Şair ve yazar, ansiklopedist, filolog,
emekli bürokrat, Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) Eski
Genel Müdürü, STK Yöneticisi, İLESAM
eski Genel Başkanı. TYB 2
dönem Genel Başkan Yardımcısı. Çocuk kitaplarında Savaş Yüce
imzasını kullandı.
4 Mayıs 1952, Diyarbakır (Merkez)
doğumlu. Sümerbank dokuma ustabaşısı
Salih Işık ile terzi Fikriye Işık'ın (Güzel) ilk oğullarıdır. Diyarbakır Gazi
İlkokulu (1964), Diyarbakır İmam Hatip Okulu (1970), Erzurum Atatürk Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1976) mezunudur. Ayrıca 1970-1972
arası İzmir Yüksek İslam Enstitüsünde eğitim görmüştür.
Kitap hacmindeki lisans tezi: “Necip Fazıl
Kısakürek’in Oyunlarında Tipler”.
1969 yılında
arkadaşlarıyla birlikte, Diyarbakır İmam Hatip Okulu adına aylık edebiyat ve
sanat gazetesi "Özlem"i çıkardı.
1970 yılında Diyarbakır’da, arkadaşlarıyla birlikte, “Türkiye Mukaddesatçı
Gençlik Teşkilatı” adlı bir dernek kurmuş, verdiği seminerlerle kardeşlik
kültürü temelindeki görüşlerini anlatmıştı. 1974 yılında, Diyarbakır’da aylık
"Çile" dergisini çıkardı.
1976 yılından
itibaren yerleştiği İstanbul’da İş ve İşçi Bulma Kurumunda memurluk; Çatalca,
Şişli, Üsküdar Akşam, Üsküdar Cumhuriyet ve Burhan Felek, Küçükyalı Kadir Has
liselerinde edebiyat öğretmenliği yaptı. Özel bir kuruluşta basın danışmanlığı,
Akabe Yayınevi ve Mavera dergisi yönetmenliği, reklâm ajansı yöneticiliği, Ünlem
Yayınları sahipliği ve yöneticiliği (1990-95), İstanbul Büyükşehir Belediyesi
İETT Genel Müdürlüğü basın danışmanlığı (1995-96) görevlerinde bulundu.
1996’da Ankara’ya yerleşerek Başbakanlık
Danışmanı (1996), Başbakanlık SHÇEK Genel Müdürü ve Genel Müdür Yardımcısı
(1996-98) olarak görev aldı. 1997 yılının Başbakanlık tarafından “Sokak
Çocuklarına Şefkat Yılı” olarak ilan edilmesine öncülük etti.
Türkiye Yazarlar Birliği (iki dönem genel başkan yardımcısı), İLESAM (iki dönem genel başkan) ve Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi oldu.
Çocukları: Özlem Işık, Yunus Işık, Betül Işık Şahinbaş, Abdullah Selçuk Işık.
Torunları: Ömer Tekci, Nida Nur Tekci, Masal Işık Şahinbaş, Bulut Işık Şahinbaş.
2018’den itibaren çalışmalarını Kocaeli’nin Gebze ilçesinde sürdürdü. 06 Nisan 2024 tarihinde tedavi gördüğü hastanede hayata gözlerini yumdu.
Ardından birçok gazete ve dergide yazılar makaleler yayımlandı. Bunlardan birkaçı;
https://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/biyografyanin-kurucusu-ihsan-isik-oldu/11554
https://www.mucadelegazetesi.com.tr/diyarbakir-bir-degerini-kaybetti-ihsan-isiktan-aci-haber
https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/dogan-hizlan/ihsan-isikin-ardindan-42443666
https://www.ozdiyarbakirgazetesi.com/yazarlar/ibrahim-evirgen/ihsan-isik-i-kaybettik/119042/
https://www.maarifinsesi.com/diclede-parlayan-yildiz-ihsan-isikta-goctu/
https://www.diyarbakirsoz.com/magazin/yazar-isiktan-aci-haber-535485
Yazı Hayatı:
İlk yazı ve şiirlerini Diyarbakır yerel gazetelerinden Yeni Şark Postası, Mücadele (1965-69) ve Milli Hakimiyet (1970-71) ile İstanbul gazetelerinden Babıali’de Sabah (1969), arkadaşlarıyla çıkardığı aylık Özlem (Diyarbakır, 1969-70, 8 sayı) gazetelerinde yayımlamıştı.
1971’den itibaren yazı ve
şiirleri Tohum, Hilal, İslâm Medeniyeti, Pınar, çıkardığı Çile
(Diyarbakır, yayın yönetmeni, aylık dergi, 1974-1975, 6 sayı), Yeni Sanat
(1975), İslâm Ümmeti (yönetmen,1982, 12 sayı), Düşünce, Tek Yol,
Muştu, Aylık Dergi, Girişim (yayın kurulu üyesi,1985-87), Mavera
(genel yayın yönetmeni, 1987), Dış Politika (1988), Yürüyüş
(Diyarbakır, 1989), Yeni Zemin (yayın kurulu üyesi, 1995), Yedi İklim
(2002) ve Hece (2003) dergileri ile Hür Söz (Erzurum, günlük
fıkra, 1972), Yeni Devir (sanat-edebiyat sayfası yönetmeni, 1977, 1980),
Millî Gazete (1976-86), Zaman (1986), Akit (Vakit, 1994), Yeni
Dönem (genel yayın yönetmeni, 1999, 2002), Tutanak (2000), Yeni
Şafak (dizi yazı, 2000) gazetelerinde yer aldı. Ayrıca SHÇEK Sosyal
Hizmetler, SHÇEK Gençlik, SHÇEK Çocuk dergilerini kurdu ve yönetti
(1996-97).
1991’de Peygamberimizin Hayatı, 1992’de Dört Büyük Halife adlı kitapları Almancaya çevrildi.
Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi’nin
üç ciltlik basımı 2005 yılında İngilizceye çevrilerek, dönemin Kültür Bakanı
Atilla Koç tarafından Ekim 2005’teki Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarında
yabancılara tanıtıldı.
Akdeniz Kıyısında Bir Çocuk adlı şiiri
iki ayrı formda bestelendi. Bazı şiirleri İngilizce, Arapça, Makedonca ve
Arnavutçaya çevrildi.
1991’de Peygamberimizin Hayatı,
1992’de Dört Büyük Halife adlı kitapları Almancaya; 2005’te Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi
adlı eseri 3 cilt halinde, 2008'de Şiirler
adlı kitabı, 2013 yılında Türkiye
Ünlüleri Ansiklopedisi üç halinde İngilizceye çevrilip yayımlandı.
“Sevgilim Uzaklarda” adlı şiiri,
ünlü besteci Turhan Taşan tarafından 2018 yılında “Uzaktasın Yarim” adıyla bestelendi ve aynı yıl ilk kez Udi Bestekâr
Murat Demirhan tarafından seslendirildi.
İhsan Işık, yazar biyografisi alanında yarım yüzyıla yakın bir sürede sabırla yürüttüğü çalışmalarının ana gövdesini 2006 yılında, 10 cilt halinde “Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi” adıyla yayımladı. Daha sonra 11. cildi de çıkan bu eseri, kendi alanında Türkiye tarihi boyunca yapılmış en kapsamlı çalışma olup, ek cilt çalışmalarıyla genişletilmektedir.
Gezileri:
1995 yılında Türkiye Yazarlar Birliğinin düzenlediği Aşkabat (Türkmenistan), 1996’da KKTC, 2003'te Strasbourg (Fransa) Türkçenin Uluslararası Şiir Şölenlerine katıldı. Yurtiçi ve yurtdışında çok sayıda konferans verdi, panel ve açık oturumlara konuşmacı ve yönetici olarak katıldı. Aynı yıllarda Almanya’yı birçok kez, iki aylığına Fransa’yı; kısa sürelerle Kıbrıs, Hollanda, Lüksemburg, Belçika, Türkmenistan, İran, Arnavutluk ve Makedonya'yı dolaştı. İzlenimlerinin bir bölümünü kitaplaştırdı.
Katıldığı
Şura ve Sempozyumlar:
İhsan Işık, çeşitli tarihlerde, Kültür
Bakanlığı ile Aile Bakanlığının düzenlediği şuralarda; DİTAV ve Dicle
Üniversitesinin düzenlediği sempozyumlarda bildirileriyle katılıp konuşmalar
yapmış; bunlardan bazıları kitap halinde yayımlanmıştır.
Ödülleri:
İhsan Işık, biyografi çalışmalarıyla 2004’te İLESAM Türk Dünyası Hizmet Ödülüne,
2005’te Türkiye Yazarlar Birliği Özel Ödülüne,
2014'te ESKADER tarafından Ansiklopedi dalında Yılın Yazarı
ödülüne değer görülmüştür.
ESERLERİ (İlk basım tarihleriyle):
Şiir:
Eğilim Anıları
(1975),
Akrep ve Yelkovan
(1987),
Akdeniz Kıyısında
Bir Çocuk (1995),
Kuğulu Park’taki
Kuşlardan Biri (2002),
Şiirler 1968-2008
(2008).
Deneme-İnceleme:
Kültürümüzün
Kimliği (1982, gen. 5.bas. 2018),
Sömürgeciliğin
Çağdaş Boyutları (1983),
Uluslararası
Sorunlar / İslam Dünyası ve Türkiye (1987),
Kültürümüz ve
Kadınlarımız (1987),
İki Yobaz (1995),
Altmışında Rock
Dinlemek (2015).
Monografi:
Peygamberimizin
Hayatı (1986),
Bediüzzaman Said
Nursi ve Nurculuk (1990, Üstad Said Nursi adıyla, 2011).
Dört Büyük Halife
(1991, Dört Büyük İslam Önderi adıyla, 2010),
Filit Girişen /
Hayatı-Düşüncesi-Eserleri (1999).
Biyografi - Sözlük - Ansiklopedi:
Yazarlar Sözlüğü (1990, gen. bas. 1998),
Ortaokul ve Liseler İçin Yazarlar ve Şairler Sözlüğü (1993)
Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (Tek cilt, 2001, 3 cilt, 2004),
Ankaralı Şairler ve Yazarlar (2003),
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (10 cilt, 2006, 11. cilt: 2009),
Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi (6 cilt, 1- Ünlü Devlet Adamları, 2- Ünlü Bilim Adamları, 3- Ünlü Fikir ve Kültür Adamları, 4- Ünlü Edebiyatçılar, 5- Ünlü Sanatçılar, 6- Ünlü Kadınlar, 2013),
Diyarbakır Ansiklopedisi (5 cilt, 2013),
Geçmişten Günümüze
Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014).
Bilim ve Düşünce
Tarihimizde Ünlü İsimler (Tek cilt ansiklopedi, 2018)
Gezi:
Makedonya ve
Fransa İzlenimleri (2002),
On Ülkeden Gezi
İzlenimleri (2014).
Çocuk Romanı (Savaş Yüce adıyla):
Kaçaklar (1987),
Sevgili Anneciğim
(1988).
Almanca:
Das Leben Des
Islamischen Propheten Mohammed (1991),
Die Vier Grossen
Kalifen In Der Islamischen Religion (1992).
İngilizce:
Encyclopedia of
Turkish Authors (3 cilt, İngilizce, 2005),
Rainy Cty (2008),
Encyclopedia
Famous of Turkey (3 volume, 2012).
Antoloji (Editör):
İLESAM 2008 Şiir
Antolojisi (2008).
Yer Aldığı Antoloji:
Türk Şiiri Özel
Sayısı (Hece dergisi, Sayı: 53/54/55, Mayıs/Haziran/Temmuz 2001)
Ortak
Kitap (Sempozyum Kitapları):
1.Bütün Yönleriyle Diyarbakır
Sempozyumu (27-28 Ekim 2000, Ankara, 2000; İhsan Işık / “Seyfüddin Âmidî
Kimdir, Önemi Nereden İleri Gelmektedir?”, s. 194-200),
Tanzimat’tan Günümüze Diyarbakır
Cilt 3 (Editörler: Oktay Bozan, Hakan Asan, Hatip Yıldız, Mehmet Salih Erpolat,
2019; İhsan Işık / “Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Diyarbekirli Yazarlar”, s.
108-122).
Bölüm Yazarı:
Bulutları Delen Kartal (Cemil
Meriç’le röportajlar, Editör Mustafa Armağan, 2012).
Mehmet Akif Dönemi ve Çevresi (TYB-
2021)
SEÇİLMİŞ
KAYNAKÇA: Yahya Akengin / Eğilim Anıları (Hisar, sayı: 140, Ağustos 1975),
Necati Polat / Cumhuriyet Dönemi Şiirine Bakış ya da Son Elli Yılın Şiiri - Üç
Şair Üç Söyleşi / İhsan Işık’la (Aylık Dergi, Şiir Özel Sayısı-1, Nisan-Mayıs-Haziran
1982), Günümüz Türkiyesinde Kim Kimdir? (1989, 1990), İhsan Işık / Yazarlar
Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) –
Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü
Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) -
Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Türk Şiiri Özel Sayısı (Hece
dergisi, Sayı: 53/54/55, Mayıs/Haziran/Temmuz 2001), Abdurrahim Karakoç / Yayın
Dünyasından Bilgiler (Akit, 19.11.2001), Metin Cengiz / Türkiye Yazarlar
Ansiklopedisi (Varlık, sayı: 1131, 1 Aralık 2001), Tansu Bele / Yeni Bir
Yazarlar Ansiklopedisi (Cumhuriyet Kitap, sayı: 624, 31.1.2002), Abdurrahman
Dilipak / Depoda Ne Var? (Vakit, 4.3.2002), Ömer Lekesiz / Yazarlar
Ansiklopedisi (Hece, sayı: 63, Mart 2002), Muzaffer Uyguner / Türkiye Yazarlar
Ansiklopedisi (Cumhuriyet Kitap, 11.4.2002), Ruhan Mavruk / İz Bırakmak (Berfin
Bahar, Temmuz 2002), Necmettin Turinay / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi:
Türkiye’nin Birikimi (Umran dergisi, Eylül 2002), Hasan Akarsu / İhsan Işık’ın
Şiirleri (Türk Dili Dergisi, Ocak-Şubat 2003), Sedat Umran / Türkiye Yazarlar
Ansiklopedisi (Yedi İklim, Ağustos 2004), Canan Sevinç / İhsan Işık -
Encyclopedia of Turkish Authors (Hece, Mart 2006), Mevlüt Mergen / Ali
Emiri'den Sonra İhsan Işık! (Yeni Yurt, 23.06.2009), Suavi K. Yazgıç / Bir
Ansiklopedistin Portresi: İhsan Işık (Gerçek Hayat Dergisi, 7 Ekim 2011), Mustafa Miyasoğlu / Ünlüler
Ansiklopedisi (Yeni Akit, 11 Şubat 2013), Araştırmacı
yazar İhsan Işık 'Bâbıâli Sohbetleri'nde 'Türkiye'de Ansiklopediler ve
Ansiklopedicilik' konusunu anlatacak (Yeni Şafak, 08 Ekim 2013), Diyarbakır
Valiliğinden Değerli Bir Eser (İlke Haber, 23.08.2014), Mehmet
Aycı / Her insana bir biyografi olarak bakıyor (dunyabizim.com, 10.06.2013; “İki
Yüz” kitabı içinde, 2015), Sultan Su Esen / İhsan Işık'ın İbretlik Dersle Dolu
Fransa İzlenimleri (gercekedebiyat.com, 04.03.2015), Batıyı çamurdan kurtaran
Müslümanlardır (milatgazetesi.com, 22.01.2019), Kayapa söyleşilerinin konuğu
İhsan Işık (dunyabizim.com, 29 Ocak 2019), Kamil
Parın / “Işık, İhsan” (teis.yesevi.edu.tr, 2019), Bülent Ağaoğlu / Ünlü Fikir ve Kültür Adamları İhsan
Işık: Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi - Ünlü Fikir Ve Kültür Adamları 3.Cilt.
(Ankara: Elvan Yayınları. 2013) Kitapta Yer Alan Kişilerin Alfabetik Listesi
(https://bulentagaoglu.blogspot.com/2020/06/unlu-fikir-ve-kultur-adamlari-ihsan.html).
Burası
dünya
Gökler
mi yüksek mi alevler mi
Hani ya kızgın sularda
Yüzmeyi
bilen gemi
Burası
Türkiye
Ve
şımarık buzul
Ve
direnen çiçek
Biraz
sen biraz ben
Apaydınlık
gelecek
Burası
ben
Her
şey gittiğinde arda kalan
Sayılarına
gelince
Akrep
ve yelkovan
KUĞULU PARK’TAKİ
KUŞLARDAN BİRİ
İhsan IŞIK
Evim
yok bu şehirde Tanrım
Buralarda
kimsem yok
Bilemiyorum
hangi sokak hangi kapı
Geceleri
yekpare ıssızlıktır
Bir
konukevinde bir seccade
Ben
kimim bu şehirde Tanrım
Tanıyan
yok bilen yok
Ha
ben ha Kuğulu Park'taki kuşlardan biri
İsmimi
antetli kâğıtlardan okuyor herkes
Kaç
zamandır kayboldum aramıyor beni annem
Bir
sevgilim var Tanrım çok uzaklarda
Sesi
telefonun ucunda mı yüreğimin içinde mi bilemiyorum
Ve
o bilmez bu denli hasret nedir bu denli sevmek
Her
sabah her akşam hayali karşımdadır
Ben
hayalinin yanında
Bir
düş kurdum Tanrım ne olur uyandırma
Küçücük
bir düştür bu senin yüce katında
O
bir yerde kaldı, ben bir yerde
Ne
olsun küçük bir armağan olsun
O
da olsun yanımda
Saatlerimi
sana kurdum her sabah
Karaladım
üstünü tüm sayıların
Çıktım
cennetinin yolculuğuna
Gelip
cehenneminde durdum
Uykusuzdum
perişandım
Bütün
yaralar omzumda
Sen var
ya sen
Geçen ve
geçmeyen saatlerime ayna
Bir gün
dedin ki bana
Artık
dolanıp durma kapımda
Ey
fırtına ey boran ve ey talihsiz adam
Senin
için ıssız bir adadır dünya
Sılan yok
mu senin ey yabancı
Şimşekler
altında bir çadır
Zehirli
bitkiler ormanı ya da
Ben var
ya ben
Eskiden
beri dil bilmezin biriydim
Senden sonra
eklendi kimsesizliğim
İşte
bundandır kekemeliğim
Ve mavi
ve kızıl gecelerimden
Bir dize
haber veremeyişim sana
Aslında
hiçbir gün hiçbir şey
Diyemedim
ki sana
Vuruldum
yalnız hep yapayalnız
Saatler
günler aylar boyunca
Bu eşkıya
kentin sokaklarında
Bıkıp
usanmadan aradım her gün
O mağrur
bakışının bir eşref saatini
"CEMİL MERİÇ'LE BİR KONUŞMA"
(*)
İHSAN IŞIK
Sunuş
1980 yılının son günlerinde, sanat-edebiyat sayfasını yönetmeye devam
ettiğim Yeni Devir gazetesinde güzel
bir heyecan vardı. Üstad Cemil Meriç,
gazetemizde günlük yazılar yazmaya başlayacak, bu yazılar okuyucularımız için
büyük bir kazanç olacaktı.
Yazı işleri müdürümüz Mehmet
Durlu, bu vesileyle üstadla yapılacak bir röportajın güzel karşılanacağını
söylemiş ve bunu benim yapmamı istemişti. Yaklaşık iki hafta süren bir
hazırlıkla üstadın eserlerini yeniden gözden geçirdim. Sorularımın sıra dışı
olduğuna kanaat getirince randevumu alarak üstadın kapısını çalma cesaretini
gösterebildim.
Kapı girişinden başlayarak her tarafı kitaplarla dolu evinde
gerçekleşen bu röportajda Üstad Cemil Meriç’in çok önemli mesajlar verdiğini;
bu mesajların, üzerinde makaleler yazılacak kıymette olduğunu hatırlatarak,
kendisini bir kez daha rahmetle ve minnetle anıyorum.
İlk defa
tarihinde 9 Ocak 1981 tarihinde Yeni
Devir gazetesinde – elimde olmaksızın küçük bir bölümü çıkarılarak- tam sayfa
halinde “Cemil Meriç’le Bir Röportaj”
başlığıyla yayımlanmış olan bu röportaj, büyük ilgi görerek aynı yıllarda bazı (Suffe Yıllığı vd.) yıllıklara alındı.
Son olarak da
2004 yılında, iki editör tarafından bana haber verilmeden değiştirilip
kısaltmalar yapılarak, Cemil Meriç’le yapılmış röportajları toplayan bir kitapta
“Tanzimat’tan Beri İslam Düşüncesi Zeval
Halindedir” başlığıyla yer aldı. (**)
Röportajın bant çözümü orijinal metni ilk defa şimdi yayımlanmaktadır.
CEMİL MERİÇ-
İnsanın hayatından bahsetmesi teşhir illetinin bir nev'i. Sevmem bunu. Otuz yıl
hocalık yaptım. Babam hâkimdi. Valide ilmiye sınıfındandı. 4 yaşından beri
okuyorum. Hayatım kitaplarımdır. Bir takım memuriyetlerim de oldu. Okumak,
okutmak, öğrenmek, öğretmek, bunun için yaşıyorum. Antakya'da doğdum. Tarihi: 12.12.1917. Demek ki 63'ü tamamladım.
Bazı bahtiyar tesadüflerim oldu. Çok iyi hocalarım vardı. Ali ibni Fani orta
mektepte hocamdı. 1. dünya savaşından önce Edebiyat Fakültesi'nde metin şerhi
profesörüydü. Edebiyatı çok iyi bilirdi. Üniversite'de hocalarım olmadı. Lisem
üniversitemdir. Mahmut Ali, Memduh Selim yâd ettiğim hocalarımdır.
İHSAN IŞIK - Okuduğunuz okullar?
CEMİL MERİÇ
- Rüştiye mektebi, sonra Antakya Lisesi.
Sonra İstanbul Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi. Babam hâkimdi Antakya'da.
Ben de orada doğdum. Sonra Reyhaniye'ye geldik. Antakya Lisesi'ne girdim.
Antakya Sultanisi idi adı. Sonra lise oldu. Antakya Lisesi. Orayı bitirdikten
sonra İstanbul'a geldim. Edebiyat Fakültesi'ne girdim. Fakülteyi bitirdikten
sonra hoca oldum Elaziz Lisesi'nde. Elaziz Lisesinde iki sene kaldıktan sonra
İstanbul'a döndüm. Bir miktar yazı yazarak hayatımı kazandım. Sonra
üniversitede yer açıldı. Haliyle oraya girdim.
İHSAN IŞIK
- Üniversite hocalığına başlamış oldunuz?
CEMİL MERİÇ
- Yetmiş dörde kadar üniversitede kaldım. Kırk altıdan yetmiş dörde kadar.
Yetmiş dörtte emekli oldum.
İHSAN IŞIK - Eserlerinizden aldığım notlarla ve diğer
konularla ilgili sorularım var.
CEMİL MERİÇ
- Evet, buyurun.
İHSAN IŞIK
– Osmanlının son döneminden bahsederken, “Genç batının her nazına, her
cilvesine katlanan bir ihtiyar âşık olduk” diyorsunuz. Her dönemin belli
vadeleri olduğuna inanıyor musunuz siz de? Bu “ihtiyar âşık” hissedişi bir
zorunluluk muydu acaba?
Bir de, “ihtiyar âşık”ların torunları şimdi aynı
sevgiliye hem çiçek hem taş gönderiyor. Bir de buna ne dersiniz?
CEMİL MERİÇ
– Güzel.
CEMİL MERİÇ
– Bir daha oku şunu.
(Soru tekrarlandı. Cemil Meriç, konuşmamızı izleyen
bir misafir gence dönerek)
-
Çetin bir sual, değil mi evladım?
MİSAFİR GENÇ
– (Bana hitaben) Bir daha sorar mısınız?
İHSAN IŞIK - Bir daha sorayım mı efendim?
CEMİL MERİÇ - Buyurun.
(Soruyu tekrarladım)
CEMİL MERİÇ
- Garip bir sual.
MİSAFİR GENÇ
- Cebir muhasebesi gibi bir şey.
İHSAN IŞIK – Af edersiniz, galiba biraz karışık sordum.
MİSAFİR GENÇ
- Hayır, soru karışık değil, ben latife
ediyorum.
CEMİL MERİÇ
- "Bu, bir trajediyi belirtmek için
söylenmiş edebi bir nevi söz. Yani o hale geldik, müstağribler daha doğrusu.
Benim müstağribler dediğim bir tip vardır biliyorsunuz.
İHSAN IŞIK - Evet.
CEMİL MERİÇ
- Müstağrib, ülkesinde muhacir, batılılaşmış ve garip. Hem garibe, hem garbi
kucaklayan bir isimdir müstağrib kelimesi. Müstağriblerle o hale geldik.
Başlangıçtan itibaren âşıktık. Bu aşk son zamanlarda büsbütün arttı. Ve biz de
ihtiyarladık zaten. İhtiyar bir medeniyetin çocuklarıydık. Bu, müstağriblerin
anatomisidir. " Aşk... Âh minel aşk ve halatini" denildiği gibi, aşkın
tecellileri belli olmaz. İhtiyardır,
sevgilisini memnun edemediği için bazen taş gönderir, bazen çiçek.
İHSAN IŞIK - İfade edemediğimin farkındayım. Af edersiniz,
bir şey sormak istiyorum. Bazı sosyologlar belli dönemlerin belli vadeleri olduğunu
kabul ederler. Acaba bu, Osmanlının son dönemindeki "ihtiyar^ âşık"
hissedişi, biz artık zorunlu olarak kocadık, yapabileceğimiz bir ihtiyar
aşkıdır, hissedişi miydi?
CEMİL MERİÇ
- Böyle bir muaşakayı yazmadım. Bu bir edebi söyleyiş. Müstağrib tabii ki
ihtiyarladı. Esasen Osmanlı medeniyeti ihtiyar bir medeniyetti. 600 sene
yaşayan bir medeniyetin çocukları elbette ihtiyarladılar. İhtiyarlamışlardı
artık. Büyük yaratıcılıklarımı, büyük
enerjilerini kaybetmişlerdi. İhtiyar birer âşık psikolojisi içindeydiler. Binaenaleyh
ihtiyar âşık ister istemez, elinde iktidar olmadığından her cilvesine
katlanacaktır sevgilinin, değil mi? İhtiyar âşıkların, genç metresleri
karşısında duydukları zaafı işaret ettim. Biz de o hale gelmiştik.
İHSAN IŞIK – Sağ olun. Bir de diyorsunuz ki, "Bütün Kur'an'ları yaksak, bütün camileri yıksak Avrupalının gözünde
Osmanlıyız, Osmanlı yani İslam; karanlık,
tehlikeli düşman bir yığın."
Ortak Pazar statüsünde Avrupalıyla kucaklaşacağımız
resmediliyor. Böyle bir ihtimalde işin içinde kültür de var. Kültürümüzün istikbali
hakkında, bu ihtimal üzerine
düşünceleriniz?
CEMİL MERİÇ
- Ne diyebilirim ki, edebiyattan politikaya geçiyorsunuz. Buna zaten cevap
verilmiştir. Elbette iyi olmayacaktır. Avrupalı düşüncesini hiç bir saman
değiştirmedi, değiştirmeyecek. Bizi öyle görüyor.
İHSAN IŞIK - O zaman değişen biz mi olacağız?
CEMİL MERİÇ
- Evet. Politikada bir şey yok. Politikada oportünizm bahis konusudur. Her
kılığa girebilir politika, bir takım mecburiyetler tahtında birçok anlaşmalar
yapılabilir. Ama bu anlaşmalarda vaziyetin değişmiş olduğu meydana çıkmaz.
Avrupa daima böyle görür bizi. Nitekim halen öyle değil mi? Avrupa neşriyatında
bizi ciddiye alan, bize saygı gösteren bir çeşni yok.
İHSAN IŞIK - 1938'de Nusret Safa isimli bir gazeteci
"Milli bir edebiyat yaratabilir miyiz?" konulu bir anket düzenlemiş
ve devrin değerlerinden almıştı. Böyle bir soruya ne cevap verirdiniz bilemiyorum.
Fakat soruyu şöyle değiştirmek istiyorum: İslam tefekkürünün beraberinde bir
İslam edebiyatı getirmesi konusunda düşünceleriniz, önerileriniz ne olur?
CEMİL MERİÇ
- Her edebiyat bir dünya görüşünün ifadesidir. Edebiyatın temelinde bir dünya
görüşü vardır. Bizim de dünya görüşümüz İslamiyet’tir. Binaenaleyh ayrıca bir milli
edebiyata ihtiyaç yok. Elbette her Müslüman’ın, her Türkçe yazan Müslüman’ın Müslüman’ca
düşünmesi ve Müslüman’ca ifade etmesi tabiidir. Milli bir edebiyat diye bir mefhumun
olduğuna da kani değilim. Öyle bir mefhuma ihtiyaç yok. Edebiyat bir toplumun
ifade vasıtasıdır. Eğer bu toplum Müslüman’sa dünya görüşü İslami dünya görüşü
ise elbette edebiyatı da İslami ve dini olacaktır.
İHSAN IŞIK - Bazı edebiyat türleri hakkında, mesela roman
hakkında "bizim değil" diyorsunuz. Tiyatro da öyle. Diyelim ki İslami
bir edebiyat İslam tefekkürüyle birlikte yeniden gelişip yayıldı, kök saldı.
Acaba yeni türler bulmaya veya eski türlerden yararlanmaya mı ihtiyaç
duyacağız; yoksa onlara kendi kültürümüzden aşılara bel bağlamaya mı devam
edeceğiz?
CEMİL MERİÇ
- Teknik çalışma budur. Neviler bütün dünyanındır. Roman nevileri, diğer
neviler, bunlar bütün dünyada var. Çin'de de var, Japonya'da da var. Kendi
ülkelerinin hususiyetlerini taşıyan, kendi ülkelerinin rengini taşıyan birer
edebiyat dalı haline geliyor. Ama bu neviler üniversaldır. Çin-maçinden beri
hepsi var bunların. Yani bunlar bir kıtanın malı değildir. Biz uzun zaman
almamıştık bunları. Fakat bunları Avrupa'ya mal etmek yanlıştır bence. Roman da,
şiir de, şiirin bütün nevileri de bütün medeniyetlerin ortak mirasıdır. Ama
bazı neviler bazı ülkelerde daha çok gelişmiştir. Bazı ülkelerde gelişmemiştir.
Yani kıymetli olan, her şeyi alacağız. Duvarları kapamayacağız. Roman da
tiyatro da birer ifade vasıtasıdır. Bunlardan istifade edeceğiz. Zaten tekrar
ediyorum, bunlar herhangi bir ülkenin malı değil, kökleri tarihin derinliklerine dayanır. Edebiyat, insanın
kendini ifade etmesidir, Ruh dünyasını kelimeler vasıtasıyla ilan etmesidir.
Yani ben bu hususta bir kısıtlamaya, pencereleri kapamaya taraftar değilim.
Edebiyat insanlığın ortak malıdır. Aşağı yukarı, bütün dünyada nevileri
aynıdır. Yalnız bazı ülkeler, nevilerinden bazılarına daha çok öncelik
tanımış, onların üzerinde derinleşmiş, onlara adeta kendi ülkelerinde kendi
tarihlerinde kendilerini ifade vasıtası telakki etmişlerdir. Ama nevileri, bu
Avrupalı, bu Asyalı diye ikiye ayırmak mümkün değildir. Yeni bir şey icat
etmenin manası yok. Varsa ihtiyaç, olur.
Ama ihtiyaç, yok demek ki yeni bir şey olmuyor. Bizde Avrupa ile temastan önce
Roman diye bir şey yoktu, hikâyeler vardı. Bunları anlattım muhtelif
yazılarımda. Hikâyenin kendine mahsus hususiyetleri vardır. Ama Avrupa daha
çok ilerlemiştir romanda, metotlarını daha sarih olarak anlatmıştır. Biz e onun
metotlarını aldık, benimsedik. Bunda bir şey yok, aykırılık yok İslamiyet’e ve
milliyete.
İHSAN IŞIK - Bazıları için müstesna diyemez miyiz? Mesela tiyatro? İslam’da
kadının sahneye çıkması...
CEMİL MERİÇ - Yok, tiyatro yok bizde.
İHSAN IŞIK - Tiyatro yok.
CEMİL MERİÇ - Yok. Hiç bir zaman da gelişmemiştir.
İHSAN IŞIK - Yani İslami bir tiyatro olamaz?
CEMİL MERİÇ - Evet, İslami bir roman olabilir belki ama İslami tiyatro olamaz.
İHSAN IŞIK - Teşekkür ederim. İran devrimi üzerine birçok yorum var. Bunlardan
bazıları hakkında sormak istiyorum.
Deniliyor ki, "İran İslam devrimi, 1789 Fransız,
1917 October devrimleriyle birlikte üç büyük devrimden birisidir ve önem bakımından onlardan aşağıda değildir.
Bu devrim, yeni bir çağın, İslam çağının habercisi, işareti sayılabilir." Siz ne dersiniz?
CEMİL MERİÇ - Efendim, ben bu konularda daha ihtiyatlı yazmak lazım geldiğine
kaniim. Çünkü henüz meyvelerini vermiş, vaidlerini tutmuş, bitmiş bir
devrim değildir. Başlamış bir devrimdir. Belki bir ümittir, belki bir
müjdedir, belki bir fecir pırıltısıdır.
Fakat bunun büyük etkileri olabileceği, gerçekten dünyayı değiştirecek, İslam
dünyasında büyük akisler uyandıracak, büyük uyanış ve kalkış teşkil edebilecek
mahiyette midir? Bunları söylemek için henüz kehanete ihtiyaç var. Hiç kimse
söyleyemez. Bu sadece ümittir, güzel bir ümittir.
MİSAFİR GENÇ - Keşke böyle olsa.
CEMİL MERİÇ - Keşke böyle olsa diye bekleriz. Fakat henüz belli değil. Büyük bir
talihsizlik eseri olarak Irak ve İran birbiriyle tutuştu. Ümitlerimiz bir
parça zedelendi. Ümitlerimiz, ilk anda çok büyük olan
ümitlerimiz, müteakip hadiselerle biraz küçülmek zorunda kaldı. Ben dostça
karşılarım. Dostça bir harekettir, güzel bir harekettir, fakat nasıl bir netice
vereceğini bilemiyoruz. Keşke öyle olsa. Burada, lehte konuşanlarda, aleyhte
konuşanları da ifratla tefrit arasındadırlar. Ben her ikisini de doğru bulmam.
Bekleyiş devrindeyiz, bekle de gör. Daha belli olmadı ki. İhtilal bir senede
iki senede meyvelerini vermez. Hakkında karar vermekte caiz değildir. Çünkü
henüz yaşanan bir tarih bu. Biliyorsunuz; tarihçilerin şöyle bir prensipleri
vardır: Umumiyetle otuz sene geçmeden üzerinden, bir vakadan bahsetmezler. Tarih
olması için, tarihin konusu olması için en az otuz sene geçmesi lazım
üzerinden. Bu bir başlangıç, bir fecir pırıltısı, sönebilir de muhteşem bir maceranın
başlangıcı da olabilir. İran'da buna benzer hadiseler çok görülmüştür. İran
içtimai bakımından zaman zaman volkanik bir arazidir. Yani Bahaizm, Babizm gibi
birçok karanlık hareketler vardır tarihinde. Bu hareket onlara benzemez, kabul
ediyorum. Fakat ne olacağını önceden kestirmek kabil değildir, vakit erkendir.
Bu kadar kesin çizgilerle, olmayan bir
istiklali olmuş gibi telakki etmek yanlıştır. Bunu söylemek ancak falcılara
mahsustur. Tekrar ediyorum, İran devrimi çok muhteşem bir hadise olabilir,
İslâmiyet için bir uyanış hamlesi olabilir, bir fecir pırıltısı olabilir,
güzel bir günün başlangıcı olabilir, fakat sönebilir de. Henüz bitmiş değildir
yani. Sadece dostça bir davranış ve bekleyiş içinde olmamız gerekir.
İHSAN IŞIK-
Fransız ve Rus devrimleriyle karşılaştırılmasını erken buluyorsunuz.
CEMİL MERİÇ-
Çok erken.
İHSAN IŞIK-
Siz, bizdeki batıcılık macerasını en iyi bilenlerdensiniz; aynı şekilde batı
medeniyetinin insan ayağının değdiği her noktaya damgasını her vuruşunu da. Bu
bir kaçınılmaz sanılırken ters bir örnek verildi İran'da. Bu coğrafya da İslâm
devrimi uzun zaman egemen olmuş batılı anlayış, kavrayış ve hayat tarzına rağmen
kucaklandı. Bu konu için düşünceleriniz?
CEMİL MERİÇ-
Yukarda söyledim. Çok güzel, göz yaşartıcı, göğüs kabartıcı bir hadisedir.
Fakat bitmeyen bir hadise hakkında hüküm vermek yersizdir. Yukarıdaki sualin
cevabı bunun da cevabıdır. Ben sadece ümitle bekliyorum ama henüz bir şey
söyleyemem. Yani böyle beş muvaffakiyet üç başarısızlık bir şey ifade etmez.
Tarihte bazen böyle aldatıcı şeyler vardır. Yani fecri kazipler vardır. Fecir
sökmeden evvel bir şey söyleyemeyiz. Fecri sadık mıdır, fecri kâzip midir, bunu nasıl bileyim ben?
Aşağı yukarı bütün neşriyatı takip ettim, Türkiye’de çıkan. Bana sadece ümit
verdi. Sonra bu aksi hal, yani Irak-İran savaşı ümitlerimi zayıflattı. Yani
eskisi kadar heyecanlı değilim. Bu aksi şey tabii, İran devriminin hatası
değildir, böyle bir şey olması. Fakat Amerika,
Rusya, her neyse harici kuvvetler bu hale getirdiler. Mukavemet edebilecek mi
bu fırtınaya? Bunu bilemiyorum. Yüzde yüz nikbin de değilim, bedbin de değilim.
Bu medeniyet, İran medeniyeti gibi eski bir medeniyet, bu fırtınalara karşı
koyabilir. Atlatabilir bunları. Fakat atlatamayabilir de. Tarihle birçok
hadiseler beklenmedik neticeler verebilmiştir. Sadece çok hoşuma giden dostça
karşıladığım ve başarısını temenni ettiğim bir hamledir. Yalnız bu
hamlenin bütün meyvelerini verdiği ve kesin bir
tahlile tabi tutulabileceğini söylemek erkendir bence.
İHSAN IŞIK- Erken bulduğunuzu söylediniz. Fakat konu ile ilgili bir soracağım
daha vardı. Müsaadenizle soruyorum.
Deniliyor ki; “Marksizm, İran devrimini kavramakta aciz
kalıyor. Kapitalizm sürecini tamamlamadan devrim oluyor ve bu devrim sınıf
devrimi değil. Üstelik otoritenin en güçlü, ekonominin en rahat
zamanında. Devrim sınıf önderliğinde olmadığı gibi, bir parti veya herhangi bir
örgüt de yok. Ve İran halkı devrime ekonomik talepler belirtmeden sarılıyor,
Allah-u Ekber diyerek katılıyorlar."
Bu tespitlere bakılarak, İslâm topraklarında
Marksizm’in işinin bittiği, sözü İslâm dirilişinin alacağı söylenebilir mi?
(Celim Meriç, bu konuları yukarda cevapladım dercesine
susunca, soruyu niçin gerekli gördüğümü
anlatmaya çalıştım.)
İHSAN IŞIK- Özellikle şunun için soruyorum: Deniliyor ki, "Komünist partilerin
ilk kurulduğu yerlerden birisi de İran'dır. Bütün çalışmalarına rağmen.
İran'da bir devrim oluyor fakat bu devrim Marksist bir devrim olmuyor, İslâm
devrimi oluyor. "
CEMİL MERİÇ- Doğru. Bunların hepsi güzel, hepsi doğru. Yalnız tekrar ediyorum,
mesele belli değil henüz. Yani bu başarılacak mı başarılamayacak mı? Böyle bir
ümit belirmiştir. Çok güzel bir şey bu. Birçok peşin hükümler yıkılmıştır. Bu
da çok güzel bir şey. Fakat bitmedi ki mesele.
MİSAFİR GENÇ- Şöyle bir şey sorabilir miyim? Arzu etmeyiz ama muvaffak olamadığı
takdirde ne olabilir?
CEMİL MERİÇ- Evet, tabii.
MİSAFİR GENÇ- Muvaffak oldu, tamam. Fakat diyelim ki olamadı, çeşitli harici
güçler İran'daki bu ümidi söndürdüler veyahut saptırdılar. O zaman ne olacak?
Hiç de gayri mümkün değil, yani mümkün olabilir.
CEMİL MERİÇ- Tabii, olabilir. Solon'un meşhur hikâyesi. Fıkra ile cevap
vereceğim. Solon'un meşhur cevabını vereceğim. Solon, Yunanistan'dan ayrılıp
seyahate çıkar, dünyayı dolaşır. Bu dolaşmada dostlarının arzusunun tesiri
vardır. Çıkar Yunanistan'dan, Firikya'ya gider. Orada hükümdar meşhur
Karun'dur. Solon tanınmış bir adam, izzet ikram eder misafirine Karun. Zengin
adam biliyorsunuz; hazinelerini gezdirir, Solon'un gözlerinin kamaşacağını
zanneder. Gezdirme bitince sorar Solon'a: "Dünyanın en bahtiyar adamı
kim?" diye. Karun, beklemektedir ki Solon "Sensin" desin.
Solon, düşünür der ki, "Dünyanın en bahtiyar kadını Yunanlı bir kadındır.
Çocukları muharebede öldüler. Kadın tek başına kalmış, fakat gayet
bahtiyardır." "İkinci bahtiyar adam kimdir?" diye sorar Karun.
Solon, ona da müteakip sorulara da benzer cevaplar verir. Karun şaşırır,
"Ben böyle yaşarken nasıl olur?" der. Solon ona, "Sen
yaşıyorsun, bitirmedin hayatını. Bütün bu ihtişamın, bütün bu servetin yarın ne şekil alacağı
belli değildir" cevabını verir. Bir insan hakkında hüküm vermek için
hayatının tamamlanması lazım. Hikâyenin devamını biliyorsunuz. Darius
Frikya'yı istila eder. Karun'u yakalayıp asmaya götürürler. Darağacına gelince
Karun, "Solon, Solon !" diye bağırır. Darius, "Deli mi bu adam,
niçin bağırıyor?" diye sorar. Karun cevap verir. "Efendim” der,
"Böyle bir hikâye oldu. Mağrurdum, son derece bahtiyar olduğumu
zannediyordum. Dünyada benim hazinelerimden daha büyük hazineler yoktu. Fakat Solon,
"Belli olmaz, ölünceye kadar hakkında hüküm vermek doğru değildir"
demişti. Filhakika böyleymiş. Zatıâlinizin de böyle bir akıbete duçar olup
olmayacağı belli değildir" der. Darius emir verir, Karun'u serbest
bırakırlar, Tarihte böyle garip
hadiseler, çok güzel başlayan, çok kötü biten hadiseler vardır. İnşallah bu
böyle değildir. Yani, temennimiz,
gönlümüz İran'la beraberdir. Fakat bir ilim adamı olarak vaktin erken olduğu
kanaatindeyim, isterim iyi olmasını ama konuşamam.
İHSAN IŞIK
- İngiltere, Amerika ve birçok Batı ülkesinde İslam’ın bilgiden ziyade tarikatlar
yoluyla müntesipler bulduğunu öğreniyoruz. Türkiye'de de bu temayül
yenileniyor. Son yıllarda aralarında bir hayli yazar-çizer ve bürokrat olmak
üzere tarikatlara ilgi gösterenler var. Bu temayülün âmilleri hakkında
düşünceleriniz?
CEMİL MERİÇ
- Batıda İslam’ın misyoneri yoktur. Tarikatlar bu vazifeyi görüyorlar. Bir
nevi misyoner vazifesi görüyorlar. İslamiyeti götürüyorlar. İnsanlar hakikati
görsün, ne yolla görürse görsün, fena bir şey değil. Yalnız, Türkiye'de böyle
bir şey olduğunu, tarikatlara kucak açış
hamlesi olduğunu zannetmiyorum. Çünkü tarikatlar, bir yerde ayırır insanları,
birleştirmez. Ve Türkiye'de bilhassa böyle. Ben tarikatlardan yana değilim kişi
olarak. Ama bunlar
da İslamiyet’e faydalı oluyorsa fevkalâde güzel. Söylenecek bir şey yoktur. Tarikatlar
dışındaki insanlar eğer İslamiyet’in
yayılmasına hizmet etmiyorlarsa, bu kendi
cehaletleri, kendi gafletleri, kendi hatalarıdır. Ediyorlarsa fevkalâde güzel.
İHSAN IŞIK
- Şüphesiz öyle de, asıl öğrenmek istediğim şu: Acaba, niçin bunlar bilgi
yoluyla değil de tarikat yoluyla, duygu yoluyla daha çok etkileniyorlar?
CEMİL MERİÇ
- İnsanlar öyledir, işin içine çeşitli madrabazlıklar karışabilir, fakat
karışmayabilir de. Bir tarikat kurucusu pekâlâ İslamiyeti yayabilir. Mesele
yaptığı iştir. Ben Türkiye'de tarikatların lüzumuna kani değilim. Ama yabancı
memlekete gidebilir, misyoner olarak. Eğer muvaffak oluyorsa, Avrupalıları
İslam yapabiliyorsa alkışlamağa layıktır. Başka bir şey söylenemez ki.
İHSAN IŞIK
- Ama mesela İngiltere'de Müslüman olan bazı aydınlar da var. Üniversitede
görevli kişiler, bilgiyle uğraşan
insanlar. Fakat bunlar İslam’a bilgi yoluyla değil, duygu yoluyla ulaşıyorlar?
CEMİL MERİÇ
- İnsanların zaafı bu. "Bir örümcek götürür hakka beni" diyor şair.
Olabilir. Gelsin de nasıl gelirse gelsin. Bugün gönülle gelir yarın kafayla
gelir.
İHSAN IŞIK
- Fakat bunu ferdi planda mı düşünmek lazım?
CEMİL MERİÇ
- Başka çare göremiyorum. Nasıl olabilir başka türlü? Şöyle diyelim: Maalesef
Türkiye'de insanlar geniş ölçüde atalet içindedir. Vazifelerini yapmadılar.
Yapmamalarının birçok sebepleri de vardır. Tanzimat’tan beri İslam düşüncesi
zeval halindedir. İnsanlar uyanmak için dürtülmeğe, kamçılanmağa muhtaçtırlar.
Bu tarikatçı insanlar daha çok enerjik, daha çok konuşabiliyorlar. İnsanların
zaaflarından daha çok istifade edebiliyorlar. Ama bu salim bir yol mudur?
Zannetmiyorum ama salim değildir diye ilk hamlede reddedemeyiz. Adam gelmiş
İslam olmuş. Nasıl oluyorsa olsun. Evvela bir yola giriş bahis konusudur. Sonra
düzelir. Başka çaresi yok. Ne yapsın adam? Bunları anlattım. 18., 19. asra kadar Kuran-ı Kerim tercümesi yok batı dillerinde.
Eee? Niye bu adamlar Müslüman olmuyor? Nereden olacaklar? Ne hadis var, ne
Kuran-ı Kerim var. Tanımalarına imkân yok. Şimdi de bir takım misyoner rolünü
oynuyor tarikatlar. Hatta sağlam ve dürüst tarikatlar bile. Mesela Celaleddin
Rumi hazretleri. Evvela gönüller gelir, sonra derinlere inebilir insanlar.
Yok, başka bir şey olamaz ki. Öbür Müslümanlar
duracak, seslerini çıkarmayacak, bu adamlar hareket edecek, gidecek, yorulacak,
tehlikeleri göze alacak.
İHSAN IŞIK
- Şüphesiz seveni de sevmeyeni de bulunan Muhammed Hamidullah'a atfedilen bir
sözü hatırlatmak istiyorum. Hamidullah,
"Benim Fransızlara dönük şu kadar yayınım var. Fakat onlar
kitaplardan çok dervişlerin sihirleriyle etkileniyorlar, hayret ediyorum"
demiş.
CEMİL MERİÇ
- Çok doğru. Avam böyledir. Halk böyledir. Bir yerde üniversite hocası da
halktır. Hepimiz böyleyiz bir parça. Hazret-i Muhammed varken Celaleddin
Rumi'ye gidiyorlar. Neden? Bu, zaafıdır insanların. Fakat onu anlamak kolay
değil. Hamidullah bir zirvedir. Onu, söylediklerini, söylediklerinin birçoğunu anlamak kolay
değil. Fakat oraya gidip raks yapan insanları anlarlar. Kendileri o
seviyededir. Bunu, gayet yerindedir diye söylemiyorum, maalesef böyle, realite
bu. Başlangıçtan itibaren söylüyorum,
ben tarikatlara muhalifim. Hazret-i Muhammed zamanında tarikat mı vardı?
Yoktu. Tarikat sonradan çıkmıştır İslam bir bütündür ve tarikatlara lüzum
yoktur. Said-i Nursi hazretleri gayet güzel söyler. Belki eskiden lüzum vardı,
çünkü insanlar birbirleriyle temas halinde değildiler. Birçok şeyleri
bilmiyorlardı. Binaen aleyh tarikatlar kuruldu. İnsanları terbiye mahiyetinde
birer müesseseydi tarikatlar. Faydalı oldular. Birçok milletler tarikatlar
sayesinde İslamiyet’e geldiler. Türkler de böyle. Tarikatların büyük faydası
olmuş.
İHSAN IŞIK - Günümüz için şöyle diyor Said-i Nursi: "Şimdi tarikat zamanı
değil, hakikat zamanıdır."
CEMİL MERİÇ - Tabii, ben de o fikirdeyim ama eğer tarikat müessir oluyorsa, eğer
insanlar bundan hoşlanıyorlarsa, vaki olan her şeyi görmek lazım.
Neden istifade etmeyelim? Tarikatlar faydalıdır. Ben
de tanıdım. Ne kadar insan geldi buraya, Fransız, İngiliz vesaire. Hepsi tarikat
yoluyla İslamiyet’e gelmişler. Benim tanıdıklarımın çoğu tarikatlar yoluyla
gelmiştirler. Realite bu. Güzel bir şey tarikat. Bir yerde güzel bir şey, çünkü insanı
yalnızlıktan kurtarıyor, bir zamanın içine atıyor. Yaşayan bir canlı oluyor.
Yalnız ben, dediğiniz kadar geniş bir çevreye hitap edebileceğini sanmıyorum.
Var, bazı istisnalar var, bunları biliyorum ama bu Türkiye ölçüsünde mühim bir
şey değil. Yani, mesele "Bir örümcek götürür Hak'a beni"; gelsin,
nasıl gelirse gelsin. Sonra düzelir.
İHSAN IŞIK - "Homo Ekonomikus'un kanlı fetihlerini gizlemeye yarayan bir
şal" diyerek sömürgecilik yanına dokunduğunuz kültür. Birçok misaline
rastlanan bir tuhaflığı sormak istiyorum bu defa. Hem batılı değerler ve
zevkleri yerleştirmeye çalışıp, hem kültür sömürgeciliğine karşı çıkma
bayrağını açanlar var. Ne diyorsunuz buna? Kültür sömürgeciliği derken asıl
anlaşılması gereken nedir sizce?
CEMİL MERİÇ - Kültür sömürgeciliği doğrudan doğruya bütün değer hükümlerinden
koparmak ve başka bir dünyaya, başka bir camiaya, başka bir medeniyete
bağlamak. Kültür sömürgeciliği bu. Güzel bir şey değil tabii bu. Anlamadım dediğini?
İHSAN IŞIK - Birçokları var kültür emperyalizmine veryansın eden. Fakat tavsiye
ettikleri yine batı kültürünün başka ürünleri.
CEMİL MERİÇ - Bunların hepsini "Mağaradakiler"de yazdım. Bu konuda söyleyeceklerimin
hepsi orada söyledim. Kültür emperyalizmi saçma sapan bir şey. Kültür
emperyalizmi olamaz. Bunları okuyun.
İHSAN IŞIK - Bir kitapta, batı kültürünün
üstünlüğü anlatılmaya çalışılırken, yazar, doğu kültürünün monolitik bir kültür
olduğunu, dolayısıyla ondan artık bir şey beklenemeyeceğini söylüyor. Ne dersiniz?
CEMİL MERİÇ - Hiç bir yaşayan kültür monolitik kültür değildir. Yaşayan her kültür
çok cephelidir, dal budak salar ve söylenecek birçok sözü vardır. Doğu kültürü
için monolitik sözü yanlıştır.
MİSAFİR GENÇ - O ne demek hocam?
CEMİL MERİÇ - Monolitik, tek yönlü, tek cepheli demek.
İHSAN IŞIK - Hocam, sorularım bitmedi. Vaktinizi çok aldım gerçi?
