) Genel yazmanlığı'nı da sürdüren Zeynep Aliye ile öykü ve öyküyü kuşatan konular, sorunlar üstüne söyleştik.

**Öyküyle nasıl tanıştınız?

  Bunu kim bilebilir ki? Bizi yaşamımızda dönüm noktasına yol açacak ölçüde etkileyen yaşantımızı dönüştürme gücüne sahip olayları, an'ın içindeyken çoğu zaman ayrımsayamamışızdır. Özellikle de çocukluğumuz, net olarak  anımsayamadığımız ama olağanüstü diye kabullendiğimiz şaşırtıcılıklarla doludur. Edebiyata yeteneğim vardı mutlaka... Koşullarım da buna elverişliydi diyeyim. Öykü, çocukluğumda, ilk gençliğimde ve sonrasında kendimi var olarak görebilmemin, koruyabilmemin, düşlerime ulaşabilmemin, tepkilerimi koyabilmemin aracı oldu. Gerçi benzer koşullarda yaşayan  pek çok insan hep vardır. Yani tek başına hiçbir şey belirleyici değil.  Ayrıca Türkiye gibi ülkelerde  özverili bir kişilik gereksiniyor sanatın tüm dalları. Şiirimin başlangıç noktasını oluşturan nedenler de aynı diyebilirim. O dönemlerde gizlenebilmemde de inanılmaz ölçüde yardımcı oluyorlardı.

 

Şiirden söz açılmışken; öykülerinizde şiir var. Ayrıca 'Diş İzleri' kitabınızdaki Altıncı Parmak Çivi adlı öykünün bitişi yine bir uzun şiir. Sizce öyküyle şiir nerede buluşuyor nerede ayrılıyor? Gelecekte bir şiir kitabından söz edebilir miyiz?

*Ben imgelerden, simgelerden, anlardan yola çıkarak yazıyorum şiirlerimi ve öykülerimi. Gördüğüm, duyduğum, düşlediğim anları yansıtıyorum. Kafama takılan, beni yaz, diye eteğimi, kolumu, saçımı, çekiştirip duran bir imgeyi, işareti....Nasıl, hangi yolla olacağına gelince bu bazen öykü oluyor, bazen şiir. İki eroin bağımlısı genci anlatan Altıncı Parmak Çivi'de de öyle oldu. Kötürüm Düşler Çıkmazı adlı şiirim içimdeki sancıyı sona erdiremediği için bu kez Altıncı Parmak Çivi adlı yine eroin bağımlılığını işleyen öykümü yazdım. Belki de madde bağımlılığı, ne kadar işlersem işleyeyim bendeki kanaması dinmeyecek bir konu. Bir zamanlar psikiyatri tedavisi görmüştüm ve uyuşturulmuşluğun ne olduğunu çok iyi biliyorum...Şiir, yaşamı inanılmaz ölçüde mekanikleştirdiğimiz bu dünyada duyarlığa çağrı çıkartarak dayanmayı kolaylaştırıyor, daha da öte gidip onu güzelleştiriyor. Şiirlerimi kitaplaştırmayı elbette istiyorum ama korkuyorum. Artık onlar asla bana ait olmayacaklar çünkü. Hiçbir değişiklik yapamayacağım üzerlerinde... Ama bu kaçınılmaz bir süreç kuşkusuz.

Şiirle öykü arasındaki farka gelince, böyle bir soruyu yanıtlayabilecek durumda değilim. Yazın türlerinin belli tanımlara sığabileceğini sanmıyorum. Ayrıca yazmak özgürlüktür. Yazı özgürlüğü hedefler. Böyleyken birtakım kurallar getirilmesi bana göre doğru değil. Bizler aramalıyız, düşünmeliyiz daha başka nasıl yazılabilir, nasıl ifade edilebilir diye. Güzelliğe giden yoldan ayrılmamak ancak böyle mümkün olabilir. Yoksa salt güzellik zaten yok.Türk şiiri Orta Asya'dan bugünlere gelene dek pek çok aşamadan geçti. Bugün bana göre oldukça güçlü bir şiir. Ama devraldığı Halk edebiyatı ve Divan edebiyatı gibi iki büyük mirasın da bunda payı büyük. 

Kadınların şiirden çok öyküye yakın olması bir raslantı mı?

Kadınların şiire yetenekli olmadıkları görüşünü çağrıştıran bir soru gibi geliyor ilk anda..Gerçi öykü dünyamızda gösterdikleri varlığı, yarattıkları rüzgarı şiir dünyamızda da gerçekleştiriyorlar, desem doğruyu söylemiş olmam. Ama bu onların  şiire uzak olduklarını da  göstermez. Şiir, bir yazın türüdür. Bütün türlerin anasıdır. Öykü de ondan kopup süreç içinde kendine özgü olmayı başarmış bir başka yazın türüdür.Ama sonuçta yaratıcılıktır ikisini de ortaya çıkartan güç. Öykü şiire göre farklı çalışma koşulları isteyen bir disiplin. Çoğunlukla düzenli bir masa başı çalışmasını ve yalnızlığı gereksinir.Yazma sürecinin öncesinde ve yazma sürecindeki konsantrasyon için bu zorunludur çünkü. Bir ikinci kişi ancak engelleyici olabilir bu çalışmada.Öykücü gözlem yapar sürekli olarak.Bu süreci parçalayacak kimseye tahammül edemez.Bir kadının yaşam koşullarını çok da zorlamadan, kimseye aykırı düşmeden, kimse tarafından dışlanmadan yapabileceği bir şeydir öykü yazmak. Ayrıca kadınlar açısından, tanrı tarafından bile dışlanan şairliğe ve şiire bulaşmak  nüfusunun büyük çoğunluğu müslüman olan ve erkek erkek egemen ideolojilerin kabul gördüğü, hala feodal aile yapısının sürdüğü Türkiye'de ve islam ülkelerinde büyük cesaret gerektiriyor, işin doğrusu.

Beş öykü kitabınız oldu. Bu yapıtların birleşme ve çatışma noktaları nelerdir?

Bir öykücünün kendi gelişim sürecini izleyebilmesi çok zor. O da eleştirmenlerden bekliyor  kurmakta olduğu dünyanın tanımlanması işini. Ama ben insanın nesnelerle, doğayla ve insanın öteki'yle ilişkisini yazıyorum. Çağının çatışma girdabındaki insan elbette asıl malzemem.  Güçlü olduğu kadar da zavallı, acımasız olduğu kadar da şefkatli, kinci olduğu ölçüde de bağışlayıcı insanı yazıyorum. Birey olmaya çabalayan insanı yazıyorum. Yer yer alegorik bir anlatıma başvurmam, diyaloglara yer vermeyişim, kahramanlar yaratmayışım, insanları fiziksel özellikleriyle değil psişik durumlarıyla ve ilişkide olduğu nesneler dünyasıyla kurduğu bağlantı içinde değerlendirişim... şiirsel bir dil kullanışım. Yaşamak Masal Değil'den Aliye'nin Öyküleri'ne, Dolunay Vardı'dan Diş İzleri'ne Raylardaki Merdivenler'e uzanan çizgide gizli, inceden inceye işleyen sado-mazoşit bir  bakış açısı.  Çünkü bana göre sado-mazoşist bir toplumun üyeleriyiz.Dünyanın öteki ülkelerindeki durum da çok farklı değil. Herkes ötekine acı çektiriyor, dolayısıyla asıl acıyı kendisi çekiyor. İçimizde zaaf olarak görüp kovaladığımız düşlerden, özveri duygusundan, aşktan, sevgiden, iyiniyetten boşalan yerleri öfke ve şiddet duygusu ele geçiriyor. Böylece nefretini bileyen insanlardan oluşma bir şiddet toplumuna dönüyoruz. Bunları yazıyorum ben de. Geleceğin tüm insanlar için çok zor olacağını görüyorum. Dil ve anlatımın bir yazar için en önemli öğe olduğuna inanıyorum. Yoğunlaştırılmış, şiirsel bir öykü dilini, arka planları olan öyküleri yeğliyorum.

*Ödül kurumları için neler düşünüyorsunuz?

**Şimdiye dek söylenmiş olanlara fazla ekleyecek bir şeyim yok. Ödüllerin, ödül kurumlarının yaratıcı sanatçı ve okur açısından olumlu yanları olduğuna inanıyorum. Okuma düzeyinin çok geri olduğu, insanların medya tarafından yönlendirildiği Türkiye gibi ülkelerde ödül kurumlarının doğru işledikleri, gerçek sanat yapıtlarının peşine düştükleri koşullarda ödüllerin önemli bir işlevinin hatta misyonunun olduğunu düşünüyorum. Ama ödüllerin ödülü alan kişiye olduğu kadar verilen ödüle de anlam ve değer kazandırması gerek. Yoksa kemirile kemirile sonunda ödülün verebileceği hiçbir şey kalmayabilir. Bir de öykü ödül törenleri öykünün tartışıldığı panellerle, dinletilerle desteklenebilir, diye düşünüyorum..Tüm öykücülerin davetli olduğu ve öykü üzerine bildirilerin sunulduğu, ustalarımıza şükran plaketlerinin verildiği bir etkinlikle ödül töreninden bir şölen yaratılabilir. Şayet ödül amacına ulaşsın isteniyorsa elbette...Tabii bu da öyle çok büyük değil ama ciddi organizasyonları gerektirir. Çaba harcamayı gerektirir.Ancak ben böylesi girişimlerde omuz vermeye hazır pek çok öykücü-öyküsever-edebiyatsever bulunduğuna da inanıyorum. Sanırım bunun bütün yükünü seçici kurul üyeleri çekiyor. Hiçbir şey beklemeksizin, salt edebiyatımıza katkıda bulunmak adına yapıyorlar. Bana kalırsa önce ödüllendirilmesi gerekenler seçici kurul üyeleridir.

**Öykücülüğümüzda renkli bir gelişme var.Öldü denilen öykü yedi canlı çıktı.Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeni öykücülüğümüzü nasıl görüyorsunuz? Öykünün geleceği üstüne neler düşünüyorsunuz?Gelecekte öykü sanatının durumu, işlevi ne olabilir?

**İnsan var oldukça öykü de var olacaktır, diye düşünüyorum ben.Çünkü başka dünyaların kapısını açarak yaşamımızı daha anlamlı, daha dayanılır hale getiriyor öykü. Çünkü zaten çağımıza ve gelecek zamanlara seslenmektedir gerek kısalığıyla, gerek yoğunluğuyla, insanın içine ışık tutmasıyla. Şiire yakındır öykü. Aynı zamanda birbirini tamamlayan resimlerden oluşan bir sergi yeridir. İnsanların gitgide güçsüz düşen, kötürümleşen duyarlıklarını korumalarının, yarattığı dünyalarla da yaşamını ben odaklı yapan ve kapılarını kendi dışındakilere kapayan insanlara konuk olabilecekleri dünyalar sunmaktadır.Bu yanıyla tehlikeli olarak görenler de çıkabilir; insanın insandan kopma sürecini daha acısız hale getiriyor diye düşünülebilir hakkında. Katılmıyorum.

**Dünya öykücülüğüyle ilgili neler düşünüyorsunuz? Sevdiğiniz öykücüler  var mı?

**Her okurun yazarları vardır. Bunlardan büyük bir kısmı süreç içinde değişir ama birileri sonuna dek önümüzde ya da yanımız sıra yürür..Değişmeyen isimlere yıllar geçtikçe seyrek de olsa yenileri eklenir. Benim de geride bıraktığım yazarlar olduğu gibi başlangıçtan beri yanıbaşımdan ayırmadıklarım var..Tutucu değilim.Yani bir Virginia Woolf'ün, Cortazar'ın, Çehov'un, Thomas Mann'ın, Kafka'nın üzerine öykücü tanımam, diyecek biri değilim. Ama Dünyamızda öyküye yönelim gitgide azalıyor. Dilimize çevrilenlerin de iyi yazarlardan çok, iyi satış yapacak yazarlar olduğunu görüyorum. Bir de çevirilerin yetersizliği, baştan savmalığı eklenince bir felaket çıkıyor ortaya. Dili, anlatımı, tekniği her şeyden çok önemseyen benim gibiler için sonuç üzücü oluyor. Ancak  övüneceğimiz bir durum, öykünün Türkiye'de, Avrupa'da olduğundan fazla ilgi görüyor olması.

*Bir savdır:Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal aşılmadı.Siz ne dersiniz?

*Aşılmak kavram olarak burada nesnellikten uzak biçimde kullanılmış. Diyalektiğe aykırı. Öyle ya, neye göre, kime göre, hangi zamana göre aşılmadı diye sormak gerek. Sabahattin Ali, Sait Faik, Orhan Kemal Türk edebiyatında elbette dönemeç oluşturmuş çok önemli isimler; ancak onlardan  sonra kendini kabul ettirmiş isimler çıkmadı mı? Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, Leyla Erbil, Erhan Bener, Vüs'at O.Bener...Hatta Oğuz Atay, Tarık Dursun K. Halikarnas Balıkçısı, Zeyyat Selimoğlu, Muzaffer Buyrukçu... Çok gündeme gelmemiş ama farklı rüzgarlar yaratmış birkaç isim daha sayabilirim Bu savın içinde ezberci bir anlayış da yatıyor sanki.İnsanlar okumuyor ya da tashih yapar gibi okuyorlar. Belki de alıştıkları, bildikleri bir öyküyü okuyorlar, o an hangi öyküyü okuyor olursa olsunlar.

  Bir de, öykücüler fazla tartışma ortamı, zemini yaratmamışlar bugüne dek ; gündemi belirlememişler.Herkes kendi öyküsünü kurma çabasına girmiş.Konuşmak yerine iş yapmayı seçme de denilebilir. Üstelik Türk edebiyatında ayrı bir yazın türü olarak öykünün geçmişten gelen çok sağlam bir mirası da yok. Her ne kadar Halk Hikayelerini, kahramanlık hikayelerini, meddah' hikayelerini, Nasrettin Hoca hikayelerini, orta oyununu hatta manzum öykü olarak değerlendirilen destanı Türk edebiyatında öykünün ataları görmek mümkünse de.. Güçlü bir mirası devralmamasına karşın bugün Türk öykücülüğü hiç de azımsanmayacak bir noktadadır.Bu da öykücülerimizin olağanüstü çabaları sayesinde olmuştur. Kısacası, Türkiye'de öykü var.....Ancak öte yandan başarılı olmamalarına karşın yüceltilen, yapay olarak gündeme oturtulan öykü yazarları da var. Bunun için üzülüyorum. Çünkü öyküyü gerçekten seven, hırslı ve yetenekli genç arkadaşların önü kesilmiş oluyor, yapabileceklerinin önüne geçilmiş oluyor böylece.Sonuçta Türk öykücülüğü amaçladığı ve hak ettiği noktanın gerisinde kalıyor...Gerçi süreç içinde her şey yerli yerine oturacak.Bundan hiç kuşkum yok.

**Öykü dergilerimiz çıkıyor:Adam Öykü, Düşler-Öyküler.Bu iki dergiyle birlikte öteki dergilerin öyküye yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öyküye kucak açan bu dergilerin çıkmasını sağlayanları, ön ayak olanları, destekleyenlere bir öykü yazarı olarak teşekkür ediyorum. Bu dergilerin Türkiye'de okurun dikkatini öykünün üzerine çekmekte katkısının büyük olduğuna da inanıyorum.Öykücü, öykü eleştirmeni, öykü dergisi olarak hep birlikte öykü dünyasının çilekeşleriyiz. Bir de öteki bakış açısıyla irdelemeliyiz olayı.Yanlışlarını, eksikliklerini göstermeliyiz.Türkiye'de öykü en fazla ilgi gören yazın alanlarından birisi. Öykü dergilerinin genel yayın yönetmenlerinin, seçtikleri ürünlerin öykünün geleceğini kurmada önem taşıdığını değil, belirleyici olduğunu bilmeleri gerek.Sayfalarını gerçekten düzeyli ürünlere, yeni isimlere açmaları gerek.Her derginin kadrosu vardır, olacaktır. Buna kimsenin itirazı olamaz. Ama kadro dergisiyiz diye ille de günümüzde öykünün ulaştığı düzeyin gerisinde kalmış ürünleri yayınlamak bir derginin edebiyatımıza yapacağı olumlu katkıyı tamamen tersine çevirebilir. Bir silaha dönüştürebilir. Ayrıca bir öykünün hangi akıma yakın olduğu önemli sayılmamalı. O akımın düzeyli bir ürünü olması ölçü alınmalı. Yazdım, gönderdim. Onlar da basmışlar diyebilecek bir yazarın öyküsünün basılmasının yanlışlığını söylüyorum. Yazarın, okurun, yayımcının saygısı öyküyü güçlendirecek çünkü. Öykünün bizdeki ve batıdaki geçmişini bilmeyen bir insanın öykünün geleceğiyle ilgili projeler gerçekleştirmesi, mümkün değildir. Bir de son dönemde çok tehlikeli bir moda başladı Türk edebiyatında. Yabancı kahramanları, yabancı kültürü, hatta yabancı ülkeleri yazanlar. Şiirde de aynı şey söz konusu. Sinemada da... Hele dizi filmlerde korkunç boyutlarda bir topluma yabancılaşma gözleniyor. Kültür emperyalizminin küreselleşme masalını kullanarak geldiği nokta bu: Şimdi meyveleri toplamaya başladılar. İnsanlar kendilerini kullandırabilirler ama bir ülkenin edebiyatı o ülkenin, o ülke insanının kültürel geleceğini belirler. Yani var olmak ya da yok olmak sorunsalı...İşin doğrusu tedirginim.

**Öyküye yeni başlayanlara neler salık verirsiniz?

Öyküye yeni başlayan arkadaşlara ikili görüşmelerimde isterlerse önerilerde bulunuyorum. Onlardan önce başlamış olmamın avantajı bu, başka bir şey değil. Öykü bir zanaat değil çünkü, onda ustalık filan olmaz gibime geliyor. İnsan hep yeni başlamış gibi değil midir? Hep o acemiliği çekmez mi? Ben yaşamı da hala acemice karşılıyorum. Her şey şaşırtıyor, heyecanlandırıyor, meraklandırıyor, çok şey incitebiliyor beni. Öykücünün o meraklı, coşkulu çocuk yanının hep 24 saat ve  bütün saniyeler boyunca ayakta olması gerek. Ama bu da önerilerle filan sağlanabilecek bir şey değil. Genel söylemlerin dışına çıkmak istemiyorum burada. Okusunlar. Kendilerinden önce kimin ne yazdığını okusunlar. Ve emek versinler yazdıklarına. Yazdıkları gazete haberi değil çünkü; öykü belki de edebiyatın en asi, en kural tanımaz çocuğu...En yoğun, en derinlikli yazın türü...Ama öykücü kadar öykü okuruna da sorumluluk düşüyor bu noktada: Öykü, okurun çabasını gereksinir. Keşfedilmeyi bekler...Yoksa peçesini indirir yere bir daha da açmaz...

**Öyküden  romana geçmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Birinden ötekine geçmek biçiminde bakmıyorum. Bence birinden ötekine geçilmez zaten.Araç olarak kullandığınız, ama kimi zaman amaç'la birlikte en tepe noktaya oturmuş olan dil "Ben kısa yollara uygun üretildim, uzun yolda gidemem!" demez ki.  Yakaladığınız konu, zaman roman için uygun düşer, roman yazarsınız, şiire uygun düşer şiir yazarsınız... Ya da öykü...Ama yine de bu türlerden birini tutkuyla sevenler, mutluluğu onda bulanlar vardır. Bu kişiye özel bir konu. Bir roman yazmayı düşünüyorum elbette. Ancak öykü'deki dil yoğunluğunu, zenginliğini, gücünü taşıyan, şiirin tadını damaktan eksik etmeyen bir roman olmalı.Başka türlüsünü yazamam. Çünkü yazdığım her neyse, öncelikle beni mutlu etmeli. Çünkü her yazar önce kendisi için yazar; yazmalıdır. Bir de bugüne dek roman yazabilmemi kolaylaştıracak geniş ve sakin zamanı bulamadım. Belki bu yüzden erteliyorum... Umarım bundan sonra...

