Romancı, hikâyeci ve gezi yazarı. 1955, Ankara doğumlu. Bazı
yazılarında Günsu Bertan imzasını da kullandı. İlk ve ortaöğrenimini Ankara’da
yaptı. Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü (1976) mezunu. Norveç Bergen
Üniversitesi’nde (1981) mikrobiyel ekoloji ve sosyoloji, ABD Michigan Üniversitesi’nde
(1983) toplum sağlığı konularında yüksek lisans tamamladı. Tampere Teknik
Üniversitesi (Finlandiya) Su Teknolojisi Bölümü (1986) ile Orta Doğu Teknik
Üniversitesi (ODTÜ) Çevre Mühendisliği Bölümü’nde (1984) öğretim üyesi olarak
çalıştı. Bulunduğu ülkelerde garsonluk, çocuk bakıcılığı, çevirmenlik ve
aşçılık yaptı. Sonra özel sektörde, reklâm, turizm ve basın alanlarında
çalıştı.
İlk öyküsü Efendi, Dönemeç dergisinde (1955) yayımlandı.
Daha sonra hikâye ve yazıları Yarın, Türk Dili, Varlık, Sanat Olayı, Cönk,
Gösteri, Gergedan, Argos, Rapsodi (1989, 1992) dergilerde yer aldı.
Eserleri çeşitli dillere çevrildi. Hikâyeleriyle 1989 Yunus Nadi Öykü
Yarışmasında mansiyon, Balık İzlerinin Sesi kitabıyla 1993 Yunus Nadi
Roman Ödülünü, Kumral Ada Mavi Tuna ile 1998 İstanbul Üniversitesi
İletişim Fakültesi Ödülünü kazandı. 1996 yılında (ABD) Iowa Üniversitesi’nin
(IWP) onur üyesi oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin 75. yılında “Cumhuriyet’in 75
Başarılı Kadını”ndan biri seçildi. 2002 yılında yazarlığının “25. Gümüş Yaz”ını
kutladı. Kanada Yazarlar Derneği (TWUG), Türkiye PEN Yazarlar Derneği (1993–95
arası yönetim kurulu) üyesidir.
“Uzuner, daha ilk hikâyelerinde dilinin güzelliği, ayrıntılara
eğilişi aynı hikâyede birden fazla konuyu değişik çevrelerde işlemesi ile
dikkati çekti. Tekniğinde ‘son yeni’ romanın imkânlarını kullandığı görülüyor.
Klâsik konulardan gerçeküstüye, günün realitelerinden hayal üstü, akıl aşın,
rüyamsı (geçmiş-gelecek) çevre kişi ve konulara kolayca geçiyor.
“Çok gezmiş, çok yer görmüş, çok okumuş ve çevre ile ilgileri çok
canlı bir yazar görünümündeki Buket Uzuner’i, yeni birkaç kitabı ile
değerlendirmek henüz erken olabilir.
“Ancak, ilk eserlerine bakarak dahi: Uzuner’de, usta bir
hikâye-roman yazarının üslûbu, sanatı ciddîye alan tavrı gözlenebilir.
Hürriyete açık geniş düşünce ve hayallerle geniş ufuklu bir çevre bilgisi
bulunduğu söylenebilir.
“Uzuner’in hikâyelerinin çoğu hemen bir roman gibi, oldukça uzun
hikâyeler şeklinde kuruluyor. Bir seyahat romanı gibi, mekândan mekâna,
zamandan zamana atlıyor. Hikâyelerinin her sayfasına çok ve değişik şeyler
sığdırmayı seviyor.
