İlâhiyatçı,
tarihçi, gezi yazarı. 10 Temmuz 1944, Pervari / Siirt doğumlu. İlkokulu Pervari’de
bitirdi. Siirt Lisesi (1962) ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi (1966)
mezunu. Üniversite öğrenimi sırasında, bir süre Batman’da, Türk Petrolleri’nde
işçi, bir süre de Diyanet İşleri Başkanlığında memur olarak çalıştı. Fakülteyi
bitirdikten sonra Siirt Lisesi’ne öğretmen olarak atandı. 1967’de
kazandığı bursla Fransa’ya giderek İslâm tarihi alanında doktora (1973) yaptı.
Doktora
çalışmaları sırasında, Arapça öğrenmek için bulunduğu Tunus’ta Zeytuna
Üniversitesi’nde sosyolog Fadıl b. Aşur’un derslerine de (1969-70) katıldı.
1973-74 öğrenim yılında Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsü’nde İslâm tarihi
öğretmenliği yaptı. 1974’te Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi’nde
İslam tarihi doktoru olarak (1974) görev aldı. Doçentliğe (1980) ve
profesörlüğe (1989) yükseldi. 1993 yılında Sakarya Üniversitesine geçti ve 1995
yılında emekli olana kadar bu üniversitenin İlâhiyat Fakültesi’nde İslâm tarihi
öğretim üyeliği yaptı. 1995-97 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi
Başkan danışmanlığı görevinde bulundu. Çalışmalarını bir süre Viyana
İslam Üniversitesi’nde, sonra yurda dönerek İstanbul’da sürdürdü.
Makaleleri,
1979 yılından başlayarak Yeni Devir, Millî Gazete, Bilgi ve Hikmet, Zaman,
Yeni Şafak, İslâm, İslâm Mecmuası, Yeni Dünya, İlim ve Sanat, Kadın ve Aile,
İstanbul Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü, Tarih ve Toplum, Diyanet gibi
gazete ve dergilerde yer aldı. Kanal 7 televizyonunda dört yıl Seyahatnâme adıyla tarih programları
yaptı. İslâm tarihi araştırmalarının yanı sıra, yurtiçi ve yurtdışında verdiği
konferanslarla tanınan Sırma, ulusal ve uluslararası birçok konferansa
katılarak bildiriler sundu. Muhammed Hamidullah’tan Makaleler adlı
çevirisi ile 1986 Türkiye Yazarlar Birliği Çeviri Ödülünü kazandı.
ESERLERİ:
ARAŞTIRMA-İNCELEME:
“Osmanlı Devletinin Yıkılışında Yemen İsyanları” (doçentlik tezi, 1980),
Hz. Peygamber Döneminde Yahudi Meselesi (1984), İslâm Tarihi (1984),
2. Abdulhamid’in İslâm Birliği Siyaseti (1985), Tunus Hatıraları (1985),
İslâmî Tebliğin Mekke Dönemi ve İşkence (1986), İslâmî Tebliğin Medine
Dönemi ve Cihad (1986), Birkaç Sahife Tarih (1986), Tarih Şuuru (1987),
Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri (1988, 5. bas.), İslâm Öncesi Mekke
Dönemi ve Hz. Muhammed (1988), Tanzimatın Götürdükleri (1988),
Pakia Mektupları (1989), Örnek Halifeler Dönemi (1989), Emeviler
Dönemi / Hilafetten Saltanata (1990), Neler Sordular? (1991),
İslâm Peygamberi (1992), Bir Garip Tarih (1993), Nasıl Sömürüldük
(1993), İşte Önderimiz Hz. Muhammed (1994), Abbasiler Dönemi
(1995), Nehirlerin Dili (1996), Alaturka Demokrasi / Alaturka Laiklik
(1996), Belgelerle II. Abdülhamid Dönemi (1998),Tarih Şuuru (2000), Sen Geldin (2004), Ezan
Ya Da Ebedi Kurtuluşa Çağrı (2005), Dağların Sırrı (2008), Ah Endülüs (2012).