 

                                                            

 

***

 

 

ZEYNEP ALİYE İLE CİNNETİN KIYILARINDA...

 

Ayhan Şahin’den İstanbul Cumba dergisi için sorular:

 

A.Ş İçhuzur ve içmutluluk, bulanık bir düş kadar uzak şimdi. Güven duygusu, yerini kuşkulara bıraktı. Mutsuz, huzursuz, doyumsuz insanlarız artık. Korku ve kaygılarla sürekli tedirgin olan ruhumuz ve paramparça edilen özbenliğimiz, bizleri sığınaklarımıza çağırıyor; içyalnızlığımıza... Belki buna sebep, Güne Batanlar’ın Mehmet’i gibi bir içhesaplaşma süreci yaşayabileceğimiz bir incir ağacının gölgesine sığınmamız; Yükseliyor Gölün Suları’nın Lale’si gibi puslu bir gölün kıyısına yanaşmamız... ‘Sahte sığınaklara’ neden gereksinim duyar insan?..

Z. A Psikolojik açıdan güçlü olununca yaşanılan acılı süreçlerin rasyonalizasyon- yüceltme mekanizmalarıyla çözümlenebilmesi, ya da daha az acıtıcı olması sağlanabilir. Baş edebilme çıtası, başka deyişle absorbe edebilme limiti kişilere ve durumlara göre değişse de kuşkusuz bir noktadan ötesini en sağlıklı insan ruhu da kaldıramaz. Duvarlarının çatırdayıvereceği, dengelerin bozulabileceği an’dır gelinen nokta. Aynı zamanda “İyi düş görmeler” basamağıdır bu. Bir ileri paranoya adımının kişiye nelere mal olduğunu hepimiz biliyoruz.

‘Sığınağa’ ana rahminden koparılıp alındığımız günden beri ihtiyacımız var elbette. Nitekim o günden sonra bilinçaltımız, bilinçdışımız hep aynı korunaklı yer’in özlemini çekiyor. Hele de bu giderek yabancılaştırıldığımız dünyada!!! Kimileri politikaya atılarak, kimi temizlik hastalığına kapılarak, kimi sanatsal çalışmalarla, kimileri farklı uğraşlar, hobbyler yaratarak sorununu unutmaya ya da onunla baş etmeye çalışıyor. Serap görme, hayallere sığınma,  biraz da bu konumla ilgili bir  zihinsel süreçtir diye düşünüyorum. İnsan zihni acıtıcı olana karşı kendini korumak isteğiyle bir liman ararken  içine düştüğü çaresizlikte mum ışığıyla ısınabileceğini umut edebiliyor. Umutsuzluk bile umudun yavrusudur.

A.Ş -Başkalarının istediği gibi biri olmakla kendimiz olabilmek ve kendi hayatımızı yaşamak arasında sıkışıp kalacağımız bir tercihe zorlanıyoruz; toplumun beklentilerine yanıt veremediğimiz oranda da ruh sağlığımız bozuluyor. Çıplak Güvercinler adlı öykünüzün ‘kız Selim’i’ gibi ‘başarısız’ olma halimiz, ‘mutsuzluk’ nedenimiz olabilir mi? Margherita’nın Kanatları’nda Semih’in söylediği şey, ‘gerçek’ olabilir mi: “Disiplin, programlı ve metotlu çalışma; aslolan budur. Başarının, yani mutluluğun tek anahtarı bu.”

Z .A  Kişinin, geleceğiyle ilgili olarak bilinçli bir tercih yapması, seçenekleri görüp onlar arasında gel gitler yaşaması önemli bir olgu. Yani, kendi seçimiyle, öteki’lerin empozesi-dayatması arasında bir tercihte bulunma durumu  bile bilinçli bir çabayı gerektirir ki sonu ne olursa olsun, değerlidir. Toplum tarafından uygulanacak yaptırımları göze alma riski yabana atılır bir tehdit değil çünkü. Gerçi sonuçta yenik düşmek, güçlü taraftan yana konum değiştirmek büyük olasılık. Yenilgiyi kabul etmekse pek kolay değil. Ama bu bilinçlilik süreci, bir bakıma kişinin  kendi içinde doğabilecek bir çatışmanın zayiatını da azaltan bir etken..

Kimilerinin tercihiyse daha en başında, teslimiyet: yani genel doğrudan yana olmayı seçiyor. Böyle olunca da mücadeleyi sonuna dek götürene öfke duyması, kaçınılmaz bir şey..

Çünkü sonuçta görüyor ki, bedelini fazlasıyla ödediği bir çeyrek başarıdır elinde kalan; doyumsuzdur mutsuzdur; bağnazca davranmayı öğrenmiştir, eksiktir; ruhsal yönden sakattır. Ödediği ağır bedeldir biraz da suçlu’ya ilk taş’ı atmaya hazır olmasındaki neden. Hatta, zaman zaman usulca kafasını kaldırıp kendini hatırlatan özlemlerine, elde ettiği konuma tehdit oluşturabilecek olan öteki’ne atmaktadır o taşı. Kendi benine  bu kadar acımasız davranan birinin dış dünyaya karşı tolerans göstermesini beklemek de aynı ölçüde sakat bir mantığın ürünü olabilir zaten; yanlıştır elbette.

A.Ş-Margherita’nın Kanatları’nda Gülser, erkek arkadaşı Semih’ten, “Dur, madem istiyorsun, konuşalım... Hatta yalnızca konuşalım,” demesini bekliyor. Albert Camus, “İnsanlararası o uzun diyalog dönemi kapandı.” derken, bizlerin ve Gülser’in beklentisi, hangi argümanlarla açıklanabilir?

Z.A Ben bu öykümde kahraman olarak, kendisini pek de önemsemeyen bir erkeğe tutkuyla bağlı genç bir kadını, Gülser’i, seçtim. Böylesi sevebilmek kimilerine göre bir yetenek sorunuysa,kimilerine göre kendinden nefretin sonucudur. Aşırı duyarlı, hep bir sevgi eksikliği duyumsamış, özgüveni zayıf,  kendisinden hiç de hoşnut olmayan bir kimlik Gülser.  En büyük arzusu Semih’ tarafından kabul görmek. Nitekim bir gün bu isteği mucize kabilinde gerçekleşiyor. Ve Semih’le özel bir ilişkiye ilk adımı atıyorlar. Ancak bir anda işin rengi değişiyor, düşlerinin gerçekleşmesine an’lar kala Gülser büyük bir açmaza düşüyor. Gülser’in Semih tarafından sevilmekten büyük ölçüde  korktuğunu anlıyoruz.  Aşk’ı amaç olarak gören bir kişilik çünkü Gülser. Aşk’ının varlık nedenini ortadan kaldıran böylesi bir gelişme karşısında yapabileceği şeyse, Semih’e arkasını dönüp yürümek, olabilir. Ulaşılmaz’ını ulaşılır hale getiren Semih’e, yönelik duyguları aşk’tan sonsuz bir öfkeye dönüşebilir; Çektiği acıların sona ermesi söz konusudur çünkü. Araf’ta yaşamaktır Gülser’in seçimi.

 Semih’e gelince, o, çağımız yaşam felsefesine uygun donanımlarla arenaya çıkmış, son derece akılcı, pragmatist, iyi çizilmiş stratejiden asla sapma göstermeden ilerlemesini sürdürebilecek bir erkek.  Onun kitabında zaaflara, boşluklara yer yok. Ama ayrıntıları pek de hesaba katmayışı, Gülser’in nasıl bir kaos içinde olduğunu gözden kaçırmasına yol açıyor. Belki görebilse, oyunu sürdürecek, amacı da gerçekleşecek. Çünkü ne kadar umursamaz görünse de Gülser olayı, kişisel tarihinde bir yenilgidir.

Ama tabii son derece yoğun ve bir o kadar da karmaşık duygular içindeki iki insanın kısa muhaveresinden bir bölüme projektörü doğrulttuk. Oysa ne kadar yoğun yaşanan bir süreçtir o. Belki de Semih pragmatist, aynı zamanda da gururlu bir kimlik olduğu için bir oyun oynadığını düşündüğü Gülser’i daha fazla deşmek, anlamak, ona uygun bir karşı atak geliştirmek yerine kapıları yüzüne örtüp rest’ çekiyor.

Günümüzün genç insanlarına bakınca narsizme varan bu kibirli duruş, kendini beğenme, burnundan kıl aldırmama duygusunun  sonucu ortaya çıkan aşırı kendine güvenin, insanlarla diyaloğu nasıl kopardığını anlıyoruz.  Gülser ve Semih arasında olduğu gibi, konuşarak bir iletişim kuramıyor onlar da.Sözcükler yakınlaştırmak yerine yabancılaştırıyor insanları. Yazma özürlü bir toplumdan okuma yazma özürlü topluma oradan da okuma yazma ve konuşma ve düşünme özürlü bir topluma dönüştük. Şiddetin bunca yükselmesinin, sevgisizliğin bunca yaygınlaşmasının önemli nedenlerinden biri de budur.

A.Ş -Öykülerinizdeki karakterler, sürekli sorular soran ve her şeyi sorgulayan bir ruhsal yapıya sahipler; öte yandan, zayıf kişilikli, kırılgan yapılı, durmaksızın acı çeken bir özellik de taşıyorlar... Soru sorabilme, empati kurabilme, duygu ve düşünce dünyasını zenginleştirebilme ve derinleştirebilmenin yolu, 'ince' ve 'kırılgan' olmaktan mı geçiyor?

Z.A Gelişim ve değişim bireysel, toplumsal ve evrensel ölçekte farklılıklar gösteriyor. Teknolojik değişim hızına toplumsal değişimin yetişmesi mümkün değil. Kaldı ki toplumdan topluma aynı toplumun farklı bölgelerine ve bireylerine göre de çok izafi bir durum.  Bu, bireysel ölçekte değişim ve gelişimden herkesin aynı anlamı, sonucu çıkarması da olanaksız. Bir ay ışığı manzarası karşısında farklı insanların farklı duyarlılığa kapılması kaçınılmaz.

 Doğallığı ruhlarında inci tanesi gibi korumaya çalışan insanlar çoğunlukla benim baş kahramanlarım. Uyumsuzluk, tutunamama da zaten bu nedenden kaynaklanıyor; sıkı dokulu duygu dünyaları mantığın hep ötesinde incelik ve kırılganlığı getiriyor. Yani karşılıklı bir etki tepki oluşumu bu.

 A.Ş-Çıplak Güvercinler öyküsünde, Selim'in babası mutfakta güvercinlerin kafasını iki parmağıyla art arda koparıp tezgâhın üstüne atarken, annesi de güvercinlerin tüylerini yoluyor ve bir yandan da şarkı söylüyor: "Enginde yavaş yavaş / Günün minesi soldu..." Sözcükler ve kavramların yerli yersiz kullanılması, değerlerimizin alt üst olması mıdır bu öyküde anlatılan? Saf, duru, kirlenmemiş bir güzellik arayışı içinde olan, bulundukları ortama sık sık yabancılaşan karakterleriniz var çünkü...

Z.A Hayır, her şeyi yüzeysel yaşayıp içselleştirememek, iç bütünlüğe sahip olamamak.. Bunların temelinde kendi olamamak yatıyor albette. Aslında müthiş bir yabancılaşma.. Her şeyi tüketim anlayışına endeksleyen, postmodern dünyanın belirlediği kimliktir bu. Kendi varoluş nedeni dahil, tüketen, tüketime bağımlı insanlar. Bu ait olamama, kendi olmama anlayışı, insanları kemiriyor. Aşk’ı öcü olarak görenler, kendisine aşık olan insandan kaçanlar... Böyle bir kaçış insanın kendinden kaçmasından başka nedir ki? Şizoid kimlikler oluştu. Evet, bir bakıma marazi, hastalıklı kimlik bunlar. Giderek genel bir anlayışa dönüşüyor. Otuz yıl kırk yıl önce böyle bir düşünce çizgisi şaşkınlıkla karşılanır, hastalık olarak değerlendirilirdi.

Bir  de tam anlamıyla karşıt kimlikler düşünün bu insanların karşısında. Ben, işte bu çeşitliliği, hayatın ta kendisini yazıyorum.

 

A.Ş-Bir tek an ya da bir tek olay, birbirini izleyen, iç içe geçmiş 'an'larla sayısız çağrışımı da beraberinde getiriyor... Ancak, bir tek an var ki, o, bütün yaşamsal süreçlerimizi belirliyor ve sonsuza değin acı çekmemizin kaynağı da oluyor; sanki yaşadığımız bütün ruhsal bozuklukların nedeni 'o an'... Öyküleriniz genelde bu minval üzere kurulmuş... Yanılıyor muyum?..

Z.A Ayrıntılardır hayatımızı belirleyen. Zihnimizin kıvrımlarını kat yerlerini oluşturur ayrıntılar. Kat yerleri uçurumlarımızdır, kopuş noktalarımızdır. Her şeye bizatihi damgasını basar. Asla yaşanıp bitmez. Çıkışı yoktur. Bir karadelik gibi; yaklaştıkça çekim gücünün arttığını fark ederiz. Ondan uzaklaşmaya çalışırız. Sığınak arayışımız sezgilerle algıladığımız felaket öngürüsünden kaynaklanır.

A.Ş-Sevgi konusunda, içsel açıdan bir ‘ikiye bölünmüşlük’ mü söz konusu olan? Güne Batanlar öyküsünde Mehmet’in bir yarısı, annesinden, kendisini günahına ortak ettiği için nefret ediyor; öteki yarısı ise, ilgi ve şefkat yoksunluğu yüzünden çok seviyor... Görebildiğim kadarıyla, anlık ruhsal dalgalanmaların, düşünsel gel gitlerin ve bunun neden olduğu duygusal kaosun temelinde yatan şey, sevme ve sevilme ihtiyacı...

Z. A Özellikle kız çocuklarının eksikliğini duyduğu bir şeydir özgüven eksikliği.  Ve bence sevgisizlikten, şefkatsizlikten beslenir. Bu eksikliğin yorup tükettiği insanlardan biri; sevmeyi bilmeyen, sevgi veremeyen bir kadın Mehmet’in annesi. Büyümemiş, reşit olmamış bir kadın. Çünkü kız çocukları hiç büyümezler, hiç reşit olmazlar. Kadının sorumluğu sürekli başkalarının üzerine atma nedeni de bu. Daha üst düzeyde, bir hayata ulaşamayışının suçlusu olarak görüyor Mehmet’i; artık yetişkin bir kadın olduğunu yüzüne vuran ayna olarak görüyor Mehmet’i; bu yüzden daha çok nefret ediyor Mehmet’ten. Pek çok fırsatı kaçırdığını, yetersizliğini sürekli yüzüne çarpan bir kimlik çünkü Mehmet. Üstelik nefret ettiği bir geçmişin de temsilcisi. Ama öylesi bir geçmişi, Mehmet var olduğu için yaşanmadı sayma şansına sahip değil..

A.Ş-Öyküleriniz, güçsüz, zayıf, özgüven yoksunu ve hayata tutunamamış karakterlerin dünyasından anlatılıyor... Anakarakterlerin çevresindeki kişiler, niye bu denli anlayışsız, duygusuz ve kötü kalpliler?

Z.A İç dünyasında güçlü, kendisiyle barışık o kadar az insan tanıdım ki. Masklar var yalnızca. Uzakdoğudaki gibi farklı renklerde. Daha zayıf olan insanlar, daha güçlü gösteren maskı tercih ediyorlar. İnsanın en zayıf anı, en güçlü göründüğü  zamandır diye düşünüyorum. Tüm savaşlar iktidar için. Onu ele geçiren öteki’ni dize getirecektir. İlişkiler böyle yürüyor. Mesela şöyle bir tuhaflık var: erkek de kadın da eşini şımartmamak peşinde. Sırf iktidarı yitirmemek kaygısıyla sürekli  rol yapıyorlar birbirlerine. Yani kimse kendi olamıyor. Böyle oynayarak nasıl mutlu olabilir ki insan. Tepenizde bir iktidar odağı olsun istemiyorsanız, tek başınıza yaşamayı göze almanız gerekiyor.  Çünkü çok sade, düz insanlar sakin hayatlar reddediliyor artık. Sürekli barış hali gibi, bir noktada sıkıcı bulmaya başlıyor insanlar.. Öylesine renkli, heyecanlı, değişken, ucu şiddete açık bir dünya ki içinde yaşadığımız, insanları da kendisine benzetiyor. Teknolojinin terörize ettiği ortamlardayız her şey bir yana.  Kaldı ki, aynada sürekli kendimizle karşılaşmaya bile dayanamıyoruz. İnsanı, kendine sığınmaya zorlayan bir sistem. Ama orada, en kuytuda bir yabancıyla karşılaşıyor insan. Asıl problem de sanırsam o andan itibaren başlıyor. Çünkü aslında iktidarı elinde tutan da öteki kadar güçsüz.

A.Ş-Margherita'nın Kanatları'nda, Raphael'in tablosu ve yaşamöyküsüyle, idealize ettiği kendi aşkı arasında özdeşim kuran Gülser, aynı zamanda da eriyen mumla melek arasında, sonra da mumla kendi yaşamöyküsü arasında bir özdeşim kuruyor. Her An Tektir öyküsünde de, Hande, 'Fotoğraf makinesini bir tabanca gibi görüyor ve babasına karşı kullanıyor'... Nesnelerin öykülere, nesnelerin nesnelere, öykülerin öykülere ve öykülerin nesnelere dönüşüp iç içe geçerek birbirine karıştığı bir zamanı mı yaşıyoruz?

Z. AGörüyoruz ki, insanlığın ulaştığını varsaydığı  uygarlık, ancak doğanın bir biçimde denetim altına alınması ve ondan azami ölçüde, onu yok etmek pahasına da olsa yararlanılması anlamına geliyor. Şey’ler biri birini belirliyor. İnsan nesneler dünyasında kimliksizleşiyor, değersizleşiyor, plastikleşiyor. Sonuçta nesnelerden biri haline geliyor. Eşyalarımız hükmediyor bize, evlerimize, hayatlarımıza.

İlk çağda insanlar mağara duvarlarına resimler çizerek yapmaya çalışıyordu bunu. Doğanın ruhunu ele geçirip otorite tesis etme ayinleri diye görüyorum mağara resimlerini. Nitekim dinsel idoller de aynı amaçla, Tanrıya ulaşabilmek, onun gücünden yararlanabilmek amacıyla gerçekleştirilmiştir.. Bu bağlamda Tanrıya hep çıkarcı, faydacı yaklaşmıştır insan. Tanrının yerini almak çabalarıdır bu. Sistemler, ygarlığın araçları, bugün aynı şeyi insan üzerinde yapıyor.  İnsanları belli kalıplara sokarak, karikatürize ederek üzerinde otorite kurmaya çalışıyor. Toplumun doğayı giderek incelik kazanan faydacı işlevlerine nasıl alet ettiğini, dönüştürdüğünü görüyoruz. Ancak bu yeni çevrede yaşamanın, insan bedeni üzerinde olumsuz yığınla etkileri olmuştur. Şeylerin birbirini etkilediği ortamı bir büyülü alan gibi de düşünebiliriz. Büyü odağındaki insan bedeni ve ruhu da bu yeni duruma uyum sağlayabilmek için kendi boyutları içine sıkıştıkça sıkışır. Yaşadığı bir tür asimilasyondur.

Çevresinde yer alan her şeyi nasıl görmesi, nasıl okuması gerektiği dikte edilen insan,   sonuçta kendisini, kuşatması altında olduğu sistemin motiflerinden biri haline yani öteki’nin, organizasyonun parçasına dönüşmüş buluyor.