“Buket Uzuner’in ‘güzel’ dediğimiz üslûbunda, uydurma söz
kullanmak özentisi yok, Konuşulan Türkçeyi, Özellikle söyleşmeler içinde
ustaca yansıtıyor. Herhalde ‘Özgür kuşak yaşantısını’ yansıtabilmek için argoya
ve açık saçık sözlere de yer veriyor. Aşağıya alacağımız ilk hikâyesinde,
bütün bu özelliklerin görülmesine çalıştık.” (Ahmet Kabaklı)
“‘New York Seyir Defteri’, yazarının edebiyatçı olduğunu
haykıran bir ‘seyahatname’: Yaşadıklarını, izlenimlerini dile getirirken, neyi
nasıl yazmalı konusunda kafa yoran, yazma eylemine ilişkin düşüncelerini zaman
zaman okuyucuyla paylaşan, onunla sohbet eden bir yazarla karşı karşıyayız.
Sohbet tonu ise bu seyahatnamenin kolay okunurluğunu, dolayısıyla çok okuyucu
bulacağını garantiliyor.” (Prof. Gürsel Aytaç)
ESERLERİ:
HİKÂYE: Benim Adım Mayıs (1986), Ayın En Çıplak Günü (1988),
Güneş Yiyen Çingene (1989), Karayel Hüznü (1993), Şairler Şehri (1994),
Şiirin Kız Kardeşi Öykü (2003), Yolda
(2009).
ROMAN: İki Yeşil Susamuru, Anneleri Babaları Sevgilileri ve
Diğerleri (1991), Balık İzlerinin Sesi (1992), Kumral Ada Mavi
Tuna (1997), Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu (2001), İstanbullular (2007).
OTOBİYOGRAFİ: Gümüş Yaz (2002).
GEZİ: Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları (1989), Şehir
Romantiğinin Günlüğü (1998), New York Seyir Defteri (2000).
DENEME: Selin ve Cem’le
Yolculuklar (2004).
HAKKINDA: TDE Ansiklopedisi
(c. 8, 1976-98), Ömer Nida / Kadın Romancılarımız - Başlangıçtan Günümüze Kadar
1892-1991 (1991), Can Kurultay / Çağdaş Türk Edebiyatında Kadın Yazarlar
(1993), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999),
Gürsel Aytaç / New York Seyir Defteri (Cumhuriyet Kitap, 1.6.2000), Sami
Karaören / Gelibolu (Cumhuriyet Kitap, 14.11.2002), Ahmet Kabaklı / Türk
Edebiyatı (gen. 11. bas. 2002), Semih Gümüş / Öykülerde İstanbul (2002), Müge
İplikçi / ‘Gelecek Kadındır’ (Radikal Kitap, 4.1.2003).
İnsan bir şeyi çok isterse,
mutlaka gerçekleştirir, insanlar buna inananlar ve İnanmayanlar diye ikiye
ayrılırlar. Ben inananlardanım. Bahçemde Japon Elması ağacı yetiştirmeyi çok
istedim. Olmaz dediler. Yıllarca uğraştım, özendim. Bahçemdeki Japon Elması
her yıl Noel kırmızısı küçük meyveleriyle cıvıl cıvıl şimdi.
Bir de Dostoyevski!
Usul usul, sabırla, sevgiyle yıllarca bekledim. Para
biriktirdim. Yazdıklarını ve onun için yazılanları okudum. Tekrar okudum.
Sonra bir daha okudum. Artık hazırdım!
Rusya vizesi almak beş hafta sürdü. Kısa bir yolculuk,
çok uzun, çok sıkta, çok yorucu bir gümrük kontrolü, tükenmez aranmalardan
sonra St. Petersburg’daydım.
Kentin adı, insanların giysileri, alışkanlıkları
değişmişti ama, hâlâ çay içiyorlardı.Turist kafilemiz yemekten sonra kenti gezmek
üzere yola çıktığında, ben onlardan ayrılıp, Nevski Bulvarı’ndaki kalabalığa
karışmayı başarmıştım bile. Mayıs başlarıydı. Çok soğuktu. Petersburg’un
ciğerleri perişan eden berbat ayazı bu olmalıydı. En kalın kazakları, kaztüyü
anorakları delip geçen bir soğuk!