GEZİ:
Yalan Dünyayı Adımlarken (1998), Ano
Yemen’dir (2010), Seyehatname-i
Süreyya (2010).
ÇEVİRİ:
İslâmiyet ve Hristiyanlık (Muhammed Hamidullah’tan, 1980), Peygamber
Ordusunun Tarihi (Mahmud Şit Hattab’dan, 1983), İslâm Müesseselerine
Giriş (Muhammed Hamidullah’tan, 1984), Makaleler (Muhammed
Hamidullah’tan, 1986).
KAYNAKÇA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013) - Müslümanlar Koalalaştı mı? (Yeni Dönem gazetesi, 1999), İhsan Süreyya Sırma Kitabı (2018).
Tanzimat olayının, müslüman
insanına ne kazandırdığını sormaktan çok, belki ona neleri kaybettirdiğini
sormak gerekir. Bu soruyu sorabilmek ve buna verilecek cevabı almak için, her
halde fermanla getirilmek istenen hususların getirilip, getirilmediğini
araştırmak lâzımdır. Fermana böyle bakıldığında :
1. Fermanın ilk satırında; böyle
bir tanzimata gerekçe gösterilirken şöyle denmektedir: “Cümleye ma'lûm olduğu
üzere Devlet-i 'aliyyemizin bidâyet-i zuhurundan beri ahkâm-ı celile-i
Kur'aniyye ve kavanîn-i şer'iyyeye kemâliyle riayet olunduğundan, Saltanat-ı
seniyyemizin kuvvet ve mekinet ve bilcümle tebaasının refah ve ma'mûriyeti
rütbe-i gayete vasıl olmuş iken yüz elle sene vardır ki ğavâil-i müteakibe ve
esbâb-ı mütenevviaya mebni ne Şer'-i şerife ve ne kavânîn-i münifeye inkiyâd ve
imtisal olunmamak hasebiyle evvelki kuvvet ve ma'mûriyet bilâkis zayıf ve
fakr'a mübeddel olmuş ve halbuki kavânin-i şer'iyye tahtında idare olunmayan
memâlikin payidar olamıyacağı vazihattan bulunmuş olup...”; yâni Devletin eski
gücünün, satvetinin kaybolması, Şeri'at'ın gerektiği gibi uygulanmamasına
bağlanırken, gayr-ı Müslimler, hukuken müslümanlarla müsavi hâle getirilerek,
müdafaası yapılan(!) Şeriat hükümlerine aykırı hareket edilmiştir. Çünkü İslâm
hukukuna göre, Müslüman ve gayr-ı Müslimin İslâm Devletindeki hakları
birbirinden farklıdır. Başka deyişle, Şeriat'ın tam ve eksiksiz uygulanması
empoze edilerek, Şeriat'a aykırı madde konuyor. Ve böyle davranılıp “Şeriat”
denilerek Müslümanlar kandırılıyor, gözleri boyanıyor.
2. Daha sonraki cümlelerde,
Osmanlı mülkünün verimliliği, insanının kabiliyetli olduğundan bahisle, “esbâb-ı
lâzimesine teşebbüs olunduğu halde beş-on sene zarfında bitevfikihi Te'âlâ
suver-i matlube hasıl olacağı zahir olmağla...” denilmekte ve bunun için yeni
kanunlar çıkarılacağı belirtilmektedir.
Düzeni bu kadar bozulmuş olan
devleti, beş-on senede düzelteceğini söyliyen Reşid Paşa, ırz, namus, mal
emniyetinden dem vurarak, bunu temin ettikleri takdirde, her şeyin düzeleceğini
empoze ediyor ve zımnen gayr-ı Müslimler hakkında çıkarılacak olan kanunlara
uyulmasını istiyor.
3. Yeni vergiler konulacağı
belirtiliyor.
4. Askerlik beş sene olarak tesbit
ediliyor. Tabii askerliği yapanlar Müslümanlardır.
5. Bu fermana uygun olarak
çıkarılacak nizâmnâmelere harfiyyen uyulması hakkında, ulemâ ve vükelânın
hepisi, Hırka-ı Şerif odasında yemin edecekler.
6. Fermanın sonu şöyle tehdidkâr
bir cümleyle bağlanıyor:
“Ona göre ulemâ ve vüzeradan
velhasıl her kim olur ise olsun Kavanin-i şer'iyyeye muhalif hareket edenlerin
kabahat-ı sabitelerine göre te'dibât-ı layıkalarının hiç rütbeye ve hatıra ve
gönüle bakılmayarak icrası zımnında mahsûsen ceza kanunnâmesi dahi tanzim
ettirilsin... Bu kavânin-i müessesenin hilâfına hareket edenler Allah Te'âlâ
Hazretlerinin la'netine mazhar olsunlar. Amin. 26 şa'ban 1255”.
Tanzimat fermanının bütününe
baktığımızda ve özetini yukarıda arzettiğimiz maddelerde de görüldüğü gibi,
Müslümanlar nokta-ı nazarından herhangi bir müsbet yenilik yoktur. Tek yenilik,
gayr-ı Müslimlerin -İslâm hukukuna rağmen-, Müslümanlarla hukuken aynı seviyeye
çıkarılmaları ve üstelik bu hükmün, Şeriat kanunuyla tescili ve uyulması
hakkındaki zorunluluktur.
(Tanzimatın Götürdükleri, 1988)
Prof.
İhsan Süreyya Sırma: "Müslümanların bir derdi vardı. O derdi yok oldu.
Derdi olmayan seküler olur. Gider gezer, yer, yaşar"
Röportaj: EMETİ SARUHAN
Prof. İhsan Süreyya Sırma uzun yıllar ders verdiği
Viyana'dan geçen sene döndü ve kendini kitap çalışmalarına verdi. Bürosunda
görüştüğümüz Sırma, artık eskisi gibi kitap okunmamasından şikayetçi. Ders
aldığı büyük alimleri anlatan Sırma, İlahiyat Fakültesi'nde bile, Kürt olduğu
için maruz kaldığı ayrımcı davranışlardan da utanarak bahsediyor.
Sultan Abdülhamit'le ilgili çok çalıştınız. Ona karşı bir
önyargı var sanki?
Sadece Sultan Abdülhamit değil tarihimizin tamamına karşı
öyle. Belli bir dönem tarihimize ve dinimize mesafeli duruldu. Hatta
yasaklandı, gerçek tarih öğretilmedi. Abdülhamit, Batılıların etkisinde kalarak
Kızıl Sultan diye öğretildi. Ben doktorayı bitirip Türkiye'ye dönünceye kadar
üniversitelerde Kızıl Sultan'dı. Asistanlığımda tarih kongrelerinde
Abdülhamit'le ilgili tebliğ sununca tuhaf bakıyorlardı. Herkes nefret ederdi.
Ama Allah'a şükür, tebliğ suna suna, hepsi belgelere dayalı, Abdülhamit bir
canavar olmaktan çıktı.
Üniversitelerde şimdi nasıl yaklaşım?
Şimdi çok daha iyi, en azından üniversitelerde Kızıl Sultan
demiyorlar. Ermeni bir tarihçi Kızıl Sultan Abdülhamid diye bir kitap yazdı.
Bizim ittihatçılar ve Jöntürkler mal bulmuş mağribi gibi sarıldılar. Kızıl
Sultan olarak ders kitaplarına girdi. Halbuki Sultan Abdülhamid bizim
yapamadığımızı yaptı. Moritus Güney Afrika'ya uçakla 4 saat mesafede bir
adacık. Sultan Abdülhamit o adaya bile adamlarını göndermiş. Bu kadar büyük bir
adamdı. Onun da hataları vardı. Ama bana göre Osmanlı sultanları arasında
"number one"dır.