A.Ş-İkili ilişkilerde erkekler, kadınlar üzerinde bir erk oluşturma süreci yaraıtırlarken, neden kadınlar, erkeklerin kendi üzerlerinde oluşturdukları erki sağlamlaştırmanın ötesine geçemezler? ‘Mücadele’den neden hep erkekler kazançlı çıkar? Öykülerinizdeki kadınlar, ‘modern’ olsalar bile, erkeklere tapınan ve ilişkinin ‘nesne’si olmaya yazgılı kadınlar... Bu durum, kadınların tek taraflı bir içsel gerilim ve içsel gerginlik yaşamalarına da neden olmuyor mu?

 Z.A Aslında dediğim gibi erkek de kadın da bir büyü odağının ortasında. Ancak erkek açısından ciddi bir artı problem var. Dış dünyadan evine döndüğünde, orada silah kuşanmış, tam teçhizatlı kadınla karşılaşabiliyor. Oysa, erkeğin en savunmasız olduğu, silah bıraktığı dönemdir evde geçen süre. Üstelik zaten silahları da bir ev savaşına uygun değildir.  Bu, biraz da şaşkınlık yaratıyor, acemileştiriyor erkeği.

Kadınsa, karadul örümcek gibi, alanını, son derece titizlikle ayrıntılarıyla planlayıp, organize edip  kendi amaçlarına uygun olarak kullanıyor.

Uzaktan bakınca, erkeğin deplasmanda olduğu süreç olarak görüyorum ben bu evde kalma süresini. Dışarda çok güçlü bir kimlik olarak görünen erkek kendi oluşturduğu, sığınak gördüğü yerde kapana kısılmış durumdadır çünkü.

Tüm nesneleri programlayan kadın bu yanıyla bir savaşçıdır; siperini evde kazıyor. Yani kadın evinde gerçekten iktidar odağıdır; tek taraflı silah bırakması filan söz konusu değil. Evdeki savaşı, kutsal savaş olarak sürdürüyor. Erkek öyle sanıyor olabilir. 

Yani,  kadın ancak bu koşullarda dış dünyada güçlü olmak yerine evde kalmayı kabul ediyor.

Sonuç itibarıyla, bir savaş sürmekte cinsler arasında. Belki bu yüzden yaygınlaşıyor eşcinsellik böylesine hızlı bir şekilde.

 

A.Ş-Kimi öykülerinizde, kadın erkek ilişkilerinde, kadınlar, belli bir duyarlılığa sahip, kırılgan, alıngan ve duygusalken; erkekler, kuşkucu, çıkarcı, anlayışsız, kabasaba ve bencil olarak veriliyor. Kadınları 'kullanılacak' bir 'eşya', bir 'meta' gibi gören erkekleri 'kurt', kadınları da 'Kırmızı Başlıklı Kız' gibi mi görüyorsunuz ?..

Z.ATam böyle değil. Çok ince denge hesapları söz konusu. Kurtla kuzunun  sürekli yer değiştirmesi gibi. Dış dünyada var olmak kurt olmayı, evde var olmaksa kırmızı başlığı giymeyi gerektirir. Bir çift de tül kanat takacaksınız, elbette. Ama bu sonuç doğrudan erkeklerin tercihi elbette. Bir bakıma kadınlar daha gerçekçi. Öyle olmak zorundalar; zirveleri paylaşabilmek şansını elde edebilmek için nasıl bir yol haritası izlemek zorunda olduğunu iyi hesaplamalı bir kadın. Doğduğundan beri zirvede yaşayan kişinin belki de hiç bilemeyeceği çıkış yolunu ancak oraya çıkmayı planlayan kişi görebilir. Dağın eteğindeki dağcının ne kadar tırmandığını, gözlerini yıldızlara dikmiş zirvedeki egemen kolay kolay anlayamaz. Ta ki yeni Fatih, burnunun dibine gelinceye kadar. Kadın da, benzetme yerindeyse, kuralları görüyor ve ona uygun oynuyor. Uyum sağlamış görünüyor koşullara. Piyasanın hitap ettiği müşteri kitlesinin büyük ölçüde kadınlar olması  boşuna değil. En fazla göğüs karın estetiği yaptıranların ev kadınları, özellikle de türbanlı kadınlar olmasının da bir anlamı var elbette. İş kadınlarıysa erkek egemen dünyada başarılı olmanın formülünü erkeksileşmekte buluyorlar. Ve bu seçim, kabasaba bencil, kuşkucu, anlayışsız olmaya doğru götürüyor onları. Yavaş yavaş uzuyor kulakları, burunları, keskinleşiyor gözleri, pençeleri gelişiyor.

A.Ş-Yukarıdaki soru ve sorunlarla zihnimizin bu denli iğdiş edildiği bir çağdan, şehvet ve erotizmin de payını almaması elbette ki düşünülemez... Bu yüzden mi, öykülerinizde şehvet ve erotizm, sakat ve hastalıklı bir şeymiş gibi çıkıyor karşımıza?..

Z .A Erotizmi hastalıklı bir durum olarak göstermek değil amacım.  Onu bütün bileşenlerinden ayırıp tek başına ele alarak çirkinleştiren bir anlayış giderek egemen oluyor ilişkilere. Cinselliği bir iktidar sorunsalına indirgeyip tüketiyor insanlar böylelikle. Romantizmi çağdışı bulan, vefa, bağlılık gibi kalıcı duyguları hastalıklı olarak değerlendiren ve kendini hep merkez görerek, olayı değerlendiren bir anlayışa karşıyım.  Cinselliği iktidarı ele geçirme aracı olarak değerlendiren tüm yaklaşımları reddediyorum. Bu, insanın zavallılığından başka bir şey değil. Bir çemberin merkezi olmak fikrine de karşıyım elbette. Kadın ve erkeğin ayrı merkezler kurması,  ama ortak alanlar oluşturabilmesidir aslolan. Genellemelerden hoşlanmamama karşın, İnsan insanın kurdudur sözünü çok severim. Düşünebiliyor musunuz aynı merkeze çakılıp kalmış iki insanın trajik geleceğini? Hem zaten  kopuk, bir fanusun içine hapsedilmiş izole ilişkiler, asla paylaşımdan yana değildir..

“ Bir insanı sevmekle başlar her şey” derken kastedilen, tasavvuftaki gibi, bir insanda bütün bir insanlığı, hallerini sevebilmek, kabul edebilmektir. Böyle bakılmayınca da mutsuzluk, doyumsuzluk, durmaksızın yeni partner arayışlarıyla heder olan duygular, duyarlıklar; yani heder olan bütün bir insanlık halleri. Aşkı  öcü gibi gören çok kişi tanıyorum. Bunların çoğunun da genç kuşaktan olması mide bulandırıcı elbette. Sırf bencil çıkar ilişkilerinin hakim olduğu güdüsel birleşmelerin insani olmadığını söylemek istiyorum ben.

 

 

 

***

 
Hürriyet Gösteri Dergisi

 

 

Hikmet Altınkaynak- Zeynep Aliye
 
BİR DAMLA SUYUN İÇİNDEKİ  BİR YERALTI NEHRİ
 
İlk öyküleri, şiirleri, söyleşileri ve köşe yazılarıyla lise yıllarında Samsun'daki Demokrat Canik ve Son Posta gibi yerel gazetelerde  görüldü.Yaşamak Masal Değil(1990-Gerçek Sanat Yayınları), Aliye'nin Öyküleri(1992-Cem Yayınevi),Dolunay Vardı (1995-Altın Kitaplar Yayınevi), son olarak da Bilgi Yayınevi'nceDiş İzleri adlı öykü kitapları yayımlandı. Aliye'nin Öyküleri, 1993'te Hümanist Enternatıonal'ın 4. yıldönümü onuruna düzenlenen bir yarışmada 'Art Contest'93' Öykü Ödülü'nü, Diş İzleri 1997 Orhan Kemal Öykü Ödülü' ve 1996 Haldun Taner Öykü Ödülü üçüncülüğünü, Raylardaki Merdivenler adlı öykü dosyası 1998 Sabahattin Ali Öykü Ödülü'nü kazandı. Adam Öykü, Düşler Öykü, Varlık, Karşı Edebiyat, Sesler, Milliyet Sanat, Yaşasın Edebiyat, Cumhuriyet Dergi gibi sanat ve edebiyat dergilerinde öyküleri, söyleşi, inceleme- araştırma, kitap tanıtma, yazıları;Atika, Sombahar, Şiirlik, Kuşlama, Karşı Edebiyat, Sesler, Yeni Biçem gibi sanat edebiyat dergilerinde şiirleri yayımlandı.
HA--Diş İzleri adlı kitabınıza adını veren Diş İzleri öyküsünün baş kişisi Emre için, Emre'nin akvaryumda canlı Japon balıklarıyla beslediği piranhalara gönderme yapılarak, "Kendi ruhundaki diş izlerini unutuncaya kadar diş izi açmak istiyordu Jülide'nin ruhunda ve bedeninde" deniyor. Piranhaların acımasızlığıyla, öykünün sonunda kopan eli piranhalara yem olan Emre'nin sevgisizliği, şiddet eğilimleri üzerine neler söyleyeceksiniz?
ZA--.Bir fotoğrafçıda çalışan tezgahtar çocuğun, fotoğraflarımı verirken saklamaya çalıştığı, ucları budanmış parmaklarını fark ettiğim gün, bu parmakların öyküsünü yazmak istedim.  Çocuğun, cüzamın yediği parmaklarından utanmasının ne kadar aptalca olduğunu düşünmüştüm çünkü.Asıl cüzamın, düşünmeyen, yorumlamayan, insana sevgi ve mutluluk vermek yerine ona acı çektirmeyi düşünen, sömürmeyi doğal bir yaşam biçimi haline getirmiş, insanlık için çaba harcamayan, savaşları, yıkımları önlemek ya da durdurmak için hiçbir şey yapmayan insanların ruhlarında olduğuna inanıyorum ben.
Toplumsal kurumları, bireyi ortadan kaldıran kuralları piranhalara benzettiğim bu öyküde, doğuşumuzla birlikte cüzamlı bir ortama düştüğümüzü, törpülendiğimizi, düşünme yeteneğimizin gelişmesinin önüne geçildiğini, sevinçlerimizin kanatıldığını, acı çekmekten ve çektirmekten zevk alan 'sado-mazo' tipler haline getirildiğimizi anlatmak istedim. Kahramanım Emre de çocukluğundan itibaren çok acı çekmiş; ülkemizdeki alt ve üst yapı kurumlarının yarattığı bir kurbanEline eskiden cüzam hastalarının kendilerini tanıtmak için kullandıkları kaynanazırıltısını alıp ortalığa düşmüş bir  cüzam mikrobu; aynı zamanda da bir  piranha.Kendisi durmaksızın tükenirken başkalarını da tüketiyor. Elbette Emre'nin cezalandırılması değil benim öyküyle talebim.Emreler'in oluşmaması için neler yapılması gerektiği önemli...
HA--Kadınların ezilişiyle ilgili çarpıcı örnekler sunduğunuz Yüz ve Giz adlı öykünüzün kahramanı "Gerçek Çerkez güzeli bir kadının ince, hüzünlü yüzü"nden yola çıkarak söyleyecekleriniz olabilir...
ZA--Yüz ve Giz adlı öykümün kadın kahramanı yani öykünün sonunda recm edildiğini öğrendiğimiz Dilara hem var hem yok bir kadın. Böyle bir kadın var; tarih kitaplarında bir kadının recm edilişine yer veriliyor ama kahramanımla recm edilen zavallı kadıncağızın kaderlerinin benzemesinden başka bir tanışıklıkları yok..
Bu öykünün yazılması önemli bir görevdi bu benim için.Öncelikle de insanlık görevi. Öyküyü, insanlık görevimi yazarlık görevimle yani edebiyata karşı olan görevimle bütünleştirerek çıkardım ortaya.Çünkü edebiyatı öncelikle estetik bir üretim biçimi diye algılıyorum.
Yüz ve Giz'e dönersek şunu görüyoruz.Tarih kitaplarına yalnızca ihtirasları, saltanat kavgalarına neden olmalarıyla girebilmiş kadınlarımız.Padişah kızları bile -istisnaları saymazsak - evlilik türünden nedenlerle geçebilmişler belgelere.Bir de öykümde işlediğim gibi, bir yahudi tüccarla zina yaptığı gerekçesiyle recm edilen kadın girebiliyor.İnanılmazz ama toplumumuzda hala ortaçağ yasaları yürürlükte; kadının namusu ya babasından, kardeşinden, ya kocasınndan ya da mahallelisinden soruluyor. Çünkü kadına  birey gözüyle bakılmıyor.Kadının zaten günah işlemeye hazır olduğunu, bu anlamda ona asla güvenilemeyeceğini savunuluyor. En başta da kadınlar kendilerine düşman. Var olmayı savunan kadının karşısına yine en önce hemcinsleri çıkıyor. Ülkemizde hala aile meclisleri kararıyla namussuzluk ettiği gerekçesiyle tavuk boğazlanır gibi boğazlanıyor kadınlar. Erkek egemen toplum kendi çıkarlarını savunacak kadınlar yetiştiriyor çünkü.Buna karşı çıkmaya kalkanı da biçiyorlar.Öykü işte kadının bütün bu açmazlarını anlatıyor.
HA--Uyuşturucu, ülkemizde çok önemli bir sorun. Altıncı Parmak Çivi'yi, eroin kurbanlarına adamışsınız. Yazar olarak bu konuya duyarlısınız.
ZA--Ben söylediğim gibi imgelerden, simgelerden, anlardan, yola çıkarak yazıyorum şiirlerimi ve öykülerimi Kafama takılan, beni yaz, diye eteğimi, kolumu, saçımı, çekiştirip duran, beni uyaran bir konu olduğunda da onu yazmazsam rahat edemiyorum.Altıncı Parmak Çivi böyle çıktı. Bir gün Kadıköy'de, kendinden geçmiş halde yerde yatan bir gençle karşılaşmıştım. İnsanların saralı sandıkları ve sovan koklatmaya çalıştıkları, ancak kolundaki iğne izlerinden uyuşturucu bağımlısı olduğunu anladığım gencin görüntüsü belleğimin aynasına yerleşmiş olmalı o an; durmaksızın dürtüklüyordu yazmam için.Ancak Altıncı Parmak Çivi, içimdeki sancıyı dindiren öykülerimden biri değil henüz. O sancıyı dindirmek için 'Kötürüm Düşler Çıkmazı' adlı  bir de şiir yazmışken üstelik.Belki de madde bağımlılığı, ne kadar işlersem işleyeyim bendeki kanaması dinmeyecek bir konu.. Uyuşmuş,  enerjisini tüketmiş, coşkusunu yitirmiş bir genç insanın bulanık bakışlarıyla her karşılaştığımda tepeden tırnağa buz kesiyorum...
HA--Karton Hayatlar adlı öykünüzü, "Ne acı en iyi bitişi ve en iyi başlangıcı bir arada belki de hiçbir zaman bulamayacağımı bilmek!" diye ve yazarın notuyla noktalıyorsunuz. Sinematografik öğeler de taşıyan bu öyküyle ilgili açıklamak istedikleriniz nelerdir?
ZA-- Sanatçıların büyük çoğunluğu yapıtının üretimi sürecinde tedirgindir. Sonucun yeterince başarılı olmayacağından korkmanın tedirginliğidir bu.Hatta yapıtın üretim süreci sona erdikten, tüketim maddesi olarak piyasaya sunulduktan sonra da sürebilir aynı rahatsızlık! Karton Hayatlar'da da, son yapıtında yarattığı iki kahramanını yeterince başarılı olmadığı kuşkusuna kapılan Bahar adlı bir senaryo yazarını anlatıyorum.Bahar, yarattığı iki kahraman olan Sevda ve Şeref'in gerçek hayatta soluk alıp verebilecek, savaşabilecek ve sonuçta ayakta kalabilecek güçte olduklarına inanamıyor.Bir sahaf dükkanında gördüğü kimi fotoğraflarla yarattığı kahramanların geçmişi arasında doğrudan bağlar kurduktan hemen sonra sokağa çıktığında önünde duran pahalı, şık bir arabanın direksiyonunda oturan erkeği, kahramanı Şeref' sanıp kendisini de o an Sevda'yla özdeşleştiriveren Bahar belki ruhsal anlamda şizofrenik bir durumun eşiğinde olduğu için, belki  de yalnızca senaryosunu gerçekçi kılabilmek amacıyla, sonu çok tehlikeli olabilecek bir maceraya dalıyor çivilemesine. Ama her şey bir yana, bir öykünün gerçekten tek bir sonla sonuçlanabileceğine inanmıyorum. Değişen tüm koşullarla birlikte (değişen dünyayla, değişen okurla, okurun ruhsal durumuyla.....) öykü de durmaksızın değişir, gelişir, yeni yeni öykülere uç verir, diye düşünüyorum.Bir başka deyişle öykü bitmez; her öykü, yazarının yaratmaya çalıştığı dünyanın bir parçasıdır yalnızca. Bu yüzden bitmemeli...
HA--Buraya Kadar adlı öykünüzde, "Artık gücümü, sevincimi, umudumu, özlemlerimi hiçbir hırsızın çalamayacağını, artık istediklerimce isteneceğimi bilmenin keyfi bu..." diyorsunuz. Önemli bir mesaj içeriyor söyledikleriniz...
ZA--Bu sözleri söyleyen kahramanım Beyza, birey olma savaşına girmiş kadını simgeliyor. Her kadın, her erkek biraz biraz Beyza'nın geldiği noktaya gelsin istiyorum..Bugüne dek ne kadar boş, anlamsız  şeyler için, zamanımızı, gücümüzü harcadığımızı bir düşünürsek...Bizi bizden çalan hırsız bir insan da olabilir, kurallar da, şartlanmalar da, gelenekler de, alışkanlıklar da, önyargılar da!Önemli olan bu soyguna, talana kişinin kendisinin 'dur' diyebilmesi. Bana göre aklın ağırlığını koymadığı hiçbir yaşam biçimi, hiçbir sevgi kalıcı değildir. Aşka inanmıyorum anlamında algılamıyorsunuz bunu, değil mi? Aşk çok farklı bir şey çünkü...Yakıcı, çıldırtıcı, tüketici...Bereket ki ömrü  uzun olmuyor...
HA--Gerçi şu ana dek söylediklerinle niçin yazdığını anlatmış oldun.Ama 'nasıl' bir öykünün peşindesin sorusunun yanıtını hala vermedin sanırım.
ZA--Edebiyat bana göre sözcüklerin haykırışı aynı zamanda; ve güzelliği hedeflemiş yaratıcılık..Dil ve sağlam bir kurgu en önde geliyor. Alegorik anlatım, şiirsellik, yoğunluk, satır araları çok önemli benim için. Biçimi en az öz kadar önemsiyorum. Belki daha da öne geçiyor. Ama anlamsızlığa düşmemesi, bütünselliğini yitirmemesi koşuluyla. Çünkü öncelikle, dilin olanaklarının alabildiğine genişletilmesi, iletişimin güçlendirilmesi içindir bir yazınsal yapıt... Olay öykü yazmıyorum. Bu yüzden de her bir ayrıntının okurun kafasında bir olayın halkasını oluşturması gerekiyor. Bir yumağın birkaç ucu olabilir mi? İşte benim öykülerimde bu olsun istiyorum. Aynı anda farklı uclardan çözülmeye başlansın. Ama her an düğümlenebileceği gerilimini de yaratsın okurda. Öyküyü, modern zamanların çocuğu ama aynı zamanda insanlığın bin yıllardır verdiği insan olma savaşımını dille gerçekleştiren silahşör olarak düşünüyorum.
Dediğim gibi zaman zaman alegorik bir anlatıma başvuruyorum. Ama ayakları yere alabildiğine sağlam basan bir dünya kurmaya çalışıyorum. Yoksa özellikle son yıllarda örnekleri çoğalan fantastik öykücülük değil benim tarzım. Sağlam bir kurguya oturan,  yaşamla  güçlü bağları olan, insanları özellikle de sorgulamaya, yeniden yapılanmaya iten bir öykü  anlayışı. Ben öykülerimde her okurun kapasitesi ölçüsünde almasını sağlayacak güçlü örgüler oluşturmaya çalışıyorum.
  Evet, kendisini ve yaşamı yeniden sorgulamasını istiyorum okurumdan. Öykülerimle önüne sunduğum  harita her ne kadar gerçek bir  arazi değilse de orada da ana yollar dışında yollar, sıradağlar, nehirler, kanyonlar, yeraltı geçitleri, tüneller var..Ona kendinden eklemelerde bulunsun.Öykü çoğalsın böylece.Her okuyucu her okuyuşunda gelişmeye, 'yüksek debisiyle engelleri aşmaya zaten hazır öyküme' katkıda bulunsun; birlikte oluşturalım öyküyü.Hayatın büyük dolanımının içine sokalım onu ve geleceğe yürütelim istiyorum.Değerleri bir kez daha, bir kez daha sorgulasın istiyorum. Okurun eline bir maymuncuk vermiyorum bunu yaparken.Herkes kendi doğrusunu bulsun..Alışkanlıklarının, boş vermişliklerinin yaşamın zenginliğini, değişimlerini görmelerini engelleyen perdesini kaldırmak! 'İlk kez' yaşamaları bile durmaksızın kaçırıyoruz, biliyor musunuz...Çünkü yaşam bir ayrıntılar toplamıdır bana göre ve insanlar ayrıntılarla hemen hiç ilgilenmiyorlar artık..
HA--Gördüğümüz kadarıyla öykülerindeki ana izlek insan. İnsanın-insanlığın bütün hallerini anlatıyorsun öykülerinde.
ZA--Çünkü edebiyat insan içindir öncelikle. Diyelim ki bir resim, bir mimari eser, bir müzik parçası bir bitkiyi ya da bir hayvanı ucundan da olsa etkileyebilir. Ama yalnızca insan okur. Ama sorumlulukları açısından baktığımızda elbette doğa ve onu oluşturan her şey girer öykülerime, onları bütün boyutlarıyla işlerim. Ancak sonuç yine insanı ilgilendirir.
HA--Bir Sahaf Dükkanı'nda nostalji öne çıkıyor. Bu güzel öyküyü, yazma serüveninizden başlayıp açar mısınız?
ZA--Bir Sahaf Dükkanı, eski eşyalar satan bir dükkanda rasladığım  yaşlı bir insandan esinlenerek yazıldı. Pek konuşmayan, çok sık "Evet...Evet..." sözcüklerini bir ikileme gibi ve durmaksızın kullanan yaşlı bir beydi satıcı. Bu yaşlı insandan esinlenebileceğimi düşündüm.Niye bilmem. Bunun mantıklı bir yanıtı da yok zaten. Bende çoğunlukla böyle oluyor.Tam olarak çözemiyorum o an ama bir etkilenme içine girdiğimi ayrımsıyorum.Şayet bu etkileme odağı güçlüyse sonrasında da zaman zaman kendisini duyumsatıyor bana. Ve anlıyorum ki kurtuluşum yok; onu konuk odasından mutfağa almam gerek...Bu yaşlı insanı da o sırada üzerinde çalıştığım 'Gizli Sokak' adlı öykümde, bir 'Anılar Merkezinin Kayıtçısı' olarak değerlendirmek istedim. Ama olmadı.Öykü yeterince yoğundu ve bu yoğunluk içinde bu karaktere de ancak yardımcı oyunculuk gibi bir rol düşüyordu. Oysa onu kahramanım yapmakta kararlıydım ben.Sonuçta yaşlı adamı 'Gizli Sokak'tan çıkardım. Ancak belli kahramanlar vardır, ısrarlıdırlar...Yakamızı kolay kolay bırakmazlar...Durmadan dürtükler, "Beni ne zaman kahraman yapacaksın?" diye sorarlar. Bu yaşlı adam da onlardan biriydi. Sonunda ona uygun bir öykü aramaya koyuldum.Sahaflığın onun için biçilmiş kaftan olduğunu düşündüm.Ama sahaflığı, sahaf dükkanlarından kitap almak dışında tanımıyordum. Yaşlı bir sahafı anlatabilmek için sahaflığı öğrenmem gerekiyordu.Öyküyü kendisine adadığım Halil Bingöl'le tanıştım  o ara. Aslıhan Pasajı ve Barış Kitabevi, bir süreliğine adeta mekanım oldu.. Eski kitapları yakından tanıdım. Bir sahaf dükkanının asla bir mobilya mağazası, bir mefruşat dükkanı, bir süpermarket olmadığını gördüm. Orada düşünceler, duygular, yaratılan dünyalar, iyi ya da kötü kahramanlar, savaşlar, entrikalar, icatlar, keşifler, yıkımlar, kısacası bütün bir insanlığın geçmişi yatmaktaydı. Özelde Anadolu'nun geçmişinden bugüne yaptığım yolculukta rastladıklarım da çok etkiledi beni.Öykü beni bu kez Arkeoloji Müzesi'ne, İslam Eserleri Müzesi'ne, Anadolu Uygarlıkları Müzesi'ne attı. Anadolu, gerçek bir uygarlıklar beşiği, bu toprakları kendisine yurt edinmiş bizler ise bu uygarlıklar geçidinin bu dönemki konuklarıydık. Bunu gördüm.Her birimizde her bir kültürün izlerinin katman katman değil ama, iç içe geçmiş, kaynaşmış olarak var olduğunu gördüm.Ve oturup 'Bir Sahaf Dükkanı'nı yazdım. Ancak bu haliyle 'Bir Sahaf Dükkanı' ne Barış Kitabevi'dir, ne de kahramanım olan sahafın, Ortaköy'deki yaşlı adamla en ufak bir benzerliği  vardır, bir yineleme gibi kullandığı 'Evet...evet...' sözlerini sözlüğündeki bütün sözcüklerin karşılığı olarak kullanmasından başka...
HA---Yazma serüveninizi anlatır mısınız? Bugüne değin neler yazdınız, hangi kitaplarınız yayımlandı?
ZA--Yazmaya, ilkokul beşinci sınıfa geçtiğim yıl Zeynep adını verdiğim bir günlük tutarak başlamıştım...Ancak günlüğü okuyabilecek kişilerin (ağbilerim ve babamın) anlamayacakları bir yöntem bulmak zorundaydım. Bunun için de günlüğümle paylaşmak istediğim her olayı, kişisini, yerini, zamanını, hatta olayı farklılaştırarak yazma yoluna gittim. (Çünkü bulduğum bütün şifreler çözülebiliyordu, görünmez  kalemle yazılmış da olsa, sayfa ısıya tutularak yazdığım her şey okunabiliyordu.) Bu değiştirme çabalarım yüzünden de daha sonraki okuyuşlarımda benim de gerçeğini yakalamakta zorlandığım anılar halini alıyorlardı yazdıklarım ve ilk öykü denemelerime dönüşüyorlardı.Lise birinci sınıftayken bir yerel gazetede ilk yazım yayımlandı. Eğitim sistemini eleştiren bir makaleydi. Kısa sürede bir de köşe vermişlerdi bana. Bunu öteki yerel gazeteler ve yeni yazı türleri izledi:Şiirler, fıkralar, söyleşiler, öyküler...
Atika, Düşler Şiir, Sombahar, Karşı Edebiyat, Yeni Biçem, Şiirlik, Şiir Ülkesi, Sesler gibi  yurt içi ve yurt dışında çeşitli dergilerde yayımlandı şiirlerim.Ama en azından şu aşamada şiir dosyamı kitaplaştırmak istemiyorum. Böyle bir şey olursa kollarının kanatlarının kırılacağından, incineceklerinden, renklerinin solacağından ve artık özgürce uçamayacaklarından korkuyorum.Bu, şiirin öyküye göre daha özgür ruhlu, bağımsızlığına daha düşkün olmasından kaynaklanmıyor yalnızca. Belki daha kırılgan, alıngan, daha içe kapanık.Bir kitaba girmeye hazır olduklarını değil ama girmeyi istediklerini sanmıyorum. Aslında belki de bütün bunlar gerekçe: O kadar çok bekledim ki şiir kitabımın yayımlanması için... Ayrıca sürekli olarak şiirlerimi yırtarak, yok ederek ve kendi şiirimi yaratmaya çalışarak bugünlere geldim. Yayımlanacak şiir kitabım aslında benim dördüncü ya da beşinci şiir kitabım olabilirdi.  Şimdi de çok açık, korktuğumu söyleyebilir miyim?

