Türk dili ve edebiyatı profesörü,
edebiyat tarihçisi, yazar (D. 26 Ocak 1931, İstanbul - Ö. 13 Ocak 2017,
İstanbul). Tam adı Mehmet Orhan Okay. S. F. Kâhyaoğlu imzasını da kullandı.
Fatih 17. İlkokul (Muallim Naci İlkokulu, 1943), Edirnekapı Ortaokulu (1947),
Vefa Lisesi (1950), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü (1955) ve İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü (1955) mezunu. 1955 yılında Artvin Lisesinde edebiyat
öğretmeni olarak meslek hayatına girdi. Askerlik görevini Merzifon Astsubay
Okulunda Türkçe öğretmeni olarak (1957) yaptı.
Aynı yıl tayin edildiği Diyarbakır
Ziya Gökalp Lisesinde iki yıl öğretmen olarak çalıştı (1957-59). Erzurum
Atatürk Üniversitesinin o yıl yeni açılan Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne Yeni
Türk Edebiyatı asistanı olarak girdi. 1963’te “Beşir Fuad, Türkiye’de
Pozitivizmin ve Natüralizmin Mübeşşiri” adlı çalışmasıyla edebiyat doktoru
oldu. Bir süre Paris’te bulunarak “Fransız
Basınında Osmanlı’nın Batılılaşması” konusu üzerinde (1963-65) çalıştı.
1975’te doçent, 1988’de profesör oldu. 1994 yılına kadar çalıştığı Atatürk
Üniversitesinden Sakarya Üniversitesine geçti.
Prof. Dr. Orhan Okay, 1996 yılında
kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Üç yıl Fatih Üniversitesinde öğretim üyesi
olarak çalıştı. Çalışmalarını TDV İslâm Ansiklopedisi’nde danışma kurulu
üyesi ve redaktör olarak sürdürdü.
Yazı hayatına Türk Sanatı
dergisindeki “İfadenin Masuniyeti” (1953) adlı makalesiyle başlayan
Orhan Okay’ın beş yüzden fazla ilmî makale ve deneme yazısı; İstanbul,
Hareket, Türk Dili, Türk Edebiyatı, Türk Yurdu, Türk Kültürü, Millî Kültür,
Dergâh, Yedi İklim, Kaşgar, Hece, Zaman gibi dergi ve gazetelerde
yayımlandı.
Kırk dört yıllık öğretmenlik ve
öğretim üyeliği, verdiği lisans ve lisansüstü dersler ve yönettiği yüksek
lisans ve doktora çalışmaları, verdiği konferanslar ve katıldığı sempozyumlarla
alanında önemli bir yere sahiptir.
Prof. Dr. Orhan Okay 13 Ocak 2017 Cuma
günü İstanbul'da tedavi gördüğü hastanede vefat etti! Prof. Okay'ın cenazesi 14 Ocak Cumartesi günü
Fatih Camisinde öğle vakti kılınan cenaze namazının ardından Topkapı Çamlık
Mezarlığında toprağa verildi.
Ödülleri:
1976’da Batı Medeniyeti Karşısında
Ahmed Midhat Efendi adlı eseriyle Türkiye Millî Kültür Vakfı İnceleme
Ödülünü, 1991’de Sanat ve Edebiyat Yazıları adlı eseriyle Türkiye
Yazarlar Birliği Tenkit Ödülünü, 1996’da Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Kültür
Adamı Ödülünü, 1998’de Kombassan Vakfı Mevlâna Büyük Ödülleri Edebiyat Ödülünü
aldı.
ESERLERİ:
Sanat ve Hayat (1956), Beşir
Fuad İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti (1969), Abdülhak Hamid’in Romantizmi (1971), Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi (1975), Şeyh Galib - Hüsn ü Aşk (Hüseyin
Ayan’la, 1975), Necip Fazıl Kısakürek
(1987), Mehmed Akif - Bir Karakter
Heykelinin Anatomisi (1989), Sanat
ve Edebiyat Yazıları (1990), Kültür
ve Edebiyat Dünyamızdan (1991), Konuşmalar
(1998), Ahmed Hamdi Tanpınar
(1999), Kendi Sesinin Yankısı - Necip
Fazıl Kısakürek (2001), Silik
Fotoğraflar (2001), Bir Başka
İstanbul (2002), Mehmet
Kaplan’dan Hatıralar Mektuplar (2003), Anadolu'dan Hatıralarla Nurettin
Topçu'nun Mektupları (2015).
KAYNAKÇA: TDE Ansiklopedisi (c. 8,
1976-98), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999),
Beşir Ayvazoğlu / Erzurum’un “İstanbullu Hoca”sı Orhan Okay (Defterimde Kırk
Sûret, 3. bas., 1999, s. 98-101), İhsan Işık /
Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) –
Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Bilim Adamları
(Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 2, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous
People (2013), TBE Ansiklopedisi (c. 2, 2001), Anadolu'dan Hatıralarla
Nurettin Topçu'nun Mektupları (2015), M. Orhan Okay / Prof. Dr. Orhan Okay
vefat etti! (milliyet.com.tr, 13.01.2017).
Kabaca
bir tasnifi yapılmak istenirse insan hareketlerinin başlıca dört gayeye
çevrilmiş olduğu görülür. Bunlardan biri, gayesi insanın kendisine kendi
menfaatlerine yönelmiş olan hareketlerdir ki "bunları menfaat adı altında
toplayabiliriz. İkinci tip hareketlerin gayesi kendinden başka insanlardır.
Buna da fazilet, iyilik etmek duygusu diyebiliriz. Üçüncü çeşit hareket, gayesi
hakikati bulmak olan hareketlerdir ki bunları da ilim adı altında
toplayabiliriz. Nihayet dördüncü bir gaye güden hareketlerimiz var. Güzel
san'atların çeşitli kollarını meydana getiren bu hareketleri de gayesi güzeli
bulmak olan hareketler diye vasıflandırıyoruz. Hiç bir insan bu dört hareketin
herhangi birine yabancı kalmış değildir. Hepsine karşı az çok bir temayülü
vardır. Birinci gruptaki hareketler, doğrudan doğruya kendi şahsını gaye
edindiği için, yani günlük menfaatlerin dışına çıkamadığı için terbiyenin
gayesi bunları azamî haddine indirmek ve diğer üç gruptaki hareketleri meydana
getiren duyguları geliştirmek olmuşdur. Böylece insan üç ulvî duygu
vasıtasıyla, gerçek duygusunun, iyilik duygusunun ve güzellik duygusunun
vasıtayla üç ulvî gayeye, yahud bir gayenin üç görünüşüne varmağa çalışmıştır.
Mutlak güzel, mutlak iyi ve mutlak doğru. Hakikati arayanlar âlim, iyiyi
arayanlar velî, güzeli arayanlar ise san'atkâr olmuşdur. Bunların hiç birine
sahip olmayıp sadece günlük menfaatlerin endişesiyle hareket edenler ise
sonsuzluk duygusunu hissetmemiş olanlardır. İhtimal ki onların bir çoğu tüccar
olmaktadır.
Biz
bu günkü seminerimizde insanın hiç bir kayda bağlı olmaksızın güzeli arama ve
araştırmasının, tek kelimeyle san'atın, hayat ile olan münasebetleri üzerinde
konuşacağız.
San'atkârın
hayat karşısındaki davranışlarını tetkik edecek olursak bunların başlıca iki
grupda toplanmış olduklarını görürüz. San'atkârın hayat karşısındaki
davranışları bu iki gruptan birine girmektedir. Hayata koşmak ve hayatdan
kaçmak.
Hayata
koşan san'atkârların çoğu, hayatın üstünde bağlanacak değerler bulamayan
sanatkârlardır. Bununla beraber bunların arasında da birbirine tamimiyle zıd
görüşlerle hayata bağlananlar vardır. Izdırabla bağlananlar, zevkle
bağlananlar, insanları sevenler ve, cemiyete doğru koşanlar, insanlardan nefret
edenler ve kalabalıkdan kaçanlar gibi.
Hayata
koşanların başında Alman filozofu ve san'atkârı Nietszche'yi görüyoruz. Hayatın
bütün azab ve ızdıraplarını yüklenerek yaşamayı terennüm eden Nietszche,
insanı, iradesiyle varlığının üzerinde bir hayat yaşamaya davet etmektedir.
Apollon ve Diyonizos sembolleri, onun hayata karşı olan aşkının ifadesidir.
Birinci rüyayı, ikinci kudret irâdesini temsil etmektedir. Cemiyet ise insanın
hür olarak yaşamasına mâni olmaktadır. Ahlâkın kaideleri ferdi bağlamaktadır.
Bu sebeple insanın kendisinden üstün bir hayat yaşaması için ahlâkın dışına,
çıkması ve cemiyetden uzaklaşması lâzımdır. Böylelikle Nietszche'nin (üstün
insan) tipi meydana gelir. “Üstün İnsanlar Cemiyet içinden uzaklaşınız” diyordu
Nietszche, bir immoralist daha doğrusu bir amoralist'dir. Hayata karşı koşusunu
gösteren en mühim eserlerinden biri de (Zerdüşt Böyle Dedi) isimli kitabıdır.
Bu kitabda insana kalabalıkdan uzaklaşmayı, kendi kendisini ızdırapla
yaratmayı, tavsiye eder:
“Kendini kendi alevinde yakmaya mecbursun! Kül
hâline gelmeden nasıl yenileşeceksin?”
“Üstün insan hayatın gayesidir. İnsan kirli
bir seldir, ve kirlenmeden kirli bir seli içine alabilmek için deniz olmak
gerektir. Üstün insan bu denizdir. Dili ile sizi yalayacak olan yıldırım nedir?