Neva Deltası’nda kırk dört ada üzerine kurulmuş bu kent,
ne yapılarının barok güzelliği, ne de tarihi zenginliğiyle başımı döndürüyordu.
Beni sevinçten sarhoş eden, burada onun yaşamış olduğunu, bu bulvarda
gezindiğini bilmekti, işte bu köprüde, Anişkov Köprüsü’nde durmuş, şaha kalkmış
tunç atların yanı başından Neva nehrine açılan kanalları seyretmiş, binlerce
kez bu yollarda yürümüş, ilerdeki çay evlerinde çay içmişti. Bunları düşünerek,
daha saatlerce dolaşabilir, kenti dolduran heykellerin önünde keyifle
oyalanabilirdim, fakat tanımlanması güç soğuk içime işledi. Çok üşüdüm.
Adımlarımı sıklaştırıp, elimdeki haritayı takibe başladım.
Mayakovskaya’dan sola dönünce Kuznetsiy Sokağı’nı buldum.
Beş numaralı büyük evin kapısı önünde durdum. Kapıda onun resmi asılıydı.
Kapıyı açınca, geniş bir giriş salonunda iki yaşlı, iri yarı kadınla karşılaştım.
Biri mantomu, beremi, atkımı alan vestiyerci, diğeri biletçi kadındı. Bileti
vermeden önce Rusça ve Fince bir şeyler sordu. Bön bön baktım. Solu gösterdi ‘tiyatro’
dedi, sağ yukarıyı işaret etti ‘Dostoyevski’ dedi. ‘Dostoyevski’ dedim
sevinçle. Dar ve loş merdivenleri heyecanla çıktım. Merdiven başında bir başka
şişman, yaşlı kadın oturuyordu. Biletimi aldı, eliyle kapısı açık daireyi
gösterdi. Fakat burası Dostoyevski Müzesi’ydi. El yazmaları, değişik dillere
çevrilmiş kitapları, iki karısının resimleri, öldükten hemen sonra alınmış
maskı sergilenmekteydi. Hatta bir köşede, mum ışığı efektiyle Suç ve Ceza’daki
ruh halinin görsel tanımlaması hazırlanmıştı. Bütün odaları, panoları gezişim
dört dakika sürmüştü. Dehşetli bir düş kırıklığıyla kapıda oturan müze
görevlisi kadına onun evini görmek istediğimi bildiğim bütün dillerde
söyledim. Yüzündeki ifade hiç değişmeden beni seyreden kadın, gözlerini benden
ayırmadan eliyle benim gezdiğim müzeyi gösterdi. Öfkeden titriyordum. Müze
değil, onun yaşadığı evi göreceğim ben.
Yüzü hâlâ bomboş kadın bana bakıyordu. Bu kadar yolu bu
turistik müze için mi gelmiştim? Hani insan çok istediği bir şeyi mutlaka
gerçekleştirirdi? Ağlamaklı oldum. Öfkeden kulaklarım uğulduyordu. Kadın hâlâ
bana bakıyordu. Gözlerini bile kırpmaz mıydı bu?
“Yukarıya gelin Madame!”
Yumuşak bir erkek sesiydi beni çağıran. Sonradan çok
düşündüm, fakat bu cümlenin hangi dilde söylendiğini çıkartamadım. Anlamını
çözdüğünüz, sinir sisteminizi hemen harekete geçiren, fakat hangi dilde
söylendiğini çözemediğiniz cümleler olmadı mı hiç? Cümlenin sonunda Madame
dendiğinden hiç kuşkum yok ama.
Hemen dar merdivenleri tırmandım, İkinci katta, siyah bir
kapı vardı. Tam kapıyı çalmak üzere elimi uzattım ki, baktım kapı açık. Küçük
bir antreydi ilk girdiğim mekan. Bir tahta vestiyer, bir şemsiyelik, şapkalık
ve küçük ceviz bir komodin vardı. Siyah bir silindir şapka, siyah uzun bir
şemsiye ve yakası kürklü bir siyah palto asılıydı burada. Kalbim güm güm
atmaya başladı. Ayaklarımın ucuna basarak, kapısı açık ilk odaya girdim.
Burası küçük bir kabul odasıydı. Bir kanepe, iki koltuk, sehpalar vardı. Köşede
kocaman bir semaver. Duvarda büyük bir peyzaj asılıydı. Kim yapmış acaba? Tam
resme eğilip, ressamı arıyordum ki, sırtımda bir el hissettim. Korkuyla
dönünce, yaşlı -bu kez - zayıf bir kadın gördüm. Elindeki dosyayı bana
uzatıyordu. Yüzünde ne İyilik, ne de kötülük vardı. Buz gibiydi. Dosyayı aldım,
İngilizce yazılmış dört sayfa müze broşürüydü bu. Daktiloyla yazılmış, her
ziyaretçiye girişte verilip, çıkarken geri alınan, bu yüzden örselenmiş,
yıpranmış, yer yer yazıları silinmiş bir broşür:
“Hoş geldiniz. Beş nolu evin iki nolu dairesinde yüz yıl
önce dünyanın en büyük yazarlarından Dostoyevski yaşadı. Bu onun St.
Petersburg’daki son evidir, burada ölmüştür.”
Evi coşkuyla, keyifle, hayranlıkla gezdim. Oysa çok
orijinal bir yanı yoktu. Fakat insan görmek istediğini bulmak için baktığında,
onu görmüş gibidir.
Odaları birbirine bağlı bir apartmandı bu. Girişte
soldaki dar koridordan ve benim başladığım kabul odasından giren iki kişi bütün
odaları geçerek, ortada buluşabilirdi. Ev, yüksek tavanı, kalın kadife perdeleri,
sık küçük pencereleri, ağır havalı mobilyaları, koyu renkleriyle XVIII. yüzyıl
Avrupa etkisinde Barok Petersburg’un, Rus gelenekleriyle zenginleşip, XIX.
yüzyıla gelen tipik bir örneğiydi. Kabul odasından sonra çocuk odası - Amiee ve
Feodor’un yatakları, çalışma masası ve bir kocaman yerküre, duvarlarda tuhaf,
yassı haritalar, bir bölmede karısı Anna’nın bir muhasebeci titizliğiyle
tuttuğu cilt cilt bütçe defterleri, tek tek hesaplanan giderler, sonra yatak
odası, yemek odası - yine köşede büyük bir semaver ve duvarda bazı akraba, bir
de Puşkin resmi- ve en köşede içeriye girişi kapıya gerilmiş kadife bir
kordonla engellenmiş çalışma odası! Çalışma odası, duvar dibinde bir kanepe
-divan, ortada ceviz büyük bir yazı masası, koltuk, İki büyük kitaplıkla
dekore edilmişti. Masanın üzerinde kalemler, el yazmaları - özenle dizilmiş -,
tütün kutusu ve yarım bırakılmış bir bardak çay vardı. Sanki çayını bırakıp
tuvalete gitmiş, birazdan dönüp, masasına oturacaktı.
Bu masada oturup, Karamazov Kardeşleri yazdığını görür
gibi oldum. Geceleri Anna ve çocuklar uyuduktan sonra, soğuk çayıyla bu odada
gezinişini, divana uzanıp düşünüşünü hayal ettim bir bir.
Heyecanlandım yine!
Belki de çok çok dalmış olduğumdan ayak seslerini
duymadım. Kulağımın dibinde Rusça seslerle İrkildim. Aynı kadın, saatini
göstererek, azarlar gibi bir şeyler söylüyordu. Saat 5:30 olmuş. Eyvah, bizim
kafile başkanı merak etmiştir beni. Rusya’da kayboldu diye başıma işler
açılmasın?
(…)
(Ayın En Çıplak Günü, 1988)