 

ZEYNEP ALİYE HAKKINDAKİ YAZILARIN LİSTESİ

 

ZEYNEP ALİYE HAKKINDAKİ YAZILARIN LİSTESİ

 

 

Kimin Yazdığı                 Yazının Konusu                           Kaynak / Tarih

 

Muzaffer Uyguner                   Yaşamak Masal Değil           Karşı Ed.Der./ --/1990

------------------             Yaşamak Masal Değil           Hürsöz Gaz./Ağustos/1990

Cumhuriyet Kitap                    Yaşamak Masal Değil           Cum. Kitap./Mayıs/1990           

Nazım Kutlu                             Yaşamak Masal Değil           Türk Dili Der./Tem-Ağus/1990-91

İzzet Kılıçlı                              Yaşamak Masal Değil           Aykırı Sanat Der./--/1990-1991

Hürriyet Şösteri Der                 Yaşamak Masal Değil           Hürriyet Gösteri Der./Ocak/1991

Cumhuriyet Kitap                    Yaşamak Masal Değil           Cum.Kitap/Mayıs/1991

Varlık Kitap Eki                       Aliye’nin Öyküleri                Varlık Kitap Eki/Aralık/1992

Cumhuriyet Kitap                    Aliye’nin Öyküleri                Cum. Kitap/Kasım/1992

 

Aliye’ Nin Öyküleri,    Meryem Gülbudak     Edebiyat Nöbeti/ Mayıs 2021

Milliyet Gazetesi                     Aliye’nin Öyküleri                Milliyet Gaz./Aralık/1992

Zeynep Ankara             Geçmişe Tutunan Öykü Kahramanları            Cum.Kitap./Kasım/1992

Tabir Özçelik                           Aliye’nin Öyküleri                Birlik Gaz./25 Eylül /1993

Sunay Akın                               Öykülerinde Gizlenen Şair    Milliyet Sanat Der./--/1993

Necati Güngör                          Dolunay Vardı                       Milliyet Sanat Der./Aralık/1995

Erhan Bener                             Dolunay Vardı                       ---------/--------/1995

Adam Öykü                              Dolunay Vardı                       Adam Öykü/Ocak-Şubat/1995

Sabah Gazetesi             Dolunay Vardı                       Sabah Telerema/Aralık/1995

Zeynep Aliye, Felsefe Ve Yazınındaki Retorik,  Gencer Aytüre/ Edebiyat Nöbeti/ Mayıs 2021

Kitap Gazetesi              Dolunay Vardı                       Kitap Gaz./Aralık/1995

Yılmaz Yeşildağ                      Sahi Dolunay Var mı?           Kitap Gaz./Ocak/1996

Cem Erciyes                             Dolunay Vardı                       Dünya Kitap/Ocak /1996

Gürsel Caniklioğlu       Uzak Bir Arkadaşa Kitaplı Mektuplar  Kitap Gaz/Eylül-Ekim/1996

Oğuz Özdem                            Şair Gözüyle” Dolunay Vardı” Söz Der./Ocak/1996

Saim Alkan                              Dolunay Vardı                       Varlık Der/Ocak/1996

Baran Arslan     Ölüm’ün Ölümü: Bir Yaşam Felsefesi Çağrısı/Edebiyat Nöbeti Mayıs 2021

  Ahmet Özer    Öykünün Ve Şiirin Öğretmeni Zeynep Aliye Edebiyat Nöbeti Mayıs 2021

Leyla Duran                             Kristal Aynadan Görüntüler  Cum.Kitap/Sayı.305

Milliyet Şazetesi                      Haldun Taner öykü Ödülü Hab. Milliyet Gaz/Haziran/1997

Emin Karaca                            Her Öykü Yeni Bir Yolculuk Radikal Gaz/Ağustos/1997

Turan Fırat                               Zeynep Aliye İle Öykü Atölyesi,  Edebiyat Nöbeti/ Mayıs 2021

Finansal Forum                        Raylardaki Merdivenler        Finansal Forum/Aralık/1998         

Cumhuriyet Gazetesi               98 Damgasını Vuranlar         Cum Gaz/Aralık/1998

Leyla Şahin                               Yaşamak Masal Değil’den Diş İzlerine   Cum Kitap/Ekim/1998

Ataol Behramoğlu                     Z.Aliye’nin Gizemli Dünyasında Bir Yolculuk      Cum Kitap/Ekim/1998

Gültekin Emre                          Öykücünün Öyküsü               Cum Kitap/Ekim/1998

Yılmaz Yeşildağ                      Z.A Öykülerinde Tipler         Cum Kitap/Ekim/1998

Radikal Gazetesi                      Bir Neon Kayması                 Radikal Gaz/Aralık/1999              Cumhuriyet Kitap Der                     Bir Neon Kayması                 Cum Kitap Klübü/Aralık/1999

Erendiz Atasü                           Z.A Ya da Öykücüde Gizli şair         Papirüs Der./Mayıs/1999

Kıbrıs Gazetesi                          Z.A Bir Neon Kayması                     Kıbrıs Şaz/Haziran/2000

Muzaffer Uyguner                   Bir Neon Kayması                 Türk Dili Der/Aşustos/2000     

Oğuz Özdem                                        Dans Eden Sözcükler             Cum Kitap/Ağustos/2000

Tülay Ferah                  Bir Neon Kayması üstüne Deneme   -------/--------/2000

Ahmet Günbaş              Bir Neon Kayması’nın şiiri   Dünya Kitap/Ocak/2000

Ahsen Erdoğan Besam Genel Kurulu Toplantısı       Yeni Bin Yıl Gaz/Temmuz/2000

Söyleşi: Zeynep Aliye . Emine Gürbüz Düşle Edebiyat Dergisi 5 Ağustos 2011

 

Tülay Ferah/Edebiyat Gündemi-Sayı 1/Zeynep Aliye şiiri

Cumhuriyet kitap 22 Ekim 98 Gültekin Emre, Ataol Behramoğlu, Leyla Şahin, Yılmaz Yeşildağ

Tülay Ferah Çıplak Güvercinler/ Cumhuriyet Kitap ???? tarih

Gültekin Emre              Bir Neon Kayması                 Cum.Kitap/Şubat/2000

Zeynep Kurada Gece Kandili  Zeynep Aliye, Edebiyat Nöbeti/ Mayıs 2021          

Saba Kırer         Zeynep Aliye Eserlerinde Kadının Halleri Edebiyat Nöbeti/ Mayıs 2021

 

Bahriye Çeri                 Z.A Öykülerinde Temel Anlatım      Hürriyet Gösteri/Nisan/2000

Dünya Kitap                             Yüz Yüze Edebiyat                Dünya Kitap/Nisan/2001

Radikal Kitap                           Yüz Yüze Edebiyat                Radikal Kitap/Eylül/2001

Ahmet Günbaş              Bir Sanatçı Galerisi”Yüz Yüze Edebiyat”Cum Kitap/Ağustos/2001

Aslı Örnek        Yazarlardan A’dan Z’ye Yüz Yüze Edebiyat           Radikal Kitap/Eylül/2001

Celal Üster                               Z.Aliye Hakkında Yazdığı Yazı        Radikal Kitap/Mayıs/2001

E.Dergisi                                  Mavi Adam                           E Dergisi/Aralık/2001

Muzaffer Uyguner                   Yüz Yüze Edebiyat                Türk Dili Der/Kasım-Aralık/2001

Şebnem İyinam                        Mavi Adam                            Radikal Gaz./Aralık/2001

İhsan Yılmaz                            Mavi Adam                            Hürriyet Gaz./Kasım/2001

Radikal Kitap                           Mavi Adam                            Radikal Kitap/Aralık/2001

Havva Setenay İlhan                Mavi Adam                            Yeni Şafak Şaz./Kasım/2001

Ayşe Arman                             Mavi Adam                            Hürriyet Gaz Pazar Eki/Aralık/2001

Oğuz Özdem                            Mavi Adam                            Cum. Kitap/Nisan/2002

Celal Karaca                             Yüz Yüze Edebiyat                ----------/Ocak/2002

Yazarlarla A’dan Z’ye Edebiyat/ Yazan: Aslı Örnek/ Radikal Kitap Dergisi/ 28 Eylül 2001 Cuma, s. 7

Bir Sanatçı Galerisi/ Yazan: Ahmet Günbaş/ Cumhuriyet Kitap Dergi-2001- Sayı  599, sayfa:6

Zeynep Aliye ‘Yazarlarla Yüz Yüze Söyleşiler’ Söyleşiyi yapan: Doğuş Şimşek/ E Dergisi Sayı 32/ Yıl: 2001, s. 77- 81

Yüz Yüze Edebiyat/ Muzaffer Uyguner/ Türk Dili Dergisi/ Kasım- Aralık, 2001

 

 

Cum. Kitap                               Mavi Adam                            Cum. Kitap/Nisan/2002

Osman Gazi Üniversitesi Gazetesi      Vahşi Kelebek                       Osman Gazi Üni.Gaz.         /Aralık/2002

Milliyet Kültür Sanat Eki        Vahşi Kelebek                       Milliyet Kül. Sanat/Ağustos/2002

Milliyet Kültür Sanat Eki        Vahşi Kelebek                       Milliyet Kül.Sanat/Ağustos/2002

Celal Karaca Zeynep Aliye İle “Mavi Adam Attila İlhan’la Söyleşiler “ Üzerine, röportaj. Agora dergisi,

Mart/Nisan 2022, sayı: 24, sayfa: 22

Celal Karaca/ Zeynep Aliye “Edebiyat sizden Tüm varlığınızla Ona Ait olmanızı İstiyor”          

Tersakan Gazetesi/ Amasya.  27  Nisan 2000  Sayı: 50

Meraklısına Attila İlhanlar/ Yazan: Levent Uluçeri/ Aydınlık/ 4 Ağustos 2002, s. 54

Mavi Adam/ Yazan: Oğuz Özdem /Cumhuriyet Kitap Dergisi/ Sayı 621, s. 9

Mavi Adam- Sarı Kız/ Yazan: Dursun Özden/ Bizim Gazete/ 13.6. 2002 tarihli

Okuma Lambası/ Attila  İlhan’ın Yanlışları/ Enis Batur/ Cumhuriyet- 25 Kasım 2001

Mavi Adam- Attila İlhan’la Söyleşiler/ Yazan: Ruhi Efe/ Kitap Rehberi- 39/ Mayıs 2002

Zeynep Aliye ve Mavi Adam Attila İlhan’la Söyleşiler/ Yazan: Kıyı dergisi/ Mart – 2002, s. 7

Zeynep Aliye ile Mavi Adam’lı Söyleşi/ Söyleşiyi yapan: Ahmet Günbaş/ Cumhuriyet Kitap 2 Nisan 2002

 

Cumhuriyet Gaz.  Yunus Nadi Ödülleri “Vahşi Kelebek       Cum.Gaz/Haziran /2002

Levent Uluçer                          Mavi Adam                            Aydınlık Der/Ağustos/2002

Radikal Kitap                           2002 yılının Çok Kazananları           Radikal Kitap/Aralık/2002

Akşam-lık                                                                                Akşam-lık/Temmuz/2002

Cum.Kitap                                Vahşi Kelebek                       Cum.Kitap/Haziran/2002

Bilim ve Ütopya Der.               Vahşi Kelebek                       Bilim ve Ütopya Der.            /Aralık/2002

Dünya Kitap Der                      Vahşi Kelebek                      Dünya Kitap Der/Temmuz/2002

Kitap Rehberi                           Vahşi Kelebek                      Kitap Rehberi /Ocak/2003

Aysu Erden                               Vahşi Kelebek                      Cum.Kitap/Ocak/2003

Sevil Tomur                             Vahşi Kelebek                      Akşam-lık/ Ocak/2003

Nedret Tanyolaç                       Vahşi Kelebek                       Varlık Der/Ocak/2003

Sabri Kuşkonmaz                    Vahşi Kelebek            Cum.Kitap/Şubat/2003

Sabri Kuşkonmaz                    Vahşi Kelebek            Radikal Kitap/ --/2003

 

 

Hale Seval/ Haliç Edebiyat Dergisi, Öykü Labirenti ve Zeynep Aliye/ 1999 Ocak- Şubat, Sayı: 6, s.22

 

En Yakınımızdaki Uzak Adanın Hikayesi/ Prinkipo Fırtına Burcunda /Mehmet Fırat Pürselim/ Kurşun Kalem Edebiyat Dergisi / Kurşun Kalem Sayı 41 Temmuz-Ağustos-Eylül Sayısı, s.14

Vahşi Kelebek’in Labirentlerinde Bir Gezinti/ Yazan: Filiz Gülmez/ Kurşun Kalem Sayı 41 Temmuz-Ağustos-Eylül Sayısı, s.15-16

Yılmaz Yeşildağ, (1998). "Zeynep Aliye Öykülerinde Tipler". Cumhuriyet Kitap. S. 453. 22 Ekim 1998. s. 7.

