Edebiyat tarihçisi, şair ve yazar (D. 1907, Fatih / İstanbul - Ö. 14 Ağustos 1974). Trabzonlu Alemdarzâde ailesinden ve Osmanlı devri mutasarrıflarından İlyas Sâmi Bey’in oğlu. İlk Osmanlı mebuslarından ve basılı bir divanı olan, devrinin tanınmış şairlerinden Hilmi Efendi’nin torunudur. Babasının vatan sevgisi üzerine şiirler yazdığı bilinmektedir. Nihad Sâmi önce Somyarkın, daha sonra Banarlı soyadını aldı. Orta öğrenimini Vefa Lisesinde okuyup ve İstiklal Lisesinde tamamladıktan sonra İstanbul Darülfünûnu Edebiyat Fakültesi Edebiyat Bölümü ile birlikte Yüksek Muallim Mektebini (1930) bitirdi. Edebiyat Fakültesinde M. Fuad Köprülü’nün öğrencisi oldu. Aynı yıl, Edirne Erkek Lisesine edebiyat öğretmeni olarak tayin edildi. Edirne Kız ve Erkek Muallim mekteplerinde edebiyat dersleri verdi. Kabataş Erkek Lisesinde (1939-43), Galatasaray Lisesinde (1943-46), İstanbul Erkek Öğretmen Okulunda (1946-48) öğretmenlik yaptı. İstanbul Eğitim Enstitüsü (1948-69), Yüksek Öğretmen Okulu (1950-62), İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde öğretim üyeliği ile Yüksek Öğretmen Okulu müdürlüğü (1957-58) yaptı. Ek olarak Boğaziçi, Şişli Terakki ve Işık liseleri gibi çeşitli okullarda ders verdi, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde İslâmî Türk edebiyatı (1959-62) dersini okuttu. 1969’da kendi isteğiyle emekli oldu.
Edebiyat
tarihi araştırmaları, özellikle Resimli Türk Edebiyatı Tarihi adlı
eseriyle tanınan Nihad Sami Banarlı, Millî Eğitim Bakanlığı 1000 Temel Eser
Komisyon ve Çağdaş Türk Yazarları Komisyon üyeliği, 1955’te üye olduğu
İstanbul Fetih Cemiyetine bağlı İstanbul Enstitüsü müdürlüğü, Yahya Kemal
Enstitüsü kuruculuğu ve müdürlüğü de yaptı (1958). Her iki enstitünün yayın
çalışmalarını yürüttü. Kubbealtı Cemiyeti bünyesindeki Dil ve Edebiyat Akademisinin
edebiyat dalı başkanlığını ve aynı kuruluşun 1972’den itibaren yayımladığı Kubbealtı
Akademi Mecmuası’nın müdürlüğünü yaptı. Resimli Türk Edebiyatı Târihi
adlı büyük eserinin telif ve baskısını tamamlamaya çalışmakta iken vefat
etti. Mezarı Rumelihisarı’ndadır.
Fuad
Köprülü’nün etkisiyle edebiyat tarihi araştırmalarına yöneldi ve bu konudaki
çalışmalarını Edirne Halkevinin çıkardığı Altı Ok (Edirne), Atsız
Mecmua, Orhun, Ülkü (Ankara), Halk Bilgisi gibi dergilerde
yayımladı. Şiir ve makaleleri, bu dergilerden başka Ötüken, Meydan, ile
yönetiminde çıkan Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası (iki cilt halinde
1959, 1968), Hürriyet (1948-63), Akşam, Yeni Sabah gazetelerinde
(özellikle haftalık Meydan dergisinde Emin Bayraktaroğlu imzasıyla)
yayımlandı. İstanbul Enstitüsü, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü, Hayat
Tarih, Kubbealtı Akademi mecmualarında tarihî, edebî ve sosyal konularda
yazılar kaleme aldı. Öğrencilik ve gençlik yıllarında şiirler ve hikâyeler
yazdı. Bu devrede özellikle okul piyeslerinde başarılı oldu. 1940’tan itibaren Yedigün
dergisinin edebiyat sayfasını yönetti. Özellikle Hürriyet gazetesine
yazdığı haftalık “Edebî Sohbetler” etrafında büyük bir okuyucu kitlesi ile
çok ilgi topladı.
Yahya
Kemal’in yayımlanmış ve yayımlanmamış bütün eserlerini, onun ölümünden sonra
1961’den başlayarak on kitaplık bir külliyat halinde yayıma hazırladı. Yahya
Kemal Enstitüsü için şairin mirasçıları tarafından devredilmesinde rolü olduğu
evrak ile eşyayı tasnif ve tertip etti; ayrıca Yahya Kemal Müzesi ve arşivini
kurdu (1960). Bu çalışmalarıyla ve yazılarıyla, Yahya Kemal’in Türk edebiyat
ve fikir hayatındaki yerini almasına büyük ölçüde yardımcı oldu. Banarlı’nın
liseler için hazırladığı edebiyat ders kitapları uzun yıllardan beri okullarda
okutulmaktadır. Millî Eğitim Bakanlığının 1933’te açtığı yarışmada Kızıl
Çağlayan - Bir Yuvanın Şarkısı adlı manzum piyesleri ödül kazandı ve
bakanlık tarafından yayımlandı (1933). Kızıl Çağlayan filme de alındı.
Bir Güzelliğin Hikâyesi adlı küçük romanı Hürriyet gazetesinde on
üç sayı tefrika edildi (1949).
Resimli
Türk Edebiyâtı Târihi adlı eserinde sözlü
edebiyat ve destanlar devrinden başlayarak 13 ve 19. yüzyıllar arası Anadolu,
Çağatay ve Azerî sahaları da dahil olmak üzere bütün Türk edebiyatı,
Batılılaşma tesiri altında ortaya çıkan Tanzimat, Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âtî
edebiyatları ile Millî Edebiyat ve 1950’li yıllara kadar Cumhuriyet devrini
şahıslar kadrosu itibariyle bir bütün halinde ele alıp inceledi. Türkçenin
Sırları kitabı, Türkçeye ve Türkçenin meselelerine dair kendine özgü bir
sohbet üslûbu ile kaleme aldığı yazılardan oluştu. Bu eseriyle Türk tarihini,
kültür eserlerini ve özellikle Türkçeyi bilinçli bir şekilde tanıttı ve
benimsetmeye çalıştı. Nihad Sâmi Banarlı’nın vefatından sonra Kubbealtı Kültür
ve Sanat Vakfı, yazarın daha önce çeşitli yerlerde yayımlanan yazılarını
konularına göre sınıflayıp Nihad Sâmi Banarlı Külliyatı adı altında
yayımladı. Sular Kararırken, Yabancı, Dumanlı Dağlar, Son Vazife, Bir Mabed
Yıkıldı, Istırap Yarışı adlı basılmamış piyesleri vardır.
ESERLERİ:
ARAŞTIRMA-İNCELEME: XIV’üncü Asır
Anadolu Şairlerinden Ahmedî’nin Osmanlı Tarihi: Dâsitân-ı Tevârîh-i Mülûk’i
Âl-i Osman ve Cemşîd ve Hurşîd Mesnevisi (önce
Türkiyat Mecmuası’nda c. 6, 1939; bas. 1939), Nâmık Kemal ve Türk -
Osmanlı Milliyetçiliği (konferans metni, 1947), Resimli Türk Edebiyâtı
Târihi (Destanlar Devrinden Zamanımıza Kadar, 1948; gen. 2. bas.
1971-1979), Yahya Kemal Yaşarken (1959), Yahya Kemal’in Hâtıraları (1960),
Büyük Nazireler-Mevlid ve Mevlid’de Millî Çizgiler (1962), Faruk
Nafiz Hayatı Seçme Şiirleri (tsz).
ŞİİR: İstanbul’un
Fethi İçin Mısralar (1959).
DERS
KİTAPLARI: Türk Edebiyatı Tarihi-Başlangıçtan Tanzimat’a Kadar (Hıfzı
Tevfik Gönensay ile, 1940), Edebî Bilgiler (1942), Metinlerle Edebî
Bilgiler (1950), Metinlerle Türk ve Batı Edebiyatı (1951).
OYUN: Kızıl Çağlayan (1933), Bir Yuvanın Şarkısı (1933).
DİĞER: Türkçenin
Sırları (1972, 11. bas. 1988), Şiir ve Edebiyat Sohbetleri (2 cilt,
1976, 1982), Tarih ve Tasavvuf Sohbetleri (1984), Bir Dağdan Bir Dağa
(1984), Nihad Sâmi Banarlı’nın Kaleminden Yahya Kemal (1984), Kültür
Köprüsü (1985), Süleyman Çelebi’den
Mehmed Âkif’e (1985), Kitaplar ve Portreler-Mehmed Âkif’ten Günümüze (1985),
Devlet ve Devlet Terbiyesi (1985), İstanbul’a Dâir (1986), İman
ve Yaşama Üslûbu (1986).
KAYNAKÇA: Nermin Suner Pekin / Aziz Hocamız Nihad Sami Banarlı
Kubbealtı Akademi Mecmuası (yıl: 3, sayı: 4, 1974), Kubbealtı Akademi
Mecmuası-Nihâd Sâmi Banarlı özel sayısı (yıl: 3, sayı: 4, 1974), Reşat Ekrem
Koçu / “Banarlı (Nihad Sâmi)” (İstanbul Ansiklopedisi, c. 4), İhsan Işık /
Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) –
Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü
Bilim Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 2, 2013) - Encyclopedia of
Turkey’s Famous People (2013), Şeyma Güngör / TDV İslâm Ansiklopedisi (c.
5, 1992, s. 51-53), Behçet Necatigil /
Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001),
Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), TDOE-TDE Ansiklopedisi 2
(2002).
Vaktiyle
EV kelimesinin öztürkçe oluşu, beni bir evim olmuş gibi mesut ederdi. Bu kelimenin
dilimizde alev gibi, sıcak bir sesi vardır. Hiç yakmayan, fakat ısıtan bâzan
serinleten bir ses.
Yazın
çok sıcak günlerinde eve gidip serinlemek
yahut, kış'ın çok soğuk günlerinde eve
gelip ısınmak... Evde dinlenmek hatta evde çalışmak... Bütün bunları çok
güzel yapan tılsımın başında sanki ev sözünün bu ince, sıcak sesi de vardı.
Nice
asırlar önce, atalarımızın dilinde ev demek, çadır demekti. Anadolu'ya akın akın gelen Oğuz Türkleri'nin de göçer evlü oldukları bilinir. Bunlar,
çadırlarını dürüp bir yerden bir yere çok kolay göçebilen aşîret ve kabile
hâlindeki Türklerdi. XVI. asırda manzum bir Târîh-i Âl-i Osman, yazan şâir Hadîdî,
Anadolu fâtihi Süleyman Şah'dan
bahsederken:
Süleyman
Şâh o kavmin Hânı îmiş
Göçer
evlû-lerin Sultânı îmiş
mısralarını söyler. Aynı söz,
Âşık Paşazade Târîhi'nde:
"(Kâfir) beğleri ittifak ettiler kim bu göçer evlü Türk'ü kendülerin üzerinden irâğ edeler."
cümlesiyle söylenir. Bu göçer evlü Türk de yine Kutulmuş Oğlu Süleyman Şah ordusudur.
Neşri ise Kitâb-ı Cihan-Nümâ'sında
aynı Türklerden: "Göçer evlü
etrâkin (Türklerin) cümlesi ellibin
hâne, reisleri Süleyman Şâh'a uyub gelüp Rûm'a döküldüler" şeklinde
bahseder.
Bütün
bunlar, bir ordu millet hâlindeki
Türklüğün, bugünkü Türkiye topraklarına fethe geldiği devrin çizgileridir.
Gerçi onlar çadırda yaşar ve çadırlarıyla birlikte göçerlerdi ama bu çadır
hayâtı, Türk târihinde bir göçebe hayat olduğu kadar, orijinal bir çadır medeniyeti yüceliğinde idi.
Çadır,
Türklerin aziz eviydi. Onu en iyi ipek kumaşlarla yapardı. İçini, dışını üstün
bir sanatla ve altından, gümüşten, ipekten yapılmış türlü sanat eserleriyle
süslerdi. Büyük, çok büyük çadırları vardı. Bunlara ban ev denirdi. Ban ev,
ulu ev yâni büyük çadır demekti. Bu çadırlar altın başlı olur, pencerelerinin
pervazları altından yapılır, içlerine yüzlerce, ipek halı döşenirdi. Orta
direklerin tepesine, Gök-Türkler çağında altından bir bozkurt başı ve
müslümanlıktan sonra başka başlık konurdu.
Sonra,
Türkler, yeni vatana yerleşip ahşaptan ve kerpiçten, yerli meskenler yapmaya
başlayınca bunlara ev dediler.
Ev... Çocukluğumda ve bugün hâlâ bir yere gitmek için daha kapısından
ayrılırken hasretini duyduğum bu aziz yuvanın adıydı. Ev hasreti, vatan hasreti
gibi birşeydi. Büyük Fâtih yangını'nda, içindeyken o kadar mesut olduğum kocaman
evimizin yanışını gören çocuk gözlerim buna âdeta inanmak istememişti. Tutuşan,
ayrılan, çatırdayıp yıkılan çatıların, odaların bize bir oyun oynadıklarını az
sonra bu sihirbaz dumanları dağılırken tekrar birleşip yine bizim evimiz
olacaklarını vehmetmiştim.
(Türkçenin Sırları’ndan)