Sizi aşılaması lâzım gelen delilik nerededir? Üstün insan bu yıldırımdır. Üstün
insan bu cinnetdir.”
Nietsche,
nihayet hayâtının son senelerinde delirerek ölmüşdür.
Yine
hayata koşan Fransız san'atkâr ve filozofu Guyau, hayatın bizden taşıp etrafa
yayılmasında ahlâkın ve san'atın idealini buluyordu. San'atı bu görüşle 'gören
- estetiğe dâir, Muasır Estetik, Sosyolojik Noktai Nazardan San'at, Yarının
Dinsizliği gibi eserleri dışında - Bir Filozofun Şiirleri isimli şiir kitabında
hayata koşmayı terennüm etmektedir. Fakat bu koşuş Nietsche'de olduğu gibi
ızdırab ve irâde ile yüklü değil hayatın tatlılıklarına, tabiatın
güzelliklerine doğru bir koşuşdur. Sürur, neş'e, saadet, satıhda kalış,
şekiller, renkler letafet, temaşa zevki... işte, Guyau'nun san'atında bulunan unsurlar.
Guyau'ya göre san'at bizim bütün hayatımızın enginliği ve şiddetidir. San'atın
prensipi, hayatın tâ kendisidir. Güzel, hayatın tam bir suretde idrâkidir. Dolu
ve kuvvetli bir ömür sürmek, esasen estetik bir şeydir. San'at teksif edilmiş
hayatdır.. Hayat san'atın hakiki gayesidir. Daha kolay, daha şiddetli, ve engin
bir hayat duygusu olan her yerde güzellik vardır. San'at insanlığın maddî ve
manevî bütün mevcudiyetine karışmış bulunmalıdır.
Asrımızda
hayata koşan san'atkarların en müfridi André Gide oldu. Daha evvel Schelegel,
Stendal, George Sand ve Andre Maurois gibi san'atkârlar eski Yunan
filozoflarından Epicure'ün zevk ahlâkını terennüm ederek yeni bir Hédonisme
kurmuşlardı. Gide ise ahlâkın tamamiyle dışına çıkarak İmmoralisme'ini kurdu.
Esasında Gide'nin hayatı birbirine zıd iki devre göstermektedir. Birinci
devrede Dar kapı, Elhac ve Senfoni Pastoral romanlarının müellifidir. Burada
Gide'yi mistik bir san'atkâr olarak görmekteyiz. Bu devrede o, konuşmamızın
ikinci kısmında göreceğimiz hayatdan kaçan san'atkârların, hattâ hayattan.
kaçıp sonsuzluğa sığınan sanatkârların zümresine girer. Fakat Gide'nin Afrika
seyahatinden sonra her şey değişir. O bütün zevkleriyle hayatı yaşıyan, hayatın
üzerine çıkamıyan ve hayatta koşan muharirlerin arasına girmişdir. Fakat
buradaki hayata koşuşda da ne Nietsche gibi ızdırab ve irâde, ne de Guyau gibi
tabiatı kucaklayan kalbî bir neş'e vardır. Egzotik bir dünyada yaşayan,
arzularını tatminden başka bir şey düşünmiyen, irâdesiz, bir böcek hayatı...
İşte onun hemen bütün zevk felsefesini döktüğü kitabı olan “Dünya Nimetleri”nin
kahramanı. Orada hayat ne mazidir, ne de istikbâl. Bütün mesele anı yaşamak ve
bu yaşayaşı bütün hazlarıyla duymakdır. Dünya Nimetlerinde bütün bedeni
itinalar tebcil edilmektedir. Corydon isimli kitabında ise cinsî sapıklıkların
müdafiidir, bunun felsefesini yapar.
Onun
hayata bu şekilde koşusu Şark edebiyatında çok evvelden beri işlemiştir.
El-Maarrî, Ömer Hayyâm ve Hafız Şirâzî bunların başında gelmektedir. Şark
edebiyatında hayata karşı sevgiyi ilk terennüm eden şairler İslâmiyete tekaddüm
eden senelerde Câhiliye Devri Arablarında mualleka şairleri olmuştur. Bununla
beraber bunlarınki pastoral bir şiirden fazla bir şey değildir. (….)
(Sanat ve Hayat, 1956)
Hayatı:
XX. yüzyılda Türkiye'nin sosyal ilimler alanında yetiştirdiği en büyük ilini
adamlarından biri olan M.Fuad Köprülü, 4 Aralık 1890'da İstanbul'da bir yüzü
Sultan Mahmud Türbesi'ne, diğer yüzü Divanyolu caddesine bakan ve o zamanlar
Hâlid Efendi Konağı diye bilinen kârgir evde dünyaya geldi. Bugün aynı yerde
Köşe Han adını taşıyan bina bulunmaktadır. Baba tarafından onuncu göbekte
nesebi Köprülü Mehmed Paşa'ya varan F.Köprülü, Tanzimat devri ricalinden
Beylikçi Köprülü-zâde Afif Bey'in oğlu olan ve bundan yüzyıl kadar önce Bükreş
sefirliğinde bulunan Ahmed Ziya Bey'in torunudur. Köprülü'nün babası Faiz Bey,
Ahmed Ziya Bey'in üç oğlundan biri olup, Beyoğlu 2. Ağır Ceza Mahkemesi
başkâtipliğinden emekliye ayrılmış, bir süre de İstanbul Belediye Meclisi
üyeliğinde bulunmuştur. Köprülü' nün annesi Hatice Hanını ise, İslimye
eşrafından Arif Hikmet Efendi'nin kızıdır.
Daha
ilkokul sıralarından başlayarak okumaya ve araştırmağa karşı büyük bir alâka
duyan, oyuna iltifaî etmeyen Fuad Köprülü, önce Ayasofya Merkez Rüştiyesi
(ortaokul)'nde okumuş, ilk yazısı ise, sayın Tansel'in tespitine göre, 1905'te
henüz 15 yaşında Mercan İdadisi (lise)'nde öğrenci iken Musavver Terakki'de
yayımlanmıştır. Mercan İdadî'sini parlak bir şekilde bitiren genç Köprülü,
1907-1909 yıllan arasında o zamanki Mekteb-i Hukuk (Hukuk Fakültesi)'a devam
etmiş ise de, çok sonraları Hikmet Feridun Es'e verdiği bir beyanatında açıkça
ifade ettiği üzere, buradaki hocaları çok zayıf bulması, diğer yandan tutmak
istediği yol bakımından bu tahsilin pek yararlı olmayacağı kanaatine vardığı
için hukuku, bitirmeden buradan ayrılmıştır. Daha liseyi bitirdiği sıralarda
Farsça'yı oldukça iyi, Arapçayı da okuduğu kitapları anlayacak kadar
öğrenmişti. Bu arada Prof. Anjel'den aldığı özel dersler sayesinde
Fransızcasını da ilerleten genç Köprülü, babasının küçük kütüphanesindeki
edebi ve tarihî eserleri, Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi de dahil olmak
üzere, tekrar tekrar okuyarak edebî ve tarihî kültürünü iyice ilerletmişti. O,
1908 yılından yâni 11. Meşrûtiyet'in ilânından itibaren, çok genç bir yaşta
memleketin fikir hayatına girmişti. Nitekim 1908 aralık ayında kurulan Türk Derneği
ile 1911 ağustosunda faaliyete geçen Türk Yurdu Cemiyeti üyeleri arasında
bulunan Fuad Köprülü, Türk Ocağının hars (kültür) heyetinde de görev almıştı.
Millî
ve vatanî şiirleri, edebiyat, sosyoloji ve tenkid yazıları, Mehâsin, Servet i
Fünun mecmualarıyla Tanin gazetesinde muntazaman yayımlanmaya başlamıştı.
Köprülü, bu yıllarda, Fransızca'dan birtakım tercümeler de yapmıştır. Bunlar
arasında Henri Becq'in Paris Kadını (İstanbul 1910) adını taşıyan 3 perdelik
komedisi ile Gustave Le Bon'un, Ruh-i Siyaset ve Müdafâa-i İçtimaiye(İstanbul
1911), yine aynı yazarın Ruh ül-Cemaât(İstanbul 191l)birkaç forması Sadreddin
Celâl ile müştereken-isimli eserlerini yayımlamıştır. Hayatının bu devresinde
onun, edebiyat yanında özellikle felsefe ve sosyoloji ile de yakından ilgilendiği
görülür. F. Köprülü'nün bu edebi ve fikrî tercümelerine Driault'dan dilimize
çevirdiği Selim i Sâlis ve Napolyon (İstanbul 1913)'u da eklemek gerekir.