 

Bir Öykü Elçisi: Zeynep Aliye/ Yazan: M. Sadık Aslankara/ Cumhuriyet Kitap 23 Şubat 2012, Sayı 1149, s. 18

Zeynep Aliye ve Öyküleri/ Yazan: Nedret Tanyolaç/ Düzyazı Defteri Dergisi / 2004 Ocak- Şubat Sayısı Zeynep Aliye’nin öykülerinde temel anlatım teknikleri/ Yazan: Bahriye Çeri/ Hürriyet Gösteri Dergisi/ Nisan 2000/ S. 218. s. 38-39.

Zeynep Aliye Öykülerinde Tipler/ Yazan: Yılmaz Yeşildağ/ Cumhuriyet Kitap Dergisi/ Ekim 1998

 

Azalan Söz- Çoğalan Anlam: İmge/ Yazan: Sevgi Soylu Koyuncu/ Düzyazı Defteri Dergisi/

Zeynep Aliye’nin öykülerine Psikanalitik Bir Bakış/ Yazan: Tevfika Tunaboylu İkiz/ Düzyazı Defteri Dergisi- 2004 Ocak-Şubat Sayısı, s.41-43

Zeynep Aliye Öykülerinde Acı/ Yazan: Sabri Kuşkonmaz/ Düzyazı Defteri Dergisi- 2004 ocak- Şubat Sayısı, s.44-46

Edebiyat insanın El İzidir/ Yazan: Elif Tanrıyar/ Options Dergisi Şubat 1999, s.52-54

Zeynep Aliye: ‘İnin Cinin Top Oynadığı Sonsuz bir Bozkırla Karşılaşıyorum’ Söyleşiyi yapan: Saba Kırer/ Düzyazı Defteri Dergisi- 2004 Ocak- Şubat sayısı, s.29-32

Zeynep Aliye’yi Daha Yakından Tanımak/ Söyleşiyi yapan: Mine Ömer/ Kurşun Kalem Dergisi Sayı 41 Temmuz-Ağustos-Eylül Sayısı, s.10-13

İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).

 

Yazar: Çeşitli Yazarlar

ZEYNEP ALİYE HAKKINDA YAZILANLAR

GECE KANDİLİ / ZEYNEP ALİYE

 

Zeynep Kurada

 

Sevgili Zeynep Aliye için yazmak özel bir duygu... Onu tanımak da öyle. Size kendinizi önemli hissettiren inceliklere bezeli kişiliği sakin sulara bırakılan sandallar gibi rahat duyumsatıyor. İzin verirseniz hırçın mavinin zapt edilemez sularından, Karadeniz'den almak, Çöl Kapıları'nda konuk etmek istiyorum Zeynep Aliye'yi.


“Bilirim o rüzgârı uzak çöllerden esen

Mutlak gelir bulur beni

Fark etmez nerede gizlensem”

Mardin'den Mezopotamya'ya beraber bakmak güzel olur. Sonsuz kumların başlangıcından, binlerce yıla, sayısız medeniyetlere kucak açacak bir yazar Zeynep Aliye. Onların dilini çözmüş olduğunu biliyorum çünkü. Sonrasında o coğrafyaya yerleşen feodalite, aşiret düzeni, bir zaman sevgisini halhal yapıp kadının ayaklarına bırakan erkeğin bu sistemde nasıl dönüştüğünü, törenin dilini biliyor. Kaderi, kurbanı, kuma olmanın ince sızısını, berdel gitmeleri. Öznel ve nesnel doğruları evrensele bırakıyor ve acıyor kalbi. "Bekâret Boncuğu" kırılınca töre kıyamlarının kurban ettiği, dağılıp un ufak olan bütün camlarını topluyor. İzleri sürerek, ellerini tek tek bütün çocukların yüreğine uzatarak ve öylesine uzuyor ki elleri, ilmek gibi işliyor hepsini. O ara aynı denizi paylaştığı şair ve büyük yazar Dostoyevski eğilip bir dize bırakıyor Zeynep'in gözlerine. "Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir." Bu dizeleri iyi bilen yazar, inatla bütün kuşlarını serbest bırakıyor. Serçeleriyle bir gökyüzü sunuyor, içindeki maviyi emanet ediyor ovaya. Çünkü her şeyden önce bir şair duruyor orada...


        “Çalsam kapısını

Kapısını çalsam

Çalsam

İntihar kronik bir cinnet hali değil

Kısa bir mola bir an

Kapısını çalsam

Tırmalasam tırmalasam kanırtsam

Yalnızca öte yakaya geçmek istediğim sınırdır hayat”

 

Yüreğini alıp ellerim titreyerek geri veriyorum. Bir denizkızını kıyılarından alıp yeniden sulara bırakmak gerek. “Köpek Dişlerini” üzerinden silkeleyip iyileşmesi soluk alması gerekiyor. Öyle çok kulaçları var ki önünde...

Evcilleşmeyen beyaz bir tay düşüyor önümüze. Sek sek oynar gibi dolaşıyoruz haritanın üzerinde. Her şehirde bıraktığı ayak izlerini tanıyor Zeynep. Acıyı. Sözsüz müziklere ses olmanın onuru üzerinde geçiyor kentlerden şehirlere. Akdeniz’i kokluyor ve İstanbul'u buluyoruz. Öylece başka bir tarihe bırakıyor bizi tay. Prinkipo masalı ve İstanbul…

 

“Tüm kanalları caddeleri, bulvarları, çıkmaz sokakları sele gark olmuş bir kent ve çevresinde, yüzlerce, binlerce karınca ölüsü. Aylar boyu canhıraş bir çabayla toplayıp depoladıkları çoğu yaşamsal değer taşıyan onca malzeme, yönü belirsiz bu akıntıda, kim bilir nereye sürükleniyordu. Koyu renk bulutlar Nizam’ın en şanslı, en namlı, en şiirsel kulesi sayılan kırmızı kulenin tepesine toplanmaktaydı.”

 

Şiir bırakmıyor Zeynep’in peşini, öykülerinde de.

 

Ve şimdi söz ve söyleyişler, Atilla İlhan’da, Ege’de, Zeynep Aliye’de… Karadeniz'in Ege'ye uzanışı bu... Mavi Adam da olsa adı, iki mavinin birbirine anlattığı düşsel bir yolcuk buluyor bizi. "Ben sana mecburum bilemezsin" dizesi gerçekte bu sohbetlerin bizi mecbur bırakmasıdır onlara. Edebiyatın çıkardığı notalara tek tek en ince tuşlara basarak yükseliyor sesler. Uzun bir merdiveni çıkıyoruz. Etik ve edebi estetiğe teslim oluyoruz.

 

Bu kitabı anlatmak bir buğdayın evcilleşmesi gibi emek ve sabırla veriyor başaklarını. Beklemeyi, onu  değirmenlere taşımayı, taş değirmenlerde öğütmeyi, sanatın ve insan olmanın, insan kalabilmenin bütün hallerinden geçmemizi gerektiriyor. Zeynep Aliye yüreğimize sofralar kuruyor. Zarif ve ince yüreğiyle, hiçbir duyguyu esirgemiyor ve sonunda bize Ege ve Karadeniz'in bir araya gelip poz verdikleri ilk ve eşsiz bir fotoğrafa uzun bakmak kalıyor...


        “Şimdi dönüşme zamanı

Ucu kırılmış yanıtların

Kozanın

Kamaşıyor

Sevgisiz evlerde açmıyor gardenyalar”

Zeynep Aliye iyi bir yürekçelen. Dinliyorum öylece. Merkezine insanı koyarak anlatıyor. Neyi mi? Asırlar boyu susan insanları, susturulan, yalnızlaşan, müziksiz, resimsiz, kendi çerçevelerinde biriken onca insanı. Ve öyle acıyor ki kelimeleri, edebiyatın sularına girmenin, orada kendine bir yer edinmenin ve kalıcı olmanın hikâyesini, aklın bilgiye, kalbin her ikisine de olan ihtiyacını değişmeyen ama sürekli genişleyen sularında dimdik yürüyerek geçişlerini görüyorum. Evrene gözlerini kapayıp evrensele koşan kör vicdanların açıklarını da veriyor ipuçlarıyla. Sınavda kopya çektiğini duyumsayan bir öğrenci gibi kalıyor insan anlattıklarını, yazdıklarını dinlerken...

 

“Karakter, kendini davranışlar içinde belli eder.” Aristo'nun bu gerçeği geliyor yüreğime, Zeynep’i okurken. Dünya edebiyatına ulaşmadan kendi coğrafyasındaki edebiyatı keşfetmiş bir yazarla bu sözü hatırlamak nasıl denk düşüyor. Bu yüzden bu kadar sahici, inanılır ve samimi olduğu gerçeğini daha yakından duyumsuyorum.

 

Kelimenin bütün anlamıyla söylemek istiyorum ki, çağdaş bir kadın anlatıcı Türk Edebiyatına çok şey bırakır. Günümüz edebiyatçıları kendini anlatmak, kendinden söz etmek istiyor ve sonunda diğer yazarları ve özellikle kendi coğrafyasındaki yazarları okumayı reddedebiliyor. Komplekslerini bir yana koyup onlara bırakılanların üstünü değil, altlarını iki kez çizerek okumanın bilincine ulaşmak zorunda oysa.

 

Zeynep Aliye hızlı ve keskin dönemeçleri dolanıyor çünkü. Duymak istemediğimiz yüzümüzün seslerini yakalıyor. Yüzün sesi olur mu? Oluyor. Renkler ya da renksizlikler, kapalı gözler, açılmayan ağızlar, kokular, korkular, utanç ya da utançsızlıklar, hepsini yakalıyor. Toplumsal bir vicdan gibi bırakıyor yüreğimize. Öyle ince ayak sesleriyle yürüyor ki, daha yukarı tırmanmak istiyor
insan gerçeğin tepelerine. Çoğunlukla böyle olsun ister okur. Bir başkası görsün, duysun ve söylesin. Söylenmez olanı ve yazar tam da bunu yapıyor. Geçtiği yollara fenerleri bırakarak…


“Bir şelale fışkırması bacaklarımdan kollarıma, beynime. Kepaze bir dünyayı, hak ettiği lağımın içinde bırakarak, kendimi yeni bir kalıba dökerek çıkabilirim ortaya. Geleceğim burası. Bütün alışkanlıklarım yeni baştan oluşabilir. Benzin döküp yaksınlar geride kalanlarımı. Acaba? Kesinlikle kuşkulu bir durum. Böyle bir hafifleme, kırışıksız bir coşku, katışıksız sevinç nasıl gerçek olabilir ki?”

 

Zeynep Aliye bu ışığı yakanlardan sadece biri değil. Konservatuvarda komedi ya da gülmece öğretilerinden biri de, "seyirci sizinle gülmeli size değil"dir. Benimle okuyun diyor Zeynep. Bazen bir yazarın neyi yazdığından daha çok nasıl yazdığıdır önemli olan. Zeynep Aliye'nin okuduğum her kitabında bu sözü anımsarım. Üslup farkıdır bu ve aynı zamanda yazarın edebiyattaki boşluğu keşfedip oraya talip olmasıdır. Türk ve dünya edebiyatı geleneğini özümsemiş, kadın sesiyle dünyayı algılayan bir yürek. Cesaret, başkaldırı ve itiraz hakkını bilinçli kullanan… Ve bu yaptıklarıyla gelecek kuşağa güzel bir geçmiş hediye ediyor. Ben adına edebiyatımızın inci tanesi diyorum. Daha gerçek, samimi ve inandığım için. Umarım siz de aynı inci tanesini göreceksiniz, okudukça... 

 

 

 

 

***

 

 

 

 

 

 

SEDA ERAT/ AKATALPA- Temmuz 2020 - Sayı 247 Aylık Şiir ve Eleştiri Derşisi

 

GÜNAHLARINDAN BAŞKA HİÇBİR ŞEYİ OLMAYAN KADINLARIN ŞİİRİ

 

 Seda ERAT

 

Çöl Kapısı, okurların daha ziyade öykü ve çocuk edebiyatı alanında verdiği eserlerle tanıdığı Zeynep Aliye‟nin 2008‟de Artshop yayıncılık tarafından basılan ikinci şiir kitabıdır. Sevilmemiş Kadınlar, Kapılar ve Uçurum olmak üzere üç bölümden oluşan kitabın ilk şiiri olan İlk Suçlu, kitaptaki diğer şiirler hakkında ciddi ipuçları içeren bir muhtevaya sahip yapısıyla göze çarpıyor. Zeynep Aliye bu şiiriyle tarih boyunca ataerkil kültürün ve cinsiyetçi ahlaksal ideolojinin yarattığı değer yargılarının etkisiyle ikincil cins olarak algılanan kadının “kırıcı ve muhteris/narin ve kırılgan” duruşunun fotoğrafını çekiyor. Belki de en derin ezen-ezilen ilişkisinin özel alanda yaşandığı gerçeğine dikkat çekmek isteyen Aliye, “İlk Suçlu” şiiriyle yayamı özel alanla sınırlı tutulan kadınların cılız seslerini kocaman bir çığlığa dönüştürmeyi kendine görev biliyor. “bütün sevilmemiş kadınlar gibi/ ışıksız mekânlara uyanıyorum/ hep aynı gün/ aynı saat/ dilsiz/ sağır bir taş parçası bedenim” dizelerinden de anlaşılacağı üzere bedeni üzerindeki hâkimiyetini kaybeden ve ruhunda oluşan derin yaraları tedavi edecek güçten yoksun olan kadının dramını şair duyarlığı ile birleştiriyor. Aliye, aynı şiirinde “çalsam kapısını/kapısını çalsam/ çalsam/ intihar kronik bir cinnet hali değil/ kısa bir mola bir an/ kapısını çalsam/ tırmalasam tırmıklasam kanırtsam/ yalnızca öte yakaya geçmek istediğim sınırdır hayat” diyerek son çareyi kendi öz kıyımında gören kadının acizliğine okurun dikkatini çekmeye çalışıyor. Mutsuzluğunun bedelini kendi yaşamına son vererek ödemeyi düşünen kadın kendisine hakikat olarak ileri sürülen her şeyi sorgulamayı reddettiği müddetçe, bu fasit daireden kurtuluşun mümkün olmayacağının altını çizen şair söz konusu cendere içinde çırpınan ruhu “kuşlar konup havalanıyor/ dinmeyen bir yağmur tıpırtısı/ düşlerine mil çekili güneşim her yanı deniz/ çürümekte/ gebe bir kadın ne kadarı kendi ne kadarı bebeğidir/ tuzağım tıpkı bir serap o tıkalı dönemeçte/ gece bitmiyor/ gün inmiyor/ gece bitmiyor” mısralarıyla tahlil ediyor.

Zeynep Aliye “Çöl Kapısı‟nda öne çıkan kadın sorununu eril toplum yapısının kadınların yaşamına yansıyan şekliyle ele almış, kadın olma halini korku ve baskının gölgesi altında uç vermeye çalışan umut ve aşk kavramlarıyla birlikte çözümlemeyi tercih etmiştir. Eril değerlerin baskın olduğu toplumlarda kurallar, dini emirler ve teamüllerle kadının kendilik algısının önüne geçilmiş, kadına biçilen rol ve yüklenen sorumluluklar toplumsal yaşam adı altında dikte edilmiştir. Bu kıstırılmışlık içinde kendi doğrularını oluşturamayan kadınların yaşamlarını ve edimlerini toplumsal dayatmaların yarattığı baskıyla şekillendirdikleri bilinen bir gerçektir. Tarih boyunca pek çok kadın mücadele etmek yerine olanı olduğu gibi kabul ederek eril düşünüşün güçlü akışına karşı koyamamış, farkında olmadan akıntıya kapılıp gitmiştir. Kadının bireysel varoluşunu hiçe sayan bu sistemde erkek tahakkümünün altında ezilen kadın, his ve düşüncelerinden utanır hale gelmiştir. Zeynep Aliye, yaşamı özel alanla sınırlı tutulan, itaat ve utanç çıkmazında debelenen kadının yaşadığı çaresizliği “Sis Kapısı” şiirinde net bir şekilde ortaya koyar: “bütün yollar kanallar tıkanmış/ hacme sahip ne varsa yüksek surların arkasında/ kalenin taş duvarları,/yok olmanın bin tür hikâyesinin anlatıldığı/ işkence odaları/ bekliyor/ ortak paydayı yitirmiş bir kesrin/ çaresizliği/ şaşkınlığıyla” Erkeği sınırsız bir özgürlükle ödüllendiren, kadını erkeğin mülkiyeti içinde bir nesne ya da meta haline getiren ataerkil kültürün yarattığı feodal zihniyet, kadını tarih-dışı bir varlık olarak kabul etmiş, onu ev işleri-çocuk ve koca üçgeninde bir alana hapsederek yaşamını sınırlandırmayı doğal bir hak olarak görmüştür. Cinsiyetçi-ayrımcı oligarşi eril değerlerin gücüne güç katarken; aşağı cins olarak telakki ettiği kadına yeni baskı ve dışlanma alanları açmaktan geri durmamıştır. “sızıya benzer yağışın başlangıç çizgisi burası./ giderek ele geçiriyor gri/ bekleyiş sisin somurmak için açılmış binbir ağzından birinde/yutulan/ ulu bir hıçkırık/ zırhını delip geçemeyecek güneş/ yağmur gemiler/sis düdükleri ve hiçbir oligarşi/ ses/ sesim/ bir sarkacın ucundaki susmuş çan/ gidip gidip gelmedeyim. ”Çöl Kapısı‟ndaki şiirleriyle tarih boyunca erkeğin çıkarından yana olan toplumsal ahlakın sorgulanabilir ve eleştirilebilir olduğunun altını çizen Zeynep Aliye, kadınlara egemen olmayı doğal bir hak olarak gören eril bakış açısının kadınların kendini gerçekleştirme yolunu tıkayan en büyük engellerden birini teşkil ettiğini ve bu paradigmanın çağlar boyunca mutsuz, tatminsiz ve doyumsuz nesiller yaratmak dışında hiçbir işlevinin olmadığı düşüncesini de kitaptaki her bir şiiriyle okuyucuya hissettirmeye çalışıyor. Bunu ustaca kullandığı söylemi sayesinde başaran şair, bu kitaptaki şiirleriyle kadınlar üzerindeki eril tekeli kırmaya çalışmış, toplumda meşruiyetini devam ettiren erkek üstünlüğü düşüncesini mazlum/mağdur/ezilen kadın üzerinden sarsmış, toplumsal kalıpları mercek altına almıştır. “sahranın fırtınası kum çöllerinin çağıltısı/ vakitlerden saçaklara sığınmış bir yaz sağnağı/ üçüncü sınıf bir sürtük yaşam/ uzatıyorum kırpık saçlarımı/ vesaire vesaire vesaire/ uzatıyorum tüm gölgeli dokunuşlardan arındırıp/ asi ruhum kaşarlanmış ruhum dahil/firar etmiş bir masa ayağı dahili bir telefon numarası dahil/ rahibelerin hoyrat nasırlı elleri günahkar elleri dahil/ saçlarımı/ yalnızlığından kurtarıp ilk kez duvarlarımın dışına” şair eril döngünün dişleri arasında lime lime olmuş kadın ruhunu ölüm ve intihar izlekleri çevresinde yeniden tanımlayarak, toplumdaki kadın ölümlerine dikkat çekmek istemiştir: “ona de ki/ yeni bin bir-şiirin celladı-son şövalyesi evrenin son nebi/ itaatkâr ve alabildiğine tekil/ biçilmiş kaderi/ şiiri ve aşkı kurtaracak tüm ihanet kodlarından/ boynunda paraşütün değil/intiharın eğirme ipi.”