ABDÜLHAMİD
UYANIKTI
36 sultan içerisinde hakkında lehte veya aleyhte en çok
kitap yazılmış sultanın Abdülhamit olma sebebi ne sizce?
Abdülhamid uyanık bir adam. Eğer İslam ülkelerinde uyanık
bir adam çıkarsa Batılılar bunu sevmez. Doktora hocam Paris'te bir gün dedi ki
"Senin bu sultanın bastonunun ucunu Karadeniz'e sokar ama Akdeniz
bulanır." Böyle siyasi bir liderdi. Çin'de onun adına Pekin Hamidiye
Üniversitesi açıldı. Bunu Fransız arşivlerinde dünyada ilk kez ben buldum.
Yazdım. Sonra bir arkadaşım Çin'e davet etti. Gittim aradım buldum. O
üniversite şimdi cami olarak hala faaliyette. Kolu oraya kadar uzanıyordu.
Doktoranız, doçentliğiniz ve profesörlüğünüz, Sultan
Abdülhamid ile ilgili. Eşiniz Abdülhamid'e "kumam" diyormuş?
Bir gün evde hadi sizi gezmeye götüreyim dedim. Fatih'ten,
Büyükşehir Belediyesi'nin önünden Kapalıçarşı'ya, oradan Cağaloğlu'na gittik.
Çemberlitaş'ın orada eşim çocuklarıma dedi ki "Hadi gidip kumama bir
Fatiha okuyalım". Çocuklar şaşırdı kuman kim anne diye. "Sultan Abdülhamid
burada yatıyor" dedi. Abdülhamid'le çok uğraştım ama daha ziyade
Rasulullah'la ilgilendim. Onun hayatıyla ilgili kitaplar yazdım.
ÖVMEK DE YERMEK
DE TARİHÇİLİK DEĞİL
Türkiye'de son dönemde tarihe büyük bir ilgi gözleniyor. Bu
ilgiyi nasıl görüyorsunuz?
Tarih asla bir apoloji, methiye olmamalı. Atalarımız hep
aku-pak değildi. Övmek de yermek de tarihçilik değildir. Doğru olanı söylemek
gerek. Türkiye'de bir kısım sadece kötülüklerini, bir kısım sadece iyiliklerini
söylüyor. Dizilerde ise sanki tarihle dalga geçiliyor.
Büyük Doğu'da fiilen çalıştınız. Edebiyat ilginiz nereden?
Büyük Doğu Fikir Kulübü'nde çalıştım. Edebiyatı seviyorum.
Ortaokul, lisedeyken klasikleri okurdum. O zaman şiir falan yazardık.
Evet şiir maceranız da var. Şair değilim diyorsunuz ama
kitaplarınız var?
Şair değilim tevazu olsun diye de söylemiyorum. Viyana'da
bir şey oldu. Yeni bir laptop almıştım. Peygamber Efendimizle ilgili bir şey
yazayım dedim. Beyit olarak çıktı. 2-3, sonra baktım gidiyor. Bir Ramazan'da
çıktı. "Sen geldin" diye bir kitap oldu. Gurbette olunca buradaki
olaylarla ilgili bazı dizeler yazıyordum o da "Halname" diye bir
kitap oldu. Ama esas edebiyatla ilgili yönüm seyahatnameler.
MÜSLÜMANLAR ÇOK
EZİLDİ
Evet çok seyahat ediyorsunuz. Nasıl bir motivasyonunuz var?
Kendi paramla gidip seyahat edecek gücüm yok ama
konferanslara davet ediliyorum. O gezi sırasında ilk intibalarımı yazıyorum.
Bazen notlar da alıyorum. Geceleri onu yazıyorum. Bu şekilde 6 tane kitap oldu.
Bahsettiğiniz gibi Peygamberimizi anlattığınız kitaplarınız
da var. İslami tebliğin Mekke dönemi ve İşkence kitabınız çok ilgi gören bir
kitap oldu.
Müslümanlar özellikle 80 askeri darbesinden sonra büyük
işkenceler gördüler. Ben o sırada yazdım. Peygamber Efendimizin Mekke döneminde
büyük işkenceler olmuş. Onu yazıyordum, öteki işkencelerle aynı zamana denk
geldi. Müslümanlar gerçekten çok çektiler. O kitabı yazarken bir öğrencim "Hocam falancayı aldılar, sana geliyorlar." dedi.
Allah'a yalvardım, şunu da bitireyim sonra gelsinler." diye. Allah
lütfetti teğet geçtiler. Sonra diğer kitaplarım çıktı.
DERDİMİZ VARDI
ARTIK YOK
Şimdi de biraz rehavet mi var?
Evet, ben hayret ediyorum. O yıllarda işkence kitabım senede
10 bin baskı yapardı. Şimdi öyle değil. Senede bin basıyor. Müslümanlar seküler
oldular. Kafelerde oturup nargile içmek daha
cazip oldu. Müslümanların bir derdi vardı. O derdi yok oldu. Oysa ki derdi
olmayan insan olamaz. Feridüddin Attar Öğütler kitabında diyor ki "Dostum,
pazara git kendine bir dert satın al. Bulamazsan gel benden ödünç al."
Tamamen de vermiyor. Çünkü o dert ona da lazım. Derdi olmayan seküler olur.
Gider gezer, yer, yaşar.
Günümüzün sorunu bu mu?
Okumuyorlar. Geçenlerde kitap fuarına gittim. Bir yazarın
önünde S çizmiş uzunca bir kuyruk. Her türlü okuyucu var. Başörtülü, şalvarlı,
mini etekli. İnanın onlardan hiç biri o kitabı okuyacak değil. Eve gidince
diyecek ki, "Ben o televizyona çıkan filancanın kitabını aldım."
Baktım gerçekten yazar olanların önünde kimse yok.
İSLAMLA SALTANAT
BİR ARADA OLMAZ
Arap ülkelerini iyi tanıyan biri olarak Arap baharını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Arap baharının ilk çiçek açtığı yerde okudum ben. Tunus'ta.
Öyle bir sistem vardı ki bütün dünyada kıpırdanma olur da Tunus'ta olmaz
diyordum. Herkese sürpriz oldu. Tunus'ta hakikaten Allah'ın bir lütfu olarak
sıkışmış balon patlayıverdi. Bu tabii sıçradı.
Siz olumlu olarak karşılıyorsunuz yani?
Olumlu değil, çok olumlu. Ben hep saltanatın aleyhinde
konuşup yazdım. İslam'la saltanatın biraraya gelemeyeceğini yazdım. Bunu söylediğim için pek sevilmem Arap ülkelerinde.
Müslümanların hürriyetlerine kavuşmaları için böyle bir şey gerekliydi. Ama
devrimler kolay kolay oturmuyor. Biraz sürecek. Bu Yemen'de de, Suriye'de de
olacak. Olması lazım. Çünkü Allah işi ehline verin diyor, padişahın oğluna
değil.
Sizce yeni yönetimler nasıl olmalı?
Demokrasi biraz değiştirilerek daha hürriyetçi bir havaya
sokulmalı. Türkiye'de de demokrasi teorideki gibi olmuyor. Demokrasi rafta
kalıyor. İslam'ın öngördüğü hürriyet demokraside yok.
HAMİDULLAH HOCALARIN HOCASIYDI
Muhammed Hamidullah hocanızdı. Nasıl biriydi?
Hamidullah Hoca'yı 1963'te Ankara İlahiyat'ta öğrenciyken
tanıdım, sonra hep takip ettim. Zaten Paris'te beraberdik. Erzurum'da
beraberdik. Dünya çapında ansiklopedik bir alimdi. Esas alanı hukuktu.
Hindistan Haydarabatlıydı fakat o da siyasi mülahazalarla İngiliz
emperyalizmine olan tavrından dolayı ömrü sürgünde geçti. Ondan çok şey aldım.
Prensiplerinden, bilgilerinden, hayat tarzından. Zamanını israf etmezdi, örnek
biriydi. Keşke onun gibi olabilseydik.
İslam dünyasına neler kazandırdı Hamidullah Hoca?
Hamidullah Hoca hukukçu olmasına rağmen 5 yaşında hafız
olmuş, kendisini çok iyi yetiştirmiş, tefsir, hadis, tıp, hukuk alanlarında
kitaplar yazmış. 1,78 boyundaydı. Yazdığı kitapları yan yana koysanız boyunu 2
kere geçerdi. 17 dil bilirdi. Ben onun mektuplarını yayınladım. Keşke daha önce
aklıma gelseydi. Mektupların bir kısmı kayboldu. Askeri darbelerde önce hocaların evlerine gidiliyor. Kitapları
toplanıyor. O arada mektupların bir kısmı
kayboldu ama Allah'ın bir lütfu olarak hocamın mektuplarının büyük kısmı kaldı.
3 hoca vardır ki Türkiye'deki hocaların hocalarıdır. Türkiye'de ilahiyatı
kurmuşlardır: Muhammed Tayyip Okiç, Muhammed Tanci, Muhammed Hamidullah. Üçü de
yabancıdır. Allah rahmet eylesin 3'ü de vefat etti. Üçünden de istifade etmeye
fırsatım oldu.
Cezayirli Müslüman düşünür Malik Bin Nebi'yi de tanıdınız.
Bir düşünür olarak önemi nedir?
Onu Paris'e gittikten sonra kitaplarından tanıdım. Tunus'a
gidince hocayı görmek için Cezayir'e gittik. Hoca cumartesi Fransızca, pazar
günü Arapça ders veriyordu evinde. Özellikle oryantalizm, modern İslam dünyası
ve İslam alimleri üzerine çalışmaları var.
Tunus'tayken de büyük sosyolog Fadıl b. Aşur'un derslerine
devam etme fırsatı bulmuşsunuz.
Bizzat hocalık yaptı bize. Tunus'a Arapça eğitimi için
gidince Kuzey Afrika'nın en meşhur üniversitesi Zeytuna'da İslam tarihi ve
İslam sosyolojisi dersini aldık. Arapçayı edebi olarak konuşurdu. Dinlerken
zevk alırdınız. Fransızca, İtalyanca ve İngilizce de bilirdi. Klasik Arap
kıyafeti giyerdi, entari sarık. Çok sevilirdi. Hiç unutmuyorum. Bir akşam
talebe yurdunda televizyonda film izliyoruz. Birden yayın kesildi ve spiker
çıktı. Modern giyimli bir kız, bir şey söyleyecek ama ağlamaktan söyleyemiyor.
Hiç gözümün önünden gitmiyor. Sonra mufti mufti dedi. Fadıl b. Aşur vefat
etmiş. O Tunus diyarının müftüsüydü. Yani bizim diyanet işleri başkanı gibi.
Herkes seviyordu onu.
MEDRESELER MECBUREN MAĞARADA DERS VERİYORDU
Babanızın adı Gazali'ymiş? Bu ailenizin ilime olan
düşkünlüğünü mü gösteriyor?
Evet, bizim aile zaten Hocaoğulları olarak bilinir
Pervari'de. Rahmetli dedem Molla Abdülrezzak büyük bir alimdi. İmam Gazali'yi
çok sevdiği için hem etüd etmiş, hem ders vermiş. En küçük oğlunun adını Gazali
koymuş. Herhalde tektir Türkiye'de. Ben başka hiç rastlamadım.
Nasıl bir eğitim aldınız?
Bizim yetiştiğimiz dönemde dini tedrisat yasaktı.
Pervari'deki medreselere giremedim. Annem babam müsaade etmediler. Çünkü çok
tehlikeliydi. Medreseler adeta mağaralarda eğitim sürdürüyordu. İlkokula, sonra
ortaya ve liseye gittim. Pervari'de sadece ilkokul vardı. Bir müfettiş okumamı
söylemişti. Ben de okumaya, hatta bunun için kaçmaya karar verdim. Rahmetli
babam anlamış. Bana sordu? "Okumak istiyorum" dedim. Bunun üzerine
aileyi topladı. Konuşuldu. Müsaade etmediler, çünkü küçüktüm. Pervari'ye yakın
bir köyde bir alim yaşıyordu. Babam bir de gidip ona soralım dedi. İyi ki de
gittik. Yorucu bir yolculuktan sonra vardık. Okula gitmek istediğimi söyledi. O
alim "Mektebe gidenler genelde dinsiz oluyor ama bu gitsin" dedi.
Nasıl ellerine sarılmışım. Bu şekilde izin çıkınca babam katırlarla beni
Siirt'e getirip bıraktı.
Aile dışında dini eğitim alamadınız yani.
Siirt'te gizli de olsa medreseler vardı. Zevk alıyordum
dersleri dinlemekten. Zaman zaman oraya gidiyordum. Ama esas dini eğitimim
İlahiyat Fakültesine girdikten ve Tunus'a gittikten sonra.
Ya ilahiyat?
Doğrusu İlahiyat benim için çok tesadüfi oldu. Liseyi
Siirt'te bitirdikten sonra, Ankara'ya geldim çünkü üniversite sınavına sadece
İstanbul ve Ankara'da giriliyordu. İlk defa test sınavı uygulandığı seneydi.
Bir tane kılavuz aldım. Kılavuzda İlahiyat diye bir şey gördüm. Atladım gittim.
Neziha Abla diye bir sekreter vardı. "Teyze burada ne okutuluyor"
diye sordum. "Evladım her şey okutuluyor. Arapça, Farsça, Fransızca"
dedi. Tam istediğim yer. Ben dilleri çok severim, hayranım. Çok hasta
gördüğümden ve Pervari'de de doktor olmadığından ilk tercihim tıptı, ikincisi
İlahiyat, üçüncüsü filolojiydi. Sosyal öğrencisi olduğum için tıp olmadı. O
zamanki sisteme göre kazandığınız yerin altındaki her yere gidebiliyorsunuz.
Ben sırf o diller için İlahiyatı seçtim. Dini yönünü ise içine girince gördüm.
Dillerden bahsedince, Fransa İngilizce Arapça ve Farsça
biliyorsunuz. Dil öğrenmek zor mu kolay mı?
İnsan bir şeyi severse zor olmaz. Benim ana dilim Kürtçe.
Okula başladığımda Türkçe öğrenmeye başladım. Pervari'den Siirt'e gelince 3
yabancı dille karşı karşıya kaldım. Henüz sökemediğim Türkçe, Siirt'in
merkezinde konuşulan Arapça ve okulda gördüğümüz İngilizce. Bu şekilde dillere
başladım. İngilizce dersinden sınıf birincisiydim. Liseden mezun olup
İlahiyat'a gidince öğretmen ilk dersten sonra "Sen derse gelme, sana
İngilizce kitap vereyim oku" dedi. Yine orada gerçek Arapça'yla
karşılaştık. Farsça'yı öğrendim. Mezuniyetten sonra doktora sınavına girdim.
İngiltere ya da Amerika'ya gidecektim. Kazandım ama beni Fransa'ya gönderdiler.
Bir kelime Fransızca bilmiyordum. Bir sene dil öğrendim.
KÜRT DİYE ÜNİVERSİTEYE ALMADILAR
Sizi alan olarak İslam Tarihi'ne yönlendiren ne oldu?
Aslında Mezhepler Tarihi'ni istedim fakat Mezhepler Tarihi
hocası yönetim kurulunda "Ben bu çocuğu göndermek istemiyorum" demiş.
İslam Tarihi hocam Prof. Hüseyin Yurtaydın "O zaman ben gönderiyorum çünkü
en güzel kağıt onun" demiş. O zamanın dar görüşüyle, ben Siirtli olduğum
için göndermek istememiş.
Kürt olduğunuz için mi?
Evet bunu açıkça Prof. Yurtaydın hocam söyledi. Kimliğimden
dolayı beni göndermek istemediler. Halbuki ben ırka dayalı bir şeye inanmadım.
Benin için insanların hepsi aynıdır. Benim için Müslüman olmak esastır.
Hayatınızın başka döneminde de böyle bir ayrımcılığa maruz
kaldınız mı?
Maalesef oldu. Doktorayı bitirdikten sonra Ankara İlahiyat
mezunu olduğum için hocalarıma gittim. Ben doktora yaptım, görev istiyorum
dedim. İslam Tarihi'nden kadro olmadığı için beni almadılar. Sonra duydum ki
sosyolojiden sınav açılmış. Benim doktora hocam sosyolog olduğu için
sosyolojiyi bilirdim. Sınava girdim, kazandım. Tayinim de yapıldı. Bana
"Odan belli oluncaya kadar git Siirt'te haber bekle" dediler. Aradan
aylar geçti, haber gelmedi. Bir gün "Erzurum İmam Hatip Lisesi'ne tayin
edildiniz" diye bir telgraf geldi. Paris'te birlikte doktora yaptığım
bütün arkadaşlarım üniversitedeydi. Gittim İslam Enstitüsü'ne müracaat ettim,
beni almadılar. Rektöre "Hocam sırf Siirtli olduğumdan mı beni
almıyorsunuz" diye sordum. "Evet" dedi. "Yani İstanbullu
bir Yahudi gelip başvursa benim yerime alacaksınız" dedim. Bunları
utanarak söylüyorum. Fakat daima kötülerin yanında iyiler de vardır.
Üniversitede Prof. Lütfü Ülkümen vardı, İslami İlimler bölümünün dekanı.
Tanıştık. Biraz sohbetten sonra o bana teklif edip rektöre rağmen aldı. Çünkü
rektörün de hocasıydı. Bütün bunlar bende üzüntü uyandırdı ama kin uyandırmadı.
Uzun süre Viyana'daydınız. Neden gittiniz?
Sakarya İlahiyat kurulurken gelip yardımcı olmamı
istediler. İdari görevler almam normalde ama adam yokluğundan dekan yardımcısı
oldum. Bana 20- 25 kişilik bir liste getirip "Asistan olarak bunları
alacağız" dediler. Ben de "Olmaz, kimin hakkıysa onu alırız" dedim.
O olaydan dolayı aramız açıldı. Bir süre sonra başka bir olayı bahane edip
açığa aldılar. Dava ettim, kazandım, geri döndüm ama onlarla devam etmek mümkün
değildi. Beni zorla emekli yaptılar. Ama üzülmedim. Viyana'ya gittim. Orada
İslam Araştırmaları Enstitüsü'nün kuruluşuna yardımcı oldum. Tarih dersi
verdim. Bütün Avrupa'dan öğrencilerim oldu. Başörtüsü ve katsayı probleminden
dolayı Türkiye'den gelen öğrenciler de istediği için hafta sonları da onlara
tarih dersi verdim. Geçen sene döndüm. Şimdi büromda kitap yazıyorum.
YENİ ŞAFAK
KAYNAK: (haksozhaber.net 27.11.2011)