1910-1913
yılları atasında, o, edebî ve fikrî yazılan yanında Mercan, Kabataş,
Galatasaray ve İstanbul liselerinde de Türkçe ve edebiyat hocalıklarında
bulunmuştur. 1913'te ünlü Fransız edebiyat tarihçisi Gustave Lanson'un ana
fikirlerinden yararlanıp, kendi şahsî görüş ve fikirleriyle mezcederek
yayımladığı Türk Edebiyatı Tarihinde Usul (Bilgi Mecmuası, 1913, I, s. 3-52)
adlı makalesini Köprülü'nün ilk ilmî yazısı olarak kabul edebiliriz. O, bu
makalesinde Türk edebiyatı tarihinin Avrupa ilim metodlarıyla fakat kendi millî
bünyemize uygun bir şekilde nasıl incelenebileceğini göstermeye çalışıyor ve
ileride yapacağı çalışmanın esaslarını tespit ediyordu, Hâlid Ziya
(Uşaklıgil)'in, başka bit vazifeye tayini üzerine, istifasıyla boşalan İstanbul
Darülfünun'u Türk Edebiyatı Tarihi müderrisliğine (profesörlüğüne) 20 Aralık
1913'te tâyini, bit bakıma onun şâir ve ediplikten âlimliğe doğru adım atması
demekti. Aile çevresinden duyduğuma göre, 23 yaşını henüz bitiren bu genç
insanın böyle bir göreve getirilmesi ilim ve fikir çevrelerinde bir hayli
çalkantılara sebep olmuştu. Bu yeni görevine başlamasıyla birlikte artık
tamamiyle bir ilim adamı sıfatıyla çalışmalarını sürdüren Köprülü; 1914'te
kurulan Türk Bilgi Derneği'nin genel sekreterliğini yüklendiği gibi, 1915'te
Ali Emiri Efendi"nin başkanlığında kurulan Asâr-ı İslâmiye ve Millîye
Tedkik Encümeni'nde de yine genel sekreterliğe getirilmişti. 1915'te Millî
Tetebbular Mecmuası'nın müdürlüğünü üzerine alan genç müderris. bu mecmuada
yayımladığı Türk Edebiyatında Âşık Tarzının Menşe ve Tekâmülü Hakkında Bir
Tecrübe (MT, l, 1915, s. 5-46) adını taşıyan uzun makalesiyle edebiyat mefhumunun
çerçevesini genişleterek, o zamana kadar edebiyatın dışında bırakılan, halbuki
Türk halkının büyük bir bölümüne âit olan duygu ve düşüncelerin de, edebiyat
araştırmalarının içine alınması gerçeğini ortaya koymuş oluyordu. Aynı yıl
zarfında yine Millî Tetebbular'da yayımlanan Tütk Edebiyatı'nın menşei (MT II,
1915,s. 5-78) adlı uzun araştırmasıyla Türk Edebiyatını oluşturan kavramın,
iptidâi devirlerindeki yaşayış, düşünüş ve inanışlarının derinliklerine nüfuz
ederek, ileride yazmayı tasarladığı Türk edebiyatı tarihinin temeline yeni bir
harç koymuş oluyordu.
Fuad
Köprülü'ye, milletlerarası alanda ün sağlayan büyük monografisi 1918'dc
yazılıp, 1919'da yayımlanan Türk Edebiyatı'nda İlk Mutasavvıflar adlı eseri
oldu. Onun, Ahmet Yesevî ile Yunus Emre' yi birbirine bağlayan Anadolu'nun
kökünün Olta Asya'da olduğunu gösteren ve tamamiyle Avrupai bir anlayışla
yazılmış olan bu eseri, Prof. J.H. Mordtmann, Prof. Cl.Huart, Prof. Gyula
Nemeth gibi Avrupalı ilim adamları tarafından büyük takdirle karşılanırken,
Türkiye'de o sıralarda hâkim olan zihniyet bunun kıymetini takdirden çok
uzaktı.
Köprülü,
1920 ve 1921'de ileride kalın bir cilt halinde yayımlayacağı Türk Edebiyatı
Tarihi'nin I ve2. fasiküllerini neşretmiş, böylece Türk Edebiyatı tarihi'nin,
eski çağlardan başlayarak, bütün Türk dünyasını içine alan çok geniş bir coğrafî
çerçeve içinde bir bütün olarak mütalâa edilmesi gerektiğini açıkça
göstermişti. 1922'de ise Anadolu'da İslâmiyet (Edebiyat Fakültesi Mecmuası,
1922) adlı büyük makalesi ile Türk din tarihinin kurucusu olma yolunu da
tutmuştu. Ziya Gökalp'in çevresinde yetişen, onun fikirlerini, ilmî esaslar
koyarak yaşatmak imkânını hazırlayan Fuad Köprülü'nün bu gayretleri daha
1923'te bizzat Gökalp tarafından da takdir edilmişti. O, genç müderris
hakkındaki görüşlerini "Köprülü-zâde Fuad Bey Türkiyat sahasında büyük
bir mütebahhir ve âlim oldu. İlmî eserleriyle Türkçülüğü tenvir etti''(Türkçülüğün
Esasları, Ankara 1339, s.l 9) şeklinde ifade etmişti.
1923'te
Edebiyat Fakültesi Reisliğine (dekanlığına) seçilen Köprülü, aynı yıl küçük,
fakat derli toplu bir eser olan ve Türk dünyasını bir bütün halinde ele alan
Türkiye Tarihi'ni neşretmişti. Bu eser Atatürk'ün büyük taktirini kazanmış,
Atatürk eski haillerle ve kendi el yazısıyla bunu özel bir mektup yazmak
sureliyle Köprülü'ye bildirmişti (Bu mektubun fotokopisi için bk. Dr. Orhan F.
Köprülü, Türk Klasikleri, İstanbul 1974, cilt VII, vesikalar kısmı) Aynı yıl
Paris'te toplanan "Dinler Tarihi Kongresi"ne memleketimiz adına,
Prof. Fuad Köprülü, Bektaşiliğin Menşeleri ve Eski Türklerde Sihri bir anane:
Yağmur Taşı tebliği ile katılmıştı.
I924'le Gazi Mustafa
Kemal'in arzusu üzerine, Maarif vekili Vâsıf Çınar Bey'in zamanında maarif
vekâleti müsteşarlığına getirilmişti. 8 ay süren bu müsteşarlığı sırasında, bu
vekâletin teşkilâtında Köprülü'nün teklifiyle köklü değişiklikler yapılmış
olup, bu yenilikler ayrı bir araştırma konusudur. Daha sonra tekrar Edebiyat
Fakültesi'ndeki vazifesine dönen Köprülü, aynı yıl sonlarında bakanlar kurulu
kararıyla kurulan " Türkiyat Enstitüsü"nün müdürlüğüne getirilmişti.
Cumhuriyetin ilânından sadece bir yıl sonra Atatürk'ün emir ve direkt
illeriyle böyle bir müessesenin oluşturulması ve bu enstitüye ve İstanbul
Üniversitesi'nin giriş kapısının sağında bulunan ve şimdi "Profesörler Evi"
olarak kullanılan binanın tahsis edilmesi, büyük kurtarıcının, daha o tarihten
başlayarak, Türk tarihi ve dili tetkiklerine verdiği önemi göstermesi
bakımından fevkalâde önemlidir. Merhum Vâsıf Çınar, maarif vekili sıfâtiyle
1924 yılı sonlarında, yani Köprülü'nün müsteşarlıktan ayrılmasından hemen
sonra, eski müsteşarına çok dikkate değer bir mektup göndermişti. Kendi el
yazısıyla yazılmış bu mektupta Vâsıf Çınar, Atatürk'ün İ925'te İstanbul'da ilk
milletlerarası Türkoloji kongresinin toplanmasını istediğini ve bu işe
Köprülü'nün memur edildiğini, Atatürk'ün de, toplanması tasarlanan bu
kongrenin fahrî başkanlığını deruhte ettiğini, gerekli her türlü yardıma
vekâletin hazır olduğunu bildiriyordu (Bu hususta fazla bilgi almak için bk.
Dr. Orhan F. Köprülü, İlk Milletlerarası Türkoloji Kongresi Teşebbüsü, 1. Milletlerarası
Türkoloji Kongresi, İstanbul 15. 20. X-1973, I. Türk Tarihi, İstanbul 1979, 1,
185-188.)
Ne yazık ki Atatürk'ün
bütün arzusuna ve Köprülü'nün zemin yoklamalarına rağmen, o sıralarda
ülkemizde böyle bir kongreyi yürütebilecek bir kadroya sahip olunamaması
yüzünden, böyle milletlerarası bir toplantı gerçekleşememişti. Atatürk'ün bu
ulvî gayesi, ancak cumhuriyetin 50. yıldönümünde (1973) İstanbul'da toplanan
kongre ile yerine getirilmişti.
Yaptığı ilmî çalışmalarla
Türkiye dışında her geçen gün itibar kazanan Fuad Köprülü, 1925'te Rus İlimler
Akademisi'nin iki yüzüncü yılını kutlama merasimine memleketimiz adına
katılmıştı. Yurt dışındaki ilmî çevrelerce takdirle karşılanan Köprülü, aynı
yıl, W. BarthoId, Kraçkovsky ve Oldenburg, gibî en ünlü Rus âlimlerinin
müşterek teklifleri ile, Sovyet İlimler Akademisi'nin muhabir üyeliğine
seçilmişti. Bu Rus ilim adamları daha o zaman, Türkiye'de bir "Köprülü
Mektebi"nden söz edilebileceğini ileri sürmüşlerdi.
Fuad Köprülü, 1926'da
Türk Edebiyatı Tarihi'ni kalın bir cilt halinde yayımlayarak, yalnız uzmanları
için değil, Türk tarihi ve kültürüyle ilgili olan bütün aydınlar için de baş
vurabilecekleri bir ana eser meydana getirmiş oluyordu.. O, böylece Osmanlı
edebiyatının dar çerçevesini yırtarak, edebiyat tarihi alanında yeni bir ufuk
açıyordu. 1926'da Baku'daki Türkiyat kongresine katılan ve burada büyük bir
itibar gören Fuad Köprülü'ye bir yıl sonra ilme yaptığı hizmetlerden dolayı
1927'de Almanya'nın ünlü Heildelberg Üniversitesi tarafından fahrî felsefe
doktorluğu payesi verilmişti.
1931 'de yayımladığı
Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri Hakkındaki Bâzı
Mülâhazalar (Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, I, (65-313) adını taşıyan
monografisinde, Osmanlı müesseselerinin, o zamana kadar Avrupa'da bilindiğinin
ve iddia edildiğinin aksine olarak, Bizans'tan değil, tabiî bir şekilde Büyük
Selçuklular, Anadolu Selçukluları gibi İslâm devletleri zincirinden alındığı
tezini savunarak, Avrupa ilim âleminde de büyük akisler uyandırmıştı.