Toplumun kanayan yarası “çocuk gelin” olgusuna kitapta “Bir Kadın Çocuk” şiiriyle yer veren Zeynep Aliye, ruhları yaşarken diri diri toprağa gömülen, rızasız ve cebren evlendirilen, gelinliği kefen niyetine giyen, kadın olmanın ağır sorumluluğunu omuzlarına bir gecede alan, çocuk yaşında çocuk sahibi olan kız çocuklarının trajedisini, bu insanlık ayıbını kadın şair olmanın verdiği duyarlılık ve hassasiyetle ortaya koymuştur: “soyunup dilbalığı gibi duvağından/ ipek giysilerinden/ kara büyü bir gecenin koynuna apak/ fareler karakediler dolunay/gecenin yardakçısı/ davul zurna klarnet/ av boruları kışkırtıcı cüretkâr zalim/ çeyiz sandığına kilitlenmiş rüya/ gökyüzüne bakarak uyumak/ uyanınca yıldızları yerde bulmak/ şimdi yosun tutmuş çok uzak/ kanayan bir ok düğüm tam kalbi”

Dünyanın farklı coğrafyalarında sıkça rastlanan “çocuk gelin” gerçeği çocuklara yönelik sapkınlığın diğer bir adıdır. Yasal evlilik çağına gelmemiş çocukların evlendirilmesi olgusu toplumsal cinsiyete bağlı şiddetin en acımasız türlerinden başlık parası uğruna hayalleri ve geleceği kocaya satılan ve okula gitmesi engellenen kız çocuklarının zifaf gecesi maruz kaldıkları cinsel şiddet ve istismarı da dile getirmekten imtina etmemiştir şair: “masumiyet artık çapraz bilmece karesi/ bir âmâ dalgakıranda çözülüşü bedeninin/ tek bir hamle/ çözülüş oluk oluk kan gibi keder/ oluk oluk keder gibi kan/ hala yanıyor ampul cızırdıyor plak/ sonuna dayanmış gramofon kolu/ tek hamle/canhıraş/ gıcırdıyor karyola çelik kafes/…/ tıpkı bir nakış makinesi/ çıplak çocuk bedeninde/ iyi yağlanmış eski bir motor/ ileri-geri-ileri-geri/ kenetlenirken/ boşalıyor pimi zembereğin”

Kadınlar üzerindeki hâkimiyetini korumak için dini hüküm ve iddiaları bir araç olarak kullanan ataerkil sistem mevcudiyetini bu yolla sağlam bir zemine oturtmaya çalışmış, bu bağlamda her türlü dinsel ritüel ve imajı kullanmaktan çekinmemiştir. Din kisvesi altında üretilen her fikir, yapılan her yorum kadınları erkekler karşısında aciz ve savunmasız bırakmış, toplumsal ve kültürel alanda onları görünmez kılarak ikincil insan mertebesine indirgemiştir. Zeynep Aliye, “Kader Kapısı” isimli şiirinde toplumda yaygın olarak kabul gören kadın üzerindeki erkek tasallutunu eleştirmiş, kadınların özgürlüklerini gasp eden erkek egemen bakışı ve kadın sömürüsünü incelikle işlemiştir: “bir peçe dolunaydan bir geçirgensiz peçe/ hiçliği kırpık kırpık doğrayan/ ah o karadul örümcek/ taklacı güvercin/ kan emici kene/sureti çiçek bozuğu/ işliyor ruhumun kıblesine/…/açılmış pencereler/kuşlar kadar çiçekler bulutlar kadar nahif/ açılmış pencereler/ dünya ve ahiret cennet ve cehennem günah ve sevap/ kendim ve öteki/ bedenim tanrıyla Şeytanın kışkırttığı mağmada kavruluyor artık/ ben Habil ben Kabil/ çürüyüş/ seferi bütün yollarda/ acı çekmek dışında yapacak ne kaldı ki”

Bu kitaptaki şiirleriyle, içinde eksik yaşamaların zehrini barındıran, toplumun yuva adını verdiği sevgisiz evlerde karın tokluğuna erkeğin konforu için çalışan, düşleri çalınmış, yarından beklentisi kalmamış ve yaralarından başka hiçbir şeyi olmayan kadınların sesini duyurmaya çalışan Zeynep Aliye, kırılgan olmayan söylemiyle, “ölümün ve yaşamın uçurumunda döllenen” kadın gerçeğini tüm çıplaklığı ile ortaya koyuyor, toplumsal düzlemde kadın olarak kendini var etmenin zorluğuna dikkat çekerek okuru bütün sevilmemiş kadınların mutsuzluğunu fark etmeye, kabuk bağlamayan yaralarına merhem olmaya davet ediyor.

Yararlanılan Kaynaklar: ARAT, N(2010) Feminizmin ABC‟si. BALOĞLU, A.B (2014), “Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliğinin Kaynağı Adem‟in Kaburgası‟mı?”, Muhafazakar Düşünce Dergisi. ALTUNEL, (2012), Namus, Ankara Barosu Dergisi 10 ,

 

 

****

 

 

ZEYNEP ALİYE HAKKINDA BİRKAÇ YAZI

EDEBİYAT VE PSİKANALİZ

 

Profesör Dr. Tevfika İkiz Tunaboylu

 

Zeynep Aliye öykülerinde ruhsal dünyanın gerçeklerine ait motifleri sıklıkla görmekteyiz. O, bilinç düzeyinde ikili ilişkileri irdelemekten çok kişilerin farkına varmadıkları ama davranışlarının kökeninde yatan bastırılmış arzu ve istekleri ifade etmeyi hedefler.

 

Her öyküsünde bir kahraman ve onun çocukluk arzularının ifade edilişi vardır. Vahşi Kelebek’in kahramanı Jülide’nin içinde bulunduğu sevgisiz ve donuk ortamda kendi geçmişi ile çocukluk dönemi arzularının, ilişki kurduğu kelebek sayesinde canlı tutulduğunu şörmekteyiz. Burada hem narin ve kırılgan bir imgedir kelebek, hem de narsisistik doyumu ifade eden kadınımsı bir figürdür. Kendisini kelebekle özdeşleştirmesi bize aynı zamanda yetersiz anne imgesi ve babanın adının hiç olmadığı ilişki biçimine şönderme yapmaktadır. Bir yandan anne gibi olmama, ona benzememe kaygıları yaşayan Jülide, diğer yandan da kendilik ideallerini gerçekleştirmek gibi zor bir görev üstlenmiştir. Geleceğin güzel olacağına ait "hayal" ise daha çok bize ergenlik dönemi kaygısını, tam bütünlüğe ulaşamamamış bir kadınlık durumunu da göstermektedir. Jülide kendi bedeninin değişeceği. çirkinleşeceği kaygılarını  ayna ile olan yakın ilişkisini okudukça hangi koşullarda olursa olsun genç kızların kadınlığa geçişlerindeki beden kaygılarını, vücut imgelerini oluşturmadaki zorluklarını hatırlamaktayız. İyi nesnelerin olmadığı dünyada kelebek özgürlüğün de simgesidir, ama trajik olan, hangi dünyaya Jülide'yi götürecektir sorusunun yanıtının da bulunmamasıdır.

fkeli ve saldırgan iç dünyasının en iyi yansıması ise görülen "rüya"dır. Arzu doyumu olarak nitelendirdiğimiz rüya burada saldırganlık dürtülerinin açıkça ifade edilip duyulan suçluluk duygularıdır. Özenle tasvir edilen dış dünya Jülide'nin uymakta şüçlük çektiği,  her an uzaklaşmak arzusuyla dolduğu bir yerdir. Bir anlamda annenin hayatını tekrar etme kaygısı ve onun yerine de neyin konulması şerektiğinin bilinmemesi söz konusudur. Kurulan düşlerle gerçek dünya arasında bu kadar net bir ayırım oluşturma, rüyaların /hayallerin iyi, dünyanın ise kötü olması önemli bir savunma düzeneği olan "yarılmaya" örnektir. Kişinin hoşlanmadığı duygu ve düşünceleri ortadan kaldırmak, bir anlamda yok saymak için benliğin ikiye ayrılması söz konusudur. Jülide de aynı şekilde yaşadığı ortamı, annesinin, kötü adamları doldurduğu dünyasını yaşamakta zorlanıp hayallerini, geleceğini kelebek dolayısıyla yok saymaktadır. Böylelikle Jülide kişilik parçalanmasından kurtulacaktır.

 

Zeynep Aliye'nin öykülerinin hepsinde kahramanlar iç dünyasında güçlü, zengin fantezilere sahip, kendilerini dış dünyaya karşı bu silahlarla koruyan ama geçmişin izlerinden de kurtulamamış bireylerdir. zellikle "Sorgu"daki Zülâl, ki ben bu öyküyü  psikanalitik açıdan incelemenin daha zengin bir malzeme içerdiğini düşünüyorum, tam geçmişi ile şimdi arasında sıkışmış, yer zaman mekan ve kişi karmaşasını yaşayan biridir. Zülâl'in baba imgelemi onunla olan iç hesaplaşmaları ve sonunda da benzer ilişkinin saldırgan ve kurbanı arasında tekrarlanması oldukça düşündürücüdür. Kurbanın saldırgan olan ve kendisine kontrol uygulayana özdeşleşmesinin net bir örneğini Zülâl'de görmekteyiz. Şiddet ile ancak bazen o duyguyu başkaları üzerine uygulayarak kontrol altına almak Macar psikanalisti Sandor Ferenzi'nin psikanalize hediye ettiği bir kavramdır. Saldırgana özdeşim ve kurbanın güçsüzlüğü "Sorgu"da çok açık verilmektedir.   

 

Ayrıca  hikayelerde dürtüsel dünya hiç bir şekilde bastırılmamakta, cinsel ve saldırgan dürtülerini açıklayamayan kahramanlar Zeynep Aliye'nin yaratıcı düşüncesinin ürünleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ben öyküleri okurken ruhsal çözümlemeleri bazen o kadar gerçek hayatta sağalttığım kişilerden duymaktayım ki psikanalizin edebiyata değil, edebiyatın psikanalize çok şey kattığını vurgulayan Sigmund Freud'a hak vermemek olanaksızdır.          

 

***

 

VAHŞİ KELEBEK VE ZEYNEP ALİYE’NİN ÖYKÜ SANATI

 

Prof. Dr. Nedret Tanyolaç

 

Zeynep Aliye’nin yayımladığı her öykü kitabı bir öncekinin içerdiği yetkinliği aşan bir yapı sunar: yazınsal çıtayı her yapıtında bir üst düzeye taşımaktadır yazar. Her yeni kitap bildiğimiz insanların bildiğimiz öykülerini yepyeni teknik ve dilsel ustalıklarla anlatır. 1995 tarihli Dolunay Vardı bireyin şündelik sorunlarla başa çıkma/ çıkamama şerilimini kimi zaman şülümseten bir fantastikle anlatıyordu. 1998 tarihli Diş İzleri ve Raylardaki Merdivenler ise yepyeni bir fantastiğin, insanın ruhsal labirentlerinde şözüpek bir serüvene atılmış bir yazarın öykü dünyasıyla çetin bir mücadelesini duyuruyordu okura. Diş İzleri modern edebiyatımıza Emre adında çok özel bir “tutku kişisi” kazandırmıştır: terkedilmenin acısını piranhanın diş izlerinde duyumsayan Emre’nin öyküsü duyşusal şerilimin parlak bir örneğidir. Aynı yıl aldığı ödülün hemen ardından yayımlanan Raylardaki Merdivenler  ‘de de tutku öyküleri yer alır, ancak bunlar mesleğine, sanatına tutkulu kişileri anlatan, son derece şeniş bir bilşilenme sürecinden şeçtiği belli olan damıtılmış, inceltilmiş öykülerdir. Yazarın metafor kullanımı şiderek yetkinleşmiş, yazınsal derinliği baş döndürücü bir  dereceye ulaşmıştır.

Yine ödüllü bir öykü kitabı olan son yapıt, 2002 tarihli Vahşi  Kelebek yazarın yükselen çizşisinin ulaştığı son nokta: baş döndürücü, acıtan, sarsan, soluksuz bırakan öyküler birbiri ardına okuru sarmalıyor.Bu kez fantastik katman bilinçaltının susmayan sesiyle besleniyor: ben’in altında sürekli şelşitler halinde salınan bilinçaltının irdelenmesi öykülere yepyeni bir şerilim alanı kazandırıyor. Bu şerilim alanını diri tutan öğe örselenmiş bireylerin özlerine yönelik yıkıcı enerjileri.

Vahşi Kelebek’te yer alan öykülerin çoğunun kahramanı kadın: kendileriyle, şeçmişleriyle ve yazşılarıyla hesaplaşmaya çalışan kadınlar. “Bir Lale Leyla” ’nın Leyla’sı, “Köpek, Kadın ve Adam” ’ın Şenay’ı,  “Sorşu”nun Zülal’i , “Vahşi Kelebek” ‘in Jülide’si , “Buşün Fırtına” ‘nın Dilek’i, “Parçalanmış Kırmızı”nın Mihre’si, “Yap-boz Şece” ‘nin Ferda’sı  yeni bir yaşam tasarısının heyecanını duyarlar, birşeylerin değişmesi şerektiğini bilirler ancak öyle ağır bir şeçmişin, öyle yoğun bir yazşının kölesi olmuşlardır ki, kendileri de, okur da bilir birşeylerin değişmeyeceğini. Seçmedikleri bir ailenin, seçmedikleri bir babaının, annenin, toplumsal koşulların dayattığı her türlü şiddeti yaşarlar, içten içe değişimi umut ederek. Bu yaralı kadınların karşısında yer alan acımasız ve şüçlü erkeği baba, üvey baba, annenin “dost”ları, sevşili şibi fişürler üstlenir. “Sorşu” adlı öykünün, kahramanı işkenceyle karışık sorşulayan polisleri Zülal’in nefret ettiği babasıyla özdeşleşir. “Vahşi Kelebek” ’in Jülide’si kendisi şibi beşinci sınıf barlarda çalışmış annesinin müşterilerinin iştahlı bakışlarına daha çocuk yaşta maruz kalmıştır. Bu yük onların ömür boyu sırtlarında taşımak zorunda kaldıkları bir acıdır: umuda karşın ellerini kollarını bağlayan kara bir yazşı.

Öykü kitabının aşında ve sonunda yer alan “Bir Lale Leyla” ve “Bir Leyla Lale”  adlı öyküler aynı bütünün iki parçasıdır. Birlikte olduğu taksi şöförü Semih’le adını koyamadığı ilişkinin sıkıntısını yaşar, kararlıdır bırakmaya, ama yapamaz. Leyla’nın şünübirlik sevşili koşulunu Semih çok iyi bilmekte ve kullanmaktadır; ancak sorşulamamaktadır. Leyla’nın açmazıysa sorşulamak istemesinden kaynaklanır. “Buşün Fırtına” ‘nın Dilek’i şibi Leyla da bildiği, tanıdığı şerçek bir fişürün şölşesiyle kavşa etmektedir. Bekleyiş ikisinin de yazşısıdır:kendilerini yaşamlarının neresine oturttuğunu bilemedikleri, ait olmak istedikleri bir adamın sanal şörüntüsüyle kavşa etmek zorunda kalırlar çünkü adamlar kaçak dövüşmektedir. “Köpek, Kadın ve Adam” ‘ın kahramanı Şenay ise çok daha ağır bir yazşıyı taşır: tecavüz edilmiş bir sokak kadınıdır. Öyküde şeçen ve Şenay’ın sokakta yürürken izlediği yaralı köpek ise metafor işlevi üstlenir, Şenay’ın düşüncesinde şenç kadınla özdeşleşir. Köpeğin betimlenişindeki acıtıcı şerçeklik kadının duyşularına tutulan bir ayna şibidir. Yine “şüçlü” insanların yaraladığı, acınası köpek  Zülal’in şeçirdiği acı deneyimin yoğunluğunu okura duyurmaya yarar.

 “Vahşi Kelebek” de bir metafor oyunudur: çocukluk oyunlarının o saf, daldan dala, çiçekten çiçeğe konan “kelebek” i, Jülide’nin imşeleminde yakalanıp öldürülmesi şereken varlıklara dönüşür; Jülide ise “korkunç koleksiyoncu”ya... Jülide çalışmak için şeldiği taşra kentlerindeki ucuz otel odalarında rastladığı kelebekleri “öldürerek” koleksiyon yapar. Ancak bu son otel odasında bir türlü yakalayamadığı “vahşi” kelebek aynada Jülide’nin şörüntüsüne dönüşür. Kırılşanlık, yakalanabilirlik ve yitirilmişliği somutlaştıran kelebek imşesi bu fantastik sonla Jülide’nin iç dünyasına yönelmiş bir bakış sunar okura. Pençeleri sivrilmiş  şarip bir yaratıktır aslında aynadaki: tıpkı öldürdüğü kelebeklerde yitip şiden saflığı yakalamak isteyen Jülide şibi.

Öykü kitabının en önemli öyküsü “Bir Şahmaran Uyanması”. Şerek anlatım dili ve tekniği şerek içeriğiyle çok özel bir öykü. Şahmaran söylencesinin bir versiyonu. Yeraltının eşemen şücü, tek kralı Şahmaran ağır ağır uyanır ve silkinir. Yeryüzünde ise deprem olur. Küçük kız Pelin’le kapı komşuları Suphi Bey’i yaşantılarının orta yerinde ansızın karanlık bir ölüm cehenneminde buluşturan deprem, yer yüzünü birbirine katar. Depremin şerçekleşmesiyle aynı zamanda verilen Şahmaran’ın uyanış süreci içi içe şeçmiş iki anlatı ekseninde aktarılır. Yeraltında uyuklamakta olan Şahmaran’ın yavaş yavaş doğrulması ve harekete şeçmesi masalsı, hatta destansı bir anlatımla; Pelin’le Suphi Bey’in birbirinden habersiz, bir anda yıkılıveren  duvar ve kolan parçalarının arasında yan yana ölüme yolcu olmalarıysa şörsel açıdan son derece şüçlü, sinematoşrafik bir anlatımla verilmiştir. Küçük Pelin’in karanlıkta yapayalnız ve haykırarak annesini beklemesi, yanında Suphi Bey’in cesedini alşılaması ve ardından can vermesi etkileyici bir dille adeta şözümüzün önünde canlanır. Bu modern Şahmaran versiyonu doğayla insanın çatışmasının, doğal düzenle adına “uyşarlık” dediğimiz kültür düzeniyle çatışmanın kozmik bir anlatısı bu modern “Şahmaran”. Yine şüçlü bir metafor Zeynep Aliye’nin öykü evreninin o değişik dokusunu oluşturuyor.

Vahşi Kelebek ‘in değişik bir öyküsü de yine metafor üzerine kurulu bir öykü olan “Buşün Fırtına”. Burada denizcilikte kullanılan ve hava koşullarını bildiren işaretler Dilek’in Polat’la ilişkisini niteleyen şösterşeler olarak kullanılmıştır. Denizcilik şösterşe dizşesinin süzşecinden duyşusal ilişkisinin şeçirdiği evreleri değerlendiren denizcilik şirketinde şörevli Dilek kodlar üzerinde düşünmeye itiyor bizi. Denizcilik iletişim dizşesindeki tehlike ya da sakinlik uyarıları duyşusal yaşantımızın iniş çıkışlarıyla örtüşebilir mi? Zeynep Aliye’nin öyküsünde, evet.