CEMİL MERİÇ - Devam edin evladım.
İHSAN IŞIK - Ali Şeriatî'den bahsederken andığınız isimler: Cevdet Paşa, Tunuslu
Hayreddin, Mehmet Akif ve Necip Fazıl. Said Nursi ve Necip Fazıl'ı
değerlendirirken daha çok celadetleri ve aksiyonları üzerinde duruyorsunuz. Ya
fikirleri?
CEMİL MERİÇ - Tabii onların üzerinde duruyorum. Ben Said-i Nursi hakkında
fikirlerimi muhtelif yazılarımda anlattım.
İHSAN
IŞIK - Daha çok celadetlerini takdir eden ifadeleriniz var
orada...
CEMİL MERİÇ - Mühim olan celadettir. Celadet son derece mühim. Aydınların ne kadar
tabansız olduğunu belirtirken söyledim. Necip Fazıl hakkında söylemiyorum
bunu, Said-i Nursi hakkında söylüyorum. Said-i Nursi demek celadet demektir,
şahsiyet demektir, kahramanlık demektir. Bir manayı tek başına bütün husumet
dünyasına karşı müdafaa etmiş adamdır. Neden celadet demeyeyim? Müdafaa ettiği
fikirleri zaten Kuran-ı Kerim. Kuran'ın bir nevi sarihidir. Bir Müslüman mütefekkirdir
ve başlıca hususiyeti celadetidir. Belki onun gibi düşünenler çoktu
Türkiye'de. Milyonlarca insan vardı. Fakat onların hepsi sindiler ve sustular.
Said-i Nursi sinmedi ve susmadı. Bütün zorbalığa rağmen iktidara karşı koydu.
Bir davanın müdafaasını yüklendi üzerine. Artık burada mühim olan celadettir.
Çünkü ferdi iman, şahsi iman, susan iman, şerle mücadele etmeyen, kendi evinde
oturan iman hürmete layık değildir. Ali Şeriati için gösterdiğim muhabbet de
ondan. Bir fikir uğruna kafasını koydu adam. Said-i Nursi de koydu. Necip Fazıl
için bir şey söyleyemem. Necip Fazıl hiç bir şeyini koymadı.
İHSAN IŞIK - Fikirleri üzerinde durmuyorsunuz. Bilmiyorum, erken mi buluyorsunuz?
CEMİL MERİÇ - Necip Fazıl'ın veya Said-i Nursi'nin fikirlerini şerh etmek değil,
doğrudan doğruya Ali Şeriati'den bahsetmek söz konusudur orada. Orada bir
mukaddime var. Mukaddimede kısa olarak yerlerini tespit ettim. Necip Fazıl
bulanıktır zaman zaman. Said-i Nursi değildir. Bir celadet göstermiştir. Burada
mukayese edilen adam şehittir. Buna mukabil karşısına çıkaracağımız adamlar,
celadeti temsil eden adamlar olmalı. Mehmet Akif'in son derece pısırık
olduğundan bahsettim. Mehmet Akif'i sevmediğimden değil, fakat öyle olduğunu
söyledim.
İHSAN IŞIK
- Fakat ben sadece o yazıyı sormuyorum. Başka bir yazıda da fikirleri üzerinde
durulmadı.
CEMİL MERİÇ -
Bu yazı Said-i Nursi hakkında yazılmış değildir. Necip Fazıl hakkında da
yazılmış değildir. Yalnız Türkiye'de İslam’ı temsil eden insanların nasıl
pısırık olduklarını, medeni cesaret gösteremediklerini anlatırken, bunun istisnası var diyorum. Bilhassa Said-i
Nursi diyorum. Necip de gençler arasında.
İHSAN IŞIK
- Hocam, kitaplarınızda ele aldığınız birçok yazar var. Türkiye'den de başlı başına
yazı konusu aldığınız birçokları var. Bunların fikirlerine, kitaplarına, yazılarına
değiniyorsunuz. Ben bahsettiklerimin fikri cephelerini sormuştum ama bir de
Sezai Karakoç'u sormak istiyorum. Sezai Karakoç'tan bahsetmediniz şimdiye
kadar. Hakkında konuşmayı "erken bulduğunuzdan mı?
CEMİL MERİÇ
- Efendim, ben Sezai Karakoç'u bu çapta bir insan görmüyorum. Ne Said-i Nursi
-hâşâ-, ne Necip Fazıl, genç bir adam. Genç bir kabiliyettir, genç bir
arkadaştır, genç bir şairdir. Muhakkak ki hürmete layık bir insandır. Fakat
kendisiyle fazla tanışmam. Ama kanaatim şu merkezdedir ki, bu isimler yanında zikredilemez. Said-i
Nursi'nin, Necip Fazıl'ın yanında Sezai Karakoç'tan bahsetmek yerinde olmaz.
İHSAN IŞIK
- Yani, Sezai Karakoç'u henüz
eserleriyle birlikte ilgilenmeye değer görmüyorsunuz? Yani ilginizi çekmiyor?
CEMİL MERİÇ
- Öyle demek de doğru değil. Mesela "Sütun"u okudum, çok zayıftı
maalesef. Fakat bir takım şeyler yapmak istemedim. Ben kendi kendimizi yıkmak
düşüncesi içinde değilim. Muhabbetle karşıladım. Çok tenkit ettiğim tarafları
vardı, lüzum yok yani, bu kadar çok çatılacak insan varken. Birbirimizi
incitmemeliyiz kanaatindeyim. Bu sırada kendi safımızda, bir polemik havası
estirmek istemem. Dosttur, mademki İslam’ı müdafaa ediyor güzeldir, iyidir,
alkışlanmağa layıktır. Ama benim adamım değil. Ben Sezai Karakoç'tan daha
büyüğüm; yaş olarak, kültür olarak büyüğüm. Yani Sezai Karakoç benim için
mühim bir adam değildir.
İHSAN IŞIK
- Birçok kitabı var.
CEMİL MERİÇ
- Okuduğum eserlerinde dikkate layık hiç bir şey bulamadım. Ama İslam’a hizmet
ediyor, alkışlanmaya layıktır. Onu da kabul ediyorum. Binaenaleyh onu okuyanı
kötülemek istemem. Benim için dosttur, mücadele edilecek bir insan değildir.
Ama büyük bir insan da değildir...
İHSAN IŞIK
- Demek İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürünü beğenmediniz?
CEMİL MERİÇ
- Onu hiç beğenmedim... (***)
İHSAN IŞIK
- Kala kala bir buçuk sorum kaldı.
CEMİL MERİÇ
- Buyurun.
(Konuşmanın sonuna yaklaşırken, bir kitapla ilgili
özel bir soru sordum. Cevabının sonundaki eklerini aktarıyorum)
CEMİL MERİÇ
- Evvela bu mefhum, nedir, İslamcı roman ne demek?
İHSAN IŞIK
- İslami roman karşılığı kullanılıyor.
CEMİL MERİÇ
- Nedir, İslami roman nedir? Romanın İslamisi Hristiyanisi olmaz. İslam
yazmışsa İslamidir, bu kadar. Roman, İslamiyet’in müdafaa vasıtası değildir ki.
Benim için bu mefhumlar son derece bulanık mefhumlardır.
İHSAN IŞIK - Son soruya geldik.
CEMİL MERİÇ
- İstediğin kadar sorabilirsin.
İHSAN IŞIK
- O halde soruyorum. Eserlerinizde çok sayıda batılı, daha az sayıda doğulu
kavram ve kişi resmigeçit halinde. Kritiklerle ele almanıza rağmen daha çok
batıyla meşgulsünüz. Böyle olmasını hiç garipsediğiniz oldu mu?
CEMİL MERİÇ
- Hayır, hiç garipsemedim. Niçin garipseyeyim? Ben Avrupa’ya karşı kendi
ülkemin, kendi inançlarımın, kendi dinimin müdafaasını yapıyorum. Bu itibarla
kendi ülkeme de Avrupa'nın gerçek çehresini göstermeye çalışıyorum. Göstermeye
çalışırken, Avrupalıdan bahsediyorum. Sonra ben bunları bilirim daha çok.
Ötekilerle yaşarım, ötekiler dosttur. Dostlarla benim işim yok ki?
İHSAN IŞIK
- Yanlış anlamayınız, muhakkak ki bunlardan istifade ediyoruz.
CEMİL MERİÇ
- Yani ben bunları iyi bilirim. Bunlar son derece yanlış anlatılmıştır
memleketimizde. Ben doğrusunu anlatmaya çalışıyorum. Ötekiler, isteyenler
başkalarından bahsederler. Onları da hürmetle selamlarım, okurum. Ama benim
yapmak istediğim bu. Ben iki kültürün muhasebesini yapmak istiyorum. Batı
kültürünün nereleri kuvvetli, nereleri zayıf, onları tespit etmek istiyorum.
Benim bildiğim bu. Ben Fransızca hocasıyım. Sosyoloji hocasıyım. Bir adam her
şeyi yapamaz ki. Yıkılması gereken bir putu yıkıyorum. Avrupa’ya karşı yazmaya
başladığım sırada memlekette Avrupa bu kadar biliniyor değildi. Avrupa bir put
mahiyetindeydi herkeste. Ben bu putu yıktım. Ben bildiğim hakikatleri haykırdım.
Bunları anlatırken kimseyi aldatmamaya, her şeyin doğrusunu göstermeye
çalıştım. Ne yapabilirdim ki başka? Ben Tefsir kitabı, Hadis kitabı yazmıyorum
ki? Benim yaptığım bu. Daha çok Avrupa edebiyatını bilirim. Onu da yapacağız
inşallah.
İHSAN IŞIK -
Acaba düşündünüz mü, diğerlerine daha fazla vakit ayırabilseydim diye
düşündünüz mü?
CEMİL MERİÇ
- Ben Fransız Filolojisi'nden mezunum, Fransızca, Sosyoloji hocasıyım. Hayatım
bunlarla geçti. Bunları öğrendim, bildim. Bu hususta hiç bir hatam yok.
Başkalarının yaptıklarını da hürmetle alkışlarım. Tek
insan, tek yazar değilim. Türkiye'de birçok insanlar yazıyorlar. Dikkat
ederseniz bizim saftan hiç kimseye çatmamış, hiç kimseyi incitmemişimdir.
Batıya karşı pek zalimim belki, kendimize karşı hiç de zalim değilim.
İHSAN IŞIK - Fakat bizdeki İslami tefekkürü yeterli görmüyorsunuz. Bu hususta…
CEMİL MERİÇ - Bu kadar yazar var birader, bu kadar İslam tefekkürüyle meşgul olan
adam var. Benim meşgul olduğumla kimse meşgul olmamış. Anlatabiliyor muyum;
ben vaiz değilim, ben hoca değilim.
İHSAN IŞIK - Sormak istediğim şuydu: "Vak'a-yi Hayriyye"den beri bizde
İslam tefekkürünün büyük isimleri çıkmamıştır diyorsunuz. Bunun…
CEMİL MERİÇ - Çıkmamıştır. Said-i Nursi var, hürmete layık başka adam tanımıyorum.
Ben onu tanıdım. Ben Müslüman mütefekkir deyince celadetiyle, cihadetiyle onu
tanıdım, başka tanımadım. Hepsi pırt
deyince kaçan, firar eden insanlar. Mehmet Akif de dâhil. Bir tane başka örnek
görmedim ki. Ama mazide var. Onları da yazdım. Cevdet Paşa var, Tunuslu
Hayreddin var. Aşağı yukarı bunlar var, başkası yok yani. Ben Tanzimat'tan bu
güne kadar gelen Türk edebiyatını, Türk düşüncesini gayet iyi bilirim.
Bunların arasında iki tanesini çok seviyorum;
Cevdet Paşa'yla, Tunuslu Hayreddin. Ötekiler karışık. Namık Kemal şairdir.
Severim ama şair olarak severim. Aynı zamanda İslam’ı müdafaa eden bir şairdir,
o tarafını da beğenirim. Fakat bu İslam’ı beğenen şair sarhoştur. Bir binlik
şarap içer oturduğu zaman. Hayatı bu şekilde geçmiş, kırk sekiz yaşında
ölmüştür. Hepsi de öyle; Hamit de öyle, Süleyman Nazif de öyle. Yani bunlar
şairdirler, İslam tefekkürünün içine giremezler. Ama İslam’ın müdafiidirler
zaman zaman, çok doğru. Saygı gösteririm, bahsederken hürmetle bahsederim. Ama
bunlar mütefekkir değildirler, bunları ele alıp konuşamam. Bunlarda yok İslami
tefekkür. Var, bazı mutasavvıflar var. Onlar muhterem zatlar, şüphem yok, fakat
benim konum değil. Bir İbrahim Hakkı'dan bahsetmek benim konum değil. Bundan
bahsedecek birçok insanlar var. İlahiyat Fakültesi'nde, Yüksek İslam
Enstitüsü'nde hocalar var. Bunlar hürmete layık çok güzel şeyler. Onları okur
istifade ederim. Ama benim uğraşma saham değil bunlar. İnsan her şeyle
uğraşamaz, her şeyi bilemez ki. Tanzimat’tan sonra büyük İslam mütefekkiri
yok, olsaydı zaten bu hale gelmezdik.
Yani olsaydı bir mücadele olurdu. Hiç bir mücadele olmadı. Giyin dediklerini
giydik, atın dediklerini attık. Dili de mahvettik. Bütün bu cinayetler olurken
olurken herkes sustu. Tek sesini çıkaran Said-i Nursi oldu, o kadar.
İHSAN IŞIK - Bu yüzden celadetine daha fazla önem verdiniz.
CEMİL MERİÇ - Tabii. Son derece mühim. İslam celadet demektir, başka bir şey
değil. Şahsiyet celadet demektir, kabadayılık demektir. Hiç bir tehlikeye
girmeden hiç bir şey olmaz. Fakat o kısım ayrı mesele. İslam
tefekkürü bakımından Said-i Nursi’nin değeri nedir? O ayrı bir tetkik
mevzuudur. Bu davada, benim ele aldığım davada mühim olan insanların insan
olması, şahsiyetli olması, kahraman olması, celadet, göstermesidir. Bunlar
beşeri kıymetlerdir. İslam’ın bu beşeri kıymetlere sahip olduğuna inanıyorum
elbette. Zaten bu kıymetlere sahip olmasaydı, dünyayı istila edemezdi, muzafferiyetler
de kazanamazdı. Kazandı ve bu celadeti kaybettiği gün sukut etti. Zürriyeti,
erkekliği kalmadı. Her darbeye, her zıpçıktıya teslim olan bir hale geldi. Günahlarımız
büyüktür maalesef. Ve günahlarımızın başında celadet mahrumiyeti gelir. Medeni
cesaretten mahrumiyet yani.
İHSAN IŞIK
- Çok vaktinizi aldım, çok teşekkür ederim.
CEMİL MERİÇ
- Rica ederim, çok memnun oldum.
_______________
(*) İhsan Işık / Cemil Meriç'le Bir Konuşma (Yeni
Devir, 9 Ocak 1981).
(**) Mustafa Armağan – Sezai Coşkun / Bulutları Delen Kartal - Cemil Meriç İle Konuşmalar, 2004)
(***)
Konuşmanın bu bölümünde, benim çok beğendiğim bu eser ve yazarı hakkında Cemil
Meriç'in kullandığı aşırı derecede haksız bulduğum ifadelerini yazıya geçirmeyi
doğru bulmadım (İ. Işık)
İHSAN IŞIK
Kiminin
‘hars’, kiminin ‘ekin’, kiminin ‘irfan’ dediği ‘kültür’, bazılarına göre
‘medeniyet’le aynı şeydir.
“Bir toplumun benimsemiş olduğu maddi ve
manevi değerlerin tümü”nün bilgi olarak ‘kültür’ü, deney ve yapı olarak ‘Medeniyet’i
ifade ettiğini söyleyebiliriz. Deneyin bilgiye, bilginin sonra olguya dönüşmesi
nedeniyle kültür ve medeniyet ilişkisini karşılıklı etkileşimler ilişkisi
olarak da kabul edebiliriz.
Emperyalizm,
bir yabancı gücün diğer bir güç aleyhine askeri, ekonomik, politik ve kültürel
alanda güçlerini zorbalıkla yaymak ve kendi lehinde egemenlik kurmak
istemesidir. Kültür Emperyalizmi ise, bir çok yabancı düşünüre aynı olguyu
ifade etmiştir: Kültür zorbalığı, bir yabancı kültürün emperyalist amaçlarla zorla
benimsetilmek istenmesi... Bu iki kelimenin sözlük anlamlarına takılıp üzerinde
tereddüt geçirenler olmuşsa da, kavramın sosyolojik gerçekliğini inkar etmenin
mümkün olmadığını belirtmişlerdir sonunda.
‘Medeniyet’in daha kapsamlı bir tanımla
Allah-insan-doğa-toplum ilişkileri düzeni olduğu söylenebilir. Yeryüzündeki tüm
medeniyetleri de, din medeniyetleri ve beşeri medeniyetler diye ayırt
etmemiz mümkündür. İslam medeniyeti, din
medeniyetlerinin sonuncusu ve en olgunu olarak hayatımızdaki ilişkiler düzenini
tek yaratıcı ve yönlendirici Allah’ın bildirdiği ilkelere göre düzenlemeyi
öngörür. Bu medeniyet, dünya ve ahiret hayatını birlikte göz önünde tutup
düzenleme dengesi ile, insanüstü tek otorite olarak yaratıcıyı kabul etme
özgürlüğü gibi temel ayırt edici özellikleri içerir. Diğer medeniyetlerin
içinde en yaygın ve etkini, yahudileşmiş Hristiyan kafasıyla teknoloji ve
hedonizm (zevkçilik) tanrılarına köleliği öngören batı uygarlığıdır.
İşte,
kültür emperyalizminin çağdaş kültür sorunlarının başında görmemizi gerektiren
başlıca özelliği ve önemi, insanları şirk’e (teknoloji ve hedonizmin
çağdaş ilahlarına kul olmaya) çağıran batı uygarlığını tek ve biricik evrensel
uygarlık gösterip, bu görüşe dayalı olarak uluslar arası çapta kültür
asimilasyonları ve alinasyonları örgüsü ile beraberinde siyasal ve ekonomik
sömürü ve zorbalıkları sergilemesidir.
Batı
uygarlığının maddi ve manevi tüm güç ve kozlarını egemenliklerinde tutan çağdaş
dünyanın müstekbirleri, zorbaları olan süper devletler (çağdaş
imparatorluklar), sömürüye ve zulme en geniş imkânları tanıyan bu medeniyetin
tek evrensel uygarlık olarak benimsenip yaygınlaşmasına çalışmaktadır. Batı
kültürünü batı emperyalizminin bir öncü gücü, çağdaş Truva atı olarak kullanıp
tüm yeryüzünü diledikleri ölçüde zorbalık ve sömürü alanı haline getirmeyi ve
böylece muhafaza etmeyi istemektedirler.
Kültür
Emperyalizmi diye bir şey var mıdır?
Başka
ulusların insanları bu soruya nasıl cevap verir pek bilemem. Ama dünyanın
ortadoğusunda ve bu bölgenin Türkiye adlı devletinde yaşayan ve düşünce
namusuna sahip olduğunu iddia eden herkes şunlara benzer sözleri söyleyebilir:
Kültür
emperyalizmi mi? Oooo, onu çok iyi tanıyorum. Emin olmak için buyurun biraz
konuşun benimle. Dilerseniz üstüme başıma dikkat edin önce. Gelin birlikte
dolaşalım yaşadığım kenti. Memleketimin bir özeti olan kentimdeki kitapçılara,
gazete-dergi bayilerinin sattıklarına bir göz atın. Sinema, tiyatro afişlerini
görün. Orijinallerini okumamışsanız taklitlerini okuyun, seyredin. Mağaza
vitrinlerine baka baka, isimlerini okuyarak bir okulumuza teşrif edin.
İsterseniz bir Amerikan okuluna, dilerseniz İngiliz, Fransız, İtalyan,
Avusturya okuluna da uğrayabilirsiniz. Yok eğer susamışsanız, buyurun “drink
Coca Cola or Persi Cola... Akşama buyurun fakirhaneye, yerli yemeklerden
atıştırırken Philips teypten, Grundig TV den yararlanabiliriz. Sakalınız
uzamışsa biraz, buyurun Braun marka traş makinasını, eleğini her seferinde
ithal yoluyla almak zorunda kalsak da...
Kültür Değişmesi mi?
Sakın
bu, kültür emperyalizmi dediğimiz, gözümüzde boş yere öcüleştirdiğimiz bir şey,
meselâ kültür değişmesi olgusundan ibaret olmasın?
Olamaz, çünkü aralarında farklar vardır.
Kültür emperyalizmi yoluyla beliren ‘değişme’ değil, ‘değiştirme’dir.
Doğal kültür alış-verişi nedeniyle isteyerek benimsenenler ancak ‘değişmeyi’
ifade edebilir. Bir ulusun kültürünü, onun gerçek ihtiyaçları, yararları ve
istekleri göz önüne alınmaksızın zorla değiştirmeye, onu kültüründen bütünüyle
koparmaya (asimile) kültür değişmesi değil, bir başka tanımla ancak kültür
zorbalığı denilebilir.
Kültür değişmesi ise, doğanın ilahi
kanunlarına, adım adım ilerilere, daha iyiye, daha güzele varmak için ihtiyacı
olanı arayıp bulup seçip benimsemektir. Örneği Türkiye tarihinde de vardır:
Türklerin, İslam kültürü çerçevesine
girmeleri, zorlayıcı etkinlikler dolayısıyla değil, kültür değişmesi gereğinin
doğal seyrinde duyulmasıyla, eski kültürlerini bilinçli biçimde terk
etmeleriyle gerçekleşmiştir. Müslüman Arap orduları vasıtasıyla tanışılan
İslamlık, değişimin doğal şartlarını tamamlama görevini yerine getirmiştir o
kadar. Klan-aşiret özelliğinde göçebe uygarlığı yaşayan Türkler, değişik
yerleşik uygarlıklarının etkilerine açık bulunuyorlardı. Bu uygarlıkları bütün
aşiretler toplu halde benimseyemedikleri için parçalanıp bölünüyorlardı. Aynı
soydan gelmeleri aralarında birlik kurmaya yetmiyordu. Tam tersine,
soydaşlarıyla uzun ve kanlı savaşları sürdürerek güç kaybediyorlardı. Şehir
uygarlığına mevcut kültürleriyle geçemedikleri için dilleri ve edebiyatları
ilkel kalmış, gelişmemişti. 10. Yüzyıldan itibaren hızla İslamlığı kabul
etmeleri ne bir işgal, ne bir baskı yüzündendir.
Türkler İslam’da , aradıkları herşeyi, hayatın
yüce amacını; birliğe, kardeşliğe, sevgiye götüren yolu buldular. yepyeni
bilgilerle donandıran İslamlığı kabulle, ilkel klan gelenekleri dışında bir şey
kaybetmediler; tarihe, onurla anılacakları geniş sayfalar açan uzun ömürlü
devletler kurarak daha da güçlendiler, yüceldiler.
Pekiyi, yine Türklerin batı kültürü ile
ilişkileri aynı biçimde veya benzer şartlarda mı gözlemlenmiştir?
Türkiye tarihinde batılılaşmanın istekle ve de
ihtiyaçlar dolayısıyla doğal şartlarda başlayıp sürmediği açıktır. Türklerin
batı kültürü etkinliğine zorlanması sırasında evrensel bir kültürü, üstün
uygarlık değerleri vardır. Ülkenin ve halkın birliğini sağlayan bu kültür
değerleridir. Ülkede batı kültürü, batılı akımlar ve batılı yaşayış tarzı
etkisini gösterir göstermez, önceki örneğin tersine birlik bozulmuş,
parçalanmalar ve bölünmeler bunalımlara ve çatışmalara varan ölçüde tehlikeli
boyutlara ulaşmıştır. Halbuki Türkler, batı kültürüne ne mecbur kalmış, ne de
hevesli olmuştur. Zorlamalar vardır batılılaşma boyunca. Pembe gözlüğünü
çıkarabilenler, Türklerin batıya öykünmeden, kültürel sosyo-ekonomik
sorunlarını çözümleyeceğini anlamış ve söylemiştir. Kültürü değiştirilmeye
zorlanan Türkiye’nin bu süreçten ne kazandığı bellidir: Dünyanın en geri
ülkeleri arasında sayılmak, sondan beşinci olmak...
Türkiye’de gözlemlenen kültürel sorunların
kaynağında kültür değiştirmeye zorlama vardır. Eğer olgu, kültür değişimi
özelliğinde olsaydı, ihtiyaç ve istekler yerine getirilmiş, sorun çözümlenmiş
bulunacaktı. Demek ki değil.
Değil. Emperyalist ülkelerin zorbalık çağına
çevirdikleri çağımızda, kültür değişmesinin doğal şartlarından gerçekleşen,
kültür değişimi denilebilecek bir sosyolojik hadiseye tanık olmak zaten güçtür.
Çağımızdaki kültür değişmeleri, yeni zorlama teknikleriyle, modernleşme
biçiminde beliren kültür soyları oluşturmaktadır. Yeni geniş tüketim pazarları
üreten kültür değişmeleri, kültür emperyalizminin yerleştiği toplumlarda batı
teknolojisi ürünü tüketim maddelerine ihtiyaç zorlamaları peşinde, batılı
yaşayış tarzını tarzını benimsetmeye uğraşmaktadır.
Batıcı aydınlar buna, çağdaşlaşma, uygarlaşma,
kültür değişmesi vs. diyebilir. Fakat bu olgu sadece kültür emperyalizmidir.
(Kültürümüzün
Kimliği, 1982, 1983, 1990).
AYDINLIK GAZETESİNİN CEHALET ÖRNEĞİ HABERİNE CEVABIMIZ:
TARİHTEN HABERSİZ GERÇEKLERDEN RAHATSIZ BİR GAZETENİN HAZIMSIZLIĞI
İHSAN IŞIK
Diyarbakır Valiliği tarafından
geçen ay yayımlanan “Geçmişimizden Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar
ve Sanatçılar” adlı eserimde 1.100 civarında Diyarbakırlı yazar ve sanatçı
hakkında geniş bilgiler verilmiş, çalışmanın bilimsel temellere dayanıyor olması
ve Valiliğin bu bilgileri gün yüzüne çıkarması kamuoyunda takdirle
karşılanmıştı.
Bu çalışmamda tarih boyunca
Diyarbakır’dan yetişen fen ve sosyal bilim dallarındaki bilim adamları,
edebiyatçılar ve çeşitli alanlarda yetişen sanatçıların yanı sıra bölge
medreselerinden yetişen sıra dışı İslam alimlerine de yer verilmiştir. Çünkü
bölge -Diyarbakır merkezi başta olmak üzere- tarih boyunca ünlü İslam
medreselerine ev sahipliği yapmış, bu medreselerden yetişen binlerce alim,
imparatorluğun çeşitli şehirlerinde müderrislik ve kadılık görevlerinde
bulunmuştur. Dünya çapındaki mekanik bilgini El Cezeri ile Fatih Sultan
Mehmed’in hocası Molla Gürani, bunlardan sadece ikisidir.
Elbette bilim tarihçisi bunları
yazacak. Bu bilim adamlarının içinde hapse atılan, sürgüne gönderilen, idam
edilen varsa bunları da yazacak. Yayınevlerinin de, valiliklerin de bilimsel
kitaplar yayımlandığında bilimsel gerçekleri olduğu yayımlaması kadar daha
doğal ne olabilir. Aydınlık gazetesi tarihi gerçeklerin yazılmasından rahatsız
olmuş ve bu yüzden kitabımıza karalama kampanyası açmış. Ayıp kelimesi hafif
kalıyor, fazlasını tanımlamaya edebimizi izin vermiyor.
Maalesef 27.08.2014 tarihli
Aydınlık gazetesi, bu eserde idam edilmiş Nakşibendi şeyhi Şeyh Said’ten, mürid
ve talebesi ilim adamlarından söz edilmiş olmasını, bazı alimlerin vaktiyle
zulme uğramış olduklarını yazmış olmamı kabahatmiş gibi gösterip, kitabın
yazarı olarak beni ve kitabın yayıncısı olarak valiliği eleştirmiş.
Tarihi gerçekleri yazan bir kitabı
içine sindiremeyen, dört bil bilen ve müftülük yapmış ünlü bir bilgini
kendilerinden biri gibi zanneden, adı aydınlık ama yayınları zifiri karanlık
olan bu araştırmacı gazetecilikten bihaber bu gazeteyi kınıyor, ekte sunduğum
haber metnini ve söz konusu biyografiyi okuyucuların takdirine bırakıyorum.
“Şeyh Sait’in müridini ‘alim’
yaptılar” başlıklı bu haberde özellikle eleştiri konusu yapılan “Hanili Salih
Bey” maddesi ile bu şair ve alim zatın, döneminin ırkçı ve karanlık terör
örgütü İttihad ve Terakki fırkası yöneticilerini hicveden ünlü bir şiirini
ayrıca paylaşıyorum.
Son olarak, bu kitabı yayımlamakla
çözüm sürecine önemli bir katkıda bulunmuş olan Diyarbakır Valiliğini kutluyor,
teşekkürlerimi sunuyorum.
HANİLİ SALİH BEY
Bilgin, şair (D. 1873, Hani /
Diyarbekir - Ö. 29 Haziran 1925, Diyarbekir). İlk dini eğitimini dayısı Şeyh
Maruf’tan aldı. Hani Rüştiyesi’ni bitirmesini müteakip, çeşitli medreselerde
eğitim gördü. Yörenin tanınmış âlimlerinden özel dersler aldı. Diyarbekir
Şûle-i Terakki Mektebinde bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra, Ergani, Maden
ve Hani’de müftülük görevlerinde bulundu.
Din âlimi olmanın yanı sıra bir şairdi
de. Çeşitli konularda şiirler yazdı. Hürriyet ve İtilaf Cemiyeti taraftarı
olduğundan dolayı, bazı şiirlerinde muarızı olduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti
mensuplarını hicvetti. Gençlik yıllarında arkadaşı olduğu Ziya Gökalp’ın
İttihad ve Terakki’nin Genel Merkez üyesi seçilmesi üzerine yazdığı ve Gökalp’ı
sert bir şekilde hicvettiği “Bir İttihadçı’nın Ağzından” başlıklı şiiri
ünlüdür. Anadili olan Zazaca’dan başka, Türkçe, Kürtçe, Arapça, Farsça ve
Fransızca bilirdi. İngilizce özel ders de almıştı.
Nakşibendî Tarikatı’nın Palu
Tekkesi postnişini Şeyh Said’in müridi olan Salih Bey, 13 Şubat 1925’te Piran’da
çıkan inkılâplar karşıtı İslâmi kıyama destek vermekten dolayı, Şeyh Said ve
arkadaşları ile birlikte Diyarbekir’deki Şark İstiklâl Mahkemesi’nde
yargılandı.
Salih Bey, iddia makamının
yönelttiği “Siyasi Kürtçülük” bağlamındaki suçlamaları şiddetle reddettiği
savunmasının bir bölümünde şu hususları dile getirdi:
“Maksat dinden ibarettir.
Medreselerin seddi her tarafta su-i tesir yaptı. Din öğrenimi men olunca
teessür başladı, galeyan arttı. Başka kat’iyyen bir saik yoktur. Hükümet dine
ait şeylere müsaadekâr bulunsun diyordum.. Ben dinimi siyasi gayelere âlet
edecek adam değilim, dini âlet etmek tabirini kendimden çok uzak buluyorum.. Bu
mahkemeye gelmezden evvel demek ki çok gafil imişim. Kendimi bileli böyle
siyasi bir Kürtlük cereyanı olduğunu bilmiyordum. Akvam-ı İslâmiyye arasına
münaferet sokacak bir hareketi, her cereyanı takbih ederim. Beni mahkûm da
etseniz, idam olunurken de söylerim; siyasi hiçbir cereyandan haberdar değilim.
Bu isnat benim için bir lekedir, ölürken bile bu lekeyi reddederim.”
Yargılama sonucu, Salih Bey ve
diğer maznunlara (47 kişi) verilen idam cezası 29 Haziran 1925 günü sabaha
karşı Dağkapı’da infaz edildi. Oğlu Hasan 15 yıl hapis cezası aldı. Diğer
oğulları Said ve Ömer Batı illerine sürüldüler, daha sonra çıkan afla serbest
kaldılar. Hasan Bey [Bora], 1950-1960 yılları arasında Hani Belediye
Başkanlığı, torunu Ferit Bora (Hasan Bey’in oğlu) 1973-1977 yılları arasında
Hani Belediye Başkanlığı, 1987-1991 ve 1995-1999 yılları arasında iki dönem DYP
Diyarbakır Milletvekilliği yaptı.
HAKKINDA: Şevket Beysanoğlu
(Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, c. 2 (1997); Hasip Koylan / Kürtler ve
Şark İsyanları-I: Şeyh Said İsyanı (1946); Adır Sur / “Biraz İnsaf!..”, Piya
Dergisi 8Sayı: 7 (1989), M. Ali Erdoğan / “Şehid Salih Begê Hêni” (Doğru Haber
Gazetesi, 19 Ocak 2012), Kaynak kişiler: Ferit Bora (Salih Bey’in torunu ve
Diyarbakır eski Milletvekili), Celal Kayhan (Hani eski Belediye Başkanı), Hayri
Başbuğ / "Hanili Salih" (İhsan Işık / Diyarbakır Ansiklopedisi,
2013).
BİR İTTİHADÇININ AĞZINDAN
HANİLİ SALİH BEY
İttihadın oğluyum
Gayri anam babam yok
Cemiyet amalini
Yürütmeye borçluyum
Ne buyursa yaparım
Haklı haksız emrine
Körü körüne taparım,
Bu hususta hayam yok
Severim her hâlini
Hattâ anın uğruna
İmanım bulunmazsa
"Gözlerimi kaparım"
Vicdanımı satarım.
Attilâ büyük babam
Hiç bir zaman unutmam
-Tahribatla anarşi-
Babamın yadigârı
Hep insanlara karşı
Ruhumda var intikam
Anı asla uyutmam
Uğradığım yerleri
Yakar "Turan" yaparım
Başka işim olmazsa
Yâni ma'mûreleri
"Gözlerimi kaparım"
Yakıp viran yaparım
Amucem Timuçin'in
Kanunumdur yasası
Türkçülük âyininin
İşte odur esası
Hâtırımdan çıkmıyor
"Karakurum" yaylası
Dimağımı sarsıyor
Hele "Kızılema"da
Cihangirlik hülyası
Aklımı çıldırtıyor
Yağmacılık sevdası
Mümkün ise rüyada
Uyanıkken olmazsa
"Gözlerimi kaparım"
Cihangirlik yaparım.
"Ergenekon"dur benim
Asıl ana vatanım
Orada tahtım, tacım
Saltanatım, şeririm
Orada kurulursa,
Derneğim kurultayım
Ben anda bir kalfayım
Sanmayın ki dilmacım
Han oğlu Han Giray'ım
İman eden olursa
Jön Türklere yalvacım
Münkirler bulunmazsa
"Gözlerimi kaparım"
Peygamberlik satarım
Geçmişlerim, ecdadım
Hep kahraman gürbüzler
Hulâgu'lar, Oğuzlar
Nümûnedir meydanda
Yakutlar'la Tunguzla
Kendimi Türk sanırım
Neden söylenmez adım
Ben de bu son zamanda
Bir inkılâb yaparım
Hem bir şan kazanırım
Hem bir külâh kaparım
İstediğim olmazsa
"Gözlerimi kaparım"
Avrupa'ya kaçarım
O da ele girmezse
Malta'ya can atarım
Yan gelir de yatarım.
(Şevket Beysanoğlu / DFSA (c. 2,
2. bas. 1997, s. 186).
KAYNAK: İhsan Işık / Aydınlık
gazetesinin cehalet örneği haberine cevabımız (tyb.org.tr, 28.08.2014).
İhsan IŞIK
Bir haber bekliyorsan bir mucize
Kendin yazmalısın onu
Kırılması gereken kapıları kır
Bu kente şarkılarını haykır
Söyle artık ne söyleyeceksen!
Bir şiir çiçekleniyorsa içinde
Onu sevdiğine sunmaktan korkma
Seni seviyorum diye bağır
Şehrin en büyük meydanlarında
Bir şehre girdiğinde
Sabah ezanıyla birlikte
Öyle güven kendine ki
Zafer şarkılarını söyle
Sensin gelen
sen
Kapıları açıp ve ilerleyen
“İnna fetahna leke fethan mübiyna
Ve yansurekallahu nasran aziza”
Olmasın isterse hiç karşılayan
Bando mızıka filan
Dudaklarında “İza câe
nasrullahi...”
Ve bir "Fatiha" duan
Silkele, şu homurdanan şehri!
Bir tek kurşun atmadan
Bir devrimi müjdele!
Bu şehir seni bekliyor!
Bu ülke, bu dünya, inan!
Yeter ki, aç gönlünü insanlara
Onlar ki, kimsesiz, yalnız, perişan
Onlar ki, terk edilmişler
Ne arayan, ne soran
Bekleyenler o sıcacık elini
Bir sevgi sözcüğüne susayan
Unutma ey yorgun devrimci!
Senin sevgin bir devrim
Bir devrim ki
Bugüne kadar mazlum
Bugünden sonra zalime hüsran!
Hesap soracak haksızlıklara
Hesap soracak firavunlara
Mazlumlara ağlayan
Şefkatte merhamette çağlayan
Bir sel ki, boğan nefreti, kini
Gönülden gönüle akan
Bütün mağluplara müjde!
Bundan sonra sancakları yükselen
Sensin gelen, sen!
Sensin Müslüman sen!
Heybesinde yeni bir gün şafağı
Pırıl pırıl bir iman
Küçük değil, güçsüz değilsin
Adın senin Müslüman!
Yani güzel bir insan!
YAZAR VE YAYINCI
İHSAN IŞIK’TAN BAKAN ALBAYRAK’A ÇAĞRI
İLESAM
eski Genel Başkanı, Türkiye Yazarlar Birliği eski Genel Bakan Yardımcısı, yazar
ve yayıncı İhsan Işık, yeni KDV düzenlemesi hakkında Maliye Bakanı Berat
Albayrak’a “İkinci adım daha önemli, asıl onu bekliyoruz” çağrısında bulundu.
İhsan
IŞIK, yaptığı açıklamada önerisini şöyle özetledi:
“Sayın
Bakan, yeni düzenlemeyle kitap ve dergiden
% 8 KDV muafiyeti kararı güzel bir adım olmakla birlikte ancak topal bir
adım sayılabilir. Çünkü yayıncılar halen matbaaya, kâğıtçıya ve ciltçiye % 18
KDV ödüyor. Bu durum değişmedikçe yayıncı nefes almış olamaz, okuyucu da ucuz
kitap okuyamaz. Kitap girdilerindeki % 18 KDV, ayrıca % 20 Kurumlar Vergisinin
minimize edilmesi lazım.. Bekliyoruz Sayın Bakan, başladığınız güzel adımın
devamını bekliyoruz...
Sayına
Bakan’ın attığı adıma ayrıca Kültür Bakanı’nın da eşlik etmesi gerekiyor.
Türkiye’de 1000’in üzerinde halk kütüphanesi varken, Bakanlığın yayıncılardan sadece
il kütüphanesi sayısınca 81’er adet kitap alıyor olması son derecede yanlıştır.
Bakanlığın ayrıca atması gereken başka adımlar da var. Görüş isterlerse
sunarız..”
10.02.2019
SEYFÜDDİN ÂMİDÎ KİMDİR, ÖNEMİ
NEREDEN İLERİ GELMEKTEDİR?
İhsan IŞIK
Değerli
Hanımefendiler ve Beyefendiler,
Özellikle Diyarbakır Tanıtma,
Kültür ve Yardımlaşma Vakfı'nın toplantıyı düzenlemesinden duyduğum
memnuniyeti, bu toplantıda bana konuşma yapma ve bildiri sunma imkânı
verilmesinden duyduğum sevinci ifade etmek isterim. Teşviklerinden dolayı,
Diyarbakırlıların medar-ı iftiharı olan kıymetli ilim adamı mümtaz şahsiyet
Şevket Beysanoğlu Beyefendiye de teşekkürü borç biliyorum.
Bendeniz de doğum yerimin
Diyarbakır olmasından daima sevinç ve övünç duyan biriyim. 1952'de bu sevdalı
şehrin merkezindeki Hasırlı mahallesinde dünyaya geldim. İlk tahsilimi Gazi
İlkokulu'nun Melikahmet'teki şimdi maalesef yerinde yeller esen tarihi
binasında tamamladım. İmam-hatip Okulu'nu istasyondaki eski küçük binada
okudum. Şehrimizde 1969 yılında aylık edebiyat ve düşünce gazetesi Özlem'i, 1974 yılında da yine bir edebiyat
ve kültür dergisi olan Çile
dergisini
yayımladım. Daha sonra Erzurum Edebiyat Fakültesini bitirip İstanbul'da
öğretmenlik, yayıncılık, müşavirlik; Ankara'da ise Bakan Danışmanlığı ve Çocuk
Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü yapıp 1998'de emekli oldum. Şimdiye kadar şiir,
dış politika, biyografi ve kültürel inceleme alanlarında iki tanesi Almanca'ya
tercüme edilmiş 18 kadar kitap çalışması yapma fırsatı buldum. Halen Türkiye
Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyesi ve Ankara Büyükşehir Belediyesi
Kültür-Sanat Danışmanı olarak görev yapıyorum.
Bugün arzedeceğim bildiri konum
olan Seyfeddin Amidî'ye gelince.. SEYFÜDDİN ÂMİDÎ
Takdir
edersiniz ki yaşadığı dönemin üzerinden uzun yıllar, hele hele yüzyıllar geçmiş
olan şahsiyetler hakkında söz etmenin hem avantajları, hem de dezavantajlan
vardır. Yaşayan ya da vefaünın üzerinden fazla bir zaman geçmeyen ilim ve sanat
adamları üzerinde araştırma yapmak isteyenler geniş kaynaklar bulma imkânına
sahiptir. O şahsiyeti tanıyan ve henüz hayatta olan insanları bulmak, onlarla
konuşmak ve"onların yol göstermesiyle önceden bilinmeyen şahıs ve eserlere
ulaşmak mümkün olabilmektedir. Aradan fazla zaman geçmediği için o şahsiyetin
telif eserlerine ve bu eserler üzerine yazılmış eserlere sahip olmak da
mümkündür.
Yaşayan şahsiyetlerin kritiğinde dezavantaj ise o kişi ve eserleri için.
tarih ve sosyolojinin hükmü belli olmadan sadece sübjektif yorum ve eleştirilerle
karşt karşıya kalmaktır. Aradan yeterince zaman geçmediği ve yaşanan olaylar ve
dönemler o şahsiyetin eserlerini tekzib veya tasdik etmeden peşinen serdedilen
kıymet hükümleri ise çok defa yanıltıcı olabilmektedir. Yaşadığı dönemin
konjonktürel avantajlarından çok iyi yararlandığı için uzun yıllar boyu hep
alkışlanıp göklere çıkarılan pek çok isim daha sonra kaçnılmaz biçimde tarihin
yargılaması sonucu gerçekte hakettiği yere gömülmekten kurtulamamıştır. Tarihin
hükmü önünde sonunda sadece siyasi ve askeri liderleri değil edebi ve ilmi
şahsiyetleri de bir süre sonra farklı bir konuma getirmiştir. Döneminde çok
popüler olan bir yazar ve şair, daha sonra unutulup gittiği halde yaşadığı
dönemde ismi pek duyulmayan hakiki bir kıymet ise yıllar sonra hakettiği yeri
bulabilmektedir. Gayet tabii bunların istisnaları da vardır.
Demek istiyorum ki ulaşabildiğimiz kaynaklar, Seyfeddin Amidî hakkında
bize yüzyıllardan süzüle süzüle sayı bakımından az ve fakat fikir verme
bakımından oldukça kıymetli veriler ulaşürmışür. Daha da önemlisi Seyfüddin
Amidî hakkında sahip olabildiğimiz bilgiler, bugün üzerinde tartışılan bir
takım ilmi meselelerin çözüm yolları için oldukça kıymetli bilgiler ve
görüşler içeriyor olmasıdır.
Bu nedenle şimdi sizleri kuru biyografik bilgiler arasmda dolaştırmak
yerine, Seyfeddin Amidî'nin hayatı ve eserleri hakkında kısa bir bilgi aktarmakla
yetinip, konuşmamın final bölümünde onun 21. Yüzyıl insanlığı ve müslümanlığı
açısından ne kıymet ifade ettiği konusu üzerinde durmayı tercih edeceğim.
SEYFÜDDİN AMİDÎ KİMDİR?
Seyfüddin Âmidî, 12. ve 13. Yüzyıl İslam dünyasının kelâm, fıkıh ve
felsefe bilginlerinin ünlüleri arasındadır. Lakabı: Ebül-Hasan Seyfüddin
el-Âmidî b.Ebî Ali Muhammed b.Et-Tağlebî'dir. Ansiklopediler ondan Arap din
bilgini olarak söz ederler. Miladi 1156 yılında o dönemde adı Amid olan
Diya|bakır'da doğdu. 1233 yılında Şam'da vefat etti. Türbesi Şam'dadır.
Diyarbakır'da doğduğu, öğreniminin ilk bölümünü Diyarbakır'da yaptığı ve
bu şehirdeki hocaları tarafından dehasının tesbit edilip yönlendirildiği;
ancak gençlik yıllarında tahsilini tamamlamak üzere dönemin ünlü ilim
merkezlerine gittiği anlaşılıyor. Diyarbakır'da Kur'an'ın değişik okunuş
tarzlarnı (Kıraat bilimi) ve Hanbelî fıkhını tanınmış üstadlardan öğrendikten
sonra Bağdat'a gitti. Orada Hanbeli mezhebini bırakıp Şafiî mezhebine girdi.
Ebül-Feth ibn-il-Münâ'dan fıkıh, Ebül-Feth Şatil'den hadis dersleri aldı. Şafiî
fıkıhçılarından Ebül-Kasım b. Fazlân'a öğrenci oldu; bu
dönemde seçkin bir öğrenci oldu.
Âmidî, bilgisini daha çok genişletmek amacıyla Bağdat'ın Kerh bölgesinde
yaşayan Hristiyan ve Yahudi bilginlerinden de felsefe ve tıb dersleri aldı.
Fıkıh ve felsefeyi özümleyen Âmidî'nin rakipsiz bir duruma yükseldiğini gören
fikıhçılar kendisinden hoşlanmamaya başladılar. Bunu sezen Âmidî, 1198'de
Bağdat'ı terk edip Şam'a göç etti.
Şam'da da fıkıh ve felsefe bilgisini arttırıp aklî bilimlerde zamanın en
büyük bilgini oldu. Bir süre sonra Mısır'a geçti. Karâfe-i Sugra'da İmam Şafiî
hazretlerinin kabri civarındaki medreseye müderris yardımcısı oldu.
Ayrıca, Kahire'deki Cami-i Zafirî'de ders vermeğe başladı. Burada usul-i
din, kelâm ve fıkıh usulüne ilişkin ders ve eserleriyle büyük bir ün kazanarak
ilgi topladı. Ancak İbn Halligân'm ve Taşköprülü Zade'nin bildirdiklerine
göre, bilginlerden bir bölümü onun bu ününü çekemeyerek kendisini filozofluk
ve itikat bozukluğu ile suçlayarak, kanının helâl olduğu hakkında genel bir
şikâyetname yazıp imzaladılar. Bazıları onlara katılmadı, bu hareketin
anlamsızlığını ifade etmekten çekinmediler.
Âmidî, öldürülmekten kurtulmak için Kahire'den gizlice kaçarak Hama'ya
geldi. Burada Eyyûbi'lerden Hama hükümdan Melik-ül-Mansur'un hizmetine girdi.
Melik Mansur ona yüksek bir görev olan "El-Câmekiyyet-üs-Seniyye"
unvanını verdi. Ayrıca birçok yardımlarda bulundu. İki sene onun hizmetinde
kalan Âmidî, Hama seçkinlerinin önde gelenlerinden bir oldu.
Bu hükümdarın 1220'de yılında vefatı üzerine Âmidî tekrar Şam'a döndü.
Şam Valisi Şerefüddin İsâ onu çok iyi karşıladı, bütün isteklerini yerine
getirdi. Bununla da kalmayarak Âmidî'yi Aziziye Medresesi'ne müderris yaptı. Bu
medresede derslerini izleyenler onun bilgisine ve hitabetine, özellikle güzel
sözlerine hayran olur, şaşıp kalırlardı. Amidi tam 13 yıl bu görevde kaldı.
Eyyûbiler Diyarbakır'ı zaptettiğinde Amid'in eski hükümdarının, kadılık
etmek üzere Âmidî'yi davet ettiği yapılan gizli mektuplaşmalardan anlaşılınca
Eyyübi hükümdar kızarak onu müderrislikten azletti. Bunun üzerine evine çekilip
münzevi bir halde yaşayan Âmidî, 8 Kasım 1233'te vefat etti. Şam'ın meşhur
kabristanı olan Cebel-i Kâsiyun'a gömüldü.
FİKİRLERİ
Âmidî, şöhreti ülkeler aşan büyük bir bilgin olarak tanınmıştır. Ondan
sözeden bütün eserler Âmidî'nin önemini bildirmekte ittifak halindedir. Meşhur
Şafiî fikıhçısı İzzüddin b. Abdüsselâm kendisi için şunları yazmıştır:
"Ben ondan daha iyi ders okutanı
işitmedim. Her şeyden önce çok güzel konuşurdu. Eğer El-Vâsît'in (Gazali'nin
eseridir) bir sözünü değiştirse yerine koyduğu söz orijinalinden daha yerinde
olurdu. Biz, söz ve tartışma sanatını ondan öğrendik."
Amidî
için şöyle de denmiştir:
"İnançları-.-kuşkuya
düşürerek dine zarar verecek bir inancı bozuk gelse, onun karşısına çıkacak
Âmidî'den başka kimse bulunamazdı. Çünkü bu alanda yeterlilik ve kabiliyet
adına ne gerekiyorsa tümü onda toplanmıştı."
Prof. İsmail Hakkı İzmirli diyor ki:
"Seyfüddin Âmidî, tüm İslami ilimlerde
olduğu gibi Fıkıh Usulü'nde de önemli bir yere sahiptir. Fıkıh usulünde iki
ekol vardır: Biri Kelamcılar ekolü, diğeri Fıkıhçılar ekolü. Kelamcılar,
meseleleri fıkhm ayrıntılarından ayırarak mümkün olduğunca akılcı hükümler
verme yoluna eğilim göstermişlerdir. Âmidî kelamcılar ekolündendir.
Seyfüddin Âmidî, Fıkıh usulü imamları
arasında seçkinleşmiştir. Ondan sonra gelen usulcüler onun bir takım
görüşlerini benimsemişlerdir. Bu hususu bazı örneklerle açıklayalım:
1- Kavl-i
Sahabî (Sahabi Sözü)
Ashaptan olmayan müçtehid veya
fetvada, ashaba karşı gelmeyen Tabiîn için Sahabî sözünün hüccet olup olmaması
hususunda farklı yaklaşımlar vardır. Âmidî, Gazalî ve Râzî'ye uyarak sahabî
sözünün bilimsel kanıt olduğunu kabul etmiyor. Ondan sonra gelen İbn Hacib ile
Beyzâvi de Âmidî'nin bu görüşünü benimsemişlerdir.
2- Asrı
saadette müçtehid olan Sahabinin içtihadı:
Asrı saadette müçtehid olan
sahab'ınin içtihadı caiz midir? Caiz olduğu pratikte görülmüş müdür? Bu
hususlarda farklı görüşler vardır. Âmidî, Kadı Ebubekir Bâkillânî Gazalî ve
Râzı'ye uyarak mutlaka (yani peygamber huzurunda olsun.olmasm) müçtehid olan
sahabinin içtihadının caiz olduğu görüşündedir.
3- İçtihadı
yenilemek:
Bir müçtehidin evvelce içtihad edip hükmünü
bildirdiği bir olay tekrarlanırsa içtihadı yenilemenin zorunlu olup olmamasında
farklı görüşler ortaya atılmıştır. Âmidî'ye göre müçtehid, ilk içtihadını
hatırlamaz ise içtihadı yenilemesi zorunludur. Eğer hatırlıyorsa yeni bir
içtihadda bulunması gerekmez. Nevevî de Âmidî'yle aynı görüşte olduğunu belirtmiştir.
4- Telfik:
Telfik, iki mezhebi bir yere getirerek amel
etmektir. Elbette Telfik aynı konuda mümkün değildir. Farklı konularda telfik,
belli bir mezhebe bağlanan ve bağlanmayanın durumuna göre iki çeşittir.
Belirli bir mezhebe bağlanmayanın
telfiki konusunda görüşler farklıdır. Âmidî' ye göre böyle bir tercih
mümkündür. Onun ardından da İbn Hacib ve İbn Humam aynı görüşü
benimsemişlerdir.
KELAM-FELSEFE ÇELİŞKİSİNDE
TERCİHİ:
Âmidî, Gazalî'den (505) başlayarak
ortaya çıkan sonraki kelamcılar çizgisindedir. Ondan önce gelen ünlü kelamcılar
dan Bakillânî (403), oğlu Ebu Haşim (320), Abdülcabbar Hemedanî (415),
Ebül-Hasanil Basri (463) gibi Mu'tezilî'ler, Kirâmî İbn-ül-Heysam ve nihayet
İbn-ül Nevbahtî, mantık usulüne ve üzerine kurulan felsefe ekollerine karşı
çıkarlardı. Onlara göre Mantık kuralları kabul olunsaydı, ona bağlı olan kelama
mahsus delilleri red olan görüşler iptal olunacak, sonuçta dinin inançları
değişecekti.
Gazalî, kendisinden önceki kelamcılara
muhalefet ederek mantık usulünü kabul etti. Böylece eski kelamcıların yolundan
farklı yeni bir yol belirdi. Gazalî bundan başka, mantığı da fıkıh usulüne
ekledi, "mantık bilmeyen kimsenin ilmine güvenilemez" demekle manüğı
bilimlerin öncüsü kıldı. Gazalî, felsefe incelemelerine de önem verdi.
Felsefeyi Ehl-i Sünnet tarafından izlenilebilecek bir hale getirdi.
Bir asır sonra gelen Fahreddin-i
Razı bunu tamamladı, kelam ile felsefeyi bir tek bilim saydı, akılcı yaklaşıma
son derece özen gösterdi eski kelamcıları da eleştirmekten geri durmadı.
Âmidî ise Râzî'den bir ileri adım
daha atarak kelamda felsefeyi genişletti; filozoflar gibi, "Kemalat,
ma'kulatı, akli bilimleri ihata etmekte hasıl olur" davasını ortaya attı.
İşte sonraki kelamcıların iki önde gelen ismi Razı ile Âmidî'dir. Daha sonra
Beyzavi de kelam ile felsefeyi birbirinden ayrılmayacak derecede birleştirdi.
Sonra gelenler hep bu yolu tutturmuşlardır.
Akılcı yaklaşım yolunda giden
kelamcılar kelam ile felsefeyi birleştirmekle kelamcı felsefe ortaya çıktı.
Felsefi bir kelam ekolü ise Fahri Râzî tarafından başlatıldı. Bu medresenin
başına Âmidî geçti, bu medreseyi İslam aleminde o yürüttü. Sonraki Maturîdiler
de bu felsefi kelam ekolünü benimsemişlerdir.
ESERLERİ:
Amidî'nin
otuza yakm eseri vardır. En ünlü olanlan şunlardır:
1- İhkâm-ül Ahkâm.:
Usul-i fıkıh
hakkındadır. İstanbul kütüphanelerinde vardır.
2- Ebkâr-ül-Efkâr:
Usul-i. dine
dairdir. Dört cilttir. Sekiz kaide üzerine tertip edilmiştir.İstanbul
kütüphanelerinde vardır.
3- Rümuz-ül-Künuz:
İkinci eserin
muhtasarıdır. İstanbul kütüphanelerinde bulunur.
4-Menâihü'l-Karaih
5-Kitabü' 1 Bahir fi Ulum-il-Evail-î vel-Evahir
6-Gayetü'1-emel fil-cedel
7-Dekeyikü'l-Hakayik (Hikımete
dair)
8-Münteh-es-sûl (usule ait)
9-Kitabü' 1-Mübin fı Maani elfaz-il-Hükemâ-i
vel Kelamcıin
10-Et-Tercihat (Hilaf a dair)
11-El-Muhafazat (Hilafa dair)
12-Et-Talıkat-üs-sagîre vei-kebîre
(Hilafa dair)
13-Ele Me'haz alel-imam-ir-Râzî fi
şerh-il-işarat
14-Hulâset ül-İbrîz Tezkiret
ül-Melik ül-Aziz (Akaid)
15-Delîlü Müttehid ül-i'tilaf ve Cârü
fı Cemî-î Mesâil ül-Hilâf
16-Şerh-i Kitâb ül-Cedel lil-Şerif
ül-Merâgî
17-Tarikat fi'l-Hilâf
18-Gaayet ül-Merâm (Kelâmdan)
19-El-Garâib ve Keşf ül-Acaîb
Fi'l-İktirânât ül-Şartiyye
20-Ferâidü' 1-Fevâid (Hikmet)
21-Kitabü'1-Tercihat (Hilaf'a dair)
22 -Keşfü'
1-Temvîhât fi Şerhü' I-Tenbîhât
23-Lübâbü' 1-Elbâb (Manıtıktan)
24-Mümtehâ üs-Sâlik fi
Rütübü'l-Mesâlik
25-El-Mevâhiz ül-Celiyye
fi-Mevâhizâtü'l-Cedeliyye
26-En-Nûr ül-Bâhir
fîl-Hükmü'z-Zevâhir (5 cilt).
SEYFÜDDİN
AMİDÎ'NİN BUGÜN İÇİN ÖNEMİ:
Seyfüddin Âmidî, Diyarbakır'da
doğup yetişen büyük bir İslam bilgini. 12. ve 13. yüzyılda kelam, felsefe ve
fikıh alanlarında isminden oldukça söz ettimiş bir şahsiyet olması elbette
önemlidir. Ancak Seyfüddin Amidî'nin asıl önemi, açtığı çığırla sadece
döneminin bilim dünyasına değil, çağımızın önemli bilimsel tartışmalarına da
ışık tutacak görüşleri ortaya atmış olmasıdır.
Bilindiği gibi
İslam dünyası, son iki yüz yıldır gerileme sürecine girmiş
ve bu yüzyıllarda bir silkiniş içine giren
Batı dünyasının her bakımdan hem gerisinde kalmış, hem de dolaylı dolaysız
baskı ve tehditleriyle karşılaşmış olmanın sıkıntısını yaşamaktadır. Bitirmekte
olduğumuz yüzyılda ve özellikle bu yüzyılın son çeyreğinde İslam dünyasınm bir
çok merkezinde ve hatta batı dünyasında bu sosyolojik evrilmenin nedenleri ve gelecekteki
durumu üzerine çok önemli bilimsel ve düşünsel tartışmalar yapılmakta ve bu
konularda çok sayıda eser yayımlanmaktadır. Bu tartışmalarda elbette
birbirinden farklı bakış açıları sonucu çeşitli yorumlar ortaya
çıkabilmektedir. Ancak hemen hemen üzerinde görüş birliği sağlanan tesbitlerden
biri, İslam dünyasındaki geri kalmışlığında düşünsel ve bilimsel üretimin
yüzyıllardır yetersiz kalmasının en önemli rolü oynadığı ve buna da dini
düşüncenin yeterli bir evrimi gösterememesidir. Çağdaş müslüman aydınlar şunun
altını üzellikle çiziyorlar: Eksik olan nakli bilgiler değil akli bilgiler ve
bunu üretecek olan dini düşüncenin evrimidir.
İşte Seyfeddin Âmidî'nin 700-800 yıl önce üzerinde durduğu nokta dini
düşüncede aklın yeterince rol oynaması kapısını açacak ya da genişletecek olan
kelam ve felsefenin birleştirilmesidir. İkinci olarak dikkatimizi çekmesi
gerekecek yaklaşımı belki de sahabe, tabiin veya daha sonra gelen
müs-lümanların içtihad yapma veya mezheplerden herhangi birinin görüşünü
benimsemede özgür sayılmasını belirtmesidir. Buna sahabi sözünün bile dini
konularda hüccet sayılmayacağına ilişkin görüşü gibi benzer tesbit-lerini de
ekleyebiliriz.
Konuşmamı burada noktalarken hepinize saygılar ve sevgiler sunarım.
KAYNAKÇA:
1-İslam-Türk Ansiklopedisi
2-İslam Ansiktopedisi
3-İnönü Ansiklopedisi
4-İbn Ebî Usaybia: Tabakatı'l
Hükema
5-İbn Halligan: Vefeyadü'l
A'yan
6-Ebûl Feda Tarihi
7-Taşköprüzade
8-Mevzuatû'l Ulûm
9-Usul-i Hudrî
10-Zehebî. el Iber
11-İ. Hakkı İzmirli: İlmi
Hilaf ve islam Felsefesi Tarihi
12-Şemsedin Sami: Kamus-ül
Alam
13-Ali Emirî: Diyarbekirli
Bazı Zevatini Terceme-i Halleri
14-Esmaü'l Müellifin
15-15- Şevket Beysanoğlu, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat
Adamları 1. Cilt, s. 13-22, Ankara 1996.
KAYNAK: 1. Bütün Yönleriyle
Diyarbakır Sempozyumu (27-28 Ekim 2000, Ankara, 2000; İhsan Işık / “Seyfüddin
Âmidî Kimdir, Önemi Nereden İleri Gelmektedir?”, s. 194-200).
İhsan IŞIK: “ALİ
NAR OKULUMUZU KÜLTÜR MERKEZİNE ÇEVİRMİŞTİ”
Merhum
Ali Nar hocamızın Diyarbakır İmam Hatip Okulunda çizmeye başladığı örnek
öğretmen imajı, aradan 51 sene geçmesine rağmen, hâlâ unutulmuş değil.
Söyleşi Ahmet
Serin (dunyabizim.com)
İhsan
Işık “Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi” gibi Türkiye’de alanında tek, devasa bir
çalışmanın müellifi. Bu çalışmanın yapılması önemli bir şey elbet ama bu alanda
çalışma gerektiğini görüp bu alanda çalışmak başlıbaşına önemli. İşte İhsan
Işık, bu önemin farkına varıp bu çalışmanın altından kalkabilmiş birisi. Bunu
düşünüp uygulayabilmek için ciddi bir birikime ihtiyaç var ve bu birikim de
hemen kazanılmıyor. Ve ayrıca, bunun için ciddi bir itici güce ihtiyaç var.
İhsan Işık’ın geçmişine baktığımızda, ona hem bu birikimi kazandıran hem de
edebiyat alanında çalışmasını sağlayan bu itici gücü görüyoruz: Ali Nar! İhsan
Işık’la hocası merhum Ali Nar hakkında konuştuk. Yararı olması dileğiyle
sunuyoruz.
Rahmetli Ali
Nar’ın ilk öğrencilerinden birisiniz ve ondan etkilendiğinizi biliyorum. Daha
çok edebiyatçı kimliğiyle bilinen Ali Nar’ın bir eğitimci olarak portresini
çizer misiniz? Rahmetli Ali Nar Hocanın okula gelmesinden sonra okulda gözle
görülür bir değişiklik olup olmadığını merak ediyorum. Çünkü bazen bir öğretmen
bir okulun çehresini değiştirir. Benzer durum Ali Nar Hoca için de geçerli mi
acaba?
Sadece biz öğrencileri değil Diyarbakır halkı
da unutmuş değil. Bana göre bu işin sırrı yürekte bir sancının var olması ve
aradan yıllar geçse de bu sancının hiç kaybolmayışıdır. Hasretini çekmeye
başladığımız, şimdi benzeri bulmada zorluk çektiğimiz sancılı insanlardan
biriydi Ali Nar Hoca. Bu sancıdan ne kastettiğimi şimdi makam, mevki, para ve
kadına tapmaya başlayan Süslümanlar değil, ümmet bilinci olan, Üstad Necip
Fazıl'ın "İdeolocya Örgüsü"ndeki "Divanelere Muhtacız"
yazısında profilini çizdiği samimi (hasbî) Müslümanlar anlar ancak.
Çünkü,
Türkiye'de pek çok kişi birkaç sene "İslam Davası" diye
özetlenebilecek yüce ve kutsal ideale hizmet etmeye başlamış, daha sonra
pragmatizm, konformizm ve hedonizmin
kucağına düşerek sonunda birer "Süslüman" tipe dönüşerek kendilerini
heder etmişlerdir. Bu yozlaşma ve çürüme, oluşan yalaka çevreleri de
etkilediğinden sonuçta İslam’a ve yüce idealimize zarar veren tuhaf yaratıklara
dönüşmüşlerdir.
İşte
Ali Nar, ta o zamanda başlayan bu çürüme sürecinde istikametini, yüreğindeki
sancısını ve ümmet bilincini baki aleme göç edene kadar koruyabilen ender
şahsiyetlerdendir. Ne yaptı da Ali Nar, böylesine örnek bir eğitimci ve örnek
Müslüman olarak gönüllere taht kurabildi? Genişliğine ve derinliğine
incelenmesi gerek bir konudur bu.
Kısaca
özetleyecek olursak: Ali Nar, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünü bitirdikten
sonra, ilk görev yeri olarak 1965 yılında Diyarbakır İmam Hatip Okuluna meslek
dersleri öğretmeni olarak geldi. Branşı meslek dersleri olmasına rağmen, aynı
zamanda okulun gerçek edebiyat öğretmeni idi.
Siyer-i
Nebi dersinde Hz. Peygamber'i (sav) öyle bir anlatışı vardı ki, biz
öğrencileri, duygulanarak Asr-ı Saadet'i içimizde hissettiğimiz gibi,
zihnimizde örnek İslam toplumunun ana çizgilerini de görmeye başlıyorduk.
Resulullah (sav), Allah'ın elçisi, örnek devlet adamı, örnek öğretmen, güzel
ahlakın en güzel özelliklerine sahip örnek Müslüman olarak zihnimize yerleşiyor,
ancak onu örnek alarak iyi birer insan olabileceğimizi düşünmeye başlıyorduk.
O
öğrenmeye muhtaç olduğumuz hakikatleri sadece ders saatlerinde anlatmıyor, maaşının önemli bölümünü kitap
almaya ayırıyor ve bu kitapları biz öğrencilerine ücretsiz olarak hediye
ediyordu. Kitapları hediye etmekle kalmıyor, her kitabın ön sayfasına bizi
motive eden, okumaya ve düşünmeye teşvik eden, büyük düşler kurmamızı sağlayan
çok güzel mektupcuklar yazıyordu. Bana hediye ettiği kitaplardan hatırladığım
iki tanesi Muhamed Hamidullah'ın İslam Peygamberinin Savaşları ve İslam
Peygamberi (2 cilt) adlı eserleriydi. Her iki kitaba benim için yazdığı teşvik
edici sözler hâlâ ezberimdedir.
Özel
bir ilgi gösterdiği öğrencilerinden hatırladığım Şaban Arslan, güzel sesi ve
kendisini dinleten Kur'an tilavetiyle dikkat çekiyordu. İşadamı ve sosyal yönü
çok güçlü İbrahim Halil Keresteci, şair ve yazar Celal Moray, yazar ve yayıncı
(Beyan Yayınları sahibi) Ali Kemal Temizer, yazar Yüksel Kanar, sporcu ve
öğretmen (şimdi merhum) Hatip Korkusuz, Dr. Bedri Mermutlu, Emir Eş (o dönem
Diyarbakır'da görev yapan Selahaddin Eş'in kardeşi), Dr. Abdullah Baran, Prof.
Dr. Sabri Orman, Prof. Dr. Sait Şimşek, Prof. Dr. Yasin Ceylan, Tarım Bakanlığı
yapan Dr. Mehdi Eker, Mehdi Eker'in ağabeyi yazar ve çevirmen (şimdi merhum)
Hamit Eker, Prof. Dr. İbrahim Sarmış, işadamı Ali Alabalık, Ak Parti
kurucularından işadamı Muammer Kakı, Dr. Şakir Diclehan, avukat ve milletvekili
Cavit Torun, avukat Saffet Saygın, avukat Muhittin Doğrucu, öğretmen ve yazar
Siraç Öztoprak, yazar Hüsamettin Aydın, yazar ve arşivci Şefik Korkusuz gibi
şimdi bazılarını hatırlayamadığım pek çok değerli şahsiyet Ali Nar'ın
öğrencilerindendir.
Sırf
örnek olsun diye söz edecek olursam; beni yazarlığa teşvik için zamanını fedakârca
ayıran bir hocaydı Ali Nar. Diyarbakır İmam Hatip Okulunun tedrisata başladığı
ilk bina TCDD'den tahsis edilmiş, küçük ama güzel bir bahçesi olan şirin bir
binaydı. Bu binanın üst katında yatılı öğrencilerin odaları yanında müdür
yardımcısı Hüseyin Tulpar ile Ali Nar'ın kaldığı odalar vardı. Biz yakın
öğrencileri, kendilerini odalarına çıkarak da ziyaret eder, sorular sorarak
kendimizi geliştirmeye çalışırdık. O dönemde Üstad Necip Fazıl'ın Büyük Doğu
dergisi haftalık olarak yayımlanıyor ve Cuma günleri çıkıyordu. Ali Nar her
hafta bana üç dergi parası verip Dörtyol'daki gazete bayiine gönderiyordu. Bu
dergilerden biri benim, diğer ikisi Ali Nar Hoca ile Hüseyin Tulpar Hoca'nındı.
Bir
gün, Siyer-i Nebi dersinde ders anlatışımı beğenen hocamız, beni öğretmenler
odasına çağırdı, güzel sözler söyleyerek, bana "Temizlik" konusunda
kendi yazdığı güzel bir yazıyı verdi ve bu yazıyı özetleyip kendisine getirmemi
istedi. Ben önce bu hareketini anlayamadım ama, "Peki hocam" diyerek
yazdığım özet metni ertesi günü kendisine götürdüm. İki gün sonra beni tekrar
yanına çağırdı, masanın üzerindeki "Yeni Şark Postası" gazetesini
verdi. "Aç, bak" dedi, "İçinde adın geçiyor". Açtım baktım,
iç sayfalardan birinde "Temizlik" başlıklı bir yazı vardı ve bu yazı,
hocanın yazısından benim özetlediğim yazıydı. Altında da benim adım yazıyordu.
İşte o gün bugün ömrüm yazmakla geçiyor. Beni bu nezaketi ve teşvikiyle sürekli
yazmaya teşvik eden Ali Nar Hoca olmuştu.
Örnek
bir Müslüman aydın eğitimci olan, Ali Nar, girdiği derslerde sadece müfredat
konuları ile sınırlı kalmaz, düşünce dünyamızı, vizyonumuzu geliştirecek birçok
konuda bilgiler vermeyi ihmal etmezdi. Biz bütün öğrenciler, Üstad Necip Fazıl
ve Üstad Sezai Karakoç olmak üzere çok sayıda Müslüman şair ve yazarın adını ondan
öğrendik. Hocanın bu yönlendirmesi sonucu arkadaşımız İbrahim Halil Keresteci,
okulda bir kitap büfesi açtı ve Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Seyyid Kutub,
Muhammed Kutub, Mevdudi, Hamidullah, Abdurrahim Karakoç, Muhammed Ebu Zehra
gibi o dönem daha çok gündemde olan yazarların kitaplarını getirdi. Getirdiği
kitaplar büyük ilgi görüyor, kısa zamanda tükeniyordu.
Bize
derslerde ezberinden çok şiir okurdu Ali Nar. Bunlardan Halim Yağcıoğlu'nun
"Cehennem Bu Olacak" şiiri, Ayhan İnal'ın "Seni anlamış olmanın
hazzı" dizesiyle başlayan "Esmer Meleğim" şiiri, Üstad Necip
Fazıl'ın "Sakarya", "Muhasebe" şiirleri; Ali Nar hocadan
birkaç defa sınıfta dinleyerek ezberimde kalmıştır.
Hocanın
konuşmaları ve şiir okumaları beni ve bazı arkadaşlarımı şiir ve yazı yazmaya
başlattı. Kısa bir süre sonra ben ve sınıf arkadaşım Emir Eş'le birlikte, adını
"Özlem" koyduğum duvar gazetemizi çıkarmaya başladık. Bu gazetede
birçok arkadaşımızın şiir ve yazı denemeleri yer alıyordı. Bize en çok yardımcı
olan, bizden iki sınıf geride olan Yüksel Kanar ile Muhittin Doğrucu isimli
arkadaşlarımız idi. Bu arkadaşlar hem kendi yazdıklarını yayımlıyor, hem de
güzel yazılarıyla bazı yazıları temize çekiyorlardı.
Ali
Nar Hoca, laikliğe aykırı faaliyetleri olduğu gerekçesiyle Diyarbakır'dan
Erzincan'a sürgün edildikten birkaç yıl sonra, hocanın teşviklerinin bir
meyvesi olarak ben ve İbrahim Keresteci, "Özlem" adıyla bu defa
matbaada basılıp bayilerde satılan aylık bir edebiyat ve düşünce gazetesi
çıkardık. Ayrıntılarını yakında çıkacak bir kitabımda anlatacağım bu gazete
yurdumuzun bütün imam hatip okullarında okunuyordu.. Hoca'nın ayrılışından birkaç
sene sonra Diyarbakır'da aylık Çile dergisini de çıkardım. Çile, edebiyat
çevrelerinde, medyada ilgi gören, Türkiye'deki tüm gazete bayilerinde satılan,
ünlü yazarların da yazı ve çevirilerini yayımlayan bir dergiydi.
Naif bir insan
olan Ali Nar’ın aynı zamanda mücadeleci bir kişi olduğunu da biliyoruz.
Kuruluşunda yer aldığı STK’lar ve yayıncılık faaliyetleri bunu bize
göstermektedir. Onun inandıklarını hayata geçirmek için neleri göze aldığını,
neler yaptığını anlatabilir misiniz bize?
Evet
örnek bir mücadeleci Müslümandı Ali Nar Hoca. Yavuz Sultan Selim'in "Ateş kesilir geçse saba
gülşenimizden" dizesini sık sık tekrarlardı. Ben bir Müslümanın, öyle
eline vur ekmeğini al, ümmetin başına galen her felakete sadece üzülen zavallı
kişiler olmaması gerektiğini ondan öğrendim.
Bunları
bize sadece anlatmıyor, canlı örneğini kendisi veriyordu. Ali Nar Hoca'nın
önderliğiyle Diyarbakır'da Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti
kurulduğu gibi, okulumuzda "Mesleki Tatbikat Kolu"nu kurarak biz
öğrencileri her cuma - ilçeler dahil- Diyarbakır'daki camilere dağıtıyor,
camilerde vaaz ve hutbe tecrübemizi, hitabetimizi arttırıyordu. Diyarbakırlılar
da bu sayede hutbe ve vaazlarda sadece menkıbe dinlemekten kurtulup İslam
dininin toplumsal yaşayışla ilgili özelliklerini dinlemiş oluyordu.
Ali
Nar Hoca'nın organizasyonu ile, sadece hutbe ve vaazla yetinmiyor, okulda sık
sık kültürel etkinlikler düzenliyor, piyesler de oynuyorduk. Bu piyeslerin çoğu
Mehmet Akif'in "Safahat"ından uyarlanan manzum metinlerdi. Piyeslerin
en önde gelen ismi, merhum Hatip Korkusuz idi. Hatip, hem okul futbol takımızın
kaptanı, hem de piyeslerin baş aktörüydü ve oyunculukta çok başarılıydı. Mizaha
da çok yetenekliydi. Rahmetle ve muhabbetle anıyorum.
Ali
Nar Hoca'nın organizatörlüğünde Diyarbakır İmam Hatip Okulu, Türkiye'deki pek
çok imam hatip okulundan ilerde, tam anlamıyla bir kültür-sanat merkezine
dönüşmüştü. Okulumuzda hemen her hafta düzenlediği kültür-sanat etkiliklerine
Diyarbakır halkını da davet ediyor, onu çok seven halktan yüzlerce kişinin
katılımıyla bu etkinlikler büyük bir izleyici topluğu önünde gerçekleşiyordu.
Öyle ki, bir süre sonra okulumuzun yemekhanesi bu etkinlikleri dar gelmeye
başladı ve yakınımızdaki Mehmetçik İlkokulu ile Dağkapı'daki Öğretmen Okulunun
salonlarını da kullanır hale geldik. Bu salonlarda gerçekleştirdiğimiz hitabet
yarışmaları, anma günleri, tiyatro oyunları yine halkın katılımıyla
gerçekleşiyordu. O dönemde yine Ali Nar'ın önderliğinde, DSİ Müdürü Recai
Kutan, mühendislerden Fehim Adak ve Mehmet Helvacı, hem okulumuzda derslere
giriyor, hem etkinliklere katkı sağlıyordu.
Elbette
Ali Nar'ın bu hizmetleri, Diyarbakır'da İslami uyanışın yaygınlaşmasından
rahatsızlık duyan bazı çevrelerin hiç hoşuna gitmiyordu. Birilerinin, özellikle
derin çevrelerin endişeleri artıyordu. Yaygınlaşan İslami etkinliklerle,
Kürtçülüğün ve Türkçülüğün önü tıkanıyordu. Kemalistlerin tuzakları
bozuluyordu. Marksistler kızgınlık içindeydi. O dönemde Diyarbakır'da görev
yapan General Faruk Güventürk, sinsi sinsi Ali Nar'a savaş açtı, onu şikâyet
etmeye başladı.
Sonunda
Milli Eğitim yetkilileri örnek öğretmen Ali Nar'ı cezalandırmaya, bir an önce
Diyarbakır'dan uzaklaştırmaya karar verdi. Ali Nar, bu düşmanlıklar sonucu, çok
sevdiği öğrencileri ve yüzlercesiyle dostluk oluşturduğu Diyarbakırlılardan
ayrılma zorunda bırakılarak, Erzincan'a sürgün edildi. Ali Nar Diyarbakır'dan
gitmek zorunda kaldı ama bize çizdiği yol hiçbir zaman takipsiz kalmadı. Bu
izde yürüyüş hayatımız boyunca devam edecek, biiznillah.
Bildiğiniz
kadarıyla, özellikle Ali Nar’ın etkisinde kalarak edebiyata yönelen
arkadaşlarınız oldu mu hiç? Ben Ali Kemal Temizer ismini biliyorum mesela.
Biraz da bu etkilenmeden bahsetseniz…
Ali
Nar’ın etkisinde kalarak edebiyata yönelenler oldu tabii. Sadece edebiyata
değil ilmî çalışmalara da.. Şair ve yazar Celal Moray, yazar ve yayıncı (Beyan
Yayınları sahibi) Ali Kemal Temizer, yazar Yüksel Kanar, Emir Eş (o dönem
Diyarbakır'da görev yapan Selahaddin Eş'in kardeşi), Dr. Abdullah Baran, Tarım
Bakanlarından Mehdi Eker'in ağabeyi yazar ve çevirmen (şimdi merhum) Hamit
Eker, şimdi hatırlayabildiklerimdir.
Ali
Nar'ın öğrencisi olan ve ilmî çalışmalarda isim yapanlardan hatırladıklarım
ise: Prof. Dr. Sabri Orman, Prof. Dr. Sait Şimşek, Prof. Dr. Yasin Ceylan, Yrd.
Doç. Dr. Bedri Mermutlu, Tarım Bakanlarından Dr. Mehdi Eker, Prof. Dr. İbrahim
Sarmış, öğretmen ve yazar Siraç Öztoprak, yazar Hüsamettin Aydın ile yazar ve
arşivci Şefik Korkusuz..
KAYNAK:
İhsan Işık: “Ali Nar Okulumuzu Kültür
Merkezine Çevirmişti” (Söyleşi: Ahmet Serin, dunyabizim.com, 24 Temmuz 2016).
İHSAN IŞIK’LA GÜNEYDOĞU GERÇEĞİ
Röportaj: Necati ÇAVDAR
-
Sayın Işık, sizinle hem bölge insanı olmanız ve bir aydın sorumluluğu
içinde zaman
zaman yazılarınızda Güneydoğu sorununu dile getirmeniz
dolayısıyla Güneydoğu sorununu ve çözümüne bakışınızı okuyucularımızla
paylaşmak istedik. Güneydoğu da yaşanan tabloyu
özetler misiniz?
- Türkiye
nasıl Dünya üzerinde geri kalmış bir ülke ise ve geri kalmışlığın sorunlarını
çeşitli boyutlarda yaşıyorsa Güneydoğu’da böyle bir geri kalmışlık tablosunu
ortaya koymaktadır. Güneydoğu bölgesi için önümüzde ki ekonomik tablo ve terör blançosu
devletin bölge insanına ilişkin siyasal ve kültür politikalarının başlangıçtan
itibaren yanlış olmasının bir sonucudur.
Diyarbakır başta olmak üzere
Güneydoğunun bu gününe baktığımızda gerçekten yoksulluğun ön planda olduğu, şehirlerde
büyük kalabalıklar ve orada yaşanan terörden üreyen çok boyutlu sorunlar
görülür.
Bugün büyük kentlerimizin
varoşlarında yaşayan insanların büyük çoğunluğu Güneydoğu kökenlidir. İstanbul,
Ankara İzmir, Adana, Mersin hatta Karadeniz illerimize kadar yoğunlaşmakta olan
bu göçmen topluluğu gerçekten büyük ekonomik yoksunluklar içinde yaşamakta aynı
zamanda yaşadıkları şehirde de o şehrin
problemlerini üretmektedir.
Yapılan araştırmalar ve farklı
siyasi parti temsilcilerinin açıklamalarında ortaya çıkan gerçekler
göstermektedir ki eğer devlet yakın geçmişten itibaren bile Güneydoğuya fonlar
ayırıp yatırım yapmış olsa idi bu gün terörün bedelini böylesine ödemek zorunda
kalmayacaktık.
Terörün bedelini sadece Güneydoğu
insanı değil doğusundan batısına bütün işçilerin, memurların, esnafın ve iş
adamının toptan Türkiye’nin ödemekte olduğunu açıkça görmekteyiz. Türkiye’nin
bu gün yaşamakta olduğu ve oldukça etkileyici olan ekonomik krizin temel
faktörlerinden bir tanesi Güney doğuda devam eden teröre bu güne kadar ayrılmış
silahlı mücadele paylarıdır.
Yapılan araştırma ve açıklamalar
açıkça şunu ortaya koymuştur. Güneydoğuya devlet; yaklaşık son yirmi yıl
içerisinde 80 -100 milyon dolar arasında terörle mücadele için para harcamış
durumdadır. Tüm ekonomi, iş ve siyasi çevreler her defasında şunu
söylemektedirler. Eğer devlet terörle mücadele için harcamış olduğu bu yüksek
paralar ki bu para Türkiye’nin tüm dış borçlarına eşit durumdadır. Eğer bu
paranın değil tamamı yarısı hatta dörtte biri Güneydoğuya harcanmış olsa idi,ne
terör nedeni ile bu kadar insan canını yitirir,nede bu kadar insan yer ve
yurtlarından çıkarak göç etmek durumunda kalırdı. Bu göçün açı sonuçlarından
hem güneydoğu hem de Türkiye’de ki diğer insanlar bu derece etkilenmeyecekti.
Gerçekten bu gün Diyarbakır’a, Batman’a,
Van’a, Urfa’ ya baktığımızda on binlerce insanın önlerinde uyduruk tezgahlarla
geçimlerini sağlamaya çalıştığını görüyoruz. O bölgede korkunç gizli ve açık
bir işsizler ordusu büyümektedir.
Elbette ki işsizlik ve yoksulluk
terörün olsun değer sosyal problemlerin oluşması için en uygun ortamı meydana
getirmektedir. Eğer Diyarbakır’da bu gün binlerce kahvehanede on binlerce genç
işsiz güçsüz durumda bulunuyorsa kahvehanelerde vakit öldürmek zorunda
kalıyorlarsa o zaman terör
örgütünün insan toplayacağı merkezler
ortadan kaldırılmamış demektir.
Bu gün biliyoruz ki belli bir işi
belli bir barınağı ve belli bir sosyal güvencesi olan insanların kendilerini
maceraya atması, böyle bir riske girmesi çok daha zayıf ihtimaldir. Fakat
hayatında kaybedeceği hiçbir şeyi olmadığına inanan insanların başkaları
tarafından kandırılması,yanlış bir takım yollara sürüklenmesi çok daha kolay olacaktır.
-
Hükümetler bu konuda nasıl bir tedbir almaktalar bu tedbirler yeterli
mi?
-
Güneydoğunun sıkıntısı bu gün bütün Türkiye’de yaşanmaktadır. Bu da
devletin bu konuya mutlaka eğilmesi, acil gerçekçi, inandırıcı çözüm paketlerini
bir biri ardına tatbik safhasına koyması
gerekmektedir. Halbuki bu güne kadar bu böyle olmamıştır. Şimdiye kadar ilan
edilen Güneydoğu paketleri basınımızda bu gün alay konusu haline gelmiştir.
Gelen giden hükümetler basın toplantısını, bakanlar kurulunu Diyarbakır’da
toplamışlar, her biri birer Güneydoğu paketi ilan etmekte fakat bunlardan
hiçbir tanesi tatbik edilmemektedir. Bu durum bile güneydoğu insanını bu güne
kadar hep hükümetler tarafından aldatıldığını, istismar edildiğini, hep
yanıltıldığını ortaya koymaktadır.
BÖLGEDE İNSANLAR NORMAL İDAREYİ BİLMİYOR
-
Bölgede yetmişlerde başlayan bir sıkıyönetim uygulaması ve sonrasında da
uzun zamandan beri uygulanmakta olan olağan üstü hal devam ediyor. Şu anda yirmi yaşında olan bir
genç normal yönetimi hiç görmemiş demektedir. O zaman yirmi yaşında olan şuanın
orta yaşlıları da hayatlarının en üretken zamanlarını normal bir yönetimde
geçirmemiş demektir.40-50 yaş üstü olan tecrübeli kuşak da yıllar var ki normal
yönetimleri bilmiyor. Uzun zamandır yaşanılan sıkıyönetimli ve OHAL’li
yönetimlerin bölge ve Diyarbakır insanı üzerinde ne gibi etkileri
var?
- Olağanüstü şartlarda yaşayan
insan normal şartlara göre yaşayan insandan ister sosyoloji ister psikoloji
bilimi açısından olsun çok daha tedirgin çok daha problemli olan insandır. Bu
gün uzun yıllardan beri bölge insanının hep sıkıyönetim ve olağanüstü hal yönetimlerinde yaşıyor olması onun devlete
olan güvenini azaltıcı hatta yitirici bir
sonucu ortaya koymaktadır. Bugün zaten Diyarbakır ve Güneydoğuda
HADEP’in aldığı yüksek oylar aslında bu
psikolojik ortamda yaşayan insanların devlete karşı bir protestosunu ifade eder özelliktedir. Çünkü bu insanlar
netice itibari ile devlete olan güvenlerini maalesef yitirmektedirler. Devlet
her ne kadar biz terörist ile bölge halkını bir birinden ayırıyoruz
açıklamasını yapsa da uygulamada bu o kadar başarılı olmamıştır. Bu gün Güneydoğu’nun
pek çok il ve ilçesine gündüz saat üçten sonra giriş ve çıkışlar yasaktır.
Dolayısıyla bu gün olağanüstülüğün birçok gerekleri hala yaşanmaktadır.
Diğer şehirlerimizde
insanlarımızın rahatça ortaya koymuş olduğu kültürel ve sanat
aktivitelerini insanların Güneydoğuda
ortaya koyabilme şansı pek te yoktur.
İnsanların bu tür faaliyetler için çok
önceden izin alması gerekmekte ve bu izinlerin bir çoğu da verilmemektedir. TC
vatandaşlarının katılmadıkları çeşitli konulardaki demokratik protestolarını, eylemlerini
yapma şansları Güneydoğuda yoktur. Diyelim ki, Diyarbakır’da insanların Bosna, Kosova
için bile başörtüsü konusunda bile demokratik protesto ve taleplerini bildirmek
için miting yapmalar, yürüyüş yapmaları
söz konusu değildir. Böyle bir izni alabilmeleri bu tür demokratik haklarını
kullanabilmeleri mümkün değildir.
Gerçekten asker, polis, koruyucu
vatandaşlardan oluşan güvenlik güçleri Güneydoğu insanının hayatında adeta
sabit varlıklar gibi yerini almışlardır. Çocukluklarından itibaren hep onlarla
birlikte yaşamışlardır.
Uzun zamandır demokratik hayatı
soluma imkânını bu insanlar bulamamıştır.
DEVLET IRKÇI BİR SÖYLEM İÇİNDE
-Sorunların bu denli ağır
olmasının ve çözümünün gecikme sebebi nedir?
-Devletin başlangıçtan itibaren
kültür politikasının yanlış olması ortaya çıkan diğer problemlerin ana
kaynağıdır.
Devlet, Güneydoğuda gerçekten
bölge halkı tarafından ırkçı olarak algılanan söylemlerle yüzünü göstermektedir. Örneğin bir Türk milliyetçiliği
orada ki insanın gözünde adeta kendilerine dayatılmak istenilen bir devlet
görüşüdür. Bu gün Diyarbakır’ın merkezinde, Şırnak’ın girişinde, çeşitli il ve
ilçelerde sabah kalkan insanın dışarıya çıktığında ilk göreceği bir şekilde
sürekli olarak “Ne mutlu Türküm diyene”
sözünün yazılı olması inanın Türkiye’nin nasıl milli birlik ve bütünlüğünün
korunmak istendiğini benim anlamamda zorluk çekmemi doğurmaktadır. Ben bunları
anlamakta zorluk çekiyorum. Çünkü bu şekildeki yaklaşımlar bölge halkını ters
yönde etkilemektedir. Yani “Bir Türk Dünya’ya bedeldir. “Ne mutlu Türküm
diyene” söylemleri yerine eğer devlet bu gün
Türkiye’de Türkleri, Kürtleri, Arapları ve çeşitli kökenden gelen
insanları İslam çimentosu ile
birleştirebilmek gibi bir şansa sahip iken bu şansı ,potansiyeli ve
kültür gücünü maalesef ihmal etmiştir.
LAİKLİK YANLIŞ UYGULANDI
Devlet laikliğin yanlış uygulaması
sonucu, İslamiyet’in birleştirici, kardeşlik, hoşgörü, toplumsal uzlaşma
unsurlarını içeren temel prensiplerini daha da geliştirmek ve ondan istifade
etmek yerine İslamiyet’in kabul etmediği ırkçı düşüncelerin gelişmesine, boy
göstermesine, güçlenmesine adeta istenmeden bile olsa ortam hazırlamış
olmaktadır. Ben çok iyi hatırlıyorum çocukluğumdan itibaren bölgede ki yatılı
bölge okullarındaki öğretmenlerin
%90-99’u sol görüşlü, Marksist görüşlü, bir çoğu ateist olan öğretmenlerdi. Bu öğretmen kadrosu bölge
çocuklarını daha küçük yaştan itibaren ateist yetiştirmeye, İslamiyete karşı
bir dünya görüşüne göre yetiştirmeye başlamışlardı.
ŞOVENİZM BELA GETİRDİ
Yanlış bir milliyetçilik anlayışı
ki; milliyetçilik anlayışının doğrusu, vatanseverliktir, yurtseverliktir müsbet
anlamda ki bir milliyetçilik Türkiye milliyetçiliği olabilir. Buna hiçbir
vatandaşın da itirazı yoktur. Hepimiz Türkiye’yi seviyoruz ve dünyadaki bütün
devletlerden de üstün olmasını istiyoruz. Bu uğurda her türlü fedakarlığı
yapmaya bütün vatandaşlarımız hazırdır. Ama ırkçılık kokusunu taşıyan yanlış
bir milliyetçilik Türkiy’ede birleştiriciliği değil ayrımcılığı teşvik eden bir
tablo ortaya çıkarmaktadır. Bu gün Kürt
milliyetçiliği, devletin Türk
milliyetçiliğini dayatmasının tabii bir sonucudur. Tavuk mu yumurtadan
çıktı, yumurta mı tavuktan çıktı misali
gibi. Nihal Atsız’ın Türk milliyetçiliği anlayışı ile Apo’nun Kürt
milliyetçiliği anlayışı çizgileri bir
birinin varlığından güç alan çizgilerdir. Bir birinin etki ve tepkisinin
kaçınılmaz sonucudur. Bu yöndeki bir Türk milliyetçiliği görüşü Güneydoğuda PKK
ve Apo’nun güçlenmesine, insanların Kürt milliyetçiliği yolu ile Marksist ve
ateist yapılmasına istenmeden bile olsa hizmet edilmesine yol açmıştır.
Bu yanlış kültür politikasının
sonucu olarak Türkiye’de şovenizm yaygınlaşmakta Türk ve Kürtleri karşı karşıya
getiren unsur olmaktadır. Halbuki Türkiye’nin şovenizme ihtiyacı yoktur ve
Türkiye bu şovenizmden zarar görmektedir. Bundan bir an önce kurtulunması
gerekir.
Biz artık globalleşen bir dünyada
yaşıyoruz. Dünyada ülkelerin sınırları kalkmakta birleşik devletler kurulmaktadır.
Bu gün ABD’lerinin yanı sıra ortak bir Avrupa birliği kurulmaktadır. Bir NAFTA
vardır. İslam ülkeleri kendi aralarında işbirliği yapma istek vea özlemindedir.
D-8’ler bunun ciddi bir adımıdır. Yani bu
gün çağdaş bir insanın artık kafasında ırkçılığın yeri olmamalıdır.Artık dünya ekonomisi ,dünya
kültürü evrensel boyutta herkes tarafından soluklanmakta, paylaşılmaktadır.
Dolayısıyla bu gün artık Kürt
milliyetçiliği, Arap milliyetçiliğin ve Türk milliyetçiliğini, Fransız, Alman vs milliyetçiliğinin bir önemi kalmamıştır. Artık
bunun Türkiye’de idrak edilmesi gerekmektedir. Artık yurt sevgisine önem
verilmesi gerekir. Evrensel uygarlığa biz ne katabiliriz ... Bunlara önem
verilmesi gerekir.
REALİTEYİ TANIMAK..
ÖZAL BÜYÜK BİR VİZYONA SAHİPTİ
- Devlet yöneticilerimiz tarafından “Kürt realitesini tanıyoruz.” şeklinde
açıklamalar dile getirildi. Bu realiteyi tanıma ne idi ve sonuçları ne
oldu?
- Rahmetli Özal, büyük bir vizyona
sahip çağın dünyasının nereye gittiğini gören ender devlet adamlarımızdandı.
Türkiye’de terörün sadece askeri tedbirlerle
sona erdirilemeyiceğini, aksine; sosyal, kültürel ve ekonomik
önlemlerle kökünün kurutulabileceğini
biliyor, anlıyor ve buna göre de projeler üretiyordu.
Bunlardan bir tanesi de kendisini
Kürt olarak niteleyen insanların Kürt olduğunun kabul edilmesi idi. İşte Kürt
realitesi dediğimiz şey, aslında kendisini Kürt kültürüne ait kabul eden bir
insanın Kürt olduğunu söyleyebilmesi rahatça ortaya koyabilmesi hürriyetidir.
Bu hürriyeti hiç kimseden almamak lazımdır.
Ben eğer bu günün Türkiye’sinde
Ermeni’ce gazeteler yayınlayabiliyorsa, Yahudiler İbranice, İspanyolca gazetelerini yayınlayabiliyorsa bu
gün Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde
Fransızların, Avusturyalıların, Almanların İngilizlerin, Amerikalıların, İngilizlerin
kendi kültürlerini kendi dilleri ile ortaya koydukları eğitim kurumları varsa niçin Türkiye’de bulunan bu
vatandaşlarımızdan esirgensin. Yani bu gün Kürt vatandaşlarımızda elbette kendi
dillerinden radyo, televizyon, gazete, kitap yayıncılığı yapmak eğitim
kurumları kurma hakkına sahip olmalıdırlar.
Aslında bu tür yasaklar istismar
edile edile bu günkü HADEP’in tahrikleri ortaya çıktı. Eğer bu izin yıllar önce
verilmiş ve tatbik edilmiş olsa idi ben
eminim ki ne doğuda nede Türkiye’nin
çeşitli yerlerinde Kürtçe okullar, gazeteler, radyo ve televizyonlar çok da fazla ilgi ile karşılanmayacaktı. Nitekim rahmetli Özal’ın izni ile Kürtçe türkü şarkı
kasetlerine izin verildikten sonra Kürtçe kasetler çok da fazla ilgi görmüş
değildir. Türkiye’de Türkçe bile maalesef eğitim dili olmaktan çıkmakta ve insanlar çocuklarını daha iyi eğitmek için
yabancı dille eğitim yapan okullara gönderirken bu gün Kürtçe eğitim yapan bir kurumun toplumda iyi bir geleceğe sahip olması istenen çocuklar için çokta
revaçta olacağını düşünmek mümkün değildir. Ama en azından bu izin bir insan
hakkı olarak verilmelidir.
TERÖRÜN, BÖLÜCÜLÜĞÜN PAN ZEHİRİ İSLAMDIR
Yani devlet bence Türkiye'de
ırkçılığın, bölücülüğün ortadan kalkması için gerekli olan kültürel tedbirleri
alacak sağlıklı bir kültür politikası üretmemiş ve uygulamamıştır. Sorunların
ağırlığı, yanlış bir laiklik anlayışı ve yorumundan kaynaklanmaktadır. Devlet yanlış bir laiklik uygulaması ile adeta
bölücü terörün ekmeğine yağ sürmektedir. İnançlarının gereğini yerine getirmek
isteyen insanlara karşı tavrı devlet düşmanlarının işene yaramaktadır. Bu gün
Türkiye'de işlerin yolunda gidebilmesi ve sağlıklı bir topluma ulaşabilmemiz
için sağlıklı bir ekonomi, eğitim sistemine ulaşabilmesi için Devletin İslam’la
barışması ve laikliği İslam düşmanlığı
anlayışından çok daha farklı İslam’la, kendi halkıyla barışık bir yorumla
değiştirmesi gerekmektedir. Türkiye’de
bölücülüğün panzehiri İslam’dır.
Bu millet müslümandır. Bu gün HADEP’e oy
veren insanların % 60-70’i namazını kılan dindar insanlardır. Fakat o kadar
ezilmişler, o kadar hor görülmüşler ki, o kadar mahrumiyete gömülmüşler, o kadar
sahipsiz bırakılmışlardır ki HADEP’ten başka birinin kendilerine sahip
çıkmamalarından dolayı HADEP’i destekler duruma gelmişlerdir. Eğer devlet
gerçekten şefkat elini, gülen dost yüzünü insanlarımıza göstermiş olsa HADEP
böylesine bir ilgiyi kesinlikle görmemiş olacaktı.
FP, DEVLETİN DOST YÜZÜNÜ TEMSİL ETMEKTEDİR
-
Peki Güneydoğuda seçime giderken partilerin durumu ve
yaklaşımları nedir?
-
HADEP’in malum sebepler ve yukarıda sıraladığımız nedenlerle Güneydoğuda bir potansiyeli vardır. Ancak FP’nin dışında
diğer partilerin de bir varlık göstermesi mümkün görülmemektedir.
Nitekim halk bizim bu söylediklerimizi
hakikaten düşünüyor ve hissediyor olmalı ki HADEP’in dışında FP’ne büyük bir
teveccüh gösteriyor. FP, vicdan, adalet duygusu
sahibi; kendisine Türküm, Kürdüm, Arabım diyen insanlar arasında ayrım yapmayan
müslümanların kardeşliğine inanan ,yoksullara sahip çıkacak olan,insanları
sıkıntıdan kurtarmak için samimi gayretler içerisinde olabilecek kadrolara
sahiptir. FP, bölge halkı için devletin dost yüzünü temsil etmektedir. Devlet
adına en çok güvendiği kadrolar FP’nin inançlı kadrolarıdır.
FP’nin yerel yönetimlerde göstermiş
olduğu başarı, güneydoğudaki müslüman halkın FP’ye olan güven ve bağlılığını
daha da artırmıştır. Ben eminim ki 18
Nisanda yapılacak olan seçimlerde bölge halkı Türkiye’nin birliği, beraberliği
ve kardeşliği için HADEP’ten daha fazla FP’ye oy vermeyi tercih edecektir.
HALK HİZMET EDENİ UNUTMAZ
-FP ve diğerlerinin çözümü nedir?
Yukarıda da söyledim. Bu güne
kadar Güneydoğu için hükümetlerin gerçekçi bir çözüm paketi olmamış halk
yanıltılmış ve oyalanmıştır. Sonuç olarak görüyoruz ki bu gün güneydoğuda sanayi adına kaç tane
kuruluş varsa FP saflarında toplanan MSP ve RP devrelerinde bu kadrolar içerisinde yetişen insanlar
tarafından ortaya konmuş olan tesislerdir. Mardin Çimento fabrikasından, Ergani
Çimento fabrikasına kadar Güneydoğudaki pek çok sanayii kuruluşu, pek çok baraj
ve yer altı hizmetleri bu gün FP lideri olan Sayın Recai Kutan ve yine eski
devlet bakanı olan sayın Fehim Adak gibi insanlar tarafından ortaya konmuş olan
hizmetlerdir. Burada kapatılmış olan RP lideri Prof Dr. Necmettin Erbakan’ı
saygıyla anmamak mümkün değildir.
Çünkü Güneydoğu halkına verilmiş
olan hizmetlerin büyük bir bölümü sayın Erbakan’ın lideri olduğu partiler
tarafından verilmiştir. Bu gerçeği kimsenin inkar etmesi mümkün değildir.
Ama bu güne kadar ne RP nede MSP
tek başına iktidar olmuştur. Bu güne kadar verilen hizmetleri de elbette o
koalisyonların şartları içerisinde vermesi çok da mümkün olamamıştır. Ancak
ellerinden geleni yapabilmişlerdir.
SAMİMİ OLMAK GEREK
- Güneydoğuda insanların ekonomik sorunlarının
çözümü için ne yapılmalıdır?
-
Elbette bölge için çok geniş kapsamlı tedbirler düşünülmelidir.
Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yoktur. İşsizliğin ortadan kalkmasının tek
çözüm yolu bölge insanını daha fazla istihdam edecek olan iş yerlerinin
kurulmasıdır. Dolayısıyla bölgede
üretilen ne varsa,tarım endüstrisi başta olmak üzere bölgede
geliştirilmesi gereken bir çok endüstri
kolu vardır. Esasında yatırım imkanı da vardır.
Eğer hükümetler kendi yandaşlarına
kendi siyasi çıkarları için hiçbir zaman
gerçekleşmeyecek yatırımlara teşvik kredisi verip arkasını takip etmemekten vaz
geçer de ciddi anlamda bir takım şirketlerin
oluşmasına teşvik verir, devletin kontrolü, himayesi ile işadamlarının
özendirilmesi ile bölgede gerçekten büyük bir iş alanları açılarak istihdam
oluşturulabilir. Yeter ki samimi olunsun. Ama yakın geçmişteki hükümetleri bu
samimiyet içerisinde görmemiz mümkün değildir. Mesela yakın geçmişte bölgeden
gelen sendika temsilcileri güneydoğuda ki kuruluşlarının en son özelleştirilme
kapsamına alınması ricası ve teklifinde bulunmuşlardı. Halbuki ANASOL’D
hükümetinin tatbikatı tam tersine olmuştur. Hükümetlerin özelleştirme
bağlamında öncelikle başvurmaları gereken devlet bankalarının özelleştirilmesi
iken nisbeten kalkınmış olan bölgedeki kuruluşların özelleştirmelerde öncelik
verilmesi gerekirken güneydoğudaki devlet kuruluşlarının özelleştirilmesinden
başlanması bu konuya ne kadar samimiyetsiz yaklaşıldığının açık bir göstergesidir.
Nitekim Diyarbakır’ın merkezinde
Sümerbank’ın iki fabrikası en önce özelleştirilen devlet kuruluşları arasında
yer almıştır. Halbuki bugün Diyarbakır halkı büyük bir infial içerisindedir. Diyarbakır
iplik ve halı fabrikası özelleştirilmiş, en azından birkaç yıllığına oradaki
istihdam ve üretim durmuş ve orada çalışanlar işsiz kalmıştır. Orada işsizliğin
sona erdirilmesi için uygulanan hükümet politikası işsizliğin daha da
çoğaltılmasına sebep olmuştur. Bunlar bölge halkının huzur ve mutluluğuna
hizmet eden yaklaşımlar mıdır? Bunun iyi olduğunu kabul etmek için insanın
akıllı olmaması gerekmektedir.
EĞTİMDE FIRSAT EŞİTLİĞİ ŞART
-Bir de olayın eğitim boyutu var
bu konuda ne düşünüyorsunuz?
-
Elbette devletin ekonomi boyutu itibari ile alması gereken önlemler son
derece önemlidir, fakat insanın eğitim yönünden de kalkındırılması
güçlendirilmesi için atılması gereken
adımlar hep ihmal edilmiştir. Bu bölgenin çeşitli şehirlerindeki eğitim düzeyi
zaten yeterli boyutlarda değildir. Bir öğretmene Ankara’da 28, İstanbul’da 40, Bitlis’te 44, Siirt’te 56, Şırnak’ta ise
86 öğrenci düşmektedir. Ben uzun yıllar bürokrasiden önce eğitim kurumlarında
hizmet vermiş olan bir insan olarak iyi biliyorum ki eğitimde başarının ön
koşulundan bir tanesi dersliklerdeki öğrenci sayısının az olmasıyla
orantılıdır. Bu durumda üniversiteye girişte Güneydoğu’ya büyük haksızlık
yapılmaktadır. İstanbul’daki Galatasaray, Sen Jozef Lisesinde öğrenim gören ve
onların öğrenim gördükleri sınıflarda üniversite kazanma şansları % 99 iken
üniversite sınavında Galatasaray Lisesi ile Diyarbakır Lisesi, Ağrı lisesi
öğrencisine aynı sorular sorulmaktadır. Aynı puanlara tabi tutulmaktadır. Bu
kadar korkunç adaletsizlik sonucu olarak bu insanların yeterince yüksek
öğrenimden paylarını almaları mümkün müdür?
Güneydoğuda eğitim konusunda büyük
teşvikler verilmelidir. Eğitim kurumlarının sayısı artırılmalıdır. Öğretmenlerin
güvenlikleri sağlanmalıdır. TC Anayasası devletin vatandaşlarının eğitim ve
sağlık hizmetlerini yapmakla mükellef olduğunu
açıkça ortaya koymuş iken, tatbikatta maalesef bunu görmemiz mümkün değildir. Bunun
en acıklı sonuçlarını güneydoğuda müşahede ediyoruz.
Güneeydoğuda zaten çok sayıda okul
zaten kapalı durumdadır. Türkiye’de milli gelir düzeyi en düşük olan insanlar zaten
Güneydoğuda yaşamaktadır. Yoksulluğun çok yoğun olduğu bölgede insanlar
çocuklarını özel eğitim kurumlarına yüksek ücretlerle göndermelerini
beklemek gülünç olacaktır. Çünkü Ege ve Marmara’da kişi başına milli
gelir 5446 dolar iken Güneydoğuda bu rakam 2777 dolara düşmektedir.
Bu gün Türkiye’de milli birlik ve
bütünlüğün korunması için bu gelir
adaletsizliğini ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bir ülkede bir bölge
insanları bir başka bölge insanlarının milli gelirdeki payının yarısı ile
yetinmek durumunda ise o ülke yöneticilerinin bu sosyal sosyal adaletsizliği
ortadan kaldırmak için gerekli çözümleri önemsenmesi gerekmektedir.
-
APO ve PKK konusunda görüşleriniz nedir?
-
Bu günkü Kürt milliyetçiliği ve PKK’nın şöyle bir analizini yapmak
mümkündür: Uluslararası emperyalizm başlangıçta PKK aracılığı ile diğer
Marksist Kürt örgütlerini kontrol altına almayı amaçladılar. Daha sonra
PKK iyice gelecekte bir Ermeni devleti kurmak isteyen insanların kontrolü ve
yörüngesine girmiş oldu. Ben PKK ve
Abdullah Öcalan hadisesini Saddam’ın durumuna benzetiyorum. Saddam, ABD
tarafından güya İslam fundamentalizmini, İran İslam Devrimini engellemek ve önlemek için büyütüldü. Saddam’ı ABD İran İslam devrimine karşı bir canavar
olarak ortaya çıkardı, kullandı. Fakat
kullandıktan sonra o canavar kendi
kontrollerinden çıktı. Şimdi başta ABD
ve batı dünyası kendi canavarlarını imha
etmekle uğraşıyor. PKK ve APO’nun durumu da Saddam’ın durumuna benzemektedir. Sovyet
rejimine yakın olan Kürt hareketini
kontrol altına almak için Abdullah
Öcalan’ı destekleyen merkezler daha
sonra APO ve örgütünün kontrolden çıkması karşısında onu imha etmenin veya
kendi saflarına çekmenin telaşına düştüler.
Fakat bunun bedelini Güneydoğudaki milyonlarca hatta Türkiye’deki 65 milyon insan
ödemektedir.
- Bağrında misafir ettiği büyük sahabeleri, ay
ışığında muhteşem görüntüleri ile surları, Ulucami ve külliyesi ile enteresan
mimarili camileri, kurduğu gibi büyük askeri kışlaları, memlekete kazandırdığı edip ve şairleri ile kültür ve turizm merkezi
Diyarbakır’ı anlatır mısınız?
DİYARBAKIR KÖYLEŞİYOR ve ORADA MEDENİYET CAN ÇEKİŞİYOR
- Meşhur
karpuzu, kültür zenginliği ve Dicle
yatağındaki dillere destan bahçeleri ile bir açık hava müzesi olan Diyarbakır
bu gün ne durumda?
- Bu
günün Diyarbakır’ına baktığımız zaman içimizi yakan bir takım gerçekler de
vardır. Bir yazar olarak aydın sorumluluğu ile Diyarbakır ve çevre illerin bir çoğunun
terör nedeni ile hızla köyleşmiş olmasından büyük üzüntü duymaktayım. Diyarbakır,
terör nedeniyle köyleri yakıp yıkılarak yerlerinden edilen insanların göç
ettiği ve köylü vatandaşlarımızın doldurduğu bir şehir haline gelmiştir. Yerli
şehir halkının da önemli bir bölümünün büyük şehirlere göç ettiğini
hatırlayacak olursak Diyarbakır’da sosyo
kültürel yapı değişmektedir. Kültür düzeyi yüksek olan yerli halk
Diyarbakır’dan uzaklaşırken daha çok köy ve ilçelerden gelen insanlar onların
yerine bu günün Diyarbakır’ını
oluşturmaktadırlar. Bu da elbette yoksulluğun artmasının yanında şehrin kültür
düzeyini de düşürmektedir. Bu durum yüzyıllarca kültür ve sanata merkezlik
etmiş bir şehrin kültür seviyesinin düşmesi bir talihsizliktir.
Diyarbakır türkülerinde yer bulan
Evsel, Benüsen bahçeleri artık maalesef
mazi olmuştur. Yani o güzelim Diyarbakır karpuzunu bile yetiştirmek için Dicle
kenarında karpuz bahçelerini bulmak mümkün değildir. Karpuzun tadı bozulmuş oda
maalesef yerini taklitlerine bırakmıştır. Bu gün onların yerinde yoksulluğun, çamurun
diz boyu olduğu gece kondu bölgeleri
oluşturulmuştur. Güzelim Dicle Nehrinin çevresi gecekondularla dolup taşmıştır.
Buradaki evlerin, burada ki yaşayan
insanların halleri gerçekten
yürekler parçalayıcı bir
durumdur. Orada bir tarih bir medeniyet can çekişmektedir.
Diyarbakır Büyükşehir ve diğer
belediyeler devletten ne yazık ki bu
konuda gerekli yardımı alamadıkları için oraya
arzu ettikleri hizmetin ancak bir
bölümünü verebilmektedirler. Devlet bu konuda da bölgeye elini uzatırsa
gerçekten bir ünversite , sağlık, kültür ve turizm merkezi olarak çok büyük
canlılık kazanabilir.
-
Biraz da Diyarbakır’da yerel yönetimlerin
çalışmalarını bölge halkı nasıl değerlendiriyor?
- Diyarbakır’ın
bu gün yine de yaşanabilir bir şehir olduğunu görebiliyorsak, şehir merkezinde
birtakım güzel işlerin ortaya konduğunu görüyorsak bu fazilet partili
Büyükşehir Belediye Başkanı sayın Ahmet Bilgin’in gerçekten yüksek becerilerini
ortaya koymasının bir ürünüdür.
Diyarbakır’da son üç dört yıl
içerisinde diğer şehirlerde örneğini göremeyeceğimiz kadar çok sayıda bulvar
açılmış, bütün yollar bataklık ve küçük küçük sokak olmaktan çıkarılıp
bulvarlar haline dönüştürülmüş, çiçekler ekilmiş, ışıklandırılmış, yer altı ve
üstü geçitler yapılarak şehrin çehresi değiştirilmiştir.
İlginçtir bu gün Diyarbakır’da
insanlar hangi dünya görüşüne sahip olursa olsunlar FP’li büyükşehir belediye
başkanı Ahmet Bilgin’in ortaya koymuş
olduğu bu şehircilik hizmetlerini kabul etmekte, inkar etmemektedirler.
KAYNAK: Necati Çavdar (Yeni Dönem,
6/10/2000).
Eli
kalbinde yürüyen genç
Taşırsana
gönlünü
Susanmamıştı
sevgine böylesine
Baksana
bağrışır
Kardeşlerin
senin
Hasret
sesine
At bu
yorganı pek ağır
Dinle
vaktin sesini
Bir
koro tutsun sana
Ve duyursun
seni
Nasıl
aldatır seni bu hava
Havayı
havanında dövecek sensin
Evet en
güçlü sensin
Yeter
ki bilensin o dev gibi imanın
O en
büyük silahın
Her sabah uyanıp hep sana
bakmak
Uyanınca seni görmek ne güzel
Yarim yarim diye şiirler
yazmak
Gözlerine bakakalmak ne güzel
Ne güzelsin ne güzelsin ne güzel
Ne güzelsin ne güzelsin ne güzel
Dünyanın kahrını bir yana
koyup
Seninle ağlayıp seninle
gülmek
Seninle yaşamak bir ömür boyu
Ölünceye seni sevmek ne güzel
Ne güzelsin ne güzelsin ne güzel
Ne güzelsin ne güzelsin ne güzel
SEVGİLİM UZAKLARDA (*)
Yol
bulup yanına gelmek isterim
Sensiz
kanat çırpan bu şafaklarda
Kapının
önünde olmak isterim
Demet
demet çiçek sunup da sana
Sevgilim
bu senin demek isterim
Yüzün
gülüyor mu, kederde misin?
Şimdi
ne haldesin bilmek isterim
Beni
hiç sevdin mi bilmedim ama
Aklına
geldim mi duymadım ama
Sensizlik
tak etti artık canıma
Hayalin
karşımda ölmek isterim
(*)
Beste “Uzaktasın Yarim” adıyla: Turhan Taşan, Sanatçı: Udi Bestekâr Murat
Demirhan (2018)
Diğer
ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de tarih boyunca birçok yazar yetişmiş ve
arkalarında birtakım eserler bırakarak fânî ömürlerini tamamlamışlardır.
Bunların
arasında küçük bir bölümü, tarihin ve okurlarının eleğinden geçerek sonraki
dönemlerde adlarından söz ettirmeye hak kazanabilmişlerdir. Binlerce yazar,
ansiklopedi sayfalarında sadece birer madde olarak kalırken, az sayıda yazar
gece gündüz açık birer fakülte gibi, vefatlarından sonra da insanları
bilgilendirmeye ve aydınlatmaya devam etmeyi başarabilmiştir. Bunların da
aralarından sıyrılan şahsiyetler ise birer üniversite gibi, birçok alanda
insanlığa ışık tutmayı sürdürebilen seçkin insanlar arasında anılmaya hak
kazanmışlardır. Mehmet Akif Ersoy'u bu hafta Türkiye'nin yüzlerce, binlerce
yerinde rahmetle anıyor olmamızın, bunu mecburen değil, gönülden yapmamızın
sebebi nedir? Bu sebebi, bence O'nun İstiklâl Marşı şairimiz olmasından ibaret
değil; örnek bir Müslüman-Türk şairi ve fikir adamı olarak, günümüz Türkiyesine
ve İslâm dünyasına birçok hayati meselede ışık tutmaya devam ettiğini fark
ediyor olmamızdır.
Bu
özelliği, sıradan yazarlarla, büyük mütefekkirleri birbirinden ayıran en önemli
farktır. Altını çize çize söylemek isterim ki, Mehmet Âkif Ersoy, yaşadığı
dönemde tanık olduğu önemli olaylar karşısında sergilediği duruş, eserlerinde
savunduğu - bugün O'nunla görüş ve gönül birliği içindeki aydınlar gibi-
görüşlerle bugün bir kez daha haklı çıkmakta ve zararın neresinden dönülürse
kazançlı çıkma şansını hatırlatarak, ortaya koyduğu fikirleri önemsediğimiz
takdirde bazı hayati meselelerimize çözüm bulabileceğimizi düşündürmektedir.
Mehmet
Akif'in, bugün için de dikkate almamız gerek düşüncelerini, yedi şiir kitabını
topladığı Safahat'ını okuyarak, bazılarında gayet açık, bazılarının satır
aralarında ifade edilmiş hususları incelemek, üzerlerinde düşünmek ve bunlardan
dersler çıkarmak imkânına sahibiz. Bize bu imkânı hâlâ bahşediyor olmasını da elbette
şükranla karşılıyoruz.
Öncelikle
dikkatinizi, istiklâl Marşı şairi Mehmet Akif'in şahsiyeti ve eserlerinin temel
karakteristikleri, yani şiirlerindeki başlıca temaların üzerine çekmek
istiyorum.
Önce,
özellikle yazar-aydın kesimini düşündürmesi gereken bir duruş dersinden
başlayalım.
Birinci
Dünya Savaşının ardından Türkiye'nin birçok şehri Avrupa ülkelerinin işgali
altındadır. Medeni (!) Avrupa ülkeleri ortaklaşa bir haçlı ruhu sergilemekte,
yakıp yıkmakta, Müslüman ahaliyi öldürülmekte, Fatih Sultan Mehmet'le birlikte
İslâm hakimiyetine girmiş olan İstanbul'un yeniden Konstantinopolis yapılması
istenmektedir. Nazım Hikmet'in Kan Konuşmaz, Kemal Tahir'in Esir Şehrin
insanları ve Esir Şehrin Mahpusları romanlarında ayrıntılarıyla tasvir edildiği
üzere, başkent İstanbul'un kaymak tabakası hiç de iyi bir sınav vermemektedir.
Halk büyük bir yokluk içindedir. Atilla İlhan'ın dediği gibi sefalet İstanbul
sokaklarından sel gibi akmaktadır. Bir dilim ekmek peşinde insanların arasında
kendini satanlar da vardır. Kadıköy Moda'da, Şişli Nişantaşı gibi o dönemin
elit semtlerinde akşamları işgal subayları şerefine balolar düzenleniyor, sabahlara
kadar eğlence ve kahkaha, içki su gibi akıyor. Ensesi kalınların, nam-ı diğer
sosyetenin karıları kızları işgal subaylarıyla dansta, onlarla birlikte kadeh
kaldırmaktadır.
Aydınlar..
Aydınların bir kesimi aralarında ihtilafa da düşerek her biri başka bir büyük
Batı devletinin müzaheretinden medet ummakta, Batılı devletlerden birine
yamanmadan ayakta kalamayacağımız fikri geniş rağbet görmektedir. Bir kısım
aydın, millî bir mücadelenin gereğine inanmakta, bu görüşü savunmakta, fakat
yetiştikleri ve yaşadıkları sosyal çevre dolayısıyla halkın geniş kesimleriyle
buluşmaları, geniş kitlelere öncülük etmeleri mümkün olamamaktadır. Can
havliyle milletten yana tavır koymaktadırlar ama milletin inançlarıyla,
gelenekleri ve yaşam tarzıyla bir kopuklukları vardır. Bunlardan halkın arasına
karışanı, onları Kur'an'dan ayetler okuyarak düşmana karşı direnişe çağıranı
bulamazsınız. Mesela bu dönemde, Büyük Ada'nın Dil Mesiresinde iki ünlü Türk
şairi karşılıklı oturmuş, dilberlerden ve şarap içerek eğlenmekten söz
etmektedir. Bu şairlerden en ünlü olanı Yahya Kemal’dir, şöyle dediklerini
yazıyor hatıralarında:
“İçelim
içelim şarap içelim
Nice
bir gav gibi ab içelim”
Aynı
dönemde Osmanlı’nın ikinci büyük başkenti Bursa'ya Yunan askerleri girmiş ve
Yunan bayraklarını asmış durumda. Bursa'nın düşman işgaline girmesinin
ıstırabını duyan Mehmet Akif çılgına dönmüştür. Bu sırada ünlü şiiri Bülbül'ü
yazar:
Eşin
var âşiyanın var baharın var ki beklerdin
Kıyametler
koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin
Ne
hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâb olsun;
O
kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
Çökük
bir kubbe kalsın ma'bedinden Yıldırım Hân'ın;
Şenâatlerle
çiğnensin muazzam Kabri Orhan'ın!
Türkiye'nin
işgal altında olduğu yıllarda yaşamış diğer şairleriyle Mehmet Akif, arasındaki
fark, Çanakkale Şehitlerine yazdığı şiirde ortaya koyduğu ruhtadır. Yıl 1916;
Çanakkale'de Müslüman Türk ordusu İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Kanadalı
Haçlı kuvvetleri tarihin en kanlı savaşlarından birini yapıyor. Haçlıların
hedefi İstanbul'dur. Ordumuz buna izin vermemek için kahramanca direnip her gün
çok sayıda şehit vermektedir.
Aynı
günlerde Mehmet Akif, Necid çöllerindedir. İngilizlerin kışkırttığı Arap
kabilelerinin İslâm imparatorluğunun yanında olmasını sağlamak için devlet
görevlisi olarak kabile reisleriyle görüşmeler yapıyor. Dikkat buyurun, ünlü
bir şair olarak İstanbul'da, Beyoğlu'nda dinlenme ve eğlenmeyi tercih etmiyor.
Binlerce kilometre ötedeki kızgın çöllerde yolculuğu tercih ediyor. Aklı fikri
ise Çanakkale'dedir.
Bir
akşamüstü, arkadaşlarıyla yine vatanın durumunu konuşurken İstanbul'dan bir
telgraf alıyor: Telgrafta Çanakkale zaferinin kazanıldığı müjdelenmektedir. Hemen
şükür secdesi yapıyor. Arkadaşlarından izin isteyip hemen orada, aldığı haberle
ilgili duygularını bir şiir halinde yazıyor. Ve arkadaşlarına okuyor:
“Top
tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman
orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne
çelik tabyalar ister, ne siner hasırımdan;
Alınır
kal'a mı göğsündeki kat kat îman?
Ey
şehîd oğlu sehid, isteme benden makber,
Sana
âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
Yani
ünlü Çanakkale Şehitlerine adlı bu ünlü şiirini, bu savaşı görmeden, binlerce
kilometre ötede yazmıştır. Fakat ilginçtir ki, bu şiirdeki tasvirler, bu
savaşta meydana gelenlerin birebir fotoğrafı gibidir. O âdeta bu savaşı gönül
gözüyle görmüş, bütün ruhu ve kalbiyle oradaki savaşın manasını şiirinde dile
getirmiştir. Çanakkale şirinin yazılış öyküsü, Mehmet Akif'in şahsiyeti, dünya
görüşü hakkında bize çok önemli bir belgeyi vermiş olmaktadır. Şiirlerinde
işlediği temalar bu ruhun, bu bakış açısının yansımalarıdır.
Mehmet
Akif Ersoy, ülkemizin temel meseleleriyle İslâm dünyasının içinde bulunduğu
durumun birbiriyle ilgili ve bağlantılı olduğunu savunmuştur. Safahat adı
altında topladığı yedi şiir kitabı bu fikriyatın açıklandığı örneklerle
doludur. Başka bir ifadeyle, Mehmet Akif, Safahat adlı eserini başta Türk
milleti olmak üzere İslâm âleminin uyanıp kendine gelmesi ve Batı tahakkümünden
kurtulmasının nasıl olacağını anlatmak için yazmıştır.
İslâm Dünyası
İslâm
dünyasında olup bitenler ve olmasını bekleyip de gerçekleşmeyenler, Mehmet
Akif'in ilgi alanındadır:
"Şarkı
baştanbaşa yıllarca dolaştım, gezdim
Hem
de oldukça görürdüm. Kafa gezdirmezdim!
Bu
Arapmış, bu Acemmiş, bu Tatarmış demedim
Müslüman
unsurunun hepsini gördüm kendim.
Küçük
âdemlerinin rûhunu tetkik ettim
Büyük
âdemlerinin fikrini ta'mik ettim."
Diyerek,
geçmişteki ve günümüzdeki aydınlara büyük bir ders vermektedir. O, masa başında
ceffelkalem ahkâm kesmemiştir. Doğuyu ve Batıyı dolaşmış, İslâm dünyasının ve
onu boyunduruk altında tutanların ne durumda olduğunu görüp mukayeseler yapmış
ve elde ettiği gözlemleri kendi halkına aktarmayı bir vazife bilmiştir.
Bugün,
aydınlarımızın ve medyanın İslâm dünyasıyla ilgili haberleri daha çok
uluslararası haber ajanslarının filtreli haberlerinden almakla yetindiğini
görüyoruz. Mehmet Akif'in yaptığı gibi diğer ülkelerin Müslüman aydınlarıyla
görüşüp istişarelerde bulunanlara pek rastlamıyoruz.
Mehmet
Akif, bizzat görüp incelediği İslâm dünyası halklarını uyarmayı vazife
bilmiştir:
"Ey
koca şark, ey ebedî meskenet! Sen de kımıldanmaya bir niyet et.
Korkuyorum,
garbın elinden yarın kalmayacak çekmediğin mel'anet"
Mehmet
Akif'in, başında A'raf Suresi 155. ayetinin mealinin yer aldığı bir şiiri,
yarım yüzyıldır değişmeyen bir Ortadoğu belgeselidir.
Meal
şöyledir:
"İçimizdeki
beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâkeder misin, Allah'ım?"
(A'râf Suresi 155. Ayetin bir kısmı)
Önemine
binaen şiirin tamamını takdim etmek istiyorum. Dinlerken bugünkü Ortadoğu'yu,
hiç değişmemiş yüzüyle göreceğimizi üzülerek belirtmek zorundayım:
“Yâ
Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde
mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr
istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!
diyoruz...
Boğmaya kan gönderiyorsun!
Esmezse
eğer bir ezelî nefha, yakında,
Yâ
Rab, o cehennemle bu tûfan arasında,
Toprak
kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm;
Hep
fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!
Bîzâr
edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn'i,
En
sonra, salîb ormanı görmek Harameyn'i!...
Bin
üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz'ın
Âteşli
muhitindeki sûzişli niyâzın
Emvâci
hurûş-âver olurken melekûta?
Sönsün
de, İlâhi, şu yanan meş'al-i vahdet,
Teslis
ile çöksün mü bütün âleme zulmet?
Üç
yüz bu kadar milyonu canlandıran îman
Olsun
mu beş on sersemin ilhâdına kurban?
Enfâs-ı
habisiyle beş on rûh-u leimin,
Solsun
mu o parlak yüzü Kur'an-ı Hakim'in?
İslâm
ayak altında sürünsün mü nihâyet?
Yâ
Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?
Mazlûmu
nedir ezmede, ezdirmede mânâ?
Zâlimleri
adlin, hani öldürmedi hâlâ!
Câni
geziyor dipdiri... Can vermede mâsûm!
Suç
başkasınındır da niçin başkası muhkûm?
Lâ
yüs'ele binlerce sual olmasa du kurbân;
İnsan
bu muammalara dehşetle nigeh-bân!
Eyvâh!
Beş on kâfirin îmanına kandık;
Bir
uykuya daldık ki: cehennemde uyandık!
Mâdâm
ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın...
Yaksaydın
a mel'unları... Tuttun bizi yaktın!
Küfrün
o sefil elleri âyâtını sildi:
Binlerce
cevâmi' yıkılıp hâke serildi!
Kalmışsa
eğer bir iki mâbed, o da mürted:
Göğsündeki
haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!
Dul
kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,
Bir
giryede bin ailenin mâtemi çağlar!
En
kanlı senâatle kovulmuş vatanından,
Milyonla
hayâtın yüreğinden gidiyor kan!
İslâm'ı
elinden tutacak, kaldıracak yok...
Nâ-hak
yere feryâd ediyor: âcize hak yok!
Yetmez
mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım
kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!”
Akif'in
çizdiği ve henüz değişmeyen Müslüman Ortadoğu manzarasının tek cümlelik özeti
şudur: Hz. Muhammed (sav)’în ruhunu incitecek içler acısı bir duruma gelen
İslam Dünyası, Haçlı ordularının işgali altındaki İslâm coğrafyası inim iniminlemeye
ve kurtarıcısını, yeni Selahaddin-i Eyyubî'sini beklemeye devam ediyor.
Mehmet
Akif'teki bu İslâmî duyarlılık, bugün hepimizin, tüm ülke yöneticileri, hükümet
ve siyasi parti yetkilileri, milletvekilleri, aydınlar, işadamları ve her
meslekten Müslüman Türk halkı olarak hepimizin muhtaç olduğu bir duyarlılıktır.
O
büyük İslâm şairi, yukarıdaki şiirinden anlaşılacağı üzere, daha Birinci Dünya
Savaşı yıllarında iki hususun altını çizmiştir:
Başta
Hz. Muhammed'in yaşadığı ve yüce Kur'an'ı insanlığa ilk müjdelediği topraklar
olmak üzere bütün İslâm âlemi Batı dünyasının tehdidi altındadır. Eğer İslâm
ümmeti uyanmaz, İslam dinine, medeniyetine ve toprağına sahip çıkmaz ise Haçlı
dünyası askerleriyle ve çan sesleriyle gelip bütün İslâm coğrafyasını kendi
hakimiyeti altına alacaktır. O kadar ki Hz. Hüseyin'in (r.a.) dedesi, yani Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in ruhları bile hemen yanı başına yerleşen haçlıların çan
seslerini duymaktan rahatsız olacaktır. Yani İslâm dünyası kötü bir durumdadır,
Batının tehdidi ve sömürüsünden kurtulmak için uyanıp bir an önce ayağa kalkmak
zorundadır.
Mehmet Akif'in
şiirlerindeki diğer temalar:
İMAN
Mehmet
Akif'te Allah inancı, tüm şairliğinin temelidir. O'nun nasıl bir imana sahip olduğunu
anlamadan, onun niçin bu kadar toplumcu, niçin bu kadar vatanperver, cesur ve
öncü karakter taşıdığını anlayamayız. Bu şairin yüreği Allah inancıyla
nurlanmış ve koca bir ümmeti içine sığdıracak kadar büyümüştür:
Şöyle
demiştir Akif:
"İmandır,
o cevher ki İlâhî ne büyüktür
İmansız
olan paslı yürek sinede yüktür" (49)
Çünkü
imanlı yürekte Allah rızası isteği, Hak yolunda halka hizmet, yani Allah'ın
hoşlandıkları; paslı yürekte ise egoizm, pragmatizm, hedonizm, şahsi çıkarlar,
nefsin arzuları, hileler, desiseler, şeytanın hoşlandıkları vardır.
İMAN VE AHLÂK
Bir
şiirinin başında, şu ayet meali vardır:
"Ey
Müslümanlar, Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkunuz..."
(Al-i
Imran: 102)
Bu
ayetten aldığı ilhamla bir şiirine şöyle başlar:
"Ne
irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır
Fazilet
hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden
çekilmiş farz edilsin havfı Yezdan'ın
Ne
irfânın kalır tesiri katiyen, ne vicdânın"
Bu
şiir, dünün ve bugünün toplumsal ahlakı konusunda müthiş bir uyarıdır. Bugün
kilise ile cami arasında yitip giden sosyal ahlâk, ticaret ahlâkı vs.
erdemsizliğin egemenliği altına girmemizin tehlikesine işaret edilmektedir.
Özellikle de aile hayatımızın ve millî eğitim sorumlularının dikkati çekilmek
istenmiştir.
Mehmet
Âkif, Allah inancının dayanan bir ahlâkımız olması gerektiğini ve bu ahlakı
millî ahlâk olarak canlı tutmak zorunda olduğumuzu söyler:
"Oyuncak
sanmayın! Ahlâk-ı millî, ruh-i millîdir,
Onun
iflâsı en korkunç ölümdür: Mevt-i küllidir."
Son
mısraın anlamı şudur:
Millî
ahlâk çekerse milletin de hayatı biter. Kur'an, Mehmet Akif'in temel referansı
ve sadece bizim için değil, tüm insanlığa ulaştırılması gerektiğini düşündüğü
evrensel huzur reçetesidir. Bu görüşünü özetleyen dizeleri şöyledir:
“Doğrudan
doğruya Kur'an’dan alıp ilhamı
Asrın
idrakine söyletmeliyiz İslâm'ı
Allah'a
dayan sa’ye sarıl hükmüne râm ol
Yol
varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol”
Bu
şiirde Müslümanların modern dünyaya bir mesajı olduğunu, bu mesajı onlara
anlayacakları bir üslupta iletmek gerektiğini belirtmektedir.
Bunun
içindir ki, Mehmet Âkif için Kur'an bir ölü kitabı değil, sadece dua kitabı
değil; bir kılavuz, bir hayat kitabıdır. Kur'an'ı bilinçli olarak, yeni bir göz
ve yeni kafayla yeniden okuyup anlamak gerekmektedir.
Akif
bu gerçeği şöyle özetlemiştir:
“İnmemiştir
hele Kur'an şunu hakkıyla bilin,
Ne
mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!
PEYGAMBER
SEVGİSİ
Mehmet
Akif’in Peygamber sevgisi şu mısralarla başlayan şiirinde çok güzel dile
getirilmiştir:
“BİR GECE
Ondört
asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan,
ayın ondördü, bir Öksüz çıkıverdi!
Lakin,
o ne husrandı ki: hissetmedi gözler,
Kaç
bin senedir, halbuki bekleşmedelerdi!
Nerden
görecekler? Göremezlerdi tabiî:
Bir
kerre, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir
kerrede, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar
içindeydi, bu günden de beterdi.
Sırtlanları
geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz
mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ
bütün âfâkını sarmıştı zemînin.
Salgındı,
bugün Şark'ı yıkan, tefrika derdi.
Derken,
büyümüş kırkına gelmişti ki Öksüz,
Başlarda
gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir
nefhada insanlığı kurtardı o Masum,
Bir
hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin
ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün
ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere
rahmetti, evet, şer-i mübîni,
Şehbâlini
adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya
neye sâhipse, onun vergisidir hep;
Medyûn
ona cem'iyyeti, medyun ona ferdi.
Medyundur
o Mâsûma bütün bir beşeriyet..
Yâ
Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret...”
MANZUM HİKÂYEDE
İKİ BÜYÜK USTADAN BİRİ...
Toplumsal
konulara çok önem veren bir şairdir Akif. Seyfi Baba şiirinde, Selma'da (40)
Küfe'de (52), Geçinme belası (62), Meyhane (65), Mezarlık (70), Bayram (76),
Hasbihal (80) gibi pek şiirinde olduğu gibi içi yoksullar için yanar:
“SEYFİ BABA
Geçen
akşam eve geldim. Dediler:
– Seyfi Baba
Hastalanmış,
yatıyormuş.
– Nesi varmış acaba?
–
Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.
–
Keşke ben evde olaydım... Esef ettim, vah vah!
Bir
fener yok mu, verin... Nerde sopam? Kız çabuk ol!
Gecikirsem
kalırım beklemeyin... Zîrâ yol
Hem
uzun, hem de bataktır...
– Daha a’lâ, kalınız:
Teyzeniz
geldi, bu akşam, değiliz biz yalnız.
Sopa
sağ elde, kırık camlı fener sol elde;
Boşanan
yağmur iliklerde, çamur tâ belde.
Hani,
çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak;
“Gel!”
diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.
Saksağanlar
gibi sektikçe birinden birine.
Boğuyordum
müteveffâyı bütün âferine.
Sormayın
derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,
Düştü
artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!
Yakamozlar
saçarak her tarafından fenerim,
Çifte
sandal, yüzüyorduk; o yüzer, ben yüzerim.
Çok
mu yüzdük, bilemem, toprağı bulduk neyse;
Fenerim
başladı etrâfımı tektük hisse.
Vâkıâ
ben de yoruldum, o fakat pek yorgun...
Bakıyordum
daha mahmurluğu üstünde onun:
Kâh
olur, kör gibi çarpar sıvasız bir duvara;
Kâh
olur, mürde şuâ’âtı düşer bir mezara;
Kâh
bir sakfı çökük hânenin altında koşar;
Kâh
bir ma’bed-i fersûdenin üstünden aşar;
Vakt
olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır;
Sonra
en korkulu eşhâsa çekinmez, sataşır;
Gecenin
sütre-i yeldâsını çekmiş, üryan ,
Sokulup
bir saçağın altına gûyâ uyuyan
Hânüman
yoksulu binlerce sefîlân-ı beşer;
Sesi
dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler;
Kocasından
boşanan bir sürü bîçare karı;
O
kopan râbıtanın , darmadağın yavruları;
Zulmetin,
yer yer, içinden kabaran mezbeleler :
Evi
sırtında, sokaklarda gezen âileler!
Gece
rehzen, sabah olmaz mı bakarsın, sâil!
Serserî,
derbeder, âvâre, harâmî, kâtil...
Böyle
kaç manzara gördüyse bizim kör kandil
Bana
göstermedi bir kerre... Niçin? Belli değil!
Ya
o bîçâre de rahmet suyu nûş eyleyerek
Hatm-i
enfâs edivermez mi hemen “cız!” diyerek?
O
zaman sâmi’anın , lâmisenin sevkiyle
Yürüyen
körlere döndüm, o ne dehşetti hele!
Sopam
artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi...
Ne
yalan söyleyeyim kalbime haşyet geldi.
Hele
yâ Rabbi şükür, karşıdan üç tâne fener
Geçiyor...
Sapmayarak doğru yürürlerse eğer,
Giderim
arkalarından... Yolu buldum zâten.
Yolu
buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben!
İşte
karşımda bizim yâr-i kadîmin yurdu.
Bakalım
var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.
Kapının
orta yerinden ucu değnekli bir ip
Sarkıtılmış
olacak, bir onu bulsam da çekip
Açıversem...
İyi amma kapı zâten aralık...
Gâlibâ
bir çıkan olmuş... Neme lâzım, artık,
Girerim
ben diyerek kendimi attım içeri,
Ayağımdan
çıkarıp lastiği geçtim ileri.
Sağa
döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak
Merdiven
geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak!
Sola
döndüm, odanın eski şayak perdesini,
Aralarken
kulağım duydu fakîrin sesini:
–
Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evlâdım!
Haklısın
bende kabâhat ki haber yollamadım.
Bilirim
çoktur işin; sonra bizim yol pek uzun...
Hele
dinlen azıcık, anlaşılan yorgunsun.
Bereket
versin ateş koydu demin komşu kadın...
Üşüyorsan
eşiver mangalı, eş eş de ısın.
Odanın
loşluğu kasvet veriyor pek, baktım.
Şu
fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.
Hele
son kibriti tuttum da yakından yüzüne,
Sürme
çekmiş gibi nûr indi mumun kör gözüne!
O
zaman nîm açılıp perde-i zulmet, nâgâh,
Gördü
bir sahne-i uryân-ı sefâlet ki nigâh,
Şâir
olsam yine tasvîri olur bence muhâl :
O
perişanlığı derpîş edemez çünkü hayâl!
Çekerek
dizlerinin üstüne bir eski aba,
Sürünüp
mangala yaklaştı bizim Seyfi Baba.
–
Ihlamur verdi demin komşu... Bulaydık şunu, bir...
–
Sen otur, ben ararım...
– Olsa içerdik, iyidir...
Aha
buldum, aramak istemez oğlum, gitme...
Ben
de bir karnı geniş cezve geçirdim elime,
Başladım
kaynatarak vermeye fincan fincan,
Azıcık
geldi bizim ihtiyarın benzine kan.
–
Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?
Nezle
oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın.
–
Mehmet Ağ’nın evi akmış. Onu aktarmak için
Dama
çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.
Ne
işin var kiremitlerde a sersem desene!
İhtiyarlık
mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.
Hadi
aktarmayayım... Kim getirir ekmeğimi?
Oturup
kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?
Kim
kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası:
Dostunun
yüz karası; düşmanının maskarası!
Yoksa
yetmiş beşi geçmiş bir adam iş yapamaz;
Ona
ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.
Hastalandım,
bakacak kimseciğim yok; Osman
Gece
gündüz koşuyor, iş diye, bilmem ne zaman
Eli
ekmek tutacak? İşte saat belki de üç
Görüyorsun
daha gelmez... Yalnızlık pek güç.
Ba’zı
bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;
Kimsesizlik
bu sefer tak dedi artık canıma!
–
Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece!
Açılırsın,
sanırım, terlemiş olsan iyice.
İhtiyar
terleyedursun gömülüp yorganına...
Atarak
ben de geniş bir kebe mangal yanına,
Başladım
uyku taharrîsine, lâkin ne gezer!
Sızmışım
bir aralık neyse, yorulmuş da meğer.
Ortalık
açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,
Önce
amma şu fakîr âdemi memnun edeyim.
Bir
de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm
boynunu bükmüş duruyormuş sâde!
O
zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:
Ya
hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!”
TÜKÜRÜN
Gitme
ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim
bir yüreğin kârı değil paylaşalım:
Ne
yapıp ye'simi kahreyleyeyim bilmem ki?
Öyle
dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!
Ah!
Karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor
şimdi Nasıl yerlere geçmez insan?
Şu
mezarlar ki, uzanmış gidiyor, ey yolcu,
Nereden
başladı yükselmeye, bak, nerede ucu!
Bu
ne hicrân-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübîn
Ezilir
rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin!
Azıcık
kurcala toprakları, seyret ne çıkar:
Dipçik
altında ezilmiş, parçalanmış kafalar!
Bereden
reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler!
Kim
bilir hangi şenaatle oyulmuş gözler!
«Medeniyet»
denilen vahşete lânet eder,
Nice
yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler!
Süngülenmiş,
kanı donmuş nice binlerle beden!
Nice
başlar, nice kollar ki, cüdâ cisminden!
Beşiğinden
alınıp parçalanan mahlûkât;
Sonra
nâmusuna kurban edilen bunca hayat!
Bembeyaz
saçları katranlara batmış dedeler!
Göğsü
baltayla kırılmış memesiz vâlideler!
Teki
binlerce kesik gözdeye âid kümeler:
Saç,
kulak, el, çene, parmak Bütün enkaz-ı beşer!
Bakalım,
yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,
Canavarlar
gibi şişlerde kızarmış nice can!
İşte
bunlar o felâket-zedelerdir ki, düşün,
Kurumuş
ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün!
Müslümanlıkları
bîçârelerin öyle büyük
Bir
cinâyet ki: Cezâlar ona nisbetle küçük!
Ey
bu toprakta birer nâş-ı perişan bırakıp
Yükselen,
mevkib-i ervâh! Sakın arza bakıp
Sanmayın:
Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var
Bizde
leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!
Bakmayın,
hem tükürün çehre-i murdarımıza!
Tükürün:
Belki biraz duygu gelir ârımıza!
Tükürün
cebhe-i lâkaydına Şark'ın, tükürün!
Kuşkulansın,
görelim, gayreti halkın, tükürün!
Tükürün
milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün
onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün
Ehl-i Salîb'in o hayasız yüzüne!
Tükürün
onların aslâ güvenilmez sözüne!
Medeniyet
denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün
maskeli vicdânına asrın, tükürün!
Hele
İ'lanı zamanında şu mel'ul harbin,
"Bize
Efkar-ı umumumiyesi lazım Garb'ın";
Oda
ALLAHI bırakmakla olur herzesini,
Halka
iman gibi telkin ile, dinin sesini
Susturan
aptalın idrakine bol bol tükürün
Yine
hicran ile çılgınlıgın üstünde bu gün,
Bana
Vahdet gibi bir yar-ı musaid lazım
Artık
ey yolcu bırak, ben yanlız ağlayayım
AYDINLAR
Safahat'ın
bir yerinde bazı şairlere eleştiri getirir:
Divanlarımız
dopdolu oğlanla şarab
Biradan
fâhişeden başka nedir şi'r-ü şebâb?
Bu
eleştirisinin sebebini pek çok şiirinde açıklar.
Mehmet
Âkif'e göre aydınlarımız, büyük bir sorumluluk içindedir. Ama bu sorumluluğun
pek farkında değildirler. Ona göre aydınlar, milletimizin ve ümmetimizin
dertleriyle yakından ilgilenmeli, onarlın çektikleri ıstırabı duymalıdır. Şiir
anlayışını ve kendi şairliği için şu değerlendirmeyi yapmıştır:
"Şi'r
için gözyaşı derler; onu bilmem, yalınız,
Aczimin
giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım
ağlatamam, hissederim söyleyemem;
Dili
yok kalbimin ondan ne kadar bizârım!"
Mehmet
Âkif, büyük ıstırabın şairidir. Bu ıstırap, sevgilisinden ayrı kalmanın hüznü
değildir. Şiirlerinden dökülen bu ıstırap ifadeleri, büyük bir millet ile büyük
bir ümmetin içinde bulunduğu duruma bakınca duyduğu acıların ifadesidir. Şair
olarak, yapmak istediği, bu ıstırabın paylaşılıp bir uyanışa vesile olmaktan
ibarettir.
“Baksana
kim boynu bükük ağlayan
Hakk-ı
hayatın senin ey Müslüman!”
O
bir Müslüman Türk aydını olarak, insanların ne hâlde olduğunu görüp sorunlarını
yansıtmaktan sorumlu olduğunu düşünür Bu tip aydınlara ihtiyacımız olduğunu
söylemiş olur aynı zamanda.
O'na
göre fıkıh bilginleri ne kadar önemliyse, en az o kadar dinî ve siyasî
düşüncede derinleşmek de en az o kadar önemlidir:
Birkaç
yıl önce yapılan bir aydınlar diyaloğunda şu tesbit yapılmıştı: Ülkemizde eksik
olan dinî bilgiler değil, dinî düşüncenin yeterince gelişmemiş olmasıdır.
Nitekim
Mehmet Âkif, Süleymaniye Kürsüsü şiirinde şunları söyler:
Beni
kürside görüp, va'zedecek sanmayınız;
Ulema
değilim, şeklime aldanmayınız!
Dinin
ahkâmını zaten fukahanız söyler
Anlatırlar
size bir m üşkiliniz varsa eğer
Bana
siz âlem-i İslâm'ı sorun, söyliyeyim;
Çünkü
hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim.
Şark-ı
Aksâ'dan alın, Mağrib-i Aksâ'ya kadar.
Müslüman
yurdunu baştanbaşa, kaç devrim var!
Akif'in,
gezip gördüğü İslâm dünyasında gözlemlerinin elde ettiği sonuçlar dört maddede
özetlenebilir:
TEMBELLİK
Ninni
değil dinlediğin velvele, bak akıp gidiyor hep müstakbale
Bir
acaib nur ki zamandır adı, durma sen de yetiş bu müthiş sele
Ben
de birkaç cümleyle sizi bir sinema filmi karesine götüreyim;
Filmin
kahramanı, sabahleyin uyanıp pencereyi açtığında, içeriye dolan sadece temiz
veya kirli hava değil, şehrin o müthiş uğultusudur. Buradaki uğultu efekti,
şehirdeki devinimi ve bu devinimin kahramanımızda ve izleyicide uyandırdığı
arka planın izdüşümüdür.
Bu
uğultu, bu devinim, şehirde yaşayan başkalarının müthiş bir hareketlilik içinde
olduğunu, sıkıntılı bir hayatı sürdüren kendisinin de artık bir şeyler yapması
gerektiğini, eğer böyle yapmazsa, şehirde her şeyin kendisine rağmen cereyan
edeceğini, bu takdirde şikâyet etmek, kızmak ya da üzülmenin yararsız
olacağını, artık odasında bir başına kendini dinleyip durmanın değil sokağa
çıkmanın, yapması gereken ne varsa onları yapmaya başlamanın, artık çok
çalışmanın, gerekiyorsa şehir meydanına çıkıp haykırmanın, şehrin velvelesine
bir velvele de kendisinin katmasının zamanıdır.
Mehmet
Akif'in açtığı pencere, fikir penceresi; gelen uğultu ise dünyadaki
gelişmelerin, hareketlerin, büyük bir devinimin yankılarıdır. Çalışanların,
koşanların, iş yapanların, üretimde bulunanların sesidir. Bu sesleri duyup
uyumak olmaz. Bu yarışı görüp yerinde durmak olmaz. Ülkesinin, kültür ve gönül
coğrafyasının insanları daha ne zaman kadar seyredecektir bu devinimi. Kimi
uluslar çalışıp, büyük gayretlerle dünyanın her tarafını sömürü pazarı haline
getirip sömürürken, dünyanın her tarafına silahlarıyla korkup salarken, bu
sesleri ninni gibi dinlemek ancak büyük bir gaflet olur, yapılması gereken dava
fazla vakit geçemeden bu yarışa katılmaktan ibarettir.
"Alınlar
Terlemeli" şiiri aynı düşüncelerle şöyle başlar:
Cihan
altüst olurken, seyre baktın, öyle durdun da,
Bugün
bir serseri, bir derbedersin kendi yurdunda!
Bir
başka şiiri, yine çalışmanın önemini anlatmak için şöyle başlar:
"Leyse
lilinsani illa mâ se'a" derken Hûda;
Anlamam
hiç meskenetten sen ne beklersin daha?
ÜMİTSİZLİK
Mehmet
Akif'in dikkat çektiği konulardan birisi de ümitsizliğe düşmenin bir fayda
sağlamayacağı hususudur. Malumunuz günümüzdeki psikolojik savaşın en önemli öğelerinden
birisi, karşı tarafın zorla çöküntü içine sürüklenerek, daha kolay dize
getirmektir. Ben, ülkemiz insanlarına ve tüm dünya Müslümanlarına bu şekilde
kapsamlı bir psikolojik propaganda yürütüldüğü kanaatindeyim. Kültür Emperyalizmi
kavramının tam karşılığı da bence budur.
Âkif,
bu konuda yine bir ayeti hatırlatıyor:
"Dalalete
düşmüşlerden başka kim Tanrı'sının rahmetinden ümîdini keser?" (Hicr, 56)
Sonra
da Müslümanları, ümitsizliğe düşmemeleri konusunda uyarıyor:
“Lâkin,
hani bir nefhası yok sende ümîdin!
Ölmüş"mü
dedin? Ah onu öldürmeli miydin?
Ey,
yolda kalan, yolcusu yeldâ-yı hayâtın!
Göklerde
değil, yerde değil, sende necâtın:
"Devlet
batacak!" çığlığı beyninde öter de,
Millette
bekâ hissi ezilmez mi ki? Nerde!
Allah
(c.c.)'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol...
Yol
varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.
BİLGİSİZLİK VE
BİLİNÇSİZLİK
Mehmet
Âkif, İslâm dünyasını halkıyla ve aydınıyla büyük bir gaflet uykusu içinde
görüp uyandırmak için çırpınmıştır:
“Baksana
kim boynu bükük ağlayan
Hakk-ı
hayatın senin ey Müslüman
Kurtar
o biçareyi Allah için Arık ölüm uykularından uyan!" (342-343)
Jean
Paul Sartre, Yahudilik Sorunu adlı kitabında şunları söyler:
"Biz
Yahudiler, bulunduğum uz her ülkede, kendi alanımızda birinci olmak zorundayız,
ikinci derecede bulunursak yok edileceğimizi düşünürüz."
Aslında
bu bilinç, Kur'an'da Müslümanlara öğütlenerek, şu müjdeyle verilmiştir:
"Eğer
inanıyorsanız, en güçlü olan sizsiniz."
IRKÇILIK
VE BÖLÜCÜLÜK
Aklı
başında olan bütün aydınların ortak görüşü, ırkçılığın insanlık düşmanı bir
tehlike olduğu yolundadır. Milletlerarası savaşların, iç savaşların birinci
derecedeki faktörü şovenizmdir, kavmiyetçiliktir, İslâmiyette ırkçılık
yasaktır, bütün Müslümanlar hangi ırktan olurlarsa olsunlar Allah tarafından
kardeş ilan edilmiştir. Ülkemiz tarihi ise, ırkçılık yüzünden bölünüp, küçülüp,
büyük devletlere yem olmanın hazin bir belgeselidir.
Şimdi
bu oyunun yeni ve kanlı bir sahnesi daha tezgâhlanıyor. Ve ülkemizin yaşayan
aydınlarının, yöneticilerimizin, tarihsel sorumluluğu üstlenerek ırkçılığa bir
kez daha açık ve net karşı çıkması gerekiyor.
Bu
konuda da Mehmet Akif'in örnek bir aydın olarak bize ışık tuttuğunu
hatırlayabiliriz.
Bu
büyük şair ve fikir adamımız, yaşadığı günlerden bugüne, ülkemizin Türküyle
Kürdüyle bütün insanlarına sesleniyor. Eğer ırkçı düşüncelerle bölme bölünme
hevesinden vazgeçilmez ise, bu güzelim vatanda Türkler ve ne Kürtler dahil
herkesin, emperyalist ülkelerin elinde perişan olabileceği tehlikesiyle karşı
karşıya olacağını hatırlatıyor.
Akif'in
bu önemli şiirinden birkaç beyit şöyledir:
"Müslümanlık
sizi gayet sağlam, bağlamak lâzım iken,
Anlamadım,
anlayamam, Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i
kavmiyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden
müteferrik bu kadar akvâmı
Aynı
milliyetin altında tutan İslâmî, temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir
Bunu
bir lâhza unutmak ebedi haybettir.
Girmeden
tefrika bir millete düşman giremez;
Toplu
vurdukça yürekler, onu top söndüremez.
Müslüman,
fırka belasıyla zebun bir kavmi,
Medeni
Avrupa üç lokma edip yutmaz mı?
Ey
cemaat, yeter Allah için olsun u yanın...
Sesi
pek müdhiş öter sonra kulaklarda çanın!" (220-221)
KAYNAK:
İhsan Işık: Mehmet Âkif'in Şiirinde Temalar ("Mehmet Âkif, Dönemi ve
Çevresi" Vefatının 71. Yılında Mehmet Âkif Ersoy Bilgi Şöleninde sunulan
bildirilerinden oluşan TYB'nin 32. Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezinin
3. kitabı. Mart 2007 – tyb.org.tr, 26.04.2021).
Ey, en soylu ailenin öksüz çocuğu!
Dilsiz minarelerin suskun değil
Çağrın fasılasızdır duyanlara
Ayasofya!..
Gözyaşlarımla akraba mısın?
Ayasofya!..
Doktoru olmayan bir hasta mısın?..
Ayasofya!..
Ey, özgürlüğümün üzgün sembolü!
Nasıl, nasıl tıkadılar sana yönelen yolu?
Nasıl, nasıl kıydılar
Minarelerinden yükselen o ulvi ezanlara?
Nasıl kızmam?.. Nasıl köpürmem ki?..
Sen, Fetih mirasına kara yazı yazanlara,
Yaramız büyük yara,
Çilemiz büyük çile
Ayasofya!..
Halıları apar topar toplanan;
Minberiyle mihrabıyla ağlayan
Kubbesiyle yalvaran
Ayasofya!..
Sen yıllar yılı ağlayıp durdun
Onlar
Göklere uzanan ellerini bağladılar
Haçlıların
ekmeğini yağladılar
Birkaç
dolar bir “Aferin” sağladılar
Anadolu
insanının yüreğini dağladılar!.. Ayasofya!..
Ey, Feth-i mübinin sembolü ulu mabed,
Mahzunluğun sürmeyecek müebbed!
Bir gün, o büyük günümüz bizim..
Sesini on binlere yüz binlerle değil,
Milyonlarla
duyacağız
Çağrına
uyacağız!.. Ayasofya!..
Ey, gözyaşlarımın akrabası!
Yüce Fetih mirası!
Milyonların dâvâsı!
Ayasofya!..
1971
Değerli
siyaset ve devlet adamı Abdulkadir Aksu’nun muhterem babası Diyarbakır
Postanesi Müdürü Muzaffer Aksu, benim çocukluğumun sevgili Muzaffer Amca’sıydı.
Sümerbank dokuma ustası babam Salih Işık’ın en yakın arkadaşlarındandı.
Diyarbakır
Ulu Camiine takriben yüz metre mesafedeki Afganlı Kadri amcamızın nur dolu
çayevinde gerçekten nurlu insanlar neredeyse hemen her gün denecek sıklıkta bir
araya gelir tatlı tatlı sohbet ederlerdi. Bu çayevinin hatırımda kalan en
önemli konuklarının başında PTT Müdürü Muzaffer Aksu, her ikisi de öğretim
üyesi olan Mehmet Said Mermutlu ile Bedri Mermutlu kardeşlerin muhterem
babaları Dişçi Hacı Kadri Mermutlu, tanınmış işadamı Limak Holdingin sahibi
Nihat Özdemir’in babası tüccar Fikret Özdemir, yine Kısmet Han tüccar
takımından Hacı Selahattin Bor ve Hacı Reşit Kakı ile dükkanı çayevine on metre
mesafedeki Berber Miktat Birbir, aklımda en çok kalan isimler oldu. İmam Hatip
Okulu Edebiyat Öğretmeni (benim de
öğretmenim) ve Yeni İstanbul gazetesi köşe yazarı Asaf Gördük de aynı cemaatin
içersindeydi.
Bu
zatlar Diyarbakır’da oldukça tanınan, saygı duyulan, kendilerinden hep sevgi ve
hürmet dolu ifadeleriyle söz edilen kişiler oldu uzun yıllar boyunca. Tertemiz
insanlardı her biri. Hiçbirinde kumar, içki, fuhuş olmadığı gibi yalan dolan da
yoktu. Kendileri birbirlerine o kadar güçlü bir sevgiyle bağlanmışlardı ki çok
sık görüştükleri halde birbirlerini kırıcı söz söyledikleri duyulmamış ve
görülmemişti. Hele hele Hacı Kadri Amca ile Muzaffer Amca nükte dolu
insanlardı, tek bir cümleyle arkadaşlarının içindeki sıkıntıları hemen çöpe
gönderirlerdi. Muzaffer Amca, ağırbaşlı ama kibirden uzak, nüktedan, oldukça
nazik, ayrıca oldukça bilgili ve kültürlü bir zat idi. Bunu biz konuşmalarından
hemen anlardık.
Onlar,
bu güzel insanlar birbirlerine o kadar yakın idiler ki, aynı anneden
doğmadıkları hale gerçek kardeşten farksızdılar. Neredeyse cepleri bile birdi.
Birbirlerinin ihtiyaçlarını, sıkıntılarını hemen bir araya gelip anında
çözerlerdi, yani kelimenin tam anlamıyla İslam kardeşliğinin timsaliydiler.
Ulu
Caminin neredeyse daimi cemaatiydiler. Nerdeyse her gün Hacı Kadri’nin
çayevinde buluşup öyle giderlerdi camiye. Cami çıkışı sohbetleri aynı çayevinde
devam ederdi. Babam ben de istifade edeyim, bir şeyler öğreneyim diye sık sık
beni de yanında götürürdü. Onlar benim
amcalarımdı, akraba amcalarım zaten vefat etmişlerdi.
Oradan
yolun devamı Risale-i Nur medreselerinden birine çıkardı. İlk büyük medrese,
askeriyeden atıldıktan sonra Risale-i Nur hizmeti için gönüllü olarak Diyarbakır’a
gelen emekli yüzbaşı ve şair Mehmet Kayalar’ın Fiskayasına yakın bir evde
kurduğu meşhur medreseydi. (Bu medresenin inşaatına tuğla taşıyanlardan biri de
7 yaşındaki çocuk İhsan Işık olmuştu).
Bu güzel insanlar, sonra açılan Melikahmet’teki Nur medresesi ve bu medreselerin
dışında hemen hemen her hafta ayrıca birbirlerinin evinde toplanıp Risale-i Nur
okurlardı. Bazı günlerde ise hanımları birbirlerini evlerinde konuk eder, bu
defa onlar tıpkı eşleri gibi Risale-i Nur kitapları okurlar, kendilerini
geliştirirlerdi.
Bunların
arasında Muzaffer Aksu, siyasetle ilgilenen tek kişiydi babamın arkadaşları
arasında. Emekli olduktan sonra Erbakan Hoca’nın kurduğu ilk parti olan Milli
Nizam Partisi’nin (MNP) Diyarbakır Kurucu İl Başkanı olmuştu. Ben de bu
partinin Diyarbakır Gençlik Kolu başkanı olduğumdan, siyasi çalışmalar için de
kendisiyle sık görüşürdük, işadamı ve gazeteci Hikmet Hamzaoğulları ile
birlikte.
Beraber
Mayıs 1970’te MNP’nin açılış toplantısını düzenlemiştik. Ünlü Dilan Sinemasının
yazlık kısmında gerçekleşen açılış törenine MNP Genel Başkanı Prof. Dr.
Necmettin Erbakan, eski Maraş Senatörü Ali Oğuz, eski Tokat Milletvekili
Hüseyin Abbas, eski İstanbul Milletvekili ve sonra devlet bakanı Hasan Aksay
ile kalabalık bir heyet katılmıştı. Ben bu açılış töreninde Diyarbakır gençliği
adına bir konuşma yaptım. Bu konuşma Hasan Aksay tarafından çok beğenilince
beni kafileye dahil ettiler. Anı konuşmayı MNP’nin Elazığ, Adıyaman, Malatya,
Maraş ve Adana açılışlarında da bana tekrar ettirdiler.
Bu
güzel insanı, çocukluğumun Muzaffer Amca’nı hiç unutmadım. Sayın Abdulkadir
Aksu ile ne zaman bir araya gelsek hep o günleri hatırlamışımdır. Muzaffer
Amca, Dişçi Hacı Kadri Amca ve babamın bu nur yüzlü insanlarını daima rahmetle
ve sevgiyle anıyorum.
KAYNAK:
Bir Osmanlı Beyefendisi Muzaffer Aksu - İhsan Işık’ın kaleminden
(habereburadanbak, 12.03.2021).
ALİ NAR HOCAM
Ali Nar Hoca ile tanışmak benim
için Allah’ın bir lutfu oldu. Şükren lillah bu mazhariyet, o’nun vefatına kadar
elli sene (1965-2015) boyunca çoğalarak devam etti. Benim için iyi bir
Müslüman/öğretmen’in örneği oldu. Sırf bu yüzden yüksek punalrıma rağmen
öğretmenlik mesleğini seçtim. Diyarbakır İmam Hatip Okulu orta ikide öğrencisi
olmaya başladım. Maaşının en azından bir bölümünü kitap satın alarak
öğrencilere dağıttığına şahidim. Beni okumaya ve yazmaya o teşvik etti. İlk
yazımı Diyarbakır Yeni Şark Postası gazetesinde (1965) o yayımladı. Bana ve
diğer öğrencilere Muhammed Hamidullah, Seyyid Kutub, Necip Fazıl ve Sezai
Karakoç başta olmak üzere çok sayıda yazarı o tanıttı, çok sayıda kitabı o
okuttu. Sınıfta bize yönlendirici konuşmalar yapar ve şiirler okurdu. Çok da
güzel okurdu. O kadar ki, bu şiirlerden bazıları hâlâ ezberimdedir. Diyarbakır
İmam Hatip Okulunu Diyarbakır şehrinin en faal kültür-sanat merkezi haline
getirmişti. Kurduğu Mesleki Tatbikat Kolu faaliyeti olarak il merkezi ve
ilçelerindeki camilerde hutbe okur, vaaz verirdik. Diyarbakır’daki birçok
okulun salonu ve tüm sinemaları onun döneminde bizim etkinliklerimizle dolup
taşardı. Halkla ilişkileri çok güçlü idi. Şehir halkının çoğu onu tanır, çok
sever ve çok saygı gösterirdi. Bundan tedirginlik duyan bir general (Faruk
Güventürk) ile mücadeleden çekinmemişti.
Müesses batı uşağı sistem, Ali
Nar’ın Diyarbakır’da İslama yaptığı kıymetli hizmetleri hazmedemedi, onu
sürgünlere gönderdi. O devrimci bir Müslümandı, mert, cesur ve ataktı. Gördüğü
zulümler onu yıldırmadı, sadece azmini ve direncini kamçıladı. Her yıl yeni
hizmetler vermeye başladı. Telif ve tercüme eserleriyle, cemiyet hizmetleriyle
bereketli bir ömür sürdü. Ben de ortaokulda öğrencisiyken ona verdiğim sözü
tuttum. 1975’te çıkan ilk şiir kitabımı ona ithaf ettim. Hazırladığım tüm
ansiklopedilerde (Türkçe-İngilizce) biyografisini en güzel şekilde yayımlamaya
çalıştım. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Biz de ölene kadar duacısı olmaya
devam edeceğiz."
BİR GÜZEL İNSAN: AHMET MİSKİOĞLU
"Güzel
bir insandı Ahmet Miskioğlu. Biraz geç geldiğim için eski İstanbul Efendilerini
yüz yüze tanıma şansını bulamamıştım. Bu açığı güzel insan, kibarlık ve
nezakette eşine az rastlanır Ahmet Miskioğlu Ağabey kapattı. Moda'daki Türk
Dili Dergisi bürosunda, Bostancı Hatay Restaurant'taki Perşembe Buluşmaları'nda
defalarca görüşme fırsatını bulduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum.
Sevgisiyle herkesi kucaklar, çevresinde bir sevgi halesi oluştururdu. Siyasi
görüşü ne olursa olsun bu sevgi bağını, güler yüzü ve tatlı sözleriyle kimseden
esirgemezdi.
Bu
nezaketiyle örtmeye çalışsa da Ahmet Miskioğlu aynı zamanda son derece kültürlü
ve bilgili bir insandı. Bunu o konuştukça çok iyi anlardık.
Miskioğlu,
benim için ve yüzlerce edebiyatçı için unutulmaz bir isim olmuştur. Rahmetle,
sevgiyle, şükranla anıyorum." (İhsan
Işık)
Türkçesi:
ÜÇ DİLDE NİYET ETTİM RUBAİSİ
Doğru dürüst olmaya her zaman niyet ettim
Halilulllah nimeti ümmete gelsin diye
O Rahman ve Rahim’e binlerce duam olsun
Kötülüklerin hepsi defolup gitsin diye
Türkçe, Farsça,
Arapça:
NEVEYTÜ HER SÉ
DİLDE RUBAİSİ
Neveytü
dürüstlüğe hemişe yevm-ü leyal
Nimet-i
halilullah gelsin diye ümmete
Hezaran
niyaz ola ol Rahim’ul Rahim’e
Def’ul
bela ve’l kada mine’l her ruz i her hal
EDEBÎ ANIT
Prof.
Dr. Talât Sait HALMAN (Kültür Eski Bakanı):
“Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi gerçekten
fevkalade bir eser.”
Her biyografik soruya bulursunuz burda yanıt
Ve her yanıta ilişkin bol bol açık seçik kanıt.
Bu, sırf yazarlar ansiklopedisi değil, bir edebî
anıt.”
BÜYÜK EMEK
Prof.
Dr. Mustafa İSEN (Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Kültür Bakanlığı
E. Müsteşarı):
“Bizim toplumumuzun geçmişte son derece
zengin bir biyografi birikimi olduğu biliniyor. Son yıllarda azalan ilginin
yeniden ivme kazanması sevindirici. İhsan Işık’ın Türkiye Yazarlar
Ansiklopedisi bu anlamda önemli bir boşluğu dolduruyor. Büyük emek ürünü bu
çalışmayı gerçekleştirdiği için yazarını kutluyorum.”
TİTİZ
ÇALIŞMA
Prof. Dr.
Necat BİRİNCİ (Kültür Bakanlığı E. Müsteşarı,
Edebiyat Tarihçisi):
“Her
konudaki araştırıcıların ilk başvurduğu kaynaklar, biyografik eserlerdir. İyi
hazırlanmış bu tür çalışmalar, araştırıcıları yönlendirme ve doğru bilgilere
ulaşma bakımından önem taşırlar. Biyografik eser hazırlama çok çileli ve sabır
isteyen bir iştir. Hele Türkiye gibi bu alanda geniş boşluklar bulunan bir
ülkede bu zorluk daha da artar. İhsan Işık bu zorlukları sabırlı ve titiz bir
çalışma ile aşmış, kültür ve sanat hayatımızın hemen hemen eksiksiz bir
biyografik kaynağını ortaya koymayı başarmıştır.”
BU BİRİKİME SAHİP
ÇIKMALI
Prof.
Dr. Nevzat YALÇINTAŞ (İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi):
Bir
ülkenin yetiştirdiği yazarlar, o ülkenin kültürel zenginliğini üreten son
derece önemli şahsiyetlerdir. Gelişmiş ülkelerin ulaştığı güç ve kudret,
zenginlik ve refah seviyesinde büyük pay bu şahsiyetlere aittir. Bir başka
deyişle, ülkeler ve milletler ne kadar çok gelişmiş beyine sahip olmuşsa o
nisbette ilerlemiş; edebiyat, kültür ve bilim hayatının gelişmesine önem
vermeyenler ise geri kalmışlığı, sömürülmeyi ve yoksulluğu peşinen kabul etmişlerdir.
Bu
bakımdan, yazarlarımızın hayatları ve eserleri hakkındaki bilgilerin korunup
gelecek nesillere ulaştırılması, kültürel mirasımızın korunması anlamında
gelmektedir. Bu alanda 25 yıldır çalışan, şair ve araştırmacı yazar İhsan IŞIK, şimdi dev bir eser hazırlamıştır.
10.000 yazarımız hakkında geniş bilgiler verdiği 10 ciltlik büyük eseri “Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi”, yüzyıllarca istifade edilecek dev bir kültür hazinesi
olmuştur. Bu birikime sahip çıkmak, hepimizin payına düşen vicdanî bir borç ve
milli bir görevdir.
ANADOLU YAZARLARINI TANITAN ADAM
Prof.
Dr. Anıl ÇEÇEN (Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi):
“Anadolu’nun
her köşesinde yaşamını sürdüren binlerce yazar ve şairin varlığından Türk
kamuoyunun habersiz olması son derece üzüntü verici bir durum. İhsan Işık, bu
uzun soluklu çalışması ile işte bu çarpıklığa karşı çıkmakta ve Türk toplumunun
yetiştirdiği binlerce yazar ve şairi Türk kamuoyu ile buluşturmaktadır.”
ALANINDA TEK
Tansu
BELE (Cumhuriyet Gazetesi Yazarı):
İhsan
Işık'ın elli üç yıllık yaşamının yirmi beşini vererek hazırladığı ve alanında
"tek" olan yapıtının, Türk kültür yaşamı içinde birkaç ilki birden
başararak nice yeni çalışmalara ışık tutacağına yürekten inanıyorum.
Geçmişinden bugününe olağanüstü bir biyografi birikimi olan toplumumuzun
kültürel zenginliğini dünya çapında gündeme getirmesi açısından ilgi çekecek
bir çalışma olduğunu sanıyorum. Toplumsal yaşamımızın temeli olan kültürümüzün
zenginliğini, çok boyutluluğu içinde gözler önüne serişiyle ve bir köşeye
itilerek unutulmuş olan birikimlerini bilinmeye, görülmeye değer bularak
günışığına çıkarmasıyla kültür dünyamıza bereket, verim ve devingenlik
kazandıracağından kuşku duymuyorum.
ALİ EMİRİ'DEN SONRA İHSAN IŞIK!
Mevlüt
MERGEN
Bu
iki isim de bu şehrin bağrından kopmuş insanlardır. Meslekleri aynıdır
denebilir. Ali Emiri, kitap toplayarak kütüphanesini kurmuş, İhsan Işık ise
kitapları ve o kitapların yazarlarını dünya tanısın, bilsin diye bir de
"ansiklopedi" hazırlamış. On binin üzerinde ismi bu ansiklopedide alfabetik
bir şekilde fotoğraflarıyla ve eserlerinden örnekler vererek tanıtmış.
Başarısının büyüklüğünü daha önce de söyledim sadece on birinci ciltte bine
yakın kişi kaleme alarak belirtmiş bu başarılı çalışmayı... (Yeni Yurt, 23.06.2009)
O BİR SÖĞÜT GÖLGESİ
Ruhan
MAVRUK (Şair ve eleştirmen)
O,
ansiklopedileriyle hakkı yenmiş şairlerin yanık seslenişlerine söğüt gölgesi
oldu. Ama şairliği diğer eserlerinin gölgesinde kaldı. Oysa, son şiir kitaplarından
“Kuğulu Parktaki Kuşlardan Biri ”nde
insanın içine işleyen, özenli bir dille yazılmış, ince duyarlılıklar taşıyan,
zevkle okunan, en önemlisi yaşamı ciddiye alan bir şairle tanıştım ve yüreğim
coşkuyla doldu.
Ciltler dolusu ansiklopedi ve antolojilerinde
sırtlanlardan kaçırıp yaşatmak için Gazalları, yabancılaşma, yok sayılma
içindeki dünyamıza ışık oldu.
Her seçim bir şeylerden vazgeçmektir, bir
zaman dahi olsa. İhsan Işık, insanların emeğini sonsuzlaştırırken kendi
şiirlerinin ömründen çaldı.
Kuğulu
Parktaki Kuşlardan Biri ve daha sonra yayımlanan şiir seçkisi elime
geçtiğinde derin bir soluk aldım. “ Şiiri bir yürek gibi atıyor, ne güzel ”
diye.
Kavruk insanlara onca gölge sunarken zaman
ayırabilmiş ellerinden çekiştirip “ ya biz, ya biz” diye bağıran imgelere,
sağlam sözcüklerle örülmüş dizelere…
Temelde halk şiirinden kök alan, serbest
vezinle yazılmış yalın, lirik dizelerle etkileyici duyarlılıklar yaratan Işık,
konu kısıtlamasına gitmeden bireyin iç dünyasına ayna tutan ezgili dizeleriyle
ılık bir rüzgâr serinliği yaratmış...
Sayın İhsan Işık eyledim davet
Gelmek ister isen izin alda gel
Eğer bu teklife der isen evet
Beklet o izni güzün alda gel
Gel köyüme biraz efkarım dağıt
Gülüşlerim sanki söylüyor ağıt
Hayatım yazmaya bulunmaz kağıt
Şu koca dünyanın yüzün alda gel
Ben hikaye değil roman insanım
Yaz yağmuru değil boran insanım
Kafamı halk için yaran insanım
Dağları temizlet düzün alda gel
Gel de bir gün yaşa köylüye hayat
Suyu hergün akmaz ekmeği bayat
Köylü iş başında yirmidört saat
Devletten bir yardım sözün alda gel
Ben yunus misali nefes doluyum
Karacaoğlan soylu Veysel oğluyum
Muhammed ümmeti Allah kuluyum
İmam Hanifi’nin Haz’ın alda gel
Yörem iyi tanır DERTLİ KÂZIM’ı
Kimi çeker kimi çekmez nazımı
Gelin ki öğrenin benim mazimi
İster çiçek ister hüzün alda gel
BİYOGRAFİLER
MEHMET NURİ YARDIM
Biyografinin, bugünkü deyimle özgeçmişin eski karşılığı, tercüme-i hâl, çoğulu ise teracim-i ahvâl'dir, yani hâllerin (durumların) tercümeleri demektir. Biyografi, ünlü kişilerin hayatlarını anlatan yazı ve kitaplardır. Hayat hikâyesi karşılığında da kullanılır. Osmanlı Türkçesi terkibiyle Tarihçe-i hayat (hayatın tarihçesi) şeklinde ifade edenler de vardır. Biyografilerin ille de ünlü kişiler için yazılması gerekmiyor. Hayatında önemli işler yapmış, mühim görevlerde bulunmuş kişiler hakkında da değerli biyografi yazıları veya kitapları yazılabilir.
Biyografiler, bir makale sınırında tutulabileceği gibi bir kitap büyüklüğünde de olabilir. Bu biyografik eserlerde askerlik, sanat, bilim, politika, eğitim, sanayi gibi alanlarda toplumun sevgisini kazanacak başarılara ulaşmış kişilerin doğumlarından itibaren hayatları etraflıca anlatılır. Bu nitelikleriyle biyografiler, eğitici bir değer taşırlar. Genelde başarı hikâyeleridir. Genç kuşaklar bunları okuyarak hayatları için çeşitli dersler alır, yaşanmışlıklardan ibret kaparlar.
Biyografi, ünlü kişilerin kendileri tarafından yazılmışsa, “otobiyografi” adını alır. Biyografi açık, sade bir dille tarafsız bir görüşle yazılan kimsenin dönemini, çevresini inceden inceye araştırarak yazılırsa başarıya ulaşır, beklenen etkiyi meydana getirir. Biyografi kitabı, çok iyi bir hazırlık sürecinden sonra ortaya çıkarılmalıdır. Eski şairlerimizin hayatları hakkında bilgi veren şuara tezkireleri de aslında birer biyografi sayılır.
Bir kişinin hayatının bir başkası tarafından yazılması, ‘biyografya edebiyatı'nın temel özelliğidir. Antoloji ve ansiklopedi gibi eserlerde yer alan ve herhangi bir kişiyi tanıtmayı hedef alan bilgilerde doğum, ölüm yılları, öğrenim ve meslekî durum gibi kalıplaşmış bir yol takip edilir. Bir kimsenin şahsiyetini meydana getiren üstün niteliklerinin anlatıldığı biyografilere “portre” denilir. Ama artık edebiyatımızda portre ayrı bir tür olarak kabul edilmektedir. Bir kimseyi çevresi gördüğü işler, özel hayatı ve eserleriyle kendi çağı içinde ayrıntılı olarak ele alan biyografiler, anlatım biçimine göre monografi veya biyografik roman adını alırlar. Bir kişinin ölümünden hemen sonra hâtıralarını aktarmak maksadıyla yazılan eserler de biyografi türüne girer. Buna “nekroloji” denir.
İslâm dininin yayılması ile birlikte biyografi türü de çok gelişmiştir. Bilhassa peygamberler, İslâm âlimleri, mezhep imamları ve evliyaların hayatları yüzyıllar boyunca çok geniş biçimde kaleme alınmıştır. Dinî edebiyatımız içinde biyografik özellikler taşıyan yazı ve eserler çoktur. Aslında Siyer-i Nebi dediğimiz ve Peygamber Efendimizin hayatını anlatan eserler de bir bakıma biyografi türüne dahil edilebilir. Osmanlı'da biyografi 16. Ve17. yüzyıllarda gelişmiştir. Tezkire, menakıp, vefayat, devha, sefine, tuhfe, hadisa, fihrist, silsilename, şairname, gazavetname, sicil gibi başlıklarla kaleme alınan biyografiler, bir kişiyi veya birçok kişiyi anlatır.
Bursalı Mehmed Tahir, Behçet Necatigil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Abdülhak Şinasi Hisar, Mehmet Fuat Köprülü, Mithat Cemal Kuntay, Sadettin Nüzhet Ergun, Tahir Alangu ve Şevket Süreyya Aydemir biyografik eserler kaleme alan yazarlar arasındadır. Bilhassa Mithat Cemal Kuntay'ın Mehmed Âkif isimli eserinin bu konuda örnek olarak okunması gerekiyor. İbnülemin Mahmud Kemal İnal'in eserleri ve İhsan Işık'ın kitapları ile ansiklopedileri de biyografi alanında son derece önem arzediyor.
Bugün de çok değerli biyografi kitapları yayımlanmaktadır. Meselâ Prof. Dr. Sefa Saygılı'nın Mazhar Osman, Ayhan Songar, Türk Kızılayı'nın Kurucusu Dr. Abdullah Bey ile Türk Kızılayı'nın Kurucularından Kırımlı Dr. Aziz Bey bilinmeyen bir çok bilgiyi okuyucuya aktaran son derece faydalı eserlerdir. Orhan Okay Hoca'nın Dergâh'tan çıkan Mehmed Âkif Kalalıklarda Bir Yalnız Adam, okunması gereken bir eser. Ahmet Özdemir Gültekin Samanoğlu'nu (Basın İlan Kurumu Kültür Yayınları) kaleme almıştı. Talat Ülker ise, şiirleri gönüllerde “Ölürüm Türkiye'm” şiiri dillerde olan merhum şairimiz Dilaver Cebeci'yi yazdı (Bilgeoğuz Yayınları). Zehra Aydüz'ün Adile Sultan isimli eseri de bu türde okunabilecek değerli bir başka kitap. Bu eser de Zafer Yayınları'ndan okuyuculara ulaştı.
Son yıllarda İslâm âlimleri, Türk sultanları, Osmanlı padişahları ve bilhassa Selahaddin-i Eyyübi, Fatih Sultan Mehmed, Abdülhamid Han, Bediüzzaman Said Nursi, Adnan Menderes, Turgut Özal, Mehmed Âkif, Necip Fazıl, Cemil Meriç, Tevfik İleri, Ziya Nur Aksun, Sezai Karakoç gibi değerler hakkında seçkin eserler yayımlandı. Biyografiler çok önemlidir. Bizde bu türe eskiden gereken değer verilmiyordu. Ama bugün hemen hemen bütün yayınevleri, talep üzerine biyografik kitaplar yayımlıyorlar. İyi de yapıyorlar. Bu neşriyat, kültür hayatımızın zenginleşmesine, bugünkü nesillerin geçmişin değerlerini daha iyi tanımalarına ve anlamalarına vesile oluyor. Örnek şahsiyetlerin destansı hayatı günümüze de ışık tutuyor. Kütüphanelerimizde her türden kitabı bulundurmalıyız ama biyografik eserleri de eksik etmemeliyiz.
KAYNAK: Biyografiler (milatgazetesi.com, 16.10.2016).
‘Kuğulu Park’taki Kuşlardan Biri’, düşündüklerini
ve yaşadıklarını, yaşamın inişlerinde çıkışlarında koşturan ve onları
dillendiren, birilerine anlatıp aktarmaya çalışan şair, ‘İhsan Işık’ın,
yıllarca düşündürdükleriyle çoğalttığı şiirlerini bir araya getirdiği kitabının
adı!
“… İfritler arasında yangınlar ortasında bile / Cennetin ortası gözlerin nerde / Resminden utanan bir sıkılgan olmaktan / Kurtulabilseydi ah kanlı bıçaklı aşkım / Bağışında yalnız ölümüm varken / Diyorum ki yine de / Bir çakmağım olacak / Şanlı ateşler yakacaktım / Büyük aynalar kuracaktım her yere / Adını haykıran davullar çalacaktım / Zaten adınla başlayan bir cümlenin / Peşinde değil miyim başından beri / Yere düşen küllerdi gidişlerinse…” (sy.31)(*).
“… Bir gün bırakıp gitsem seni / Gecenin en kuytu yerine / Görünmez olsa dünya / Ta uzaklara ta uzaklara // İnan bana sevgilim / Hangi günü yazsa da takvim / Oda aynı oda / Gece aynı gece / Hayalin camda / Sen benle // Bundan işte bundan / Seni bırakır mıyım / Gider miyim hiç / Olmadığın bir yeri / Bulamam ki ben…” (sy.25)(**).
Hayat denen sahnede, tensel/tinsel sağlığı, esenliği elinin tersiyle itmiş kentlinin, aldığı, alabileceği uyuşturuşlarla, zamanı uyutması şaşırtıcı bulunamaz. Bulunmamalı. Malum, duyu-düşün güzellikleri paylaşıldıkça çoğalır, direnç de… İçini kanatıp hayıflanmak neye yarar? Hiç. Üretip paylaşmanın erdemini anlatması beklenen çağdaş birey, feci bir göçüşün, çöküntünün içindeki karakter olarak kaosa ayak basarsa, sonuç bu olur: Umudu benimseyemez. Ne günlük hayatta ne günlük yarınlarda iyi ve güzelin gerçekleşebileceğine dair öngörü barınmaz aklında. Güveni yitirmiştir bir kez. Toplumun, bilinçli bireyler eliyle onarılabileceğine, yaşanır kılınabileceğine inancı kalmamıştır. Kent kâbus ortamını doğuran, dayatan ve tükettiren mahşerdir, konumuzun kahramanına göre…
‘Kuğulu Park’taki Kuşlardan Biri’, düşündüklerini ve yaşadıklarını, yaşamın inişlerinde çıkışlarında koşturan ve onları dillendiren, birilerine anlatıp aktarmaya çalışan şair, ‘İhsan Işık’ın, yıllarca düşündürdükleriyle çoğalttığı şiirlerini bir araya getirdiği kitabının adı! Aslında sevgili şairimizi salt, şair kişi olarak betimlemek sanırım biraz haksızlık olur! Çünkü yazdığı 20’den fazla eser ayrı bir külliyattır edebiyat dünyamızda. Ve birçok cilt olarak tekabül eden şair ve yazarları bir araya getirdiği ansiklopedileriyle, bizleri onara eden onursal bir kişiliktir ‘İhsan Işık’… Elbette ‘Işık’ hakkında birçok konuya vakıf bireyin düşüncelerinden ziyade, anlatımım hakkında belki sayfalar olur. Ancak elimde varsıllığını yüklediğim şiir kitabının alıntılarını okura aktarmaya çalışacağım:
“… Kurtulabilseydi ah kanlı bıçaklı aşkım / Bağışında yalnız ölümüm varken…” (*). İnsani duyarlık yerine, hayvani oburluk empoze edilen kentli, usunu devre dışı bırakmıştır, şairin saptamasına göre. Kendi oburluğunun kölesidir ki o durumda türdeşlerini veya doğayı görmesi, düşünmesi olanaksızdır. Hegemonya, yarattığı “gri” canavarı, yani ağırlaşan havanın ortasında yükselen, hâlâ yükselmekte olan binaları beslemektedir. Zira gökdelen ve gecekondu kuşatması, ruhları da kıstırmış, kendi radyasyon çöplüğünde yaşamı kavurmuş oluyor. “… Büyük aynalar kuracaktım her yere / Adını haykıran davullar çalacaktım…” (*) diyerek inisiyatifini ve orijinalitesini anlatmaya, aktarmaya çalışan şair! Zorba semirme sürecinde… Birey orada, sistemin ‘nazire’ yarışına kapılıp kara bahtını sineye çekmiştir gibi görünmektedir bir bakıma. Çünkü tıkılıp kaldığı yoksunluk durumu nedeniyle oradan oraya savrularak, aynı dar kafeste savunmaktadır kendini; “… Zaten adınla başlayan bir cümlenin / Peşinde değil miyim başından beri / Yere düşen küllerdi gidişlerinse…” (*). O nedenle kent bulmakta, yer bulmakta kararsızlığa yazgılıdır sanki… Doğaldır. ‘Kuğulu Park’taki Kuşlardan Biri’yle uğraşması veya düşününde savaşması kadar doğal!
“… Gecenin en kuytu yerine / Görünmez olsa dünya…”(**). Kentli birey diye tanımladığımız şiir kişisi entelektüel özgüvenini yeniden kazanabilecek midir peki? Politik bir varlık olgunluğuyla anlayışını donatabilecek mi? Tüm bu sorulara yanıt bulabilir okur, ‘İhsan Işık’ın şiirinde… Edinilen ilk izlenimin aksine, karamsarlığa, karmaşaya karşın direnişin kararlı sesi de belirgin dizelerde. “… İnan bana sevgilim / Hangi günü yazsa da takvim / Oda aynı oda / Gece aynı gece // Gider miyim hiç / Olmadığın bir yeri / Bulamam ki ben…” (**) dediği “okuntu” şiirine, savunulan tepkiye küçük bir örnek diye bakılabilir. Bağımlılığı yenilmişliği silip atmıştır defterinden. Bilinçle, bireysel yeteneğinin gücüyle, zamana zafer damgasını vurup esenliğe adım atacak, tüm başa gelenleri silecektir. Hem hayatı, acı serüveni, hem de şiiri, salt ‘musibet’ kapsamında görmeyip yaşanan olarak benimseyecektir.
‘İhsan Işık’, söyleminde çile çeken, göçle gelen kentlinin, hayatla ve hüzünle kurduğu bağı, şiire aksetmiş biçimiyle paylaşıyor. Yaşanmışlığı kanıtlayan insan halleri değil sadece, şiirde derinliğini bulan söz…
Meraklısına; ‘İhsan Işık’, 1952 Diyarbakır (Merkez) doğumlu. Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Birçok dergi ve yayınlarda makaleleri, şiirleri yayımlanan şair, ‘şiir, deneme, inceleme, araştırma ve biyografi’ alanlarında eserler vermiştir…
www.haberhurriyeti.com / MUSTAFA GÖKÇEK, 26.11.2016
“NE YAZIK Kİ BİZ EL CEZERİ’Yİ
BATILILARDAN ÖĞRENDİK”
Diyarbakır Dicle Üniversitesinde 53. Kütüphane Haftası münasebetiyle 'Üçüncü Mekân Kütüphaneler' temasıyla program düzenlendi. Programda İslam toplumlarındaki kitap bilincinin önemine ve kitapların medeniyetlerin inşasında önemli bir yere sahip olduğuna dikkat çekildi.
Programda konuşan Prof. Dr. İhsan Işık ise “Diyarbakır Anadolu’nun ilk üniversitelerinin açıldığı büyük bilim adamlarının yetiştiği bir dünya kentidir. Ünü tüm dünyayı aşan bir şehrimizde aynı zamanda sanat eserlerimizin ve bestecilerimizin çalışmalarının da yarınlara ulaşması açısında bu kitaplığı yarınlara ulaşması önemlidir. Bu kitaplık Diyarbakırlı olan ve olmayan insanların faydalanabileceği bir fonksiyona sahip olmalıdır. Ne yazık ki bizden önce Batılılar tarafından çalışmalar yapılmış. Ne yazık ki, biz El Cezeri’yi batılılardan öğrendik. Diyarbakır’ın köy ve ilçelerinde yaşayan Diyarbakırlı şair ve bestecilerin de yazılı ve basma eserleri var, bunların da kazanılması önemlidir.” şeklinde konuştu.
Kütüphaneden en çok yararlanan kullanıcılara ödülleri verilirken, kompozisyon alanında dereceye giren öğrencilere de ödüller verildi. Birçok resmin de sergilendiği kütüphane, rektör ve öğretim görevlilerinin katılımıyla gerçekleşti. (M. Sıddık Bilge/M. Hüseyin Temel – İLKHA)
KAYNAK: “Ne yazık ki biz El Cezeri’yi Batılılardan öğrendik” (dogruhaber.com, 27.03.2017)
ÜNLÜLER ANSİKLOPEDİSİ
MUSTAFA MİYASOĞLU
İhsan Işık dostumuzun 1990 yılından beri
hazırladığı ünlü şair ve yazarlar sözlüğü, zamanla o kadar genişledi ki,
2006-2009 yılları arasında 11 bin kişiyi tanıtan 11 ciltlik bir ansiklopediye
dönüştü. Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
adıyla yayınlanan bu kitap, önce 10 ciltti, üç yıl sonra bir cilt daha ilave
edilerek bu zaman içinde tanınan veya hayatında büyük değişiklikler olan
yazarlara ait yeni bilgiler eklendi. Kendi alanında telif bir ansiklopedi
olarak en geniş alakayı gören bir çalışma oldu.
Bundan üç ciltlik bir seçme yapılarak
İngilizceye çevrilen ve Encyclopedia of Turkish Authors adıyla yayınlanıp
Kültür Bakanlığı’nın yurtdışında da tanıtım alakasını kazanan bu ansiklopedi
çalışmasının devamı olarak, İhsan Işık’ın yeni bir çalışmaya başladığını duymuştuk.
Bu yılın ilk günlerinde Türkiye Ünlüler Ansiklopedisi adıyla yayınlanan bu
çalışmanın altı ciltten ibaret olmadığını, bundan da seçmelerin üç cilt halinde
Encyclopedia of Turkey’s Famous People adıyla İngilizceye çevrilip bu yıl
içinde önümüze geleceğini de öğrendik.
Bütün bunlar için gönül dolusu tebrik
edeceğimiz İhsan Işık’ın Ünlüler Ansiklopedisi adlı altı ciltlik çalışmasının
sayfaları arasında iki gündür dolaşıp duruyorum. Geçen hafta üzerinde durduğum,
büyüklerimizi bize özgü bir üslupla ve ölçülü biçimde anma çabalarımıza
kaynaklık edecek bu ansiklopedinin ele alıp tanıttığı insanlarla ilgili kısa,
ama objektif değerlendirmelerin önemini belirtmek istiyorum. Altı konuda
hazırlanan altı ciltlik bu ansiklopedinin hepsi için geçerli olan tanıtım
yazısından bazı paragrafları sizinle paylaşmak isterim:
“Ülkemizin
geleceği açısından en büyük öneme sahip olan gençlerimiz, hayata hazırlanırken
aile, çevre, eğitim sistemi ve medya yoluyla kendilerine örnek gösterilen
insanlardan büyük çapta etkilenmekte, onlara benzemeye çalışarak başarılı
olacaklarını düşünmektedirler. Bu bakımdan, toplumda başarılı ve saygın bireyler
olabilmeleri için gençlerimize ülke ve dünya çapında başarılara imza etmiş ünlü
şahsiyetlerimizi tanıtmak, gençlerimiz ve ülkemiz için yapılabilecek en iyi
işlerden biridir.”
Bu gerçekler dikkate alınarak hazırlanan Türkiye
Ünlüleri Ansiklopedisi’nin altı cildinde, çeşitli alanlarda eser veren ve başarılarıyla
tanınan devlet, bilim, fikir ve kültür, edebiyat ve sanat adamları ile ünlü
kadınlarımız tanıtılmaya çalışılıyor. Burada seçimi etkileyen en önemli husus, başarıda
Türkiye siyaseti, bilim, sanat, kültür ve edebiyatı çevresi esas alınışı…
Ayrıca, bu çalışmalarda bizim için en çok
önemsenen hususun şu olduğunu belirtelim:
“Ülkemizin de içinde yer aldığı kültürel
coğrafyada Batı sömürgeciliğinin yaydığı en büyük yalan, dünya tarihi boyunca
tüm bilimlerde, kültür ve sanat dallarında öncülerin hep Batıdan çıktığı,
Doğuda yaşayanların ancak Batıyı taklit etmek zorunda olduğu, bunun bizim alın
yazımız olduğu yalanıdır. Bu çok önemli yalanla hem bizi aşağılık duygusuna
iterek daha çok sömürmek, hem de bizden aldıkları ve hatta çaldıklarını
gizlemek, sömürüleri için gerekli gördükleri psikolojik propagandayı
gerçekleştirmek istemişlerdir.”
İhsan Işık bu çalışmaya başladığı günlerde
bizimle birlikte pek çok dost ve arkadaşla, hatta bazı alanlarda uzman olarak
bilinen şahsiyetlerle istişareler yaparak isimler belirlemiştir. Bu isimleri altı cildin önsözünde bir vefa
örneği olarak sıralayan dostumu kutluyorum. O, ülke ve dünya çapındaki
ünlülerimizi belirlemek gibi büyük bir sorumluluğu başkalarıyla da
paylaşmıştır. Çünkü böyle büyük bir değerlendirmenin hatadan uzak olması mümkün
değildir, ama ne kadar geniş bir toplulukla istişare edilirse o kadar az hata
yapılabilir. Elbette böyle bir çalışmanın listesinin oluşumuna katkıda bulunmak
için zaman ayıranları da kutlamak gerekir.
Şimdilik 11 ciltlik ansiklopedi olan büyük çalışmanın
ihtiva ettiği 11 bin kişiden, Ünlü Kadınlar adlı altıncı ciltteki mükerrerler
de dahil 2016 kişinin seçilmesi ve örneklerden arındırılarak objektif ve
güvenilir değerlendirmelerin özlü biyografi içine alınması gerçekten zordur. Bu
tür çalışmaların gerektirdiği titizliği ve ansiklopedi dilinin istediği
objektifliği sağlamak her zaman kolay
değildir. İyi bir şair ve usta bir denemeci olan İhsan Işık, zoru
başarıyor.
Bu arada memleketi olan Diyarbakır için de
bir ansiklopedi hazırlayan dostumun bu ülke kültürüne yaptığı katkının çok
önemli olduğuna inanır ve kutlarım.
KAYNAK: Mustafa Miyasoğlu / Ünlüler Ansiklopedisi (Yeni Akit, 11 Şubat
2013).
DİYARBAKIR
MEHMET NURİ YARDIM
Çocukluğumda âşık olduğum nazlı bir şehirdi Diyarbakır. Bu âşinalık devam edip geliyor. 1965 yılı olmalıydı. Rahmetli büyük yengemi gelin olarak almak üzere yola çıkmıştık ailece. O taş ve esrarengiz evlerde gece uyurken akrep korkusu yaşamıştık. Buna rağmen kısa misafirliğimizde bile biz çocuklar, târifsiz heyecanlar duymuştuk. O rüyalara karılmış çocukluk hülyalarını, çocuk romanım Yıldızlarla Uyumak’ta anlattım. Gönlümde taht kuran illerden biri oldu Diyar-ı Bekir. Onu hiçbir vakit unutmadım. Ulu, Nebi, Hüsrevpaşa, Ali Paşa, Behram Paşa, Melek Ahmet Paşa, Nasuh Paşa, Hazret-i Ömer ve Fatih Paşa (Kurşunlu) camileriyle, sahabe türbeleriyle bu heybetli ve haşmetli şehir, zarif bir il olarak gözümde ve gönlümde serpildi, büyüdü. Bir büyülenme miydi yoksa benimkisi bilemiyorum, zira şimdi de her gidişimde çok garip bir hayal dünyası içine girer, bu ziyaretlerden destansı bir tat alırım.
Bu hislerle hatırladığım Güneydoğu’nun incisi Diyarbakır bugünlerde yürekleri paralayan acı haberlerle gündemde. Yine de bir başka şekilde anmak istiyorum bu güzel şehrimizi. İhsan Işık’ın beş ciltlik Diyarbakır Ansiklopedisi ile. Ömrünü kıymetli araştırmalara, ansiklopedik eserlere hasretmiş bir ulu yüreğin sahibidir İhsan Işık. Bilgi, resim, gravür ve fotoğraf hazinesi bu üstün esere de çok emek vermiş. Mesudiye Medresesi, Sarı Saltık Türbesi, Özdemiroğlu Osman Paşa Türbesi, Hasan Paşa Hanı…. Bitmiyor ki! Devam ediyoruz: Artukoğulları Sarayı, Dicle Köprüsü, Eğil Kalesi, Osmaniye Kalesi… Şehrin meşhur surları, Urfa Kapı, Mardin Kapı. Ve adına türküler yakılan ilçeler, kasabalar, köyler. Çerşik, Cüngüş, Ergani, Hazro, Lice.
Diyarbakır’da manevî iklim hâkimdir. Sur’da teröristlerin saldırılarından kaçıp başka şehre göç eden yaşlı vatandaşımızın göğsünde, kesesiyle Kur’an-ı Kerim duruyordu. İlçeler de tarihî zenginliklerle dolu. Silvan Selahaddin Camii, Silvan Kalesi önemlidir. Adına türküler yakılan Malabadi Köprüsü’nün, Silvan Köşkleri ve Konakları ile Mira Mezarlığı görülmelidir. Sahabe Sultan Sa’saa Türbesi, Taceddin Mescidi, Hasan Paşa Hanı, Sultan Şücaeddin Türbesi, Allame Subh-i-î Amîdî. Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’in adının bir mahalleye verilmesi ne kadar güzel. Dilan Sinemaları’nda bugüne kadar kim bilir kaç yüz bin seyirci, o karanlık, izbe, loş salonlarda hayal dünyalarında dolaştı?
Bediüzzaman’ın yakın talebesi Mehmet Kayalar, çocukluk yıllarımın efsane kahramanıydı; Diyarbakır’ın fikir ve iman kalesi, yılmayan Serdengeçti’siydi. Sezai Karakoç “Hâtıralar”ında Diyarbakır’dan uzun uzadıya bahseder. Kudsi Erguner’den, Celâl Güzelses’e, Hâmid Aytaç’tan Süleyman Nazif’e, Ali Emirî Efendi’den Cahit Sıtkı Tarancı’ya, Ziya Gökalp’tan Nejat Diyarbekirli’ye pek çok sanatkâr, aydın, edib ve ilim adamı bu şehrin semasındaki bazı yıldızlardır. Meselâ o muhteşem “Bir bahar akşamı rastladım size / Sevinçli bir telâş içindeydiniz / Derinden bankıca gözlerinize/ Neden başınızı öne eğdiniz?” naif şarkısının güftekârı Fuad Edip Baksı da Diyarbakır’lıdır. Değerli edebiyat hocaları Kemal Eraslan ve Şakir Diclehan da. Ansiklopedide yüzlerce isim, eser var. Şairler, yazarlar, ressamlar, hattatlar, devlet adamları, bestekârlar. Yüksek bir medeniyetin, kuşatıcı bir kültürün merkezidir Diyarbakır. Cemal Yeşil “Diyarbekir” dörtlüğünde hasretini hissettiği şehri, şöyle dillendirir: “Bir şey… Ne o cami, ne bu sur çemberidir, / Görsem, dediğim şey ne de bayram yeridir. / Bir şey, babamın çocukluğundan kalma, / Bak, dense yeter, onun ayak izleridir.” Sezai Karkoç ise “Alın Yazısı Saati”nde bizi efsunlu bir şehrin mahalle aralarında ve ara sokaklarında dolaştırır: “Bize mahsus görüntüler Diyarbekir / Ulu Cami Peygamber Camii, Süleyman Camii / İçkale Aslanlı Çeşme / Dar sokaklar kapı içinde kapı uygarlık bu / Kendi uygarlığımız / Yenilememiz gereken / Ve diriltmemiz” Hisar şairi Munis Faik Ozansoy ise, Kaybolan Dünya’da şehre sevdasını şu mısralarla ortaya koyar: “Ey ozanlar yetiştiren belde / Seni yıllarca görmeden sevdim / Toprağın var bütün vücudumda / Sende yatmakta en uzak ceddim / Doğunun tacı ey güzel yurdum / Yaşadım bir ömür hayalinde / Seni düşlerde seyredip durdum / Kehkeşanlarla süslenen Dicle.”
Daha önce de yazdım. Keşke Milli Eğitim Bakanlığı her ilimizde “Şehir Dersi” okutsa. Meselâ Diyarbakır’dan başlansa ve Diyarbakır Ansiklopedisi, bu güzel şehrimizin bütün okullarında ders kitabı olarak okutulsa. O zaman belki de bu kadar acı yaşamayacaktık. Zira şehrini seven insanını sever. Bölgesine bağlı olan ülkesine de muhabbet hisleri besler. Diyarbakır’ın hüzünlü evladı Cahit Sıtkı, “Memleket İsterim” diyor. Katılıyoruz: “Memleket isterim / Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; / Kuşların çiçeklerin diyarı olsun / Memleket isterim / Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; / Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. / Memleket isterim / Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. / Memleket isterim/Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun”
31.01.2016
Milat
KÜLTÜR-SANAT VE
EDEBİYATIMIZDA İHSAN IŞIK
Ahmet AYAZ
Burada
Kültür-Sanat Ve Edebiyatımızın önemli bir isminden söz ediyorum. 2006 Yılında,
sağ olsun içinde benimde bulunduğum 10 ciltlik “Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçıları ve Kültür Adamları “
Ansiklopedisi İngilizce, Almanca, ve Fransızcaya çevrildi. Ayrıca bu
ansiklopediden, sözü edilen devletlerin
kültür bakanlıkları İhsan Işıktan kütüphanelerine satın aldılar. Bizim kültür
bakanlığımızda satın alıp bütün illerdeki kültür müdürlüklerimize gönderdikten
sonra, İhsan Işık’a ödül verdikleri haberini almıştım.
Sözü
edilen ansiklopediye hiç haberim olmadan,
Rahmetli Ertuğrul Karakoç’un kaleminden ben de girmişim. Daha sonra kıymetli hocamız İhsan Işık Beyle
de tanışmış oldum ve iyi yönde ilişkilerimiz devam ediyor. 10 ciltlik ansiklopediden
satın alıp kitaplığıma koydum.
Şimdi
burada bu değerli ismi beraber tanıyalım diyorum. Belki bir gün bir yerde, bir
edebiyat ışığında sizde karşılaşabilirsiniz.
İhsan
Işık Hocamız, Sosyal Hizmetler Ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürü idi. Ben aynı kuruluşun Gaziantep İlinde Şef
kadrosunda İl Müdür Yardımcılığını yürütürken onun kuruluşumuzdan ayrılışının
bir eksiklik olduğunu hmiştim ve üzülmüştüm. Ömrünü Türk Kültürü Sanatı ve
Edebiyatına adayan bir gönül adamıdır. İhsan Işık, 4 Mayıs 1952’de Diyarbakır’da doğdu. İlk ve
ortaöğrenimini doğduğu kentte tamamladı. Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi TDE Bölümü mezunu. 1990 yılında Türk Filoloğu unvanını aldı. Lisans
tezi: “Necip Fazıl Kısakürek’in Oyunlarında Tipler”. 1976 yılından itibaren
yerleştiği İstanbul’da bir süre memurluk; çeşitli liselerde edebiyat
öğretmenliği, özel bir kuruluşta basın danışmanlığı, Akabe Yayınevi ve Mavera
dergisi yönetmenliği, reklâm ajansı yöneticiliği, Ünlem Yayınları sahipliği ve
yöneticiliği, İstanbul Büyükşehir Belediyesi İETT Genel Müdürlüğü basın
danışmanlığı görevlerinde bulundu.
1996’da
Ankara’ya yerleşerek Başbakanlık Danışmanı, Başbakanlık SHÇEK Genel Müdürü
olarak görev aldı. 1998’de kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 2001’de Elvan
Yayınlarını kurdu. 25.11.2006’da İLESAM Yönetim Kurulu Başkanlığına seçildi.
2007’de Kültür ve Turizm Bakanlığının Uluslararası Fuarlara Hazırlık Komitesi
Yürütme Kurulu üyeliğine seçildi, Nisan Ajans adıyla bir telif hakları ajansı
kurdu. İlk yazı ve şiirlerini Diyarbakır yerel gazetelerinde yayımlamıştı.
1971’den itibaren ürünleri Tohum, Hilal, İslâm Medeniyeti, Pınar, Çile, Yeni
Sanat, Düşünce, Muştu, Aylık Dergi, Girişim, Mavera (genel yayın yönetmeni),
Dış Politika, Yeni Zemin, Yedi İklim ve Hece vd. dergileri ile Yeni Devir
(sanat-edebiyat sayfası yönetmeni), Millî Gazete, Zaman, Akit (Vakit), vd.
gazetelerinde yer aldı. Yurtiçi ve yurtdışında çok sayıda konferans verdi, panel
ve açık oturumlara konuşmacı ve yönetici olarak katıldı. Almanya, Fransa,
Türkmenistan, İran, Arnavutluk, Makedonya ve Bosna’yı dolaştı.
İzlenimlerinin
bir bölümünü kitaplaştırdı. Çocuk kitaplarında Savaş Yüce imzasını kullandı.
Akdeniz Kıyısında Bir Çocuk adlı şiiri iki ayrı formda bestelendi. Bazı
şiirleri Almanca, Makedonca ve Arnavutçaya; Peygamberimizin Hayatı, Dört Büyük
Halife adlı kitapları Almancaya çevrildi. Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi adlı
eseri 2005 yılında üç ciltlik halinde İngilizceye çevrilerek, Kültür ve Turizm
Bakanı Atilla Koç tarafından Ekim 2005’teki Uluslararası Frankfurt Kitap
Fuarında dünya medyasına tanıtıldı. İngilizce ansiklopedisi aynı yıl Kültür
Bakanlığı resmi web sitesinin İngilizce bölümünde yayımlanmaya başlandı. Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi’nin genişletilmiş 3. basımı ile İLESAM ve Türk Dünyası
Genç Yazarlar Derneğinin Hizmet Ödülünü; İngilizce baskısı (Encyclopedia of
Turkish Authors) ile Türkiye Yazarlar Birliğinin 2005 yılı Özel Ödülünü aldı.
ESERLERİ:
DENEME-İNCELEME:
Kültürümüzün Kimliği (1982, gen. 4. bas. 1995), Sömürgeciliğin Çağdaş Boyutları
(1983), Uluslararası Sorunlar / İslâm Dünyası ve Türkiye (1987), Kültürümüz ve
Kadınlarımız (1987), Peygamberimizin Hayatı (1987), İslâm Tarihi Dört Halife
Dönemi (Dört Büyük Halife adıyla gen. bas., 1991), Bediüzzaman Said Nursi ve
Nurculuk (1990), Das Leben Des Islamischen Propheten Mohammed (1991), Die Vier
Grossen Kalifen In Der Islamischen Religion (1992), İki Yobaz (1996).
BİYOGRAFİ:
Yazarlar Sözlüğü (1990, gen. bas. 1998), Yazarlar ve Şairler Sözlüğü (1992),
Filit Girişen - Hayatı ve Düşüncesi (Bayram Girişen ile, 2000), Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (tek cilt, 2001; genişletilmiş 4. bas. 2006), Ankaralı
Şairler ve Yazarlar (2003), Encyclopedia of Turkish Authors (çev.: Wordlink
Çeviri Hizmetleri, 3 cilt, 2005), Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (10 cilt, 2006).
ŞİİR:
Eğilim Anıları (1975), Akrep ve Yelkovan (1987), Akdeniz Kıyısında Bir Çocuk
(1996), Kuğulu Park’taki Kuşlardan Biri (2002).
GEZİ:
Makedonya ve Fransa İzlenimleri (2002).
ÇOCUK
ROMANI (Savaş Yüce adıyla): Kaçaklar (1987), Sevgili Anneciğim (1987).
Ben
burada İhsan Işık Hocamıza, daha nice önemli eserlere imza atmasını yüce Allah’tan
diliyorum.
KAYNAK:
Ahmet Ayaz / Kültür-Sanat Ve Edebiyatımızda İhsan Işık (gazeteekspres.com, 14
Ağustos 2018).
BATIYI ÇAMURDAN
KURTARAN MÜSLÜMANLARDIR
Araştırmacı
Yazar İhsan Işık Bâbıâli Enderun Sohbetleri’nde yaptığı konuşmada çarpıcı
açıklamalarda bulundu.
Elif Çelik
(İstanbul)
Yeni
Dünya Vakfı’nda düzenlenen Bâbıâli Enderun Sohbetleri’ne Araştırmacı Yazar
İhsan Işık konuk oldu. Toplantının açılış konuşmasını yapan Mehmet Nuri Yardım,
İhsan Işık’ın neredeyse bütün ömrünü Türkiye’nin kültürel envanterine
adadığını, onbinlerce yazar ve şairin hayat hikâyesini bulduğunu ve bunları
kitaplaştırdığını söyledi. Yardım, “Bu çalışmalar o kadar genişledi ki artık
kitaplara sığmaz oldu, ansiklopedilere dönüştü. Bugün yaklaşık 35 ciltlik bir
ansiklopedi külliyatı mevcut ve bu çalışmaları devam ediyor. İhsan Işık,
edebiyatımızın, sanatımızın ve kültürümüzün birikimini ortaya koyarak büyük bir
hizmette bulunmuştur. Kendisine hepimiz, bütün toplum teşekkür etmelidir.”
dedi.
Yeni ciltleri
hazırlıyorum
Konuşmasına
başlarken yetişme çağından ve ailesinden de bahseden İhsan Işık, ilk olarak
1990 yılında Fatih Saraç ve Yekta Saraç’ın kurucusu oldukları Risale
Yayınları’nda Yazarlar Sözlüğü adıyla bir kitabının yayımlandığını belirterek,
“Bu kitap yayımlanınca farklı çevrelerden övgüler aldı. Ben de bunu
geliştirmeye başladım. Daha sonra önce tek cilt, sonra da üç cilt ansiklopedi
hâlinde yayımlandı. Şimdi bu ansiklopedinin 12. ve 13. ciltlerini hazırlıyorum.
Kısmet olursa bu iki cilt de okuyuculara ulaşacak.” diye konuştu.
Teknolojiye
güvenmemek lâzım
Teknolojiye
fazla güvenmemek gerektiğini ifade eden İhsan Işık, şöyle devam etti:
“Bilgisayardaki resimlerin ömrü ortalama 30 yıldır. Çünkü gelişen teknoloji
eskiyi açamadığından resmin, fotoğrafın ömrü biter. Google’ın kurucusu
‘Resimleri kâğıtta saklayın.’ diyor. Onun için biz de bilgisayar ortamında
bilgilerimizi saklasak bile mutlaka kâğıt olarak da muhafaza etmemiz gerekiyor.
Zira bilgisayara uzun sürede güvenemeyiz.”
Müslümanlar
olmasaydı...
Konuşmasında
Doğu medeniyeti ve Batı uygarlığı arasında mukayeseler yapan İhsan Işık,
“Müslümanlara yapılan zulmün engellenmesi için hangi alanda isek bir numara
olmalıyız. Müslümanlar 800 senedir dünya coğrafyalarında olmasaydı, Batı
dünyası çamurun içindeydi. Eğer geçmişte Müslümanların farklı bölgelerde ürettikleri
büyük medeniyet olmasaydı bugün Batıdaki olumlu gelişmeler de olmazdı.”
KAYNAK:
Batıyı çamurdan kurtaran Müslümanlardır (milatgazetesi.com, 22.01.2019).
BİLİM VE DÜŞÜNCE
TARİHİMİZDEKİ ÖNCÜ İSİMLER
Araştırmacı
yazar İhsan ışık, Kocaeli Kitap Fuarı'nda bilime öncelik eden Müslüman bilim
adamlarını anlattı
Kocaeli
Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen 11. Kocaeli Kitap Fuarı Akçakoca
Konferans Salonundayazar İhsan Işık "Bilim ve Düşünce Tarihimizdeki Öncü
İsimler" konulu söyleşisiyle okuyucularıyla buluştu. 5 ciltlik Diyarbakır
Ansiklopedisi'nin yazarı olan İhsan Işık'ın, ayrıca 11 ciltlik Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, 6 ciltlik Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi gibi Türkçe ve İngilizce ansiklopedilerinin yanı sıra
Kültürümüzün Kimliği, Kültürümüz ve Kadınlarımız, Uluslararası Sorunlar ve
İslam Dünyası gibi araştırma ve düşünce kitapları ile çok sayıda şiir kitabı ve
İslami konularda Türkçe ve Almanca kitapları bulunuyor.
Bilim, Kültür ve
Sanatta İlerde Olmak Durumundayız
35
cilt ansiklopedi yazdığının altını çizerek söyleşiye başlayan yazar İhsan Işık,
"Cumhurbaşkanımız önemli bir konunun altını çiziyor. Bilim ve kültürde,
eğitim sisteminde sınıfta kaldık. Bu konuların ihmal edilmemesi konusunda ışık
tutmuştur. Bilim, kültür ve sanatta ilerde olmak durumundayız. Dünyanın milli
geliri en yüksek ülkeleri arasında İslam ülkesi yok. 16. sırada Endonezya, 18.
sırada Türkiye var. Batı ülkeleri ne yazık ki İslam ülkelerinden ekonomide,
sanatta, bilimde fersah fersah ileride" dedi.
Ailelerimiz
Çocuklarını Yabancı Okullara Gönderiyor
Işık,
sözlerine şöyle devam etti; "Çarşılardaki dükkânların isimleri bile
yabancı markalı. Diziler bile uyarlanmış. Eskiden Brezilyadan uyarlanırdı,
şimdi dizilerin çoğu Güney Kore'den uyarlanmakta. Amerikan kolejlerinin sayısı
artıyor. Ailelerimiz yabancı okullara gönderiyor çocuklarını. Bütün dünya bir
pazar oldu, satan ise Amerika. Müslüman göçmenler Akdeniz'de teknelerde ölüyor.
Avrupa ülkelerine mülteci olmak için. Ortadoğu kan gölüne döndü. Amerika,
Ortadoğu'yu işgal etmeden önce Beyrut'ta Amerikan üniversitesi kuruldu.
Tanzimat fermanından sonra bizde de Robert Koleji kurulmuştu."
El Cezeri 12.
Yüzyılda Robot Yaptı
"Çok
önemli bilim adamları ve düşünürler yetiştirmişiz. 8. yüzyıldan itibaren bilim
öncülerimiz dünyaya ışık tutmaya başlıyor. El Cezeri, 12. yüzyılda
Diyarbakır'da Artuklu sarayında robot üretiyor. Batı bunu biliyor
üniversitesinde okutuyor. Kocaeli Bilim Merkezi'nde El Cezire'nin maketi
bulunuyor. Bizler daha yeni tanıyoruz Müslüman mucitleri."
KAYNAK:
Bilim ve Düşünce Tarihimizdeki Öncü İsimler - Araştırmacı yazar İhsan ışık,
Kocaeli Kitap Fuarı'nda bilime öncelik eden Müslüman bilim adamlarını anlattı
(haberler.com, 01.05.2019).
İHSAN IŞIK’IN ÇEŞİTLİ
DERGİLERDE ÇIKAN BAZI YAZI ve ŞİİRLERİ
Üstad Necip Fazıl'ın
Oyun Yazarlığı
İslami Edebiyat
İnceleme
Mayıs 1988, 1. Cilt 1. Sayı, 32. Sayfa
Ozan-Gurbet/Sahne
Aylık Dergi
Şiir
1984, 71-72. Sayı, 24. Sayfa
Çakmak ve Kül
Aylık Dergi
Şiir
Aralık 1983-Ocak1984, 61-62. Sayı, 5. Sayfa
Araftan Çeyrek Öte
Aylık Dergi
Şiir
Nisan-Mayıs-Haziran 1982, 41-42-43. Sayı, 20. Sayfa
Sana Pişmanlık
Aylık Dergi
Şiir
Ekim 1981, 35. Sayı, 1. Sayfa
ABD İle İlişkinin
Mantığı
Dış Politika
Makale
Temmuz 1988, 2. Sayı, 66. Sayfa
Yazarlar Sözlüğü
Matbuat
Reklam
Eylül 1998, 30. Sayı, 12. Sayfa
Afacan
Yedi İklim
Şiir
Nisan 2001, 14. Cilt 133. Sayı, 29. Sayfa
Uluslararası Haber Ajansları ve Türk Basını
Gençlik
Deneme
15 Ekim-15 Kasım 1993, 20. Sayı, 18. Sayfa
Belirtilmemiş
Girişim
Görüş
Eylül 1990, 60. Sayı, 15. Sayfa
Hac Elbette Siyasi
Bir İbadettir
Girişim
Görüş
Temmuz 1988, 34. Sayı, 18. Sayfa
"Müslümanlara
Zulüm Yarışı"
Girişim
Görüş
Mayıs 1988, 32. Sayı, 13. Sayfa
Öncesi ve Sonrasıyla Halefoğlu'nun Tahran'ı Ziyareti
Detaylar
Girişim
Görüş
Ekim 1986, 13. Sayı, 11. Sayfa
İslâm Konseyi
İstanbul Toplantısı Ardından
Girişim
Görüş
Kasım 1986, 14. Sayı, 4. Sayfa
İslâmî Edebiyat'ın
Adı Çevresinde
Girişim
Kültür-Sanat, Kasım 1986, 14. Sayı, 50. Sayfa
Bunalım TV'yle mi
Doğdu?
Girişim
Görüş
Aralık 1986, 15. Sayı, 44. Sayfa
Erbakan ve Hikmetyar
Girişim
Okuyucu Köşesi
Ocak 1987, 16. Sayı, 3. Sayfa
Sinemada Yabancılaşma
ve İslâmî Sinema Arayışı
Girişim
İnceleme
Ekim 1985, 1. Sayı, 21. Sayfa
İslâmi Sinema Arayışı
Girişim
İnceleme
Kasım 1985, 2. Sayı, 23. Sayfa
Arap Baharı Neden
Gecikti?
Çerçeve
Araştırma
Aralık 2011, 57. Sayı, 68. Sayfa
Geceler
Detaylar İhsan Işık
Pınar Şiir Temmuz 1972 2. Cilt 7. Sayı 48. Sayfa
Dicle'ye Senfoni
Detaylar İhsan Işık
Pınar Şiir Nisan 1972 2. Cilt 4. Sayı 42. Sayfa
Ayasofya
Detaylar İhsan Işık
Pınar Şiir Mayıs 1972 2. Cilt 5. Sayı 5. Sayfa
Zor Dönem ve Gençlik
Detaylar İhsan Işık
Mavera Makale Ocak 1988 12. Cilt 133. Sayı 5. Sayfa
Entel ve Aydın Farkı
Detaylar İhsan Işık
Mavera Makale Ekim 1987 11. Cilt 130. Sayı 15. Sayfa
Vebalı Kentin
Kaçakları
Detaylar İhsan Işık
Mavera Makale Ağustos 1987 11. Cilt 128. Sayı 13. Sayfa
Sanatçının Çağına
Tanıklığı
Detaylar İhsan Işık
Mavera Makale Temmuz 1987 11. Cilt 127. Sayı 14. Sayfa
İçimizdeki Birlik
Sancısı
Detaylar İhsan Işık
Mavera Makale Haziran 1987 11. Cilt 126. Sayı 10. Sayfa
Necip Fazıl
Kısakürek'in Oyunlarına Toplu Bakış
Detaylar İhsan Işık
Mavera Makale Nisan 1978 2. Cilt 17. Sayı 26. Sayfa
Gölgeler
Detaylar İhsan Işık
İslâm Medeniyeti Şiir Temmuz 1973 3. Cilt 33. Sayı 30. Sayfa
Köy Öğretmeni
Detaylar İhsan Işık
İslâm Medeniyeti Şiir Nisan 1973 3. Cilt 30. Sayı 24. Sayfa
Bacım
Detaylar İhsan Işık
İslâm Medeniyeti Şiir Şubat 1973 3. Cilt 28. Sayı 22. Sayfa
Özlem
Detaylar İhsan Işık
Hilâl Şiir Ocak 1971 10. Cilt 112. Sayı 18. Sayfa
İslam ve Biz
Detaylar İhsan Işık
Seher Vakti Şiir 15 Nisan 1970 1. Cilt 6. Sayı 15. Sayfa
Eğilim Anıları
Detaylar İhsan Işık
Tohum Şiir Mart 1974 7. Cilt 84. Sayı 26. Sayfa
Adım
Detaylar İhsan Işık
Tohum Şiir Aralık 1973 7. Cilt 82. Sayı 13. Sayfa
Cumhuriyetin 50.
Yılında "Eleştiri" Özeleştirisi
Detaylar İhsan Işık
Tohum Köşe Yazısı Ekim 1973 7. Cilt 81. Sayı 8. Sayfa
Pusuda
Detaylar İhsan Işık
Tohum Şiir Ağustos 1973 7. Cilt 79. Sayı 28. Sayfa
Kırmızı Işıklı Daire
Detaylar İhsan Işık
Tohum Hikaye Ağustos 1973 7. Cilt 79. Sayı 40. Sayfa
Bahara Özlem
Detaylar İhsan Işık
Tohum Şiir Nisan 1973 7. Cilt 77. Sayı 19. Sayfa
Şiir
Detaylar İhsan Işık
Tohum Şiir Mart 1973 7. Cilt 76. Sayı 22. Sayfa
Gölgeler
Detaylar İhsan Işık
Tohum Şiir Şubat 1973 7. Cilt 75. Sayı 28. Sayfa
Sen
Detaylar İhsan Işık
Tohum Şiir Aralık 1972 7. Cilt 74. Sayı 33. Sayfa
Ses
Detaylar İhsan Işık
Tohum Şiir Kasım 1972 7. Cilt 73. Sayı 27. Sayfa
İslam ve Biz
Detaylar İhsan Işık
Tohum Şiir Ekim 1972 6. Cilt 72. Sayı 26. Sayfa
Uzaklara Şarkı
Detaylar İhsan Işık
Yeni Sanat Şiir Nisan 1974 1. Cilt 5. Sayı 30. Sayfa
Deneme
Detaylar İhsan Işık
Yeni Sanat Şiir Mayıs 1974 1. Cilt 6. Sayı 20. Sayfa
Eğilim Anıları
Detaylar İhsan Işık
Yeni Sanat Şiir Mart 1974 1. Cilt 4. Sayı 26. Sayfa
Eğilim Anıları
Detaylar İhsan Işık
Edebiyat Reklam Ağustos 1975 5. Cilt 7. Sayı 3. Sayfa
Geçersiz Düşmanlık
Detaylar İhsan Işık
Düşünce Makale Ağustos 1979 4. Cilt 3. Sayı 30. Sayfa
Güncelleme:
10/06/2013 14:02
Rahat adam… Rahatlığı bilindik rahatlıklardan değil… Kendi
yüreğinde inşa ettiği adanın sahillerinde ayaklarını çıplatıp denizle
halleşerek öyle başlıyor güne…
Her güne öyle başlıyor. Her gün dünya onun için herkesin
dünyasından farklı…
Kendi gündemiyle ülke ve dünya gündemi arasında uçurumlarca
mesafe kıldan ince yakınlık olan bir adada yaşıyormuş gibi rahat; en azından
öyle bir izlenim uyandırıyor.
Konuşurken, çalışırken, masasında elini şakağına dayayıp
düşünürken, bir elinde çanta ığranı ığranı yürürken de öyle…
Konuşurken sayılı sözcüklerle konuşuyor; en hoyrat, en
külhanbeyi sözcüklere bile uçsuz bucaksız bir mülayimlik libası giydiren bir
konuşması var. Hiçbir cümlesi dikenli değil.
Hayret ve hayranlık adamı… Bu hayret evrenin ve eşyanın
hallerine ilişkin de değil, daha çok insan yüzlerine bakarken, baygınımsı bir
hayret… Onun için ikili ilişkilerinde kavga ettiği, zıtlaştığı, uyuşamadığı pek
kimse yok… Herkesle ve her kesimle iyi… Suyuna gitme hali kurgulanmış bir hal
de değil; doğal olarak yürüyor her derenin, her çayın, her ırmağın kenarında;
doğal olarak karışıyor bunlara…
İsrafa varan bir cömertliği var. Cüzdan taşımıyor. Bir yere
gidilecekse, yemek yenecekse, ne bileyim paraya taalluk eden bir toplu eylemde
bulunulacaksa, cebindekileri o anda, o durumda azat etmekte usta…
İyi huyu: Her biyografiye, her hayat kırıntısına canlı bir
insan gibi bakıyor.
Kötü huyu: Her insana bir biyografi olarak bakıyor.
Maddi olan hiçbir varlığı biriktirmeye değer görmüyor
Ezberindeki şiirler kendi şiir kitaplarındaki şiirlerden
daha coşkun, daha kalıcı, daha usta işi olan nadir insanlardan biri…
Konuşurken kelimeleri mülayimleşiyor ya, sadece o değil,
baktığı her şey, tuttuğu kapı kolu, çevirdiği anahtar, çantasındaki kitabın
cildi, sayfaları, temas ettiği her şey, ama her şey mutedil ve güler yüzlü bir
hal alıyor.
Tütün tiryakiliği var.
Başkalarının gülecek bir şey bulamadığı şeylerde bile bir
ironi, komiğe kaçan bir yan bulup bunu yazı yahut bir tezyinat unsuru olarak
değil, hayatta rintliğine bir katkı olarak kullanıyor.
Atı arabası evi barkı yok.
Maddi olan hiçbir varlığı biriktirmeye değer görmüyor.
İhsan Işık bu, biyografi yazarımız.
Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi adlı muhalled eserin müellifi…
Şiir, deneme ve roman denemeleri de var, kendi halince…
Öğretmenlik yaptı. Kısa dönem bürokratlık tecrübesi var.
Bir yazar kuruluşunun yöneticiliğinde bulundu.
Diyarbakırlı…
Yüzü şehir surlarından havalanan bir güvercinin kanadı…
Kırılmasından korkuyor.
Böyle biliriz.
Mehmet Aycı yazdı
KAYNAK: Mehmet Aycı / Her insana
bir biyografi olarak bakıyor (dunyabizim.com, 10.06.2013).
Abdurrahman ŞEN T. C. Kültür ve
Turizm Bakanlığı’nın, 2006 yılında vereceği özel kültür ödülünün, bakanın
telefonlarına bile çıkmadığı basında yer alan Orhan Pamuk’a verileceğini
öğrendik. Ben de buradan diyorum ki… Orhan Pamuk’a
ne verirseniz verin! Ama “yılın kültür adamı” ödülü de “yılın kültür olayı”
ödülü de aslında bir tek kişinin anasının ak sütü gibi helâldir: İhsan
Işık’ın! Ömrünün çeyrek
yüzyılını harcayarak, son yüzyılın en kapsamlı biyografi ansiklopedisi olan
10 ciltlik “Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi”ni yayınlayan İhsan Işık’ın. Daha önce
yayınladığı, “Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi” çalışması için Türkiye Yazarlar
Birliği, İLESAM gibi yazar kuruluşlarının özel hizmet ödüllerine değer
görülen İhsan Işık, kültürümüze hizmetin en büyük ödülünü almaya alnının akı
ve 26 yıllık çabasıyla hak kazanmıştır. TC Kültür Ve Turizm Bakanlığı, İhsan
Işık’ın hazırladığı “Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi”nin, “Encylopedia of
Türkish Authors” adıyla yapılan İngilizce çevirisini Bakanlık olarak 2005
yılında Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarında dış basına tanıtmıştı… İşte şimdi de
aynı beyinden, aynı kalemden aynı sabrın ürünü olarak 26 yıllık terin,
kültürel birikimin sonucu olarak ortaya konulmuş 10 ciltlik devasa bir kültür
hazinesi var. TC Kültür Ve
Turizm Bakanlığı’na düşen görev, uluslar arası kültür arenasında bakanlığın
koltuklarını da kabartmış olan İhsan Işık’ın bu yeni çalışmasına gerçek
anlamda sahip çıkmak olmalıdır. İlk
adım olarak, 2006 yılı kültür ödülünün İhsan Işık’a verildiği, gerekçeleriyle
açıklanmalı… Ardından da bakanlığa bağlı bütün kütüphanelere birer takım
“Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi” satın alınmalı… İnanın… Bu işe Orhan Pamuk bile çok
sevinir! Kafaları
karıştıran nobel/li... Geçen haftaki
yazımda; “Malûmunuz… Artık bir de Nobel’imiz var… Ve bu Nobel etrafında
keskin ayrılıklarımız da… Nobel’i ve alanı göklere çıkaranlar kadar yerin
dibine batırmak isteyenler ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar… Her ayrı
düşünmede yaşadığımız gibi gerçekler ve fikrî kırıntılara bile tahammül
etmeden hem de!” demiştim önce… Sonra da Banu Avar’ın programında
dillendirilen iddialardan basında özetlenenlere yer vermiş, yazının sonunda
Banu Avar’a karşı uygulanan çifte standarda da dikkat çekmiştim. Daha sonra
da Prof. Dr. İlber Ortaylı Hocanın bir konuşmasından Orhan Pamuk’la ilgili
bölümü sizlerle paylaşmıştım ya… Nevşehir’den
Cemil Yüzer isimli bir okurumuz bu konuda bir şeyler söylemek istemiş… Önce
Cemil Beyin söylediklerine kulak verelim: “Merhaba Sayın Abdurrahman Sen
Bey; bugünkü yazınız hakkında bir şeyler söylemek istemiştim...
Yazınızda Orhan Pamuk hakkında yazdıklarınıza dair sizden farklı düşünüyorum.
Türkiye’deki ırki açıdan marjinal grupların Orhan Pamuk hakkındaki ‘cahil,
hiçbir şeyi bilmez, vatan haini’ gibi söylemlerinin küçük bir yansımasını
yazınızda hissettim. Yani okurken Orhan Pamuk’a Nobel’in sadece ‘Türklüğü
kötülemesinden’ verildiği sonucunu çıkardım. Fakat neden öyle olsun ki? Bana
göre Orhan Pamuk iyi bir edebiyatçıdır. Romanları (tümü olmasa da; meselâ
Cevdet Bey ve Oğulları, Kar) akıcı, kurmacalar çok güzeldir. Peki, bizim
Nobel gibi büyük bir ödülü sadece o sebepten dolayı
Pamuk’a verildiğini düşünmemiz ona ağır bir hakaret değil midir? Yani
ben aynı sözleri söylesem değil Nobel, Altın Portakal’ın portakalını dahi
bana verirler miydi? Ayrıca Orhan Pamuk’un da Türklükle ilgili sözlerini de
Nobel’i almak için söylediği de meçhul. Bana göre ise onları kendi inandığı
şekilde söylemiştir ki bana göre buna hakkı vardır. Yani bir
kere kendisi neden böyle bir riski alsın ki? Ticari düşünen birisi,
tepki duyacağını bile bile (ki kitapları uzun süre boykot edildi) neden
bunları söylesin ki? Ayrıca sözünü ettiğiniz TV spikeri Banu Avar’a karşı
yapılanlar da bana göre doğru değildir. Orhan Pamuk’un nasıl düşüncelerini
özgürce söylemeye hakkı varsa, Avar’ın da vardır, bunu engellemek aslî
itibariyle temel sorunumuzdur. “Eğer
ki yazdıklarınızı yanlış anlayıp buna göre yorum yaptıysam bu beni üzer.
Fakat sizin, yorumum karşısında dile getireceklerinizi anlayışla
yaklaşacağımdan emin olacağımı bilmenizi isterim. Yorumlarımda ön yargı
sezerseniz nakıs ve nahif anlayışıma verin. Çalışmalarınızda başarılar
diliyorum. Kalbi saygı ve selâmlarımla... Cemil Yüzer / Nevşehir” Sevgili
okurumuz Cemil Beyin bahsettiği gibi geçen yazımda konuyla ilgili düşüncemi
özellikle açıklamadım. Orhan Pamuk’un Nobel almasıyla ilgili olarak da keskin
ayrılıklar yaşandığına dikkat çektim sadece… Sonrasında da dikkatlerden
kaçabilenler içinden bir iki alıntı yaptım, o kadar. Elbette Orhan
Pamuk’a Nobel, sadece “Türklüğü kötülemesinden” verilmedi… Ama olayın
fotoğrafına bütün olarak bakılınca, bu kanaati taşımak haksızlık da değil,
yanlış da… Çünkü bu konunun doğrusunu bilen tek kişi Orhan Pamuk’un kendisi. Evet… Sizin de
ifade ettiğiniz gibi Orhan Pamuk bir edebiyatçıdır… Ama yazdığı her roman,
edebî otoriteler tarafından tartışılmış, eleştirilmiş bir edebiyatçıdır…
“Çeviri roman” dalı söz konusu olsa mesele kalmayacak da… Öyle değil! Nobel’in
“…sadece o sebepten dolayı Pamuk’a verildiğini düşünmemiz ona ağır
bir hakaret” de değildir. Aynı sözleri siz de söyleseniz ben de söylesem
değil Nobel, hiçbir ödülü elbette alamayız. Özellikle uluslararası arenada
uluslararası ölçüler vardır ve tartışılmaz tek ölçü –meselâ- san’at ve
edebiyatın uluslararası ölçüleri değildir maalesef. “Ticari düşünen
birisi, tepki duyacağını bile bile (ki kitapları uzun süre boykot edildi)
neden bunları söylesin ki?” de diyor Cemil Bey… Hesap kitap fazla bilmem ama…
Cemil Beyden ricam; Türkiye’de boykota uğramayıp da kaç kitap satarsa
Nobel’den aldığı para ödülünü kazanabilirdi? Nobel sayesinde adını duyup
eserlerini okumak isteyenlerin alacağı kitapların toplamı ile de benzer bir
hesap yapılabilir… Son olarak…
Cemil Beyin yorumlarında asla bir önyargı sezmedim… Yeni Asya okurunun ön
yargısız olduğunu bilenlerdenim… O bakımdan gönlünüz rahat olsun, düşünce
farklılıklarımızı paylaşmak gibisi var mı Cemil Bey? Yeter ki düşüncelerimizi
paylaşalım, konuşalım… Anlaştık mı? KAYNAK: Abdurrahman
Şen / 2006 yılı kültür ödülü kimin hakkı? (Yeni Asya, 24.12.2006). |
|
|
Abdurrahman ŞEN
Sizlere bu
sütunlardan 24 Aralık 2006 günü bir duyumdan ve temennimden bahsetmiştim. T.C.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, 2006 yılında vereceği özel kültür ödülünün,
bakanın telefonlarına bile çıkmadığı basında yer alan Orhan Pamuk’a
verileceğini duyduğumuzu söylemiştim o yazıda… Ve eklemiştim; “Ben de buradan
diyorum ki… Orhan Pamuk’a ne verirseniz verin! Ama “yılın kültür adamı” ödülü
de “yılın kültür olayı” ödülü de aslında bir tek kişinin anasının ak sütü gibi
helâldir: İhsan Işık’ın!” Gerekçem ise son derece somuttu: “Ömrünün çeyrek
yüzyılını harcayarak, son yüz yılın en kapsamlı biyografi ansiklopedisi olan 10
ciltlik “Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi’ni”
yayınlamış olması…
Temennimiz olmadı
ama hiç yoksa duyumumuz da gerçekleşmedi ve bildiğiniz gibi söz konusu ödül
Sayın Sezai Karakoç’a verildi.
Ben de hiç yoksa
İhsan Işık’ın hakkı olan her türlü taltifin önümüzdeki yılda gerçekleşmesi umudumu
diri tutarım. Umarım ki çeşitli kurum ve kuruluşlarca verilen ödüllerde İhsan
Işık adı siyasete, farklı görünme hezeyanlarına kurban gitmez.
Ne yazık ki bu
son derece önemli çalışmayla ilgili olarak medyamızda da işin ve sevgili İhsan
Işık’ın hak ettiği kadar tanıtım yayınlanmadı. Bu açığı ciddî oranda kapatan
yine vefalı az sayıdaki dosttan biri olan Mehmet Nuri Yardım oldu. Yardım,
İhsan Işık’la uzunca bir söyleşi yaptı. www.sanatalemi.net sitesinde yayınlanan
bu söyleşinin giriş bölümüne birlikte göz atalım istiyorum… Sorulara hiç yer
vermeden işte İhsan Işık dostumun anlattıklarıyla, 10 ciltlik ansiklopedisinin
serencamı:
“Bürokrasiye
geçene dek uzun yıllar severek sürdürdüğüm edebiyat öğretmenliğim boyunca,
öğrencilerimin birçok önemli yazarımızın adını bile duymadığı, haklarında
hiçbir şey bilmediği gerçeğiyle yüz yüze geldim. Öğrencilerim, oldukça önemli
eserler veren bu yazarlardan örnekler sunduğumda; her defasında; ‘Hocam,
okuduklarınız çok güzel ama ne yazık ki bu yazarın adını şimdiye kadar hiç
duymadık.’ demek zorunda kalıyorlardı. Bilgilenmek için başvurdukları sözlük ve
ansiklopedilerde de yazarların pek çoğunu bulamıyorlardı. Buldukları bilgiler
ise çok kısıtlı idi.
Ayrıca, bu
kaynaklarda sadece edebiyatçı yazarları kapsayan bilgiler vardı. Tarih,
felsefe, sosyoloji, din, folklor, siyaset, iktisat gibi önemli sosyal bilimler
alanlarında değerli eserler veren bilim ve düşünce insanlarımız ise hiçbir
kaynakta bir araya getirilmemişti. Toplum hayatımızın bugünü ile yarınını
yakından ilgilendiren konularda önemli düşünsel ve bilimsel ürünler verenler
yoktu. Anılarıyla geçmişimize ışık tutanlara, kitaplaştırdıkları
röportajlarıyla insanımızı tanıtan ve toplumsal yapımızı gözümüzün önüne
serenlere, bir başka deyişle edebiyatımızın birikimlerine işaret edilmemişti.
Kaynaklarda küçük bir bölümü olanların hakkında ise güncellenmemiş, karmaşık,
çelişkili ve yetersiz bilgiler vardı.
İşte ben bu kaygı
verici durumu önemseyerek sosyal bilimler alanında Türkçe eser veren
yazarlarımızı -aralarında ayırım yapmadan- şimdiki ve gelecekteki kuşaklara
tanıtacak bir kaynak eser hazırlamaya başladım. 1980’lerde başladığım bu
çalışmanın ilk verimi 1990’da Yazarlar Sözlüğü’dür. Bu kitabın ilk basımında
1700 yazarımızın biyografisini bir araya topladım. Bu çalışmada ayrıca, 1990
yılına kadar hiçbir kaynakta biyografik bilgisi bulunmayan 500’den fazla yazar
hakkında ilk kez bilgi verilmiş oluyordu.
Yazarlar
Sözlüğü’nün ilgi gören ilk basımı, bir yandan önemli bir boşluğu doldururken
aynı zamanda eksiklerin farkına varmamı da sağladı. Bu ilk çalışmadan sonra
hemen her şehirden yazarlar, akademisyenler, böyle bir ansiklopedide olması
gereken çok sayıda adı bildirmeye başladı. Yine de bu basımda sosyal bilimler
alanında çalışma yapanların, bazı imkânsızlıklar sebebiyle ansiklopedide yer
alamadığını belirtmek gerekir. Sonuçta ikinci basıma, 900 yeni biyografi
ekleyerek, 2600 civarında biyografi hazırlamış oldum.
2001 yılında,
toplamış olduğum bilgiler sözlük boyutunu aşıp ansiklopedi tanımına uygun hale
geldi. Böylece, Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi’ndeki yazar sayısı 3218’e
ulaştı. Ardından yapılan ikinci basımda 70 yeni biyografi ile 3288 yazar
hakkında bilgiyi yayımlamış olduk. 2002 ve 2003 yılları boyunca yeni kaynaklara
ulaşma çabasını sürdürdüm. Bunlar üzerinde yaptığım araştırma ve incelemeler
sonunda, ansiklopedideki madde sayısı bir önceki basımın iki katına çıkarak
5786’ya ulaştı.
Üç ciltlik ansiklopediyi
tamamladığım 2004 yılında, bu ansiklopedinin yabancı dillere çevrilmesi ile
yazarlarımızın dış dünyaya tanıtımı gündeme geldi. Bunun üzerine binlerce yazar
arasından bir kurul eşliğinde titizlikle seçtiğim 2023 yazar hakkındaki
bilgilerin İngilizceye çevrilip üç ciltlik ‘Encylopedia of Turkish Authors’
adıyla yayımlanmasını sağladım. Türkiye tarihi boyunca binlerce yazarımızı dış
dünyaya tanıtan ilk çalışma olan bu ansiklopedi, dönemin Kültür ve Turizm
Bakanı Atilla Koç ile Müsteşar Prof. Dr. Mustafa İsen tarafından, Ekim
2005’teki Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nda dünyaya tanıtıldı. Yurda
dönüşümüzde bu ansiklopediler Başbakanlık Tanıtma Fonu Genel Sekreterliği
tarafından dünya kütüphanelerine gönderildi. ‘Encyclopedia of Turkish Authors’,
ayrıca Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın İngilizce web sitesinde yayımlanarak dış
dünyanın bu bilgilere ulaşması sağlandı.
Uzun yıllardır,
biyografi çalışmalarımı 10.000 yazar biyografisini toplayarak sonlandırmayı
amaçlıyordum. Üstelik yaklaşık son bin yıllık Türk kültür birikimi bu
çalışmanın malzemesini sağlamaya yeterliydi. Ayrıca bu ansiklopedi metin
örnekli olursa, özellikle Tanzimat’tan sonraki yazarlarımızın dil ve üslûpları
hakkında da fikir verilecek, yazarlarımızın önde gelenleri hakkında yine tanınmış
yazarlarımızın yaptığı değerlendirmeler eklenirse edebiyat ve kültür
tarihimizin büyük temsilcileri üzerine kapsamlı bilgiler sunulmuş olacaktı. Bu
bağlamda, eserleri okul kitaplarına da girmiş olan 500’e yakın şair ve
yazarımızın eserleri üzerinde ayrı ayrı durularak san’atçı kişilikleri hakkında
doyurucu bilgiler verildi. Böylece, yazarlar hakkındaki kuru bilgilerin
dışında, onların edebî kişiliklerini öğrenmek isteyenlerin ihtiyaçlarını da
karşılamaya çalıştım. Özellikle edebî eser veren yazar biyografilerine
haklarındaki eleştiri ve özgün yorumlardan örnekler aldım. Ayrıca, bu
çalışmaların geniş birer kaynakçasını ekleyerek araştırmacılara kolaylık
sağlamayı amaçladım.
Elbette çok özet
olarak anlattığım çalışma süreci, burada söylendiği kadar kolay olmadı. Büyük
emekler ve oldukça sınırlı imkânlarla gün yüzüne çıkarılan ‘Resimli ve Metin
Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi’nin bir boşluğu
doldurduğunu, bundan sonra bu doğrultuda çalışma yapacak olanlara da yol açıcı
olduğunu düşünüyorum.
Sonuç olarak,
Eylül 2006’da projemi tamamlayıp, 10.300’ü aşkın yazarımız hakkındaki yeni ve
kapsamlı bilgileri toplamış oluyorum. Ayrıca ek bölümde yer alan iki indeks ile
araştırmacılara büyük bir kaynakça sunulduğunu sanıyorum.”
KAYNAK: Abdurrahman
Şen / İhsan Işık’ın Hakkını Teslim Etmek Gerek (Yeni Asya, 14.01.2007)
E-Posta: [email protected]
AKREP VE YELKOVAN BİR DE IŞIK
İbrahim Balcı
"Akrep ve
Yelkovan" İhsan Işık'ın ikinci, Girişim yayınlarının birinci şiir kitabı.
İhsan Işık'ın ilk şiir kitabını yayınlamasının
üzerinden on iki yıl geçti. Neredeyse şairliğini unutturdu. Sözlü ve yazılı sitemlere
muhatap oldu. Nihayet, deneme, inceleme ve biyografi yazarı sıyrıldı, şair ihsan
Işık geldi. Eğilim Anıları, Akrep ve Yelkovan'a dönüştü. Hüzünler, öfkeler
arttı. Şiir bir başka mecraya aktı. Şair ülkede azap tepelerinden söz ediyor.
Hükümetler, enflasyonu ve işsizliği sıfıra indirse de; şairin kalbindeki,
hüzün, öfke ve alev yatışacağa benzemiyor. Hükümetler, şairlerin hüznünü ve öfkesini
yatıştıramıyorsa bir şey yapmıyorlar demektir.
Karamsarlık anlarımın çoğalmasını hep gençlik
çağını, yavaş yavaş geride bırakmama yoruyordum, kendimi çok karamsar
buluyordum. Yaşlandıkça hep geçmişe özlem duyulurmuş diyordum. Kahramanmaraş’ta
doksanlık ihtiyarın: "Eskinin altmış yıl önce kötü dediklerimize şimdi
veli diyesim geliyor" sözünü fısıldayarak söyleyip kaçarcasına
uzaklaşmasını düşünüyorum da özlemi haksız bulmuyorum.
İhsan Işık'ın şiirinden söz ederken kendimizden söz
etmeye başladık. "işte mutlular/Dilsizler sağırlar körler/Ah yazık
demeyiniz /Olamadık onlar kadar", Akrep ve Yelkovan şiiri: "Burası
dünya/Gökler mi yüksek alevler mi?/Hani ya kızgın sularda/Yüzmeyi bilen
gemi?/Burası Türkiye/Ve şımarık buzul/Ve direnen çiçek/Biraz sen biraz
ben/Apaydınlık gelecek/Burası ben/Her şey gittiğinde arda kalan/Sayılarına
gelince/Akrep ve Yelkovan". İşte bu dizeler, benim de hüznümü ve karamsarlığımı
depreştiren. Gerçi bu dizelerde "direnen çiçek" ve "Apaydınlık
gelecek" de var.
Kitabın yarısına
yeni şiirler oluştururken bir bölümünü de Eğilim Anıları'ndan seçilmiş şiirler
oluşturuyor. Eğilim Anıları'nda; umut, sevgi, aşk ve militan duygular ön plana
çıkarken, Akrep ve Yelkovan'da, hüzün acı, öfke ön planda ve umut bir ışık
huzmesi gibi. İlk şiirlerinde, hece şiirinin dinamiklerinden hareket eden şair
'Işık' son şiirlerinde serbest şiirin imgeci yapısına yükleniyor. "Dedi
Demedi Diyemedi" şiiri ise iki şiirden de farklı bir üçüncü şiir denemesi. Mehmet Akif’in Safahat’taki Küfe şiirini
andırıyor. “Anne” şiirinin Necip Fazıl’ın şiirine yakınlığı gibi. Fakat farklı
bir şiir. “Anne şiiri ile “Dedi Demedi Diyemedi” şiiri birbirine karşı iki
şiir, iki dünya, akrep ve yelkovan’ın geldiği nokta.
"Dağcılar"
şiirinin dekorunu seyrettik, talim ettik. Asker şiiri. Askerlik şiirleri de
bir başka oluyor. Ocaktan'la, Kurturmuş'un Yedi Ikmil’deki şiirleri gibi. Hasan
Aycın'la yemekhanenin avlusundaki beton üzerinde ben İhsan'ın şairliğini
çekiştirirken, Hasan, ihsan'ın Azaptepe'ye şiir yazdığını söyledi. Merak ettim,
Hasan, hatırına kaldığı birkaç dizeyi okudu. İhsan geldiğinde şiirden yola
çıkarak, bir başka çay sohbetindeki kültürel tasarımına lafı getirdim pek
gönülsüz davrandı. Şiir de kaldı tasarım da. Oysa bir başka çay sohbetinde elle
dokunulacak kadar yakındı. Hep öyle olmuyor mu? Benim Hasan'a verdiğim söz
Hasan'ın bana verdiği söz de öyle kaldı. Sonra İstanbul'a geldik. İstanbul
yıllardır yakınları uzak eden mekân oldu. Mekânları suçluyoruz oysa suç
yakınlarda. Evet, İhsan "Dağcılar" şiirinde epeyce kısaltmalar ve
değişiklikler yaptı. Sanıyorum şiirin ilk söylenişinden: "Aynı komutla
yavaşla/Veya dur veya hızlan/Ya da şimdilik bir adım geri/Söylemek için sonra/Dağın
tepesine kadar ileri" Azaptepe, dizeleri kalmış olsa gerek.
Kapağını Hasan
Aycın'ın hazırladığı, arka kapağında şairin el yazısıyla yer alan "Akrep
ve Yelkovan" şiirleri, İhsan Işık'tan bir demet, Girişim'in güzel
girişimi, 47 sayfalık bir şiir kitabı. Sözlü ve yazılı sitem edenlere
duyurulurken, şairi kutlarız.
(Milli Gazete, 18
Mayıs 1987)
ANSİKLOPEDİLERİN
MÜELLİFİ: İHSAN IŞIK
M. Sait AKTAŞ
Ansiklopediler insana hayatı boyunca
değişik bilimsel alanlarda referans olabilecek yegâne kaynakların başında
gelir. Daha ilkokul çağlarından başlayarak, oldukça ileri yaşlara ulaşıldığı
dönemlerde bile ansiklopediler bilgiye ulaşma yolunda en önemli kaynaklardır.
Nasıl insan hayatının devam edebilmesi için yegâne kaynak su ise herhangi bir
bilimsel çalışmada da ansiklopediler böyle bir işlev görür.
Tahminen ansiklopedilerin geçmişi
Eski Yunan’a kadar gitmektedir. Ancak ansiklopedilerle alfabetikliği ilk
uygulayan Marco Coronelli’dir. Buna binaen Coronelli’yi modern
ansiklopediciliğin babası olarak kabul etmemiz mümkündür.
Bizde ise ansiklopediciliğin tarihi
yaklaşık on asır öncesine dayanmaktadır. O sıralar yazılan ansiklopediler
yalnızca dini ilimlerle alakalıdır. 16. yy’da ilk Osmanlı ansiklopedi yazarı
Taşköprülüzade Ahmet’in Mevzuatül Ulüm iki cilt olup biri dini biri akli
ilimlere aittir. Ansiklopediler 19. yy’da giderek yaygınlaşmaya başlar. Bu dönemde
Şemsettin Sami, Ali Emiri, Bursalı Mehmet Tahir gibi müellifler bu alanda
önemli çalışmalar yapar. Teknoloji’nin giderek devleştiği, iletişim araçlarının
her geçen gün arttığı bu zamanda da birçok önemli ansiklopedi çalışması
yapılmıştır. Bir çok yazar sözlüklerinin yanı sıra Türk ve Dünya Ünlüleri,
İslam Ansiklopedisi bunlardan sadece bir kaçı.
Bahis günümüzdeki ansiklopedik
çalışmalara gelince burada İhsan Işık isminden bahsetmemek olmaz. 1952
Diyarbakır doğumlu İhsan Işık, Erzurum/Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve
Edebiyatı bölümünü bitirir. Uzun yıllar boyunca İstanbul’da edebiyat
öğretmenliği yapan İhsan Işık bu sıralarda düşünce yazıları ve şiirleriyle
kültürel hayatın içindedir. Öğretmenliği sırasında bir öğrencisinin yazar
ansiklopedilerinin yetersizliğinden şikâyet etmesi üzerine ansiklopedik alanda
çalışmalara başlar.
İhsan Işık 1990 yılında “Yazarlar
Sözlüğü” adlı çalışmasını yayınlar. Bu kaynak kendinden önceki yazar
sözlüklerine göre daha geniş çaplı bir çalışmadır. Ancak İhsan Işık’ın 2000’li
yılların başında üç ciltlik Türkiye Yazarlar Ansiklopedisini yayınlaması onun
ansiklopedik çalışmalarında önemli bir dönüm noktası teşkil eder. Hayatı,
eserleri ve sanatı hakkında bilgi edinmek istenilen şair, yazar, mütefekkir
hakkında geniş çaplı bilgi veren ansiklopedi kültür ve edebiyat çevrelerince
büyük bir memnuniyet ile karşılanır. Ansiklopediyi hazırlarken oldukça titiz
davranan Işık Türkiye’de yetişmiş tüm kültür ve edebiyat insanları hakkında
ideolojik bir ayrım yapmaksızın son derece objektif ve geniş bilgiler sunar
okuyucuya. Değişik kesimlerden de ansiklopedi hakkında övgüyle bahsedilmesi
sonucunda gösterdiği olağanüstü gayretin neticesini alır. Bunun yanı sıra
Türkiye’de yetişen sanatçılarla ilgili çalışmasını yayına hazırlar. Bu çalışmalar
İngilizce olarak Avrupada’da yayınlanır.
10 Ekim Perşembe günü Timaş Kitap
Kafe’ye Eskader sohbetlerine konuk olan İhsan Işık ansiklopedik çalışmalarını
dinleyenlerine anlattı. İhsan Işık yaptığı ansiklopedik çalışmaları anlatırken
Batı’nın kültür emperyalizmine karşı kendi kültürümüzü korumak fikrinin ön
planda olduğunu söyleyerek önemli bir noktaya işaret etti.
İhsan Işık bundan sonraki yazın
yaşamına fikri çalışmalarla devam edeceğini belirtti. Yeni bir ansiklopedi
çalışması olur mu bunu zaman gösterir. Buna rağmen İhsan Işık’ın çalışmaları en
başta başvurulacak kaynak konumda. Bu çalışmaları edinmek size birçok
çalışmanızda yardımcı olacaktır.
(M. Sait AKTAŞ, Genç dergisi, 10 Ekim
2013)
İHSAN IŞIK: BİR
KÜLTÜR EMEKÇİSİ
Ali Haydar HAKSAL
Elâzığ
İmam Hatip Okulu nda öğrenci iken okulun panosuna asılan Diyarbakır da
yayımlanan Çile adlı bir derginin açmış olduğu bir yarışmaya katılmıştım. Öykü
müydü, şiir miydi şu an tam anımsamıyorum. Bir süre sonra dergi adresime geldi,
yarışmanın ilk sonuçları yayımlanmıştı. Adımı da o dergide görmüştüm. O
sıralarda Milli Gazete nin açmış olduğu hikâye yarışmasında Tıkırtı adlı öyküm
mansiyon almıştı. Yeni Asya gazetesinde bir şiir ve bir öyküm mansiyon almış,
fotoğrafım da yayımlanmıştı. Elâzığ daki
yerel gazetelerde fıkra, şiir ve öykülerim yayımlandığından heyecanım dinmişti.
Dergide adımı görünce daha bir güven kazanmıştım. Dergiyi incelediğimde yönetimde
adı geçenlerden biri de İhsan Işık’tı. Derginin adı Çile.
O
sıralarda üstad Necip Fazıl’ın şiirleri sarı ve kaliteli bir kâğıda basılmıştı,
bir öğrenci için fiyatı da pahalıydı, onu da almıştım. Çile dergisi ile Çile
şiir kitabı arasında bir bağ olmalı diye düşünmüştüm. Onu ilk tanımam böyle
oldu. İlerleyen zaman içinde de tanışmamız ve dostluğumuz başladı.
İhsan
Işık, şair ve araştırmacı. Epeyce bir zamandır sanatsal çalışmalarını biraz
geriye çekti, kendisine asıl bir alan seçti. Yazarlar Sözlüğü ile başlayan bir
süreç bu. Bu eser 3 ciltten oluşuyor. 1 ciltlik olanı da var. Bu çalışmayı daha
da genişletti, Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi olarak
yayımladı. Maddelerde yer alanların ayrıntılı, biyografik bilgileri bulunuyor.
Yazarların ürünlerinden de alıntılar var. Bu, ansiklopediye daha bir anlam
katıyor. Bu eserini daha sonra geliştirdi 11 cilde çıkardı. Ayrıca eserin
İngilizcesi de mevcut.
Yakın
zamanda 6 ciltlik Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi 3 ciltlik İngilizcesiyle
birlikte yayımlandı. 6 ciltlik bu eserin her biri ayrı konular içeriyor. Ünlü
Devlet Adamları, Ünlü Bilim Adamları, Ünlü Fikir ve Kültür Adamları, Ünlü
Edebiyatçılar, Ünlü Sanatçılar, Ünlü Kadınlar bölümlerinden oluşuyor. Tıptan
astronomiye, matematiğe, coğrafya, tarih gibi bilim alanlarında yetişmiş
ünlüleri tek tek inceliyor.
Bu
çalışmalar yorucu ve emek ister. Kimsenin pek yanaşamayacağı bir alan. Bunların
yanında araştırmacı İhsan Işık Diyarbakır Ansiklopedisi’nin de hazırlığında.
Müslüman Diyarbakır portresini öne çıkaracak. Gerçeği de bu. Son zamanlarda bu
kültür merkezine musallat olan kavmi ayrılıkçılık, Diyarbakır ı asıl öz ve ruhundan
uzaklaştırıyor. Bu çaba, önemli bir kazı araştırması olacak. Diyarbakır üzerine
abandırılan yabancı kültüre karşı bir direniş özelliğinde. Merakla beklediğim
eserlerden biri.
Peygamberimizin
Hayatı, Dört Büyük İslâm Önderi (Dört Halife, bir diğer deyişle Hülefa-i
Raşidin) araştırması, Üstad Said Nursi eseri de yazarın diğer önemli
çalışmaları.
Ansiklopedik
çalışmalar ömür tüketir cinsten. Hem çok büyük bir zaman, titizlik ve emek
gerektirir. İlerleyen zaman içinde hayatta olanların maddelerinde güncelleme de
gerekiyor. Bu da apayrı bir çaba ve zaman gerektiriyor. İhsan Işık, uzun
zamandır bizde yapılamayan büyük bir çaba sonucu önemli işler yapıyor. Bu gibi
çalışmalar hasbilik gerektiriyor. Popüler romancılık ya da edebiyatın diğer
alanlarındaki çalışmalara benzemiyor.
Kültür
hayatımız bölümlenmiş durumda. Geçmişte kültür iktidarını ellerinde tutan
batıcı sol kesimler Marksist estetik ve sanat bağlamındakileri merkeze alırlar,
İslâm düşünce özlü sanatçılar, bilim adamları ve şairlerden lütfen(!) birkaç
isimden de bahsederler. Bunlar Türkiye kültür demografisini tam olarak
yansıtmadığı gibi, taraflı bir durum arz ediyor. İhsan Işık bu anlamda daha
nesnel. İdeolojik körlük veya da dar alanlı bir bakışa sahip değil. Böyle
olunca eserleri daha bir güven veriyor. Batı güdümlü, Marksist ruhluların öykü
ansiklopedilerinde çok sayıda öykü yazarımıza yer verilmez. Bu, kimi zaman bir
ya da iki kişiyi geçmez. Şiirde de böyledir. Bu kültür hayatımızda haksız bir
bölünmeye neden oluyor. Müslüman düşünür, sanatçı ve araştırmacılar bu gibi
konularda daha nesnel olmak durumunda. Hak ve adalet anlayışı bunu
gerektiriyor. İhsan Işık da bu anlamda hakkı temsil bakımından önemli bir
sorumluluk taşıyor, hakları da teslim ediyor.
Şairin
1968- 2008 yılları arasında yayımlanmış şiirlerinin yeni baskısı da mevcut.
Bu
önemli çalışmalar:
Elvan
Yayınları (0312 229 88 84) dan temin edilebilir.
KAYNAK:
Ali Haydar Haksal / İhsan Işık: Bir kültür emekçisi (milligazete.com.tr, 8
Nisan 2013).
SAİD NURSİ VE NURCULUK
Abdulkadir ÖZKAN
Biraz
okuyan, okuma ile ilgisi olan kime sorsanız Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk
hakkında bir şeyler söyler. Çünkü Said Nursi kendisini bu topluma kabul
ettirmiş ve bu yüzyılın yetiştirdiği sayılı âlimlerimizden ve mücahitlerimizden
birisidir. Şahsen benim İslâm'ı tanımamda eserlerinin büyük yeri ve önemi
vardır. Benim gibi yüz binlerce insanda aynı kaynaktan istifade etmiştir.
Ancak, zaman içinde bazı çevreler bu büyük insanı sadece kendi inhisarlarına
alma ve sadece kendi düşüncelerine hizmet ettirmek gibi bir yola sapmakla
kanaatimce o büyük insanın bu topluma yapacağı tesiri azaltmışlardır.
Her
ne ise maksadım işin bu yönüne girmek değildi. Maksadım bu büyük İslâm âlimini
hayatı ve eserleri ile topluca sunan bir eserin yayınlanmış olmasından
duyduğum memnuniyeti ifade etmek ve bu çalışmayı yapan İhsan Işık kardeşime
teşekkür etmekti.
İhsan
Işık çeşitli eserleri ve çalışmalarından dolayı okuyucularımın büyük bir
bölümünün tanıdığı kanaatinde olduğumdan onun yazarlığı ve diğer çalışmaları
üzerinde durmayacağım. Ancak, son eseri "Bediüzzaman
Said Nursi ve Nurculuk" üzerinde
durmak ve okuyucularıma tanıtmak istiyorum.
Hemen
belirteyim ki ihsan Işık bu eserinde Said Nursi kimdir ve Nurculuk nedir?
sorusunu soran ve bu sorunun cevabını araştıran herkese sorunun cevabını açık
bir biçimde vermiş. Hem de taraf olmadan, grup taassubuna kapılmadan o büyük
zatın büyüklüğünü olduğu gibi ortaya koymuş.
Eserini
öylesine kapsamlı hazırlamış ki, baştan sona okuduktan sonra insan "şu
konuyu da işleseydi iyi olurdu" gibi bir itirazda bulunamıyor. Kısacası,
Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk eseri hem bu konuda araştırma yapacaklar
için bir başvuru kitabı, hem de bu konuyu merak edenler için meselenin bütün
yönleri ile bir arada bulunabileceği bir muhtevada.
Şimdi
de eserin muhtevasına ana başlıkları ile temas etmekte yarar görüyorum.
Said
Nursi'nin hayatı ve tüm dönemleri boyunca verdiği mücadele ve bu dönemlerin
özellikleri…
Bediüzzaman'ın
günümüzde de tartışma konusu çeşitli meseleler hakkındaki görüşleri…
Eserlerinin
tümünde yer alan bütün konuların listesi ve bu konuların kısa izahları…
Bediüzzaman
ve Nurculuk hakkında gerek talebelerinin, gerek diğer kesimlerin görüşleri…
Bediüzzaman'ın
ölümünden önce ve sonraki dönemlerde Risale-i Nur talebelerinin İslâm'a
hizmetleri ve Nurculuk davaları…
Bediüzzaman'ın
ölümünden sonra açıklanan, tahribat-sadeleştirme, Humeyni-İran İslâm Devrimi,
Amerika-NATO taraftarlığı, DP çizgisindeki partilerin tercihi, Erbakan
liderliğindeki partilerin dışlanması gibi görüşler kitapta işlenen konular
arasında.
Kitabın
muhtevasına daha fazla girmeden bu konuyu merak edenlerin okumasını tavsiye
etmekle yetinirken bu ilk kitabı ile yayın dünyasına atılan Ünlem Yayınlarına
başarılar diliyorum.
Kaynak:
Abdülkadir Özkan Said Nursi ve Nurculuk
“BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ VE NURCULUK”
Yeni Asya
Bu hafta Kitaplık
köşemizde, İhsan Işık tarafından kaleme alınan "Bediüzzaman Said
Nursi ve Nurculuk" isimli eseri
inceleyeceğiz. Kitap, daha önce Ünlem Yayınları arasında çıkmıştı. 1995 yılında
Beyan Yayınları tarafından yeni baskısı yayınlandı. Kitap, Said Nursi ve
eserleri üzerine yapılan birçok çalışmada olduğu gibi, Said Nursi'nin hayatını
anlatan bölümle başlıyor ve daha sonra eserleri hakkında bilgilerin yer aldığı
bölümün ardından Bediüzzaman ve Nurculuk hakkında değişik görüşlere yer
verildikten sonra, 1960 sonrası Nur talebelerinin faaliyetlerini
değerlendiriyor. Kitabın son bölümünde ise Risale-i Nurlardan seçmelere yer verilmiş.
Biz kitabı incelerken bu bölümleri kitaptaki başlıklar
altında ele alıp değerlendireceğiz.
I. Bölüm:
Hayatı/Mücadelesi
Hayatı ve Eserleri isimli alt başlıklı birinci bölümüyle
kitap, Bediüzzaman üzerine yazılmış biyografik çalışmalar içerisinde, gerek
içerdiği ayrıntılı bilgiler, gerekse kurgulama açısından en derli toplu
olanlarından biri. Ancak, bu bölümde birçok eksikliklere ve yanlışlıklara
rastlamak mümkün. Şöyle ki;
Bundan sonraki yazılarımızda bıkmadan eleştireceğimiz
ve her fırsatta tekrarlayacağımız kronolojik yanlışlıklar ve özellikle bu
yanlışlıkların sebebi olan doğum tarihi hatası ki, yazar doğum tarihini Miladi
1876, Rumi 1293 olarak göstermiştir. Doğrusu Miladi 1878, Hicri 1295, Rumi
1293'tür.
Biyografinin ilk
sayfasında Tahir Paşa ile Said Nursi arasındaki ilişkinin yalnızca misafir
ilişkisi olduğu ve Said Nursi'nin sık sık Paşa'nın evine davet edildiği
bilgisi yer alıyor. Bu bilgi biraz eksiktir. Çünkü Tahir Paşanın konağı sadece
rahat bir mesken değil, aynı zamanda her türlü bilgi kaynağına en iyi şekilde
ulaşma imkânını sağlayan bir ilim-irfan merkezidir. Büyük bir kütüphaneyi
bünyesinde barındıran Vali konağı yörenin ilmiye mensuplarının sıklıkla bir
araya gelerek ilmi meseleleri aralarında münazara ettikleri bir mahfeldir. Van
Valisi Tahir Paşa Bediüzzaman'a konağında bir oda tahsis etmiş, onun bölgenin âlimlerinin
yaptığı ilmi münazaralara katılmasına yardımcı olmuştur. Said Nursi Van'da
kaldığı on yıl boyunca bu konakta ikamet ederken tarihi kalenin yakınında
kurduğu Horhor Medresesinde kendine mahsus metodu ile eğitim faaliyetini sürdürmüştür.
Bu konağın Bediüzzaman’ın hayatındaki en önemli rolü ise Paşa’nın
kütüphanesinde yer alan fen ilimlerine dair birçok kitabı mütalaa ederek
okuması olmuştur. Ayrıca yine konağa gelen süreli yayınları takip etme imkânını
da bulmuştur. Burada Van Valisinin ona okuduğu bir gazetede yer alan İngiliz
Sömürgeler Bakanının ‘Kuran’ın söndürülmesi veya Müslümanların elinden
alınması’ gerektiğini ifade eden sözleri üzerine hayatının en önemli
kararlarından biri olan ve uğruna ömrünü harcamaktan kaçınmayacağı “Kuran’ın sönmez bir güneş gibi mucize
olduğunu bütün dünyaya ispat” etme kararını almıştır. Bütün bunların
dışında, Tahir Paşa Said Nursi’nin İstanbul’a gitmesini teşvik etmiş ve Said
Nursi’yi Abdülhamid'e tanıtan bir mektup yazarak kendisine yardımcı olunmasını
rica etmiştir. Görüldüğü üzere Tahir Paşa'nın Said Nursi ile olan ilişkisi
sadece sık sık ziyarete gelen bir misafir ile konak sahibi ilişkisi değildir.
Biyografi bölümünde göze çarpan bir diğer yanlışlık
ise Said Nursi'nin İstanbul'da tutuklanmasının ardından Selanik'e gittiği ve
II. Meşrutiyetin ilanında Selanik'te olduğu şeklindeki bilgidir. Said Nursi,
II. Meşrutiyetin ilanında İstanbul'dadır ve zamanının pek çok gazetesinde
yayınlanan 'Hürriyete Hitap' adlı nutkunu ilk defa burada okumuştur. Daha
sonra İttihatçılar tarafından Selanik'e davet edilmiş ve Meşrutiyetin
ilanından üç gün sonra, Hürriyete dair nutkunu Selanik Meydanı'nda tekrarlamıştır.
Kaldı ki İttihatçılarla da ilk defa Selanik'te değil İstanbul'a ilk geldiği
sıralarda tanışmıştır.
Yazarın düştüğü en belirgin yanlış 1911 yılında
gerçekleşen Şam seyahatinin ardından Van'a döndüğüne dair bilgidir. Hâlbuki
Said Nursi, Şam'dan tren yoluyla Beyrut'a oradan da deniz yoluyla İzmir
üzerinden İstanbul'a geçmiş ve Sultan Reşad'ın cülûs-ü hümayununun ikinci
yıldönümü törenlerine katılmıştır.
Kitapta yer alan bir başka yanlış ise "...Burdur ilinin
Eğirdir ilçesine bağlı Barla köyüne ikamete mecbur edildi." ifadesidir ki, değil araştırmacılar, bugün artık Said Nursi hakkında
sözlü kültüre sahip olanların dahi bildikleri gibi Eğirdir ve Barla. Burdur'a
değil Isparta’ya bağlıdır.
Biyografinin sonunda Said Nursi'nin son yolculuğunun
Isparta’dan Van'a olduğu ve Van'a giderken Urfa'da vefat ettiği ifade
edilmiştir. Ancak, Bediüzzaman ağır hasta iken talebelerine Urfa'ya gitmek istediğini birkaç kere
tekrarlamış; bu yüzden onu Urfa'ya götürmüşlerdir. Kısacası seyahatin amacı Van'a gitmek
değil, Urfa'ya gitmektir.
I. Bölümün,
"Mücadelesi" alt başlığı altında, Risale-i Nurlardan yapılan alıntılarla
daha da genişletilmiş ve detaylandırılmış bir biyografi ile karşılaşıyoruz. Bu
bölümü, Meşrutiyet Dönemi, Cumhuriyet Dönemi, diye iki başlık altında inceleyen
yazar, Cumhuriyet dönemini de Mustafa Kemal Dönemi, İnönü Dönemi ve Menderes
Dönemi diye üç ayrı başlık altında incelemiş. Risale-i Nurlardan yapılan
alıntılarla dönemin olaylarını anlatmaya çalışan yazarın bu konuda başarılı
olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız yazar, Said Nursi'nin hayatındaki dönemleri
anlatırken, özellikle Eski Said'den Yeni Said'e ve Üçüncü Said dönemine geçişleri,
kesin tarihlendirmelere tabi tutmuş, bu geçişlerin uzun yıllar alan bir süreç olduğunu atlamıştır.
II. Bölüm: Fikirleri
Yazar bu
bölümde, Risale-i Nur Külliyatında yer alan eserleri incelemiş ve bu kitapların
içeriklerini tespit etmeye çalışmış. Kitapların içindeki bölümleri de ele alan
yazar, her bölümün hangi konuyu incelediğini ve bölümün hangi kavramlarla
ilgili olduğunu araştırmış ve kısa tanıtım yazılarına yer vermiş. Yazar bu
çalışmasıyla, benzer kitaplardan ayrılarak bir yenilik getirmiştir. Ancak
tanıtım yazılarının kısa, bazen bir cümle oluşu amaca ulaşmak için yeterli
olmamıştır. Bu bölümün, Risale-i Nur’larda hangi kavramların ve meselelerin yer
aldığını göstermesi açısından faydalı bir çalışma olduğu tartışmasıdır. Bölüm başlıkları ile beraber incelenen kitaplar şunlardır: Mesnevi-i Nııriye Lem'alar, Şualar, Sözler ve Mektubat.
Yine kitabın bu
kısmında ser alan "Çeşitli Konulardaki Görüşleri" alt başlığı
altında, Said Nursi'nin Şeriat Kuran, Sünnet, ('iham Hac. Tarikat, Deccal, Kâfirler,
İslam Birliği. Ehl-i Şia ve Aleviler,
Milliyetçilik ve Irkçılık, İslâm Batı Medeniyeti, Kadın, Siyaset, Halk,
Meşrutiyet, Cumhuriyet, Laiklik, Kapitalizm, Komünizm vb. konulardaki görüşlerini ortaya koyan Risale-i Nur Külliyatından
alıntılara ver verilmiş.
III. Bölüm: Bediüzzaman ve Nurculuk Hakkındaki
Görüşler
Said Nursi Kimdir
ve Risale-i Nur Nedir? Sorularına cevapların arandığı bu bölümde yazar,
Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin görüşlerine yer vererek Said Nursi ve
Risale-i Nurlara içeriden bir bakış yakalamayı denemiş. Ayrıca, Risale-i Nur
camiası dışında yer alan ‘siyasal İslamcı’ yazarların ve ‘Batıcı’ yazarların
görüşlerine de yer vererek, dışarıdan bir bakış gerçekleştirmeye çalışmış,
bununla –sözde- objektifliği sağlamayı ve toplu bir bakış sunmayı amaçlamıştır.
IV. Bölüm: Bediüzzaman’ın Vefatından Sonra
Yazar bu bölümde,
1960 sonrasında Nurcular hakkındaki davalardan ve tebliğ hizmetlerinden
bahsetmiş, ardından Nurcuların çeşitli konulardaki görüşlerini eleştirmiştir.
Bu konunun ele alındığı 175–217. sayfalar arasındaki 42 sayfada davalara ve
hizmetlere ilişkin yalnızca dört sayfa yer ayrılmıştır. Diğer 38 sayfa gerek
yazarın kendisinin gerekse diğer yazarlardan alıntıladığı siyasi eleştirilerden
meydana gelmektedir.
Bu başlık altında
yer alan "Bazı
eleştiriler" bölümünde, Ali Bulaç'tan yapılan
alıntılar, iddiadan Öteye geçmeyen demagojik tartışmalardan oluşmaktadır. Özellikle Said Nursi adına geliştirilen evren anlayışının "mekanik
evren anlayışı" olduğu iddiası dayanaksızdır. Bu iddia tamamen yanlış ve
tutarsız bir yorumun sonucudur. Çünkü Nur Talebeleri, Allah'ın kâinatta her an yaratmaya
devam ettiğini, Hâlık sıfatının tecellilerinin en küçük mikro organizmadan,
uzaydaki galaksilere kadar her alanda her an gerçekleştiğini bizzat Risale-i
Nur'dan ders almışlardır. Dolayısıyla yayınladıkları eserlerde mekanik bir evren
anlayışını değil, kâinattaki mükemmelliğe ve güzelliğe dikkat çekerek ülfet
perdesini kaldırarak, eserden müessire geçişe yardımcı olan bir anlayışı hedeflemişlerdir.
Dayanaktan yoksun böyle bir iddiaya yer vermek
objektifliği yakalamak amacından daha çok, yazarın yaftalama düşüncesiyle
hareket ettiği izlenimini vermektedir. Ali Bulaç'ın mesnetten yoksun bir diğer
iddiası ise, Amerika ve NATO'nun ve dolayısıyla Batılı emperyalist güçlerin
Ehli-i Kitap oldukları için Nur Talebeleri tarafından desteklendiğidir. Sayın
Ali Bulaç, çok orijinal(!) bir akıl yürütme örneği vererek, 'Ermenilerin de Ehl-i
Kitap olması sebebiyle Ermeni Terörüne de göz mü yumalım diye soruyor. Tabii bu tarz bir akıl yürütmeyi ancak Ali Bulaç
yapabilir ve bu demagojinin ancak onun mantığında bir izahı olabilir. Nur Talebelerinin Hıristiyan
milletlere Ehl-i Kitap oldukları için yakın durdukları
doğrudur. Ancak
olayın devletlerarası ilişkiler ve uluslar arası politikadaki boyutunda ise
komünist Sovyetler Birliği'nin dinsizliği bir devlet politikası yapmasına
karşılık antikomünist devletlerin de dine önem vermeleri ve dini ön plana
çıkarma tavsiyesinden öte bir taraftarlık ve destek anlamı taşımamaktadır.
Yazarın eleştiriler
bölümünde ver verdiği bir başka isim ise, Hüseyin Okçu. Sayın Okçu Nur
Talebelerinin Üstatları hakkındaki hüsn-ü zan ve muhabbetlerinden rahatsız
olduğu için olacak, bu muhabbeti aşırı bulmaktadır. Bunun kime, ne zararı
olduğunu anlamakta güçlük çektiğimiz için bir takım kafaların Said Nursi’de
kusur arama ve “O da bizim gibi bir insandı”, “o da diğer âlimler gibi bir
alim” mealindeki cümleleri niye tekrarlama sevdasında oldukları sorusunun
cevabını aramaktadır. Ayrıca kitabın birinci bölümündeki bilgilere yer veren
yazarı, niye böyle taraflı ve art niyetli yazılara “objektif davranma”
bahanesiyle yer verdiği ise alıntı yaptığı yazarlarla aynı kafadan olmasıyla izah
edebiliriz. Bir bakıma yazar kendi her nedense açıkça ifade etmek istemediği
görüşlerini başkalarından yaptığı aktarımlarla ortaya koymaya çalışmaktadır.
Ayrıca Nur talebelerinin diğer İslâmî gruplara
küçültücü ve tenkit edici gözle baktığı iddia ediliyor ki, örnek verilmediği
için kimin küçük düşürüldüğünü yazıdan anlamak mümkün olmamaktadır. İslâmiyet
dışındaki diğer Ehl-i Kitap insanları dahi kendilerine yakın bulan ve onları
diğerlerine tercih eden bir anlayışın sahiplerinin, Müslüman kitleleri küçük
gördüğü iddiası tamamen bir tarafgir kafanın ürünüdür. Kaldı ki Sayın Okçu,
yazısında Nur talebelerini küçük düşürmek için elinden geleni yaparak, şecaat
arz ederken sirkatinden bahsetmektedir. Kitabından ve daha önceki yazdığı
dergi ve gazetelerden anlaşılacağı üzere siyasal İslâm taraflısı olan yazar,
Nurcuları depolitizasyonla suçlamakta ve Nurcuların bütün mesailerini iman
hizmetine adamayı hedef edindiklerini göz ardı etmektedir. İran'da gerçekleşen
devrimi "antiemperyalist ve İslami" diye niteleyen görüşlere yer
veren yazar, Nur talebelerinin bu konuda gereken hassasiyeti göstermediğini
ileri sürmektedir. Elbette ki, kitabın yazarı ve yazılarından alıntılara yer
verilen yazarlar gibi düşünmeyen ve tebliğ hizmetinde iktidarı hedeflemeyen Nur
talebeleri, bir devlette meydana gelen rejim değişikliğinde, siyasal İslamcılar
gibi heyecana kapılmayacaklardı. Nitekim aradan geçen yıllar da bu konuda heyecanlanacak
pek bir şey olmadığını gösterdi.
Bir diğer ayıklama ve sondaj yoluyla yapılan çarpıtma
ise, NATO güdümünde olan Bağdat Paktı vb. uluslararası işbirliği anlaşmalarının
Nur Talebeleri tarafından desteklenmesi iddiasıdır. Her vicdan ehli kabul
edecektir ki bu destek, NATO güdümünde olduğu için değil, İslam Âleminde
meydana gelen yakınlaşma ve işbirliği hareketlerinin güçlenmesi ve Müslüman
ülkelerin birbirine en küçük bir yakınlaşması için verilmiştir.
Yazarın diğer eleştirileri ise iç siyasete
yöneliktir. Yazar, özellikle Demokrat Parti sonrasındaki Adalet Partisi ve
Doğru Yol Partisi'nin Nurcular tarafından desteklenmesini yanlış bulmaktadır.
Ancak satır aralarından anlaşıldığı üzere Milli Nizam Partisi’ne ve devamı
partilere kendini yakın hisseden yazarın ve bu düşüncedeki diğer yazarların
asıl derdi, Nurcuların niye "demokrat çizgiyi" destekledikleri değil,
niye geçmişteki Milli Nizam Partisi'ni ve onun çizgisindeki diğer partileri desteklemedikleridir.
O kadar ki kitapta bu konunun incelendiği alt başlığın adı "Erbakan ve Partilerinin Dışlanışı”dır.
Bu tavrın yazara özgü olmadığı, "biz de dindarız Nurcular da dindar, niye
bunların oylarını almayalım" düşüncesinden
hareketle Nurcuları bir oy potansiyeli olarak gören siyasi çevreye ait olduğu
herkesin malumudur. Bu konuda yaptığı alıntıların içeriği, yıllardır gerek
gazete ve dergilerde gerekse kamuoyunda birçok kere tartışılmış fikirlerden
oluşmaktadır. Tekrardan kaçınmak amacıyla bunlardan söz etmeyeceğiz.
Kitabın bu kısmındaki en büyük olumsuzluk, yazarın,
kendi düşüncesine ve siyasi anlayışına aykırı gelen her fikri, yanlış olmakla
yaftalama kolaylığına düşmesidir. Bu kısımdaki tek olumlu unsur ise; Nur
Talebelerini ağır bir dille eleştirmesine rağmen Risale-i Nur ve Said
Nursi'ye saygıyı elden bırakmamasıdır.
V.
Bölüm: Beriiüzzaman Said Nursi'nin Eserlerinden Seçmeler
Başlıktan da anlaşılacağı üzere, bu bölümde Risale-i
Nurlardan seçmeler yer almaktadır. Seçme yapılan eserler şunlardır: Gençlik
Rehberi davasının müdafaası, Tesettür Risalesi, Ehl-i Sünnet, Ehl-i Şia ve
Aleviler hakkında bölümler, Münacaat'tan bölümler ve bazı Mahkeme kararları.
Kitabın IV. bölümü dışında diğer bölümler için
yazarın objektif davrandığını söylemek mümkün. Ama yazarın bu bölümde
kullandığı üslûp ve yaptığı alıntılar, kitabın esas olarak bu bölüm için
yazıldığı, diğer bölümlerin ise bu bölümün "hazmedilmesine" yardımcı
olması için kaleme alındığı izlenimini vermektedir. Yazarın ustaca kullandığı
"alıntılama" tekniğinin ise objektifliği yakalamaktan daha çok,
yazarın düşüncelerinin başka yazarların ağzından söyletilmesinin aracı olduğu
gözden kaçırılmayacak kadar sarihtir. Kabul etmek gerekir ki yazar, dipnot
tekniğini amacına en uygun şekilde kullanmıştır. Ancak kitabına temel yaptığı
kaynakça kısmının, birinci el kaynak olan Risâle-i Nurlar hariç, temel
eserlerden mahrum ve yetersiz kaldığını söyleyebiliriz.
Son olarak yazarın
amacının, üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğunu söylemek mümkün. Yani
yazarın amacı bu kitap yoluyla, Said Nursi ve Risâle-i Nurların tahlili ve
değerlendirilmesi değil, Nur Talebelerinin siyasî açıdan eleştirilmesidir.
(Yeni Asya, 23
Nisan 2000)
EĞİLİM ANILARI
Yahya AKENGİN
İhsan Işık, yüksek
öğrenimini tamamlamak üzere olan bir genç şair. Eğilim Anıları ilk şiir kitabı.
Kendisini, şiire gönül vermiş ve bu işin bir ustalık olduğunu kavramış olarak görüyoruz. Eğilim Anıları’nı okuduktan sonra
İhsan Işık'ın, gelecekteki güçlü şairlerimizden biri olacağı kanaatini edindim.
İhsan Işık’tan bir örnek:
Sesime karşı koyan yontmataş rüzgârları
Bilmiyorlar bunların ötesinde de varım
Kıyıcıların tümü el ele vermiş
Olsun
Yine de eğilmeden yaşarım
Eğilim Anıları/İhsan Işık/Çile Yayınları 54 sayfa, 5 lira
(Hisar Dergisi,
Yeni Yayınlar, Yahya Akengin, Ağustos 1975, sayı 140)
KONUŞANLAR VE SUSANLAR
Ali NAR
II. İhsan Işık ve “Eğilim Anıları”
Diyarbakır’da, öğretmenliğe yeni
başladığımızda, orta II de bir sarışın çocuk tanıyorum. Temiz kılıklı, güzel
yüzlü, uyanık ve terbiyeli... Derslerde fazla başarılı olmamasına rağmen, düzgün
konuşması ve yerinde davranışlarıyla dikkati çekiyor. Özellikle, Peygamberimizin
(s.a) hayatını (Siyer-i Nebi) anlatırken, ders kitabında bulunmayan ve
hocasının da anlatmadığı bir meseleyi kendi öğrenmesiyle anlatışı, sınıf
içinde onu tek adam ediveriyor... Bundan sonra, hitabet ve kompozisyona teşvik
ediyorum. Günler ve yıllar geçiyor, ismi okul içinde ve şehirde duyulmaya
başlıyor. Daha sonra okul gazetesi çıkaracak (Özlem) arkasından gençlik
arasında belli isimlerden biri derken... Edebiyat Fakültesine kaydoldu. O güne
kadar çeşitli
gazete ve dergilerde; Deneme, Hikâye, özellikle şiirlerini okuduk. “Siyer”
dersindeki dikkatinden duyduğumuz sevince karşı, “Peygamberimizin savaşları”
adlı bir kitap hediye etmiş ve: Seni bize, sana da zekâ ve kabiliyet ihsan eden
Allah'ın Resulünün çizdiği yolda ilerlerken bu savaşlar sana örnektir.
İhsanın kadrini bilmek gibi ihsan
olamaz, İhsan! diye bir not yazmıştım.
İhsanımız ihsanda bulunmuş;
—Şiirlerini «Eğilim Anıları» adiyle neşretti.— Hocasına ithaf etmiş. Eh insan
için en büyük hediye. «Eserimin eseri, benim eserimdir.» diye bir fetva
koyalım. Ve haber verelim henüz yirmi beş yaşlarında bulunan İhsan Işık
geleceğin ince ve nüktedan, o derece de azimli savaşçı sairini yansıtıyor
bize.
Ama ilgisizlikten olacak, da hemşerisi Ö. F. Turgut gibi
«sus» işaretini koydu bir yıldır.
Ne dergilerde, ne de gazetelerde
hatta mektuplarda sesini duyamıyoruz. «Çile» dergisini çıkarıyordu, Diyarbakır’da.
Onu da paydos etti.
Kendisine, bu yıl fakülteyi
bitirirse, İstanbul’a gelmek yerine, Anadolu’nun görmediği bir köşesine gidip
öğretmenlik yapmasını tavsiye etmiştim. «Anadolu’da» insanı tanı. Gençliği
tanı. İsteğini anla. Köyü, kasabayı tanı, yüklen milletin duygusunu, çilesini!
İstanbul’a zengin anılarla gel. Gel ki, bu bulamaç kentin yaşayışında, rengin
kaybolmaya öbür arkadaşların gibi... İstanbul ve benzeri büyük -değil aslında irileşmiş, azmanlaşmış— şehirlerin; kirli havası, kirli sokağı ve kirli gıdasına eş kirli hayat ve bulanık düşüncesini aktarma
durumunda kalmayasın, birçoğu gibi. Bu milletin mümkün mertebe saf kalan bölgelerinin, ruh köküne uyan duygu ve kendine has düşüncelerini işleyesin.
O gün bugündür, İhsan'dan ve çilesinden ses yok. Umarım ki, tavsiyem bu sefer tutulmuş, dolup taşma gününü bekliyordur.
Görelim Mevlâ neyler. Elbet bir gün
yeni zeminler açılır, o zemin üstünde küssünler de yürüme fırsatını bulurlar. Haniya, bu gençler
bize benzemiyor. Her olur olmaz yerde boy gösterip, olur
olmaz söz etmiyorlar!
Şiirden bir bölüm:
EĞİLİM ANTLARI
Ben şiirlere eğildikçe
Eğildikçe
şiirler üzerime
—Dilencilikte en az cimri—
Dinamit kuyusu kalbime
Katlandığında
bir sonbahar ikindisi
Bir gizli aranırım uzaklara
…
Usanmışım en budala bencilliklerden
Aynalar kırma fücelliğinden
Tavanlar arası sövmekten zalimleri
«Ten kafesi» endişelerinden
İki ucu karanlık değilse de yaşantı
(Milli Gazete, 17.03.1977)
Resimli ve Metin Örnekli
TÜRKİYE EDEBİYATÇILAR VE KÜLTÜR ADAMLARI
ANSİKLOPEDİSİ
ÖMER LEKESİZ
Dünü ve bugünüyle edebî hayatın
gerekli çalışmalarla kuşatılamadığı çoğu zaman yakınma, bazen de durum
belirleme olarak ileri sürülegelmiş; mevcut araştırmalar, incelemeler, hal
tercümeleri, kitabiyat ve sair kayıtlar eksiklikle malûl olarak
nitelendirilmiştir. Söz konusu yaklaşımların çok azında edebiyatın yapısından
kaynaklanan doğru nedenlerden söz edilebilmiştir. Bu doğru nedenlerden biri:
Edebiyatın, kendisini konu edinen tüm çalışmaların önünde yürüdüğü, diger bir
söyleyişle ondaki akışın kesintisizliği nedeniyle kuşatılamayacağı, ancak makul
bir ara ile geriden izlenebileceğidir.
Bunu Cumhuriyet dönemindeki kimi
hal tercümeleri ve kitabiyat eserleri ile sınırlandırarak örneklendirecek
olursak: Maarif Vekaleti'nce hazırlanan Türkiye Bibliyografyası (1933), İ.
Alaattin Gövsa'nın Meşhur Adamlar'ı (1933-35), Türk Meşhurları Ansiklopedisi
(1946), İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın Son Asır Türk Şairleri (1930-41), Sadeddin
Nüzhet Ergun'un Türk Şairleri (1936-46), Baha Dürder'in Şairler, Edipler,
Muharrirler'i (1946), Nahid Sırrı Örik'in Türk Meşhurları Ansiklopedisi (1953),
Behçet Necatgil'in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (1960), Edebiyatımızda
Eserler Sözlüğü (1971), Tahir Alangu'nun 100 Ünlü Türk Eseri (1974), Seyit
Kemal Karaalioğlu'nun Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (2. Bas.: 1982), İhsan
Işık'ın Yazarlar Sözlüğü (1990), Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (1 cilt: 2001;
3 cilt: 2003), Yapı Kredi Yayınları'nın Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar
Ansiklopedisi (2001) vd. içerik olarak genellikle geçmişi, kısmen kendi
zamanlarını kuşatan eserler olarak bilinirler. Ama konu işlevleri olunca,
bunların her birinin yerli edebiyat abidesine eklenmiş birer yapı taşı oldukları
görülür. Dolayısıyla, yukarda belirttiğimiz "doğru neden" çevresinde
bu eserleri, bugünün bilgisini içermedikleri, için eksiklikle malûl saymak,
yoksamak ya da küçümsemek edebiyatın doğasına (akışkanlığına) ve edebi mirasın
varlığına aykırı bir hareket sayılır ve ayrıca Kâtip Çelebi'nin
Keşfü'z-zünun'uyla avuçlarımıza sunduğu geçmiş, İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın
Son Asır Türk Şairleri'yle düne, Behçet Necatigil'in sözlükleriyle bugüne
bitişmeseydi hem edebi bir mirastan hem de süren bir edebiyattan zaten söz edilemezdi.
Bu belirlememiz, yaklaşık üç ay
önce okurla buluşan Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi için de geçerlidir. Adlarını yukarıda da verdiğimiz
Yazarlar Sözlüğü'nün (1990) ve Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi'nin (2001) sahibi
olan İhsan Işık'ın imzasını taşıyan bu yeni eser, yazarının, 1700 yazarın hal
tercümesinden başlayıp, bu sayıyı söz konusu kitaplarının yeni basımlarında
bire, üçe, beşe katlayan müstesna çabasını, son olarak on ciltte, 10.336
yazarın hal tercümesiyle taçlandıran bir kültür ve edebiyat hazinesidir.
İhsan Işık, yeni eserinde
edebiyat ve kültür adamlarının hal tercümelerini, onlarla ilgili
eleştirilerden, değerlendirmelerden örneklerle zenginleştirmiş, Yunus Emre'den
bugüne tüm zamanların kültür adamlarını, halk edebiyatının sultanlarını, yerli
düşüncenin mimarlarını, Türkçe edebiyatın unutulmaz emektarlarını ve onların en
yeni varislerini Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi'nin iki kapağı arasında buluşturarak, kültür ve edebiyat
dünyamızı elle tutulacak, gözle görülecek şekilde bütünlemiştir.
Kültürel hayatımız, dolayısıyla
edebiyatımız yine devam edecek, her geçen gün yeni yapı taşları oluşacak, günü
geldiğinde kültür ve edebiyat abidemizde kendilerine ayrılan yerlere
yerleşeceklerdir. Önemli olan bugünü kıyametin arefe günü sayarak o abideyi
oluşturan yapı taşlarını bir bütün olarak fotoğraflamaktır. İşte, 1990'dan beri
bu doğrultudaki çabasını ve başarısını gıpta ederek izlediğimiz İhsan Işık, Resimli
ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi'yle her
şeyden önce bunu gerçekleştirmiştir.
Elimize ulaştığı anda
biricikleşen, Türkçe edebiyat abidesine bir yapı taşı olarak yeni eklenen
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi'nden dolayı İhsan Işık'ı kutlarken, o müstesna gayretinin yakın
zamanda bizi hangi güzel eserlerle buluşturacağını da merak ediyoruz. (Bilgi:
0312.2298884, Faks: 0312.2298824, [email protected])
KAYNAK: Virgül dergisi, 2006
TÜRKİYE YAZARLAR ANSİKLOPEDİSİ
Sedat
UMRAN
Araştırıcı kimliğini hakkıyla
ortaya koyduğu için bu eseriyle İhsan Işık kanımızca yazınımızda büyük bir
eksikliği gidermiştir, bu eseri için yetkili kalemlerce yazılanlar, övgüler
sebeplendirilmiş olan takdirlerdir. Böyle bir eserin hazırlanıp yayımlanması
yazınseverler için mutluluk vesilesidir.
İhsan Işık’ın hazırladığı bu çok
değerli çalışma yansız bir bakışla incelendiğinde bunca övgüye ve takdire hak
kazandığını düşünerek sevinç duyuyoruz.
Biz kendi hesabımıza İhsan Işık’ın
böyle bir yapıtı kazandıracağını pek ummamıştık; bunun sebebi o denli büyük bir
zahmeti ve titizliği göze alabilecek ve konusuna büyük bir sevgiyle
eğilebilecek yazın adamlarımızın sayısının sanıldığı kadar çok olmayışıdır.
Ansiklopedinin yazarı –ki aynı zamanda güzel şiirler yazmış olan
bir şairimizdir, ele aldığı kişilikler üzerine yargısını kendisi saklayıp
ehil kalemlerin ve eleştirmenlerin onlar üzerine dile getirdiklerinden isabetli
alıntılar yapmıştır.
Yazarın kendisinden önce
yayımlaşmış bulunan bu tür eserlerin bir çoğunu gözden geçirdiği ve taradığı
anlaşılmaktadır.
Bu kitapta ilk kez ünlü yazarlar
yanında isimleri bugün için unutulmuş bulunan, ama edebiyata emek vermiş olan
ve belleğimizde yer etmiş bulunan çok sayıda bugün artık unutulmuş olsalar da
yerlerini almıştır. Bu özellikle de sevindirici bir durumdur.
Kısaca belirtelim ki, yazarımızın
bu eserinin zamanla daha da değerlenmiş olacağını tahmin edebiliriz, çünkü bu kadar geniş çapta yayımlanmış olan
ve belirttiğimiz özellikleri gösteren bir ikinci eserin mevcut olduğunu
sanmıyoruz. (…) Edebiyatı sevenlerin
kitaplığında eksik olmaması gerekli bir eser meydana getirerek, sevgimizi ve
hayranlığımızı kazanmıştır.
(Yedi İklim, Ağustos 2004)
İHSAN IŞIK'TAN HAL TERCÜMELERİ
Ömer LEKESİZ
Dünü ve bugünüyle edebî hayatın
gerekli çalışmalarla kuşatılamadığı çoğu zaman yakınma, bazen de durum
belirleme olarak ileri sürülegelmiş; mevcut araştırmalar, incelemeler, hal
tercümeleri, kitabiyat ve sair kayıtlar eksiklikle malûl olarak nitelendirilmiştir.
Söz konusu yaklaşımların çok azında edebiyatın yapısından kaynaklanan doğru
nedenlerden söz edilebilmiştir. Bu doğru nedenlerden biri: Edebiyatın,
kendisini konu edinen tüm çalışmaların önünde yürüdüğü, diger bir söyleyişle
ondaki akışın kesintisizliği nedeniyle kuşatılamayacağı, ancak makul bir ara
ile geriden izlenebileceğidir.
Bunu Cumhuriyet dönemindeki kimi
hal tercümeleri ve kitabiyat eserleri ile sınırlandırarak örneklendirecek
olursak: Maarif Vekaleti'nce hazırlanan Türkiye Bibliyografyası (1933), İ.
Alaattin Gövsa'nın Meşhur Adamlar'ı (1933-35), Türk Meşhurları Ansiklopedisi
(1946), İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın Son Asır Türk Şairleri (1930-41),
Sadeddin Nüzhet Ergun'un Türk Şairleri (1936-46), Baha Dürder'in Şairler,
Edipler, Muharrirler'i (1946), Nahid Sırrı Örik'in Türk Meşhurları
Ansiklopedisi (1953), Behçet Necatgil'in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (1960),
Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü (1971), Tahir Alangu'nun 100 Ünlü Türk Eseri
(1974), Seyit Kemal Karaalioğlu'nun Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (2.
Bas.: 1982), İhsan Işık'ın Yazarlar Sözlüğü (1990), Türkiye Yazarlar
Ansiklopedisi (1 cilt: 2001; 3 cilt: 2003), Yapı Kredi Yayınları'nın
Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi (2001) vd. içerik olarak
genellikle geçmişi, kısmen kendi zamanlarını kuşatan eserler olarak bilinirler.
Ama konu işlevleri olunca, bunların her birinin yerli edebiyat abidesine
eklenmiş birer yapı taşı oldukları görülür. Dolayısıyla, yukarda belirttiğimiz
"doğru neden" çevresinde bu eserleri, bugünün bilgisini
içermedikleri, için eksiklikle malûl saymak, yoksamak ya da küçümsemek
edebiyatın doğasına (akışkanlığına) ve edebi mirasın varlığına aykırı bir
hareket sayılır ve ayrıca Kâtip Çelebi'nin Keşfü'z-zünun'uyla avuçlarımıza
sunduğu geçmiş, İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın Son Asır Türk Şairleri'yle düne,
Behçet Necatigil'in sözlükleriyle bugüne bitişmeseydi hem edebi bir mirastan
hem de süren bir edebiyattan zaten söz edilemezdi.
Bu belirlememiz, yaklaşık bir ay
önce okurla buluşan Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi için de geçerlidir. Adlarını yukarıda da verdiğimiz
Yazarlar Sözlüğü'nün (1990) ve Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi'nin (2001) sahibi
olan İhsan Işık'ın imzasını taşıyan bu yeni eser, yazarının, 1700 yazarın hal
tercümesinden başlayıp, bu sayıyı söz konusu kitaplarının yeni basımlarında
bire, üçe, beşe katlayan müstesna çabasını, son olarak on ciltte, 10.336
yazarın hal tercümesiyle taçlandıran bir kültür ve edebiyat hazinesidir.
İhsan Işık, yeni eserinde edebiyat
ve kültür adamlarının hal tercümelerini, onlarla ilgili eleştirilerden,
değerlendirmelerden örneklerle zenginleştirmiş, Yunus Emre'den bugüne tüm
zamanların kültür adamlarını, halk edebiyatının sultanlarını, yerli düşüncenin
mimarlarını, Türkçe edebiyatın unutulmaz emektarlarını ve onların en yeni
varislerini Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi'nin iki kapağı arasında buluşturarak, kültür ve edebiyat
dünyamızı elle tutulacak, gözle görülecek şekilde bütünlemiştir.
Kültürel hayatımız, dolayısıyla
edebiyatımız yine devam edecek, her geçen gün yeni yapı taşları oluşacak, günü
geldiğinde kültür ve edebiyat abidemizde kendilerine ayrılan yerlere
yerleşeceklerdir. Önemli olan bugünü kıyametin arefe günü sayarak o abideyi
oluşturan yapı taşlarını bir bütün olarak fotoğraflamaktır. İşte, 1990'dan beri
bu doğrultudaki çabasını ve başarısını gıpta ederek izlediğimiz İhsan Işık,
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi'yle her şeyden önce bunu gerçekleştirmiştir.
Elimize ulaştığı anda
biricikleşen, Türkçe edebiyat abidesine bir yapı taşı olarak yeni eklenen
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi'nden dolayı İhsan Işık'ı kutlarken, o müstesna gayretinin yakın
zamanda bizi hangi güzel eserlerle buluşturacağını da merak ediyoruz.
KAYNAK: Ömer Lekesiz / İhsan
Işık’tan Hal Tercümeleri (Yeni Şafak Kitap Eki, 05.12.2006)
EMEĞİN SOMUT HALİ: TÜRKİYE YAZARLAR ANSİKLOPEDİSİ
Rasim ÖZDENÖREN
İhsan Işık'ın "Yazarlar Sözlüğü"nden (1990) başlayarak
takdirle izlediğim çalışması, nihayet "Türkiye Yazarlar
Ansiklopedisi" (3. baskı, 2004) ile devam ediyor. Devam ediyor, diyorum,
çünkü bu devasa eserin bu haliyle noktalanmayacağını, eserin bu son baskısında
öğrenmiş bulunuyoruz. Eserin elimizdeki bu üçüncü basımına 2498 adet yeni
biyografi eklenmek suretiyle biyografi sayısı 5786'ya ulaştırılmış oluyor. Bu
rakamın ne demek olduğunu zihnimizde berraklaştırabilmek için bu alanda
hazırlanmış olan yazar isimleri sözlüklerinin şimdiye kadar basılmış olan en
kabadayısının 1200 küsur isim içerdiğini hatırlamak yeter sanırım.
Elimizdeki görkemli eserin "Türkiye Edebiyat, Bilim ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi" ile devam edeceğini, müellifin önsözünden
öğreniyoruz. Böylece isim sayısı da onbin dolaylarına yükselecektir.
İhsan Işık, elimizdeki eserinde de yazar tanımını geniş tutmuş,
şimdiye kadar alışılagelen ve "yazar" tanımını yalnızca edebiyat
alanına (şiir, öykü, roman, deneme, eleştiri, araştırma, inceleme, oyun)
inhisar ettiren anlayışı aşma cesaretini göstermiştir. Böylece eserde, edebiyat
alanında ürün vermiş yazarlardan başka, düşünce, felsefe, tarih, sosyoloji,
ekonomi, politika, din, dil, folklor, sanat tarihi vb. alanlarda ürün vermiş imzalara
da yer verilmiştir. Bunun nasıl bir boşluğu doldurduğunu erbabı takdir
edecektir.
Esere eklenen "Ek Bölümler"den biri Edebiyat ve
Bilim-Sanat Ödülleri başlığını taşıyor. Bu başlık altında197 kuruluşun verdiği
ödüller, ödüllerin kime verildiği belirtiliyor. Öteki bölüm Türk Dünyası
Yazarları başlığını taşıyor ve bu bölümde de Türkiye Türkçesi dışındaki lehçelerde
eser veren 200 dolayında şair-yazar hakkında bilgi veriliyor.
Rakamları, biraz da mahsus zikrediyorum. Baş döndürücü olduğunu
bildiğim ve eserin rakamsal değerinin konuyla ilgisi olmayanlar tarafından da
seçilmesini istediğim için...
Müellifin, Önsöz'de vurguladığı çağrısını buraya aktarmak
istiyorum, şöyle söylüyor: "Bu Ansiklopedi, yazarının kısıtlı maddî
imkânları ölçüsünde hazırlanan, bir bakıma 'terceme-i hal yazarlığı' geleneğini
devam ettirmeyi amaçlayan, hesabî değil hasbî bir çalışmadır. Birçok eleştirmenin
belirttiği gibi yeni basımlarla kapsamının genişleyip içeriğinin zenginleşmesi,
21. yüzyıl Türk edebiyatı, düşüncesi ve bilim hayatını oluşturan insanları
toplu biçimde bilinmezden bilinir kılmaya dönüştürmek gibi önemli bir sonucu
ortaya koyacaktır. Okuyucularımızın, özellikle yazarlarımızın eleştiri ve uyarıları,
eksiklerimizin giderilmesine ve yanlışlarımızın düzeltilmesine kıymetli katkılarda
bulunacaktır. Her alanda olduğu gibi, biyografik bilgiler ve sunumuna ilişkin
ciddi eleştiri yazılarına her zaman ihtiyaç vardır. Bu yazılar ile ne kadar
tanıtılır, eksiklerimiz ve yanlışlarımız ne kadar düzeltilirse bundan o kadar
mutluluk duyacağım."
Aslında, bir heyetin, hatta bir enstitünün üstesinden gelebileceği
bir işi (ki onların bile böyle bir eser için ne kadar zorlandıklarını
uygulamadan biliyoruz), tek başına üstlenen ve başarıyla yürüten tek kişinin,
ne çetin zorluklarla karşılaştığını, karşılaşacağını tahmin etmek zor değildir.
Bu itibarla, sunulacak önerilerin ne kadar işe yarayacağını kestirmek zor
olmasa gerek. Eksiksiz ve yanlışsız bir eserin, bir müracaat kitabı olarak
kitaplığımızda yer almasını sağlamakta, demek ki, her birimize görev düşüyor.
Ben, bu azim işin üstesinden başarıyla gelmek için elinden geleni esirgemeyen
İhsan Işık'a içten tebriklerimi iletiyorum.
KAYNAK: Rasim ÖZDENÖREN / Emeğin somut hali: Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi
(yeni Şafak, 14.08.2004)
Mehmet Nuri YARDIM
İhsan Işık, yıllar önce Yazarlar
Sözlüğü’yle edebiyat ve kültür dünyasını selâmlamıştı. 1990’da basılan bu
eserde 1700 yazarın hayat hikâyesi vardı. Ama yine de daha önce bir çok
sözlükte yer almayan isimler orada yer bulmuştu. Sonra gelişti ve genişledi. Sözlük
ansiklopediye dönüştü. Üç ciltten oluşan Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi
irfanımıza kazandırıldı. Önce 3218 olan sayı daha sona 5786’ya çıktı. Ama Işık,
bununla da yetinmedi. Ansiklopedinin İngilizcesini yayımladı. 20023 yazarı
ihtiva eden eser “Encylopedia of Turkish
Authors” adıyla dünyaya yayıldı. Azim,
gayret ve sebat devam etti. Şimdi bu
sözlüğün en genişletilmiş hâli günışığına çıkarılmış bulunuyor. “Resimli ve
Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi” . On
ciltten oluşan bu eserde 10 bin 366 yazarın hayat hikâyeleri, fotoğrafları,
şiirleri, hikâyeleri, eleştirileri, makaleleri, haklarında yazılanlar ve
kaynakçalar yer alıyor. İndekste Yazar Adları Dizini ile Yer Adları Dizini de
dikkat çekiyor.
Ana bölümde edebiyatçılar var.
Şiir, hikâye, roman, oyun, deneme, eleştiri, fıkra, makale, hâtıra, gezi ve
röportaj türlerinde eser verenleri görüyoruz. Kültür ve bilim adamları arasında
tarih, felsefe, sosyoloji, din, dil, müzik, resim, siyaset, ekonomi, folklor,
edebiyat tarihi, sanat tarihi, siyaset, tarihi, ekonomi tarihi alanlarında eser
verenler unutulmamış. Siyaset ve devlet adamları arasında da cumhurbaşkanları,
başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri, diplomatlar öne çıkıyor. Ayrıca
gazeteci yazarlar ile araştırmacı yazarlar da ihmal edilmemiş.
Eserin ek bölümü de ayrı bir
zenginliğe sahip. Türk Dünyası Yazarlar Bölümü’nde Türkiye Türkçesi dışındaki
lehçelerde eser verenler var. Ayrıca yazarların aylara göre doğum ve ölüm
günleri listesi eklenmiş. Edebiyat, sanat ve bilim ödülleri de meraklılar için
gerekli. Cumhuriyet tarihi boyunca 200 civarında kuruluşun ödül verdiği
yazarlar ve eserleri belirtiliyor. Yazar Adları İndeksi’nde, yazarlarımızla
ilgili şimdiye kadar yayımlanmış en geniş kaynak taraması yer buluyor. Yer
Adları İndeksi’nde ise, yurtiçi ve dışındaki yüzlerce şehirle ilgili ilk ve tek
Türkçe kaynak taraması yapılmış.
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi, bugüne kadar bu alanda yapılmış en geniş çalışma: İyi
bir baskı, titiz bir anlayış ve geniş bir bakış açısı\\’85 İhsan Işık, Türk
düşünce, sanat, edebiyat ve kültür dünyasında iz bırakmış ulaşabildiği bütün
isimleri -bir kısmını fotoğraflarıyla- okuyucunun önüne çıkarıyor. “Türkiye’nin
birikimi” sözünü boşuna kullanmadım. Gerçekten de eserde neredeyse yok yok.
Şairler, romancılar, hikâyeciler, deneme yazarları, tiyatro ve sinema
sanatçıları, devlet adamları, bürokratlar, askerler, hukukçular, alimler,
gazeteciler, kısacası sosyal ilim sahasında eser vermiş, öğrenci yetiştirmiş
bütün şahsiyetler bu eserde hak ettiği yeri buluyor. Üstelik bir çoğu
eserlerinden bazı örneklerle önümüze çıkarılıyor. Eserleri okul kitaplarında
okutulan 500’e yakın edebiyatçı ansiklopedide en geniş şekilde işleniyor.
Eser metin örnekli. Böylelikle
okuyucu, ismini gördüğü, biyografisini okuduğu kişinin en azından bir
makalesini, şiirini, denemesini veya fikir yazısını değerlendirme ve yazarını
daha yakından tanıma şansını elde ediyor. Işık, objektif bir bakışla herkese
ulaşmaya çalışmış. Sadece şehirlerdekilerle yetinmemiş, Anadolu’nun ücra
yerlerinde yaşayan yazarların hayat hikâyelerine de ulaşmış. Bu hâliyle eser
Türk insanının birikimini gözler önüne seriyor. Her araştırmacının elinin
altında olması gereken ansiklopedi, mükemmel bir kaynak olarak hem bugünkü
nesillerin ihtiyacını karşılayacak hem de gelecekteki meraklılar için de
vazgeçilmez bir rehber özelliğini muhafaza edecektir. Azmin elinden hiçbir şey
kurtulmuyor. İhsan Işık yaklaşık 20 yıl uğraştı, çalıştı ve devâsâ bir eser
ortaya koydu. Bize düşen bu mühim eseri okumak ve kütüphanemizin en mutena
yerine yerleştirmektir.
KAYNAK: Mehmet Nuri YARDIM / Türkiye’nin
birikimi (Yeni Çağ, 11 Ekim 2006)
Osmanlı
biyografi kaynaklarında yaklaşık üç bin şairin yedi yüzden çoğu İstanbul,
yaklaşık yüz ellişer kadarı da Bursa ve Edirne doğumlu idi. Sonrası için çıkan
sonuçlar, en azından bugünden bakıldığında, tam bir sürprizdi. Beşinci sıraya
Diyarbakır gelip yerleşmişti. Elbette hiçbir veri sebepsiz olmadığına göre
bunun da bir izahı olmalıydı.
Şehirlerin
gelişim çizgilerini çok değişik veriler üzerinden değerlendirmek mümkün
elbette. Akademik hayatımın bir evresinde biyografi kaynaklarını toplu bir
değerlendirmeye tabi tuttum; ardından da Osmanlı şehirlerini yetiştirdikleri
şair sayıları açısından tasnif ettim. Elde ettiğim verilerin bir kısmı beklenen
sonuçlardı. Çalışmaya başlarken kafamda bir hipotez vardı ve bu doğrulanmıştı.
Çünkü siyasi gelişmelerle kültürel gelişmeler arasında sağlam bir bağlantı söz
konusu idi. Ne ki kültürel gelişmeler siyasi gelişmeleri bir süre geriden
izliyordu. Bu değerlendirmenin doğal sonucu olarak İstanbul en çok şair
yetiştiren yer olmalıydı, öyle de oldu. Peki sonra? Sonrası için de öngörülerim
vardı. Yani eski başkentler, Bursa ve Edirne. Yine sonuç beklendiği gibi.
Osmanlı biyografi kaynaklarında yaklaşık üç bin şairin yedi yüzden çoğu
İstanbul, yaklaşık yüz ellişer kadarı da Bursa ve Edirne doğumlu idi. Sonrası
için çıkan sonuçlar, en azından bugünden bakıldığında, tam bir sürprizdi.
Beşinci sıraya Diyarbakır gelip yerleşmişti. Elbette hiçbir veri sebepsiz
olmadığına göre bunun da bir izahı olmalıydı. Onu bulmak da bilim insanlarının
göreviydi.
Yukarıdaki
cümlede en azından bugünden bakıldığında diye bir ifade kullandım. Çünkü biz
doğal olarak şehirlerin de farklı bir hikayeleri olabileceğini düşünmeden
onları sadece bugünkü konumlarına bakarak değerlendiriyoruz. Oysa günümüzde
sıradan bir yerleşim yerine dönüşmüş pek çok yerin tarihte çok önemli yerleşim
mekanları olduğunu ya da bugün mühim gibi görünenlerin ise geçmişte yok
hükmünde olduklarını bilmemiz gerekiyor.
Eski
hallerine bakalım
Gelelim
Diyarbakır’a…. Diyarbakır kuşkusuz günümüzde de önemli bir kent. Güneydoğu’da
bir metropol. Daha çok da güvenlik sorunlarıyla gündemde. Peki onun bir de eski
hallerine göz atsak…
Şehirlerin
ortaya çıkıp gelişmesinde çok değişik faktörler rol oynayabilir kuşkusuz.
Bunların başında coğrafya gelir. Diyarbakır, insanlık tarihinin bu önemli ve
eski merkezi, bu önemini kuzeydeki dağlık yaylalar ile güneydeki çöl manzaralı
ovalar arasında yerleşime elverişli olan intikal alanında ve büyük bölgeleri
birbirine bağlayan ana yollar üzerinde bulunuşuna borçludur. Bu yollardan biri
Anadolu ve Suriye’den gelerek Irak’a ulaşmaktadır. Akdeniz kıyılarını Basra
Körfezi’ne bağlayan bu en kısa yoldan Diyarbakır’da bir ikinci yol ayrılarak
kuzeydeki dağ silsilesini Deveboynu ile aşıp Elazığ ve Sivas üzerinden Samsun’a
ulaşır ve bu suretle Orta Doğu ile Karadeniz kıyıları arasındaki bağlantı
sağlanmış olur. İkinci derecede bir başka yol ise şehri, Bitlis ve Van Gölü
havzası üzerinden Azerbaycan ve İran’a bağlamaktadır. Kısacası Diyarbakır,
binlerce yıldan beri Anadolu ile Mezopotamya arasında bir geçit, bir geçiş
merkezidir. Şehrin, tabii bazı doğal imkanları ve müstahkem surlarıyla kolay
savunulabilme özelliği, ayrıca Dicle nehri aracılığı ile Musul’a doğru
yapılabilen nakliyat imkanını da buna eklemek gerekir. Bu özelliğinden dolayı
Diyarbakır tarih boyunca önemli bir ticaret, ulaşım, siyaset ve bunların sonucu
olarak da kültür merkezi olmuştur.
Diyarbakır
Anadolu’da Müslümanlar tarafından fethedilen ilk önemli merkezlerden biridir.
Daha 639 yılında el-cezire fethi ile görevlendirilen İyaz komutasındaki ordu bu
şehri de kuşatmış ve birliğin sol kanadını yöneten Halid b. Velid tarafından
ele geçirilmiştir. Bundan sonra da pek çok kez Bizans orduları tarafından
kuşatılmış olmasına rağmen hiçbir zaman Müslüman yönetimlerinin elinden
çıkmamıştır. Şehir bu devrelerde de kültür merkezi vasfını korumuş ve erken
dönemde İslam dünyasının dört önemli ilim ve edebiyat merkezi sayılmıştır.
Şehir dinler ve mezhepler tarihi açısından da mühim bir merkezdir;
Müslümanların dört büyük mezhebinin bu bölgede farklı dönemlerde etkileri
olmuş, fakat günümüzde bunlardan sadece Şafii ve Hanefi mezheplerinin
mensupları kalmıştır. 12. yüzyılda Diyarbakır’da dört Sünni mezhep bir arada
yaşamaktaydı. Mesudiye Medresesi dört mezhep fakihinin tedrisi için kurulmuştu.
Diyarbakır
11. yüzyıl sonlarından itibaren Türk yönetimine geçmiş bu tarihten itibaren
şehir çeşitli Türk boylarının hakimiyetinde kalmıştır. Bu dönemden itibaren
zaman zaman Türk boylarının başkenti de oldu. Diyarbakır bu dönemlerde daha
ziyade gelişti ve Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinde de önemli
bir geçiş noktası özelliği kazandı. Özellikle Akkoyunlular’ın başkent olması
onu daha da kıymetlendirdi. Ama şehir çok kültürlü yapısını da hep muhafaza
etti.
Diyarbakır’ın
Türk tarihinde ehemmiyetini arttıran hususların başında Anadolu’ya gelirken bu
topraklara Doğu Anadolu üzerinden değil de Güneydoğu Anadolu üzerinden
gelişlerinin büyük rolü olmuştur. Müslüman olunca İran Azerbaycan ve Bağdat
çevresi Türkler için bir Cazibe Merkezi olmuş ve kitleler halinde Türk boyları
Orta Asya’dan buralara doğru akmaya başlamışlardır. Bir süre sonra Moğol
baskısının da tesiriyle bu kez Anadolu’ya doğru bir akış başlamış ve bu göçler
Anadolu’ya o zaman Müslüman olmayan milletlerin kontrolündeki Doğu Anadolu
tarafından değil çok erken devirlerden itibaren Müslümanlaşmış Güneydoğu
Anadolu bölgesinden girmeye başlamıştır. Bunun sonucunda Artuklular, Eyyübiler,
Bitlis ve Diyarbakır Atabeyleri gibi çok sayıda Türk devletinin bu bölgede
kurulduğu hatırlanmalıdır. Osmanlı Devleti’ni kuran Kayı boyunun da bir süre
Halep dolaylarında dolaştığı ve büyük ataları Süleyman Şah’ın Rakka civarında
Fırat Nehri’nde boğulduğu ve Caber kalesinde medfun olduğu düşünülürse
Anadolu’ya başlangıçta bütün göçlerin bu bölge üzerinden yapıldığı anlaşılır.
Türkçenin
geçiş noktası
Bu
göçlerin sonucunda Türkçe de belli oranlarda etkilenmiş ve 13. yüzyıldan
itibaren birbirinden belli ölçüler içinde farklılıklar taşıyan yazı dilleri
teşekkül etmeye başlamıştı. Diyarbakır ve çevresi bu farklı yazı dilleri ya da
Türkçenin tarihi açısından da önemli bir geçiş noktasıdır. Yazı dilinin
ötesinde Türkçenin ağız çalışmaları açısından da bu bölge aynı niteliklere
haizdir. Denilebilir ki Orta Asya’da ortaya çıkmış olan kültürel birikim
Anadolu’ya taşınırken Diyarbakır adeta bir üst görevi üstlenmiş, bu önemli
konumundan dolayı da bu bölgede meydana gelen ağız ve yazı dilleri belli oranda
Orta Asya çevresine has hususiyetleri bir oranda da Anadolu’ya has ağız ve
özellikleri taşımıştır. Bugün folklorumuzun, klasik metinlerimizin,
ağızlarımızın ve yazı dilimizin yayılma alanları sağlıklı haritalara
dönüştürülebilse bu söylediklerimin orada kalın çizgiler halinde ortaya
çıkabileceği kanaatindeyim.
Tezkire-i
Şuara-yı Amid
Yavuz
Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı (1517) sonrasında Osmanlı topraklarına katılan
şehir, bir süreden beri iç çekişmelere tanık olduğu için harap bir konumdaydı.
Osmanlı yönetimi sırasında Diyarbakır, uzun bir süre iç ve dış tehlikelerden
uzak kalması, devletin en büyük ve en önemli eyaletlerinden birinin merkezi
yapılması, savaşlarda üst ve kışlak olması dolayısıyla çok kısa süre içinde
toparlanıp eski ihtişamını elde etti. Bu konumuna denk olarak mimari ve
kültürel altyapısını ait eksiklikler de süratle giderildi. 1660 yılında burayı
ziyaret ederek eden seyyah Poullet, Diyarbakır’ı gördüğü şehirlerin hepsinden
daha güzel bulmaktadır. Poullet’e göre şehrin pazarları ülkedeki başka
şehirlerde gördüklerinden daha büyük ve daha güzeldir. İran, Mısır, Kafkasya,
Polonya ve Rusyalı tüccarlar buraya gelip ipek, pamuk, tiftik ve sahtiyan
alarak memleketlerine götürmektedirler. Bütün bu gayretler Diyarbakır’ı
kültürel bakımdan da siyasi konumuna paralel bir noktaya getirdi. Diyarbakır,
yukarıda sözünü ettiğim tabloyu doğurdu ve Osmanlı şairleri sıralamasında da bu
yüzden beşinci sırayı elde etti. Şehrin bu konumu eski devirlerden beri
araştırmacıların dikkatini çekmiş bu potansiyelini gözler önüne seren
çalışmalar yapılmıştır. Bunların en önemlilerinden biri Ali Emiri tarafından
Diyarbakırlı şairler için hazırladığı Tezkire-i Şuara-yı Amid adlı eserdir. Ali Emiri Efendi’yi izleyen bir başka
değerli araştırmacı ise bir diğer Diyarbakırlı araştırmacı Şevket Beysanoğlu’dur. Bunu yine bir başka hemşehri olarak İhsan Işık izler.
Edebi
birikiminin ötesinde Unesco tarafından da kültürel miras olarak tescil edilen
kalesi, Hevsel Bahçeleri, çok kültürlü yapısından doğan zengin mutfak kültürü,
yine farklı kültürlerin ürünü olan ve her birinin arkasında heyecan verici
hikayelere sahip mimari abideleri, içkalesi, folkloru ve bunlara eklenecek
yüzlerce başka birikimi ile Diyarbakır bir potansiyel hazine olarak bizleri
bekliyor. Eğer bu şehir güncel ve konjonktürel etkilerden sıyrılır, üzerindeki
güvenlik algısın atabilir, tarihi kimliği üzerinden kendini inşa ederse yeniden
bir dünya şehri olarak ortaya çıkar. O zaman biz de başlığı Diyarbakır, İşte bu
diye düzeltiriz.
KAYNAK:
Mustafa İsen / Diyarbakır bu mudur? (star.com.tr, 14.03.2020).
Araştırmacı
Yazar İhsan Işık Bâbıâli Enderun Sohbetleri’nde yaptığı konuşmada çarpıcı
açıklamalarda bulundu.
Elif Çelik
(İstanbul)
Yeni
Dünya Vakfı’nda düzenlenen Bâbıâli Enderun Sohbetleri’ne Araştırmacı Yazar
İhsan Işık konuk oldu. Toplantının açılış konuşmasını yapan Mehmet Nuri Yardım,
İhsan Işık’ın neredeyse bütün ömrünü Türkiye’nin kültürel envanterine
adadığını, onbinlerce yazar ve şairin hayat hikâyesini bulduğunu ve bunları
kitaplaştırdığını söyledi. Yardım, “Bu çalışmalar o kadar genişledi ki artık
kitaplara sığmaz oldu, ansiklopedilere dönüştü. Bugün yaklaşık 35 ciltlik bir
ansiklopedi külliyatı mevcut ve bu çalışmaları devam ediyor. İhsan Işık,
edebiyatımızın, sanatımızın ve kültürümüzün birikimini ortaya koyarak büyük bir
hizmette bulunmuştur. Kendisine hepimiz, bütün toplum teşekkür etmelidir.”
dedi.
Yeni ciltleri
hazırlıyorum
Konuşmasına
başlarken yetişme çağından ve ailesinden de bahseden İhsan Işık, ilk olarak
1990 yılında Fatih Saraç ve Yekta Saraç’ın kurucusu oldukları Risale
Yayınları’nda Yazarlar Sözlüğü adıyla bir kitabının yayımlandığını belirterek,
“Bu kitap yayımlanınca farklı çevrelerden övgüler aldı. Ben de bunu
geliştirmeye başladım. Daha sonra önce tek cilt, sonra da üç cilt ansiklopedi
hâlinde yayımlandı. Şimdi bu ansiklopedinin 12. ve 13. ciltlerini hazırlıyorum.
Kısmet olursa bu iki cilt de okuyuculara ulaşacak.” diye konuştu.
Teknolojiye
güvenmemek lâzım
Teknolojiye
fazla güvenmemek gerektiğini ifade eden İhsan Işık, şöyle devam etti:
“Bilgisayardaki resimlerin ömrü ortalama 30 yıldır. Çünkü gelişen teknoloji
eskiyi açamadığından resmin, fotoğrafın ömrü biter. Google’ın kurucusu
‘Resimleri kâğıtta saklayın.’ diyor. Onun için biz de bilgisayar ortamında
bilgilerimizi saklasak bile mutlaka kâğıt olarak da muhafaza etmemiz gerekiyor.
Zira bilgisayara uzun sürede güvenemeyiz.”
Müslümanlar
olmasaydı...
Konuşmasında
Doğu medeniyeti ve Batı uygarlığı arasında mukayeseler yapan İhsan Işık,
“Müslümanlara yapılan zulmün engellenmesi için hangi alanda isek bir numara
olmalıyız. Müslümanlar 800 senedir dünya coğrafyalarında olmasaydı, Batı
dünyası çamurun içindeydi. Eğer geçmişte Müslümanların farklı bölgelerde
ürettikleri büyük medeniyet olmasaydı bugün Batıdaki olumlu gelişmeler de
olmazdı.”
KAYNAK:
Batıyı çamurdan kurtaran Müslümanlardır (milatgazetesi.com, 22.01.2019).
Doğup
büyüdüğü "Şarkın Paris"i Diyarbakır düşer aklına. Görgü edep var.
Varsıllık ve yoksulluk arasındaki uçurumu Avrupa’ya yakıştıramaz. Müslümanların
oturdukları mahalleler akıllara durgunluk verir. Sanki bu Müslümanlar burada
akıl yoksunu olmuşlar…
”AH BİR PARİS YOLCULUĞU"
(s.85-147)
“Avrupa Ekspresi, güzel, lüks, hızlı… Koca
kompartımanda benim dışımda sadece bir kişi var. Bir de Arap olduğunu anladığım,
meşin ceketli ve hareketleri kuşku veren koyu esmer bir genç. Arap olmasından
değil tabii ama kompartımana sık girip çıkmasından huzursuzluk duymaya
başlıyorum. (...) Bir Arap’tan tedirgin olmak duygusu beni daha çok rahatsız
ediyor” (s.86) ...Birkaç saat sonra Paris’i göreceğimi bilmek, güzel(...),
sıkıntılıyım yine de. Garip ama(...) sıkıntım artıyor(...). Kendimi teselliye
çalışarak içimden ayetler şiirler okuyorum. Üşüdüğümü hissediyorum. (...)
Dizlerime serdiğim montumla ısınmaya çalışıyorum. (...) Bu gereksiz
tedirginliği üstümden atıp, gezinin tadını çıkarmalı. İşte Paris du Nord (...)
Bildik istasyon manzaraları. (...) inen binen. Hayal bitti… Yolcular her yerde
aynı, heyecanlı ve telaşlı.
(s.87) ...İşte ilk şaşırtıcı Paris
fotoğrafları. Sayıları hiç de az olmayan dilencilerin biri gidip diğeri
geliyor.(...) Hırsızlık ve gasp için tereddüt etmeyecek gibi görünüyorlar.
Yüzlerinde acı ve umutsuzluk, kılıkları perişan…
(s.88) ... Paris’te karşılaşacağım ilk
sokağı merak ediyorum. (...) Temiz ve yeni bir binaya geleceğimizi umarken
karşılaştığım durum ilk hayal kırıklığım. (...) Bina ürkünç, yıkık-dökük bir
şato bozuntusu. Binanın taşlığında ayakkabılarımızı çıkartıp içeriye girince
büyük bir mescitle karşılaşıyoruz. Binanın yan tarafında bir bakkal ve bir de
kitapevinin olduğunu öğrenince umutlanıyorum; ...Çok aç olmama karşın önüme
konan yemeği yiyemeyeceğimi anlayınca meyve ve kuru yemişe saldırıyorum. (...)
Hizmet eden genç, ağır işitip konuşma güçlüğü çeken Tunuslu Ali’nin yoksulluğu
hemen anlaşılıyor...”
Yazar İhsan Işık, farklı
düşüncelerle geldiği Fransa’da hayal kırıklığının bir an önce geçmesini beklese
de her defasında yeni bir şaşkınlığa düşüyor. Batıcılık adına Paris’e gelip
hayranlıklarını yazanlar buralara uğramamıştır muhakkak…
Müslümanların oturdukları bu harabeleri,
kitap yoksunluğunu, taş devrindeki yaşamları görmemişler demek ki! Etkileyici
ve bilgilendirici anıları okurken, uzun yolculuklara çıkıyor insan. Cennet,
Cehennem ve Araf geliyor akla. Hacı Hasan Efendi’nin işlettiği bakkalda ‘helal
et!’ yazısı dikkat çekiyor. Almanya’yı Fransa ile kıyasladığında; Almanya’da
devlet, düzen, denetim var.
Doğup büyüdüğü "Şarkın Paris"i
Diyarbakır düşer aklına. Görgü edep var. Varsıllık ve yoksulluk arasındaki
uçurumu Avrupa’ya yakıştıramaz. Müslümanların oturdukları mahalleler akıllara
durgunluk verir. Sanki bu Müslümanlar burada akıl yoksunu olmuşlar…
Varoşlardaki bu görüntünün dayanılmazlığı yazarı çarpar, karamsarlaştırır,
endişelerini arttırır. “Müminler, Batı ile uyum sağlayacağına geriye gitmişler”
der.
Daha fazlasını görmemek için geldiği gibi
geri dönmek ister. Bakkal Hasan Efendi’nin nispeten eğitimli damadı Yusuf ona,
hafta sonunda Paris’i gezdireceğini söylemiştir. Hoca iyi şeyler görmek için
çabalasa da, o akşam dernekte çalışan Ahmet adlı kişinin, “Refah gelecek, zulüm
bitecek”(s.90) sözlerini derinliksiz, bilgiden yoksun bulur, itibar etmez. “Yol
bu kadar kısa, mesele o kadar basit değil” der.
Fuzuli’den: “Dost bi perva, felek bi rahm, devran bi sükun/Derd
çok, hem-derd yok, düşman kavi, tali’ zebun” dizelerini okurken “... Ümide
susamış kalpler benden ne kadar umut verici sözler bekliyorlar… Ama niçin yalan
söyleyeyim ki?” der içinden.
Konuk olduğu bir başka cami de oldukça eski
bir binadan bozmadır. (...) Bir salonunda öğrencilere Kur’an dersi
verilmektedir. (s.91)
Bu sefillikte de aradığını bulamamıştır.
Kısır sohbetler, iç burkan manzaralar onu giderek germiştir. Eyfel Kulesi’ni,
ünlü Şanzelize’yi bile gözü görmemektedir artık. “Paris caddelerinde
turlarken... Yobazlarımızın güzelliklerini konuştuk uzun uzun” demektedir.
Gerçek Müslümanların değil, donanımsız vaizlerin verdiği zararları konuşur
Yusuf adlı kişi ile. Aradığı şey; kitaplar ve kütüphanelerdir. Fransa’da;
yaşayan 6-7 milyon Müslüman’ın çoğu eğitimsiz ve donanımsızdır. Bunların 350
bini de Türk göçmenleridir. (s.93) Üzüm üzüme baka baka kararır, demek ki
bizimkiler de oradakilerini örnek almışlardır, demek geliyor akıllara.
Farklı bir İslam, yozlaşmış bir kültür
gelişmiştir uygarlığın göbeğinde. Avrupa sömürdüğü ülkelerin insanına kendine
göre bir yaşam biçmiştir. Anlatılan kent dünyanın göz bebeği Paris’tir.
“Paris’te sadece Madam ve Mösyöler yokmuş” meğer der.
Sayın İhsan Işık’ın anıları çok akıcı bir
dil ile yazılmış ve merakla okunmaktadır. Kendimi olayların akışına kaptırmış,
Paris varoşlarında gezinirken, dünya buraya kenetlendi birden. Paris’te Charlie
Hebdoo Dergisi Teröristler tarafından basıldı. On iki kişi öldürüldü (07.01.
2015) haberi çoğalarak yayıldı. Düşle Gerçeği bir arada yaşarken zamanlamaya
donup kalmıştım. Sanki oradaydım. Olaylar, elimdeki kitabın devamıydı adeta.
Cezayir asıllı Kouachi kardeşler sığındıkları bir mekânda kıstırılmışlardı.
Teslim olmuyor, Cennete gitme hayaliyle yanıp tutuşuyorlardı. Sonuçta uçlar
birbirini yok ediyordu. Baskın yapılan bir Süpermarket’ten de ölüm haberleri
gelmekteydi ilerleyen saatlerde… Hocanın tespitleri gelecekte yaşanan olayların
habercisiydi, şimdi daha iyi anlamaktaydım.
İki yıl önce aynı tarihte üç PKK’lı kadının
öldürülmesi (09 01. 2013) ile Paris yine sıra dışı bir olayla gündeme gelmişti.
O cinayet sanırım hala sırrını korumaktadır. Kötülük melekleri Paris’e
konuşlanmıştı uzun zamandan beri. ‘Saint Bertalamy Katliamı (24 Ağustos
1572)’da orada yaşanmıştı… Ancak 1789’dan sonra Avrupa din bezirganlığını
bırakıp ortak kararlar alarak içlerinde düzen ve birliği sağlamışlardır
günümüzde. Ne yazık ki Conrad Adam (gazeteci yazar) dediği gibi İslam
toplulukları bundan örnek alamamışlardır henüz. Sonuç olarak İhsan Hoca da
Müslüman bir yazar olarak eğitimsizliğin cehaletin insanlığa verdiği zararı
sürekli vurgulamaktadır kitabında.
Türklerin Fransız toplumu içerisindeki
sosyal durumu, özellikle Arap Müslümanların gözaltında oluşları, kurdukları
derneklerin arkasında başka bir devlet ile bağının olup olmadığı endişesi (s.94)
ayan beyan ortadadır. Sormak gerek bu gençler neden eğitimsiz, denetimsizdi?
Sorumlusu kimdi onların? Fransa Müslüman vatandaşlarıyla ne kadar ilgiliydi?
“Fransa’da yabancı düşmanlığı Almanya’dan
daha az” (s.95), diyordu Yusuf (1994.) “Belki biraz kendisine biraz da bana
moral olsun diye güzel şeyler anlatıyordu. Ama içim hiç rahat değildi...
Sayıları hızla artan Fransız Müslümanlarının ne ölçüde nitelikli kuşaklar
yetiştirebildiği kocaman bir soru işaretidir” diyen İhsan hoca olacakları yirmi
yıl öncesinden görmüş, kaygılarını belirtmişti. “...Paris dışında diğer
şehirlerdeki Müslümanları tanıyarak hakikati öğrenebilecektim. Acaba
öğrenebilecek miydim?” (s.96) cümlesinden de hocanın kaygıları belli
olmaktadır.
“Fransa ve Bizimkiler” bölümünde teknolojik
kıyaslama yapmakta, inançlı olmanın gericilik olmadığını, okumanın kültürlü
olmanın gerekliliğini savunmaktadır. Batıya göçen işçilerin ilerleme bir yana,
çok daha geride kaldıklarını görmek acı. Bu bağlamda Fransa’daki ve benzeri Türkiye’deki
laik rejimin elitist eğitimini eleştirmektedir. Antuva ilçesinde konuk olduğu
bir evde gördükleri karşısında şaşkınlığı tavan yapar:
“Yaşlı işçinin perişandı üstü başı… Evinin
tuvaleti bile dışarıda bahçe içinde ilkel bir barakadan ibaretti. Evin her
tarafını saran ağır bir koku vardı. Yer sofrasında yemek yenmekteydi(s.99).
Tanıştığım Türk gençlerinin istinasız hepsi birer köy delikanlısı havasındaydı…
Ne yazık ki kitapla, gazeteyle ilgileri yoktu hiç birinin. Hayatları boyunca
hiçbir dergi okumamış, duymamış görmemişlerdi. Aile ve çevreden aldıkları
eğitime göre; kültür ve sanat gereksiz şeylerdi... Fransa’ya gelmiş ama köylü
hayatı yaşayan, Türkiye’deki işçilere bile benzemeyen yaşlı adam bir derneğin o
bölgedeki şube başkanıydı, vah ki vah… (s.100)”.
Yazarın bu satırları Fransa’da olacakların
habercisidir. Bir de bunun Afrikalısı vardı ki nitekim beklenen olmuştu (07
Ocak 2015). Yazara göre gençler cahil vaizlerin elinde denetimsiz
bırakılmıştır.
“Lyon’un AK Merkez’i: Part Dieu (Allah’a
Emanet). Uyuşturucu kullanımını duyunca keyfim kaçtı. Türk kızları da buraya
takılıyormuş. Bu kızlar, akşama kadar burada kalıp sonra başörtülü masum kızlar
mı oluyorlar?” (s.101).
Lyon Milli Kütüphanesi’nde ise Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Nazım Hikmet dışında
Türk yazarının olmamasından yakınır. Konuda, Türk yetkilileri, diğer Müslüman
entelektüellerini kıyasıya eleştirir (s.103). Cumhuriyetçi Laiklik Komitesi
üzerine bir söyleşiye katılır, salon tıklım tıklım doludur: Toplantıda iki
Haham, iki Arap Müftü, bir Hıristiyan kadın eğitim üyesi, İki Papaz ile komite
başkanı bir parlamenter konuşur. Konferansta en çok alkışı, Haham ve Müftünün
konuşmaları alır. İmam, Fransa’da laikliği koruma üzerine insan haklarının
çiğnendiğini, oysa İslam’da Kur’an referans alındığından yüzyıllarca hoşgörü
içerisinde yaşandığını örnekler (s.104). Haham ise; “Okullarda Hıristiyan
öğrenciler haçıyla, Yahudi öğrenciler takkesiyle, Müslüman kızlar da
başörtüleriyle sınıfa girmeli... Laikliği koruma adına bunlara izin verilmeli”
gereğini şiddetle savunarak şaşırtır dinleyenleri (s.105).
İhsan hoca konuşma metinlerini elde edemez
ve gençlerin aklında kalan bilgi kırıntılarından anlamaya çalışır bu söyleşiyi.
Fransa’daki sorunları sıralarken; Türkiye’den getirilen ithal damatların
kahveleri doldurduğunu, işsiz olduklarını da vurgular. Kültür yozlaşması, dil sorunu,
beklentiler, evlenme boşanmalar birer tez konusudur. Hoca buraya aralıklarla
seyahat yapmıştır. Arap Müslüman gençleri arasında dini kimliklerine dönenlerin
sayısı artmıştır (s.107). Ayrıca Arap Tebliğ Cemaatlerinin iyi Fransızca
bildikleri, İslam’ı yaymakta etkili oldukları söylenmektedir.
Ortaçağ karanlığını aşabilen Avrupa, 1789
aydınlanma devrimiyle din ve devlet işlerini birbirinden ayırmıştır. Kimsenin
inancını sorgulamaz. Ancak sömürge toplumlarından gelen Müslümanlar burada
uğradıkları sosyolojik değişime ayak uyduramazlar. Özünü kaybederek başkalaşır,
dönüşürler. Son olaylar, eğitimli Müslümanların endişelerini göstermektedir.
“Fransa’da Müslümanlar için bilgi yok
olmuş”
Bir vatandaş İhsan hocayı evine götürür.
Dokuz yaşındaki oğluna: “Hadi amcana bir Yasin oku!” der. Çocuk, Yasin
suresinin iki sayfasını ezberinden hemen okur. İhsan Hoca oğluyla gururlanan
babaya, “çocuğun masal ve diğer çocuk kitaplarının olup olmadığını” sorar.
Beklenmedik bu soru üzerine şaşıran baba bir süre sessiz kalır, ardından,
“Masal kitaplarının gereksiz olduğunu” söyler. Bu kez de İhsan Hoca şaşırır.
“Sadece dini kitap okumanın yetersiz olduğunu, çocukların yaşına uygun masal ve
çocuk kitapları okuyup hayal gücünün gelişmesi gerektiğini” söylemenin nafile
olacağını anlar. “Fransa’da Müslümanlar için bilgi yok olmuş” deme
çaresizliğine düşer.
Bir başka imamın evinde, “Bazı şeyler iyi
hoş ta, temizlik mi, o da ne? Güya kitap dostu imamın konuk odası dediği yere
girdik. Keşke gelmeseydik. Girdiğimiz oda maalesef dağınık ve leş gibi kokan
kirli eşyalarla doluydu. Mutfak, lavabo ve tuvalet ise korkunç ilkeldi. Susuz
arızalı küçük bir sifonun yanında duş hortumu ve başlığı helanın orta yerinde
sürünüyordu. İmam bununla mı taharet alıyordu? …Fransa’nın büyük şehirlerinden
birinin merkezi bir semtinde bu nasıl ilkel bir yaşayıştı? …Temizlik bilmeyen
bir adam din diye neyi öğretirdi. … İlkellik nereye gitseler, hep
beraberlerinde gidiyordu. Vah ki vah!...” (s.109).
Hoca gördükleri karşısında ‘ah u vah’
içinde kalır. “Eğitim Önemli Değil” (s.110) sözünün açıklaması yoktur!...
Murat adlı bir gençle arabayla Clerment Ferrand
kentini gezerken, arabada oldukça seviyesiz bir vaaz kaseti dinler: “Bu
talihsiz genç hakikati böyle bir vaazdan öğrenmiş demek ki” der içinden. Delikanlıya
“bir müzik kaseti koysan daha iyi olacak” deyince genç şaşırır.
Hoca’nın Fransa’da karşılaştığı
şaşkınlıkların sonu gelmez: “Yobazlık var. Ne yazık ki Türkiye’den gelen
konuşmacılar nabza göre şerbet vermiş, ayranlarını kabartıp heyecana getirerek
tekbir çektirip gitmişlerdi.” (s.111). “Bunlar bu konuşmalara alıştıkları için
farklı tepkiyi yadırgıyorlar. ...Çocuklarında eğitim yok, iyi meslek sahibi
olan da çıkmıyor. Geldikleri yerden, hatta daha aşağıda duruyorlardı.
Memleketlerine dönme gibi bir planları da yoktu.” (s.112). Vah ki vah!...
MÜSLÜMAN
FRANSIZLAR VE YEŞİL KOMÜNİST
Fransızların yarı nüfusu dine inanmıyor,
ömür boyu üç kez kiliseye gidenler var: ‘Doğdukları, evlendikleri ve
öldüklerinde’. “Doyurucu fikre sahip olunca tereddüt etmeden Müslüman
oluyorlar.” (s.114). Müslümanlığı kabul edenlerin çoğu da kendini gizliyormuş.
Bunları düşünürken, bir güzel Müslüman ile tanışır. “Karadenizli yeşil bir
komünist, çok güzel bir arkadaş. İşte ona özendim. İmrenilecek bir ruh
güzelliği içindeydi.” (s.115), diyebilme hoşgörüsündedir İhsan Işık öğretmen.
Belki de eğitimci olmasından, girdiği her
mescitte “hani buranın kitaplığı” diye sorar. Eğer yoksa “buraya kitaplık
kurun” diye uyarır. Strasburg’da bir Cami’deki kitapevinde gördüğü Arap kadınların
sadece, incik boncukla ilgilenmeleri dikkatini çeker. “Türkler de kitaplarla
ilgili değillerdi” der. Aradığı yazarlarını da orada göremeyince burulur.
Marsilya’nın ortasındaki Cami’de Cuma
namazı kılınır. (s.118). Birlikte evine gittiği vatandaşın iki eşli olduğunu
öğrenince şaşar kalır. Eşlerden biri Türkiye’de, yanındaki ise Cezayirli bir
hatundur...
Paris’te çıkan ‘L’evenment de Jeudi’
dergisinin 17/Mart/1994 tarihli sayısında Cahaterine Bezard adlı yazarın,
“İslamcı gençlerin laiklik için büyük tehlike oluşturduğu” yazısını okur.
(s.124). Yazı Hoca’ya Türkiye’deki kimi yazarları anımsatır.
1994 yılında İslamcı Öğrenci grupları
(CROUS), seçimlerde çeşitli kentlerde büyük atılım yapar, %17.95 ile ikinci
sıraya otururlar. Fransa’nın bu konuda yayınladığı endişeli bildirileri,
kitabın 125-127 sayfalarında yer almaktadır. Şu satırlar dikkat çekicidir:
“Fransa’da Müslüman öğrenciler kendilerini
özgür hissetmiyorlar. Başlarına gelecek kötü durumlardan endişe duyarak bir
gazeteci ile konuşurken kimliklerini gizlemek zorunda kalıyorlar.” Bu tespit
gelecekte olacakların habercisi gibidir. Kitapta çok farklı tipler vardır.
SUÇ
VE CEHALET...
Yakın geçmişteki ‘Cezayir İç Savaşı’nda
dünya, İslam-Laik çatışmasını endişeyle izledi. Fransızlar yıllarca Cezayir’i
sömürerek kimyasını bozmuştu. Onlara büyük acılar; kin nefret kardeş kavgasını
öngörmüşlerdi. Görünen o ki; Fransa hoşgörüyü kendine ayırmış, sömürge
toplumlarının uyanmasını istememişti. Hesaplayamadığı şey; bu eğitimsizliğin
geri teperek büyük suç örgütlerine dönüşmesidir. Günümüzde. Fransız uyruklu
Müslüman ya da diğer gençler, Ortadoğu ve diğer ülkelerde olaylara karışmaya
başlamışlardır alenen. Onların yaşam öykülerinde hangi acıların izleri var, kim
bilir. Bir yanda baskı ve işkence, öbür yanda onlara gökyüzü cennetini vadeden
cehalet… Uyumsuzluk suça itmektedir gençleri.
İhsan Işık Hoca geçmiş yılların gezi
notlarını, daha sonraki gidiş gelişlerle de pekiştirmiştir. Batı sömürgeci,
İslam ülkeleri güçsüz, eğitimsiz, kendine güvensizdir henüz, dernek binaları
terk edilmiş bakımsız yerlerdedir. Çevresi Katalonlar, İspanyol ve çeşitli
ulusların Çingeneleriyle doludur. (s.134).
Lyon’dan sonra Perpigan’da çoğunluk
Araplardan oluşur. Günümüz olayları nedeniyle dikkat çeken, Cezayir Savaşı’nda
Fransızları destekleyen Harkiler’in ayrıcalıklı durumlarıdır. Fransız
hükümetleri onlara para ve iş vermiştir. Anlaşılan o ki, Kouachie Kardeşler
gibiler ise, sorunlarıyla baş başa bırakılmış ve örgütlerin eline düşmüştür.
İhsan Işık, dünya Müslümanları, Türkiye
Müslümanları, Kürt dindarlarını konu ederken; Türk devletinin Avrupa’daki
vatandaşlarına ilgisizliğini eleştirir. Konuyu oradaki İslam Cemaatleriyle de
tartışır. İster istemez Fransız inceliğini, Batı kibarlığını över. (s.135)
Fransa ile bağlantılı olarak Laiklerin ve ‘Jeunne (jön) Türkler’in Fransa’dan
etkilenmelerini konu eder yine. Laik yaşam tarzını benimsemese de, gerçeklere,
kültürel farklılıklara, kendince iyi olanlara saygı duyar…
Gezisinin devamında, bir katedralde
minyatürleri inceler. Hıristiyanların Türkleri denize döküşleri resmedilmiştir.
Osmanlı korkusu yaşanmıştır. Le Pante Savaşı II. Selim (s.138) “Kutsal sakal”ı
konu eder. “Tesbih namazını ilk kez kıldığım için zorlandım.” der.
“Türkler ve Zencilere dikkat” (s.140):
“Yeşil pasaportuma, NATO üyesi olmamıza rağmen; kibar Fransız, uygar ve
müttefikimiz hakkında yanılmışım meğer. Eşyalarımı alıp beni aşağıya indirdiler
dört beş zenciyle. Adımın aranan listesinde olup olmadığına bakıp vize
istediler.” Hoca bu davranışa çok üzüldüğünü konu etmektedir. Daha sonra
2003’yılında 5. Uluslararası Türkçe Şiir Şöleni’ne, Alsas-Loren’e
gider.(s.143). Hilton Otel’indeki pişmemiş et menüsünü beğenmez.
Fransız TV’si ünlü Türk sosyalistleriyle
söyleşi yapar. Zülfü Livaneli, “Türkiye’de üç tehlike var” der,“Kürtçülük
Türkçülük ve İslamcılık…” (s.129) İhsan Hoca bu söylemlerin hizip
yaratabileceğinden endişe duyar. Aziz Nesin’e de göndermede bulunur. “Aklı
başında konuşan bir tek Yaşar Kemal vardı” der. (s.130).
İhsan Işık Hoca’nın eğrisiyle doğrusuyla düşüncelere
yer vermesi, onun gerçekçi, hoşgörülü, takdir edilir yanıdır.
(Not: İhsan Işık, Fransa bölümünde gerçek
isimleri yazmadığını belirtmiştir. Anlıyoruz ki ortamlar tekin değildir,
yoksulluk ve suçlar iç içedir…)
On Ülkeden Gezi
İzlenimleri, İhsan Işık, birinci baskı, 2014 Elvan yay,
Sultan Su Esen
Gerçekedebiyat.com
KAYNAK: Sultan Su Esen / İhsan Işık'ın İbretlik Dersle Dolu Fransa İzlenimleri (gercekedebiyat.com,
04.03.2015).
“Bazı
ansiklopediler vardır ki içinde barındırdığı bilgilerin yanında düzenleyicisine
(ya da düzenleyicilerine) de çok şey borçludur. Öyle ki biri olmadan diğerinden
söz etmek olmaz. Bu bütünün her iki parçası birbirini tamamlar.
İhsan
Işık’ın, adı neredeyse kendisiyle özdeşleşen Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi de
bu nevi eserlerdendir. Yıların emeği, birikimi ve sabrının ürünü olan Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi ile Türk kültür hayatına alanında bir klasik eser
armağan eden değerli araştırmacı-yazar-şair İhsan Işık, söz konusu eserinin
daha da genişletilerek metin örnekli ve on cilt halinde yayıma hazırlandığı
müjdesini kamuoyuna verdikten sonra bir taraftan da eserini, dolayısıyla da yazarlarımızı,
sınırlarımızın dışında tanıtmaya yönelik bir hamlede bulunarak Encyclopedia of
Turkish Authors’u yayımladı. Adından da anlaşılacağı üzere İngilizce olarak hazırlanan
eser, ilk kez 2005 Frankfurt Kitap Fuarı’nda okura sunuldu.
Encyclopedia
of Turkish Authors, öncelikle, Türk edebiyatına (ve kültürüne) mal olmuş önemli
yazarları kapsamaktadır. Burada, İhsan Işık’ın gözettiği ve eseri Türkçe baskısından
ayıran ölçüt; Türk edebiyatı dendiğinde akla gelebilecek, Türk edebiyatını
dünyada temsil edebilecek seçme yazarlara yer verilmiş olmasıdır. Bu konuda
klasik Türk edebiyatından günümüze uzanan bir süreç ansiklopediye konu
olmaktadır. İhsan Işık, bu şekilde bir bütüncül yaklaşımla Türkiye dışındaki
ülkelerin Türk edebiyatını tek yönlü olarak değerlendirmesini önlemiş
olmaktadır. (…)
AB’ye
dahil olup olmama tartışmalarının hararetle sürdüğü bir süreçte, neredeyse tüm
dünyanın gündeminde yer edinen Türkiye’nin, köklü ve sağlam temellere dayanan edebiyatını
seçme yazarlarla tanıtan eser, ülkemizi ve yazarlarımızı uluslararası platformda
tanıtması açısından, ayrıca, önem arz etmektedir.”
(Hece,
Mart 2006)
“İhsan Işık
ansiklopedisinde, birbirine taban tabana zıt düşüncelere ve dünya görüşüne
sahip yazarları biraraya getirmiş, yazarlar arasında sağ, sol, ilerici, gerici
demeden, hiçbir fark gözetmeden tümüne yer vermeye çalışmıştı.
Ülkemizin yazın
alanında kalem oynatmış ne kadar kişi varsa bu yapıtta derlenmiş bulunmaktaydı.
Dahası, düşünceleriyle ve yazdıklarıyla belki hiçbir zaman biraraya
gelemeyecek, kendi aralarında da gelmek istemeyecek, birlikte anılmaktan bile
hoşlanmayacak bu yazar kişiler, ansiklopedinin sayfalarını süsleyen
resimlerinden birbirlerine dostça gülümseyerek, kardeşçe bakmaktaydı. (...)
Salt, bu nedenle
bile, İhsan Işık’ın büyük bir çaba sonucu ortaya çıkardığı ve: ‘’Bu ülkenin
nasıl olup da bunca birbirine zıt görüşlü aydını özgürce yetiştirebilmiş
olduğu’’ gerçeğini vurgulayan, gözlerimizin önüne seren yapıtını olumlu
karşılamamız gerekir. Kısacası İhsan Işık bence iyi bir iş yapmış.”
(Cumhuriyet
Kitap, 31.1.2002)
İhsan
Işık put his signature on 18 volumes of encyclopedias in Turkish and in English
so far. In İhsan Işık’s encyclopedia named "Encyclopedia of Turkey's
Famous People" which is published in English in 3 volumes, around 1,500
famous people who were raised in Turkey’s cultural and political hinterland are
being introduced.
İhsan
Işık has chosen these names among around 2,000 famous people included in the
Turkish encyclopedia named “Turkiye Unluleri Ansiklopedisi” which was published
6 months ago in Turkish.
The
“Turkey’s Famous People” included in both two encyclopedias are chosen in 6
areas which are 1- Turkey’s Famous People, 2- Famous Scientists, 3- Famous
Intellectuals and Literates, 4- Famous Men of Letters, 5- Famous Artists and 6
– Famous Women.
The
Turkish encyclopedia was published in these 6 categories as 6 volumes; and the
English encyclopedia these names are presented together in 3 volumes in
alphabetical order.
In
the selection of the names included in the encyclopedias a survey was conducted
with the academicians and freelance writers, and among around 10,000 names the
most important ones were found; comprehensive and accurate information was
collected about them and their biographies were written with a flowing style.
Knowing that we have respected famous people in
various areas and how they achieved this success will increase the self
confidence of our youth at the beginning, and their motivation increasing in
this respect will allow them to write their own succes, s stories.
Bir
süre önceydi. İhsan Işık’a “Türkiye Yazarlar, Şairler Ansiklopedisi” ve
internetteki BİYOGRAFYA “Türkiye Ünlüleri İnternet Ansiklopedisi’ndeki
bilgilerimin güncellenmesi, yeni kitap ve etkinliklerimin de yer alması için
bir e-posta göndermiştim. Her zaman olduğu gibi zarif ve olumlu ifadeleriyle
geri dönüşler aldım kendisinden. Daha sonra da “Bir ara görüşelim..” notu
geldi. Ancak bu kadar kısa bir sürede bir araya gelebileceğimizi düşünmemiştim.
Notun iletilmesinden yalnızca 2 gün sonra…
…
15/12/2018
Cumartesi…Telefonum çalıyor. Arayan İhsan Işık.
“Kadıköy’deyim
Nusret Karaca.14.00 gibi sahile yakın bir yerde olacağım, müsaitsen gel. Şair
bir kaç arkadaşla toplanacağız.”
“Çok
isterim. Gelebilirsem.” diye karşılık veriyorum davetine.
Bir
kaç dakika sonra telefonuma bir mesaj. Bulunacağı mekan. Ve ben dayanamayıp bu
nazik davet için yola çıkıyorum.14.00 gibi Reşitefendi sokakta Mücahit
Dabakoğlu‘nun bürosundayım
Dabakoğlu
Turizmci. Ancak bir eğitimci, şair, yazar…
Alçakgönüllü.”Kendime
göre..”diye kısa kesiyor şair kimliği üzerine yorumumu.
İhsan
Işık gelene kadar eğitim, edebiyat, eğitim, edebiyat ve de hayata dair
söyleşiyoruz. Sonra İhsan Işık geliyor.
Yanında
Beşiktaş’tan şair Sabri Galip Nakipler. Beni yine besleyen dakikalar…
Birlikte
beslendiğimiz yeni konular… zaman su gibi…
Ben
bir yandan belleğime kaydediyorum bazı söz ve cümleleri…bir kaç tane de olsa
yazmak, paylaşmak, edebiyat tarihine İhsan Işık’tan bir fotoğraf ve birkaç
satır yazı bırakmak…Daha önce Gazete Kadıköy‘de “Kuğulu Parktaki Kuşlardan
Biri” adlı şiir kitabının tanıtımını yapmış,
Moda’da
ki imza günleri’nden birine katılmıştım.
…
Sair,
Yazar, Gazeteci, Yazar, Filolog, Bürokrat, Başbakanlık eski danışmanlarından,
Çocuk Esirgeme Kurumu eski başkanları’ndan
Diyarbakırlı,
Mayıs 1952 doğumlu. Ciklet satıcılığı, garsonluk, otel ve matbaa işçiliği’nden
bir çok farklı işten tutun gazetelerde köşe yazarlığından bugünlere… Erzurum
Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunu. Çok sayıda esere imza
atmış. En çok “Ansiklopedileri” ile biliniyor.
…
İşte
Kadıköy’de kısa bir zaman diliminde İhsan Işık’tan…
…
-Şiir
de Nazım Hikmet okudum önce. Babamın kitapları arasındaydı. Sonra Necip Fazıl
Şiirleriyle…Cemal Süreya ve diğerleri geldi sonra. Nazım ve Necip Fazıl ..ikisi
de bu ülkenin şairi. Farklılıklar olacak.
-Bir
arkadaşa halk ozanı olduğunu söyleyen biri çok sayıda şiir getirmiş.1000 kadar.
“Bir o kadar daha var.” demiş. Arkadaş birazını okumuş ve iade etmiş. Yani
önemli olan sayı değil. Nitelik, içerik. Bazen bir söz bir dize çok şey
anlatır. Bana hitap etmeli, benim yüreğime dokunmalı şiir.
-Şiir
toplantıları yapılıyor. Birçok kişi kendi şiiri dinlensin istiyor, okunanların
ise çoğunu dinlemiyor.
-Dost
ahbap ilişkisi de bazen kitap için belirleyici oluyor. Hatta bazen kitap
çıkmadan övgüler başlıyor. Tanıdıkların her biri bir kaç farklı yerde olumlu
yorumlar yaptıysa tamam. Ancak bu, gerçek şiir ve şairin ortaya çıkmasına engel
oluyor.
-Gençlerimiz
tablet, bilgisayar, telefon başında sosyal.. sanal alemde. Çoğu yalnız, mutsuz,
umutsuz.
-İngiltere’de
( Oxford ta sanırım) bu sosyal medya bağımlılığı ve bunun olumsuz sonuçlarıyla
ilgili bir bölüm bile açıldığını duydum.
-Bana
Ansiklopediler ve Biyografya çalışmalarımla ilgili bilgiler geliyor yazar ve
şairlerden, bilim insanları’ndan. Ancak çoğu eksik bilgi. Doğum tarihi,
kitaplarının konuları, yayın tarihleri gibi bir çok eksiklikler var…Kitapların
adları var da, deneme mi? ,şiir mi? ,roman mı?, Hikaye mi?….Belirteceksin.
-Herkes
eskiden çok şeyimiz yoktu ancak mutluyduk diyor. Evet. Benim annem dışarda
çalışmıyordu, ev kadınıydı. Şimdi düşünüyorum. Ben ve kardeşlerim ne yapardık
tersi olsaydı. O ortam da biz sevginin sıcaklığını aldık, bazı duyguları. Bu
bir kazanç. Simdi şartlar değişik. Anne baba çalışıyor, bu duyguların yaşanması
için aile ortamı önemli Mücahid Dabakoğlu’nun da değindiği gibi. Birey olmak
evet, ancak bu aile ortamından uzak anlamda değil .Yorgun gelen anne baba,
teknoloji’nin yeni getirdikleri ile ilgilenen çocukla ilgilenmezse, sessizlik,
dinlenme olsun düşüncesiyle bir arada bulunup aile ortamı oluşmuyorsa ve
çocukların, gençlerin çoğu böyle yetişirse…
-Sadece
şiirle de yetinmemeli insan, başka şeyler de yazmalı. Deneme, öykü vs
Aziz
Nesin ‘in sözü sanırım.”Ülkede her beş kişiden altısı şair.
-Seninle
buluştuğumuza sevindim Nusret Karaca umarım daha sık karşılaşırız.
…….
Evet!
Arada Mücahid Dabakoğlu, Sabri Galip Nakipler ve benim de katıldığım bu sohbet
aslında kendiliğinden bir edebiyat toplantısına dönüştü. Güzel olan da buydu.
İhsan Işık koltuktan kalkmadan izin isteyerek bir kare de fotoğrafını çektim
yazıma ek olur diye.
Sonra
oradan ayrılıp Bahariye’ye doğru yola koyuldum. Halk Eğitim Merkezi‘nde bir
bardak çay içerken bu yazının içeriğini düşündüm.
…
Bugün
06 Mayıs 2021
Kısa
ya da uzun hiç önemli değil, yaşanmışlıklar ve “an” lar önemli.
Notlarımı
toparlayıp bu yazıyı kaleme aldım. Başka bir fotoğrafı ile, kitaplarından bir
kaçının kapaklarını da bu yazıya ekleyerek epeydir aklımda olanı
gerçekleştirmenin huzuru ile rahatladım.
Bizde
böyle…
Bir
işe başladın mı eninde sonunda bitireceksin…
Yazmak
böyle bir şey!
KAYNAK:
İhsan Işık İle Kadıköy’de Bir Cumartesi (Söyleşi: Nusret Karaca, sanattasarimgazetesi.com,
10 Mayıs 2021).
İnsanlığın sayfaları çoğalmazsa
İnsanlığın sözleri yazılmazsa
İnsanın insanı aramadığı olursa
İnsanlığın kapısını kim açar?
İşte, İhsan Işık marifeti ve yüreği ile
İçimizden geçen zaman tünelinde karşılaşırız!
İnandığı doğruların memleket
hırkasındaki
İspatını en güzel eserlere taşıma sevgisi
İnsanlık tuğlalarını örme telaşı
İnsanlığın yurdunda şaşkına çevirmez mi?
İmdat diyen bir kültür hazinesi
İnsaf demeyen kültür yıkıcılarına karşı
İhsan Işık sabrında doğan fikirler
İftiharımız olur ki
İnsanın tuğlasında duran harcın eli yıkanır!
İnsan insan insan insan yazsak ne çıkar?
İtibarını veya işçilik emeğindeki aşkı
nasıl açıklar?
İltifatlar bir yere kadar koruyabilir!
İyilik zamanında evrenin kalbini örmek
İyilikler ormanında kanat açmak
İhya olunacak işlere el vermek görkemi
İhsan Işık külliyatını saran güneş olur!
İlklere imza atarak nefes almak
İlklerin hamlelerini yapmak
İlkler haritasını göstermek
İnanılmaz enerji isteyen gerçekler yaşamıdır.
İvme kazanacak bir yolun geriye dönüşü olmaz.
İhsan Işık ustalığını yayıncılık kalesini
kurmak için
İlmek ilmek öreceği bir sanat ve kültür
mutfağı kurar ki
İşlerin hızlanıp sonuçlanması, kitaplara
dönüşmesi şok yaratır!
İmzanın gücü yaratılan eserlerin aynası ile
kazanılır.
İlklerin tarihteki yeri muhteşem ötesi bir
kazanımdır.
İhsan Işık bayrak açtığı hayat
katarında
İzlediği tarih birikiminin
dağlarını
İnsanlık ansiklopedileri bahçesine
katınca
İmkansız olanı başarması ile efsane
olur!
İzini elden bırakmadığı gerçek eserlere kafa
yorması
İnsanların köprülerini kurması ile alkışa
koşar!
İnsanın çocukluktaki karakteri neyse
İnsanlığa katacağı odur!
İbret alınacak tarih sınavları vardır ki
İşciliğin kralını sanat ve kültüre
bağışlamak mucizeyi getirir.
İhsan Işık sessizliğinde ortaya çıkan kültür
ağaçları
İnci kıvamında kazanım sağlar herkese!
İnleyen nağmeler susar ülke bağrında
İnsanlığın ülkesinde sahipsiz kalmaz kültür
ve sanat hazinesi
İştahını ucuz egolarla kaplayanlar sonunda
anlar.
İhsan Işık olmak için başarının saatleri hiç
durmaz!
İpe un seren arkaik dünyanın insanlık ordusu
İhsan Işık içinde onun kütüphanesine uğramadan
geçemeyecektir!
İnsanlık sofrasına ülkemizin kültür ağacının
tohumlarını bırakmak
İnsanlığa çağrısını sanatın çocukluğu
içinde
İnsanlığın vatanında kültür içinde
doyurmak
İhsan Işık limanında durmayacaktır!
İnsanlar hangi ülkeden gelirse gelsin
İnsanlığın ayak izleri için
İhsan Işık sokağından geçerek gerçeğe
varacaklardır.
İmgelerin yaşam gücü kadar
İkrar verenlerin yaratıcı insanlıkları
dünyanın beklediği ışık gibi
İşte, küresel dünyanın canında örnek
kitapların yolunda
İmkansızı başaran bir bilgenin sahnesinde
olmak için
İncinen insanlığı onaran
İnfaza uğrayan insanlık kitaplarını
İmrenmeyi öğrenecek insanlık çocukları
için
İhsan Işık Dicle'den Fırat'a damlalar
bırakıyor!
İnsanlığın karanlık kalbi aydınlansın
diye
İşaretini görenlerin yarınında sayfalar hep
açık ki
İlk söylenecek kahramanlar gibi
İhsan Işık emeğinde yaşanan mutluluğun
huzurundayız.
İyi ki kültür atlasının mağrasında insanlık
büyüttünüz!
İyi ki sanat sofrasında yeryüzü çocuklarını
yurdun belleğinden ayırmadınız!
İstediğiniz dünya için değil sadece
işlediğiniz insanlığı da kazandınız.
İhsan Işık adımlarında Diyarbakır şenlikler
hazırlıyor.
İçinde geleceğin masumiyeti kadar merhameti
için
İnleyen sözler kalmadan
İnsanlık umudu ören bir ustanın alınteri
unutulmazken
İnsanlığımızın amacında feneri yanan
çaresizlik yok olurken!
İnsanlık elçisi memleketinde okulunu açtı,
mutluluk kazandı.
İyisi mi sizler o kitapları, ansiklopedileri
bulup
İnsanlık hazinesi yapıp baş köşenizden
ayırmayın!
İnsanlık birden yaşam kitaplığına
dönerse
İhsan Işık kitapları sizi korur ve çoğaltır.
İnşaatın temeli sağlam ki korkmayın!
İnsan insan insan insan insan
İhsan eyle artık geleceğine ihsan eyle!
17 Haziran, 2021, Perşembe