İstanbul Dârülfunûn'u
Atatürk tarafından, Malche'ın raporuna dayanılarak yapılan bir reformla
1933'te İstanbul Üniversitesi haline dönüştürüldüğü sırada, Köprülü de bu
reformun gerçekleştirilmesinde ve tatbikinde üzerine düşen rolü oynamış, yeni
kurulan üniversitede Ord.Prof. unvanı ile edebiyat fakültesi dekanlığına
getirilmişti. F.Köprülü 1934'te Paris'teki Sorbonne Üniversitesi'nin dâveti
üzerine, bu üniversitede Fransızca olarak verdiği üç konferansla Fransız ilim
çevrelerinin dikkatini üzerinde toplamıştı. O, Osmanlı Devleti'nin nasıl
kurulduğunu, yeni ilmî esaslara göre inceleyen bu üç konferansı ile Gibbons'un
tezini kökünden çürütmüş ve yeni Türk görüşünü, Avrupa ilim âlemine kabul
ettirmeyi geniş ölçüde başarmıştı. Nitekim bu üç konferans kısa bir süre sonra
Les Orgines de L'Empire Ottoman (Paris 1935) adıyla bir kitap halinde
basılmıştı.
1934 yılı yazı sonlarında
memleketimizi temsilen yanında, doktora yaptırdığı ilk talebesi Doç.Dr. Ali
Nihat Tarlan da olduğu halde İran'a gönderilerek Firdevsî'nin İOOO. doğum
yılını kutlama törenine katılmıştı. Atatürk'ün, bir grup ilim ve fikir adamını
kendi yakın çevresinde ve T.B.M. Meclisi'nin çatısı altında toplamak istemesinin
bir sonucu olarak Köprülü de o zamana kadar siyasetle uzaktan yakından bir
ilgisi olmadığı halde, 1935'te yapılan bir ara seçimi ile Kars'tan milletvekili
seçilmişti.
O, daha önceki hocalık
hayalında asli görevine ilâveten, ilahiyat fakültesinde' Türk Dini Tarihi
(1924), İstanbul Mülkiye Mektebi'nde siyâsî tarih (1923-1929), Sanayi i Nefise
Mektebi'nde de medeniyet tarihi (1926-1929) dersleri de vermişti. Köprülü,
hayatının bu yeni döneminde ise, bazılarının sandığının aksine olarak, ilmi ve
fikri çalışmalarını aksatmamıştı. Zira o, Atatürk'ün desteği ve arzusu ile İstanbul
Üniversitesi'ndeki Türk Edebiyat Tarihi kürsüsünü korumakla kalmamış, buna
ilâveten yeni bir kuruluş olan Ankara Dil-Tarilı ve Coğrafya Fakültesi'nde
Orta zaman Türk Tarihi ve Siyasal Bilgiler Okulu'nda da Türk müesseseler tarihi
kürsülerinin başına geçmişti. Yani kısaca söylemek gerekirse Köprülü,
milletvekilliği ile bitlikte üç ayrı kürsüyü aynı zamanda yüklenmişti.
Köprülü, böylece yalnız
edebiyatçı ve edebiyat tarihçisi değil, doğrudan doğruya tarihçi yetiştirmek,
ayrıca ileride idare mekanizmasında yer alacak gençlere de yeni bir görüş ile
Türk müeseselerinin tarihin anlatmak imkânına kavuşmuş oluyordu. Köprülü'nün o
sıralarda Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'ndeki birçok öğrencisi arasında bulunan
Prof. Dr. Osman Turan, Prof. Dr. Mehmet Köymen, Prof. Dr. Halil İnalcık, Prof. Dr.
İbrahim Kafesoğlu, Prof.Dr. Bahaettin Öğel, Prof. Dr. Neşet Çağatay, Prof.Dr.
Şerif Baştav, Prof.Dr. Tayyib Gökbilgin gibi kimseler daha sonraki yıllarda
Türk Tarihi'nin çeşitli devreleriyle uğraşan en ünlü isimler olmuşlar ve pek
çok da talebe yetiştirmişlerdir. Şimdi onların öğrencileri dahi çeşitli
üniversitelerimizde profesör ve doçent olarak vazife görmektedirler.
Başka bir şekilde açıklamak
gerekirse Köprülü'nün çeşitli tarihi meselelere ışık tutan, yalnız birtakım
problemleri çözmekle iktifa etmeyip, yeni birtakım problemleri ortaya atan
makaleleri daha çok bu ve bundan sonraki devrede kaleme alınmıştır.
Köprülü'nün bu dönemde
yazdığı belli başlı yazılar, Vakıflar Dergisi, Belleten, Türkiyat Mecmuası,
Revue International des études balkaniques, Körösi Csomo Archivum, Türk Hukuk
Tarihi Dergisi gibi dergilerde çıkmıştır. Bunlardan Belleten'de yayımlanan
"Yıldırım Beyazıd'ın Esareti ve İntiharı Hakkında" (1. 591-603);
"Orta Zaman Türk İslâm feodalizmi" (V. 319-334) "Altınordu'ya
ait Yeni Araştırmalar" (V. 397-431); "Anadolu Selçukluları Tarihinin
Yerli Kaynakları" (VII. 379-552); "Osmanlı İmparatorluğu'nun Etnik
Menşei Meseleleri" (VII. 219-313) gibi bir çok araştırması, yeni görüşler
ileri süren âdeta bir monografi mahiyetinde makalelerdir.
İlme yaptığı katkıları
dolayısıyla, yabancı çevrelerde yakından takip edilen Köprülü'ye, 1937'de Atina
Üniversitesi, 1939'da ise Sorbonne Üniversitesi tarafından fahrî doktorluk
payesi verilmiştir. 1941 ders yılına kadar İstanbul ve Ankara'daki kürsü
faaliyetlerini bir arada yürüten Prof. F. Köprülü, 1941 yılı sonlarına doğru,
milletvekilliği ile üniversite hocalığının bir arada bağdaşamayacağı şeklinde,
alman bir karar üzerine, zamanın şartlarını göz önünde tutarak diğer bir çok
arkadaşı gibi milletvekilliğini tercih ile kürsülerini bırakmak zorunda
kalmıştı.
Köprülü'nün 1935 yılından
itibaren başlayan siyâsî hayatı, bir aralık Mecliste Maarif komisyonu
başkanlığı yapmasına rağmen, şeklî bir milletvekilliğinden ileri gitmemişti.
1943 şubatında ise Cumhuriyet Halk Partisi grubunda yaptığı uzun bir konuşmada,
Türkiye'nin o sıralarda Almanya aleyhine harbe girmesinin memleketin yüksek çıkarları
bakımından son derece mahzurlu olacağı fikrini savunmuş ve Bayar da dahil
olmak üzere, diğer bazı arkadaşlarıyla birlikte böyle bir kararın alınmasını
önlemişti. 1945'te ise diğer 6 kişiyle birlikte bütçeye red oyu kullanmış, 2.
Dünya Savaşı'nın sona ermesi üzerine diğer üç arkadaşı ile birlikte verdiği
artık C.H. Partisi içinde de, Anayasanın ruhuna uygun olarak daha demokratik
bir düzene geçilmesini öngören "Dörtlü Takrir" 12 Haziran 1945'te 7
saatlik bir müzakereden sonra reddedilmişti. 1945 yazı sonlarında Vatan
Gazetesi'nde yayımladığı bazı yazılarla tek partili siyasi hayata ağır
hücumlarda bulunmuş, daha sonra kendisine Menderes de katılmıştı. Uzunca süren
bir mücadele neticesinde "Dörtlü Takrir"de imzalan bulunan dört kişi
7 Ocak 1946'da Demokrat Parti'yi kurmuşlardı. Köprülü 1946 temmuzunda yapılan
milletvekili seçimlerinde Demokrat Parti listesinden İstanbul milletvekili
seçilmişti.
Encyclopédie de
l'Islam'ın üç dilde birden yapılan birinci baskısına La Littérature Turque
Othamanlı (Leiden 1931, IV. 988-1010) ve diğer 10 küçük madde ile tek Türk ilim
adamı olarak katılan F. Köprülü, bu ansiklopedi. 1940'tan itibaren Dr. Adnan
Adıvar'ın başkanlığında İslâm Ansiklopedisi adıyla tercüme, telif ve tadil
suretiyle Türkçe olarak yayımlanmaya başlayınca, epeyce dağdağalı bir siyasi
hayatın içinde bulunmasına rağmen, çok yoğun bir şekilde bu işin de içine
girmişti. O, yalnız fikri ve ilmî bakımdan Adıvar'a yardımcı olmakla kalmamış
1941-1950 arasında bir tanesi sehven imzasız çıkmış olan telif 71 madde ile
Ansiklopedi'ye katılmıştı. Bu maddeler arasında Azerî Edebiyatı (II, 118-151);
Çağatay Edebiyatı (III, 270-323) ile Fıkıh (IV,608-622) âdeta birer monografi
mahiyetinde ve tamamiyle orijinal makalelerdir. Daha açık belirtmek gerekirse
Azeri ve Çağatay maddeleri Köprülü'nün yedi sekiz cilt halinde yazmağı
tasarladığı büyük Türk Edebiyat Tarihi'nin Azeri ve Çağatay edebiyatlarına
ayırmayı tasarladığı iki cildin bir bakıma kısaltılmışı olarak kabul
edilebilir.
14 Mayıs 1950'de dört
kurucusundan biri olduğu Demokrat Parti'nin iktidara gelmesi üzerine ilmî
çalışmalarına, okumanın dışında, ara vermek zorunda kalan Fuad Köprülü, Dış
İşleri Bakanı sıfatıyla Türkiye'nin NATO'ya girmesi için-zira 1949'da
Türkiye'nin müracaatı reddedilmişti-var gücüyle çalışmış, Kore Harbi'ne,
Birleşmiş Milletler safında, hem de bir tugay kuvvetinde, katılmak hususunda
çok erken vermiş olduğu karar, Türk Tugayının Kunuri destanım kazanması ve
kesif siyasî çalışmalar sayesinde 1952'de Kuzey Atlantik Paktı'na katılmamızı
sağlamıştı. Daha sonra, dışişleri bakanı olarak, Atatürk'ün Balkan
politikasını canlandırmak ve Balkan Paktı 'nin ihyası için büyük gayret
sarfetmiş ve buna -3 devlet arasında da olsa- kısmen muvaffak olmuştu.
1955'teki 5 ay kadar süren bir fasıla hâriç beş buçuk yıldan fazla bir süre,
1956 yazı başlarına kadar dışişleri bakanlığını yürütmüştü. İkinci defaki
dışişleri bakanlığı sırasında 1956 başlarında Paris'te bulunduğu sırada
Sorbonne Üniversitesi'nde Selçuklu Tarihi hakkında bir konferans da vermişti.
Demokrat Parti hükümetinin iç politikadaki bazı kararlarını tasvip etmediği
için 1956 yazı başlarında dışişleri bakanlığından, istifa etmiş 1957'de de eski
partisinden ayrılarak siyâsî hayattan çekilmişti.
1958-1959 ders yılını
Amerika'da Harvard Üniversitesi'nin dâvetlisi olarak bu üniversitenin
Cambridge'deki araştırma merkezinde, daimî surette çalışarak geçiren F.Köprülü,
bu arada çeşitli şehirlerde konferanslar da vermişti. Columbia Üniversitesi'nin
Near Eastern Enstütüsü'nün sadece hocalarına verdiği ve benim de hazır
bulunduğum bir konferansta Orta-zaman tarihinin çözüm bekleyen çeşitli meselelerinden
söz etmişti. Fransızca olarak yapılan bu konuşma, bir öğretim üyesi tarafından
İngilizceye tercüme edilmiş, ileri sürdüğü görüşler, öğretim üyeleri
tarafından büyük bir ilgi ile takip edilmişti.
1959 yazı ortalarında
Türkiye'ye dönen Köprülü, yeniden ilmî çalışmalarına başlamışken, 1960
İhtilâli'ni takiben, aynı yılın sonlarında, 1955'teki 6-7 Eylül hâdiseleri sırasında
dışişleri bakanı bulunduğu bahanesiyle tevkif edilmiş, ilk duruşmasında o
sırada Dışişleri Bakanı olmadığı Resmî Gazete ile ispat olunmasına rağmen,
kesin beraatına kadar dört ay süre ile Yassı Ada'da tutuklu kalmıştı.
Buradan tahliyesinden
sonra ise, günlük meşgalesi olan kitap okuma ve not almaya devam etmişti. Bu
devrede o. yeni bir eser yazmak cihetine gitmemiş, sayın Tansel'in de yardımı
ile eski kitaplarının yeni baskılarıyla uğraşmayı ve onlarda bazı
değişiklikler yapmayı tercih etmişti. Tarih Kurumu'nda yaptığı böyle bir
çalışmadan dönerken 15 Ekim 1965'te, Atatürk Bulvarı'ndan Küçük Esat'a giden
yolun başında geçirdiği bir trafik kazası sonunda sol femur kemiği kırılmıştı.
Bu kırık yüzünden, uzun bir süte yatakla kalması, başka birtakım ihtilâtlar
doğurmuştu. 1966 haziranı başlarında Ankara'dan İstanbul'a getirilen Fuad
Köprülü, hastalığının artması üzerine, İstanbul Balta Limanı Kemik Hastanesi’ne
kaldırılmış ve 28 Haziran 1966'da öğleden önce burada vefat etmişti. Birkaç
gün sonra Beyazıd Camii'nde kılınan cenaze namazını müteakip İstanbul
Üniversitesi Merkez binasının avlusunda yapılan bir merasimden sonra naaşı
eller üzerinde taşınarak Sultan Mahmud Türbesi karşısındaki Köprülü
mezarlığına defn edilmişti.
Mezar taşındaki manzum
tarih, eski talebesi ve dostu Prof.Dr. Ali Nihat Tarlan tarafından
düşürülmüştür. Ne yazık ki bu kitabede, hakk edilirken meydana gelmiş bazı
yanlışlıklar vardır.
F.Köprülü'ye yukarıda
saydıklarımızın dışında, 1947'de Amerikan Şark Cemiyeti'nin şeref üyeliği,
1959'da Amerikan Tarih Cemiyeti'nin şeref üyeliği payeleri tevcih edildiği
gibi, 1964'te de London School of Oriental and African Studies'in muhabir
üyeliği verilmiştir. Yine 1964 yılı sonlarında Macar İlimler Akademisi'nin
şeref azâlığı tevcih etliği Köprülü şerefine, Ankara'daki Macar Sefareti'nde
bir de kabul resmi tertip olunmuştu. 1956'da Karaşi Üniversitesi tarafından
daha ziyade siyasî bir jest olarak verilen fahrî hukuk doktorluğu payesini de
hesaba katacak olursak Köprülü'nün 4 fahri doktorluk ile 8 muhabir veya şeref
üyeliğini uhdesinde bulundurduğu görülür. Yalnız Sovyetler Birliği, Rusya'nın
Kars ve Ardahan'ı istemesi üzerine, Rusya ve komünizm aleyhinde yazdığı
yazılardan dolayı 1948'de F.Köprülü'yü, Sovyet İlimler Akademisinden
çıkarmıştır. 1950'de dışişleri bakanlığına gelişinden sonra, Ruslar
Ankara'daki sefirleri vasıtasıyla, tekrar Akademiye seçmek istediklerini
kendisine bildirmişlerse de, Köprülü, nazikâne bir şekilde bu isteği
reddetmiştir.
Köprülü'nün 6 yıla yakın
yürüttüğü siyâsî görevi dolayısıyla başta Fransa, Almanya, Arjantin ve
Yugoslavya olmak üzere yabancı devletlerden alınmış 8 tane nişanı bulunuyordu.
Şahsiyeti ve Çalışma
sistemi: Yorulmak bilmeyen bir çalışma gücüne, tenkidi bir zekâya, ihatalı bir
terkip kuvvetine sahip olan Fu- ad Köprülü, Allah vergisi olan büyük bir seziş
kabiliyetine de mâlikti. İşle bütün bu vasıfların bir araya gelmesidir ki,
Köprülü'yü nâdir yetişebilen ilim adamlarından biri yapmıştır. O edebiyat
tarihi araştırmalarına başladığı sırada, önündeki saha çok geniş ve o nispette
de bakirdi. Köprülü, herhangi bir konuya el attığı zaman tutunacağı bir dal
bulamıyor, bundan dolayı yapacağı her işin ameleliği, kalfalığı ve nihayet
ustalığı da kendisine kalıyordu.
Köprülü'nün uzun bir
hazırlık devresinden sonra yazmaya başladığı Türk Edebiyatı Taıihi'ni bir
bakıma tamamlamadan yarını bırakmış olması, işin künhüne vâkıf olmayanlar
tarafından başka türlü değerlendirilebilir. Hattâ bir bakıma onun konudan
konuya atladığı düşünülebilir. Ancak işin içyüzü bu dış görünüşten tamamiyle
farklıdır. Köprülü, ele aldığı bir konunun, biraz daha derinine indiği zaman, o
hususu gereği gibi anlayabilmek için başka birtakım şeyleri de bilmenin şart
olduğu kanaatine varmış, bu defa çalışmasını o alanlara da yaymak mecburiyeti
ile karşı karşıya kalmıştır. Bütün bu çalışmaları sonunda, Köprülü kafasında
çok geniş bir plân yapmış ve bu plânın gereği olarak, ayrı ayrı yüzlerce hattâ
belki de bini aşan büyüklü, küçüklü mevzuda çalışmalarını sürdürebilmek için,
kafasındaki geniş plâna göre son derece tutarlı bir not sistemi kurmuştur. İlk
bakışta birbirinden çok ayrı gibi "görünen konular ve çeşitli notlar,
aslında bit bütünün küçük küçük parçalarından yâni bir Türk medeniyeti
tarihinin kendisinden başka bir şey değildir. Birçok kimse için, Köprülü Türk
edebiyatı tarihinin esaslarını kurmuş bir edebiyat tarihçisidir. Ama onun
çeşitli eser ve makaleleri gözden geçirilirse açıkça görülür ki edebiyat
tarihçiliği Köprülü'nün sadece bir cephesidir. Zira Köprülü, din tarihi ile de
uğraşmış, meselâ Anadolu'da İslâmiyet misalinde görüldüğü gibi bunu da
bitirmemişti. Diğer taraftan O, yalnız orta-çağ tarihi ile değil Lutfı Paşa ve
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu gibi araştırmalarında görüldüğü gibi Osmanlı
tarihi ile de meşgul olmuştur. Türk Hukuk Tarihinin en çetrefil meseleleri
üzerinde çok kalem oynatmış, iktisat tarihi hakkında veya vakıf müessesesi
üzerinde de derin araştırmalar yapmıştır.
Onun, İslâm Ansiklopedisi'ne yazdığı çeşitli maddelerini
dikkatle gözden geçirenler, kendisinin ne kadar değişik sahalarda ve ne kadar
salâhiyetle kalem kullandığını görerek hayrete düşecekler, Köprülü'nün bütün
bu yazılarında, ayrıntılara fazla iltifat etmeksizin, hep esas noktalara temas
etmeye çalıştığını fark edeceklerdir.
Köprülü'nün
yukarıda kısaca belirtmeye çalıştığımız vasıflarına ilâveten, en üstün
tarafını teşkil eden bir özelliği de çok çabuk okuyabilmesiydi. O bir kitabı
eline aldıktan kısa bir süre sonra bunun bir kompilasyon mahsûlü mü yoksa
orijinal bir araştırma mı olduğunu kolayca anlar ve elindeki kitap ve makale bu
değerlendirmeye göre muamele görürdü. Meşgul olduğu konuların bibliyografik
bilgisine çok sağ- f lam
şekilde hâkimdi. Talebelerine ve bütün araştırmacılara da, herhangi bir konuda
evvelce yapılmış çalışmaların ne olduğunun bilinmesinin ilk şart olduğunu
bıkmadan, usanmadan tekrarlardı. Meşgul bulunduğu konularla çok uzaktan alâkası
olan kitap ve makaleleri, Avrupa, İran ve Mısır'dan getirttiği katalogları
inceleyerek gayet dikkatli bir şekilde, kılı kırk yararcasına gözden geçirir,
kenarda, köşede unutulmuş bir şeyin kalmamasına çok dikkat ederdi. Okumaya,
değer bulduğu bir kitabı incelerken, küçük kâğıtlara yüzlerce not alır,
dinlenme zamanlarında bu notları gerekli dosyalarına ve bu dosyaların içindeki
irili ufaklı zarflara muntazam bir şekilde yerleştirirdi. Değişik devrelere
ait Farsça yazma ve basma divanları, çeşitli bakımlardan çok dikkatle tarar,
eğer not almaya vakti yoksa, önemli gördüğü hususları okuduğu kitabın iç kabına
kurşun kalemle yazar, daha sonra vakit buldukça işaretli sayfadaki bilgiyi,
bir veya azamî iki satırla küçük kâğıtlara geçirir, bunu yaptıktan sonra da
kitabın kabındaki yazının yanma bir çarpı işareti koyardı. Hangi kitabı gözden
geçirirse geçirsin yalnız belli konular hakkında değil, değişik konular veya
meseleler hakkında da not almaktan geri kalmazdı.
Yukarıda Köprülü çalışmaktan bıkmaz ve yorulmazdı dedim. Aslında
yorulurdu ama, bunu fark eder etmez, okuduğu veya üzerinde çalıştığı mevzuu
değiştirir bir başkasına geçerdi onun için, konuyu değiştirmek en iyi dinlenme
tarzı idi.
Bir çok ilim adamımız ve Köprülü'nün yazdıklarının künhüne
vâkıf olanlar, onun Türkiye'de bir ilim dili kurduğunda ve bu ilim dilini, kolayca
okuttuğunda da söz birliği ederler. Bu husus yakınları ve takdir- kârları tarafından
zaman zaman kendisine hatırlatıldığında, "benim kadar yazan, benim kadar
yazar" derdi. Avrupalı Türkologlar, onun
yazılarında büyük bir
mantık sistemi bulunduğunu çeşitli kitap ve makalelerinde açıkça
belirtmişlerdir. Bunlardan biri, Köprülü için, o, sanki Fransızca düşünüp
Türkçe yazıyor demekten kendini alamamıştır.
Köprülü'nün çalışmalarında
dikkati çeken hususlardan birisi de zaman zaman eski yazdıklarını düzeltmekten
kaçınmamasıdır. Meselâ ilk mutasavvıflarda verdiği birtakım hükümleri sonradan
değiştirmiş ve bunu açıkça ifade etmekten de çekinmemiştir. Anadolu Beylikleri
hakkında daha önce yazdıkları için de bu böyle olmuştur. Bundan dolayıdır ki,
talebelerine kesin hükümlerden kaçının, daima bir açık- kapı bırakın, sonra
mahcup olursunuz demekten geri kalmamıştır. Eski ve kıymetli öğrencilerinden
şâir Orhan Şaik Gökyay, Köprülü için yapılan bir anma gününde, bunu gayet açık
bir şekilde belirtmiştir, (Bir öğrencisinin dilinden M.Fuad Köprülü, Türk Dili,
sayı 421, 1987, s.55.)
İlmî tenkit yazıları
alanında da bir bakıma öncülük yapmış, Türkiyat Mecmuası, Belleten gibi yayın
organlarında bu hususta güzel örnekler vermişse de, küçük istisnaları dışında
bu sahada kendisini takip edenlerin sayısı çok sınırlı kalmış, bu da kalitesiz
yayınların artmasında âmil olmuştur. Köprülü'nün diğer bir özelliği de,
kendisinin doğrudan doğruya öğrencisi olmayan kimselere de hocalık yapabilme-
sidir. O, yazdığı kitap ve makalelerinde okuyanlara kendi görüşlerini ve
vardığı neticeleri benimsetmekten çok, o sonuçlara nasıl bir metodla vardığının
yollarını göstermeye gayret etmiş, hemen bütün araştırmalarında problem
çözmenin yanında yeni meseleler ortaya koyarak, araştırıcılara üzerinde
çalışılması gereken yeni konulan göstermiştir. Meselâ, Köprülü'ye göre, Osmanlı
maliye sisteminde, Tanzimat devrine kadar mahallî alışkanlıklara çok riayet
eden bir maliye sistemi takip edildiği için, Osmanlı devri vergilerinin
menşeini araştıracakların bu hususu göz önünde tutmaları gerekmektedir. Yine
Köprülü'ye göre, Selçuklu ordusunun esas kuvvetini teşkil eden askerî
mukataaların menşei meselesi de meçhul kalmış olup, bunun Partlar'dan beri
mevcut İran feodalizminden mi ileri geldiği veya Türklerde İslâmiyet- ten önce
de böyle bir müessesenin bulunup bulunmadığı uzun incelemelere muhtaçtır. Yine
ona göre, Anadolu'nun iskân tarihi de çok mühim ve karışık meselelerden biri
olup, göçebe Türk aşiretlerinin yerleştirilmesi meselesi ve bu aşiretlerin
gerek Selçuklulara, gerek Osmanlılara çıkarttıkları zorluklar üzerinde de
ehemmiyetle durulması icap eder (bk. Bizans Müesseselerinin Osmanlı
Müesseselerine Tesiri,
İstanbul 1981 -
Yayımlayan Dr. Orhan F.Köprülü, Önsöz, VI).
İşte bu yukarıda
verdiğimiz bir kaç örnekte olduğu gibi yol göstermesinden dolayıdır ki,
öğrencisi olmadıkları halde Prof. Adnan Erzi, Prof. Ali Sevim, Prof. Faruk
Sümer ve daha gençlerden Yılmaz Öztuna, Prof.Kemal Özergin, Prof. Mehmed
Çavuşoğlu gibi kimseler, kendilerini Köprülü'nün talebesi olarak görmüşler ve
bu hususu her yerde açıklamaktan geri kalmamışlardır.
Köprülü'nün edebiyat
tarihi ve filoloji sahasında yetiştirdiği öğrencileri arasında, hepsi aynı
sınıftan olmak üzere Prof.Banguoğlu, Prof. Boratav, Orhan Şaik Gökyay, merhum
N.Atsız, merhum N.S. Banarlı ve merhum Ziya Karamuk'u sayabiliriz. Çeşitli devrelerdeki
talebeleri arasında bulunan Abdülbaki Gölpınarlı, Rıfkı Melûl Meriç, Fevziye
A.Tansel, Prof. M.Mansuroğlu, Prof. Mehmet Kaplan, Prof. A.Ateş, Prof. Şükrü
Elçin, Prof. A.Karahan çalıştıkları sahalarda isim yapmış olup, "Köprülü
mektebi”nin önde gelen mensuplarıdır.
Köprülü, adam
çalıştırmakta ve ekip çalışması yapmakta da büyük başarı göstermiştir. Türkiyat
Mecmuası ile Türkiyat Enstitüsü'nün neşriyatı hususunda, şimdi hepsi rahmetli
olan Abdülkadir İnan, Prof. Ragıp Hulusi Özden, Prof. Rahmeti Arat, diyanet
işleri eski başkanlarından Prof. Şerafeddin Yaltkaya, Kilisli Muallim Rifat,
Prof. Ahmed Caferoğlu, eski asistanlarından Prof. Akdes Nimet Kınat ve Kıvameddin
Bey'in dil bilgilerinden ve çeşitli sahalardaki hususiyetlerinden yararlanmıştır.
İşte başta Köprülü olmak üzere bu ekip Türkiyat Eııstitü- sü'nti, Türkoloji
tetkiklerinin en mühim bir merkezi haline getirmişti. Ne yazık ki bugün bu
müessese, at alıklarla çıkarabildiği Türkiyat Mecmuası ve yıllık olarak
tertiplediği kongreler dışında kayda değer bir yayını faaliyetinde
bulunamamaktadır, (bk. Orhan Şaik Gökyay, ayın makale, s.53).
F. Köprülü ilmî tenkide
örnek olabilecek birçok makalesini Türkiyat Mecmuası'nın çeşitli sayılarında
yayımlamıştır. Türk Tarih Kurumu'nun kurulmasından önce Türk Tarih Encümeni'nin
başkanlığını da yapmış, daha sonra Türk Tarih Kurumu üyeliğine seçilen Köprülü
ölünceye kadar bu kurumun üyesi olarak kalmıştır. Milletvekili seçildikten
sonra Ankara'da yayımlanan Ülkü Mecmuası'nın müdürlüğünü de üzerine alan
(1936-1941) Köprülü, uzun yıllar bu mecmuanın ilmî ve edebî bir mecmua
olmasında büyük bir gayret göstermiştir.
Köprülü'nün çok iyi
toplanmış ve nâdir eserlerden oluşan özel kütüphanesi, vefatından bir süre
sonra Yapı Kredi Bankası tarafından satın alınmıştır. Köprülü'nün kitapları
Hamdullah Suphi, Cavid Baysun ve diğer bazı kimselerin kitaplarıyla birlikte
Yapı Kredi Bankası'nın Çemberlitaş şubesi arkasında kurulmuş olan Yapı Kredi
Kütüphanesinde bulunmaktadır. Ancak Haziran 1987 başında mevcut olan bu kütüphane
aynı yıl sonlarında yıkılmıştır.
KAYNAK: Dr. Orhan F.
Köprülü / Fuad Köprülü (s. 1-14, 1987)
BİR ÂLİM GİTTİ, BİR ÂLEM GÖÇTÜ
MEHMET NURİ YARDIM
Her insanın hayatında bir çok öğretmeni, hocası olur. İlk, orta ve yüksek tahsilde bizi eğiten, hepimize birikimlerini aktaran öğretmenlerin hakkı elbette ödenemez. Bütün hocalar kıymetlidir, muhteremdir. Ama bazı hocalar vardır ki, onların hayatımızdaki yerleri çok farklıdır. Onlar sadece hoca değil bambaşka hüviyetle de hayatımıza girerler. Onları âdeta bir baba veya anne gibi benimser, aile fertlerinden biri kabul ederiz. Prof. Dr. Orhan Okay, bu müstesna hocalardandı. Üniversitede ona talebe olma talihine erişemedim. Ama Kubbeltı'nda üç ay kendisinden “Aruz Dersi” aldım.
Orhan Okay, hocalığın bütün yüksek vasıflarını üstünde lâyıkınca taşıyan bir münevverdi. Dersini yüksek sesle anlatırdı. Bu hususiyet, bütün iyi hocaların ortak vasfıdır. En arka sırada oturan öğrenci de duymalı, o da verilen bilgilerden istifade etmeliydi. Orhan Hoca, aslında daha 1980'li yıllarda efsane gibi adını duyduğumuz bir ilim adamıydı. O seneler Erzurum'daydı. Ama şöhreti İstanbul'da, Türkoloji koridorlarında dalgalanıyordu. Hele Batı Medeniyeti Karşısında Ahmet Midhat Efendi isimli eserini okuduktan sonra gıyabî hayranlığım daha da artmıştı. Sonra Sakarya'ya geldiğini duyduk. Ve nihayet İstanbul'da görüşmek, hocayla mülâki olmak nasip oldu.
Bir gazeteci sıfatıyla yıllar önce kendisiyle bir röportaj yapmıştım. Daha sonra Dersimiz Edebiyat isimli kitabıma aldığım bu konuşmada hoca, her soruya ayrıntılı şekilde cevap veriyordu. “Anadolu'nun İstanbullu hocası” lise yıllarından beri içinde yer eden felsefe sevgisini sorduğumda şunları söylemişti:
“Aslında ilkokul sıralarından beri tâ lise son sınıfına gelinceye kadar hep Türkçe ve edebiyat derslerimde başarılı bir öğrenciydim. Son sınıfa kadar da meslek olarak edebiyatı seçmeye kararlıydım. Fakat lise son sınıfında felsefe derslerimizde benim için olağanüstü diyeceğim bir insanla karşılaşmam edebiyattan felsefeye kaymama sebep oldu. Felsefe hocası değil gerçek bir felsefeci hatta biraz ihtiyatlı bir ifadeyle filozof ve sanatkâr yaradılışlı bir insan olan Nurettin Topçu'da mistik, metafizik bir dünyanın farkına vardım. Tecrit ve derinlik düşüncesi beni sardı. Üniversitede felsefe bölümüne kaydımı yaptırdım. Topçu ile mukayese ettiğim zaman sadece felsefe tarihi bilgisi veren hocaların kifayetsizliğine rağmen felsefe benim için ufuk açıcı bir alan oldu. Fakat bir sömestr sonra, tekrar eski sevdama, edebiyata dönmek zorunda kaldım. ”
Orhan Hoca'ya tesir eden şahsiyetleri ve fikirleri sormuştum. İlk olarak Nurettin Topçu'yu anmış, ardından şöyle devam etmişti: “İkinci olarak bir nakşî halifesi olan Abdülaziz Bekkine'yi, üçüncü olarak Arapça muallimi Celâl Hoca'yı hatırlatayım. Ama sadece edebiyattan bahsedeceksek ilkokuldan beri bütün tahsil hayatımda bendeki edebiyat merakının farkına varan ve bunun gelişmesinde gayreti olan bütün hocalarıma minnet duyarım. Ama en önemlisi son sınıfta, Vefa Lisesi'nin son sınıfında edebiyat hocam olan Behice Kaplan'dır.”
Behice Hoca, Orhan Okay'ı eşi Mehmet Kaplan'la tanıştırır. Bu tanışma daha sonra bir hoca-talebe münasebetine dönüşecektir. Diğer hocaları arasında Ali Nihad Tarlan, İsmail Hikmet Ertaylan, Ahmet Caferoğlu, Reşit Rahmeti Arat da var. Ayrıca bir ağabey-kardeş münasebeti içinde olacağı Muharrem Ergin, Faruk Timurtaş, Nihad Çetin, Ömer Faruk Akün'den de ders alır. Orhan Okay, o mülâkatımızda Yahya Kemal'den, Fuat Köprülü'den, Tanpınar'dan ve Mehmet Kaplan'dan bahseder. “Hocalık” ve “âlimlik” vasıflarını mukayese eder. Ona göre her âlim iyi hoca olmayabilir. Zira öğretebilmek ayrı bir özelliktir. Beşir Fuad, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı, Necip Fazıl, Silik Fotoğraflar ve diğer eserleri çok değerlidir.
Hem Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, hem de Mehmet Kaplan'ın talebesi idi. Bir röportajımda, “Kendimi Yahya Kemal'in torunu gibi hissettim” diyordu. Hakikaten bir ocak, bir dergâh olan Dergâh Yayınları, daha 1980'li yıllarda Mehmet Kaplan Kitabı hazırlayarak yayıncılıkta vefa rüzgârını estirmeye başlamıştı. Bu anma ve armağan kitapları devam etti. Zincirin bir halkası olarak Ezel Erverdi'nin hazırladığı Orhan Okay Kitabı son derece kıymetlidir, okunmalıdır. Orhan Hocamızın eserlerinin çoğunu neşreden Dergâh, inanıyorum ki sağda solda basılmış kitaplarını da yayın programına alacaktır. Belki de Hoca'nın İslâm Ansiklopedisi'ndeki mühim maddeleri ile gazete ve dergilerde kalmış yazılarını da kitaplaştıracak. Böylece ilim âlemine ve edebiyat dünyasına sunulacak bir “Orhan Okay Külliyatı” vücuda gelebilecektir.
Bir eş olarak Orhan Hoca örnekti. Mübeccel Hanım ile yaşadıkları hayat gıpta ile seyredilmiştir. Bir baba olarak mükemmeldi. Buna oğulları Fuat ve Cüneyt şahitlik ederler. Gelini Yeliz Hanım da. Bir dede olarak olağanüstüydü. Sevgili torunu Ediz'de bunu gördük.
O ideal sahibi bir fikir adamı, ahlâk ve fazilet timsali, değerlerine bağlı inançlı Müslüman Türk aydını idi. Hocayı, Cumartesi günü Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Topkapı Çamlık Mezarlığı'nda toprağa verdik. Kadirbilir, nezih ve iyi insanların oluşturduğu cemaat, namazına durdu, haklarını helâl etti, dualarda bulundu, fatihalar okudu, mezarına toprak attı. İmam, Kur'an-ı Kerim okudu, dua etti. Birol Emil, Abdullah Uçman, Nâzım Hikmet Polat ve Himmet Uç, kısa konuşmalar yaptılar. Yürekler hüzünlü, gözler nemli ama üzüntüden eser yoktu. Bir ermişi, bir dervişi Hakka yolcu etmenin derin tevekkülü vardı herkeste. Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Evet, “Bir âlim gitti, bir âlem göçtü.”
KAYNAK: Mehmet Nuri Yardım / Bir âlim gitti, bir âlem göçtü (milatgazetesi.com, 16.01.2017).
BEŞİR FUAD'IN
BİLİNMEYENLERİ... PROF. ORHAN OKAY'LA KONUŞMA
NUR ÖZMEL
Ekim
ayının son günü Prof. Dr. Orhan Okay hocamızın evindeydim. Sevgili dostum Prof.
Dr. Cüneyd Okay’ın yardımları ile bu buluşma gerçekleşti. Orhan Bey hocamızı çalışmalarından
tanıyordum. Bu kez kendisi ile bizzat tanıştım ve 1960’ların ortasında üzerine
doktora tezi yazdığı Türk düşünce tarihinin önemli ismi Beşir Fuat’la ilgili
bir röportaj gerçekleştirdik. Kitap ve sevgi dolu bir evde, çay eşliğinde üç
neslin bir arada yaşadığı sıcacık aile ortamını soludum. Görüşmenin sonunda o
evden adıma imzalanmış bir deste kitapla ayrıldım. Hocanın Bir Hülya Adamının Romanı Ahmet Hamdi
Tanpınar isimli kitabını “Değerli Meslektaşım” ifadesini kullanarak imzalaması
ise bugün özlemini çektiğimiz, büyük insanlara mahsus tevazuun kanıtı oldu.
Cüneyd Bey de -eskiden olduğu gibi- son çıkan kitaplarını bu kez imzalamaksızın
takdim etti. İmzaları bir sonraki görüşmede almak üzere sözleştik. Kendilerine
pek çok teşekkür ediyorum.
“Sayın
Hocam, Silik Fotoğraflar isimli kitabınızın önsözünde “Bana geçmiş zamana hep
bir dürbünün tersinden bakıyormuşuz gibi gelir” diyorsunuz. Bugün dürbünün
tersinden gördüğünüz Beşir Fuad nasıl bir kişidir?
Dürbünün
tersinden bakmak uzaktan bakmaktır. Dürbünün tersi, olaylara ve kişilere,
ayrıntılar biraz daha azalarak, daha genel olarak bakmamızı sağlar. İçinde
yaşadığımız hadiseleri ve kişileri ayrıntıları ile tanırız ama bütünü ve çevresi
ile birlikte kavrayamayız. Bir başka ifadeyle yaşayan insanlar hakkında
konuşmak, yargıda bulunmak zordur. Kişileri yaşadıkları dönemleri ve ortamları
ile tanımak için uzaktan bakmak gerekir. Beşir Fuad’a bakmak da böyledir. O
zaman ben de onun yaşadığı dönemde yaşasaydım belki birçok ayrıntıdan asıl
bütünü göremezdim. Onun dönemine bir buçuk asır sonrasından bakınca onu
çevresinden ayıran tarafları daha iyi görüyorum. Bir defa tek başına bir insan,
ortamının dışında bir insan. Edebiyata bakışı farklı, romantizmi reddediyor.
Münakaşa usullerinde, tenkitlerinde farklı ve objektif davranan bir insan.
Şahsiyat yapmıyor. Münakaşa ve tenkitte objektifliği ilk o getiriyor.
Sizinle daha
önce yapılmış bir mülakatta Beşir Fuad’a karşı merhamet duyduğunuzu belirtiyorsunuz.
Evet.
Bu duygum onunla özel olarak ilgilenmem, özel olarak ona eğilmiş olmamdan
kaynaklanıyor. Onunla aynı yüzyılda yaşasaydım bu şekilde bakabilir miydim,
bilmiyorum. Beşir Fuad tek ve çevresinde yalnız bir adam. Dünya görüşümüz
farklı da olsa onu seviyorum. Merhamet duygusunun ardında onun kendi hayatına
son verecek bir ruh durumunda olması da vardır elbette. O günlerin toplumunda
aydın intiharı yok gibi.
Ölümünün
ardından uzun bir süre, hatta sizin çalışmanıza kadar ilgisiz kalmış, bir bakıma
tarihin bir köşesinde unutulmuş. Sizin çalışmanıza kadar onun hakkında esaslı
bir araştırma yok gibi. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Bunun
çeşitli sebepleri var. Birincisi maddi sebep. Onun intihar haberinin ardından
gazetelerde art arda intihar haberleri yayınlanıyor.
Bu
haberlerin başka intiharlara yol açtığı düşüncesiyle bir ay kadar sonra
gazetelerdeki intihar haberleri yasaklanıyor. Böylece psikolojik bir reklâmın
önüne geçilmiş oluyor. Bu durum etkendir. 1940’lara yani Ankara Valisi Nevzat
Tandoğan’ın intiharına kadar gazetelerde intihar haberi görmek mümkün değildir.
Böyle haberlerin farklı biçimde verildiğini görürsünüz. “Tabancasını
temizlerken çıkan bir kurşundan dolayı” veya “bahçeden geçerken çamaşır ipine
dolandığı için” gibi.
İkinci
sebep de manevidir diyebiliriz. Aslında tamamen unutulmuş, ilgilenilmemiş
olduğunu söyleyemeyiz. Ahmet Mithat Efendi’nin, Muallim Naci’nin ondan pek
bahsetmemiş olmaları sosyal baskı nedeniyle olmalıdır. Hem basının tutumu hem
de Beşir Fuad’ın feci akıbeti onları bu konu üzerinde artık suskun olmaya sevk
etti diyebiliriz.
Daha
sonraki dönemlerde ondan bahsedildiğini az da olsa görebiliyoruz. Mesela Ali
Kemal bir yazısında ondan söz ediyor, Malumat mecmuasında bir fotoğrafı
yayınlanıyor. Edebiyat tarihlerine girmiştir.
Birçok
yayını var. Dil öğrenme ve öğretme üzerine kitapları var. “Beşer” isimli
kitabında insan fizyolojisini incelemiştir. Bazı edebiyat tarihleri Beşir
Fuad’ın insan fizyolojisine, deneye, gözleme önem veren düşünce yapısı
nedeniyle diğer pozitivist ve materyalist aydınlar gibi tıbbiyeden mezun
olduğunu söylerler. Hâlbuki Harbiyelidir. Ayrıca ilk kez 1943 yılında Küllük
dergisinde Lütfü Erişçi ayrıntılı biçimde Beşir Fuad’dan bahsediyor.
Beşir Fuad’ın
açtığı yoldan gelenlerin daha cesaretle yürüdüğünü söylüyorsunuz. Örneğin
Tevfik Fikret’in Tarih-i Kadim’ine bakarak onun da Tanrı ve din ile arasının
bozuk olduğunu daha net görebiliyoruz.
Hâlbuki Beşir Fuad dini eleştirirken sadece Hıristiyanlığı eleştirmiş,
geleneğin boyunduruğundan kurtulmuş insan tipini savunmuştur. Bunun sebepleri
nelerdir?
Fakat
Tarih-i Kadim II. Meşrutiyet döneminde yazılmıştır. II. Meşrutiyet Türk siyasi tarihinde çok
önemli bir dönemdir ve kendinden önceki dönemlere göre yani Beşir Fuad’ın
devrine göre çok daha serbest bir ortam vardır. Fikirler daha rahat
söyleniyor. Sonraki pek çok dönemle
kıyaslandığında bir başıboşluk da vardır II. Meşrutiyette, o ayrı.
Beşir
Fuad’ın din ile ilişkisinin gerçek sebeplerini bilemeyiz. Ailesinin dini
terbiye konusunda nasıl bir tutum içinde olduğunu bilemiyoruz. Babası Halep
Valisi olduğu için Suriye’de Cizvit okulunda okuyor. Belki okula ve ortama
karşı bir tepki olabilir. Okulun etkisi ile Hıristiyanlığı da seçebilirdi. Ama
seçmemiştir. Yani okulun onun üzerinde olumsuz bir tesiri var.
Hocam, Beşir
Fuad’ın düşünce hayatımıza nasıl etkileri olmuştur?
Düşünce
hayatımıza kazandırdıkları fazladır. Edebiyat tarihimize baktığımızda
romantizmin, eski edebiyat geleneğinin, aşk şiirlerinin devam ettiği bir
dönemde onun bunlara karşı bir düşünce geliştirdiğini görüyoruz. Romantizmin
aleyhinde bulunarak edebiyatın gerçekçi ve natüralist bir edebiyat olması
gerektiğini söylüyor. Ona göre ahlakı telkin ederken yanlış örnekler vermek
yerine doğruyu göstermek gereklidir. Fransız romantiklerinin aleyhindedir. Türkiye’de
realistlerin, natüralistlerin tanınmadığını söylüyor. Emil Zola’yı Türk
edebiyatına tanıtan yazardır. Bir süre sonra Nabizade Nazım –ki o da
Harbiyelidir– ilk natüralist hikâye olan Karabibik’i yazar, Ahmet Mithat Efendi
Müşahedat romanını kaleme alıyor ve Emil Zola gibi yazacağını iddia ediyor.
Yani Beşir Fuad hassasiyet dolu bir edebiyatı gerçekçi, natüralist bir
edebiyata sevk etme rolü oynuyor. Romantizmin kötü olduğunu söylemiyorum. Beşir
Fuad, fikir hayatımızda aydınların bilmediği bir yığın düşünceyi tanıtır.
Stuart Mill, Auguste Comte, Herbert Spencer gibi. Darwin ile ilgili bir yayını
yok.
Acaba bir Beşir
Fuad külliyatı yeniden yayınlanabilir mi?
Beşir
Fuad’ın edebiyat ve düşünce tarihi ile ilgili eserleri üzerine çalışmalar
yapılmıştır. Önemli eserlerinin birçoğu yayınlanmıştır. Handan İnci’ni
çalışmasında bunlar var. Askerlikle ilgili eserleri, yabancı dil öğreten
eserleri, tiyatro tenkitleri, kısa kritiklerini var. Bunların yeniden
yayınlanması ancak bu konularla ilgili olanların dikkatini çekebilir.
Beşir
Fuad’ın Sultan Abdülaziz’in yaverlik görevinde bulunduğunu biliyoruz.
Yaver
olup da sarayda görevli olduğunu sanmıyorum. O zaman için böyle bir görev hademe
kelimesiyle ifade ediliyor. Askeriye içinde seçkin bir subay, savaşlara
katılıyor. Bugün anladığımız anlamda bir yaverlik gibi bir şey olmasa gerek.
Çalışmanızı
yaparken ne gibi zorluklarla karşılaştınız?
Hayatını
yazarken büyük boşluklar var. Tabii o zaman kaynaklar azdı. Onu tanıyanları
arayıp bulmaya çalıştım. Aileden kimse çıkmadı.
Bugün onun
ailesinden olan kişiler var mı?
Ancak
çalışmam bittikten 20 yıl kadar sonra torunu ortaya çıktı. Aileden pek az
kişiyi hatırlıyor. Çünkü Beşir Fuad’ın karısı ölümünden sonra ondan hiç
bahsettirmemiştir. Bunun pek çok sebebi var. En temel sebebi de hayatında başka
bir kadın daha olmasıdır.
Bu görüşme ve
verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederim.
Konuşan:
Nur Özmel (www.nurozmel.com)
(Kubbealtı
Akademi Dergisi - Ocak 2012)