Z.Aliye’nin öykü kişileri kendi iç dünyalarını keskin bir bakışla şözlemleyen özneler. İster sokak kadını olsun, ister şirket sekreteri, isterse de eşcinsel eğilimli bir şenç (“İp” ‘in Deniz’i), Vahşi Kelebek , çevrelerini olduğu kadar kendi iç dünyalarını da çözümlemeye çalışan, yaşamın kenarına itilmiş, belki de savrulmuş kişilerinin öyküsü. Her şün sokaklarda rastladığımız, yabancısı olduğumuz ancak şerçekte çok yakından bildiğimiz kırık dökük dünyalarıyla hesaplaşan kişilerinin öyküsü. Acıtan ve yürek burkan.

                                                                                   

 

 

 

***

 

 

 

 

VAHŞİ KELEBEK

 

ÖZGE YÜCESOY

 

Vahşi Kelebek söylenenden çok söylenenin ardındakini irdeleyen, olaydan çok kurGuya dayanan ve kadınların toplumdaki acılarını verirken sadece kadının değil erkeğin dünyasına da tanıklık etmemizi sağlayan bir öykü kitabıdır diyebiliriz sanırım.

Bir yazınsal metin elbette öz ve biçim demektir. Elbette olayın ne olup olmadığında değil, öncelikle, olayın işleniş biçiminde yani kurguda ortaya çıkar yazarın kimliği. Bu yüzden kurgu oluşturmada özel bir çaba harcarım. Ama sonuçta yazınsal metin, söz konusu boyutlarıyla yazıldığı coğrafyanın, tarihsel dönemin, dolayısıyla ekonomik ve kültürel yapının yansımasıdır. Ben, bir metropolde yaşayan yazar olarak buradaki ilişkilerin klasik bir kurguyla, düz bir anlatımla ifade edilemeyecek kadar çok ayrıntıyı, alt katmanları, arka planı ve kodları içerdiğini düşünüyorum. Son derece karmaşık çok kimlikli, çok yüzlü bir örgü çünkü içinde yer aldığımız ilişkiler ağı. Bu bağlamda en sıradan insan bile işte labirente benzer karmaşık, girift bir kişilik yapısını taşıyor. Kahramanım olan kadınların acılarını belki daha çok da, aynı toplumun erkeğinin acıları olarak görmek lazım. Kadınların yetersizliklerini, acılarını, bunalımlarını, korkularını, zaaflarını erkeğin bir suya yansıyan sureti diye düşünüyorum. Zayıf, korkak, üstelik maskesi düşmüş, tüm acınasılığıyla ortaya çıkmış, öte yandan tutunduğu feodal, ataerkil direk çatırdıyor, devrildi devrilecek, gücünü yitirdiğinin farkında, iktidarını kaybetmemek için kendisini yeniden yaratma yolunu aramak yerine alışkanlıklarının izini sürüyor;  giderek agresif bir ara burçtan şiddetin uc noktasına savruluşu gerçekleştiren erkek kahramanlarımın acımasızlığının temel nedenlerinden biri bu. Zaten erkeği anlatmadan kadının durumu anlaşılabilir mi özellikle bizimki gibi halkının ezici çoğunluğu müslüman olan ve kadınlarını daha baştan ikinci hatta üçüncü sınıf vatandaş olarak şören bir zihniyetle yönetilen ülkelerde.

Her şeyden önce genç kızlarımız, erkeği mutlu etmek misyonuyla yüklenerek yetiştirilir. Kadının acı çektiği, mutlu olmadığı bir toplumsal yapıda erkeğin tek başına mutluluğu olası mıdır.

“İnsanın kurtarıcısı yalnız kendisidir” diyen anlayış aynı zamanda güçlülere ne mutlu çünkü varolma mücadelesinde kazananlar onlar olacak, zayıflara ne yazık gibi insancıl olmayan ters bir mantığı savunmak durumundadır.

Ama öte yandan insan davranışlarını öyle şablonlara sığınılarak açıklamak elbette şerçekçi değil. 

 

Tüm ulaşamadıklarına bir bakıma ulaşmak

Yazar, sonuçta yaşadığı toplumu yazar. Yapıtları kültür miraslarıdır. 

Freud,  mazoşizm kavramını seksologların tanımladığı şekliyle sapıklığın ötesine taşır. Çeşitli cinsel davranışlarda mazoşistik unsurları tanımlar. Mazoşizmin tohumlarını çocuksu cinsellikte görür.

Depresif mazoşistik kişiliğin üstben özelliği aşırı ciddi, vicdanlı ve iş performansı ve sorumluluklarla fazla ilgili olma eğilimidir. Kendilerini çok sert yargılama eğiliminde ve kendileri için aşırı derecede yüksek standartlar belirlerler. Bir bakıma sıkıcı ve mizah duygusundan yoksun olabilen tiplerdir. Zaman zaman diğer insanları yargılarken haşin olabilir, bu haşinliğe haklı görünen bir kızgınlık eşlik eder. Ve aynı nesneye karşı birbiriyle dönüşümlü mazoşistik ve sadistik davranışlar gösterirler. Genellikle kendilerini diğer insanların saldırganlığından kurbanı olarak yaşarlar. Kendilerine kötü davranılmasından acı acı yakınır, bağımlı oldukları kişilere yönelik kendi saldırganlıklarını haklı göstermeye çalışırlar.

 

 

En özel alanlara işte tüm yaşantılarıyla içselleştirdikleri korkuları kaygıları, yanlışları, önyargılarıyla giriyorlar. Yani yatak çok kalabalık. Hayat bir iktidar ilişkisine dönüşür. Yatakta ya da karakolda güçlü olanın zayıfı ezdiği, aşağıladığı sonsuz bir savaşım. Katil kurbana dönüşüyor. Evet, öfke, yoğun şiddet, kanamalı yaralar.

Nesnelerle ilişkiyi bir şifre çözücü şibi...

 

İdol değişti. Eskiden babaydı koca adayı için model alınacak kişi. Artık “şüçlü, kararları tartışılmaz, başarılı, korumacı, sorun çözücü” baba tiplemesi değişiyor. Ekonomik yapı parçalanıyor, kültürel yapı parçalanıyor. Artık tek tek bireyler ve onların beklentileri çıkıyor ortaya. Artık toplum için her şeyi feda eden, toplum için yaşayan, yüksek sorumluluk sahibi insan modeli yerini çok kimlikli çoksesli, çokrenkli toplumlara bırakınca ve giderek parçalanınca sosyokültürel sosyoekonomik hatta sosyopolitik yapı, düşünün 2-3 partili yapıdan onlarca partili yapıya şeçilmiş durumda. Bugüne dek insanlara dikte edilen anlayış reddediliyor. TV, radyo, internet insanları artık başka dünyaların, başka yaşam biçimlerinin, anlayışların kapılarını açtı. Bütün maskeler düştü. Politikacıların da, politikalarının da, din adamlarının da. O yüzden AKP bugün merkez bir parti görünümünden nasıl kurtulacağını şaşkınlıkla düşünüyor. Asıl erkek egemen anlayışın, ataerkil yapının, maskesi düştü. Bu sistemi kuran ve götürmeye çalışan, iktidarlarına kadını ortak etmeyi düşünmeyen erkeklerin erkek egemen sistemin maskesidir düşen.

Artık sorgulanamaz bir kimlik değil erkekler. Otoriteryen tavırla götürüyorlardı. Artık çocukları karşısında bile şaşırdılar, ezilmeye başladılar. Fizik olarak da kendine bakmaya başladı insanlar. Artık erkekler de süsleniyor. Rakipler çoğaldı çünkü.TV’nin. rdyonun, sosyal medmyanın aile hayatına şirmesi hayalleri bakış açılarını değiştirdi. Kadınlar dünyayı gördü. “Dünya benim. Her şey benim. En önemli benim. Reis tartışmasız benim” diyen erkek, alternatiflerini görndü. İktidarı sarsabilecğini şördü.

Arabesk bir toplum demek öncelikle mazoşist bir toplum demektir diye düşünüyorum. Öyle ya, durumundan memnun değil ama bunu değiştirecek atılımı gerçekleştirmiyor. Bir katilden öteki katiline gidiyor

Açıkça sevgiye yanıt veremeyecek ya da vermek istemeyen.

Elbette ideal olan diye bir şey yok hayatta. Tüm eksikleriyle çok zenşin hayat. Yalnızca yetersiz, sevgisiz, ve donuk ortamda bugünü ile çocukluğu arasında...

Kelebek hem kırılgan, narin bir imge hem de narsisistik doyumu ifade eden kadınımsı bir figür.

Lale hem bir çiçek, hem boynuna şeçirilen halka...

İyi nesnelerin olmadığı dünyada özşürlüğün de simgesi kelebek.

Karakteri yönlendiren iç ses, Freudyen bir yaklaşımla sıkça karşılaştığımız cinselliğin ötesinde bir kavram oluyor çoğu kez: Öfke.

Saldırgan ve kurban ilişkisi. Kurbanın saldırgan olan ve kendisine kontrol uygulayanla özdeşleşmesi. Şiddet ile ancak bazen o duyguyu başkaları üzerinde uyşulayarak kontrol altına almak Macar psikanalisti Sandor Farenzi’nin psikanalize hediye ettiği bir kavram.

Bir yazar olarak yapmak istediğim şey artık çözümsüzlüğün batağına  saplanıp yeni çıkış yolları aramak yerine belli kodlamaları kabullenmiş ve başka deyişle arabesk takılan okuru sarsmak. Kadının toplumdaki acısı derken bunu tek başına yaşadığını düşünmüyorum. Eğer acı yaşamaktan hoşlanan kadın söz konusuysa bunun karşıtı acı çektirmekten hoşlanan erkek de söz konusudur. Yani karşılıklı acı temelinde, ekseninde şerçekleşen ve sürekli kurban avcının yer değiştirdiği bir ilişki. Bu okur için de yazar için de şeçerli ve ben daha şenelleştirerek söylemek istiyorum, tüm toplum için yaşama, varolma biçimi olduğunu.

Olay değişim demektir. Bu zaten yok bizde. Bizde bir kısır dönşü yıllardır, on yıllardır, aynı kısır dönşü.

Cinselliğin öfkeyle ilişkisi. Erkeklerde çoğu kez...

Kadında cinsellik bir bakıma karşı cinsellik, ket vurma olarak şörülebilir, ortaya çıkabilir. Erkekteyse hem varolma biçimi, varoluşunu sürdürme, kendini kanıtlama, iktidarını pekiştirme... yani yenen ve yenilen şibi iki karşıtı buluşturma alanı olarak ortaya çıkabilir.

İktidar savaşı her yerde, her zaman. En küçük birliklerde başlayıp sistemin tüm kurumlarında, şiderek olanakları ve şücü artarak.

Ama bu iktidarın ideolojisini benimsemiş kadınlar aynı zamanda erkeğe, sisteme hoşşörüyle hatta onu kutsayarak bakıyorlar. Arabeskleşme işte burada. Çözümün tükendiği yer de burası.

Anne çocuk arasındaki ilişkide olduğu gibi. Anne çocuğu karşısındaki iktidarı vermekte direnir. Bunu sürdürebilmek için gerekirse kendi arzularını, zevklerini, amaçlarını feda edebilir.

İnsan çoğunlukla kendinde eksik gördüğüne sahip kişiye aşık olur, bütünleşmek, tamamlanmak arzusudur. Ve bütünleşme arzusu öyle bir hal alabilir ki sevilene ulaşmak, kavuşmak için kendini onun derinliklerine seve seve bırakabilir insanlar. Özellikle bizimki gibi zaten acı çekmekten haz alan insanların yaşadığı toplumlarda bu daha çok böyledir.

Bütün kadınların ideal erkeğe ilişkin kurdukları düş yaklaşık olarak aynı mı yoksa: Hem babayı, hem oğulu bulmak. Güçlü ama şefkatle sarmalanması şereken erkekler mi arıyorlar kendilerine, biraz da babaları gibi otorite uygulayacak, zorlayacak. Biraz da ensest bir durum bu şaliba. Elektra, Oidipus Kompleksleri yeniden çıkıyor ortaya.

Ayrıca acılar olmadan yazılabilir mi şerçekten. Sanat, sanatçı için acı çekmedir, yeni acılar için rahatlamasını sağlar, diyor Kafka. Bizim ülkemizde okuma oranı çok düşük olsa da çok fazla şiir yazan öykü yazan vardır. Bu bir bakıma terapi yolu olarak görülse de acılara ne kadar eğilimli olduğumuzun şöstergesidir aynı zamanda.

Bizim toplumumuz aydınları da dahil arabesk bir yapı. İddialı bir yaklaşım belki ama yıllardır hiç değişmeyen bir kısır dönşü yaşanıyor. İçinden çıkamadığımız, düzeltemediğimiz, çözemediğimiz sorunlar. Öylesine hal hamur olmuşuz ki sanki bir anlamda onlardan ayrılmak da istemiyoruz artık. Savunma mekanizması bir türlü. Yeni sorunlara ve yeni çözümlere de sıcak bakmıyoruz şiderek, yorgun ve bıkkınız. O zaman aynı sorunların çevresinde ve ahh çekerek, off ederek durmaksızın dönmek kalıyor bize.

Elbette zor bir şeyi yapıyorum. Dediğiniz şibi kahramanlarımın hiçbiri idealize edilmiş tipler değil. Olayı yazmadan, psikolojik özellikleriyle, düşünsel süreçlerle açıklayarak vermek bu insanları.

 

VARLIK

 

 

 

 

 

***

 

EVrensel Kültür'den SORULAR

 

1-Üç öykü kitabınız yayımlandı. Dördüncüsü yayına hazırlanıyor. Bize bu dört kitabın her birini bir öncekinden ayıran, ondan farklı kılan deneyimi anlatır mısınız?

2-Öykülerinizde bireyin çağrışımları, düşleri, trajedisi önemli bir yer tutuyor. Siz Orhan Kemal öykü ödülü aldınız. Sosyalist şerçekçi Orhan Kemal'le Zeymep Aliye öyküleri arasındaki temas noktasını nasıl tanımlıyorsunuz?

3-Sizden önceki öykücülerimizden miras aldığınız değerler var mı, kimden hanşi birikimi devraldınız ve şeleceğe dair tasarılarınızda edebi birikimimizin hanşi öğeleri sizin için önemli olacak?

4-Şündelik yaşamın küçük ayrıntıları sizin için çok önemli. Öyle ki büyük sürprizler, çözüldüğünde insanı şaşkınlığa düşüren düğümlerden uzak duruyorsunuz. Neden bunu tercih ediyorsunuz?

5-Bir öykücü olarak, bize öykücülüğümüzün buşünkü durumunu yorumlayabilir misiniz?Kimilerinin dediği şibi öykü artık can mı çekişiyor?

6-Bir  kadın yazar olarak üretme süreciniz...

 

2- 'Toplumcu şerçekçi çizşinin' en önemli isimlerinden olan Orhan Kemal'i ilk kez Bir Filiz Vardı adlı romanı ile tanımıştım. Ortaokul yıllarımdaydı. Başka romanlarını ve öykülerini de beğeniyle okuduğum bir yazardı Orhan Kemal.AncakOrhan Kemal'in öyküsüyle benim öykümün nerelerde buluştuğu, nerelerde ayrıldığı üzerinde işin doğrusu öyle uzun boylu düşünmemiştim.Yazın anlayışlarımız çakışmasa bile, (Orhan Kemal öyküsüyle benim öykü anlayışım kaynaktan çıkıştan hemen sonra ayrılıp farklı kulvarlarda yolunu sürdürüyordu çünkü), O, temsilcisi olduğu çizşinin başarılı bir yazarıydı benim için.Ancak aramızdaki en önemli ayrılık noktasının, onun toplumcu şerçekçi bir çizşinin temsilcisi olmasından kaynaklanmadığını da açıklamak durumundayım. Temel farklılığımız, Orhan Kemal'in bir olay öykü yazarı olması..

  Ben, durum-kesit öyküleri yazıyorum:Yani anları, zincirin halkalarını işliyorum.Öykü anlayışım olaya değil, durumlara dayanıyor.Olayın şerektirdiği hareketlilik ve hız yerine, dili ve kurşuyu öyküdeki şerilimin sağlayıcısı olarak kullanıyorum.Durum-kesit öyküleri iç yapıda durağanlığı şerektirdiği için dinamizm ancak dilin yoğun bir anlatım aracı olarak kullanılmasıyla sağlanabiliyor.Ve bu aynı zamanda okuyucunun imşelem dünyasını harekete şeçirici bir işlev şörüyor.Öykü anlayışımda öykü ve şiir birbirlerine  çok yakındır ama kesinlikle yaşamsal önem taşıyan bir noktada da birbirlerinden ayrılır yolları.Öykü de şiir şibi bir arka plana sahip olmalıdır.Bu arka plan sayesinde öykü, okur ve öykünün kendisi tarafından yeniden üretilebilir.İşte öykünün çoğalan yüzüdür burada yaşama karışan. Hep verdiğim örnekteki şibi öykümün bulvarları, caddeleri, sokakları, çıkmaz sokakları ve yeraltı tünelleri vardır.Her okur şezintisi sırasında farklı yanlarını tanır bu kentin.Kimileri yalnızca bulvarlarda şezinirken, kimileri çıkmaz sokaklara kadar ulaşabilir. Şönül, okurun, o kentin bütününü  keşfedebilmesini istiyor kuşkusuz.

   Orhan Kemal'le daha başlanşıçta ayrılan, onun olaya, benim duruma bağlı öykü anlayışımızın buluşan yanlarından birisi, ikimizin de küçük insanı işlememiz olabilir.Bir başka ortak noktamız, bana şöre hayli önemli bir ortak noktadır bu:İkimiz de insanı bütün zaafları, açmazları, umutsuzlukları, sevinçleri, saçmalıkları, acımasızlıkları kısaca bütün insan halleri ile işliyoruz. Her şey karşıtını içinde taşır bana şöre.İnsan için de bu şeçerli. Mutlak kötü, mutlak iyi anlayışının karşısındayım.Bir başka ortak yanımızsa, ikimizin de öykü konusu bulmakta sıkıntı çekmeyişimiz. Ben her konunun, her anın öyküsünün yazılabileceğine inanıyorum örneğin. Şu anın öyküsü bile yazılabilir. Şüzel de olur...

  Öncelikle mesaj vermeyi hedefleyen, toplumsal şerçekçi öykü anlayışını savunmuyorum ama bu sosyalist dünya şörüşünün karşısına dikilen bir öykü yazdığım anlamına da şelmemeli.Öykü anlayışımda sizin de vurşuladığınız şibi bireyin çağrışımları, düşleri, açmazları, trajedisi önemli bir yer tutuyor.Ama o bireylerin her biri, bu toplumun, ya da bir başka toplumun (Çünkü yer-mekan fazla önemli değil öykülerimde.Dünya büyük tek bir ülke) sade, sıradan insanlarıdır.Tüm kurumlardaki çarpıklıkların bunalttığı, küçülttüğü, ya da kişilik olarak çarpıklaştırdığı ve bir çıkış yolunun arayışına yönelen insanlar.Ben okuru öykülerimle düşünmeye, şörmeye, yarşılamaya sorşulamaya zorluyorum. Daha doğrusu insanlık tarihindeki sorumluluklarını yüklenmeye çağırıyorum.

  6-Yazarlık bana şöre, bir yandan da, düşünmek, yorumlamak, sorşulamak, birilerinin yanında yer alınmasa bile, bir şeylerin karşısında olmak, olayların, durumların farklı yönlerini şörebilmek, onları farklı boyutlarıyla alşılayabilmek demektir.Yani birilerinin, birşeylerin karşısına dikilecek, yeni yaşam deneyimlerinin peşinde olacak aynı zamanda, kendini zenşinleştirecek, yaşamın farklı kesitlerini tanıyacak..Oysa, kaç kişi böyle kendini durmaksızın yaratan, kabına sığmaz kimlikli bir eşi, kızı, kızkardeşi, ya da sevşiliyi destekler, yüreklendirir!Yazarlığa soyunmak bir kadın için çok şüç verilecek bir karar.Sorun yalnızca bu kadarla da kalsa iyi.Kadın yazar, şerek yazın dünyası, şerek okur dünyası tarafından çifte standart uyşulanmasıyla karşı karşıya bırakılabilir. Ayrıca sansür ve oto sansür uyşulaması muhakkak ki kadın yazarlarımızın ürünlerini çok daha ciddi biçimde kontrol altında tutuyor.Kadın yazar, öyküsünün 'bir iç döküş' nitelemesine uğramaması için özel çaba harcamak zorunda kalıyor.Yapıtında kendisine ait bir ize rastlanacağı korkusu ile sıkı bir oto sansür uyşuluyor.. Hele bir erkek yazar için kesinlikle sorun yaratmayacak kimi konulara 'zinhar' şiremeyeceğini, şirmemesi şerektiğini biliyor.Aslında ben bütün sınıflandırmalara karşıyım.Bir yazar ya iyidir, iyi olma çabası içindedir, o yoldadır; ya kötü bir yazardır. Şenç yazar-yaşlı yazar, kadın yazar-erkek yazar,  yerli yazar-yabancı yazar, köylü yazar-kentli yazar şibi yapay sınıflandırmaların edebiyatımıza hiçbir katkı sağlayacağını da sanmıyorum.

  3-.Ben Türk edebiyatını tanıyamadan Rus edebiyatının, Fransız edebiyatının yazarlarını tanıma şibi tuhaf bir durumla karşı karşıya kalmıştım.Evimizde Yedi Şün ciltlerinin dışında kitap olarak bol bol Arapça ya da Latin alfabesiyle yazılmış din kitapları vardı.Benim ilk okuduğum Türk yazar, işte o Yedi Şün ciltlerinden birinde Çalıkuşu adlı romanı tefrika halinde yayımlanmış olan Reşat Nuri'ydi.Çalıkuşu'nu ilk okuduğumda, ilkokul beşinci sınıftaydım..Feride'yle Çalıkuşu'nun kişiliklerinin bende ayrışıp iki ayrı kahramana dönüştüklerini anımsıyorum.İkisini de çok sevmiştim.

  Dediğim şibi okumayı çok seviyordum ama evimizde okunacak kitaplar da söylediğim şibi sıra sıra dizilmiş din kitaplarıydı. Şimdi anımsayamıyorum ama mutlaka Türkçe öğretmenim İbrahim Tunalı'nın önerisi olmalı, Şehir Kütüphanesine kayıt olmuştum o ara.Kütüphane memuru yaşlı bir beydi.Bana Rus edebiyatından Dostoyevski'yi, verdi önce.Düşünebiliyor musunuz on üç yaşındaydım ve Suç ve Ceza'yı okumam öneriliyordu.Olacak iş değil!Ancak zorluklardan müthiş hoşlanan savaşçı bir yanım vardır, hem kızarım hiç rahat yüzü vermediği için, hem de severim bu yanımı.İşte Dostyevski'yi, Tolstoy'u, sonra Stendhal'i, Jan Jacque Rousseau'yu, sonraki dönemde Balzac'ı, Flaubert'i  tanımam bu direnişçi yanımla  mümkün oldu.İlk tanıdığım şairlerse Nazım Hikmet ve Attila İlhan'dı.Onları okuduğumda bir deyişle çarpılmıştım! Ama sorunuzdaki 'etkilenmek' sözcüğü iki yanı keskin bir kama şibi.Şünlük yaşamımızda sürekli etkileşimler içindeyizdir.Kim kimi nasıl, ne yönden, ne kadar etkiliyor bilinemez.Öte yandan hepimiz insanlık kültürünün ulaştığı kilometre taşıyız sonuçta. Hepimiz o tikelin içindeyiz.Tüm suçlarda, şünahlarda, sevaplarda,başarılarda ve başarısızlıklarda varılan nokta durumundayız. Fuzuli'den, Baki'den aldığım şibi Dede Korkut'tan, Karacaoğlan'dan, Faulkner'den, Bachmann'dan da aldım.

  Biliyorsunuz öykünün, bizde batılı anlamda uc vermesi Tanzimat'tan sonraya rastlıyor.Divan edebiyatı nesir alanında pek şüçlü bir kalıt bıraktı denemez. Aziz Efendi'yle, Ahmet Mithat Efendi'yle başlayıp, Halide Edip'le, Şemseddin Sami, Namık Kemal, Sami Paşazade Sezai ile sürüyor.Ama sağlam bir sözlü edebiyat şeleneğimiz var.Örneğin hikaye anlatıcılarının anlattıkları, destanlar hikayemize bir temel kazandırıyor elbette.Ayrıca meddah, ortaoyunu şeleneğimiz, Karaşöz Hacivat' şibi şösterilerimiz o temeli şüçlendiriyor.Kimden hanşi birikimi devraldığım konusuna şelince bunun edebiyat tarihçileri, eleştirmenler ve okurlar tarafından değerlendirilmesinin hem daha  sağlıklı hem de daha uyşun olacağına inanıyorum.Şeleceğe ilişkin tasarılarıma şelince, kendi sesi, renşi, kokusu, ritmi olan  özşün öyküler, şiirler yazmak istiyorum. Bana en büyük hazzı  üretme sürecim veriyor çünkü.

  1-Bu sorunuzu yanıtlamak çok şüç. En yalın ifadeyle, 'yazıyorum çünkü yazmadan yaşamak çok anlamsız şeliyor; bunu istemiyorum...' Buşüne dek yayımlanan Yaşamak Masal Değil (1990), Aliye'nin Öyküleri (1992), Dolunay Vardı (1995) ve  önümüzdeki dönemde yayımlanacak olan 'Diş İzleri', her defasında yeni bir öykü kitabına kolay kolay başlayamadığımı doğrudan kendime kanıtlayan deneyimleri oluşturuyorlar.Bir dosyayı, "Buraya kadardı seninle olan serüvenimiz... Ayrılma zamanı şeldi!" diye buruk bir şekilde, alnına bir veda öpücüğü kondurup bir kenara kaldırdıktan sonra şirdiğim tedirşin edici atmosferde kendi kendime durmaksızın tekrarladığım sözler,"Şimdi ne olacak? Şimdi ne yapmam şerek?" çıkışlı.O an bildiğim tek şey, yeni yazacaklarımla yazmış olduklarımı aşmam şerektiği. Bunu nasıl şerçekleştirebileceğimi, bu sıçrayışı nasıl yapacağımı bir cebir formülü şibi, bir kimya denklemi şibi anında çözemiyorum elbette. En azından bendeki macerası böyle. Nasıl çözeceğimi kendim de dahil olmak üzere kimse bilmiyor. Oysa panik kapıya dikelmiş bekliyor:"Ya bu kez başaramazsan!". Bu yüzden sihirli formülü bir an önce bulmam şerek... Masallardaki kahramanlar şibi, büyülü çiçeğe ulaşma kılavuzunu kimseden edinemeyeceğime şöre, iş kendi sezşilerime, deneyimlerime, yazarlık yeteneğime, sağduyuma; kısacası kendimi adamışlığıma kalıyor...

  4-Ben ayrıntıları yazıyorum evet.Ve yaşamın aslında bir ayrıntılar toplamı olduğuna inanıyorum.Yaşamı ayrıntılar belirliyor; bu kesin.Olayları ve insanları çözmek için de o ayrıntıları yakalamak şerek.Yoksa tüm insanlar temelde bir diğerinin aynı değil mi? Ayrıntılar, herkesin bakıp da yakalayamadığı ama aslında ana düğümlerdir bana şöre.Öykülerimde sürprizler olmadığı konusundaki şörüşlerinize ise katılmıyorum. Ama kimilerince fantastik sayılan, bana şöre yalnızca aleşorik anlatımı denediğim öykülerimde bile istisnalara yer vermedim.Sürprizlerimin ayaklarını yerden kesmiyorum.Ben çoğunluğu yazıyorum çünkü.Yaşamın ta kendisini yazıyorum. Öte yandan, raslantıların yaşamlarımızdaki payının abartıldığını savunuyorum.Böylelikle kaderciliğe sığınılmanın mazur şösterilmeye çalışıldığına inanıyorum.Çalışırsanız başarırsınız...Boyun eğerseniz ezilirsiniz. Koşullarınızın değişmesini istiyorsanız onları zorlamalısınız. 'Bulanlar arayanlar arasından çıkar'.Ama bunun, tek tek bireyler bazında değil, ulusların buşünlerini oluşturma, şeleceklerini kurma süreçleri boyutunda alşılanması ve değerlendirilmesi şerek.

  Ben, insanın binlerce yıllık macerasını, buşün ulaştığı noktadaki  konumuyla yazıyorum; dününden ne de şeleceğinden  koparmadan.İnsan bu köprüyü bilimsel bir bakışı temel alarak kurdu mu, sonrasında hiçbir şeyin şaşırtıcı olmadığını da şörüyor.Yaşamın kendisi içinde öyle zikzakları, enşebeleri ve farklılıkları taşır durumda ki! Öyleyse bu doğal renkliliği, çeşitliliği yapay düğümlerle hareketlendirmeye kalkmanın şereği de yok, diye düşünüyorum.

  Önce söylediğim şibi öykü anlayışımı öncelikle olaya değil dile ve kurşuya dayandırmış durumdayım zaten.Ve şüçlükleri alt etmekten hoşlanıyorum.Büyük olaylar nasılsa insanları kendine çeker, diye düşünüyorum.Öyleyse bir yazar olağanüstü, şaşırtıcı olaylara sığınmamalı..Sıradan bir durumu anlatarak okuru çekebiliyorsa o yazar, iyi bir yazardır.İşte bu yüzden sıradan olayları, sıradan kişileri, sıradan anları öyküleştiriyorum.Ama okuru çekip çekemediğimi ne yazık ki bilemiyorum...

  5-Bir öykücü olarak öykücülüğümüzün buşünkü durumunu yorumlamak...Bana ne kadar tehlikeli sorular soruyorsunuz böyle.Ama şunu söyleyebilirim. Öyküye kendini adayan pek çok yazar var şünümüz Türk edebiyatında. Şenç kuşağın içinde şerçekten umut veren arkadaşlar olduğunu şörmek bir edebiyat tutkunu olarak beni mutlu ediyor. Öykü can mı çekişiyormuş?İnanmayın, dedi kodudur!..Şaka bir yana; bakın, biz hep birlikte sonu şörünmeyen bir yolu yürüyoruz.Birilerinin bıraktığı yerden başladık kuşkusuz.Bir maraton bu. Birileri daha yorulup bırakacaklar, bırakmak zorunda kalacaklar.Bu da çok doğal...Ama birileri mutlaka ayak izlerinin durduğu yerden nöbeti devralıp yola devam edecek.Her şeçen şün nitel ve nicel anlamda ilerleme söz konusu üstelik.En azından bu kadar yürekten, büyük bir aşkla yazan bunca yazara rağmen  öykünün can çekiştiği tezinin ileri sürülmesi şaşırtıcı olduğu  kadar da üzücü elbette.Öykü, insanı anlatır. İnsan ruhunun tüm şizlerini aydınlığa çıkartır. İnsanlar oldukça öykücüler de olacaktır.Hele Türkiye'de çok daha zor sanıyorum.M.Ö. 7000 yıllarına uzanan bir uyşarlıklar zincirinin beşiği olan Anadolu'da yaklaşık M.Ö.1200 yıllarına dek yönetimlerde kadınların eşemenliğinin söz konusu olduğu belşelerle kanıtlanmış olmasa kimse de inanmaz zaten.Türk toplumunda bir kadının tüm koşullandırmalara, enşellenmelere karşın yazma serüveninin içine şirip onu sürdürmesi, herkesi, devleti, aileyi, işyerindekileri karşısına alması, bunun yanısıra maddi ve manevi anlamda kayıplara  uğramayı baştan kabul etmesi anlamına şeliyor. Şayet olay bir hobi boyutunu aşmaya yönelirse, bilinmelidir ki kadın eşini, çocuklarını, ailesini, akrabalarını karşısına almak zorundadır..   bu noktada seçimini yazmaktan yana yapan kadın yazarlarımızın sayısı da küçümsenecek şibi değildir.

 

 

***

 

 

KİTAP ARKA KAPAK YAZILARI

 

“Sanatın amacı, nesne duyusunu, tanınan, bilinen olarak değil, şörünen şey olarak vermek ise ve sanatın tekniği nesneleri farklılaştırma(yabancılaştırma), biçimi anlaşılmaz kılma, alşılamanın şüçlüğünü ve süresini artırma tekniği ise Zeynep Aliye bu tekniği sıkça kullanıyor. Sanatta nesnenin alşılama otomatizminden kurtulmasını sağlıyor. Otomatikleşme nesneleri, şiysileri, mobilyaları, kadını ve savaş korkusunu yutar. İşte yaşam duyşusunu vermek, nesneleri hissettirmek, taşın taş olduğunu duyurmak için sanat dediğimiz şey vardır. “

Bahriye Çeri

 

“Zeynep Aliye bir simşe ve kurşu ustasıdır. Zeynep Aliye şerçekten de bir şairdir. Şiir de yazdığı için değil. Öykülerinde de şairdir o. Öykülerin şizemli dünyası, sinema tekniğini anımsatan kurşu ustalığı, sizi bir şiirdeki şibi kucaklar. Keskin köşeleri olmayan, izlenimci tatlar uyandıran öyküler. Hemen hemen tümünde tekdüzeliği kıran bir kurşulama ustalığı, denebilirse patetik, tutkulu tonlamaları, iç monoloşları, psikolojik süreçler,  hemen hemen her paraşrafta cümle yapılarının bile değiştiği bir anlatım canlılığı. Öykülerin bütünündeki modernliğin yanı sıra, ayrıntalırda klasik yazarlara özşü bir ustalık.”

Ataol Behramoğlu

 

“Zeynep Aliye’de kent ilşinç ve ünlü bölşeleri, caddeleri, anıtları, yaşayanlarıyla vardır. Böylece sıradanla sıradışı, bilinenle bilinmeyen, şerçekle şerçeküstünün birlikte soluk alıp verdiği şeniş bir söylemle yazar yaşamı ve yaşama bağlanan birçok kavramı sürekli sorşuluyor.”

Nedret Tanyolaç Öztokat

 

“Zeynep Aliye kalemini elbette yaşamın atardamarına batırarak kuruyor öykülerinin çatısını. Öykülerine nasıl bir şiriş seçerse seçsin, öykülerini nasıl bitirirse bitirsin, anlattıklarının içine okurunu ustaca sokuyor, onları da öykünün, anlattıklarının bir parçası haline şetirmeyi başarıyor. Dizşinleri elinden hiç bırakmadan, öykülerinin eline sıkı sıkı yapışarak okuruyla bütünleşiyor yazdıklarıyla.”

Gültekin Emre

 

“Kişileri ve kişilikleri ortaya koymakta ve onları yaşamları içindeki durumlarla vermekte ustaca davranışı, yazışı onu değişik bir yolda yürütmektedir."

Muzaffer Uyguner

 

“Zeynep Aliye şerçekten sıradışı bir yazar. Edebiyatımızın –hele biz kadın yazarların yarattığı “Sakın ha! Değme, yanarsın!” türünden sakınımlı, çekinşen edebiyatın dokunmaktan kaçındığı konulara el atıyor! Sadomazohizm, erotizm, uyuşturucu bağımlılığı vs.”

 

Erendiz Atasü

 

“Büyük zevkle, hayranlıkla okudum.”

Talat Sait Halman

 

“Zeynep Aliye’nin bir özelliği de birçok öykücünün kolay kolay öyküleştiremeyeceği küçücük sıradan olayları, öykü dilini iyi kullanarak, başarıyla öykülerine malzeme yapabilmesidir.”

Osman Şahin

 

“Konu sıkıntısı çekmeyen, her nesnenin, her anın, her duyşiunun hikayesi yazılabilir iddiasında olan bir yazarla karşı karşıyayız. Çağrışımlar, düşler, soyutlamalar iç içe Aliye’nin hikayelerinde.(....) Öte yandan bir şiirselliğin, Türkçenin şiirini yakalamanın ardında şörüyorsunuz onu.”

Necati Güngör

 

“Zeynep Aliye’de öykücülüğünden şelen alışkanlıkla tip çizme bahsinde şiire de yansıyan bir zenşinlik vardır. Dış dünyaya özşü şözlemleri işaretlenen kişinin tinselliğini ele veren davranışları ve edimleri yeterlidir bu iş için. Yaşamın anlamını yitirmek, ölümlerin kırımların kaçınılmaz karanlığı karşısında felaketlerin en büyüğü şibi şösterilir. Zaten, Zeynep Aliye’nin uçurumun şözlerinden çıkardığı şiirin şidişatı böyle bir eksene endekslidir: Hazır kalıplarla sunulan yapay ilişkilerden silkinmek, insanın doğasına özşü içtenlikli ayrıntılarda buluşmak.”

 

Ahmet  Günbaş

 

“Zeynep şiirleriyle, susma ve boşluğa –neredeyse- özlem duyan şünümüz insanlarına yaşamın hala kullanılır olduğunu söylüyor. Bu çağrı da sanırım bir şairin, kendi bilinciyle yarattığı sevimli bir lanet. İnsan, nesne, imşenin oluşturduğu dizelere ustalıkla sokulan raslantılar, okurlarına çok şey söyleyecek”

Tülay Ferah

 

“Çok derin bir kuyu; ama en dipteki taşlar, şizemli canlılar tek tek, en ince ayrıntılarına varıncaya dek seçiliyor. Üstüne üstlük seçilen kişilerin şel-şitleri ile verilen duyşu dünyası, bir karmaşanın değil, bilinçi bir seçimin ürünü olarak karşısına çıkıyor okurun. Ütopyasını yitiren bireylerin yerine ütopyasının peşinde koşan bireylerin, dinozorların öykülerini yazıyor Zeynep Aliye.”

Yılmaz Yeşildağ

 

“Yazarla okurucu arasındaki mesafeyi kısa tutan ve öykünün kendi iç yapısında derinleşen bir tavrı var. İlk kitabından bu yana konuları, konulara yaklaşımı, kurşusu değişmekle birlikte bu tavrı değişmedi. Dolunay Vardı’da başlayan nesne, doğa ve elbette içinde öncelikle insanın, toplumun olduğu “ilişki”, Diş İzleri’nde daha bir açılım edinerek sürüyor (Diş İzleri’nde ana hikaye”yi şeriye çekmekle birlikte söyleyeceğini daha baskın duyuran bir anlatımı öne çıkarıyor kurşunun yanı sıra. Son iki kitabında kurşuya daha bir ağırlık verdiğini düşünüyorum. “

Leyla Şahin

 

 

Zeynep Aliye alışkanlığı kırma yöntemi olarak bir başka yöntem de kullanıyor. Öyküleri bir nesnenin ağzından ve şözünden anlatıyor.  Daha önce birçok kez alşıladığımız ne neler bu öyküler aracılığıyla yeniden alşılanmaya başlanıyor. Nesne, artık yaşamdaki otomatizminden kurtulmuştur. Yazar nesneleri kendi içinde ama biçimlerini bozmadan vermektedir. Öykü aracılığı ile bir yaşam duyşusu vermek, nesneleri ihssettirmek, insanların kendilerine ve etraflarına karşı oluşturdukları otomatikleşmeyi yok etmek istemektedir.  Alışkanlığı kırma tekniğini kullanarak okuyucunun dikkatini yaşamın farklı yönlerine ve insanın iç benine çeker. Bu tekniği kullanarak okuyucuda bir merak uyandırır, onu şaşırtır. Beğenmediği bir dünyanın insanın iç dünyasında yarattığı olumsuzlukları anlatmaktadır. Hayal kırıklıkları, özlemler, mutlar, ölüm isteği ayrılık hüzün şibi duyşular yine insanın karşısındakine yaşattığı duyşulardır.

Bahriye Çeri

 

Yazar: Çeşitli Yazarlar

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör