İhsan Işık

Şair ve Yazar, Filolog, Genel Müdür, STK Yöneticisi, Ansiklopedi Yazarı, Bürokrat, Gazeteci

Doğum
04 Mayıs, 1952
Ölüm
06 Nisan, 2024
Eğitim
Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç
Diğer İsimler
Çocuk Esirgeme Kurumu eski Genel Müdürü. Başbakanlık eski Danışmanı

Şair ve yazar, ansiklopedist, filolog, emekli bürokrat, Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) Eski Genel Müdürü, STK Yöneticisi, İLESAM eski Genel Başkanı. TYB  2 dönem Genel Başkan Yardımcısı. Çocuk kitaplarında Savaş Yüce imzasını kullandı.  

4 Mayıs 1952, Diyarbakır (Merkez) doğumlu.  Sümerbank dokuma ustabaşısı Salih Işık ile terzi Fikriye Işık'ın (Güzel) ilk oğullarıdır. Diyarbakır Gazi İlkokulu (1964), Diyarbakır İmam Hatip Okulu (1970), Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1976) mezunudur. Ayrıca 1970-1972 arası İzmir Yüksek İslam Enstitüsünde eğitim görmüştür.

Kitap hacmindeki lisans tezi: “Necip Fazıl Kısakürek’in Oyunlarında Tipler”. 

1969 yılında arkadaşlarıyla birlikte, Diyarbakır İmam Hatip Okulu adına aylık edebiyat ve sanat gazetesi "Özlem"i çıkardı. 1970 yılında Diyarbakır’da, arkadaşlarıyla birlikte, “Türkiye Mukaddesatçı Gençlik Teşkilatı” adlı bir dernek kurmuş, verdiği seminerlerle kardeşlik kültürü temelindeki görüşlerini anlatmıştı. 1974 yılında, Diyarbakır’da aylık "Çile" dergisini çıkardı.

1976 yılından itibaren yerleştiği İstanbul’da İş ve İşçi Bulma Kurumunda memurluk; Çatalca, Şişli, Üsküdar Akşam, Üsküdar Cumhuriyet ve Burhan Felek, Küçükyalı Kadir Has liselerinde edebiyat öğretmenliği yaptı. Özel bir kuruluşta basın danışmanlığı, Akabe Yayınevi ve Mavera dergisi yönetmenliği, reklâm ajansı yöneticiliği, Ünlem Yayınları sahipliği ve yöneticiliği (1990-95), İstanbul Büyükşehir Belediyesi İETT Genel Müdürlüğü basın danışmanlığı (1995-96) görevlerinde bulundu.

1996’da Ankara’ya yerleşerek Başbakanlık Danışmanı (1996), Başbakanlık SHÇEK Genel Müdürü ve Genel Müdür Yardımcısı (1996-98) olarak görev aldı. 1997 yılının Başbakanlık tarafından “Sokak Çocuklarına Şefkat Yılı” olarak ilan edilmesine öncülük etti.

Türkiye Yazarlar Birliği (iki dönem genel başkan yardımcısı), İLESAM (iki dönem genel başkan) ve Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi oldu.

 İhsan Işık, Gülay Işık (Gülmen) ile evli olup; 4 çocuk babası ve 4 torun dedesi idi.

Çocukları: Özlem Işık, Yunus Işık, Betül Işık Şahinbaş, Abdullah Selçuk Işık. 

Torunları: Ömer Tekci, Nida Nur Tekci, Masal Işık Şahinbaş, Bulut Işık Şahinbaş. 

2018’den itibaren çalışmalarını Kocaeli’nin Gebze ilçesinde sürdürdü. 06 Nisan 2024 tarihinde tedavi gördüğü hastanede hayata gözlerini yumdu.

Ardından birçok gazete ve dergide yazılar makaleler yayımlandı. Bunlardan birkaçı;

https://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/biyografyanin-kurucusu-ihsan-isik-oldu/11554

https://www.mucadelegazetesi.com.tr/diyarbakir-bir-degerini-kaybetti-ihsan-isiktan-aci-haber

https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/dogan-hizlan/ihsan-isikin-ardindan-42443666

https://www.ozdiyarbakirgazetesi.com/yazarlar/ibrahim-evirgen/ihsan-isik-i-kaybettik/119042/

https://www.karar.com/kultur-sanat-haberleri/edebiyatin-diyarbakirli-kazicisina-veda-arastirmaci-yazar-ihsan-1853859

https://www.maarifinsesi.com/diclede-parlayan-yildiz-ihsan-isikta-goctu/

https://www.diyarbakirsoz.com/magazin/yazar-isiktan-aci-haber-535485

  

Yazı Hayatı:

İlk yazı ve şiirlerini Diyarbakır yerel gazetelerinden Yeni Şark Postası, Mücadele (1965-69) ve Milli Hakimiyet (1970-71) ile İstanbul gazetelerinden Babıali’de Sabah (1969), arkadaşlarıyla çıkardığı aylık Özlem (Diyarbakır, 1969-70, 8 sayı) gazetelerinde yayımlamıştı.

1971’den itibaren yazı ve şiirleri Tohum, Hilal, İslâm Medeniyeti, Pınar, çıkardığı Çile (Diyarbakır, yayın yönetmeni, aylık dergi, 1974-1975, 6 sayı), Yeni Sanat (1975), İslâm Ümmeti (yönetmen,1982, 12 sayı), Düşünce, Tek Yol, Muştu, Aylık Dergi, Girişim (yayın kurulu üyesi,1985-87), Mavera (genel yayın yönetmeni, 1987), Dış Politika (1988), Yürüyüş (Diyarbakır, 1989), Yeni Zemin (yayın kurulu üyesi, 1995), Yedi İklim (2002) ve Hece (2003) dergileri ile Hür Söz (Erzurum, günlük fıkra, 1972), Yeni Devir (sanat-edebiyat sayfası yönetmeni, 1977, 1980), Millî Gazete (1976-86), Zaman (1986), Akit (Vakit, 1994), Yeni Dönem (genel yayın yönetmeni, 1999, 2002), Tutanak (2000), Yeni Şafak (dizi yazı, 2000) gazetelerinde yer aldı. Ayrıca SHÇEK Sosyal Hizmetler, SHÇEK Gençlik, SHÇEK Çocuk dergilerini kurdu ve yönetti (1996-97).

1991’de Peygamberimizin Hayatı, 1992’de Dört Büyük Halife adlı kitapları Almancaya çevrildi.

Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi’nin üç ciltlik basımı 2005 yılında İngilizceye çevrilerek, dönemin Kültür Bakanı Atilla Koç tarafından Ekim 2005’teki Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarında yabancılara tanıtıldı.

Akdeniz Kıyısında Bir Çocuk adlı şiiri iki ayrı formda bestelendi. Bazı şiirleri İngilizce, Arapça, Makedonca ve Arnavutçaya çevrildi.

1991’de Peygamberimizin Hayatı, 1992’de Dört Büyük Halife adlı kitapları Almancaya;  2005’te Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi adlı eseri 3 cilt halinde, 2008'de Şiirler adlı kitabı, 2013 yılında Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi üç halinde İngilizceye çevrilip yayımlandı.

“Sevgilim Uzaklarda” adlı şiiri, ünlü besteci Turhan Taşan tarafından 2018 yılında “Uzaktasın Yarim” adıyla bestelendi ve aynı yıl ilk kez Udi Bestekâr Murat Demirhan tarafından seslendirildi.

İhsan Işık, yazar biyografisi alanında yarım yüzyıla yakın bir sürede sabırla yürüttüğü çalışmalarının ana gövdesini  2006 yılında, 10 cilt halinde “Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi” adıyla yayımladı. Daha sonra 11. cildi de çıkan bu eseri, kendi alanında Türkiye tarihi boyunca yapılmış en kapsamlı çalışma olup, ek cilt çalışmalarıyla genişletilmektedir.

Gezileri:

1995 yılında Türkiye Yazarlar Birliğinin düzenlediği Aşkabat (Türkmenistan), 1996’da KKTC, 2003'te Strasbourg (Fransa) Türkçenin Uluslararası Şiir Şölenlerine katıldı. Yurtiçi ve yurtdışında çok sayıda konferans verdi, panel ve açık oturumlara konuşmacı ve yönetici olarak katıldı. Aynı yıllarda Almanya’yı birçok kez, iki aylığına Fransa’yı; kısa sürelerle Kıbrıs, Hollanda, Lüksemburg, Belçika, Türkmenistan, İran, Arnavutluk ve Makedonya'yı dolaştı. İzlenimlerinin bir bölümünü kitaplaştırdı.

Katıldığı Şura ve Sempozyumlar:

 

İhsan Işık, çeşitli tarihlerde, Kültür Bakanlığı ile Aile Bakanlığının düzenlediği şuralarda; DİTAV ve Dicle Üniversitesinin düzenlediği sempozyumlarda bildirileriyle katılıp konuşmalar yapmış; bunlardan bazıları kitap halinde yayımlanmıştır.

 

Ödülleri:

 

İhsan Işık, biyografi çalışmalarıyla 2004’te İLESAM Türk Dünyası Hizmet Ödülüne, 

2005’te Türkiye Yazarlar Birliği Özel Ödülüne, 

2014'te ESKADER tarafından Ansiklopedi dalında Yılın Yazarı ödülüne değer görülmüştür.

 

 ESERLERİ (İlk basım tarihleriyle):

 

Şiir:

 

Eğilim Anıları (1975),

Akrep ve Yelkovan (1987),

Akdeniz Kıyısında Bir Çocuk (1995),

Kuğulu Park’taki Kuşlardan Biri (2002),

Şiirler 1968-2008 (2008).

 

Deneme-İnceleme:

 

Kültürümüzün Kimliği (1982, gen. 5.bas. 2018),

Sömürgeciliğin Çağdaş Boyutları (1983),

Uluslararası Sorunlar / İslam Dünyası ve Türkiye (1987),

Kültürümüz ve Kadınlarımız (1987),

İki Yobaz (1995),

Altmışında Rock Dinlemek (2015).

 

Monografi:

 

Peygamberimizin Hayatı (1986),

Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk (1990, Üstad Said Nursi adıyla, 2011).

Dört Büyük Halife (1991, Dört Büyük İslam Önderi adıyla, 2010),

Filit Girişen / Hayatı-Düşüncesi-Eserleri (1999).

 

Biyografi - Sözlük - Ansiklopedi:

 

Yazarlar Sözlüğü (1990, gen. bas. 1998),

Ortaokul ve Liseler İçin Yazarlar ve Şairler Sözlüğü (1993)

Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (Tek cilt, 2001, 3 cilt, 2004),

Ankaralı Şairler ve Yazarlar (2003),  

Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (10 cilt, 2006, 11. cilt: 2009),

Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi (6 cilt, 1- Ünlü Devlet Adamları, 2- Ünlü Bilim Adamları, 3- Ünlü Fikir ve Kültür Adamları, 4- Ünlü Edebiyatçılar, 5- Ünlü Sanatçılar, 6- Ünlü Kadınlar, 2013), 

Diyarbakır Ansiklopedisi (5 cilt, 2013), 

Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014).

Bilim ve Düşünce Tarihimizde Ünlü İsimler (Tek cilt ansiklopedi, 2018)

 

Gezi:

 

Makedonya ve Fransa İzlenimleri (2002),

On Ülkeden Gezi İzlenimleri (2014).

 

Çocuk Romanı (Savaş Yüce adıyla):

 

Kaçaklar (1987),

Sevgili Anneciğim (1988).

 

Almanca:

 

Das Leben Des Islamischen Propheten Mohammed (1991),

Die Vier Grossen Kalifen In Der Islamischen Religion (1992).

 

İngilizce:

 

Encyclopedia of Turkish Authors (3 cilt, İngilizce, 2005),

Rainy Cty (2008),

Encyclopedia Famous of Turkey (3 volume, 2012).

 

Antoloji (Editör):

 

İLESAM 2008 Şiir Antolojisi (2008).

 

Yer Aldığı Antoloji:

 

Türk Şiiri Özel Sayısı (Hece dergisi, Sayı: 53/54/55, Mayıs/Haziran/Temmuz 2001)

 

Ortak Kitap (Sempozyum Kitapları):

 

1.Bütün Yönleriyle Diyarbakır Sempozyumu (27-28 Ekim 2000, Ankara, 2000; İhsan Işık / “Seyfüddin Âmidî Kimdir, Önemi Nereden İleri Gelmektedir?”, s. 194-200),

Tanzimat’tan Günümüze Diyarbakır Cilt 3 (Editörler: Oktay Bozan, Hakan Asan, Hatip Yıldız, Mehmet Salih Erpolat, 2019; İhsan Işık / “Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Diyarbekirli Yazarlar”, s. 108-122).

 

Bölüm Yazarı:

 

Bulutları Delen Kartal (Cemil Meriç’le röportajlar, Editör Mustafa Armağan, 2012).

Mehmet Akif Dönemi ve Çevresi (TYB- 2021)

 

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA: Yahya Akengin / Eğilim Anıları (Hisar, sayı: 140, Ağustos 1975), Necati Polat / Cumhuriyet Dönemi Şiirine Bakış ya da Son Elli Yılın Şiiri - Üç Şair Üç Söyleşi / İhsan Işık’la (Aylık Dergi, Şiir Özel Sayısı-1, Nisan-Mayıs-Haziran 1982), Günümüz Türkiyesinde Kim Kimdir? (1989, 1990), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Türk Şiiri Özel Sayısı (Hece dergisi, Sayı: 53/54/55, Mayıs/Haziran/Temmuz 2001), Abdurrahim Karakoç / Yayın Dünyasından Bilgiler (Akit, 19.11.2001), Metin Cengiz / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (Varlık, sayı: 1131, 1 Aralık 2001), Tansu Bele / Yeni Bir Yazarlar Ansiklopedisi (Cumhuriyet Kitap, sayı: 624, 31.1.2002), Abdurrahman Dilipak / Depoda Ne Var? (Vakit, 4.3.2002), Ömer Lekesiz / Yazarlar Ansiklopedisi (Hece, sayı: 63, Mart 2002), Muzaffer Uyguner / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (Cumhuriyet Kitap, 11.4.2002), Ruhan Mavruk / İz Bırakmak (Berfin Bahar, Temmuz 2002), Necmettin Turinay / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi: Türkiye’nin Birikimi (Umran dergisi, Eylül 2002), Hasan Akarsu / İhsan Işık’ın Şiirleri (Türk Dili Dergisi, Ocak-Şubat 2003), Sedat Umran / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (Yedi İklim, Ağustos 2004), Canan Sevinç / İhsan Işık - Encyclopedia of Turkish Authors (Hece, Mart 2006), Mevlüt Mergen / Ali Emiri'den Sonra İhsan Işık! (Yeni Yurt, 23.06.2009), Suavi K. Yazgıç / Bir Ansiklopedistin Portresi: İhsan Işık (Gerçek Hayat Dergisi, 7 Ekim 2011), Mustafa Miyasoğlu / Ünlüler Ansiklopedisi (Yeni Akit, 11 Şubat 2013), Araştırmacı yazar İhsan Işık 'Bâbıâli Sohbetleri'nde 'Türkiye'de Ansiklopediler ve Ansiklopedicilik' konusunu anlatacak (Yeni Şafak, 08 Ekim 2013), Diyarbakır Valiliğinden Değerli Bir Eser (İlke Haber, 23.08.2014), Mehmet Aycı / Her insana bir biyografi olarak bakıyor (dunyabizim.com, 10.06.2013; “İki Yüz” kitabı içinde, 2015), Sultan Su Esen / İhsan Işık'ın İbretlik Dersle Dolu Fransa İzlenimleri (gercekedebiyat.com, 04.03.2015), Batıyı çamurdan kurtaran Müslümanlardır (milatgazetesi.com, 22.01.2019), Kayapa söyleşilerinin konuğu İhsan Işık (dunyabizim.com, 29 Ocak 2019), Kamil Parın / “Işık, İhsan” (teis.yesevi.edu.tr, 2019), Bülent Ağaoğlu / Ünlü Fikir ve Kültür Adamları İhsan Işık: Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi - Ünlü Fikir Ve Kültür Adamları 3.Cilt. (Ankara: Elvan Yayınları. 2013) Kitapta Yer Alan Kişilerin Alfabetik Listesi (https://bulentagaoglu.blogspot.com/2020/06/unlu-fikir-ve-kultur-adamlari-ihsan.html).

AKREP VE YELKOVAN

 

Burası dünya

Gökler mi yüksek mi alevler mi

Hani ya kızgın sularda

Yüzmeyi bilen gemi

 

Burası Türkiye

Ve şımarık buzul

Ve direnen çiçek

Biraz sen biraz ben

Apaydınlık gelecek

 

Burası ben

Her şey gittiğinde arda kalan

Sayılarına gelince

Akrep ve yelkovan

 

KUĞULU PARK'TAKİ KUŞLARDAN BİRİ

KUĞULU PARK’TAKİ KUŞLARDAN BİRİ

 

İhsan IŞIK

 

Evim yok bu şehirde Tanrım

Buralarda kimsem yok

Bilemiyorum hangi sokak hangi kapı

Geceleri yekpare ıssızlıktır

Bir konukevinde bir seccade

 

Ben kimim bu şehirde Tanrım

Tanıyan yok bilen yok

Ha ben ha Kuğulu Park'taki kuşlardan biri

İsmimi antetli kâğıtlardan okuyor herkes

Kaç zamandır kayboldum aramıyor beni annem

 

Bir sevgilim var Tanrım çok uzaklarda

Sesi telefonun ucunda mı yüreğimin içinde mi bilemiyorum

Ve o bilmez bu denli hasret nedir bu denli sevmek

Her sabah her akşam hayali karşımdadır

Ben hayalinin yanında

 

Bir düş kurdum Tanrım ne olur uyandırma

Küçücük bir düştür bu senin yüce katında

O bir yerde kaldı, ben bir yerde

Ne olsun küçük bir armağan olsun

O da olsun yanımda

EŞREF SAAT

 

Saatlerimi sana kurdum her sabah

Karaladım üstünü tüm sayıların

Çıktım cennetinin yolculuğuna

Gelip cehenneminde durdum

Uykusuzdum perişandım

Bütün yaralar omzumda

 

Sen var ya sen

Geçen ve geçmeyen saatlerime ayna

Bir gün dedin ki bana

Artık dolanıp durma kapımda

Ey fırtına ey boran ve ey talihsiz adam

Senin için ıssız bir adadır dünya

Sılan yok mu senin ey yabancı

Şimşekler altında bir çadır

Zehirli bitkiler ormanı ya da

 

Ben var ya ben

Eskiden beri dil bilmezin biriydim

Senden sonra eklendi kimsesizliğim

İşte bundandır kekemeliğim

Ve mavi ve kızıl gecelerimden

Bir dize haber veremeyişim sana

 

Aslında hiçbir gün hiçbir şey

Diyemedim ki sana

Vuruldum yalnız hep yapayalnız

Saatler günler aylar boyunca

Bu eşkıya kentin sokaklarında

Bıkıp usanmadan aradım her gün

O mağrur bakışının bir eşref saatini

 

 

 

 

"CEMİL MERİÇ'LE BİR KONUŞMA"

"CEMİL MERİÇ'LE BİR KONUŞMA" (*)

 

İHSAN IŞIK

 

Sunuş

 

1980 yılının son günlerinde, sanat-edebiyat sayfasını yönetmeye devam ettiğim Yeni Devir gazetesinde güzel bir heyecan vardı. Üstad Cemil Meriç, gazetemizde günlük yazılar yazmaya başlayacak, bu yazılar okuyucularımız için büyük bir kazanç olacaktı.

Yazı işleri müdürümüz Mehmet Durlu, bu vesileyle üstadla yapılacak bir röportajın güzel karşılanacağını söylemiş ve bunu benim yapmamı istemişti. Yaklaşık iki hafta süren bir hazırlıkla üstadın eserlerini yeniden gözden geçirdim. Sorularımın sıra dışı olduğuna kanaat getirince randevumu alarak üstadın kapısını çalma cesaretini gösterebildim.

Kapı girişinden başlayarak her tarafı kitaplarla dolu evinde gerçekleşen bu röportajda Üstad Cemil Meriç’in çok önemli mesajlar verdiğini; bu mesajların, üzerinde makaleler yazılacak kıymette olduğunu hatırlatarak, kendisini bir kez daha rahmetle ve minnetle anıyorum.

İlk defa tarihinde 9 Ocak 1981 tarihinde Yeni Devir gazetesinde – elimde olmaksızın küçük bir bölümü çıkarılarak- tam sayfa halinde “Cemil Meriç’le Bir Röportaj” başlığıyla yayımlanmış olan bu röportaj, büyük ilgi görerek aynı yıllarda bazı (Suffe Yıllığı vd.) yıllıklara alındı.

Son olarak da 2004 yılında, iki editör tarafından bana haber verilmeden değiştirilip kısaltmalar yapılarak, Cemil Meriç’le yapılmış röportajları toplayan bir kitapta “Tanzimat’tan Beri İslam Düşüncesi Zeval Halindedir” başlığıyla yer aldı. (**)

Röportajın bant çözümü orijinal metni ilk defa şimdi yayımlanmaktadır.

 ***

 İHSAN IŞIK - Yeni Devir okuyucusu tanır sizi. Bununla birlikte ha­yatınız hakkında daha geniş bilgiye sahip olmak istiyorduk?

CEMİL MERİÇ- İnsanın hayatından bahsetmesi teşhir illetinin bir nev'i. Sevmem bunu. Otuz yıl hocalık yaptım. Babam hâkimdi. Valide ilmiye sınıfındandı. 4 yaşından beri okuyorum. Hayatım kitaplarımdır. Bir takım memuriyetlerim de oldu. Okumak, okutmak, öğrenmek, öğretmek, bunun için yaşıyorum. Antakya'da doğdum.  Tarihi: 12.12.1917. Demek ki 63'ü tamamladım. Bazı bahtiyar tesadüflerim oldu. Çok iyi hocalarım vardı. Ali ibni Fani orta mektepte hocamdı. 1. dünya savaşından önce Edebiyat Fakültesi'nde metin şerhi profesörüydü. Edebiyatı çok iyi bilirdi. Üniversite'de hocalarım olmadı. Lisem üniversitemdir. Mahmut Ali, Memduh Selim yâd ettiğim hocalarımdır.

İHSAN IŞIK - Okuduğunuz okullar?

CEMİL MERİÇ - Rüştiye mektebi,  sonra Antakya Lisesi. Sonra İstanbul Edebiyat Fakültesi Fransız Filolojisi. Babam hâkimdi Antakya'da. Ben de orada doğdum. Sonra Reyhaniye'ye geldik. Antakya Lisesi'ne girdim. Antakya Sultanisi idi adı. Sonra lise oldu. Antakya Lisesi. Orayı bi­tirdikten sonra İstanbul'a geldim. Edebiyat Fakültesi'ne girdim. Fakülteyi bitirdikten sonra hoca oldum Elaziz Lisesi'nde. Elaziz Lisesinde iki sene kaldıktan sonra İstanbul'a döndüm. Bir miktar yazı yazarak hayatımı kazandım. Sonra üniversitede yer açıldı. Haliyle ora­ya girdim.

İHSAN IŞIK - Üniversite hocalığına başlamış oldunuz?

CEMİL MERİÇ - Yetmiş dörde kadar üniversitede kaldım. Kırk altıdan yetmiş dörde kadar. Yetmiş dörtte emekli oldum.

İHSAN IŞIK - Eserlerinizden aldığım notlarla ve diğer konularla il­gili sorularım var.

CEMİL MERİÇ - Evet,  buyurun.

İHSAN IŞIK – Osmanlının son döneminden bahsederken, “Genç batının her nazına, her cilvesine katlanan bir ihtiyar âşık olduk” diyorsunuz. Her dönemin belli vadeleri olduğuna inanıyor musunuz siz de? Bu “ihtiyar âşık” hissedişi bir zorunluluk muydu acaba?

Bir de, “ihtiyar âşık”ların torunları şimdi aynı sevgiliye hem çiçek hem taş gönderiyor. Bir de buna ne dersiniz?

CEMİL MERİÇ – Güzel.

CEMİL MERİÇ – Bir daha oku şunu.

(Soru tekrarlandı. Cemil Meriç, konuşmamızı izleyen bir misafir gence dönerek)

-                         Çetin bir sual, değil mi evladım?

MİSAFİR GENÇ – (Bana hitaben) Bir daha sorar mısınız?

İHSAN IŞIK - Bir daha sorayım mı efendim?

CEMİL MERİÇ - Buyurun.

(Soruyu tekrarladım)

CEMİL MERİÇ - Garip bir sual.

MİSAFİR GENÇ - Cebir muhasebesi gibi bir şey.

İHSAN IŞIK – Af edersiniz, galiba biraz karışık sordum.

MİSAFİR GENÇ - Hayır,  soru karışık değil, ben latife ediyorum.

CEMİL MERİÇ - "Bu,  bir trajediyi belirtmek için söylenmiş edebi bir nevi söz. Yani o hale geldik, müstağribler daha doğrusu. Benim müstağribler dediğim bir tip vardır biliyorsunuz.

İHSAN IŞIK - Evet.

CEMİL MERİÇ - Müstağrib, ülkesinde muhacir, batılılaşmış ve garip. Hem garibe, hem garbi kucaklayan bir isimdir müstağrib kelimesi. Müstağriblerle o hale geldik. Başlangıçtan itibaren âşıktık. Bu aşk son zamanlarda büsbütün arttı. Ve biz de ihtiyarladık zaten. İhtiyar bir medeniyetin çocuklarıydık. Bu, müstağriblerin anatomisidir. " Aşk... Âh minel aşk ve halatini" denildiği gibi, aşkın tecellileri belli olmaz. İhtiyardır,  sevgilisini memnun edemediği için bazen taş gönderir, bazen çiçek.

İHSAN IŞIK - İfade edemediğimin farkındayım. Af edersiniz, bir şey sormak istiyorum. Bazı sosyologlar belli dönemlerin belli vadeleri ol­duğunu kabul ederler. Acaba bu, Osmanlının son dönemindeki "ihtiyar^ âşık" hissedişi, biz artık zorunlu olarak kocadık, yapabileceğimiz bir ihtiyar aşkıdır, hissedişi miydi?

CEMİL MERİÇ - Böyle bir muaşakayı yazmadım. Bu bir edebi söyleyiş. Müstağrib tabii ki ihtiyarladı. Esasen Osmanlı medeniyeti ihtiyar bir medeniyetti. 600 sene yaşayan bir medeniyetin çocukları elbette ihti­yarladılar. İhtiyarlamışlardı artık. Büyük yaratıcılıklarımı,  büyük enerjilerini kaybetmişlerdi. İhtiyar birer âşık psikolojisi içindey­diler. Binaenaleyh ihtiyar âşık ister istemez, elinde iktidar olmadı­ğından her cilvesine katlanacaktır sevgilinin, değil mi? İhtiyar âşık­ların, genç metresleri karşısında duydukları zaafı işaret ettim. Biz de o hale gelmiştik.

İHSAN IŞIK – Sağ olun. Bir de diyorsunuz ki,  "Bütün Kur'an'ları yaksak,  bütün camileri yıksak Avrupalının gözünde Osmanlıyız, Osmanlı yani İslam; karanlık,  tehlikeli düşman bir yığın."

Ortak Pazar statüsünde Avrupalıyla kucaklaşacağımız resmediliyor. Böyle bir ihtimalde işin içinde kültür de var. Kültürümüzün is­tikbali hakkında,  bu ihtimal üzerine düşünceleriniz?

CEMİL MERİÇ - Ne diyebilirim ki, edebiyattan politikaya geçiyorsu­nuz. Buna zaten cevap verilmiştir. Elbette iyi olmayacaktır. Avrupalı düşüncesini hiç bir saman değiştirmedi, değiştirmeyecek. Bizi öyle görüyor.

İHSAN IŞIK - O zaman değişen biz mi olacağız?

CEMİL MERİÇ - Evet. Politikada bir şey yok. Politikada oportünizm bahis konusudur. Her kılığa girebilir politika, bir takım mecburiyet­ler tahtında birçok anlaşmalar yapılabilir. Ama bu anlaşmalarda va­ziyetin değişmiş olduğu meydana çıkmaz. Avrupa daima böyle görür bizi. Nitekim halen öyle değil mi? Avrupa neşriyatında bizi ciddiye alan, bize saygı gösteren bir çeşni yok.

İHSAN IŞIK - 1938'de Nusret Safa isimli bir gazeteci "Milli bir edebiyat yaratabilir miyiz?" konulu bir anket düzenlemiş ve devrin değerlerinden almıştı. Böyle bir soruya ne cevap verirdiniz bilemiyorum. Fakat soruyu şöyle değiştirmek istiyorum: İslam tefekkürünün beraberinde bir İslam edebiyatı getirmesi konusunda düşünceleriniz, önerileriniz ne olur?

CEMİL MERİÇ - Her edebiyat bir dünya görüşünün ifadesidir. Edebi­yatın temelinde bir dünya görüşü vardır. Bizim de dünya görüşümüz İslamiyet’tir. Binaenaleyh ayrıca bir milli edebiyata ihtiyaç yok. Elbet­te her Müslüman’ın, her Türkçe yazan Müslüman’ın Müslüman’ca düşünmesi ve Müslüman’ca ifade etmesi tabiidir. Milli bir edebiyat diye bir mef­humun olduğuna da kani değilim. Öyle bir mefhuma ihtiyaç yok. Edebiyat bir toplumun ifade vasıtasıdır. Eğer bu toplum Müslüman’sa dünya görü­şü İslami dünya görüşü ise elbette edebiyatı da İslami ve dini ola­caktır.

İHSAN IŞIK - Bazı edebiyat türleri hakkında, mesela roman hakkında "bizim değil" diyorsunuz. Tiyatro da öyle. Diyelim ki İslami bir edebiyat İslam tefekkürüyle birlikte yeniden gelişip yayıldı, kök saldı. Acaba yeni türler bulmaya veya eski türlerden yararlanmaya mı ihtiyaç duyacağız; yoksa onlara kendi kültürümüzden aşılara bel bağlamaya mı devam edeceğiz?

CEMİL MERİÇ - Teknik çalışma budur. Neviler bütün dünyanındır. Roman nevileri, diğer neviler, bunlar bütün dünyada var. Çin'de de var, Japonya'da da var. Kendi ülkelerinin hususiyetlerini taşıyan, kendi ülkelerinin rengini taşıyan birer edebiyat dalı haline geli­yor. Ama bu neviler üniversaldır. Çin-maçinden beri hepsi var bunla­rın. Yani bunlar bir kıtanın malı değildir. Biz uzun zaman almamıştık bunları. Fakat bunları Avrupa'ya mal etmek yanlıştır bence. Roman da, şiir de, şiirin bütün nevileri de bütün medeniyetlerin ortak mirası­dır. Ama bazı neviler bazı ülkelerde daha çok gelişmiştir. Bazı ülke­lerde gelişmemiştir. Yani kıymetli olan, her şeyi alacağız. Duvarları kapamayacağız. Roman da tiyatro da birer ifade vasıtasıdır. Bunlardan istifade edeceğiz. Zaten tekrar ediyorum,  bunlar herhangi bir ülkenin malı değil, kökleri tarihin derinliklerine dayanır. Edebiyat, insanın kendini ifade etmesidir, Ruh dünyasını kelimeler vasıtasıyla ilan etmesidir. Yani ben bu hususta bir kısıtlamaya, pen­cereleri kapamaya taraftar değilim. Edebiyat insanlığın ortak malıdır. Aşağı yukarı, bütün dünyada nevileri aynıdır. Yalnız bazı ülkeler, ne­vilerinden bazılarına daha çok öncelik tanımış, onların üzerinde derin­leşmiş, onlara adeta kendi ülkelerinde kendi tarihlerinde kendilerini ifade vasıtası telakki etmişlerdir. Ama nevileri, bu Avrupalı, bu As­yalı diye ikiye ayırmak mümkün değildir. Yeni bir şey icat etmenin manası yok. Varsa ihtiyaç,  olur. Ama ihtiyaç, yok demek ki yeni bir şey olmuyor. Bizde Avrupa ile temastan önce Roman diye bir şey yoktu, hikâyeler vardı. Bunları anlattım muhtelif yazılarımda. Hikâyenin ken­dine mahsus hususiyetleri vardır. Ama Avrupa daha çok ilerlemiştir romanda, metotlarını daha sarih olarak anlatmıştır. Biz e onun metot­larını aldık, benimsedik. Bunda bir şey yok, aykırılık yok İslamiyet’e ve milliyete.

İHSAN IŞIK - Bazıları için müstesna diyemez miyiz? Mesela tiyatro? İslam’da kadının sahneye çıkması...

CEMİL MERİÇ - Yok, tiyatro yok bizde.

İHSAN IŞIK - Tiyatro yok.

CEMİL MERİÇ - Yok. Hiç bir zaman da gelişmemiştir.

İHSAN IŞIK - Yani İslami bir tiyatro olamaz?

CEMİL MERİÇ - Evet, İslami bir roman olabilir belki ama İslami ti­yatro olamaz.

İHSAN IŞIK - Teşekkür ederim. İran devrimi üzerine birçok yorum var. Bunlardan bazıları hakkında sormak istiyorum.

Deniliyor ki, "İran İslam devrimi, 1789 Fransız, 1917 October devrimleriyle birlikte üç büyük devrimden birisidir ve önem bakımından onlardan aşağıda değildir. Bu devrim, yeni bir çağın, İslam çağının habercisi,  işareti sayılabilir."   Siz ne dersiniz?

CEMİL MERİÇ - Efendim, ben bu konularda daha ihtiyatlı yazmak lazım geldiğine kaniim. Çünkü henüz meyvelerini vermiş, vaidlerini tutmuş, bitmiş bir devrim değildir. Başlamış bir devrimdir. Belki bir ümittir, belki bir müjdedir,  belki bir fecir pırıltısıdır. Fakat bunun büyük et­kileri olabileceği, gerçekten dünyayı değiştirecek, İslam dünyasında büyük akisler uyandıracak, büyük uyanış ve kalkış teşkil edebilecek ma­hiyette midir? Bunları söylemek için henüz kehanete ihtiyaç var. Hiç kimse söyleyemez. Bu sadece ümittir, güzel bir ümittir.

MİSAFİR GENÇ - Keşke böyle olsa.

CEMİL MERİÇ - Keşke böyle olsa diye bekleriz. Fakat henüz belli de­ğil. Büyük bir talihsizlik eseri olarak Irak ve İran birbiriyle tutuş­tu. Ümitlerimiz bir parça zedelendi. Ümitlerimiz, ilk anda çok büyük olan ümitlerimiz, müteakip hadiselerle biraz küçülmek zorunda kaldı. Ben dostça karşılarım. Dostça bir harekettir, güzel bir harekettir, fakat nasıl bir netice vereceğini bilemiyoruz. Keşke öyle olsa. Burada, lehte konuşanlarda, aleyhte konuşanları da ifratla tefrit arasındadır­lar. Ben her ikisini de doğru bulmam. Bekleyiş devrindeyiz, bekle de gör. Daha belli olmadı ki. İhtilal bir senede iki senede meyvelerini vermez. Hakkında karar vermekte caiz değildir. Çünkü henüz yaşanan bir tarih bu. Biliyorsunuz; tarihçilerin şöyle bir prensipleri vardır: Umumiyetle otuz sene geçmeden üzerinden, bir vakadan bahsetmezler. Ta­rih olması için, tarihin konusu olması için en az otuz sene geçmesi lazım üzerinden. Bu bir başlangıç, bir fecir pırıltısı,  sönebilir de muhteşem bir maceranın başlangıcı da olabilir. İran'da buna benzer ha­diseler çok görülmüştür. İran içtimai bakımından zaman zaman volkanik bir arazidir. Yani Bahaizm, Babizm gibi birçok karanlık hareketler vardır tarihinde. Bu hareket onlara benzemez, kabul ediyorum. Fakat ne olacağını önceden kestirmek kabil değildir, vakit erkendir. Bu ka­dar kesin çizgilerle,  olmayan bir istiklali olmuş gibi telakki etmek yanlıştır. Bunu söylemek ancak falcılara mahsustur. Tekrar ediyorum, İran devrimi çok muhteşem bir hadise olabilir, İslâmiyet için bir uya­nış hamlesi olabilir, bir fecir pırıltısı olabilir, güzel bir günün başlangıcı olabilir, fakat sönebilir de. Henüz bitmiş değildir yani. Sadece dostça bir davranış ve bekleyiş içinde olmamız gerekir.

İHSAN IŞIK- Fransız ve Rus devrimleriyle karşılaştırılmasını erken buluyorsunuz.

CEMİL MERİÇ- Çok erken.

İHSAN IŞIK- Siz, bizdeki batıcılık macerasını en iyi bilenlerdensiniz; aynı şekilde batı medeniyetinin insan ayağının değdiği her noktaya damgasını her vuruşunu da. Bu bir kaçınılmaz sanılırken ters bir örnek verildi İran'da. Bu coğrafya da İslâm devrimi uzun zaman egemen olmuş batılı anlayış, kavrayış ve hayat tarzına rağmen kucaklandı. Bu konu için düşünceleriniz?

CEMİL MERİÇ- Yukarda söyledim. Çok güzel, göz yaşartıcı, göğüs kabar­tıcı bir hadisedir. Fakat bitmeyen bir hadise hakkında hüküm vermek yersizdir. Yukarıdaki sualin cevabı bunun da cevabıdır. Ben sadece ü­mitle bekliyorum ama henüz bir şey söyleyemem. Yani böyle beş muvaf­fakiyet üç başarısızlık bir şey ifade etmez. Tarihte bazen böyle alda­tıcı şeyler vardır. Yani fecri kazipler vardır. Fecir sökmeden evvel bir şey söyleyemeyiz. Fecri sadık mıdır,  fecri kâzip midir, bunu nasıl bileyim ben? Aşağı yukarı bütün neşriyatı takip ettim, Türkiye’de çıkan. Bana sadece ümit verdi. Sonra bu aksi hal, yani Irak-İran savaşı ümitlerimi zayıflattı. Yani eskisi kadar heyecanlı değilim. Bu aksi şey tabii, İran devriminin hatası değildir, böyle bir şey olması. Fakat Amerika, Rusya, her neyse harici kuvvetler bu hale getirdiler. Mukavemet edebilecek mi bu fırtınaya? Bunu bilemiyorum. Yüzde yüz nikbin de değilim, bedbin de değilim. Bu medeniyet, İran medeniyeti gibi eski bir medeniyet, bu fırtınalara karşı koyabilir. Atlatabilir bunları. Fakat atlatamayabilir de. Tarihle birçok hadiseler beklenmedik neticeler ve­rebilmiştir. Sadece çok hoşuma giden dostça karşıladığım ve başarısını temenni ettiğim bir hamledir. Yalnız bu hamlenin bütün meyvelerini verdi­ği ve kesin bir tahlile tabi tutulabileceğini söylemek erkendir bence.

İHSAN IŞIK- Erken bulduğunuzu söylediniz. Fakat konu ile ilgili bir soracağım daha vardı. Müsaadenizle soruyorum.

Deniliyor ki;  “Marksizm, İran devrimini kavramakta aciz kalıyor. Kapitalizm sürecini tamamlamadan devrim oluyor ve bu devrim sınıf devrimi değil. Üstelik otoritenin en güçlü, ekonominin en rahat zamanında. Devrim sınıf önderliğinde olmadığı gibi, bir parti veya herhangi bir örgüt de yok. Ve İran halkı devrime ekonomik talepler belirtmeden sarılıyor, Allah-u Ekber diyerek katılıyorlar."

Bu tespitlere bakılarak, İslâm topraklarında Marksizm’in işinin bit­tiği, sözü İslâm dirilişinin alacağı söylenebilir mi?

(Celim Meriç, bu konuları yukarda cevapladım dercesine susunca,  so­ruyu niçin gerekli gördüğümü anlatmaya çalıştım.)

İHSAN IŞIK- Özellikle şunun için soruyorum: Deniliyor ki, "Komünist partilerin ilk kurulduğu yerlerden birisi de İran'dır. Bütün çalışmaları­na rağmen. İran'da bir devrim oluyor fakat bu devrim Marksist bir devrim olmuyor, İslâm devrimi oluyor. "

CEMİL MERİÇ- Doğru. Bunların hepsi güzel, hepsi doğru. Yalnız tekrar ediyorum, mesele belli değil henüz. Yani bu başarılacak mı başarılamayacak mı? Böyle bir ümit belirmiştir. Çok güzel bir şey bu. Birçok peşin hükümler yıkılmıştır. Bu da çok güzel bir şey. Fakat bitmedi ki mesele.

MİSAFİR GENÇ- Şöyle bir şey sorabilir miyim? Arzu etmeyiz ama mu­vaffak olamadığı takdirde ne olabilir?

CEMİL MERİÇ- Evet,  tabii.

MİSAFİR GENÇ- Muvaffak oldu, tamam. Fakat diyelim ki olamadı, çe­şitli harici güçler İran'daki bu ümidi söndürdüler veyahut saptırdılar. O zaman ne olacak? Hiç de gayri mümkün değil, yani mümkün olabilir.

CEMİL MERİÇ- Tabii, olabilir. Solon'un meşhur hikâyesi. Fıkra ile ce­vap vereceğim. Solon'un meşhur cevabını vereceğim. Solon, Yunanistan'dan ayrılıp seyahate çıkar, dünyayı dolaşır. Bu dolaşmada dostlarının arzusu­nun tesiri vardır. Çıkar Yunanistan'dan, Firikya'ya gider. Orada hüküm­dar meşhur Karun'dur. Solon tanınmış bir adam, izzet ikram eder misafiri­ne Karun. Zengin adam biliyorsunuz; hazinelerini gezdirir, Solon'un göz­lerinin kamaşacağını zanneder. Gezdirme bitince sorar Solon'a: "Dünyanın en bahtiyar adamı kim?" diye. Karun, beklemektedir ki Solon "Sensin" desin. Solon, düşünür der ki, "Dünyanın en bahtiyar kadını Yunanlı bir kadındır. Çocukları muharebede öldüler. Kadın tek başına kalmış, fakat gayet bahtiyardır." "İkinci bahtiyar adam kimdir?" diye sorar Karun. Solon, ona da müteakip sorulara da benzer cevaplar verir. Karun şaşı­rır, "Ben böyle yaşarken nasıl olur?" der. Solon ona, "Sen yaşıyorsun, bitirmedin hayatını. Bütün bu ihtişamın,  bütün bu servetin yarın ne şekil alacağı belli değildir" cevabını verir. Bir insan hakkında hüküm vermek için hayatının tamamlanması lazım. Hikâyenin devamını biliyor­sunuz. Darius Frikya'yı istila eder. Karun'u yakalayıp asmaya götürür­ler. Darağacına gelince Karun, "Solon, Solon !" diye bağırır. Darius, "Deli mi bu adam, niçin bağırıyor?" diye sorar. Karun cevap verir. "Efendim” der, "Böyle bir hikâye oldu. Mağrurdum, son derece bahtiyar olduğumu zannediyordum. Dünyada benim hazinelerimden daha büyük hazine­ler yoktu. Fakat Solon, "Belli olmaz, ölünceye kadar hakkında hüküm vermek doğru değildir" demişti. Filhakika böyleymiş. Zatıâlinizin de böyle bir akıbete duçar olup olmayacağı belli değildir" der. Darius emir verir, Karun'u serbest bırakırlar,  Tarihte böyle garip hadiseler, çok güzel başlayan, çok kötü biten hadiseler vardır. İnşallah bu böyle değildir. Yani,  temennimiz, gönlümüz İran'la beraberdir. Fakat bir ilim adamı olarak vaktin erken olduğu kanaatindeyim, isterim iyi olması­nı ama konuşamam.

İHSAN IŞIK - İngiltere, Amerika ve birçok Batı ülkesinde İslam’ın bilgiden ziyade tarikatlar yoluyla müntesipler bulduğunu öğreniyoruz. Türkiye'de de bu temayül yenileniyor. Son yıllarda aralarında bir hayli yazar-çizer ve bürokrat olmak üzere tarikatlara ilgi gösterenler var. Bu temayülün âmilleri hakkında düşünceleriniz?

CEMİL MERİÇ - Batıda İslam’ın misyoneri yoktur. Tarikatlar bu vazi­feyi görüyorlar. Bir nevi misyoner vazifesi görüyorlar. İslamiyeti gö­türüyorlar. İnsanlar hakikati görsün, ne yolla görürse görsün, fena bir şey değil. Yalnız, Türkiye'de böyle bir şey olduğunu,  tarikatlara kucak açış hamlesi olduğunu zannetmiyorum. Çünkü tarikatlar, bir yerde ayırır insanları, birleştirmez. Ve Türkiye'de bilhassa böyle. Ben tarikatlardan yana değilim kişi olarak. Ama bunlar da İslamiyet’e faydalı oluyorsa fevkalâde güzel. Söylenecek bir şey yoktur. Tarikatlar dışın­daki insanlar eğer İslamiyet’in   yayılmasına hizmet etmiyorlarsa, bu kendi cehaletleri, kendi gafletleri, kendi hatalarıdır. Ediyorlarsa fevkalâde güzel.

İHSAN IŞIK - Şüphesiz öyle de, asıl öğrenmek istediğim şu: Acaba, niçin bunlar bilgi yoluyla değil de tarikat yoluyla, duygu yoluyla da­ha çok etkileniyorlar?

CEMİL MERİÇ - İnsanlar öyledir, işin içine çeşitli madrabazlıklar karışabilir, fakat karışmayabilir de. Bir tarikat kurucusu pekâlâ İslamiyeti yayabilir. Mesele yaptığı iştir. Ben Türkiye'de tarikatların lüzumuna kani değilim. Ama yabancı memlekete gidebilir, misyoner ola­rak. Eğer muvaffak oluyorsa, Avrupalıları İslam yapabiliyorsa alkışlamağa layıktır. Başka bir şey söylenemez ki.

İHSAN IŞIK - Ama mesela İngiltere'de Müslüman olan bazı aydınlar da var. Üniversitede görevli kişiler,  bilgiyle uğraşan insanlar. Fakat bunlar İslam’a bilgi yoluyla değil,  duygu yoluyla ulaşıyorlar?

CEMİL MERİÇ - İnsanların zaafı bu. "Bir örümcek götürür hakka beni" diyor şair. Olabilir. Gelsin de nasıl gelirse gelsin. Bugün gönül­le gelir yarın kafayla gelir.

İHSAN IŞIK - Fakat bunu ferdi planda mı düşünmek lazım?

CEMİL MERİÇ - Başka çare göremiyorum. Nasıl olabilir başka türlü? Şöyle diyelim: Maalesef Türkiye'de insanlar geniş ölçüde atalet için­dedir. Vazifelerini yapmadılar. Yapmamalarının birçok sebepleri de vardır. Tanzimat’tan beri İslam düşüncesi zeval halindedir. İnsanlar uyanmak için dürtülmeğe, kamçılanmağa muhtaçtırlar. Bu tarikatçı in­sanlar daha çok enerjik, daha çok konuşabiliyorlar. İnsanların zaafla­rından daha çok istifade edebiliyorlar. Ama bu salim bir yol mudur? Zannetmiyorum ama salim değildir diye ilk hamlede reddedemeyiz. Adam gelmiş İslam olmuş. Nasıl oluyorsa olsun. Evvela bir yola giriş bahis konusudur. Sonra düzelir. Başka çaresi yok. Ne yapsın adam? Bunları anlattım. 18., 19. asra kadar Kuran-ı Kerim tercümesi yok batı dille­rinde. Eee? Niye bu adamlar Müslüman olmuyor? Nereden olacaklar? Ne hadis var, ne Kuran-ı Kerim var. Tanımalarına imkân yok. Şimdi de bir takım misyoner rolünü oynuyor tarikatlar. Hatta sağlam ve dürüst tarikatlar bile. Mesela Celaleddin Rumi hazretleri. Evvela gönüller ge­lir, sonra derinlere inebilir insanlar. Yok,  başka bir şey olamaz ki. Öbür Müslümanlar duracak, seslerini çıkarmayacak, bu adamlar hareket edecek, gidecek, yorulacak, tehlikeleri göze alacak.

İHSAN IŞIK - Şüphesiz seveni de sevmeyeni de bulunan Muhammed Hamidullah'a atfedilen bir sözü hatırlatmak istiyorum. Hamidullah,  "Be­nim Fransızlara dönük şu kadar yayınım var. Fakat onlar kitaplardan çok dervişlerin sihirleriyle etkileniyorlar, hayret ediyorum" demiş.

CEMİL MERİÇ - Çok doğru. Avam böyledir. Halk böyledir. Bir yerde üniversite hocası da halktır. Hepimiz böyleyiz bir parça. Hazret-i Muhammed varken Celaleddin Rumi'ye gidiyorlar. Neden? Bu, zaafıdır in­sanların. Fakat onu anlamak kolay değil. Hamidullah bir zirvedir. Onu, söylediklerini,  söylediklerinin birçoğunu anlamak kolay değil. Fakat oraya gidip raks yapan insanları anlarlar. Kendileri o seviyededir. Bunu, gayet yerindedir diye söylemiyorum, maalesef böyle, realite bu. Başlangıçtan itibaren söylüyorum,  ben tarikatlara muhalifim. Hazret-i Muhammed zamanında tarikat mı vardı? Yoktu. Tarikat sonradan çıkmıştır İslam bir bütündür ve tarikatlara lüzum yoktur. Said-i Nursi hazretle­ri gayet güzel söyler. Belki eskiden lüzum vardı, çünkü insanlar bir­birleriyle temas halinde değildiler. Birçok şeyleri bilmiyorlardı. Binaen aleyh tarikatlar kuruldu. İnsanları terbiye mahiyetinde birer müesseseydi tarikatlar. Faydalı oldular. Birçok milletler tarikatlar sayesinde İslamiyet’e geldiler. Türkler de böyle. Tarikatların büyük faydası olmuş.

İHSAN IŞIK - Günümüz için şöyle diyor Said-i Nursi: "Şimdi tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır."

CEMİL MERİÇ - Tabii, ben de o fikirdeyim ama eğer tarikat müessir oluyorsa, eğer insanlar bundan hoşlanıyorlarsa, vaki olan her şeyi görmek lazım.

Neden istifade etmeyelim? Tarikatlar faydalıdır. Ben de tanıdım. Ne kadar insan geldi buraya, Fransız, İngiliz vesaire. Hepsi ta­rikat yoluyla İslamiyet’e gelmişler. Benim tanıdıklarımın çoğu tarikat­lar yoluyla gelmiştirler. Realite bu. Güzel bir şey tarikat. Bir yerde güzel bir şey, çünkü insanı yalnızlıktan kurtarıyor, bir zamanın içine atıyor. Yaşayan bir canlı oluyor. Yalnız ben, dediğiniz kadar geniş bir çevreye hitap edebileceğini sanmıyorum. Var, bazı istisnalar var, bunları biliyorum ama bu Türkiye ölçüsünde mühim bir şey değil. Yani, mesele "Bir örümcek götürür Hak'a beni"; gelsin, nasıl gelirse gelsin. Sonra düzelir.

İHSAN IŞIK - "Homo Ekonomikus'un kanlı fetihlerini gizlemeye yarayan bir şal" diyerek sömürgecilik yanına dokunduğunuz kültür. Birçok misaline rastlanan bir tuhaflığı sormak istiyorum bu defa. Hem batılı değerler ve zevkleri yerleştirmeye çalışıp, hem kültür sömürgeciliğine karşı çıkma bayrağını açanlar var. Ne diyorsunuz buna? Kültür sömürgeciliği derken asıl anlaşılması gereken nedir sizce?

CEMİL MERİÇ - Kültür sömürgeciliği doğrudan doğruya bütün değer hükümlerinden koparmak ve başka bir dünyaya, başka bir camiaya, başka bir medeniyete bağlamak. Kültür sömürgeciliği bu. Güzel bir şey değil tabii bu. Anlamadım dediğini?

İHSAN IŞIK - Birçokları var kültür emperyalizmine veryansın eden. Fakat tavsiye ettikleri yine batı kültürünün başka ürünleri.

CEMİL MERİÇ - Bunların hepsini "Mağaradakiler"de yazdım. Bu konuda söyleyeceklerimin hepsi orada söyledim. Kültür emperyalizmi saçma sapan bir şey. Kültür emperyalizmi olamaz. Bunları okuyun.

İHSAN IŞIK - Bir kitapta,  batı kültürünün üstünlüğü anlatılmaya çalışılırken, yazar, doğu kültürünün monolitik bir kültür olduğunu, dolayısıyla ondan artık bir şey beklenemeyeceğini söylüyor. Ne dersi­niz?

CEMİL MERİÇ - Hiç bir yaşayan kültür monolitik kültür değildir. Yaşayan her kültür çok cephelidir, dal budak salar ve söylenecek birçok sözü vardır. Doğu kültürü için monolitik sözü yanlıştır.

MİSAFİR GENÇ - O ne demek hocam?

CEMİL MERİÇ - Monolitik, tek yönlü, tek cepheli demek.

İHSAN IŞIK - Hocam, sorularım bitmedi. Vaktinizi çok aldım gerçi?

CEMİL MERİÇ - Devam edin evladım.

İHSAN IŞIK - Ali Şeriatî'den bahsederken andığınız isimler: Cevdet Paşa, Tunuslu Hayreddin, Mehmet Akif ve Necip Fazıl. Said Nursi ve Necip Fazıl'ı değerlendirirken daha çok celadet­leri ve aksiyonları üzerinde duruyorsunuz. Ya fikirleri?

CEMİL MERİÇ - Tabii onların üzerinde duruyorum. Ben Said-i Nursi hakkında fikirlerimi muhtelif yazılarımda anlattım.

İHSAN IŞIK - Daha çok celadetlerini takdir eden ifadeleriniz var orada...

CEMİL MERİÇ - Mühim olan celadettir. Celadet son derece mühim. Aydınların ne kadar tabansız olduğunu belirtirken söyledim. Necip Fa­zıl hakkında söylemiyorum bunu, Said-i Nursi hakkında söylüyorum. Said-i Nursi demek celadet demektir, şahsiyet demektir, kahramanlık demektir. Bir manayı tek başına bütün husumet dünyasına karşı müdafaa etmiş adamdır. Neden celadet demeyeyim? Müdafaa ettiği fikirleri za­ten Kuran-ı Kerim. Kuran'ın bir nevi sarihidir. Bir Müslüman müte­fekkirdir ve başlıca hususiyeti celadetidir. Belki onun gibi düşünen­ler çoktu Türkiye'de. Milyonlarca insan vardı. Fakat onların hepsi sindiler ve sustular. Said-i Nursi sinmedi ve susmadı. Bütün zorbalı­ğa rağmen iktidara karşı koydu. Bir davanın müdafaasını yüklendi üze­rine. Artık burada mühim olan celadettir. Çünkü ferdi iman, şahsi iman, susan iman, şerle mücadele etmeyen, kendi evinde oturan iman hürmete layık değildir. Ali Şeriati için gösterdiğim muhabbet de ondan. Bir fikir uğruna kafasını koydu adam. Said-i Nursi de koydu. Necip Fazıl için bir şey söyleyemem. Necip Fazıl hiç bir şeyini koymadı.

İHSAN IŞIK - Fikirleri üzerinde durmuyorsunuz. Bilmiyorum, erken mi buluyorsunuz?

CEMİL MERİÇ - Necip Fazıl'ın veya Said-i Nursi'nin fikirlerini şerh etmek değil, doğrudan doğruya Ali Şeriati'den bahsetmek söz konusu­dur orada. Orada bir mukaddime var. Mukaddimede kısa olarak yerlerini tespit ettim. Necip Fazıl bulanıktır zaman zaman. Said-i Nursi değildir. Bir celadet göstermiştir. Burada mukayese edilen adam şehittir. Buna mukabil karşısına çıkaracağımız adamlar, celadeti temsil eden adamlar olmalı. Mehmet Akif'in son derece pısırık olduğundan bahset­tim. Mehmet Akif'i sevmediğimden değil, fakat öyle olduğunu söyledim.

İHSAN IŞIK - Fakat ben sadece o yazıyı sormuyorum. Başka bir ya­zıda da fikirleri üzerinde durulmadı.

CEMİL MERİÇ - Bu yazı Said-i Nursi hakkında yazılmış değildir. Necip Fazıl hakkında da yazılmış değildir. Yalnız Türkiye'de İslam’ı temsil eden insanların nasıl pısırık olduklarını, medeni cesaret gös­teremediklerini anlatırken,  bunun istisnası var diyorum. Bilhassa Said-i Nursi diyorum. Necip de gençler arasında.

İHSAN IŞIK - Hocam, kitaplarınızda ele aldığınız birçok yazar var. Türkiye'den de başlı başına yazı konusu aldığınız birçokları var. Bunların fikirlerine, kitaplarına, yazılarına değiniyorsunuz. Ben bahsettiklerimin fikri cephelerini sormuştum ama bir de Sezai Karakoç'u sormak istiyorum. Sezai Karakoç'tan bahsetmediniz şimdiye kadar. Hak­kında konuşmayı "erken bulduğunuzdan mı?

CEMİL MERİÇ - Efendim, ben Sezai Karakoç'u bu çapta bir insan görmüyorum. Ne Said-i Nursi -hâşâ-, ne Necip Fazıl, genç bir adam. Genç bir kabiliyettir, genç bir arkadaştır, genç bir şairdir. Muhak­kak ki hürmete layık bir insandır. Fakat kendisiyle fazla tanışmam. Ama kanaatim şu merkezdedir ki,  bu isimler yanında zikredilemez. Sa­id-i Nursi'nin, Necip Fazıl'ın yanında Sezai Karakoç'tan bahsetmek yerinde olmaz.

İHSAN IŞIK - Yani,  Sezai Karakoç'u henüz eserleriyle birlikte ilgilenmeye değer görmüyorsunuz? Yani ilginizi çekmiyor?

CEMİL MERİÇ - Öyle demek de doğru değil. Mesela "Sütun"u okudum, çok zayıftı maalesef. Fakat bir takım şeyler yapmak istemedim. Ben kendi kendimizi yıkmak düşüncesi içinde değilim. Muhabbetle karşıla­dım. Çok tenkit ettiğim tarafları vardı, lüzum yok yani, bu kadar çok çatılacak insan varken. Birbirimizi incitmemeliyiz kanaatindeyim. Bu sırada kendi safımızda, bir polemik havası estirmek istemem. Dosttur, mademki İslam’ı müdafaa ediyor güzeldir, iyidir, alkışlanmağa layıktır. Ama benim adamım değil. Ben Sezai Karakoç'tan daha büyüğüm; yaş ola­rak, kültür olarak büyüğüm. Yani Sezai Karakoç benim için mühim bir adam değildir.

İHSAN IŞIK - Birçok kitabı var.

CEMİL MERİÇ - Okuduğum eserlerinde dikkate layık hiç bir şey bu­lamadım. Ama İslam’a hizmet ediyor, alkışlanmaya layıktır. Onu da ka­bul ediyorum. Binaenaleyh onu okuyanı kötülemek istemem. Benim için dosttur, mücadele edilecek bir insan değildir. Ama büyük bir insan da değildir...

İHSAN IŞIK - Demek İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürünü beğenmediniz?

CEMİL MERİÇ -  Onu hiç beğenmedim... (***)

İHSAN IŞIK - Kala kala bir buçuk sorum kaldı.

CEMİL MERİÇ - Buyurun.

(Konuşmanın sonuna yaklaşırken, bir kitapla ilgili özel bir soru sordum. Cevabının sonundaki eklerini aktarıyorum)

CEMİL MERİÇ - Evvela bu mefhum, nedir, İslamcı roman ne demek?

İHSAN IŞIK - İslami roman karşılığı kullanılıyor.

CEMİL MERİÇ - Nedir, İslami roman nedir? Romanın İslamisi Hristiyanisi olmaz. İslam yazmışsa İslamidir, bu kadar. Roman, İslamiyet’in müdafaa vasıtası değildir ki. Benim için bu mefhumlar son derece bu­lanık mefhumlardır.

İHSAN IŞIK - Son soruya geldik. 

CEMİL MERİÇ - İstediğin kadar sorabilirsin.

İHSAN IŞIK - O halde soruyorum. Eserlerinizde çok sayıda batılı, daha az sayıda doğulu kavram ve kişi resmigeçit halinde. Kritiklerle ele almanıza rağmen daha çok batıyla meşgulsünüz. Böyle olmasını hiç garipsediğiniz oldu mu?

CEMİL MERİÇ - Hayır, hiç garipsemedim. Niçin garipseyeyim? Ben Avrupa’ya karşı kendi ülkemin, kendi inançlarımın, kendi dinimin müdafaa­sını yapıyorum. Bu itibarla kendi ülkeme de Avrupa'nın gerçek çehresini göstermeye çalışıyorum. Göstermeye çalışırken, Avrupalıdan bahsediyo­rum. Sonra ben bunları bilirim daha çok. Ötekilerle yaşarım, ötekiler dosttur. Dostlarla benim işim yok ki?

İHSAN IŞIK - Yanlış anlamayınız, muhakkak ki bunlardan istifade ediyoruz.

CEMİL MERİÇ - Yani ben bunları iyi bilirim. Bunlar son derece yan­lış anlatılmıştır memleketimizde. Ben doğrusunu anlatmaya çalışıyorum. Ötekiler, isteyenler başkalarından bahsederler. Onları da hürmetle se­lamlarım, okurum. Ama benim yapmak istediğim bu. Ben iki kültürün mu­hasebesini yapmak istiyorum. Batı kültürünün nereleri kuvvetli, nerele­ri zayıf, onları tespit etmek istiyorum. Benim bildiğim bu. Ben Fran­sızca hocasıyım. Sosyoloji hocasıyım. Bir adam her şeyi yapamaz ki. Yıkılması gereken bir putu yıkıyorum. Avrupa’ya karşı yazmaya başladığım sırada memlekette Avrupa bu kadar biliniyor değildi. Avrupa bir put mahiyetindeydi herkeste. Ben bu putu yıktım. Ben bildiğim hakikatleri haykırdım. Bunları anlatırken kimseyi aldatmamaya, her şeyin doğrusunu göstermeye çalıştım. Ne yapabilirdim ki başka? Ben Tefsir kitabı, Ha­dis kitabı yazmıyorum ki? Benim yaptığım bu. Daha çok Avrupa edebiya­tını bilirim. Onu da yapacağız inşallah.

İHSAN IŞIK - Acaba düşündünüz mü, diğerlerine daha fazla vakit ayırabilseydim diye düşündünüz mü?

CEMİL MERİÇ - Ben Fransız Filolojisi'nden mezunum, Fransızca, Sosyoloji hocasıyım. Hayatım bunlarla geçti. Bunları öğrendim, bildim. Bu hususta hiç bir hatam yok. Başkalarının yaptıklarını da hürmetle alkışlarım. Tek insan, tek yazar değilim. Türkiye'de birçok insanlar yazıyorlar. Dikkat ederseniz bizim saftan hiç kimseye çatmamış, hiç kimseyi incitmemişimdir. Batıya karşı pek zalimim belki, kendimize karşı hiç de zalim değilim.

İHSAN IŞIK - Fakat bizdeki İslami tefekkürü yeterli görmüyorsunuz. Bu hususta…

CEMİL MERİÇ - Bu kadar yazar var birader, bu kadar İslam tefekkürüyle meşgul olan adam var. Benim meşgul olduğumla kimse meşgul olma­mış. Anlatabiliyor muyum; ben vaiz değilim, ben hoca değilim.

İHSAN IŞIK - Sormak istediğim şuydu: "Vak'a-yi Hayriyye"den beri bizde İslam tefekkürünün büyük isimleri çıkmamıştır diyorsunuz. Bunun…

CEMİL MERİÇ - Çıkmamıştır. Said-i Nursi var, hürmete layık başka adam tanımıyorum. Ben onu tanıdım. Ben Müslüman mütefekkir deyince celadetiyle, cihadetiyle onu tanıdım,  başka tanımadım. Hepsi pırt deyin­ce kaçan, firar eden insanlar. Mehmet Akif de dâhil. Bir tane başka örnek görmedim ki. Ama mazide var. Onları da yazdım. Cevdet Paşa var, Tunuslu Hayreddin var. Aşağı yukarı bunlar var, başkası yok yani. Ben Tanzimat'tan bu güne kadar gelen Türk edebiyatını, Türk düşüncesini ga­yet iyi bilirim. Bunların arasında iki tanesini çok seviyorum; Cevdet Paşa'yla, Tunuslu Hayreddin. Ötekiler karışık. Namık Kemal şairdir. Severim ama şair olarak severim. Aynı zamanda İslam’ı müdafaa eden bir şairdir, o tarafını da beğenirim. Fakat bu İslam’ı beğenen şair sarhoş­tur. Bir binlik şarap içer oturduğu zaman. Hayatı bu şekilde geçmiş, kırk sekiz yaşında ölmüştür. Hepsi de öyle; Hamit de öyle, Süleyman Nazif de öyle. Yani bunlar şairdirler, İslam tefekkürünün içine giremez­ler. Ama İslam’ın müdafiidirler zaman zaman, çok doğru. Saygı gösteri­rim, bahsederken hürmetle bahsederim. Ama bunlar mütefekkir değildirler, bunları ele alıp konuşamam. Bunlarda yok İslami tefekkür. Var, bazı mutasavvıflar var. Onlar muhterem zatlar, şüphem yok, fakat benim konum değil. Bir İbrahim Hakkı'dan bahsetmek benim konum değil. Bundan bahsedecek birçok insanlar var. İlahiyat Fakültesi'nde, Yüksek İslam Enstitüsü'nde hocalar var. Bunlar hürmete layık çok güzel şeyler. On­ları okur istifade ederim. Ama benim uğraşma saham değil bunlar. İnsan her şeyle uğraşamaz, her şeyi bilemez ki. Tanzimat’tan sonra büyük İs­lam mütefekkiri yok,  olsaydı zaten bu hale gelmezdik. Yani olsaydı bir mücadele olurdu. Hiç bir mücadele olmadı. Giyin dediklerini giydik, atın dediklerini attık. Dili de mahvettik. Bütün bu cinayetler olurken olurken herkes sustu. Tek sesini çıkaran Said-i Nursi oldu, o kadar.

İHSAN IŞIK - Bu yüzden celadetine daha fazla önem verdiniz.

CEMİL MERİÇ - Tabii. Son derece mühim. İslam celadet demektir, başka bir şey değil. Şahsiyet celadet demektir, kabadayılık demektir. Hiç bir tehlikeye girmeden hiç bir şey olmaz. Fakat o kısım ayrı mesele. İslam tefekkürü bakımından Said-i Nursi’nin değeri nedir? O ayrı bir tetkik mevzuudur. Bu davada, benim ele aldığım davada mühim olan in­sanların insan olması, şahsiyetli olması, kahraman olması, celadet, göstermesidir. Bunlar beşeri kıymetlerdir. İslam’ın bu beşeri kıymet­lere sahip olduğuna inanıyorum elbette. Zaten bu kıymetlere sahip olmasaydı, dünyayı istila edemezdi, muzafferiyetler de kazanamazdı. Ka­zandı ve bu celadeti kaybettiği gün sukut etti. Zürriyeti, erkekliği kalmadı. Her darbeye, her zıpçıktıya teslim olan bir hale geldi. Gü­nahlarımız büyüktür maalesef. Ve günahlarımızın başında celadet mah­rumiyeti gelir. Medeni cesaretten mahrumiyet yani.

İHSAN IŞIK - Çok vaktinizi aldım, çok teşekkür ederim.

CEMİL MERİÇ - Rica ederim, çok memnun oldum.

_______________

 

(*) İhsan Işık / Cemil Meriç'le Bir Konuşma (Yeni Devir, 9 Ocak 1981).

(**) Mustafa Armağan – Sezai Coşkun / Bulutları Delen Kartal -  Cemil Meriç İle Konuşmalar, 2004)

(***) Konuşmanın bu bölümünde, benim çok beğendiğim bu eser ve yazarı hakkında Cemil Meriç'in kullandığı aşırı derecede haksız bulduğum ifadelerini yazıya geçirmeyi doğru bulmadım (İ. Işık)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KÜLTÜR EMPERYALİZMİ NEYİN NESİ?

KÜLTÜR EMPERYALİZMİ NEYİN NESİ?

 

İHSAN IŞIK

 

Kiminin ‘hars’, kiminin ‘ekin’, kiminin ‘irfan’ dediği ‘kültür’, bazılarına göre ‘medeniyet’le aynı şeydir.

 “Bir toplumun benimsemiş olduğu maddi ve manevi değerlerin tümü”nün bilgi olarak ‘kültür’ü, deney ve yapı olarak ‘Medeniyet’i ifade ettiğini söyleyebiliriz. Deneyin bilgiye, bilginin sonra olguya dönüşmesi nedeniyle kültür ve medeniyet ilişkisini karşılıklı etkileşimler ilişkisi olarak da kabul edebiliriz.

Emperyalizm, bir yabancı gücün diğer bir güç aleyhine askeri, ekonomik, politik ve kültürel alanda güçlerini zorbalıkla yaymak ve kendi lehinde egemenlik kurmak istemesidir. Kültür Emperyalizmi ise, bir çok yabancı düşünüre aynı olguyu ifade etmiştir: Kültür zorbalığı, bir yabancı kültürün emperyalist amaçlarla zorla benimsetilmek istenmesi... Bu iki kelimenin sözlük anlamlarına takılıp üzerinde tereddüt geçirenler olmuşsa da, kavramın sosyolojik gerçekliğini inkar etmenin mümkün olmadığını belirtmişlerdir sonunda.

 ‘Medeniyet’in daha kapsamlı bir tanımla Allah-insan-doğa-toplum ilişkileri düzeni olduğu söylenebilir. Yeryüzündeki tüm medeniyetleri de, din medeniyetleri ve beşeri medeniyetler diye ayırt etmemiz  mümkündür. İslam medeniyeti, din medeniyetlerinin sonuncusu ve en olgunu olarak hayatımızdaki ilişkiler düzenini tek yaratıcı ve yönlendirici Allah’ın bildirdiği ilkelere göre düzenlemeyi öngörür. Bu medeniyet, dünya ve ahiret hayatını birlikte göz önünde tutup düzenleme dengesi ile, insanüstü tek otorite olarak yaratıcıyı kabul etme özgürlüğü gibi temel ayırt edici özellikleri içerir. Diğer medeniyetlerin içinde en yaygın ve etkini, yahudileşmiş Hristiyan kafasıyla teknoloji ve hedonizm (zevkçilik) tanrılarına köleliği öngören batı uygarlığıdır.

İşte, kültür emperyalizminin çağdaş kültür sorunlarının başında görmemizi gerektiren başlıca özelliği ve önemi, insanları şirk’e (teknoloji ve hedonizmin çağdaş ilahlarına kul olmaya) çağıran batı uygarlığını tek ve biricik evrensel uygarlık gösterip, bu görüşe dayalı olarak uluslar arası çapta kültür asimilasyonları ve alinasyonları örgüsü ile beraberinde siyasal ve ekonomik sömürü ve zorbalıkları sergilemesidir.

Batı uygarlığının maddi ve manevi tüm güç ve kozlarını egemenliklerinde tutan çağdaş dünyanın müstekbirleri, zorbaları olan süper devletler (çağdaş imparatorluklar), sömürüye ve zulme en geniş imkânları tanıyan bu medeniyetin tek evrensel uygarlık olarak benimsenip yaygınlaşmasına çalışmaktadır. Batı kültürünü batı emperyalizminin bir öncü gücü, çağdaş Truva atı olarak kullanıp tüm yeryüzünü diledikleri ölçüde zorbalık ve sömürü alanı haline getirmeyi ve böylece muhafaza etmeyi istemektedirler.

Kültür Emperyalizmi diye bir şey var mıdır?

Başka ulusların insanları bu soruya nasıl cevap verir pek bilemem. Ama dünyanın ortadoğusunda ve bu bölgenin Türkiye adlı devletinde yaşayan ve düşünce namusuna sahip olduğunu iddia eden herkes şunlara benzer sözleri söyleyebilir:

Kültür emperyalizmi mi? Oooo, onu çok iyi tanıyorum. Emin olmak için buyurun biraz konuşun benimle. Dilerseniz üstüme başıma dikkat edin önce. Gelin birlikte dolaşalım yaşadığım kenti. Memleketimin bir özeti olan kentimdeki kitapçılara, gazete-dergi bayilerinin sattıklarına bir göz atın. Sinema, tiyatro afişlerini görün. Orijinallerini okumamışsanız taklitlerini okuyun, seyredin. Mağaza vitrinlerine baka baka, isimlerini okuyarak bir okulumuza teşrif edin. İsterseniz bir Amerikan okuluna, dilerseniz İngiliz, Fransız, İtalyan, Avusturya okuluna da uğrayabilirsiniz. Yok eğer susamışsanız, buyurun “drink Coca Cola or Persi Cola... Akşama buyurun fakirhaneye, yerli yemeklerden atıştırırken Philips teypten, Grundig TV den yararlanabiliriz. Sakalınız uzamışsa biraz, buyurun Braun marka traş makinasını, eleğini her seferinde ithal yoluyla almak zorunda kalsak da...

  Kültür Değişmesi mi?

 

  Sakın bu, kültür emperyalizmi dediğimiz, gözümüzde boş yere öcüleştirdiğimiz bir şey, meselâ kültür değişmesi olgusundan ibaret olmasın?

  Olamaz, çünkü aralarında farklar vardır. Kültür emperyalizmi yoluyla beliren ‘değişme’ değil, ‘değiştirme’dir. Doğal kültür alış-verişi nedeniyle isteyerek benimsenenler ancak ‘değişmeyi’ ifade edebilir. Bir ulusun kültürünü, onun gerçek ihtiyaçları, yararları ve istekleri göz önüne alınmaksızın zorla değiştirmeye, onu kültüründen bütünüyle koparmaya (asimile) kültür değişmesi değil, bir başka tanımla ancak kültür zorbalığı denilebilir.

  Kültür değişmesi ise, doğanın ilahi kanunlarına, adım adım ilerilere, daha iyiye, daha güzele varmak için ihtiyacı olanı arayıp bulup seçip benimsemektir. Örneği Türkiye tarihinde de vardır:

  Türklerin, İslam kültürü çerçevesine girmeleri, zorlayıcı etkinlikler dolayısıyla değil, kültür değişmesi gereğinin doğal seyrinde duyulmasıyla, eski kültürlerini bilinçli biçimde terk etmeleriyle gerçekleşmiştir. Müslüman Arap orduları vasıtasıyla tanışılan İslamlık, değişimin doğal şartlarını tamamlama görevini yerine getirmiştir o kadar. Klan-aşiret özelliğinde göçebe uygarlığı yaşayan Türkler, değişik yerleşik uygarlıklarının etkilerine açık bulunuyorlardı. Bu uygarlıkları bütün aşiretler toplu halde benimseyemedikleri için parçalanıp bölünüyorlardı. Aynı soydan gelmeleri aralarında birlik kurmaya yetmiyordu. Tam tersine, soydaşlarıyla uzun ve kanlı savaşları sürdürerek güç kaybediyorlardı. Şehir uygarlığına mevcut kültürleriyle geçemedikleri için dilleri ve edebiyatları ilkel kalmış, gelişmemişti. 10. Yüzyıldan itibaren hızla İslamlığı kabul etmeleri ne bir işgal, ne bir baskı yüzündendir.

  Türkler İslam’da , aradıkları herşeyi, hayatın yüce amacını; birliğe, kardeşliğe, sevgiye götüren yolu buldular. yepyeni bilgilerle donandıran İslamlığı kabulle, ilkel klan gelenekleri dışında bir şey kaybetmediler; tarihe, onurla anılacakları geniş sayfalar açan uzun ömürlü devletler kurarak daha da güçlendiler, yüceldiler.

  Pekiyi, yine Türklerin batı kültürü ile ilişkileri aynı biçimde veya benzer şartlarda mı gözlemlenmiştir?

  Türkiye tarihinde batılılaşmanın istekle ve de ihtiyaçlar dolayısıyla doğal şartlarda başlayıp sürmediği açıktır. Türklerin batı kültürü etkinliğine zorlanması sırasında evrensel bir kültürü, üstün uygarlık değerleri vardır. Ülkenin ve halkın birliğini sağlayan bu kültür değerleridir. Ülkede batı kültürü, batılı akımlar ve batılı yaşayış tarzı etkisini gösterir göstermez, önceki örneğin tersine birlik bozulmuş, parçalanmalar ve bölünmeler bunalımlara ve çatışmalara varan ölçüde tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Halbuki Türkler, batı kültürüne ne mecbur kalmış, ne de hevesli olmuştur. Zorlamalar vardır batılılaşma boyunca. Pembe gözlüğünü çıkarabilenler, Türklerin batıya öykünmeden, kültürel sosyo-ekonomik sorunlarını çözümleyeceğini anlamış ve söylemiştir. Kültürü değiştirilmeye zorlanan Türkiye’nin bu süreçten ne kazandığı bellidir: Dünyanın en geri ülkeleri arasında sayılmak, sondan beşinci olmak...

  Türkiye’de gözlemlenen kültürel sorunların kaynağında kültür değiştirmeye zorlama vardır. Eğer olgu, kültür değişimi özelliğinde olsaydı, ihtiyaç ve istekler yerine getirilmiş, sorun çözümlenmiş bulunacaktı. Demek ki değil.

  Değil. Emperyalist ülkelerin zorbalık çağına çevirdikleri çağımızda, kültür değişmesinin doğal şartlarından gerçekleşen, kültür değişimi denilebilecek bir sosyolojik hadiseye tanık olmak zaten güçtür. Çağımızdaki kültür değişmeleri, yeni zorlama teknikleriyle, modernleşme biçiminde beliren kültür soyları oluşturmaktadır. Yeni geniş tüketim pazarları üreten kültür değişmeleri, kültür emperyalizminin yerleştiği toplumlarda batı teknolojisi ürünü tüketim maddelerine ihtiyaç zorlamaları peşinde, batılı yaşayış tarzını tarzını benimsetmeye uğraşmaktadır.

  Batıcı aydınlar buna, çağdaşlaşma, uygarlaşma, kültür değişmesi vs. diyebilir. Fakat bu olgu sadece kültür emperyalizmidir.

(Kültürümüzün Kimliği, 1982, 1983, 1990).

 

TARİHTEN HABERSİZ GERÇEKLERDEN RAHATSIZ BİR GAZETENİN HAZIMSIZLIĞI

AYDINLIK GAZETESİNİN CEHALET ÖRNEĞİ HABERİNE CEVABIMIZ:

 

TARİHTEN HABERSİZ GERÇEKLERDEN RAHATSIZ BİR GAZETENİN HAZIMSIZLIĞI  

 

İHSAN IŞIK

 

Diyarbakır Valiliği tarafından geçen ay yayımlanan “Geçmişimizden Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar” adlı eserimde 1.100 civarında Diyarbakırlı yazar ve sanatçı hakkında geniş bilgiler verilmiş, çalışmanın bilimsel temellere dayanıyor olması ve Valiliğin bu bilgileri gün yüzüne çıkarması kamuoyunda takdirle karşılanmıştı.

Bu çalışmamda tarih boyunca Diyarbakır’dan yetişen fen ve sosyal bilim dallarındaki bilim adamları, edebiyatçılar ve çeşitli alanlarda yetişen sanatçıların yanı sıra bölge medreselerinden yetişen sıra dışı İslam alimlerine de yer verilmiştir. Çünkü bölge -Diyarbakır merkezi başta olmak üzere- tarih boyunca ünlü İslam medreselerine ev sahipliği yapmış, bu medreselerden yetişen binlerce alim, imparatorluğun çeşitli şehirlerinde müderrislik ve kadılık görevlerinde bulunmuştur. Dünya çapındaki mekanik bilgini El Cezeri ile Fatih Sultan Mehmed’in hocası Molla Gürani, bunlardan sadece ikisidir.

Elbette bilim tarihçisi bunları yazacak. Bu bilim adamlarının içinde hapse atılan, sürgüne gönderilen, idam edilen varsa bunları da yazacak. Yayınevlerinin de, valiliklerin de bilimsel kitaplar yayımlandığında bilimsel gerçekleri olduğu yayımlaması kadar daha doğal ne olabilir. Aydınlık gazetesi tarihi gerçeklerin yazılmasından rahatsız olmuş ve bu yüzden kitabımıza karalama kampanyası açmış. Ayıp kelimesi hafif kalıyor, fazlasını tanımlamaya edebimizi izin vermiyor.

Maalesef 27.08.2014 tarihli Aydınlık gazetesi, bu eserde idam edilmiş Nakşibendi şeyhi Şeyh Said’ten, mürid ve talebesi ilim adamlarından söz edilmiş olmasını, bazı alimlerin vaktiyle zulme uğramış olduklarını yazmış olmamı kabahatmiş gibi gösterip, kitabın yazarı olarak beni ve kitabın yayıncısı olarak valiliği eleştirmiş.

Tarihi gerçekleri yazan bir kitabı içine sindiremeyen, dört bil bilen ve müftülük yapmış ünlü bir bilgini kendilerinden biri gibi zanneden, adı aydınlık ama yayınları zifiri karanlık olan bu araştırmacı gazetecilikten bihaber bu gazeteyi kınıyor, ekte sunduğum haber metnini ve söz konusu biyografiyi okuyucuların takdirine bırakıyorum.

“Şeyh Sait’in müridini ‘alim’ yaptılar” başlıklı bu haberde özellikle eleştiri konusu yapılan “Hanili Salih Bey” maddesi ile bu şair ve alim zatın, döneminin ırkçı ve karanlık terör örgütü İttihad ve Terakki fırkası yöneticilerini hicveden ünlü bir şiirini ayrıca paylaşıyorum.

Son olarak, bu kitabı yayımlamakla çözüm sürecine önemli bir katkıda bulunmuş olan Diyarbakır Valiliğini kutluyor, teşekkürlerimi sunuyorum.

 

 

 

HANİLİ SALİH BEY

 

Bilgin, şair (D. 1873, Hani / Diyarbekir - Ö. 29 Haziran 1925, Diyarbekir). İlk dini eğitimini dayısı Şeyh Maruf’tan aldı. Hani Rüştiyesi’ni bitirmesini müteakip, çeşitli medreselerde eğitim gördü. Yörenin tanınmış âlimlerinden özel dersler aldı. Diyarbekir Şûle-i Terakki Mektebinde bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra, Ergani, Maden ve Hani’de müftülük görevlerinde bulundu.

Din âlimi olmanın yanı sıra bir şairdi de. Çeşitli konularda şiirler yazdı. Hürriyet ve İtilaf Cemiyeti taraftarı olduğundan dolayı, bazı şiirlerinde muarızı olduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti mensuplarını hicvetti. Gençlik yıllarında arkadaşı olduğu Ziya Gökalp’ın İttihad ve Terakki’nin Genel Merkez üyesi seçilmesi üzerine yazdığı ve Gökalp’ı sert bir şekilde hicvettiği “Bir İttihadçı’nın Ağzından” başlıklı şiiri ünlüdür. Anadili olan Zazaca’dan başka, Türkçe, Kürtçe, Arapça, Farsça ve Fransızca bilirdi. İngilizce özel ders de almıştı.

Nakşibendî Tarikatı’nın Palu Tekkesi postnişini Şeyh Said’in müridi olan Salih Bey, 13 Şubat 1925’te Piran’da çıkan inkılâplar karşıtı İslâmi kıyama destek vermekten dolayı, Şeyh Said ve arkadaşları ile birlikte Diyarbekir’deki Şark İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandı.

Salih Bey, iddia makamının yönelttiği “Siyasi Kürtçülük” bağlamındaki suçlamaları şiddetle reddettiği savunmasının bir bölümünde şu hususları dile getirdi:

“Maksat dinden ibarettir. Medreselerin seddi her tarafta su-i tesir yaptı. Din öğrenimi men olunca teessür başladı, galeyan arttı. Başka kat’iyyen bir saik yoktur. Hükümet dine ait şeylere müsaadekâr bulunsun diyordum.. Ben dinimi siyasi gayelere âlet edecek adam değilim, dini âlet etmek tabirini kendimden çok uzak buluyorum.. Bu mahkemeye gelmezden evvel demek ki çok gafil imişim. Kendimi bileli böyle siyasi bir Kürtlük cereyanı olduğunu bilmiyordum. Akvam-ı İslâmiyye arasına münaferet sokacak bir hareketi, her cereyanı takbih ederim. Beni mahkûm da etseniz, idam olunurken de söylerim; siyasi hiçbir cereyandan haberdar değilim. Bu isnat benim için bir lekedir, ölürken bile bu lekeyi reddederim.”

Yargılama sonucu, Salih Bey ve diğer maznunlara (47 kişi) verilen idam cezası 29 Haziran 1925 günü sabaha karşı Dağkapı’da infaz edildi. Oğlu Hasan 15 yıl hapis cezası aldı. Diğer oğulları Said ve Ömer Batı illerine sürüldüler, daha sonra çıkan afla serbest kaldılar. Hasan Bey [Bora], 1950-1960 yılları arasında Hani Belediye Başkanlığı, torunu Ferit Bora (Hasan Bey’in oğlu) 1973-1977 yılları arasında Hani Belediye Başkanlığı, 1987-1991 ve 1995-1999 yılları arasında iki dönem DYP Diyarbakır Milletvekilliği yaptı.

HAKKINDA: Şevket Beysanoğlu (Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, c. 2 (1997); Hasip Koylan / Kürtler ve Şark İsyanları-I: Şeyh Said İsyanı (1946); Adır Sur / “Biraz İnsaf!..”, Piya Dergisi 8Sayı: 7 (1989), M. Ali Erdoğan / “Şehid Salih Begê Hêni” (Doğru Haber Gazetesi, 19 Ocak 2012), Kaynak kişiler: Ferit Bora (Salih Bey’in torunu ve Diyarbakır eski Milletvekili), Celal Kayhan (Hani eski Belediye Başkanı), Hayri Başbuğ / "Hanili Salih" (İhsan Işık / Diyarbakır Ansiklopedisi, 2013).

 

 

 

BİR İTTİHADÇININ AĞZINDAN

 

 

HANİLİ SALİH BEY

 

 

İttihadın oğluyum

Gayri anam babam yok

Cemiyet amalini

Yürütmeye borçluyum

Ne buyursa yaparım

Haklı haksız emrine

Körü körüne taparım,

Bu hususta hayam yok

Severim her hâlini

Hattâ anın uğruna

İmanım bulunmazsa

 

"Gözlerimi kaparım"

Vicdanımı satarım.

 

 

Attilâ büyük babam

Hiç bir zaman unutmam

-Tahribatla anarşi-

Babamın yadigârı

Hep insanlara karşı

Ruhumda var intikam

Anı asla uyutmam

Uğradığım yerleri

Yakar "Turan" yaparım

Başka işim olmazsa

Yâni ma'mûreleri

"Gözlerimi kaparım"

Yakıp viran yaparım

 

 

Amucem Timuçin'in

Kanunumdur yasası

Türkçülük âyininin

İşte odur esası

Hâtırımdan çıkmıyor

"Karakurum" yaylası

Dimağımı sarsıyor

Hele "Kızılema"da

Cihangirlik hülyası

Aklımı çıldırtıyor

Yağmacılık sevdası

Mümkün ise rüyada

Uyanıkken olmazsa

"Gözlerimi kaparım"

Cihangirlik yaparım.

 

 

"Ergenekon"dur benim

Asıl ana vatanım

Orada tahtım, tacım

Saltanatım, şeririm

Orada kurulursa,

Derneğim kurultayım

Ben anda bir kalfayım

Sanmayın ki dilmacım

Han oğlu Han Giray'ım

İman eden olursa

Jön Türklere yalvacım

Münkirler bulunmazsa

"Gözlerimi kaparım"

Peygamberlik satarım

 

 

Geçmişlerim, ecdadım

Hep kahraman gürbüzler

Hulâgu'lar, Oğuzlar

Nümûnedir meydanda

Yakutlar'la Tunguzla

Kendimi Türk sanırım

Neden söylenmez adım

Ben de bu son zamanda

Bir inkılâb yaparım

Hem bir şan kazanırım

Hem bir külâh kaparım

İstediğim olmazsa

"Gözlerimi kaparım"

Avrupa'ya kaçarım

O da ele girmezse

Malta'ya can atarım

Yan gelir de yatarım.

 

(Şevket Beysanoğlu / DFSA (c. 2, 2. bas. 1997, s. 186).

 

KAYNAK: İhsan Işık / Aydınlık gazetesinin cehalet örneği haberine cevabımız (tyb.org.tr, 28.08.2014).

 

 

 

BU ŞEHİR SENİ BEKLİYOR

 BU ŞEHİR SENİ BEKLİYOR

 

İhsan IŞIK

 

Bir haber bekliyorsan bir mucize

Kendin yazmalısın onu

Kırılması gereken kapıları kır

Bu kente şarkılarını haykır

Söyle artık ne söyleyeceksen!

 

Bir şiir çiçekleniyorsa içinde

Onu sevdiğine sunmaktan korkma

Seni seviyorum diye bağır

Şehrin en büyük meydanlarında

 

Bir şehre girdiğinde

Sabah ezanıyla birlikte

Öyle güven kendine ki

Zafer şarkılarını söyle

Sensin gelen sen
Kapıları açıp ve ilerleyen
İnna fetahna leke fethan mübiyna
Ve yansurekallahu nasran aziza”

 

Olmasın isterse hiç karşılayan

Bando mızıka filan

Dudaklarında “İza câe nasrullahi...

Ve bir "Fatiha" duan

Silkele, şu homurdanan şehri!

Bir tek kurşun atmadan

Bir devrimi müjdele!

 

Bu şehir seni bekliyor!

Bu ülke, bu dünya, inan!

Yeter ki, aç gönlünü insanlara

Onlar ki, kimsesiz, yalnız, perişan

Onlar ki, terk edilmişler

Ne arayan, ne soran

Bekleyenler o sıcacık elini

Bir sevgi sözcüğüne susayan

 

Unutma ey yorgun devrimci!

Senin sevgin bir devrim

Bir devrim ki

Bugüne kadar mazlum

Bugünden sonra zalime hüsran!

Hesap soracak haksızlıklara

Hesap soracak firavunlara

Mazlumlara ağlayan

Şefkatte merhamette çağlayan

Bir sel ki, boğan nefreti, kini

Gönülden gönüle akan

 

 

 

Bütün mağluplara müjde!

Bundan sonra sancakları yükselen

Sensin gelen, sen!

Sensin Müslüman sen!

Heybesinde yeni bir gün şafağı

Pırıl pırıl bir iman

Küçük değil, güçsüz değilsin

Adın senin Müslüman!

Yani güzel bir insan!

 

 

 

RECEP TAYYİP ERDOĞAN

YAZAR VE YAYINCI İHSAN IŞIK’TAN BAKAN ALBAYRAK’A ÇAĞRI

YAZAR VE YAYINCI İHSAN IŞIK’TAN BAKAN ALBAYRAK’A ÇAĞRI

 

İLESAM eski Genel Başkanı, Türkiye Yazarlar Birliği eski Genel Bakan Yardımcısı, yazar ve yayıncı İhsan Işık, yeni KDV düzenlemesi hakkında Maliye Bakanı Berat Albayrak’a “İkinci adım daha önemli, asıl onu bekliyoruz” çağrısında bulundu.

İhsan IŞIK, yaptığı açıklamada önerisini şöyle özetledi:

“Sayın Bakan, yeni düzenlemeyle kitap ve dergiden  % 8 KDV muafiyeti kararı güzel bir adım olmakla birlikte ancak topal bir adım sayılabilir. Çünkü yayıncılar halen matbaaya, kâğıtçıya ve ciltçiye % 18 KDV ödüyor. Bu durum değişmedikçe yayıncı nefes almış olamaz, okuyucu da ucuz kitap okuyamaz. Kitap girdilerindeki % 18 KDV, ayrıca % 20 Kurumlar Vergisinin minimize edilmesi lazım.. Bekliyoruz Sayın Bakan, başladığınız güzel adımın devamını bekliyoruz...

Sayına Bakan’ın attığı adıma ayrıca Kültür Bakanı’nın da eşlik etmesi gerekiyor. Türkiye’de 1000’in üzerinde halk kütüphanesi varken, Bakanlığın yayıncılardan sadece il kütüphanesi sayısınca 81’er adet kitap alıyor olması son derecede yanlıştır. Bakanlığın ayrıca atması gereken başka adımlar da var. Görüş isterlerse sunarız..”

10.02.2019

SEYFÜDDİN ÂMİDÎ KİMDİR, ÖNEMİ NEREDEN İLERİ GELMEKTEDİR?


SEYFÜDDİN ÂMİDÎ KİMDİR, ÖNEMİ NEREDEN İLERİ GELMEKTEDİR?

İhsan IŞIK

Değerli Hanımefendiler ve Beyefendiler,

 

Özellikle Diyarbakır Tanıtma, Kültür ve Yardımlaşma Vakfı'nın toplantıyı düzenlemesinden duyduğum memnuniyeti, bu toplantıda bana konuşma yapma ve bildiri sunma imkânı verilmesinden duyduğum sevin­ci ifade etmek isterim. Teşviklerinden dolayı, Diyarbakırlıların medar-ı ifti­harı olan kıymetli ilim adamı mümtaz şahsiyet Şevket Beysanoğlu Beyefendiye de teşekkürü borç biliyorum.

 

Bendeniz de doğum yerimin Diyarbakır olmasından daima sevinç ve övünç duyan biriyim. 1952'de bu sevdalı şehrin merkezindeki Hasırlı mahallesinde dünyaya geldim. İlk tahsilimi Gazi İlkokulu'nun Melikahmet'teki şimdi maalesef yerinde yeller esen tarihi binasında tamamladım. İmam-hatip Okulu'nu istasyondaki eski küçük binada okudum. Şehrimizde 1969 yılında aylık edebiyat ve düşünce gazetesi Özlem'i, 1974 yılında da yine bir edebiyat ve kültür dergisi olan Çile der­gisini yayımladım. Daha sonra Erzurum Edebiyat Fakültesini bitirip İstan­bul'da öğretmenlik, yayıncılık, müşavirlik; Ankara'da ise Bakan Danışmanlığı ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü yapıp 1998'de emekli oldum. Şimdiye kadar şiir, dış politika, biyografi ve kültürel inceleme alanlarında iki tanesi Almanca'ya tercüme edilmiş 18 kadar kitap çalışması yapma fırsatı buldum. Halen Türkiye Yazarlar Birliği yönetim kurulu üyesi ve Ankara Büyükşehir Belediyesi Kültür-Sanat Danışmanı olarak görev yapıyorum.

Bugün arzedeceğim bildiri konum olan Seyfeddin Amidî'ye gelince.. SEYFÜDDİN ÂMİDÎ

Takdir edersiniz ki yaşadığı dönemin üzerinden uzun yıllar, hele hele yüzyıllar geçmiş olan şahsiyetler hakkında söz etmenin hem avantajları, hem de dezavantajlan vardır. Yaşayan ya da vefaünın üzerinden fazla bir zaman geçmeyen ilim ve sanat adamları üzerinde araştırma yapmak isteyenler geniş kaynaklar bulma imkânına sahiptir. O şahsiyeti tanıyan ve henüz hayatta olan insanları bulmak, onlarla konuşmak ve"onların yol göstermesiyle önceden bilinmeyen şahıs ve eserlere ulaşmak mümkün ola­bilmektedir. Aradan fazla zaman geçmediği için o şahsiyetin telif eserlerine ve bu eserler üzerine yazılmış eserlere sahip olmak da mümkündür.

 

Yaşayan şahsiyetlerin kritiğinde dezavantaj ise o kişi ve eserleri için. tarih ve sosyolojinin hükmü belli olmadan sadece sübjektif yorum ve eleştiriler­le karşt karşıya kalmaktır. Aradan yeterince zaman geçmediği ve yaşanan olaylar ve dönemler o şahsiyetin eserlerini tekzib veya tasdik etmeden peşi­nen serdedilen kıymet hükümleri ise çok defa yanıltıcı olabilmektedir. Yaşadığı dönemin konjonktürel avantajlarından çok iyi yararlandığı için uzun yıllar boyu hep alkışlanıp göklere çıkarılan pek çok isim daha sonra kaçnılmaz biçimde tarihin yargılaması sonucu gerçekte hakettiği yere gömülmekten kurtulamamıştır. Tarihin hükmü önünde sonunda sadece siyasi ve askeri liderleri değil edebi ve ilmi şahsiyetleri de bir süre sonra farklı bir konuma getirmiştir. Döneminde çok popüler olan bir yazar ve şair, daha sonra unutulup gittiği halde yaşadığı dönemde ismi pek duyul­mayan hakiki bir kıymet ise yıllar sonra hakettiği yeri bulabilmektedir. Gayet tabii bunların istisnaları da vardır.

Demek istiyorum ki ulaşabildiğimiz kaynaklar, Seyfeddin Amidî hakkında bize yüzyıllardan süzüle süzüle sayı bakımından az ve fakat fikir verme bakımından oldukça kıymetli veriler ulaşürmışür. Daha da önemlisi Seyfüddin Amidî hakkında sahip olabildiğimiz bilgiler, bugün üzerinde tartışılan bir takım ilmi meselelerin çözüm yolları için oldukça kıymetli bil­giler ve görüşler içeriyor olmasıdır.

Bu nedenle şimdi sizleri kuru biyografik bilgiler arasmda dolaştırmak yerine, Seyfeddin Amidî'nin hayatı ve eserleri hakkında kısa bir bilgi aktar­makla yetinip, konuşmamın final bölümünde onun 21. Yüzyıl insanlığı ve müslümanlığı açısından ne kıymet ifade ettiği konusu üzerinde durmayı tercih edeceğim.

 

SEYFÜDDİN AMİDÎ KİMDİR?

Seyfüddin Âmidî, 12. ve 13. Yüzyıl İslam dünyasının kelâm, fıkıh ve felsefe bilginlerinin ünlüleri arasındadır. Lakabı: Ebül-Hasan Seyfüddin el-Âmidî b.Ebî Ali Muhammed b.Et-Tağlebî'dir. Ansiklopediler ondan Arap din bilgini olarak söz ederler. Miladi 1156 yılında o dönemde adı Amid olan Diya|bakır'da doğdu. 1233 yılında Şam'da vefat etti. Türbesi Şam'dadır.

Diyarbakır'da doğduğu, öğreniminin ilk bölümünü Diyarbakır'da yap­tığı ve bu şehirdeki hocaları tarafından dehasının tesbit edilip yön­lendirildiği; ancak gençlik yıllarında tahsilini tamamlamak üzere dönemin ünlü ilim merkezlerine gittiği anlaşılıyor. Diyarbakır'da Kur'an'ın değişik okunuş tarzlarnı (Kıraat bilimi) ve Hanbelî fıkhını tanınmış üstadlardan öğrendikten sonra Bağdat'a gitti. Orada Hanbeli mezhebini bırakıp Şafiî mezhebine girdi. Ebül-Feth ibn-il-Münâ'dan fıkıh, Ebül-Feth Şatil'den hadis dersleri aldı. Şafiî fıkıhçılarından Ebül-Kasım b. Fazlân'a öğrenci oldu; bu

 

 

 

 

dönemde seçkin bir öğrenci oldu.

Âmidî, bilgisini daha çok genişletmek amacıyla Bağdat'ın Kerh böl­gesinde yaşayan Hristiyan ve Yahudi bilginlerinden de felsefe ve tıb dersleri aldı. Fıkıh ve felsefeyi özümleyen Âmidî'nin rakipsiz bir duruma yük­seldiğini gören fikıhçılar kendisinden hoşlanmamaya başladılar. Bunu sezen Âmidî, 1198'de Bağdat'ı terk edip Şam'a göç etti.

Şam'da da fıkıh ve felsefe bilgisini arttırıp aklî bilimlerde zamanın en büyük bilgini oldu. Bir süre sonra Mısır'a geçti. Karâfe-i Sugra'da İmam Şafiî hazretlerinin kabri civarındaki medreseye müderris yardımcısı oldu.

Ayrıca, Kahire'deki Cami-i Zafirî'de ders vermeğe başladı. Burada usul-i din, kelâm ve fıkıh usulüne ilişkin ders ve eserleriyle büyük bir ün kaza­narak ilgi topladı. Ancak İbn Halligân'm ve Taşköprülü Zade'nin bildirdik­lerine göre, bilginlerden bir bölümü onun bu ününü çekemeyerek kendisi­ni filozofluk ve itikat bozukluğu ile suçlayarak, kanının helâl olduğu hakkında genel bir şikâyetname yazıp imzaladılar. Bazıları onlara katıl­madı, bu hareketin anlamsızlığını ifade etmekten çekinmediler.

Âmidî, öldürülmekten kurtulmak için Kahire'den gizlice kaçarak Hama'ya geldi. Burada Eyyûbi'lerden Hama hükümdan Melik-ül-Mansur'un hizmetine girdi. Melik Mansur ona yüksek bir görev olan "El-Câmekiyyet-üs-Seniyye" unvanını verdi. Ayrıca birçok yardımlarda bulun­du. İki sene onun hizmetinde kalan Âmidî, Hama seçkinlerinin önde gelen­lerinden bir oldu.

Bu hükümdarın 1220'de yılında vefatı üzerine Âmidî tekrar Şam'a döndü. Şam Valisi Şerefüddin İsâ onu çok iyi karşıladı, bütün isteklerini yerine getirdi. Bununla da kalmayarak Âmidî'yi Aziziye Medresesi'ne müderris yaptı. Bu medresede derslerini izleyenler onun bilgisine ve hita­betine, özellikle güzel sözlerine hayran olur, şaşıp kalırlardı. Amidi tam 13 yıl bu görevde kaldı.

Eyyûbiler Diyarbakır'ı zaptettiğinde Amid'in eski hükümdarının, kadılık etmek üzere Âmidî'yi davet ettiği yapılan gizli mektuplaşmalardan anlaşılınca Eyyübi hükümdar kızarak onu müderrislikten azletti. Bunun üzerine evine çekilip münzevi bir halde yaşayan Âmidî, 8 Kasım 1233'te vefat etti. Şam'ın meşhur kabristanı olan Cebel-i Kâsiyun'a gömüldü.

 

FİKİRLERİ

Âmidî, şöhreti ülkeler aşan büyük bir bilgin olarak tanınmıştır. Ondan sözeden bütün eserler Âmidî'nin önemini bildirmekte ittifak halindedir. Meşhur Şafiî fikıhçısı İzzüddin b. Abdüsselâm kendisi için şunları yazmıştır:

 

 

 

"Ben ondan daha iyi ders okutanı işitmedim. Her şeyden önce çok güzel konuşurdu. Eğer El-Vâsît'in (Gazali'nin eseridir) bir sözünü değiştirse yer­ine koyduğu söz orijinalinden daha yerinde olurdu. Biz, söz ve tartışma sanatını ondan öğrendik."

 Amidî için şöyle de denmiştir:

"İnançları-.-kuşkuya düşürerek dine zarar verecek bir inancı bozuk gelse, onun karşısına çıkacak Âmidî'den başka kimse bulunamazdı. Çünkü bu alanda yeterlilik ve kabiliyet adına ne gerekiyorsa tümü onda toplanmıştı."

Prof. İsmail Hakkı İzmirli diyor ki:

"Seyfüddin Âmidî, tüm İslami ilimlerde olduğu gibi Fıkıh Usulü'nde de önemli bir yere sahiptir. Fıkıh usulünde iki ekol vardır: Biri Kelamcılar ekolü, diğeri Fıkıhçılar ekolü. Kelamcılar, meseleleri fıkhm ayrıntılarından ayırarak mümkün olduğunca akılcı hükümler verme yoluna eğilim göster­mişlerdir. Âmidî kelamcılar ekolündendir.

Seyfüddin Âmidî, Fıkıh usulü imamları arasında seçkinleşmiştir. Ondan sonra gelen usulcüler onun bir takım görüşlerini benimsemişlerdir. Bu hususu bazı örneklerle açıklayalım:

 

1-       Kavl-i Sahabî (Sahabi Sözü)

Ashaptan olmayan müçtehid veya fetvada, ashaba karşı gelmeyen Tabiîn için Sahabî sözünün hüccet olup olmaması hususunda farklı yak­laşımlar vardır. Âmidî, Gazalî ve Râzî'ye uyarak sahabî sözünün bilimsel kanıt olduğunu kabul etmiyor. Ondan sonra gelen İbn Hacib ile Beyzâvi de Âmidî'nin bu görüşünü benimsemişlerdir.

 

2-       Asrı saadette müçtehid olan Sahabinin içtihadı:

Asrı saadette müçtehid olan sahab'ınin içtihadı caiz midir? Caiz olduğu pratikte görülmüş müdür? Bu hususlarda farklı görüşler vardır. Âmidî, Kadı Ebubekir Bâkillânî Gazalî ve Râzı'ye uyarak mutlaka (yani peygamber huzurunda olsun.olmasm) müçtehid olan sahabinin içtihadının caiz olduğu görüşündedir.

 

3-       İçtihadı yenilemek:

Bir müçtehidin evvelce içtihad edip hükmünü bildirdiği bir olay tekrarlanırsa içtihadı yenilemenin zorunlu olup olmamasında farklı görüşler ortaya atılmıştır. Âmidî'ye göre müçtehid, ilk içtihadını hatırlamaz ise içtihadı yenilemesi zorunludur. Eğer hatırlıyorsa yeni bir içtihadda bulunması gerekmez. Nevevî de Âmidî'yle aynı görüşte olduğunu belirt­miştir.

 

 

 

4- Telfik:

Telfik, iki mezhebi bir yere getirerek amel etmektir. Elbette Telfik aynı konuda mümkün değildir. Farklı konularda telfik, belli bir mezhebe bağlanan ve bağlanmayanın durumuna göre iki çeşittir.

Belirli bir mezhebe bağlanmayanın telfiki konusunda görüşler farklıdır. Âmidî' ye göre böyle bir tercih mümkündür. Onun ardından da İbn Hacib ve İbn Humam aynı görüşü benimsemişlerdir.

 

KELAM-FELSEFE ÇELİŞKİSİNDE TERCİHİ:

Âmidî, Gazalî'den (505) başlayarak ortaya çıkan sonraki kelamcılar çizgisindedir. Ondan önce gelen ünlü kelamcılar dan Bakillânî (403), oğlu Ebu Haşim (320), Abdülcabbar Hemedanî (415), Ebül-Hasanil Basri (463) gibi Mu'tezilî'ler, Kirâmî İbn-ül-Heysam ve nihayet İbn-ül Nevbahtî, mantık usulüne ve üzerine kurulan felsefe ekollerine karşı çıkarlardı. Onlara göre Mantık kuralları kabul olunsaydı, ona bağlı olan kelama mahsus delilleri red olan görüşler iptal olunacak, sonuçta dinin inançları değişecekti.

Gazalî, kendisinden önceki kelamcılara muhalefet ederek mantık usulünü kabul etti. Böylece eski kelamcıların yolundan farklı yeni bir yol belirdi. Gazalî bundan başka, mantığı da fıkıh usulüne ekledi, "mantık bilmeyen kimsenin ilmine güvenilemez" demekle manüğı bilimlerin öncüsü kıldı. Gazalî, felsefe incelemelerine de önem verdi. Felsefeyi Ehl-i Sünnet tarafından izlenilebilecek bir hale getirdi.

Bir asır sonra gelen Fahreddin-i Razı bunu tamamladı, kelam ile felse­feyi bir tek bilim saydı, akılcı yaklaşıma son derece özen gösterdi eski kelamcıları da eleştirmekten geri durmadı.

Âmidî ise Râzî'den bir ileri adım daha atarak kelamda felsefeyi genişlet­ti; filozoflar gibi, "Kemalat, ma'kulatı, akli bilimleri ihata etmekte hasıl olur" davasını ortaya attı. İşte sonraki kelamcıların iki önde gelen ismi Razı ile Âmidî'dir. Daha sonra Beyzavi de kelam ile felsefeyi birbirinden ayrıl­mayacak derecede birleştirdi. Sonra gelenler hep bu yolu tutturmuşlardır.

Akılcı yaklaşım yolunda giden kelamcılar kelam ile felsefeyi bir­leştirmekle kelamcı felsefe ortaya çıktı. Felsefi bir kelam ekolü ise Fahri Râzî tarafından başlatıldı. Bu medresenin başına Âmidî geçti, bu medreseyi İslam aleminde o yürüttü. Sonraki Maturîdiler de bu felsefi kelam ekolünü benimsemişlerdir.

 

 

 

 

 

 

ESERLERİ:

Amidî'nin otuza yakm eseri vardır. En ünlü olanlan şunlardır:

1-      İhkâm-ül Ahkâm.:

Usul-i fıkıh hakkındadır. İstanbul kütüphanelerinde vardır.

2-      Ebkâr-ül-Efkâr:

Usul-i. dine dairdir. Dört cilttir. Sekiz kaide üzerine tertip edilmiştir.İstanbul kütüphanelerinde vardır.

3-      Rümuz-ül-Künuz:

İkinci eserin muhtasarıdır. İstanbul kütüphanelerinde bulunur.

4-Menâihü'l-Karaih

5-Kitabü' 1 Bahir fi Ulum-il-Evail-î vel-Evahir

6-Gayetü'1-emel fil-cedel

7-Dekeyikü'l-Hakayik (Hikımete dair)

8-Münteh-es-sûl (usule ait)

9-Kitabü' 1-Mübin fı Maani elfaz-il-Hükemâ-i vel Kelamcıin

 

10-Et-Tercihat (Hilaf a dair)

11-El-Muhafazat (Hilafa dair)

12-Et-Talıkat-üs-sagîre vei-kebîre (Hilafa dair)

13-Ele Me'haz alel-imam-ir-Râzî fi şerh-il-işarat

14-Hulâset ül-İbrîz Tezkiret ül-Melik ül-Aziz (Akaid)

15-Delîlü Müttehid ül-i'tilaf ve Cârü fı Cemî-î Mesâil ül-Hilâf

16-Şerh-i Kitâb ül-Cedel lil-Şerif ül-Merâgî

17-Tarikat fi'l-Hilâf

18-Gaayet ül-Merâm (Kelâmdan)

19-El-Garâib ve Keşf ül-Acaîb Fi'l-İktirânât ül-Şartiyye

20-Ferâidü' 1-Fevâid (Hikmet)

21-Kitabü'1-Tercihat (Hilaf'a dair)

22 -Keşfü' 1-Temvîhât fi Şerhü' I-Tenbîhât

23-Lübâbü' 1-Elbâb (Manıtıktan)

24-Mümtehâ üs-Sâlik fi Rütübü'l-Mesâlik

25-El-Mevâhiz ül-Celiyye fi-Mevâhizâtü'l-Cedeliyye

26-En-Nûr ül-Bâhir fîl-Hükmü'z-Zevâhir (5 cilt).

SEYFÜDDİN AMİDÎ'NİN BUGÜN İÇİN ÖNEMİ:

Seyfüddin Âmidî, Diyarbakır'da doğup yetişen büyük bir İslam bilgini. 12. ve 13. yüzyılda kelam, felsefe ve fikıh alanlarında isminden oldukça söz ettimiş bir şahsiyet olması elbette önemlidir. Ancak Seyfüddin Amidî'nin asıl önemi, açtığı çığırla sadece döneminin bilim dünyasına değil, çağımızın önemli bilimsel tartışmalarına da ışık tutacak görüşleri ortaya atmış olmasıdır.

Bilindiği gibi İslam dünyası, son iki yüz yıldır gerileme sürecine girmiş

 

 

ve bu yüzyıllarda bir silkiniş içine giren Batı dünyasının her bakımdan hem gerisinde kalmış, hem de dolaylı dolaysız baskı ve tehditleriyle karşılaşmış olmanın sıkıntısını yaşamaktadır. Bitirmekte olduğumuz yüzyılda ve özellikle bu yüzyılın son çeyreğinde İslam dünyasınm bir çok merkezinde ve hatta batı dünyasında bu sosyolojik evrilmenin nedenleri ve gelecekteki durumu üzerine çok önemli bilimsel ve düşünsel tartışmalar yapılmakta ve bu konularda çok sayıda eser yayımlanmaktadır. Bu tartış­malarda elbette birbirinden farklı bakış açıları sonucu çeşitli yorumlar ortaya çıkabilmektedir. Ancak hemen hemen üzerinde görüş birliği sağlanan tesbitlerden biri, İslam dünyasındaki geri kalmışlığında düşünsel ve bilimsel üretimin yüzyıllardır yetersiz kalmasının en önemli rolü oynadığı ve buna da dini düşüncenin yeterli bir evrimi gösterememesidir. Çağdaş müslüman aydınlar şunun altını üzellikle çiziyorlar: Eksik olan nakli bilgiler değil akli bilgiler ve bunu üretecek olan dini düşüncenin evrimidir.

İşte Seyfeddin Âmidî'nin 700-800 yıl önce üzerinde durduğu nokta dini düşüncede aklın yeterince rol oynaması kapısını açacak ya da genişletecek olan kelam ve felsefenin birleştirilmesidir. İkinci olarak dikkatimizi çekme­si gerekecek yaklaşımı belki de sahabe, tabiin veya daha sonra gelen müs-lümanların içtihad yapma veya mezheplerden herhangi birinin görüşünü benimsemede özgür sayılmasını belirtmesidir. Buna sahabi sözünün bile dini konularda hüccet sayılmayacağına ilişkin görüşü gibi benzer tesbit-lerini de ekleyebiliriz.

Konuşmamı burada noktalarken hepinize saygılar ve sevgiler sunarım.

 

KAYNAKÇA:

1-İslam-Türk Ansiklopedisi

2-İslam Ansiktopedisi

3-İnönü Ansiklopedisi

4-İbn Ebî Usaybia: Tabakatı'l Hükema

5-İbn Halligan: Vefeyadü'l A'yan

6-Ebûl Feda Tarihi

7-Taşköprüzade

8-Mevzuatû'l Ulûm

9-Usul-i Hudrî

10-Zehebî. el Iber

11-İ. Hakkı İzmirli: İlmi Hilaf ve islam Felsefesi Tarihi        

12-Şemsedin Sami: Kamus-ül Alam

13-Ali Emirî: Diyarbekirli Bazı Zevatini Terceme-i Halleri

14-Esmaü'l Müellifin

15-15-            Şevket Beysanoğlu, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları 1. Cilt, s. 13-22, Ankara 1996.

 

KAYNAK: 1. Bütün Yönleriyle Diyarbakır Sempozyumu (27-28 Ekim 2000, Ankara, 2000; İhsan Işık / “Seyfüddin Âmidî Kimdir, Önemi Nereden İleri Gelmektedir?”, s. 194-200).

İhsan IŞIK: “ALİ NAR OKULUMUZU KÜLTÜR MERKEZİNE ÇEVİRMİŞTİ”

İhsan IŞIK: “ALİ NAR OKULUMUZU KÜLTÜR MERKEZİNE ÇEVİRMİŞTİ”

 

Merhum Ali Nar hocamızın Diyarbakır İmam Hatip Okulunda çizmeye başladığı örnek öğretmen imajı, aradan 51 sene geçmesine rağmen, hâlâ unutulmuş değil.

 

Söyleşi Ahmet Serin (dunyabizim.com)

 

İhsan Işık “Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi” gibi Türkiye’de alanında tek, devasa bir çalışmanın müellifi. Bu çalışmanın yapılması önemli bir şey elbet ama bu alanda çalışma gerektiğini görüp bu alanda çalışmak başlıbaşına önemli. İşte İhsan Işık, bu önemin farkına varıp bu çalışmanın altından kalkabilmiş birisi. Bunu düşünüp uygulayabilmek için ciddi bir birikime ihtiyaç var ve bu birikim de hemen kazanılmıyor. Ve ayrıca, bunun için ciddi bir itici güce ihtiyaç var. İhsan Işık’ın geçmişine baktığımızda, ona hem bu birikimi kazandıran hem de edebiyat alanında çalışmasını sağlayan bu itici gücü görüyoruz: Ali Nar! İhsan Işık’la hocası merhum Ali Nar hakkında konuştuk. Yararı olması dileğiyle sunuyoruz.

 

Rahmetli Ali Nar’ın ilk öğrencilerinden birisiniz ve ondan etkilendiğinizi biliyorum. Daha çok edebiyatçı kimliğiyle bilinen Ali Nar’ın bir eğitimci olarak portresini çizer misiniz? Rahmetli Ali Nar Hocanın okula gelmesinden sonra okulda gözle görülür bir değişiklik olup olmadığını merak ediyorum. Çünkü bazen bir öğretmen bir okulun çehresini değiştirir. Benzer durum Ali Nar Hoca için de geçerli mi acaba?

 

 Sadece biz öğrencileri değil Diyarbakır halkı da unutmuş değil. Bana göre bu işin sırrı yürekte bir sancının var olması ve aradan yıllar geçse de bu sancının hiç kaybolmayışıdır. Hasretini çekmeye başladığımız, şimdi benzeri bulmada zorluk çektiğimiz sancılı insanlardan biriydi Ali Nar Hoca. Bu sancıdan ne kastettiğimi şimdi makam, mevki, para ve kadına tapmaya başlayan Süslümanlar değil, ümmet bilinci olan, Üstad Necip Fazıl'ın "İdeolocya Örgüsü"ndeki "Divanelere Muhtacız" yazısında profilini çizdiği samimi (hasbî) Müslümanlar anlar ancak.

Çünkü, Türkiye'de pek çok kişi birkaç sene "İslam Davası" diye özetlenebilecek yüce ve kutsal ideale hizmet etmeye başlamış, daha sonra pragmatizm, konformizm  ve hedonizmin kucağına düşerek sonunda birer "Süslüman" tipe dönüşerek kendilerini heder etmişlerdir. Bu yozlaşma ve çürüme, oluşan yalaka çevreleri de etkilediğinden sonuçta İslam’a ve yüce idealimize zarar veren tuhaf yaratıklara dönüşmüşlerdir.

İşte Ali Nar, ta o zamanda başlayan bu çürüme sürecinde istikametini, yüreğindeki sancısını ve ümmet bilincini baki aleme göç edene kadar koruyabilen ender şahsiyetlerdendir. Ne yaptı da Ali Nar, böylesine örnek bir eğitimci ve örnek Müslüman olarak gönüllere taht kurabildi? Genişliğine ve derinliğine incelenmesi gerek bir konudur bu.

Kısaca özetleyecek olursak: Ali Nar, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünü bitirdikten sonra, ilk görev yeri olarak 1965 yılında Diyarbakır İmam Hatip Okuluna meslek dersleri öğretmeni olarak geldi. Branşı meslek dersleri olmasına rağmen, aynı zamanda okulun gerçek edebiyat öğretmeni idi.

Siyer-i Nebi dersinde Hz. Peygamber'i (sav) öyle bir anlatışı vardı ki, biz öğrencileri, duygulanarak Asr-ı Saadet'i içimizde hissettiğimiz gibi, zihnimizde örnek İslam toplumunun ana çizgilerini de görmeye başlıyorduk. Resulullah (sav), Allah'ın elçisi, örnek devlet adamı, örnek öğretmen, güzel ahlakın en güzel özelliklerine sahip örnek Müslüman olarak zihnimize yerleşiyor, ancak onu örnek alarak iyi birer insan olabileceğimizi düşünmeye başlıyorduk.

O öğrenmeye muhtaç olduğumuz hakikatleri sadece ders saatlerinde  anlatmıyor, maaşının önemli bölümünü kitap almaya ayırıyor ve bu kitapları biz öğrencilerine ücretsiz olarak hediye ediyordu. Kitapları hediye etmekle kalmıyor, her kitabın ön sayfasına bizi motive eden, okumaya ve düşünmeye teşvik eden, büyük düşler kurmamızı sağlayan çok güzel mektupcuklar yazıyordu. Bana hediye ettiği kitaplardan hatırladığım iki tanesi Muhamed Hamidullah'ın İslam Peygamberinin Savaşları ve İslam Peygamberi (2 cilt) adlı eserleriydi. Her iki kitaba benim için yazdığı teşvik edici sözler hâlâ ezberimdedir.

Özel bir ilgi gösterdiği öğrencilerinden hatırladığım Şaban Arslan, güzel sesi ve kendisini dinleten Kur'an tilavetiyle dikkat çekiyordu. İşadamı ve sosyal yönü çok güçlü İbrahim Halil Keresteci, şair ve yazar Celal Moray, yazar ve yayıncı (Beyan Yayınları sahibi) Ali Kemal Temizer, yazar Yüksel Kanar, sporcu ve öğretmen (şimdi merhum) Hatip Korkusuz, Dr. Bedri Mermutlu, Emir Eş (o dönem Diyarbakır'da görev yapan Selahaddin Eş'in kardeşi), Dr. Abdullah Baran, Prof. Dr. Sabri Orman, Prof. Dr. Sait Şimşek, Prof. Dr. Yasin Ceylan, Tarım Bakanlığı yapan Dr. Mehdi Eker, Mehdi Eker'in ağabeyi yazar ve çevirmen (şimdi merhum) Hamit Eker, Prof. Dr. İbrahim Sarmış, işadamı Ali Alabalık, Ak Parti kurucularından işadamı Muammer Kakı, Dr. Şakir Diclehan, avukat ve milletvekili Cavit Torun, avukat Saffet Saygın, avukat Muhittin Doğrucu, öğretmen ve yazar Siraç Öztoprak, yazar Hüsamettin Aydın, yazar ve arşivci Şefik Korkusuz gibi şimdi bazılarını hatırlayamadığım pek çok değerli şahsiyet Ali Nar'ın öğrencilerindendir.

Sırf örnek olsun diye söz edecek olursam; beni yazarlığa teşvik için zamanını fedakârca ayıran bir hocaydı Ali Nar. Diyarbakır İmam Hatip Okulunun tedrisata başladığı ilk bina TCDD'den tahsis edilmiş, küçük ama güzel bir bahçesi olan şirin bir binaydı. Bu binanın üst katında yatılı öğrencilerin odaları yanında müdür yardımcısı Hüseyin Tulpar ile Ali Nar'ın kaldığı odalar vardı. Biz yakın öğrencileri, kendilerini odalarına çıkarak da ziyaret eder, sorular sorarak kendimizi geliştirmeye çalışırdık. O dönemde Üstad Necip Fazıl'ın Büyük Doğu dergisi haftalık olarak yayımlanıyor ve Cuma günleri çıkıyordu. Ali Nar her hafta bana üç dergi parası verip Dörtyol'daki gazete bayiine gönderiyordu. Bu dergilerden biri benim, diğer ikisi Ali Nar Hoca ile Hüseyin Tulpar Hoca'nındı.

 

Bir gün, Siyer-i Nebi dersinde ders anlatışımı beğenen hocamız, beni öğretmenler odasına çağırdı, güzel sözler söyleyerek, bana "Temizlik" konusunda kendi yazdığı güzel bir yazıyı verdi ve bu yazıyı özetleyip kendisine getirmemi istedi. Ben önce bu hareketini anlayamadım ama, "Peki hocam" diyerek yazdığım özet metni ertesi günü kendisine götürdüm. İki gün sonra beni tekrar yanına çağırdı, masanın üzerindeki "Yeni Şark Postası" gazetesini verdi. "Aç, bak" dedi, "İçinde adın geçiyor". Açtım baktım, iç sayfalardan birinde "Temizlik" başlıklı bir yazı vardı ve bu yazı, hocanın yazısından benim özetlediğim yazıydı. Altında da benim adım yazıyordu. İşte o gün bugün ömrüm yazmakla geçiyor. Beni bu nezaketi ve teşvikiyle sürekli yazmaya teşvik eden Ali Nar Hoca olmuştu.

Örnek bir Müslüman aydın eğitimci olan, Ali Nar, girdiği derslerde sadece müfredat konuları ile sınırlı kalmaz, düşünce dünyamızı, vizyonumuzu geliştirecek birçok konuda bilgiler vermeyi ihmal etmezdi. Biz bütün öğrenciler, Üstad Necip Fazıl ve Üstad Sezai Karakoç olmak üzere çok sayıda Müslüman şair ve yazarın adını ondan öğrendik. Hocanın bu yönlendirmesi sonucu arkadaşımız İbrahim Halil Keresteci, okulda bir kitap büfesi açtı ve Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Mevdudi, Hamidullah, Abdurrahim Karakoç, Muhammed Ebu Zehra gibi o dönem daha çok gündemde olan yazarların kitaplarını getirdi. Getirdiği kitaplar büyük ilgi görüyor, kısa zamanda tükeniyordu.

 

Bize derslerde ezberinden çok şiir okurdu Ali Nar. Bunlardan Halim Yağcıoğlu'nun "Cehennem Bu Olacak" şiiri, Ayhan İnal'ın "Seni anlamış olmanın hazzı" dizesiyle başlayan "Esmer Meleğim" şiiri, Üstad Necip Fazıl'ın "Sakarya", "Muhasebe" şiirleri; Ali Nar hocadan birkaç defa sınıfta dinleyerek ezberimde kalmıştır.

Hocanın konuşmaları ve şiir okumaları beni ve bazı arkadaşlarımı şiir ve yazı yazmaya başlattı. Kısa bir süre sonra ben ve sınıf arkadaşım Emir Eş'le birlikte, adını "Özlem" koyduğum duvar gazetemizi çıkarmaya başladık. Bu gazetede birçok arkadaşımızın şiir ve yazı denemeleri yer alıyordı. Bize en çok yardımcı olan, bizden iki sınıf geride olan Yüksel Kanar ile Muhittin Doğrucu isimli arkadaşlarımız idi. Bu arkadaşlar hem kendi yazdıklarını yayımlıyor, hem de güzel yazılarıyla bazı yazıları temize çekiyorlardı.

Ali Nar Hoca, laikliğe aykırı faaliyetleri olduğu gerekçesiyle Diyarbakır'dan Erzincan'a sürgün edildikten birkaç yıl sonra, hocanın teşviklerinin bir meyvesi olarak ben ve İbrahim Keresteci, "Özlem" adıyla bu defa matbaada basılıp bayilerde satılan aylık bir edebiyat ve düşünce gazetesi çıkardık. Ayrıntılarını yakında çıkacak bir kitabımda anlatacağım bu gazete yurdumuzun bütün imam hatip okullarında okunuyordu.. Hoca'nın ayrılışından birkaç sene sonra Diyarbakır'da aylık Çile dergisini de çıkardım. Çile, edebiyat çevrelerinde, medyada ilgi gören, Türkiye'deki tüm gazete bayilerinde satılan, ünlü yazarların da yazı ve çevirilerini yayımlayan bir dergiydi.

 

Naif bir insan olan Ali Nar’ın aynı zamanda mücadeleci bir kişi olduğunu da biliyoruz. Kuruluşunda yer aldığı STK’lar ve yayıncılık faaliyetleri bunu bize göstermektedir. Onun inandıklarını hayata geçirmek için neleri göze aldığını, neler yaptığını anlatabilir misiniz bize?

 

Evet örnek bir mücadeleci Müslümandı Ali Nar Hoca. Yavuz Sultan Selim'in "Ateş kesilir geçse saba gülşenimizden" dizesini sık sık tekrarlardı. Ben bir Müslümanın, öyle eline vur ekmeğini al, ümmetin başına galen her felakete sadece üzülen zavallı kişiler olmaması gerektiğini ondan öğrendim.

Bunları bize sadece anlatmıyor, canlı örneğini kendisi veriyordu. Ali Nar Hoca'nın önderliğiyle Diyarbakır'da Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti kurulduğu gibi, okulumuzda "Mesleki Tatbikat Kolu"nu kurarak biz öğrencileri her cuma - ilçeler dahil- Diyarbakır'daki camilere dağıtıyor, camilerde vaaz ve hutbe tecrübemizi, hitabetimizi arttırıyordu. Diyarbakırlılar da bu sayede hutbe ve vaazlarda sadece menkıbe dinlemekten kurtulup İslam dininin toplumsal yaşayışla ilgili özelliklerini dinlemiş oluyordu.

Ali Nar Hoca'nın organizasyonu ile, sadece hutbe ve vaazla yetinmiyor, okulda sık sık kültürel etkinlikler düzenliyor, piyesler de oynuyorduk. Bu piyeslerin çoğu Mehmet Akif'in "Safahat"ından uyarlanan manzum metinlerdi. Piyeslerin en önde gelen ismi, merhum Hatip Korkusuz idi. Hatip, hem okul futbol takımızın kaptanı, hem de piyeslerin baş aktörüydü ve oyunculukta çok başarılıydı. Mizaha da çok yetenekliydi. Rahmetle ve muhabbetle anıyorum.

 

Ali Nar Hoca'nın organizatörlüğünde Diyarbakır İmam Hatip Okulu, Türkiye'deki pek çok imam hatip okulundan ilerde, tam anlamıyla bir kültür-sanat merkezine dönüşmüştü. Okulumuzda hemen her hafta düzenlediği kültür-sanat etkiliklerine Diyarbakır halkını da davet ediyor, onu çok seven halktan yüzlerce kişinin katılımıyla bu etkinlikler büyük bir izleyici topluğu önünde gerçekleşiyordu. Öyle ki, bir süre sonra okulumuzun yemekhanesi bu etkinlikleri dar gelmeye başladı ve yakınımızdaki Mehmetçik İlkokulu ile Dağkapı'daki Öğretmen Okulunun salonlarını da kullanır hale geldik. Bu salonlarda gerçekleştirdiğimiz hitabet yarışmaları, anma günleri, tiyatro oyunları yine halkın katılımıyla gerçekleşiyordu. O dönemde yine Ali Nar'ın önderliğinde, DSİ Müdürü Recai Kutan, mühendislerden Fehim Adak ve Mehmet Helvacı, hem okulumuzda derslere giriyor, hem etkinliklere katkı sağlıyordu.

 

Elbette Ali Nar'ın bu hizmetleri, Diyarbakır'da İslami uyanışın yaygınlaşmasından rahatsızlık duyan bazı çevrelerin hiç hoşuna gitmiyordu. Birilerinin, özellikle derin çevrelerin endişeleri artıyordu. Yaygınlaşan İslami etkinliklerle, Kürtçülüğün ve Türkçülüğün önü tıkanıyordu. Kemalistlerin tuzakları bozuluyordu. Marksistler kızgınlık içindeydi. O dönemde Diyarbakır'da görev yapan General Faruk Güventürk, sinsi sinsi Ali Nar'a savaş açtı, onu şikâyet etmeye başladı.

Sonunda Milli Eğitim yetkilileri örnek öğretmen Ali Nar'ı cezalandırmaya, bir an önce Diyarbakır'dan uzaklaştırmaya karar verdi. Ali Nar, bu düşmanlıklar sonucu, çok sevdiği öğrencileri ve yüzlercesiyle dostluk oluşturduğu Diyarbakırlılardan ayrılma zorunda bırakılarak, Erzincan'a sürgün edildi. Ali Nar Diyarbakır'dan gitmek zorunda kaldı ama bize çizdiği yol hiçbir zaman takipsiz kalmadı. Bu izde yürüyüş hayatımız boyunca devam edecek, biiznillah.

 

Bildiğiniz kadarıyla, özellikle Ali Nar’ın etkisinde kalarak edebiyata yönelen arkadaşlarınız oldu mu hiç? Ben Ali Kemal Temizer ismini biliyorum mesela. Biraz da bu etkilenmeden bahsetseniz…

 

Ali Nar’ın etkisinde kalarak edebiyata yönelenler oldu tabii. Sadece edebiyata değil ilmî çalışmalara da.. Şair ve yazar Celal Moray, yazar ve yayıncı (Beyan Yayınları sahibi) Ali Kemal Temizer, yazar Yüksel Kanar, Emir Eş (o dönem Diyarbakır'da görev yapan Selahaddin Eş'in kardeşi), Dr. Abdullah Baran, Tarım Bakanlarından Mehdi Eker'in ağabeyi yazar ve çevirmen (şimdi merhum) Hamit Eker, şimdi hatırlayabildiklerimdir.

Ali Nar'ın öğrencisi olan ve ilmî çalışmalarda isim yapanlardan hatırladıklarım ise: Prof. Dr. Sabri Orman, Prof. Dr. Sait Şimşek, Prof. Dr. Yasin Ceylan, Yrd. Doç. Dr. Bedri Mermutlu, Tarım Bakanlarından Dr. Mehdi Eker, Prof. Dr. İbrahim Sarmış, öğretmen ve yazar Siraç Öztoprak, yazar Hüsamettin Aydın ile yazar ve arşivci Şefik Korkusuz..

 

KAYNAK:  İhsan Işık: “Ali Nar Okulumuzu Kültür Merkezine Çevirmişti” (Söyleşi: Ahmet Serin, dunyabizim.com, 24 Temmuz 2016).

İHSAN IŞIK’LA GÜNEYDOĞU GERÇEĞİ (Röportaj)

 

İHSAN IŞIK’LA GÜNEYDOĞU GERÇEĞİ

 

Röportaj: Necati ÇAVDAR

 

 

-  Sayın Işık, sizinle hem bölge insanı olmanız ve bir aydın sorumluluğu içinde zaman

zaman yazılarınızda Güneydoğu sorununu dile getirmeniz dolayısıyla Güneydoğu sorununu ve çözümüne bakışınızı okuyucularımızla paylaşmak istedik. Güneydoğu da yaşanan tabloyu  özetler misiniz?

 

-  Türkiye nasıl Dünya üzerinde geri kalmış bir ülke ise ve geri kalmışlığın sorunlarını çeşitli boyutlarda yaşıyorsa Güneydoğu’da böyle bir geri kalmışlık tablosunu ortaya koymaktadır. Güneydoğu bölgesi için önümüzde ki ekonomik tablo ve terör blançosu devletin bölge insanına ilişkin siyasal ve kültür politikalarının başlangıçtan itibaren yanlış olmasının bir sonucudur.

Diyarbakır başta olmak üzere Güneydoğunun bu gününe baktığımızda gerçekten yoksulluğun ön planda olduğu, şehirlerde büyük kalabalıklar ve orada yaşanan terörden üreyen çok boyutlu sorunlar görülür.

Bugün büyük kentlerimizin varoşlarında yaşayan insanların büyük çoğunluğu Güneydoğu kökenlidir. İstanbul, Ankara İzmir, Adana, Mersin hatta Karadeniz illerimize kadar yoğunlaşmakta olan bu göçmen topluluğu gerçekten büyük ekonomik yoksunluklar içinde yaşamakta aynı zamanda yaşadıkları şehirde de  o şehrin problemlerini üretmektedir.

Yapılan araştırmalar ve farklı siyasi parti temsilcilerinin açıklamalarında ortaya çıkan gerçekler göstermektedir ki eğer devlet yakın geçmişten itibaren bile Güneydoğuya fonlar ayırıp yatırım yapmış olsa idi bu gün terörün bedelini böylesine ödemek zorunda kalmayacaktık.

Terörün bedelini sadece Güneydoğu insanı değil doğusundan batısına bütün işçilerin, memurların, esnafın ve iş adamının toptan Türkiye’nin ödemekte olduğunu açıkça görmekteyiz. Türkiye’nin bu gün yaşamakta olduğu ve oldukça etkileyici olan ekonomik krizin temel faktörlerinden bir tanesi Güney doğuda devam eden teröre bu güne kadar ayrılmış silahlı mücadele paylarıdır.

Yapılan araştırma ve açıklamalar açıkça şunu ortaya koymuştur. Güneydoğuya devlet; yaklaşık son yirmi yıl içerisinde 80 -100 milyon dolar arasında terörle mücadele için para harcamış durumdadır. Tüm ekonomi, iş ve siyasi çevreler her defasında şunu söylemektedirler. Eğer devlet terörle mücadele için harcamış olduğu bu yüksek paralar ki bu para Türkiye’nin tüm dış borçlarına eşit durumdadır. Eğer bu paranın değil tamamı yarısı hatta dörtte biri Güneydoğuya harcanmış olsa idi,ne terör nedeni ile bu kadar insan canını yitirir,nede bu kadar insan yer ve yurtlarından çıkarak göç etmek durumunda kalırdı. Bu göçün açı sonuçlarından hem güneydoğu hem de Türkiye’de ki diğer insanlar bu derece etkilenmeyecekti.

Gerçekten bu gün Diyarbakır’a, Batman’a, Van’a, Urfa’ ya baktığımızda on binlerce insanın önlerinde uyduruk tezgahlarla geçimlerini sağlamaya çalıştığını görüyoruz. O bölgede korkunç gizli ve açık bir işsizler ordusu büyümektedir.

Elbette ki işsizlik ve yoksulluk terörün olsun değer sosyal problemlerin oluşması için en uygun ortamı meydana getirmektedir. Eğer Diyarbakır’da bu gün binlerce kahvehanede on binlerce genç işsiz güçsüz durumda bulunuyorsa kahvehanelerde vakit öldürmek zorunda kalıyorlarsa  o zaman terör örgütünün  insan toplayacağı merkezler ortadan kaldırılmamış demektir.

 

Bu gün biliyoruz ki belli bir işi belli bir barınağı ve belli bir sosyal güvencesi olan insanların kendilerini maceraya atması, böyle bir riske girmesi çok daha zayıf ihtimaldir. Fakat hayatında kaybedeceği hiçbir şeyi olmadığına inanan insanların başkaları tarafından kandırılması,yanlış bir takım yollara   sürüklenmesi çok daha  kolay olacaktır.

 

-   Hükümetler bu konuda nasıl bir tedbir almaktalar bu tedbirler yeterli mi?

 

-  Güneydoğunun sıkıntısı bu gün bütün Türkiye’de yaşanmaktadır. Bu da devletin bu konuya mutlaka eğilmesi, acil gerçekçi, inandırıcı çözüm paketlerini bir biri  ardına tatbik safhasına koyması gerekmektedir. Halbuki bu güne kadar bu böyle olmamıştır. Şimdiye kadar ilan edilen Güneydoğu paketleri basınımızda bu gün alay konusu haline gelmiştir. Gelen giden hükümetler basın toplantısını, bakanlar kurulunu Diyarbakır’da toplamışlar, her biri birer Güneydoğu paketi ilan etmekte fakat bunlardan hiçbir tanesi tatbik edilmemektedir. Bu durum bile güneydoğu insanını bu güne kadar hep hükümetler tarafından aldatıldığını, istismar edildiğini, hep yanıltıldığını ortaya koymaktadır.

 

 

BÖLGEDE İNSANLAR NORMAL İDAREYİ BİLMİYOR

 

 

-  Bölgede yetmişlerde başlayan bir sıkıyönetim uygulaması ve sonrasında da uzun zamandan beri uygulanmakta olan olağan üstü hal  devam ediyor. Şu anda yirmi yaşında olan bir genç normal yönetimi hiç görmemiş demektedir. O zaman yirmi yaşında olan şuanın orta yaşlıları da hayatlarının en üretken zamanlarını normal bir yönetimde geçirmemiş demektir.40-50 yaş üstü olan tecrübeli kuşak da yıllar var ki normal yönetimleri bilmiyor. Uzun zamandır yaşanılan sıkıyönetimli ve OHAL’li yönetimlerin bölge ve Diyarbakır insanı üzerinde ne gibi  etkileri  var?

 

- Olağanüstü şartlarda yaşayan insan normal şartlara göre yaşayan insandan ister sosyoloji ister psikoloji bilimi açısından olsun çok daha tedirgin çok daha problemli olan insandır. Bu gün uzun yıllardan beri bölge insanının hep sıkıyönetim ve olağanüstü hal  yönetimlerinde yaşıyor olması onun devlete olan güvenini azaltıcı hatta yitirici bir  sonucu ortaya koymaktadır. Bugün zaten Diyarbakır ve Güneydoğuda HADEP’in aldığı  yüksek oylar aslında bu psikolojik ortamda yaşayan insanların devlete karşı bir protestosunu  ifade eder özelliktedir. Çünkü bu insanlar netice itibari ile devlete olan güvenlerini maalesef yitirmektedirler. Devlet her ne kadar biz terörist ile bölge halkını bir birinden ayırıyoruz açıklamasını yapsa da uygulamada bu o kadar başarılı olmamıştır. Bu gün Güneydoğu’nun pek çok il ve ilçesine gündüz saat üçten sonra giriş ve çıkışlar yasaktır. Dolayısıyla bu gün olağanüstülüğün birçok gerekleri hala yaşanmaktadır.

Diğer şehirlerimizde insanlarımızın rahatça ortaya koymuş olduğu kültürel ve sanat aktivitelerini  insanların Güneydoğuda ortaya koyabilme şansı  pek te yoktur. İnsanların  bu tür faaliyetler için çok önceden izin alması gerekmekte ve bu izinlerin bir çoğu da verilmemektedir. TC vatandaşlarının katılmadıkları çeşitli konulardaki demokratik protestolarını, eylemlerini yapma şansları Güneydoğuda yoktur. Diyelim ki, Diyarbakır’da insanların Bosna, Kosova için bile başörtüsü konusunda bile demokratik protesto ve taleplerini bildirmek için miting yapmalar,  yürüyüş yapmaları söz konusu değildir. Böyle bir izni alabilmeleri bu tür demokratik haklarını kullanabilmeleri mümkün değildir.

Gerçekten asker, polis, koruyucu vatandaşlardan oluşan güvenlik güçleri Güneydoğu insanının hayatında adeta sabit varlıklar gibi yerini almışlardır. Çocukluklarından itibaren hep onlarla birlikte yaşamışlardır.

Uzun zamandır demokratik hayatı soluma imkânını bu insanlar bulamamıştır.

 

 

DEVLET IRKÇI BİR SÖYLEM İÇİNDE

 

-Sorunların bu denli ağır olmasının ve çözümünün gecikme sebebi nedir?

 

-Devletin başlangıçtan itibaren kültür politikasının yanlış olması ortaya çıkan diğer problemlerin ana kaynağıdır.

Devlet, Güneydoğuda gerçekten bölge halkı tarafından ırkçı olarak algılanan söylemlerle yüzünü  göstermektedir. Örneğin bir Türk milliyetçiliği orada ki insanın gözünde adeta kendilerine dayatılmak istenilen bir devlet görüşüdür. Bu gün Diyarbakır’ın merkezinde, Şırnak’ın girişinde, çeşitli il ve ilçelerde sabah kalkan insanın dışarıya çıktığında ilk göreceği bir şekilde sürekli olarak  “Ne mutlu Türküm diyene” sözünün yazılı olması inanın Türkiye’nin nasıl milli birlik ve bütünlüğünün korunmak istendiğini benim anlamamda zorluk çekmemi doğurmaktadır. Ben bunları anlamakta zorluk çekiyorum. Çünkü bu şekildeki yaklaşımlar bölge halkını ters yönde etkilemektedir. Yani “Bir Türk Dünya’ya bedeldir. “Ne mutlu Türküm diyene” söylemleri yerine eğer devlet bu gün  Türkiye’de Türkleri, Kürtleri, Arapları ve çeşitli kökenden gelen insanları İslam çimentosu ile  birleştirebilmek gibi bir şansa sahip iken bu şansı ,potansiyeli ve kültür gücünü maalesef ihmal etmiştir.

 

LAİKLİK YANLIŞ UYGULANDI

 

Devlet laikliğin yanlış uygulaması sonucu, İslamiyet’in birleştirici, kardeşlik, hoşgörü, toplumsal uzlaşma unsurlarını içeren temel prensiplerini daha da geliştirmek ve ondan istifade etmek yerine İslamiyet’in kabul etmediği ırkçı düşüncelerin gelişmesine, boy göstermesine, güçlenmesine adeta istenmeden bile olsa ortam hazırlamış olmaktadır. Ben çok iyi hatırlıyorum çocukluğumdan itibaren bölgede ki yatılı bölge okullarındaki öğretmenlerin  %90-99’u sol görüşlü, Marksist görüşlü, bir çoğu ateist  olan öğretmenlerdi. Bu öğretmen kadrosu bölge çocuklarını daha küçük yaştan itibaren ateist yetiştirmeye, İslamiyete karşı bir dünya görüşüne göre yetiştirmeye başlamışlardı.

 

ŞOVENİZM BELA GETİRDİ

 

Yanlış bir milliyetçilik anlayışı ki; milliyetçilik anlayışının doğrusu, vatanseverliktir, yurtseverliktir müsbet anlamda ki bir milliyetçilik Türkiye milliyetçiliği olabilir. Buna hiçbir vatandaşın da itirazı yoktur. Hepimiz Türkiye’yi seviyoruz ve dünyadaki bütün devletlerden de üstün olmasını istiyoruz. Bu uğurda her türlü fedakarlığı yapmaya bütün vatandaşlarımız hazırdır. Ama ırkçılık kokusunu taşıyan yanlış bir milliyetçilik Türkiy’ede birleştiriciliği değil ayrımcılığı teşvik eden bir tablo ortaya çıkarmaktadır.  Bu gün Kürt milliyetçiliği,  devletin Türk milliyetçiliğini dayatmasının tabii bir sonucudur. Tavuk mu yumurtadan çıktı,  yumurta mı tavuktan çıktı misali gibi. Nihal Atsız’ın Türk milliyetçiliği anlayışı ile Apo’nun Kürt milliyetçiliği anlayışı  çizgileri bir birinin varlığından güç alan çizgilerdir. Bir birinin etki ve tepkisinin kaçınılmaz sonucudur. Bu yöndeki bir Türk milliyetçiliği görüşü Güneydoğuda PKK ve Apo’nun güçlenmesine, insanların Kürt milliyetçiliği yolu ile Marksist ve ateist yapılmasına istenmeden bile olsa hizmet edilmesine yol açmıştır.

Bu yanlış kültür politikasının sonucu olarak Türkiye’de şovenizm yaygınlaşmakta Türk ve Kürtleri karşı karşıya getiren unsur olmaktadır. Halbuki Türkiye’nin şovenizme ihtiyacı yoktur ve Türkiye bu şovenizmden zarar görmektedir. Bundan bir an önce kurtulunması gerekir.

Biz artık globalleşen bir dünyada yaşıyoruz. Dünyada ülkelerin sınırları kalkmakta birleşik devletler kurulmaktadır. Bu gün ABD’lerinin yanı sıra ortak bir Avrupa birliği kurulmaktadır. Bir NAFTA vardır. İslam ülkeleri kendi aralarında işbirliği yapma istek vea özlemindedir. D-8’ler bunun ciddi bir adımıdır. Yani bu  gün çağdaş bir insanın artık kafasında ırkçılığın yeri  olmamalıdır.Artık dünya ekonomisi ,dünya kültürü evrensel boyutta herkes tarafından soluklanmakta, paylaşılmaktadır.

Dolayısıyla bu gün artık Kürt milliyetçiliği, Arap milliyetçiliğin ve Türk milliyetçiliğini, Fransız, Alman  vs milliyetçiliğinin bir önemi kalmamıştır. Artık bunun Türkiye’de idrak edilmesi gerekmektedir. Artık yurt sevgisine önem verilmesi gerekir. Evrensel uygarlığa biz ne katabiliriz ... Bunlara önem verilmesi gerekir.

 

REALİTEYİ TANIMAK..

 

ÖZAL BÜYÜK BİR VİZYONA SAHİPTİ

 

- Devlet yöneticilerimiz tarafından  “Kürt realitesini tanıyoruz.” şeklinde açıklamalar  dile getirildi.  Bu realiteyi tanıma ne idi ve sonuçları ne oldu?

 

- Rahmetli Özal, büyük bir vizyona sahip çağın dünyasının nereye gittiğini gören ender devlet adamlarımızdandı. Türkiye’de terörün sadece askeri tedbirlerle  sona erdirilemeyiceğini, aksine; sosyal, kültürel ve ekonomik önlemlerle  kökünün kurutulabileceğini biliyor, anlıyor ve buna göre de projeler üretiyordu.

Bunlardan bir tanesi de kendisini Kürt olarak niteleyen insanların Kürt olduğunun kabul edilmesi idi. İşte Kürt realitesi dediğimiz şey, aslında kendisini Kürt kültürüne ait kabul eden bir insanın Kürt olduğunu söyleyebilmesi rahatça ortaya koyabilmesi hürriyetidir. Bu hürriyeti hiç kimseden almamak lazımdır.

Ben eğer bu günün Türkiye’sinde Ermeni’ce gazeteler yayınlayabiliyorsa, Yahudiler İbranice,  İspanyolca gazetelerini yayınlayabiliyorsa bu gün  Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde Fransızların, Avusturyalıların, Almanların İngilizlerin, Amerikalıların, İngilizlerin kendi kültürlerini kendi dilleri ile ortaya koydukları eğitim kurumları  varsa niçin Türkiye’de bulunan bu vatandaşlarımızdan esirgensin. Yani bu gün Kürt vatandaşlarımızda elbette kendi dillerinden radyo, televizyon, gazete, kitap yayıncılığı yapmak eğitim kurumları kurma hakkına sahip olmalıdırlar.

Aslında bu tür yasaklar istismar edile edile bu günkü HADEP’in tahrikleri ortaya çıktı. Eğer bu izin yıllar önce verilmiş  ve tatbik edilmiş olsa idi ben eminim ki ne doğuda nede  Türkiye’nin çeşitli yerlerinde Kürtçe okullar, gazeteler,  radyo ve televizyonlar çok da fazla ilgi  ile karşılanmayacaktı. Nitekim rahmetli  Özal’ın izni ile Kürtçe türkü şarkı kasetlerine izin verildikten sonra Kürtçe kasetler çok da fazla ilgi görmüş değildir. Türkiye’de Türkçe bile maalesef eğitim dili olmaktan çıkmakta  ve insanlar çocuklarını daha iyi eğitmek için yabancı dille eğitim yapan okullara gönderirken bu gün Kürtçe eğitim yapan  bir kurumun toplumda iyi bir geleceğe  sahip olması istenen çocuklar için çokta revaçta olacağını düşünmek mümkün değildir. Ama en azından bu izin bir insan hakkı olarak verilmelidir.

 

 

TERÖRÜN, BÖLÜCÜLÜĞÜN PAN ZEHİRİ İSLAMDIR

 

Yani devlet bence Türkiye'de ırkçılığın, bölücülüğün ortadan kalkması için gerekli olan kültürel tedbirleri alacak sağlıklı bir kültür politikası üretmemiş ve uygulamamıştır. Sorunların ağırlığı, yanlış bir laiklik anlayışı ve yorumundan kaynaklanmaktadır.  Devlet yanlış bir laiklik uygulaması ile adeta bölücü terörün ekmeğine yağ sürmektedir. İnançlarının gereğini yerine getirmek isteyen insanlara karşı tavrı devlet düşmanlarının işene yaramaktadır. Bu gün Türkiye'de işlerin yolunda gidebilmesi ve sağlıklı bir topluma ulaşabilmemiz için sağlıklı bir ekonomi, eğitim sistemine ulaşabilmesi için Devletin İslam’la barışması ve laikliği  İslam düşmanlığı anlayışından çok daha farklı İslam’la, kendi halkıyla barışık bir yorumla değiştirmesi gerekmektedir. Türkiye’de  bölücülüğün panzehiri  İslam’dır. Bu millet müslümandır.  Bu gün HADEP’e oy veren insanların % 60-70’i namazını kılan dindar insanlardır. Fakat o kadar ezilmişler, o kadar hor görülmüşler ki, o kadar mahrumiyete gömülmüşler, o kadar sahipsiz bırakılmışlardır ki HADEP’ten başka birinin kendilerine sahip çıkmamalarından dolayı HADEP’i destekler duruma gelmişlerdir. Eğer devlet gerçekten şefkat elini, gülen dost yüzünü insanlarımıza göstermiş olsa HADEP böylesine bir ilgiyi kesinlikle görmemiş olacaktı.

 

 

FP, DEVLETİN DOST YÜZÜNÜ TEMSİL ETMEKTEDİR

 

-        Peki Güneydoğuda seçime giderken partilerin durumu ve yaklaşımları nedir?

 

-  HADEP’in malum sebepler ve yukarıda sıraladığımız nedenlerle Güneydoğuda  bir potansiyeli vardır. Ancak FP’nin dışında diğer partilerin de bir varlık göstermesi mümkün  görülmemektedir.

Nitekim halk bizim bu söylediklerimizi hakikaten düşünüyor ve hissediyor olmalı ki HADEP’in dışında FP’ne büyük bir teveccüh gösteriyor. FP, vicdan, adalet duygusu  sahibi;  kendisine  Türküm, Kürdüm, Arabım  diyen insanlar arasında ayrım yapmayan müslümanların kardeşliğine inanan ,yoksullara sahip çıkacak olan,insanları sıkıntıdan kurtarmak için samimi gayretler içerisinde olabilecek kadrolara sahiptir. FP, bölge halkı için devletin dost yüzünü temsil etmektedir. Devlet adına en çok güvendiği kadrolar FP’nin inançlı kadrolarıdır.

FP’nin yerel yönetimlerde göstermiş olduğu başarı, güneydoğudaki müslüman halkın FP’ye olan güven ve bağlılığını daha da artırmıştır. Ben eminim ki  18 Nisanda yapılacak olan seçimlerde bölge halkı Türkiye’nin birliği, beraberliği ve kardeşliği için HADEP’ten daha fazla FP’ye oy vermeyi tercih edecektir.

 

HALK HİZMET EDENİ UNUTMAZ

 

-FP ve diğerlerinin çözümü nedir?

 

 

Yukarıda da söyledim. Bu güne kadar Güneydoğu için hükümetlerin gerçekçi bir çözüm paketi olmamış halk yanıltılmış ve oyalanmıştır. Sonuç olarak görüyoruz ki  bu gün güneydoğuda sanayi adına kaç tane kuruluş varsa FP saflarında toplanan MSP ve RP devrelerinde  bu kadrolar içerisinde yetişen insanlar tarafından ortaya konmuş olan tesislerdir. Mardin Çimento fabrikasından, Ergani Çimento fabrikasına kadar Güneydoğudaki pek çok sanayii kuruluşu, pek çok baraj ve yer altı hizmetleri bu gün FP lideri olan Sayın Recai Kutan ve yine eski devlet bakanı olan sayın Fehim Adak gibi insanlar tarafından ortaya konmuş olan hizmetlerdir. Burada kapatılmış olan RP lideri Prof Dr. Necmettin Erbakan’ı saygıyla anmamak mümkün değildir.

Çünkü Güneydoğu halkına verilmiş olan hizmetlerin büyük bir bölümü sayın Erbakan’ın lideri olduğu partiler tarafından verilmiştir. Bu gerçeği kimsenin inkar etmesi mümkün değildir.

Ama bu güne kadar ne RP nede MSP tek başına iktidar olmuştur. Bu güne kadar verilen hizmetleri de elbette o koalisyonların şartları içerisinde vermesi çok da mümkün olamamıştır. Ancak ellerinden geleni yapabilmişlerdir.

 

SAMİMİ OLMAK GEREK

 

-    Güneydoğuda insanların ekonomik sorunlarının çözümü için ne yapılmalıdır?

 

 -   Elbette  bölge için  çok geniş kapsamlı tedbirler düşünülmelidir. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yoktur. İşsizliğin ortadan kalkmasının tek çözüm yolu bölge insanını daha fazla istihdam edecek olan iş yerlerinin kurulmasıdır. Dolayısıyla bölgede  üretilen ne varsa,tarım endüstrisi başta olmak üzere bölgede geliştirilmesi  gereken bir çok endüstri kolu vardır. Esasında yatırım imkanı da vardır.

Eğer hükümetler kendi yandaşlarına kendi siyasi çıkarları  için hiçbir zaman gerçekleşmeyecek yatırımlara teşvik kredisi verip arkasını takip etmemekten vaz geçer de ciddi anlamda bir takım şirketlerin  oluşmasına teşvik verir, devletin kontrolü, himayesi ile işadamlarının özendirilmesi ile bölgede gerçekten büyük bir iş alanları açılarak istihdam oluşturulabilir. Yeter ki samimi olunsun. Ama yakın geçmişteki hükümetleri bu samimiyet içerisinde görmemiz mümkün değildir. Mesela yakın geçmişte bölgeden gelen sendika temsilcileri güneydoğuda ki kuruluşlarının en son özelleştirilme kapsamına alınması ricası ve teklifinde bulunmuşlardı. Halbuki ANASOL’D hükümetinin tatbikatı tam tersine olmuştur. Hükümetlerin özelleştirme bağlamında öncelikle başvurmaları gereken devlet bankalarının özelleştirilmesi iken nisbeten kalkınmış olan bölgedeki kuruluşların özelleştirmelerde öncelik verilmesi gerekirken güneydoğudaki devlet kuruluşlarının özelleştirilmesinden başlanması bu konuya ne kadar samimiyetsiz yaklaşıldığının açık bir göstergesidir.

Nitekim Diyarbakır’ın merkezinde Sümerbank’ın iki fabrikası en önce özelleştirilen devlet kuruluşları arasında yer almıştır. Halbuki bugün Diyarbakır halkı büyük bir infial içerisindedir. Diyarbakır iplik ve halı fabrikası özelleştirilmiş, en azından birkaç yıllığına oradaki istihdam ve üretim durmuş ve orada çalışanlar işsiz kalmıştır. Orada işsizliğin sona erdirilmesi için uygulanan hükümet politikası işsizliğin daha da çoğaltılmasına sebep olmuştur. Bunlar bölge halkının huzur ve mutluluğuna hizmet eden yaklaşımlar mıdır? Bunun iyi olduğunu kabul etmek için insanın akıllı olmaması gerekmektedir.

 

EĞTİMDE FIRSAT EŞİTLİĞİ ŞART

 

-Bir de olayın eğitim boyutu var bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 

-  Elbette devletin ekonomi boyutu itibari ile alması gereken önlemler son derece önemlidir, fakat insanın eğitim yönünden de kalkındırılması güçlendirilmesi  için atılması gereken adımlar hep ihmal edilmiştir. Bu bölgenin çeşitli şehirlerindeki eğitim düzeyi zaten yeterli boyutlarda değildir. Bir öğretmene Ankara’da 28, İstanbul’da  40, Bitlis’te 44, Siirt’te 56, Şırnak’ta ise 86 öğrenci düşmektedir. Ben uzun yıllar bürokrasiden önce eğitim kurumlarında hizmet vermiş olan bir insan olarak iyi biliyorum ki eğitimde başarının ön koşulundan bir tanesi dersliklerdeki öğrenci sayısının az olmasıyla orantılıdır. Bu durumda üniversiteye girişte Güneydoğu’ya büyük haksızlık yapılmaktadır. İstanbul’daki Galatasaray, Sen Jozef Lisesinde öğrenim gören ve onların öğrenim gördükleri sınıflarda üniversite kazanma şansları % 99 iken üniversite sınavında Galatasaray Lisesi ile Diyarbakır Lisesi, Ağrı lisesi öğrencisine aynı sorular sorulmaktadır. Aynı puanlara tabi tutulmaktadır. Bu kadar korkunç adaletsizlik sonucu olarak bu insanların yeterince yüksek öğrenimden paylarını almaları mümkün müdür?

Güneydoğuda eğitim konusunda büyük teşvikler verilmelidir. Eğitim kurumlarının sayısı artırılmalıdır. Öğretmenlerin güvenlikleri sağlanmalıdır. TC Anayasası devletin vatandaşlarının eğitim ve sağlık hizmetlerini yapmakla mükellef  olduğunu açıkça ortaya koymuş iken, tatbikatta maalesef bunu görmemiz mümkün değildir. Bunun en acıklı sonuçlarını güneydoğuda müşahede ediyoruz.

Güneeydoğuda zaten çok sayıda okul zaten kapalı durumdadır. Türkiye’de milli gelir düzeyi en düşük olan insanlar zaten Güneydoğuda yaşamaktadır. Yoksulluğun çok yoğun olduğu bölgede insanlar çocuklarını özel eğitim kurumlarına yüksek ücretlerle göndermelerini beklemek  gülünç olacaktır.  Çünkü Ege ve Marmara’da kişi başına milli gelir 5446 dolar iken Güneydoğuda bu rakam 2777 dolara düşmektedir.

Bu gün Türkiye’de milli birlik ve bütünlüğün korunması için  bu gelir adaletsizliğini ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bir ülkede bir bölge insanları bir başka bölge insanlarının milli gelirdeki payının yarısı ile yetinmek durumunda ise o ülke yöneticilerinin bu sosyal sosyal adaletsizliği ortadan kaldırmak için gerekli çözümleri önemsenmesi gerekmektedir.

 

-  APO ve PKK konusunda görüşleriniz nedir?

 

-  Bu günkü Kürt milliyetçiliği ve PKK’nın şöyle bir analizini yapmak mümkündür: Uluslararası emperyalizm başlangıçta PKK aracılığı  ile diğer  Marksist Kürt  örgütlerini  kontrol altına almayı amaçladılar. Daha sonra PKK iyice gelecekte  bir Ermeni  devleti kurmak isteyen insanların kontrolü ve yörüngesine  girmiş oldu. Ben PKK ve Abdullah Öcalan hadisesini Saddam’ın durumuna benzetiyorum. Saddam, ABD tarafından güya İslam fundamentalizmini, İran İslam Devrimini engellemek  ve önlemek için büyütüldü. Saddam’ı  ABD İran İslam devrimine karşı bir canavar olarak  ortaya çıkardı, kullandı. Fakat kullandıktan sonra  o canavar kendi kontrollerinden çıktı. Şimdi  başta ABD ve batı  dünyası kendi canavarlarını imha etmekle uğraşıyor. PKK ve APO’nun durumu da Saddam’ın durumuna benzemektedir. Sovyet rejimine yakın  olan Kürt hareketini kontrol altına almak için  Abdullah Öcalan’ı destekleyen  merkezler daha sonra APO ve örgütünün kontrolden çıkması karşısında onu imha etmenin veya kendi saflarına çekmenin telaşına düştüler.

Fakat bunun bedelini  Güneydoğudaki milyonlarca  hatta Türkiye’deki 65 milyon insan ödemektedir.

 

 - Bağrında misafir ettiği büyük sahabeleri, ay ışığında muhteşem görüntüleri ile surları, Ulucami ve külliyesi ile enteresan mimarili camileri, kurduğu gibi büyük askeri kışlaları, memlekete kazandırdığı  edip ve şairleri ile kültür ve turizm merkezi Diyarbakır’ı  anlatır mısınız?

 

DİYARBAKIR KÖYLEŞİYOR ve ORADA MEDENİYET CAN ÇEKİŞİYOR

 

-  Meşhur karpuzu,  kültür zenginliği ve Dicle yatağındaki dillere destan bahçeleri ile bir açık hava müzesi olan Diyarbakır bu gün ne durumda?

 

-  Bu günün Diyarbakır’ına baktığımız zaman içimizi yakan bir takım gerçekler de vardır. Bir yazar olarak aydın sorumluluğu ile Diyarbakır ve çevre illerin bir çoğunun terör nedeni ile hızla köyleşmiş olmasından büyük üzüntü duymaktayım. Diyarbakır, terör nedeniyle köyleri yakıp yıkılarak yerlerinden edilen insanların göç ettiği ve köylü vatandaşlarımızın doldurduğu bir şehir haline gelmiştir. Yerli şehir halkının da önemli bir bölümünün büyük şehirlere göç ettiğini hatırlayacak olursak Diyarbakır’da  sosyo kültürel yapı değişmektedir. Kültür düzeyi yüksek olan yerli halk Diyarbakır’dan uzaklaşırken daha çok köy ve ilçelerden gelen insanlar onların yerine  bu günün Diyarbakır’ını oluşturmaktadırlar. Bu da elbette yoksulluğun artmasının yanında şehrin kültür düzeyini de düşürmektedir. Bu durum yüzyıllarca kültür ve sanata merkezlik etmiş bir şehrin kültür seviyesinin düşmesi bir talihsizliktir.

Diyarbakır türkülerinde yer bulan Evsel, Benüsen bahçeleri  artık maalesef mazi olmuştur. Yani o güzelim Diyarbakır karpuzunu bile yetiştirmek için Dicle kenarında karpuz bahçelerini bulmak mümkün değildir. Karpuzun tadı bozulmuş oda maalesef yerini taklitlerine bırakmıştır. Bu gün onların yerinde yoksulluğun, çamurun diz boyu  olduğu gece kondu bölgeleri oluşturulmuştur. Güzelim Dicle Nehrinin çevresi gecekondularla dolup taşmıştır. Buradaki evlerin, burada ki yaşayan  insanların halleri gerçekten  yürekler parçalayıcı  bir durumdur. Orada bir tarih bir medeniyet can çekişmektedir.

Diyarbakır Büyükşehir ve diğer belediyeler devletten ne yazık ki  bu konuda gerekli yardımı alamadıkları için oraya  arzu ettikleri hizmetin  ancak bir bölümünü verebilmektedirler. Devlet bu konuda da bölgeye elini uzatırsa gerçekten bir ünversite , sağlık, kültür ve turizm merkezi olarak çok büyük canlılık kazanabilir.

 

-  Biraz da Diyarbakır’da  yerel yönetimlerin çalışmalarını bölge halkı nasıl değerlendiriyor?

 

-  Diyarbakır’ın bu gün yine de yaşanabilir bir şehir olduğunu görebiliyorsak, şehir merkezinde birtakım güzel işlerin ortaya konduğunu görüyorsak bu fazilet partili Büyükşehir Belediye Başkanı sayın Ahmet Bilgin’in gerçekten yüksek becerilerini ortaya koymasının bir ürünüdür.

 

Diyarbakır’da son üç dört yıl içerisinde diğer şehirlerde örneğini göremeyeceğimiz kadar çok sayıda bulvar açılmış, bütün yollar bataklık ve küçük küçük sokak olmaktan çıkarılıp bulvarlar haline dönüştürülmüş, çiçekler ekilmiş, ışıklandırılmış, yer altı ve üstü geçitler yapılarak şehrin çehresi değiştirilmiştir.

İlginçtir bu gün Diyarbakır’da insanlar hangi dünya görüşüne sahip olursa olsunlar FP’li büyükşehir belediye başkanı  Ahmet Bilgin’in ortaya koymuş olduğu bu şehircilik hizmetlerini kabul etmekte, inkar etmemektedirler.

 

KAYNAK: Necati Çavdar (Yeni Dönem, 6/10/2000).

 

 

 

 


ELİ KALBİNDE YÜRÜYEN GENÇ

  

Eli kalbinde yürüyen genç

Taşırsana gönlünü

Susanmamıştı sevgine böylesine

Baksana bağrışır

Kardeşlerin senin

Hasret sesine

 

At bu yorganı pek ağır

Dinle vaktin sesini

Bir koro tutsun sana

Ve duyursun seni

 

Nasıl aldatır seni bu hava

Havayı havanında dövecek sensin

Evet en güçlü sensin

Yeter ki bilensin o dev gibi imanın

O en büyük silahın

SEVGİLİYLE SABAH

Her sabah uyanıp hep sana bakmak

Uyanınca seni görmek ne güzel

Yarim yarim diye şiirler yazmak

Gözlerine bakakalmak ne güzel

 

              Ne güzelsin ne güzelsin ne güzel

              Ne güzelsin ne güzelsin ne güzel

 

Dünyanın kahrını bir yana koyup

Seninle ağlayıp seninle gülmek

Seninle yaşamak bir ömür boyu

Ölünceye seni sevmek ne güzel

 

              Ne güzelsin ne güzelsin ne güzel

              Ne güzelsin ne güzelsin ne güzel

SEVGİLİM UZAKLARDA

SEVGİLİM UZAKLARDA (*)

 
Uzaktasın yârim, çok uzaklarda

Yol bulup yanına gelmek isterim

Sensiz kanat çırpan bu şafaklarda

Kapının önünde olmak isterim

 

Demet demet çiçek sunup da sana               

Sevgilim bu senin demek isterim                 

Yüzün gülüyor mu, kederde misin?

Şimdi ne haldesin bilmek isterim   

 

Beni hiç sevdin mi bilmedim ama

Aklına geldim mi duymadım ama

Sensizlik tak etti artık canıma

Hayalin karşımda ölmek isterim

 

(*) Beste “Uzaktasın Yarim” adıyla: Turhan Taşan, Sanatçı: Udi Bestekâr Murat Demirhan (2018)

MEHMET ÂKİF'İN ŞİİRİNDE TEMALAR

Diğer ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de tarih boyunca birçok yazar yetişmiş ve arkalarında birtakım eserler bırakarak fânî ömürlerini tamamlamışlardır.

Bunların arasında küçük bir bölümü, tarihin ve okurlarının eleğinden geçerek sonraki dönemlerde adlarından söz ettirmeye hak kazanabilmişlerdir. Binlerce yazar, ansiklopedi sayfalarında sadece birer madde olarak kalırken, az sayıda yazar gece gündüz açık birer fakülte gibi, vefatlarından sonra da insanları bilgilendirmeye ve aydınlatmaya devam etmeyi başarabilmiştir. Bunların da aralarından sıyrılan şahsiyetler ise birer üniversite gibi, birçok alanda insanlığa ışık tutmayı sürdürebilen seçkin insanlar arasında anılmaya hak kazanmışlardır. Mehmet Akif Ersoy'u bu hafta Türkiye'nin yüzlerce, binlerce yerinde rahmetle anıyor olmamızın, bunu mecburen değil, gönülden yapmamızın sebebi nedir? Bu sebebi, bence O'nun İstiklâl Marşı şairimiz olmasından ibaret değil; örnek bir Müslüman-Türk şairi ve fikir adamı olarak, günümüz Türkiyesine ve İslâm dünyasına birçok hayati meselede ışık tutmaya devam ettiğini fark ediyor olmamızdır.

Bu özelliği, sıradan yazarlarla, büyük mütefekkirleri birbirinden ayıran en önemli farktır. Altını çize çize söylemek isterim ki, Mehmet Âkif Ersoy, yaşadığı dönemde tanık olduğu önemli olaylar karşısında sergilediği duruş, eserlerinde savunduğu - bugün O'nunla görüş ve gönül birliği içindeki aydınlar gibi- görüşlerle bugün bir kez daha haklı çıkmakta ve zararın neresinden dönülürse kazançlı çıkma şansını hatırlatarak, ortaya koyduğu fikirleri önemsediğimiz takdirde bazı hayati meselelerimize çözüm bulabileceğimizi düşündürmektedir.

Mehmet Akif'in, bugün için de dikkate almamız gerek düşüncelerini, yedi şiir kitabını topladığı Safahat'ını okuyarak, bazılarında gayet açık, bazılarının satır aralarında ifade edilmiş hususları incelemek, üzerlerinde düşünmek ve bunlardan dersler çıkarmak imkânına sahibiz. Bize bu imkânı hâlâ bahşediyor olmasını da elbette şükranla karşılıyoruz.

Öncelikle dikkatinizi, istiklâl Marşı şairi Mehmet Akif'in şahsiyeti ve eserlerinin temel karakteristikleri, yani şiirlerindeki başlıca temaların üzerine çekmek istiyorum.

Önce, özellikle yazar-aydın kesimini düşündürmesi gereken bir duruş dersinden başlayalım.

Birinci Dünya Savaşının ardından Türkiye'nin birçok şehri Avrupa ülkelerinin işgali altındadır. Medeni (!) Avrupa ülkeleri ortaklaşa bir haçlı ruhu sergilemekte, yakıp yıkmakta, Müslüman ahaliyi öldürülmekte, Fatih Sultan Mehmet'le birlikte İslâm hakimiyetine girmiş olan İstanbul'un yeniden Konstantinopolis yapılması istenmektedir. Nazım Hikmet'in Kan Konuşmaz, Kemal Tahir'in Esir Şehrin insanları ve Esir Şehrin Mahpusları romanlarında ayrıntılarıyla tasvir edildiği üzere, başkent İstanbul'un kaymak tabakası hiç de iyi bir sınav vermemektedir. Halk büyük bir yokluk içindedir. Atilla İlhan'ın dediği gibi sefalet İstanbul sokaklarından sel gibi akmaktadır. Bir dilim ekmek peşinde insanların arasında kendini satanlar da vardır. Kadıköy Moda'da, Şişli Nişantaşı gibi o dönemin elit semtlerinde akşamları işgal subayları şerefine balolar düzenleniyor, sabahlara kadar eğlence ve kahkaha, içki su gibi akıyor. Ensesi kalınların, nam-ı diğer sosyetenin karıları kızları işgal subaylarıyla dansta, onlarla birlikte kadeh kaldırmaktadır.

Aydınlar.. Aydınların bir kesimi aralarında ihtilafa da düşerek her biri başka bir büyük Batı devletinin müzaheretinden medet ummakta, Batılı devletlerden birine yamanmadan ayakta kalamayacağımız fikri geniş rağbet görmektedir. Bir kısım aydın, millî bir mücadelenin gereğine inanmakta, bu görüşü savunmakta, fakat yetiştikleri ve yaşadıkları sosyal çevre dolayısıyla halkın geniş kesimleriyle buluşmaları, geniş kitlelere öncülük etmeleri mümkün olamamaktadır. Can havliyle milletten yana tavır koymaktadırlar ama milletin inançlarıyla, gelenekleri ve yaşam tarzıyla bir kopuklukları vardır. Bunlardan halkın arasına karışanı, onları Kur'an'dan ayetler okuyarak düşmana karşı direnişe çağıranı bulamazsınız. Mesela bu dönemde, Büyük Ada'nın Dil Mesiresinde iki ünlü Türk şairi karşılıklı oturmuş, dilberlerden ve şarap içerek eğlenmekten söz etmektedir. Bu şairlerden en ünlü olanı Yahya Kemal’dir, şöyle dediklerini yazıyor hatıralarında:

 

“İçelim içelim şarap içelim

Nice bir gav gibi ab içelim”

 

Aynı dönemde Osmanlı’nın ikinci büyük başkenti Bursa'ya Yunan askerleri girmiş ve Yunan bayraklarını asmış durumda. Bursa'nın düşman işgaline girmesinin ıstırabını duyan Mehmet Akif çılgına dönmüştür. Bu sırada ünlü şiiri Bülbül'ü yazar:

 

Eşin var âşiyanın var baharın var ki beklerdin

Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin

Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâb olsun;

O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!

Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden Yıldırım Hân'ın;

Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri Orhan'ın!

 

Türkiye'nin işgal altında olduğu yıllarda yaşamış diğer şairleriyle Mehmet Akif, arasındaki fark, Çanakkale Şehitlerine yazdığı şiirde ortaya koyduğu ruhtadır. Yıl 1916; Çanakkale'de Müslüman Türk ordusu İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Kanadalı Haçlı kuvvetleri tarihin en kanlı savaşlarından birini yapıyor. Haçlıların hedefi İstanbul'dur. Ordumuz buna izin vermemek için kahramanca direnip her gün çok sayıda şehit vermektedir.

Aynı günlerde Mehmet Akif, Necid çöllerindedir. İngilizlerin kışkırttığı Arap kabilelerinin İslâm imparatorluğunun yanında olmasını sağlamak için devlet görevlisi olarak kabile reisleriyle görüşmeler yapıyor. Dikkat buyurun, ünlü bir şair olarak İstanbul'da, Beyoğlu'nda dinlenme ve eğlenmeyi tercih etmiyor. Binlerce kilometre ötedeki kızgın çöllerde yolculuğu tercih ediyor. Aklı fikri ise Çanakkale'dedir.

Bir akşamüstü, arkadaşlarıyla yine vatanın durumunu konuşurken İstanbul'dan bir telgraf alıyor: Telgrafta Çanakkale zaferinin kazanıldığı müjdelenmektedir. Hemen şükür secdesi yapıyor. Arkadaşlarından izin isteyip hemen orada, aldığı haberle ilgili duygularını bir şiir halinde yazıyor. Ve arkadaşlarına okuyor:

 

“Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasırımdan;

Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat îman?

Ey şehîd oğlu sehid, isteme benden makber,

Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.

 

Yani ünlü Çanakkale Şehitlerine adlı bu ünlü şiirini, bu savaşı görmeden, binlerce kilometre ötede yazmıştır. Fakat ilginçtir ki, bu şiirdeki tasvirler, bu savaşta meydana gelenlerin birebir fotoğrafı gibidir. O âdeta bu savaşı gönül gözüyle görmüş, bütün ruhu ve kalbiyle oradaki savaşın manasını şiirinde dile getirmiştir. Çanakkale şirinin yazılış öyküsü, Mehmet Akif'in şahsiyeti, dünya görüşü hakkında bize çok önemli bir belgeyi vermiş olmaktadır. Şiirlerinde işlediği temalar bu ruhun, bu bakış açısının yansımalarıdır.

 

Mehmet Akif Ersoy, ülkemizin temel meseleleriyle İslâm dünyasının içinde bulunduğu durumun birbiriyle ilgili ve bağlantılı olduğunu savunmuştur. Safahat adı altında topladığı yedi şiir kitabı bu fikriyatın açıklandığı örneklerle doludur. Başka bir ifadeyle, Mehmet Akif, Safahat adlı eserini başta Türk milleti olmak üzere İslâm âleminin uyanıp kendine gelmesi ve Batı tahakkümünden kurtulmasının nasıl olacağını anlatmak için yazmıştır.

 

İslâm Dünyası

 

İslâm dünyasında olup bitenler ve olmasını bekleyip de gerçekleşmeyenler, Mehmet Akif'in ilgi alanındadır:

 

"Şarkı baştanbaşa yıllarca dolaştım, gezdim

Hem de oldukça görürdüm. Kafa gezdirmezdim!

Bu Arapmış, bu Acemmiş, bu Tatarmış demedim

Müslüman unsurunun hepsini gördüm kendim.

Küçük âdemlerinin rûhunu tetkik ettim

Büyük âdemlerinin fikrini ta'mik ettim."

 

Diyerek, geçmişteki ve günümüzdeki aydınlara büyük bir ders vermektedir. O, masa başında ceffelkalem ahkâm kesmemiştir. Doğuyu ve Batıyı dolaşmış, İslâm dünyasının ve onu boyunduruk altında tutanların ne durumda olduğunu görüp mukayeseler yapmış ve elde ettiği gözlemleri kendi halkına aktarmayı bir vazife bilmiştir.

Bugün, aydınlarımızın ve medyanın İslâm dünyasıyla ilgili haberleri daha çok uluslararası haber ajanslarının filtreli haberlerinden almakla yetindiğini görüyoruz. Mehmet Akif'in yaptığı gibi diğer ülkelerin Müslüman aydınlarıyla görüşüp istişarelerde bulunanlara pek rastlamıyoruz.

Mehmet Akif, bizzat görüp incelediği İslâm dünyası halklarını uyarmayı vazife bilmiştir:

"Ey koca şark, ey ebedî meskenet! Sen de kımıldanmaya bir niyet et.

Korkuyorum, garbın elinden yarın kalmayacak çekmediğin mel'anet"

 

Mehmet Akif'in, başında A'raf Suresi 155. ayetinin mealinin yer aldığı bir şiiri, yarım yüzyıldır değişmeyen bir Ortadoğu belgeselidir.

Meal şöyledir:

"İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâkeder misin, Allah'ım?" (A'râf Suresi 155. Ayetin bir kısmı)

 

Önemine binaen şiirin tamamını takdim etmek istiyorum. Dinlerken bugünkü Ortadoğu'yu, hiç değişmemiş yüzüyle göreceğimizi üzülerek belirtmek zorundayım:

 

“Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?

Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!

Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!

diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!

Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında,

Yâ Rab, o cehennemle bu tûfan arasında,

Toprak kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm;

Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!

Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn'i,

En sonra, salîb ormanı görmek Harameyn'i!...

Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz'ın

Âteşli muhitindeki sûzişli niyâzın

Emvâci hurûş-âver olurken melekûta?

Sönsün de, İlâhi, şu yanan meş'al-i vahdet,

Teslis ile çöksün mü bütün âleme zulmet?

Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman

Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?

Enfâs-ı habisiyle beş on rûh-u leimin,

Solsun mu o parlak yüzü Kur'an-ı Hakim'in?

İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet?

Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?

Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ?

Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ!

Câni geziyor dipdiri... Can vermede mâsûm!

Suç başkasınındır da niçin başkası muhkûm?

Lâ yüs'ele binlerce sual olmasa du kurbân;

İnsan bu muammalara dehşetle nigeh-bân!

 

Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık;

Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık!

Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın...

Yaksaydın a mel'unları... Tuttun bizi yaktın!

Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi:

Binlerce cevâmi' yıkılıp hâke serildi!

Kalmışsa eğer bir iki mâbed, o da mürted:

Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!

Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,

Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!

En kanlı senâatle kovulmuş vatanından,

Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan!

İslâm'ı elinden tutacak, kaldıracak yok...

Nâ-hak yere feryâd ediyor: âcize hak yok!

Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?

Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!”

 

Akif'in çizdiği ve henüz değişmeyen Müslüman Ortadoğu manzarasının tek cümlelik özeti şudur: Hz. Muhammed (sav)’în ruhunu incitecek içler acısı bir duruma gelen İslam Dünyası, Haçlı ordularının işgali altındaki İslâm coğrafyası inim iniminlemeye ve kurtarıcısını, yeni Selahaddin-i Eyyubî'sini beklemeye devam ediyor.

 

Mehmet Akif'teki bu İslâmî duyarlılık, bugün hepimizin, tüm ülke yöneticileri, hükümet ve siyasi parti yetkilileri, milletvekilleri, aydınlar, işadamları ve her meslekten Müslüman Türk halkı olarak hepimizin muhtaç olduğu bir duyarlılıktır.

O büyük İslâm şairi, yukarıdaki şiirinden anlaşılacağı üzere, daha Birinci Dünya Savaşı yıllarında iki hususun altını çizmiştir:

Başta Hz. Muhammed'in yaşadığı ve yüce Kur'an'ı insanlığa ilk müjdelediği topraklar olmak üzere bütün İslâm âlemi Batı dünyasının tehdidi altındadır. Eğer İslâm ümmeti uyanmaz, İslam dinine, medeniyetine ve toprağına sahip çıkmaz ise Haçlı dünyası askerleriyle ve çan sesleriyle gelip bütün İslâm coğrafyasını kendi hakimiyeti altına alacaktır. O kadar ki Hz. Hüseyin'in (r.a.) dedesi, yani Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ruhları bile hemen yanı başına yerleşen haçlıların çan seslerini duymaktan rahatsız olacaktır. Yani İslâm dünyası kötü bir durumdadır, Batının tehdidi ve sömürüsünden kurtulmak için uyanıp bir an önce ayağa kalkmak zorundadır.

 

Mehmet Akif'in şiirlerindeki diğer temalar:

 

İMAN

 

Mehmet Akif'te Allah inancı, tüm şairliğinin temelidir. O'nun nasıl bir imana sahip olduğunu anlamadan, onun niçin bu kadar toplumcu, niçin bu kadar vatanperver, cesur ve öncü karakter taşıdığını anlayamayız. Bu şairin yüreği Allah inancıyla nurlanmış ve koca bir ümmeti içine sığdıracak kadar büyümüştür:

Şöyle demiştir Akif:

 

"İmandır, o cevher ki İlâhî ne büyüktür

İmansız olan paslı yürek sinede yüktür" (49)

 

Çünkü imanlı yürekte Allah rızası isteği, Hak yolunda halka hizmet, yani Allah'ın hoşlandıkları; paslı yürekte ise egoizm, pragmatizm, hedonizm, şahsi çıkarlar, nefsin arzuları, hileler, desiseler, şeytanın hoşlandıkları vardır.

 

İMAN VE AHLÂK

 

Bir şiirinin başında, şu ayet meali vardır:

"Ey Müslümanlar, Allah'tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkunuz..."

(Al-i Imran: 102)

 

Bu ayetten aldığı ilhamla bir şiirine şöyle başlar:

 

"Ne irfandır veren ahlaka yükseklik ne vicdandır

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdan'ın

Ne irfânın kalır tesiri katiyen, ne vicdânın"

 

Bu şiir, dünün ve bugünün toplumsal ahlakı konusunda müthiş bir uyarıdır. Bugün kilise ile cami arasında yitip giden sosyal ahlâk, ticaret ahlâkı vs. erdemsizliğin egemenliği altına girmemizin tehlikesine işaret edilmektedir. Özellikle de aile hayatımızın ve millî eğitim sorumlularının dikkati çekilmek istenmiştir.

 

Mehmet Âkif, Allah inancının dayanan bir ahlâkımız olması gerektiğini ve bu ahlakı millî ahlâk olarak canlı tutmak zorunda olduğumuzu söyler:

 

"Oyuncak sanmayın! Ahlâk-ı millî, ruh-i millîdir,

Onun iflâsı en korkunç ölümdür: Mevt-i küllidir."

 

Son mısraın anlamı şudur:

Millî ahlâk çekerse milletin de hayatı biter. Kur'an, Mehmet Akif'in temel referansı ve sadece bizim için değil, tüm insanlığa ulaştırılması gerektiğini düşündüğü evrensel huzur reçetesidir. Bu görüşünü özetleyen dizeleri şöyledir:

 

“Doğrudan doğruya Kur'an’dan alıp ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm'ı

Allah'a dayan sa’ye sarıl hükmüne râm ol

Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol”

 

Bu şiirde Müslümanların modern dünyaya bir mesajı olduğunu, bu mesajı onlara anlayacakları bir üslupta iletmek gerektiğini belirtmektedir.

Bunun içindir ki, Mehmet Âkif için Kur'an bir ölü kitabı değil, sadece dua kitabı değil; bir kılavuz, bir hayat kitabıdır. Kur'an'ı bilinçli olarak, yeni bir göz ve yeni kafayla yeniden okuyup anlamak gerekmektedir.

Akif bu gerçeği şöyle özetlemiştir:

 

“İnmemiştir hele Kur'an şunu hakkıyla bilin,

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!

 

PEYGAMBER SEVGİSİ

 

Mehmet Akif’in Peygamber sevgisi şu mısralarla başlayan şiirinde çok güzel dile getirilmiştir:

 

BİR GECE

 

Ondört asır evvel, yine böyle bir geceydi,

Kumdan, ayın ondördü, bir Öksüz çıkıverdi!

Lakin, o ne husrandı ki: hissetmedi gözler,

Kaç bin senedir, halbuki bekleşmedelerdi!

Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî:

Bir kerre, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;

Bir kerrede, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar,

Buhranlar içindeydi, bu günden de beterdi.

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!

Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin.

Salgındı, bugün Şark'ı yıkan, tefrika derdi.

 

Derken, büyümüş kırkına gelmişti ki Öksüz,

Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!

Bir nefhada insanlığı kurtardı o Masum,

Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!

Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;

Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!

Âlemlere rahmetti, evet, şer-i mübîni,

Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.

Dünya neye sâhipse, onun vergisidir hep;

Medyûn ona cem'iyyeti, medyun ona ferdi.

Medyundur o Mâsûma bütün bir beşeriyet..

Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret...”

 

MANZUM HİKÂYEDE İKİ BÜYÜK USTADAN BİRİ...

 

Toplumsal konulara çok önem veren bir şairdir Akif. Seyfi Baba şiirinde, Selma'da (40) Küfe'de (52), Geçinme belası (62), Meyhane (65), Mezarlık (70), Bayram (76), Hasbihal (80) gibi pek şiirinde olduğu gibi içi yoksullar için yanar:

 

 

“SEYFİ BABA

 

Geçen akşam eve geldim. Dediler:

        – Seyfi Baba

Hastalanmış, yatıyormuş.

        – Nesi varmış acaba?

– Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.

– Keşke ben evde olaydım... Esef ettim, vah vah!

Bir fener yok mu, verin... Nerde sopam? Kız çabuk ol!

Gecikirsem kalırım beklemeyin... Zîrâ yol

Hem uzun, hem de bataktır...

        – Daha a’lâ, kalınız:

Teyzeniz geldi, bu akşam, değiliz biz yalnız.

 

Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;

Boşanan yağmur iliklerde, çamur tâ belde.

Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak;

“Gel!” diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.

Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine.

Boğuyordum müteveffâyı bütün âferine.

Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,

Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!

Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim,

Çifte sandal, yüzüyorduk; o yüzer, ben yüzerim.

Çok mu yüzdük, bilemem, toprağı bulduk neyse;

Fenerim başladı etrâfımı tektük hisse.

Vâkıâ ben de yoruldum, o fakat pek yorgun...

Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun:

Kâh olur, kör gibi çarpar sıvasız bir duvara;

Kâh olur, mürde şuâ’âtı düşer bir mezara;

Kâh bir sakfı çökük hânenin altında koşar;

Kâh bir ma’bed-i fersûdenin üstünden aşar;

 

Vakt olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır;

Sonra en korkulu eşhâsa çekinmez, sataşır;

Gecenin sütre-i yeldâsını çekmiş, üryan ,

Sokulup bir saçağın altına gûyâ uyuyan

Hânüman yoksulu binlerce sefîlân-ı beşer;

Sesi dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler;

Kocasından boşanan bir sürü bîçare karı;

O kopan râbıtanın , darmadağın yavruları;

Zulmetin, yer yer, içinden kabaran mezbeleler :

Evi sırtında, sokaklarda gezen âileler!

Gece rehzen, sabah olmaz mı bakarsın, sâil!

Serserî, derbeder, âvâre, harâmî, kâtil...

Böyle kaç manzara gördüyse bizim kör kandil

Bana göstermedi bir kerre... Niçin? Belli değil!

Ya o bîçâre de rahmet suyu nûş eyleyerek

Hatm-i enfâs edivermez mi hemen “cız!” diyerek?

O zaman sâmi’anın , lâmisenin sevkiyle

Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!

Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi...

Ne yalan söyleyeyim kalbime haşyet geldi.

 

Hele yâ Rabbi şükür, karşıdan üç tâne fener

Geçiyor... Sapmayarak doğru yürürlerse eğer,

Giderim arkalarından... Yolu buldum zâten.

Yolu buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben!

İşte karşımda bizim yâr-i kadîmin yurdu.

Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.

Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip

Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip

Açıversem... İyi amma kapı zâten aralık...

Gâlibâ bir çıkan olmuş... Neme lâzım, artık,

Girerim ben diyerek kendimi attım içeri,

Ayağımdan çıkarıp lastiği geçtim ileri.

Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak

Merdiven geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak!

Sola döndüm, odanın eski şayak perdesini,

Aralarken kulağım duydu fakîrin sesini:

 

– Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evlâdım!

Haklısın bende kabâhat ki haber yollamadım.

Bilirim çoktur işin; sonra bizim yol pek uzun...

Hele dinlen azıcık, anlaşılan yorgunsun.

Bereket versin ateş koydu demin komşu kadın...

Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın.

 

Odanın loşluğu kasvet veriyor pek, baktım.

Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.

Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne,

Sürme çekmiş gibi nûr indi mumun kör gözüne!

O zaman nîm açılıp perde-i zulmet, nâgâh,

Gördü bir sahne-i uryân-ı sefâlet ki nigâh,

Şâir olsam yine tasvîri olur bence muhâl :

O perişanlığı derpîş edemez çünkü hayâl!

 

Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba,

Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfi Baba.

– Ihlamur verdi demin komşu... Bulaydık şunu, bir...

– Sen otur, ben ararım...

        – Olsa içerdik, iyidir...

Aha buldum, aramak istemez oğlum, gitme...

Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime,

Başladım kaynatarak vermeye fincan fincan,

Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan.

 

– Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?

Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın.

– Mehmet Ağ’nın evi akmış. Onu aktarmak için

Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.

Ne işin var kiremitlerde a sersem desene!

İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.

Hadi aktarmayayım... Kim getirir ekmeğimi?

Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?

Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası:

Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!

Yoksa yetmiş beşi geçmiş bir adam iş yapamaz;

Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.

Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman

Gece gündüz koşuyor, iş diye, bilmem ne zaman

Eli ekmek tutacak? İşte saat belki de üç

Görüyorsun daha gelmez... Yalnızlık pek güç.

Ba’zı bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;

Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma!

– Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece!

Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice.

 

İhtiyar terleyedursun gömülüp yorganına...

Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,

Başladım uyku taharrîsine, lâkin ne gezer!

Sızmışım bir aralık neyse, yorulmuş da meğer.

Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,

Önce amma şu fakîr âdemi memnun edeyim.

Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;

Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!

O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:

Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!”

 

 

TÜKÜRÜN

 

Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:

Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım:

 

Ne yapıp ye'simi kahreyleyeyim bilmem ki?

Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!

 

Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan

Yatıyor şimdi Nasıl yerlere geçmez insan?

 

Şu mezarlar ki, uzanmış gidiyor, ey yolcu,

Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu!

 

Bu ne hicrân-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübîn

Ezilir rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin!

 

Azıcık kurcala toprakları, seyret ne çıkar:

Dipçik altında ezilmiş, parçalanmış kafalar!

 

Bereden reng-i hüviyetleri uçmuş yüzler!

Kim bilir hangi şenaatle oyulmuş gözler!

 

«Medeniyet» denilen vahşete lânet eder,

Nice yekpâre kesilmiş de sırıtmış dişler!

 

Süngülenmiş, kanı donmuş nice binlerle beden!

Nice başlar, nice kollar ki, cüdâ cisminden!

 

Beşiğinden alınıp parçalanan mahlûkât;

Sonra nâmusuna kurban edilen bunca hayat!

 

Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler!

Göğsü baltayla kırılmış memesiz vâlideler!

 

Teki binlerce kesik gözdeye âid kümeler:

Saç, kulak, el, çene, parmak Bütün enkaz-ı beşer!

 

Bakalım, yavrusu uğrar mı, deyip, karnından,

Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nice can!

 

İşte bunlar o felâket-zedelerdir ki, düşün,

Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün!

 

Müslümanlıkları bîçârelerin öyle büyük

Bir cinâyet ki: Cezâlar ona nisbetle küçük!

 

Ey bu toprakta birer nâş-ı perişan bırakıp

Yükselen, mevkib-i ervâh! Sakın arza bakıp

 

Sanmayın: Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var

Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!

 

Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdarımıza!

Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!

 

Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark'ın, tükürün!

Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!

 

Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!

Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!

 

Tükürün Ehl-i Salîb'in o hayasız yüzüne!

Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!

 

Medeniyet denilen maskara mahlûku görün:

Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!

 

Hele İ'lanı zamanında şu mel'ul harbin,

"Bize Efkar-ı umumumiyesi lazım Garb'ın";

 

Oda ALLAHI bırakmakla olur herzesini,

Halka iman gibi telkin ile, dinin sesini

 

Susturan aptalın idrakine bol bol tükürün

Yine hicran ile çılgınlıgın üstünde bu gün,

 

Bana Vahdet gibi bir yar-ı musaid lazım

Artık ey yolcu bırak, ben yanlız ağlayayım

 

AYDINLAR

 

Safahat'ın bir yerinde bazı şairlere eleştiri getirir:

Divanlarımız dopdolu oğlanla şarab

Biradan fâhişeden başka nedir şi'r-ü şebâb?

 

Bu eleştirisinin sebebini pek çok şiirinde açıklar.

Mehmet Âkif'e göre aydınlarımız, büyük bir sorumluluk içindedir. Ama bu sorumluluğun pek farkında değildirler. Ona göre aydınlar, milletimizin ve ümmetimizin dertleriyle yakından ilgilenmeli, onarlın çektikleri ıstırabı duymalıdır. Şiir anlayışını ve kendi şairliği için şu değerlendirmeyi yapmıştır:

 

"Şi'r için gözyaşı derler; onu bilmem, yalınız,

Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!

 

Ağlarım ağlatamam, hissederim söyleyemem;

Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizârım!"

 

Mehmet Âkif, büyük ıstırabın şairidir. Bu ıstırap, sevgilisinden ayrı kalmanın hüznü değildir. Şiirlerinden dökülen bu ıstırap ifadeleri, büyük bir millet ile büyük bir ümmetin içinde bulunduğu duruma bakınca duyduğu acıların ifadesidir. Şair olarak, yapmak istediği, bu ıstırabın paylaşılıp bir uyanışa vesile olmaktan ibarettir.

 

“Baksana kim boynu bükük ağlayan

Hakk-ı hayatın senin ey Müslüman!”

 

O bir Müslüman Türk aydını olarak, insanların ne hâlde olduğunu görüp sorunlarını yansıtmaktan sorumlu olduğunu düşünür Bu tip aydınlara ihtiyacımız olduğunu söylemiş olur aynı zamanda.

 

O'na göre fıkıh bilginleri ne kadar önemliyse, en az o kadar dinî ve siyasî düşüncede derinleşmek de en az o kadar önemlidir:

Birkaç yıl önce yapılan bir aydınlar diyaloğunda şu tesbit yapılmıştı: Ülkemizde eksik olan dinî bilgiler değil, dinî düşüncenin yeterince gelişmemiş olmasıdır.

 

Nitekim Mehmet Âkif, Süleymaniye Kürsüsü şiirinde şunları söyler:

 

Beni kürside görüp, va'zedecek sanmayınız;

Ulema değilim, şeklime aldanmayınız!

Dinin ahkâmını zaten fukahanız söyler

Anlatırlar size bir m üşkiliniz varsa eğer

Bana siz âlem-i İslâm'ı sorun, söyliyeyim;

Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim.

Şark-ı Aksâ'dan alın, Mağrib-i Aksâ'ya kadar.

Müslüman yurdunu baştanbaşa, kaç devrim var!

 

Akif'in, gezip gördüğü İslâm dünyasında gözlemlerinin elde ettiği sonuçlar dört maddede özetlenebilir:

 

TEMBELLİK

 

Ninni değil dinlediğin velvele, bak akıp gidiyor hep müstakbale

Bir acaib nur ki zamandır adı, durma sen de yetiş bu müthiş sele

 

Ben de birkaç cümleyle sizi bir sinema filmi karesine götüreyim;

 

Filmin kahramanı, sabahleyin uyanıp pencereyi açtığında, içeriye dolan sadece temiz veya kirli hava değil, şehrin o müthiş uğultusudur. Buradaki uğultu efekti, şehirdeki devinimi ve bu devinimin kahramanımızda ve izleyicide uyandırdığı arka planın izdüşümüdür.

Bu uğultu, bu devinim, şehirde yaşayan başkalarının müthiş bir hareketlilik içinde olduğunu, sıkıntılı bir hayatı sürdüren kendisinin de artık bir şeyler yapması gerektiğini, eğer böyle yapmazsa, şehirde her şeyin kendisine rağmen cereyan edeceğini, bu takdirde şikâyet etmek, kızmak ya da üzülmenin yararsız olacağını, artık odasında bir başına kendini dinleyip durmanın değil sokağa çıkmanın, yapması gereken ne varsa onları yapmaya başlamanın, artık çok çalışmanın, gerekiyorsa şehir meydanına çıkıp haykırmanın, şehrin velvelesine bir velvele de kendisinin katmasının zamanıdır.

 

Mehmet Akif'in açtığı pencere, fikir penceresi; gelen uğultu ise dünyadaki gelişmelerin, hareketlerin, büyük bir devinimin yankılarıdır. Çalışanların, koşanların, iş yapanların, üretimde bulunanların sesidir. Bu sesleri duyup uyumak olmaz. Bu yarışı görüp yerinde durmak olmaz. Ülkesinin, kültür ve gönül coğrafyasının insanları daha ne zaman kadar seyredecektir bu devinimi. Kimi uluslar çalışıp, büyük gayretlerle dünyanın her tarafını sömürü pazarı haline getirip sömürürken, dünyanın her tarafına silahlarıyla korkup salarken, bu sesleri ninni gibi dinlemek ancak büyük bir gaflet olur, yapılması gereken dava fazla vakit geçemeden bu yarışa katılmaktan ibarettir.

 

"Alınlar Terlemeli" şiiri aynı düşüncelerle şöyle başlar:

 

Cihan altüst olurken, seyre baktın, öyle durdun da,

Bugün bir serseri, bir derbedersin kendi yurdunda!

 

Bir başka şiiri, yine çalışmanın önemini anlatmak için şöyle başlar:

 

"Leyse lilinsani illa mâ se'a" derken Hûda;

Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha?

 

ÜMİTSİZLİK

 

Mehmet Akif'in dikkat çektiği konulardan birisi de ümitsizliğe düşmenin bir fayda sağlamayacağı hususudur. Malumunuz günümüzdeki psikolojik savaşın en önemli öğelerinden birisi, karşı tarafın zorla çöküntü içine sürüklenerek, daha kolay dize getirmektir. Ben, ülkemiz insanlarına ve tüm dünya Müslümanlarına bu şekilde kapsamlı bir psikolojik propaganda yürütüldüğü kanaatindeyim. Kültür Emperyalizmi kavramının tam karşılığı da bence budur.

 

Âkif, bu konuda yine bir ayeti hatırlatıyor:

 

"Dalalete düşmüşlerden başka kim Tanrı'sının rahmetinden ümîdini keser?" (Hicr, 56)

 

Sonra da Müslümanları, ümitsizliğe düşmemeleri konusunda uyarıyor:

 

“Lâkin, hani bir nefhası yok sende ümîdin!

Ölmüş"mü dedin? Ah onu öldürmeli miydin?

Ey, yolda kalan, yolcusu yeldâ-yı hayâtın!

Göklerde değil, yerde değil, sende necâtın:

"Devlet batacak!" çığlığı beyninde öter de,

Millette bekâ hissi ezilmez mi ki? Nerde!

Allah (c.c.)'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol...

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.

 

BİLGİSİZLİK VE BİLİNÇSİZLİK

 

Mehmet Âkif, İslâm dünyasını halkıyla ve aydınıyla büyük bir gaflet uykusu içinde görüp uyandırmak için çırpınmıştır:

 

“Baksana kim boynu bükük ağlayan

Hakk-ı hayatın senin ey Müslüman

Kurtar o biçareyi Allah için Arık ölüm uykularından uyan!" (342-343)

 

Jean Paul Sartre, Yahudilik Sorunu adlı kitabında şunları söyler:

 

"Biz Yahudiler, bulunduğum uz her ülkede, kendi alanımızda birinci olmak zorundayız, ikinci derecede bulunursak yok edileceğimizi düşünürüz."

 

Aslında bu bilinç, Kur'an'da Müslümanlara öğütlenerek, şu müjdeyle verilmiştir:

 

"Eğer inanıyorsanız, en güçlü olan sizsiniz."

 

IRKÇILIK VE BÖLÜCÜLÜK

 

Aklı başında olan bütün aydınların ortak görüşü, ırkçılığın insanlık düşmanı bir tehlike olduğu yolundadır. Milletlerarası savaşların, iç savaşların birinci derecedeki faktörü şovenizmdir, kavmiyetçiliktir, İslâmiyette ırkçılık yasaktır, bütün Müslümanlar hangi ırktan olurlarsa olsunlar Allah tarafından kardeş ilan edilmiştir. Ülkemiz tarihi ise, ırkçılık yüzünden bölünüp, küçülüp, büyük devletlere yem olmanın hazin bir belgeselidir.

Şimdi bu oyunun yeni ve kanlı bir sahnesi daha tezgâhlanıyor. Ve ülkemizin yaşayan aydınlarının, yöneticilerimizin, tarihsel sorumluluğu üstlenerek ırkçılığa bir kez daha açık ve net karşı çıkması gerekiyor.

Bu konuda da Mehmet Akif'in örnek bir aydın olarak bize ışık tuttuğunu hatırlayabiliriz.

Bu büyük şair ve fikir adamımız, yaşadığı günlerden bugüne, ülkemizin Türküyle Kürdüyle bütün insanlarına sesleniyor. Eğer ırkçı düşüncelerle bölme bölünme hevesinden vazgeçilmez ise, bu güzelim vatanda Türkler ve ne Kürtler dahil herkesin, emperyalist ülkelerin elinde perişan olabileceği tehlikesiyle karşı karşıya olacağını hatırlatıyor.

 

Akif'in bu önemli şiirinden birkaç beyit şöyledir:

 

"Müslümanlık sizi gayet sağlam, bağlamak lâzım iken,

Anlamadım, anlayamam, Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?

Fikr-i kavmiyeti şeytan mı sokan zihninize?

Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı

Aynı milliyetin altında tutan İslâmî, temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir

Bunu bir lâhza unutmak ebedi haybettir.

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler, onu top söndüremez.

Müslüman, fırka belasıyla zebun bir kavmi,

Medeni Avrupa üç lokma edip yutmaz mı?

Ey cemaat, yeter Allah için olsun u yanın...

Sesi pek müdhiş öter sonra kulaklarda çanın!" (220-221)

 

KAYNAK: İhsan Işık: Mehmet Âkif'in Şiirinde Temalar ("Mehmet Âkif, Dönemi ve Çevresi" Vefatının 71. Yılında Mehmet Âkif Ersoy Bilgi Şöleninde sunulan bildirilerinden oluşan TYB'nin 32. Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezinin 3. kitabı. Mart 2007 – tyb.org.tr, 26.04.2021).

 

 

AYASOFYA! (1971 yılında yazdığım şiir, hamdolsun duamız kabul olundu)

Ey, en soylu ailenin öksüz çocuğu!

Dilsiz minarelerin suskun değil

Çağrın fasılasızdır duyanlara                                              

Ayasofya!..

 

Gözyaşlarımla akraba mısın?                                              

Ayasofya!..

Doktoru olmayan bir hasta mısın?..                        

Ayasofya!..

 

Ey, özgürlüğümün üzgün sembolü!

Nasıl, nasıl tıkadılar sana yönelen yolu?

Nasıl, nasıl kıydılar

Minarelerinden yükselen o ulvi ezanlara?

Nasıl kızmam?.. Nasıl köpürmem ki?..

Sen, Fetih mirasına kara yazı yazanlara,

Yaramız büyük yara,

Çilemiz büyük çile                                                   

Ayasofya!..

 

Halıları apar topar toplanan;

Minberiyle mihrabıyla ağlayan

Kubbesiyle yalvaran                                                

Ayasofya!..

 

Sen yıllar yılı ağlayıp durdun

Onlar

Göklere uzanan ellerini bağladılar

            Haçlıların ekmeğini yağladılar

                        Birkaç dolar bir “Aferin” sağladılar

                                   Anadolu insanının yüreğini dağladılar!.. Ayasofya!..

 

Ey, Feth-i mübinin sembolü ulu mabed,

Mahzunluğun sürmeyecek müebbed!

Bir gün, o büyük günümüz bizim..

Sesini on binlere yüz binlerle değil,

            Milyonlarla duyacağız

                        Çağrına uyacağız!.. Ayasofya!..

 

Ey, gözyaşlarımın akrabası!

Yüce Fetih mirası!

Milyonların dâvâsı!                                                 

Ayasofya!..

 

1971

 

 

 

MUZAFFER AKSU

Değerli siyaset ve devlet adamı Abdulkadir Aksu’nun muhterem babası Diyarbakır Postanesi Müdürü Muzaffer Aksu, benim çocukluğumun sevgili Muzaffer Amca’sıydı. Sümerbank dokuma ustası babam Salih Işık’ın en yakın arkadaşlarındandı.

Diyarbakır Ulu Camiine takriben yüz metre mesafedeki Afganlı Kadri amcamızın nur dolu çayevinde gerçekten nurlu insanlar neredeyse hemen her gün denecek sıklıkta bir araya gelir tatlı tatlı sohbet ederlerdi. Bu çayevinin hatırımda kalan en önemli konuklarının başında PTT Müdürü Muzaffer Aksu, her ikisi de öğretim üyesi olan Mehmet Said Mermutlu ile Bedri Mermutlu kardeşlerin muhterem babaları Dişçi Hacı Kadri Mermutlu, tanınmış işadamı Limak Holdingin sahibi Nihat Özdemir’in babası tüccar Fikret Özdemir, yine Kısmet Han tüccar takımından Hacı Selahattin Bor ve Hacı Reşit Kakı ile dükkanı çayevine on metre mesafedeki Berber Miktat Birbir, aklımda en çok kalan isimler oldu. İmam Hatip Okulu Edebiyat  Öğretmeni (benim de öğretmenim) ve Yeni İstanbul gazetesi köşe yazarı Asaf Gördük de aynı cemaatin içersindeydi.

Bu zatlar Diyarbakır’da oldukça tanınan, saygı duyulan, kendilerinden hep sevgi ve hürmet dolu ifadeleriyle söz edilen kişiler oldu uzun yıllar boyunca. Tertemiz insanlardı her biri. Hiçbirinde kumar, içki, fuhuş olmadığı gibi yalan dolan da yoktu. Kendileri birbirlerine o kadar güçlü bir sevgiyle bağlanmışlardı ki çok sık görüştükleri halde birbirlerini kırıcı söz söyledikleri duyulmamış ve görülmemişti. Hele hele Hacı Kadri Amca ile Muzaffer Amca nükte dolu insanlardı, tek bir cümleyle arkadaşlarının içindeki sıkıntıları hemen çöpe gönderirlerdi. Muzaffer Amca, ağırbaşlı ama kibirden uzak, nüktedan, oldukça nazik, ayrıca oldukça bilgili ve kültürlü bir zat idi. Bunu biz konuşmalarından hemen anlardık.

Onlar, bu güzel insanlar birbirlerine o kadar yakın idiler ki, aynı anneden doğmadıkları hale gerçek kardeşten farksızdılar. Neredeyse cepleri bile birdi. Birbirlerinin ihtiyaçlarını, sıkıntılarını hemen bir araya gelip anında çözerlerdi, yani kelimenin tam anlamıyla İslam kardeşliğinin timsaliydiler.

Ulu Caminin neredeyse daimi cemaatiydiler. Nerdeyse her gün Hacı Kadri’nin çayevinde buluşup öyle giderlerdi camiye. Cami çıkışı sohbetleri aynı çayevinde devam ederdi. Babam ben de istifade edeyim, bir şeyler öğreneyim diye sık sık beni de yanında götürürdü.  Onlar benim amcalarımdı, akraba amcalarım zaten vefat etmişlerdi.

Oradan yolun devamı Risale-i Nur medreselerinden birine çıkardı. İlk büyük medrese, askeriyeden atıldıktan sonra Risale-i Nur hizmeti için gönüllü olarak Diyarbakır’a gelen emekli yüzbaşı ve şair Mehmet Kayalar’ın Fiskayasına yakın bir evde kurduğu meşhur medreseydi. (Bu medresenin inşaatına tuğla taşıyanlardan biri de 7 yaşındaki çocuk İhsan  Işık olmuştu). Bu güzel insanlar, sonra açılan Melikahmet’teki Nur medresesi ve bu medreselerin dışında hemen hemen her hafta ayrıca birbirlerinin evinde toplanıp Risale-i Nur okurlardı. Bazı günlerde ise hanımları birbirlerini evlerinde konuk eder, bu defa onlar tıpkı eşleri gibi Risale-i Nur kitapları okurlar, kendilerini geliştirirlerdi.

Bunların arasında Muzaffer Aksu, siyasetle ilgilenen tek kişiydi babamın arkadaşları arasında. Emekli olduktan sonra Erbakan Hoca’nın kurduğu ilk parti olan Milli Nizam Partisi’nin (MNP) Diyarbakır Kurucu İl Başkanı olmuştu. Ben de bu partinin Diyarbakır Gençlik Kolu başkanı olduğumdan, siyasi çalışmalar için de kendisiyle sık görüşürdük, işadamı ve gazeteci Hikmet Hamzaoğulları ile birlikte.

Beraber Mayıs 1970’te MNP’nin açılış toplantısını düzenlemiştik. Ünlü Dilan Sinemasının yazlık kısmında gerçekleşen açılış törenine MNP Genel Başkanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan, eski Maraş Senatörü Ali Oğuz, eski Tokat Milletvekili Hüseyin Abbas, eski İstanbul Milletvekili ve sonra devlet bakanı Hasan Aksay ile kalabalık bir heyet katılmıştı. Ben bu açılış töreninde Diyarbakır gençliği adına bir konuşma yaptım. Bu konuşma Hasan Aksay tarafından çok beğenilince beni kafileye dahil ettiler. Anı konuşmayı MNP’nin Elazığ, Adıyaman, Malatya, Maraş ve Adana açılışlarında da bana tekrar ettirdiler.

Bu güzel insanı, çocukluğumun Muzaffer Amca’nı hiç unutmadım. Sayın Abdulkadir Aksu ile ne zaman bir araya gelsek hep o günleri hatırlamışımdır. Muzaffer Amca, Dişçi Hacı Kadri Amca ve babamın bu nur yüzlü insanlarını daima rahmetle ve sevgiyle anıyorum.

KAYNAK: Bir Osmanlı Beyefendisi Muzaffer Aksu - İhsan Işık’ın kaleminden (habereburadanbak, 12.03.2021).

ALİ NAR HOCAM

ALİ NAR HOCAMhakkında şunları söyledi:

 

Ali Nar Hoca ile tanışmak benim için Allah’ın bir lutfu oldu. Şükren lillah bu mazhariyet, o’nun vefatına kadar elli sene (1965-2015) boyunca çoğalarak devam etti. Benim için iyi bir Müslüman/öğretmen’in örneği oldu. Sırf bu yüzden yüksek punalrıma rağmen öğretmenlik mesleğini seçtim. Diyarbakır İmam Hatip Okulu orta ikide öğrencisi olmaya başladım. Maaşının en azından bir bölümünü kitap satın alarak öğrencilere dağıttığına şahidim. Beni okumaya ve yazmaya o teşvik etti. İlk yazımı Diyarbakır Yeni Şark Postası gazetesinde (1965) o yayımladı. Bana ve diğer öğrencilere Muhammed Hamidullah, Seyyid Kutub, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç başta olmak üzere çok sayıda yazarı o tanıttı, çok sayıda kitabı o okuttu. Sınıfta bize yönlendirici konuşmalar yapar ve şiirler okurdu. Çok da güzel okurdu. O kadar ki, bu şiirlerden bazıları hâlâ ezberimdedir. Diyarbakır İmam Hatip Okulunu Diyarbakır şehrinin en faal kültür-sanat merkezi haline getirmişti. Kurduğu Mesleki Tatbikat Kolu faaliyeti olarak il merkezi ve ilçelerindeki camilerde hutbe okur, vaaz verirdik. Diyarbakır’daki birçok okulun salonu ve tüm sinemaları onun döneminde bizim etkinliklerimizle dolup taşardı. Halkla ilişkileri çok güçlü idi. Şehir halkının çoğu onu tanır, çok sever ve çok saygı gösterirdi. Bundan tedirginlik duyan bir general (Faruk Güventürk) ile mücadeleden çekinmemişti.

Müesses batı uşağı sistem, Ali Nar’ın Diyarbakır’da İslama yaptığı kıymetli hizmetleri hazmedemedi, onu sürgünlere gönderdi. O devrimci bir Müslümandı, mert, cesur ve ataktı. Gördüğü zulümler onu yıldırmadı, sadece azmini ve direncini kamçıladı. Her yıl yeni hizmetler vermeye başladı. Telif ve tercüme eserleriyle, cemiyet hizmetleriyle bereketli bir ömür sürdü. Ben de ortaokulda öğrencisiyken ona verdiğim sözü tuttum. 1975’te çıkan ilk şiir kitabımı ona ithaf ettim. Hazırladığım tüm ansiklopedilerde (Türkçe-İngilizce) biyografisini en güzel şekilde yayımlamaya çalıştım. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Biz de ölene kadar duacısı olmaya devam edeceğiz."

BİR GÜZEL İNSAN: AHMET MİSKİOĞLU

BİR GÜZEL İNSAN: AHMET MİSKİOĞLU

 

"Güzel bir insandı Ahmet Miskioğlu. Biraz geç geldiğim için eski İstanbul Efendilerini yüz yüze tanıma şansını bulamamıştım. Bu açığı güzel insan, kibarlık ve nezakette eşine az rastlanır Ahmet Miskioğlu Ağabey kapattı. Moda'daki Türk Dili Dergisi bürosunda, Bostancı Hatay Restaurant'taki Perşembe Buluşmaları'nda defalarca görüşme fırsatını bulduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Sevgisiyle herkesi kucaklar, çevresinde bir sevgi halesi oluştururdu. Siyasi görüşü ne olursa olsun bu sevgi bağını, güler yüzü ve tatlı sözleriyle kimseden esirgemezdi.

Bu nezaketiyle örtmeye çalışsa da Ahmet Miskioğlu aynı zamanda son derece kültürlü ve bilgili bir insandı. Bunu o konuştukça çok iyi anlardık.

Miskioğlu, benim için ve yüzlerce edebiyatçı için unutulmaz bir isim olmuştur. Rahmetle, sevgiyle, şükranla anıyorum." (İhsan Işık)

ÜÇ DİLDE NİYET ETTİM RUBAİSİ

Türkçesi:

 

ÜÇ DİLDE NİYET ETTİM RUBAİSİ

 

Doğru dürüst olmaya her zaman niyet ettim

Halilulllah nimeti ümmete gelsin diye

O Rahman ve Rahim’e binlerce duam olsun

Kötülüklerin hepsi defolup gitsin diye


Türkçe, Farsça, Arapça:

 

NEVEYTÜ HER SÉ DİLDE RUBAİSİ

 

Neveytü dürüstlüğe hemişe yevm-ü leyal

Nimet-i halilullah gelsin diye ümmete

Hezaran niyaz ola ol Rahim’ul Rahim’e

Def’ul bela ve’l kada mine’l her ruz i her hal

 

 


İHSAN IŞIK HAKKINDA ÇEŞİTLİ YAZARLARIN SÖZLERİ

EDEBÎ ANIT

 

Prof. Dr. Talât Sait HALMAN (Kültür Eski Bakanı):

 

“Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi gerçekten fevkalade bir eser.”

Her biyografik soruya bulursunuz burda yanıt

Ve her yanıta ilişkin bol bol açık seçik kanıt.

Bu, sırf yazarlar ansiklopedisi değil, bir edebî anıt.”

 

BÜYÜK EMEK

 

Prof. Dr. Mustafa İSEN (Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, Kültür Bakanlığı E. Müsteşarı):

 

“Bizim toplumumuzun geçmişte son derece zengin bir biyografi birikimi olduğu biliniyor. Son yıllarda azalan ilginin yeniden ivme kazanması sevindirici. İhsan Işık’ın Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi bu anlamda önemli bir boşluğu dolduruyor. Büyük emek ürünü bu çalışmayı gerçekleştirdiği için yazarını kutluyorum.”

 

TİTİZ ÇALIŞMA

 

Prof. Dr. Necat BİRİNCİ (Kültür Bakanlığı E. Müsteşarı, Edebiyat Tarihçisi):

 

 “Her konudaki araştırıcıların ilk başvurduğu kaynaklar, biyografik eserlerdir. İyi hazırlanmış bu tür çalışmalar, araştırıcıları yönlendirme ve doğru bilgilere ulaşma bakımından önem taşırlar. Biyografik eser hazırlama çok çileli ve sabır isteyen bir iştir. Hele Türkiye gibi bu alanda geniş boşluklar bulunan bir ülkede bu zorluk daha da artar. İhsan Işık bu zorlukları sabırlı ve titiz bir çalışma ile aşmış, kültür ve sanat hayatımızın hemen hemen eksiksiz bir biyografik kaynağını ortaya koymayı başarmıştır.”

 

BU BİRİKİME SAHİP ÇIKMALI

 

 Prof. Dr. Nevzat YALÇINTAŞ (İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi):

 

Bir ülkenin yetiştirdiği yazarlar, o ülkenin kültürel zenginliğini üreten son derece önemli şahsiyetlerdir. Gelişmiş ülkelerin ulaştığı güç ve kudret, zenginlik ve refah seviyesinde büyük pay bu şahsiyetlere aittir. Bir başka deyişle, ülkeler ve milletler ne kadar çok gelişmiş beyine sahip olmuşsa o nisbette ilerlemiş; edebiyat, kültür ve bilim hayatının gelişmesine önem vermeyenler ise geri kalmışlığı, sömürülmeyi ve yoksulluğu peşinen kabul etmişlerdir.

Bu bakımdan, yazarlarımızın hayatları ve eserleri hakkındaki bilgilerin korunup gelecek nesillere ulaştırılması, kültürel mirasımızın korunması anlamında gelmektedir. Bu alanda 25 yıldır çalışan, şair ve araştırmacı yazar İhsan IŞIK, şimdi dev bir eser hazırlamıştır. 10.000 yazarımız hakkında geniş bilgiler verdiği 10 ciltlik büyük eseri “Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi”, yüzyıllarca istifade edilecek dev bir kültür hazinesi olmuştur. Bu birikime sahip çıkmak, hepimizin payına düşen vicdanî bir borç ve milli bir görevdir.

 

ANADOLU YAZARLARINI TANITAN ADAM

 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN (Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi):

 

“Anadolu’nun her köşesinde yaşamını sürdüren binlerce yazar ve şairin varlığından Türk kamuoyunun habersiz olması son derece üzüntü verici bir durum. İhsan Işık, bu uzun soluklu çalışması ile işte bu çarpıklığa karşı çıkmakta ve Türk toplumunun yetiştirdiği binlerce yazar ve şairi Türk kamuoyu ile buluşturmaktadır.”

 

ALANINDA TEK

 

Tansu BELE (Cumhuriyet Gazetesi Yazarı):

 

İhsan Işık'ın elli üç yıllık yaşamının yirmi beşini vererek hazırladığı ve alanında "tek" olan yapıtının, Türk kültür yaşamı içinde birkaç ilki birden başararak nice yeni çalışmalara ışık tutacağına yürekten inanıyorum. Geçmişinden bugününe olağanüstü bir biyografi birikimi olan toplumumuzun kültürel zenginliğini dünya çapında gündeme getirmesi açısından ilgi çekecek bir çalışma olduğunu sanıyorum. Toplumsal yaşamımızın temeli olan kültürümüzün zenginliğini, çok boyutluluğu içinde gözler önüne serişiyle ve bir köşeye itilerek unutulmuş olan birikimlerini bilinmeye, görülmeye değer bularak günışığına çıkarmasıyla kültür dünyamıza bereket, verim ve devingenlik kazandıracağından kuşku duymuyorum.

 

ALİ EMİRİ'DEN SONRA İHSAN IŞIK!

 

Mevlüt MERGEN

 

Bu iki isim de bu şehrin bağrından kopmuş insanlardır. Meslekleri aynıdır denebilir. Ali Emiri, kitap toplayarak kütüphanesini kurmuş, İhsan Işık ise kitapları ve o kitapların yazarlarını dünya tanısın, bilsin diye bir de "ansiklopedi" hazırlamış. On binin üzerinde ismi bu ansiklopedide alfabetik bir şekilde fotoğraflarıyla ve eserlerinden örnekler vererek tanıtmış. Başarısının büyüklüğünü daha önce de söyledim sadece on birinci ciltte bine yakın kişi kaleme alarak belirtmiş bu başarılı çalışmayı... (Yeni Yurt, 23.06.2009)

 

O BİR SÖĞÜT GÖLGESİ

 

Ruhan MAVRUK (Şair ve eleştirmen)

 

O, ansiklopedileriyle hakkı yenmiş şairlerin yanık seslenişlerine söğüt gölgesi oldu. Ama şairliği diğer eserlerinin gölgesinde kaldı. Oysa, son şiir kitaplarından “Kuğulu Parktaki Kuşlardan Biri ”nde insanın içine işleyen, özenli bir dille yazılmış, ince duyarlılıklar taşıyan, zevkle okunan, en önemlisi yaşamı ciddiye alan bir şairle tanıştım ve yüreğim coşkuyla doldu.

  Ciltler dolusu ansiklopedi ve antolojilerinde sırtlanlardan kaçırıp yaşatmak için Gazalları, yabancılaşma, yok sayılma içindeki dünyamıza ışık oldu.

  Her seçim bir şeylerden vazgeçmektir, bir zaman dahi olsa. İhsan Işık, insanların emeğini sonsuzlaştırırken kendi şiirlerinin ömründen çaldı.

  Kuğulu Parktaki Kuşlardan Biri ve daha sonra yayımlanan şiir seçkisi elime geçtiğinde derin bir soluk aldım. “ Şiiri bir yürek gibi atıyor, ne güzel ” diye.

  Kavruk insanlara onca gölge sunarken zaman ayırabilmiş ellerinden çekiştirip “ ya biz, ya biz” diye bağıran imgelere, sağlam sözcüklerle örülmüş dizelere…

  Temelde halk şiirinden kök alan, serbest vezinle yazılmış yalın, lirik dizelerle etkileyici duyarlılıklar yaratan Işık, konu kısıtlamasına gitmeden bireyin iç dünyasına ayna tutan ezgili dizeleriyle ılık bir rüzgâr serinliği yaratmış...

 

 

 

 

 

Yazar: Birden Çok Kaynak

İHSAN IŞIK'A

 

Sayın İhsan Işık eyledim davet

Gelmek ister isen izin alda gel

Eğer bu teklife der isen evet

Beklet o izni güzün alda gel

 

Gel köyüme biraz efkarım dağıt

Gülüşlerim sanki söylüyor ağıt

Hayatım yazmaya bulunmaz kağıt

Şu koca dünyanın yüzün alda gel

 

Ben hikaye değil roman insanım

Yaz yağmuru değil boran insanım

Kafamı halk için yaran insanım

Dağları temizlet düzün alda gel

 

Gel de bir gün yaşa köylüye hayat

Suyu hergün akmaz ekmeği bayat

Köylü iş başında yirmidört saat

Devletten bir yardım sözün alda gel

 

Ben yunus misali nefes doluyum

Karacaoğlan soylu Veysel oğluyum

Muhammed ümmeti Allah kuluyum

İmam Hanifi’nin Haz’ın alda gel

 

Yörem iyi tanır DERTLİ KÂZIM’ı

Kimi çeker kimi çekmez nazımı

Gelin ki öğrenin benim mazimi

İster çiçek ister hüzün alda gel

 

 

Yazar: DERTLİ KÂZIM

BİYOGRAFİLER

BİYOGRAFİLER

 

MEHMET NURİ YARDIM

 

Biyografinin, bugünkü deyimle özgeçmişin eski karşılığı, tercüme-i hâl, çoğulu ise teracim-i ahvâl'dir, yani hâllerin (durumların) tercümeleri demektir. Biyografi, ünlü kişilerin hayatlarını anlatan yazı ve kitaplardır. Hayat hikâyesi karşılığında da kullanılır. Osmanlı Türkçesi terkibiyle Tarihçe-i hayat (hayatın tarihçesi) şeklinde ifade edenler de vardır. Biyografilerin ille de ünlü kişiler için yazılması gerekmiyor. Hayatında önemli işler yapmış, mühim görevlerde bulunmuş kişiler hakkında da değerli biyografi yazıları veya kitapları yazılabilir.

Biyografiler, bir makale sınırında tutulabileceği gibi bir kitap büyüklüğünde de olabilir. Bu biyografik eserlerde askerlik, sanat, bilim, politika, eğitim, sanayi gibi alanlarda toplumun sevgisini kazanacak başarılara ulaşmış kişilerin doğumlarından itibaren hayatları etraflıca anlatılır. Bu nitelikleriyle biyografiler, eğitici bir değer taşırlar. Genelde başarı hikâyeleridir. Genç kuşaklar bunları okuyarak hayatları için çeşitli dersler alır, yaşanmışlıklardan ibret kaparlar.

Biyografi, ünlü kişilerin kendileri tarafından yazılmışsa, “otobiyografi” adını alır. Biyografi açık, sade bir dille tarafsız bir görüşle yazılan kimsenin dönemini, çevresini inceden inceye araştırarak yazılırsa başarıya ulaşır, beklenen etkiyi meydana getirir. Biyografi kitabı, çok iyi bir hazırlık sürecinden sonra ortaya çıkarılmalıdır. Eski şairlerimizin hayatları hakkında bilgi veren şuara tezkireleri de aslında birer biyografi sayılır.

Bir kişinin hayatının bir başkası tarafından yazılması, ‘biyografya edebiyatı'nın temel özelliğidir. Antoloji ve ansiklopedi gibi eserlerde yer alan ve herhangi bir kişiyi tanıtmayı hedef alan bilgilerde doğum, ölüm yılları, öğrenim ve meslekî durum gibi kalıplaşmış bir yol takip edilir. Bir kimsenin şahsiyetini meydana getiren üstün niteliklerinin anlatıldığı biyografilere “portre” denilir. Ama artık edebiyatımızda portre ayrı bir tür olarak kabul edilmektedir. Bir kimseyi çevresi gördüğü işler, özel hayatı ve eserleriyle kendi çağı içinde ayrıntılı olarak ele alan biyografiler, anlatım biçimine göre monografi veya biyografik roman adını alırlar. Bir kişinin ölümünden hemen sonra hâtıralarını aktarmak maksadıyla yazılan eserler de biyografi türüne girer. Buna “nekroloji” denir.

İslâm dininin yayılması ile birlikte biyografi türü de çok gelişmiştir. Bilhassa peygamberler, İslâm âlimleri, mezhep imamları ve evliyaların hayatları yüzyıllar boyunca çok geniş biçimde kaleme alınmıştır. Dinî edebiyatımız içinde biyografik özellikler taşıyan yazı ve eserler çoktur. Aslında Siyer-i Nebi dediğimiz ve Peygamber Efendimizin hayatını anlatan eserler de bir bakıma biyografi türüne dahil edilebilir. Osmanlı'da biyografi 16. Ve17. yüzyıllarda gelişmiştir. Tezkire, menakıp, vefayat, devha, sefine, tuhfe, hadisa, fihrist, silsilename, şairname, gazavetname, sicil gibi başlıklarla kaleme alınan biyografiler, bir kişiyi veya birçok kişiyi anlatır.

Bursalı Mehmed Tahir, Behçet Necatigil, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Abdülhak Şinasi Hisar, Mehmet Fuat Köprülü, Mithat Cemal Kuntay, Sadettin Nüzhet Ergun, Tahir Alangu ve Şevket Süreyya Aydemir biyografik eserler kaleme alan yazarlar arasındadır. Bilhassa Mithat Cemal Kuntay'ın Mehmed Âkif isimli eserinin bu konuda örnek olarak okunması gerekiyor. İbnülemin Mahmud Kemal İnal'in eserleri ve İhsan Işık'ın kitapları ile ansiklopedileri de biyografi alanında son derece önem arzediyor.

Bugün de çok değerli biyografi kitapları yayımlanmaktadır. Meselâ Prof. Dr. Sefa Saygılı'nın Mazhar Osman, Ayhan Songar, Türk Kızılayı'nın Kurucusu Dr. Abdullah Bey ile Türk Kızılayı'nın Kurucularından Kırımlı Dr. Aziz Bey bilinmeyen bir çok bilgiyi okuyucuya aktaran son derece faydalı eserlerdir. Orhan Okay Hoca'nın Dergâh'tan çıkan Mehmed Âkif Kalalıklarda Bir Yalnız Adam, okunması gereken bir eser. Ahmet Özdemir Gültekin Samanoğlu'nu (Basın İlan Kurumu Kültür Yayınları) kaleme almıştı. Talat Ülker ise, şiirleri gönüllerde “Ölürüm Türkiye'm” şiiri dillerde olan merhum şairimiz Dilaver Cebeci'yi yazdı (Bilgeoğuz Yayınları). Zehra Aydüz'ün Adile Sultan isimli eseri de bu türde okunabilecek değerli bir başka kitap. Bu eser de Zafer Yayınları'ndan okuyuculara ulaştı.

Son yıllarda İslâm âlimleri, Türk sultanları, Osmanlı padişahları ve bilhassa Selahaddin-i Eyyübi, Fatih Sultan Mehmed, Abdülhamid Han, Bediüzzaman Said Nursi, Adnan Menderes, Turgut Özal, Mehmed Âkif, Necip Fazıl, Cemil Meriç, Tevfik İleri, Ziya Nur Aksun, Sezai Karakoç gibi değerler hakkında seçkin eserler yayımlandı. Biyografiler çok önemlidir. Bizde bu türe eskiden gereken değer verilmiyordu. Ama bugün hemen hemen bütün yayınevleri, talep üzerine biyografik kitaplar yayımlıyorlar. İyi de yapıyorlar. Bu neşriyat, kültür hayatımızın zenginleşmesine, bugünkü nesillerin geçmişin değerlerini daha iyi tanımalarına ve anlamalarına vesile oluyor. Örnek şahsiyetlerin destansı hayatı günümüze de ışık tutuyor. Kütüphanelerimizde her türden kitabı bulundurmalıyız ama biyografik eserleri de eksik etmemeliyiz.

KAYNAK: Biyografiler (milatgazetesi.com, 16.10.2016).

Yazar: MEHMET NURİ YARDIM

ÇAKMAK VE KÜL

ÇAKMAK VE KÜL

 

MUSTAFA GÖKÇEK

 

‘Kuğulu Park’taki Kuşlardan Biri’, düşündüklerini ve yaşadıklarını, yaşamın inişlerinde çıkışlarında koşturan ve onları dillendiren, birilerine anlatıp aktarmaya çalışan şair, ‘İhsan Işık’ın, yıllarca düşündürdükleriyle çoğalttığı şiirlerini bir araya getirdiği kitabının adı!

 

 “… İfritler arasında yangınlar ortasında bile / Cennetin ortası gözlerin nerde / Resminden utanan bir sıkılgan olmaktan / Kurtulabilseydi ah kanlı bıçaklı aşkım / Bağışında yalnız ölümüm varken / Diyorum ki yine de / Bir çakmağım olacak / Şanlı ateşler yakacaktım / Büyük aynalar kuracaktım her yere / Adını haykıran davullar çalacaktım / Zaten adınla başlayan bir cümlenin / Peşinde değil miyim başından beri / Yere düşen küllerdi gidişlerinse…” (sy.31)(*).

 

 “… Bir gün bırakıp gitsem seni / Gecenin en kuytu yerine / Görünmez olsa dünya / Ta uzaklara ta uzaklara // İnan bana sevgilim / Hangi günü yazsa da takvim / Oda aynı oda / Gece aynı gece / Hayalin camda / Sen benle // Bundan işte bundan / Seni bırakır mıyım / Gider miyim hiç / Olmadığın bir yeri / Bulamam ki ben…” (sy.25)(**).

 

Hayat denen sahnede, tensel/tinsel sağlığı, esenliği elinin tersiyle itmiş kentlinin, aldığı, alabileceği uyuşturuşlarla, zamanı uyutması şaşırtıcı bulunamaz. Bulunmamalı. Malum, duyu-düşün güzellikleri paylaşıldıkça çoğalır, direnç de… İçini kanatıp hayıflanmak neye yarar? Hiç. Üretip paylaşmanın erdemini anlatması beklenen çağdaş birey, feci bir göçüşün, çöküntünün içindeki karakter olarak kaosa ayak basarsa, sonuç bu olur: Umudu benimseyemez. Ne günlük hayatta ne günlük yarınlarda iyi ve güzelin gerçekleşebileceğine dair öngörü barınmaz aklında. Güveni yitirmiştir bir kez. Toplumun, bilinçli bireyler eliyle onarılabileceğine, yaşanır kılınabileceğine inancı kalmamıştır. Kent kâbus ortamını doğuran, dayatan ve tükettiren mahşerdir, konumuzun kahramanına göre…

Kuğulu Park’taki Kuşlardan Biri’, düşündüklerini ve yaşadıklarını, yaşamın inişlerinde çıkışlarında koşturan ve onları dillendiren, birilerine anlatıp aktarmaya çalışan şair, ‘İhsan Işık’ın, yıllarca düşündürdükleriyle çoğalttığı şiirlerini bir araya getirdiği kitabının adı! Aslında sevgili şairimizi salt, şair kişi olarak betimlemek sanırım biraz haksızlık olur! Çünkü yazdığı 20’den fazla eser ayrı bir külliyattır edebiyat dünyamızda. Ve birçok cilt olarak tekabül eden şair ve yazarları bir araya getirdiği ansiklopedileriyle, bizleri onara eden onursal bir kişiliktir ‘İhsan Işık’… Elbette ‘Işık’ hakkında birçok konuya vakıf bireyin düşüncelerinden ziyade, anlatımım hakkında belki sayfalar olur. Ancak elimde varsıllığını yüklediğim şiir kitabının alıntılarını okura aktarmaya çalışacağım:

“… Kurtulabilseydi ah kanlı bıçaklı aşkım / Bağışında yalnız ölümüm varken…” (*). İnsani duyarlık yerine, hayvani oburluk empoze edilen kentli, usunu devre dışı bırakmıştır, şairin saptamasına göre. Kendi oburluğunun kölesidir ki o durumda türdeşlerini veya doğayı görmesi, düşünmesi olanaksızdır. Hegemonya, yarattığı “gri” canavarı, yani ağırlaşan havanın ortasında yükselen, hâlâ yükselmekte olan binaları beslemektedir. Zira gökdelen ve gecekondu kuşatması, ruhları da kıstırmış, kendi radyasyon çöplüğünde yaşamı kavurmuş oluyor. “… Büyük aynalar kuracaktım her yere / Adını haykıran davullar çalacaktım…” (*) diyerek inisiyatifini ve orijinalitesini anlatmaya, aktarmaya çalışan şair! Zorba semirme sürecinde… Birey orada, sistemin ‘nazire’ yarışına kapılıp kara bahtını sineye çekmiştir gibi görünmektedir bir bakıma. Çünkü tıkılıp kaldığı yoksunluk durumu nedeniyle oradan oraya savrularak, aynı dar kafeste savunmaktadır kendini; “… Zaten adınla başlayan bir cümlenin / Peşinde değil miyim başından beri / Yere düşen küllerdi gidişlerinse…” (*). O nedenle kent bulmakta, yer bulmakta kararsızlığa yazgılıdır sanki… Doğaldır. ‘Kuğulu Park’taki Kuşlardan Biri’yle uğraşması veya düşününde savaşması kadar doğal!

“… Gecenin en kuytu yerine / Görünmez olsa dünya…”(**). Kentli birey diye tanımladığımız şiir kişisi entelektüel özgüvenini yeniden kazanabilecek midir peki? Politik bir varlık olgunluğuyla anlayışını donatabilecek mi? Tüm bu sorulara yanıt bulabilir okur, ‘İhsan Işık’ın şiirinde… Edinilen ilk izlenimin aksine, karamsarlığa, karmaşaya karşın direnişin kararlı sesi de belirgin dizelerde.  “… İnan bana sevgilim / Hangi günü yazsa da takvim / Oda aynı oda / Gece aynı gece // Gider miyim hiç / Olmadığın bir yeri / Bulamam ki ben…” (**) dediği “okuntu” şiirine, savunulan tepkiye küçük bir örnek diye bakılabilir. Bağımlılığı yenilmişliği silip atmıştır defterinden. Bilinçle, bireysel yeteneğinin gücüyle, zamana zafer damgasını vurup esenliğe adım atacak, tüm başa gelenleri silecektir. Hem hayatı, acı serüveni, hem de şiiri, salt ‘musibet’ kapsamında görmeyip yaşanan olarak benimseyecektir.

 

İhsan Işık’, söyleminde çile çeken, göçle gelen kentlinin, hayatla ve hüzünle kurduğu bağı, şiire aksetmiş biçimiyle paylaşıyor. Yaşanmışlığı kanıtlayan insan halleri değil sadece, şiirde derinliğini bulan söz…

 

Meraklısına; İhsan Işık’, 1952 Diyarbakır (Merkez) doğumlu. Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Birçok dergi ve yayınlarda makaleleri, şiirleri yayımlanan şair, ‘şiir, deneme, inceleme, araştırma ve biyografi’ alanlarında eserler vermiştir…

www.haberhurriyeti.com / MUSTAFA GÖKÇEK, 26.11.2016

 

Yazar: MUSTAFA GÖKÇEK

“NE YAZIK Kİ BİZ EL CEZERİ’Yİ BATILILARDAN ÖĞRENDİK”

“NE YAZIK Kİ BİZ EL CEZERİ’Yİ  BATILILARDAN ÖĞRENDİK”

Diyarbakır Dicle Üniversitesinde 53. Kütüphane Haftası münasebetiyle 'Üçüncü Mekân Kütüphaneler' temasıyla program düzenlendi. Programda İslam toplumlarındaki kitap bilincinin önemine ve kitapların medeniyetlerin inşasında önemli bir yere sahip olduğuna dikkat çekildi.

Programda konuşan Prof. Dr. İhsan Işık ise “Diyarbakır Anadolu’nun ilk üniversitelerinin açıldığı büyük bilim adamlarının yetiştiği bir dünya kentidir. Ünü tüm dünyayı aşan bir şehrimizde aynı zamanda sanat eserlerimizin ve bestecilerimizin çalışmalarının da yarınlara ulaşması açısında bu kitaplığı yarınlara ulaşması önemlidir.  Bu kitaplık Diyarbakırlı olan ve olmayan insanların faydalanabileceği bir fonksiyona sahip olmalıdır.  Ne yazık ki bizden önce Batılılar tarafından çalışmalar yapılmış.  Ne yazık ki, biz El Cezeri’yi  batılılardan öğrendik. Diyarbakır’ın köy ve ilçelerinde yaşayan Diyarbakırlı şair ve bestecilerin de yazılı ve basma eserleri var, bunların da kazanılması önemlidir.” şeklinde konuştu.

Kütüphaneden en çok yararlanan kullanıcılara ödülleri verilirken, kompozisyon alanında dereceye giren öğrencilere de ödüller verildi. Birçok resmin de sergilendiği kütüphane, rektör ve öğretim görevlilerinin katılımıyla gerçekleşti. (M. Sıddık Bilge/M. Hüseyin Temel – İLKHA)

KAYNAK: “Ne yazık ki biz El Cezeri’yi  Batılılardan öğrendik” (dogruhaber.com, 27.03.2017)

Yazar: (dogruhaber.com, 27.03.2017)

ÜNLÜLER ANSİKLOPEDİSİ

ÜNLÜLER ANSİKLOPEDİSİ

 

MUSTAFA MİYASOĞLU

 

İhsan Işık dostumuzun 1990 yılından beri hazırladığı ünlü şair ve yazarlar sözlüğü, zamanla o kadar genişledi ki, 2006-2009 yılları arasında 11 bin kişiyi tanıtan 11 ciltlik bir ansiklopediye dönüştü. Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi adıyla yayınlanan bu kitap, önce 10 ciltti, üç yıl sonra bir cilt daha ilave edilerek bu zaman içinde tanınan veya hayatında büyük değişiklikler olan yazarlara ait yeni bilgiler eklendi. Kendi alanında telif bir ansiklopedi olarak en geniş alakayı gören bir çalışma oldu.

Bundan üç ciltlik bir seçme yapılarak İngilizceye çevrilen ve Encyclopedia of Turkish Authors adıyla yayınlanıp Kültür Bakanlığı’nın yurtdışında da tanıtım alakasını kazanan bu ansiklopedi çalışmasının devamı olarak, İhsan Işık’ın yeni bir çalışmaya başladığını duymuştuk. Bu yılın ilk günlerinde Türkiye Ünlüler Ansiklopedisi adıyla yayınlanan bu çalışmanın altı ciltten ibaret olmadığını, bundan da seçmelerin üç cilt halinde Encyclopedia of Turkey’s Famous People adıyla İngilizceye çevrilip bu yıl içinde önümüze geleceğini de öğrendik.

Bütün bunlar için gönül dolusu tebrik edeceğimiz İhsan Işık’ın Ünlüler Ansiklopedisi adlı altı ciltlik çalışmasının sayfaları arasında iki gündür dolaşıp duruyorum. Geçen hafta üzerinde durduğum, büyüklerimizi bize özgü bir üslupla ve ölçülü biçimde anma çabalarımıza kaynaklık edecek bu ansiklopedinin ele alıp tanıttığı insanlarla ilgili kısa, ama objektif değerlendirmelerin önemini belirtmek istiyorum. Altı konuda hazırlanan altı ciltlik bu ansiklopedinin hepsi için geçerli olan tanıtım yazısından bazı paragrafları sizinle paylaşmak isterim:

“Ülkemizin geleceği açısından en büyük öneme sahip olan gençlerimiz, hayata hazırlanırken aile, çevre, eğitim sistemi ve medya yoluyla kendilerine örnek gösterilen insanlardan büyük çapta etkilenmekte, onlara benzemeye çalışarak başarılı olacaklarını düşünmektedirler. Bu bakımdan, toplumda başarılı ve saygın bireyler olabilmeleri için gençlerimize ülke ve dünya çapında başarılara imza etmiş ünlü şahsiyetlerimizi tanıtmak, gençlerimiz ve ülkemiz için yapılabilecek en iyi işlerden biridir.”

Bu gerçekler dikkate alınarak hazırlanan Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi’nin altı cildinde, çeşitli alanlarda eser veren ve başarılarıyla tanınan devlet, bilim, fikir ve kültür, edebiyat ve sanat adamları ile ünlü kadınlarımız tanıtılmaya çalışılıyor. Burada seçimi etkileyen en önemli husus, başarıda Türkiye siyaseti, bilim, sanat, kültür ve edebiyatı çevresi esas alınışı…

Ayrıca, bu çalışmalarda bizim için en çok önemsenen hususun şu olduğunu belirtelim:

“Ülkemizin de içinde yer aldığı kültürel coğrafyada Batı sömürgeciliğinin yaydığı en büyük yalan, dünya tarihi boyunca tüm bilimlerde, kültür ve sanat dallarında öncülerin hep Batıdan çıktığı, Doğuda yaşayanların ancak Batıyı taklit etmek zorunda olduğu, bunun bizim alın yazımız olduğu yalanıdır. Bu çok önemli yalanla hem bizi aşağılık duygusuna iterek daha çok sömürmek, hem de bizden aldıkları ve hatta çaldıklarını gizlemek, sömürüleri için gerekli gördükleri psikolojik propagandayı gerçekleştirmek istemişlerdir.”

İhsan Işık bu çalışmaya başladığı günlerde bizimle birlikte pek çok dost ve arkadaşla, hatta bazı alanlarda uzman olarak bilinen şahsiyetlerle istişareler yaparak isimler belirlemiştir.  Bu isimleri altı cildin önsözünde bir vefa örneği olarak sıralayan dostumu kutluyorum. O, ülke ve dünya çapındaki ünlülerimizi belirlemek gibi büyük bir sorumluluğu başkalarıyla da paylaşmıştır. Çünkü böyle büyük bir değerlendirmenin hatadan uzak olması mümkün değildir, ama ne kadar geniş bir toplulukla istişare edilirse o kadar az hata yapılabilir. Elbette böyle bir çalışmanın listesinin oluşumuna katkıda bulunmak için zaman ayıranları da kutlamak gerekir.

Şimdilik 11 ciltlik ansiklopedi olan büyük çalışmanın ihtiva ettiği 11 bin kişiden, Ünlü Kadınlar adlı altıncı ciltteki mükerrerler de dahil 2016 kişinin seçilmesi ve örneklerden arındırılarak objektif ve güvenilir değerlendirmelerin özlü biyografi içine alınması gerçekten zordur. Bu tür çalışmaların gerektirdiği titizliği ve ansiklopedi dilinin istediği objektifliği sağlamak her zaman kolay değildir. İyi bir şair ve usta bir denemeci olan İhsan Işık, zoru başarıyor.

Bu arada memleketi olan Diyarbakır için de bir ansiklopedi hazırlayan dostumun bu ülke kültürüne yaptığı katkının çok önemli olduğuna inanır ve kutlarım.

KAYNAK: Mustafa Miyasoğlu / Ünlüler Ansiklopedisi (Yeni Akit, 11 Şubat 2013).

Yazar: MUSTAFA MİYASOĞLU

DİYARBAKIR

DİYARBAKIR

 

MEHMET NURİ YARDIM

 

Çocukluğumda âşık olduğum nazlı bir şehirdi Diyarbakır. Bu âşinalık devam edip geliyor. 1965 yılı olmalıydı. Rahmetli büyük yengemi gelin olarak almak üzere yola çıkmıştık ailece. O taş ve esrarengiz evlerde gece uyurken akrep korkusu yaşamıştık. Buna rağmen kısa misafirliğimizde bile biz çocuklar, târifsiz heyecanlar duymuştuk. O rüyalara karılmış çocukluk hülyalarını, çocuk romanım Yıldızlarla Uyumak’ta anlattım. Gönlümde taht kuran illerden biri oldu Diyar-ı Bekir. Onu hiçbir vakit unutmadım. Ulu, Nebi, Hüsrevpaşa, Ali Paşa, Behram Paşa, Melek Ahmet Paşa, Nasuh Paşa, Hazret-i Ömer ve Fatih Paşa (Kurşunlu) camileriyle, sahabe türbeleriyle bu heybetli ve haşmetli şehir, zarif bir il olarak gözümde ve gönlümde serpildi, büyüdü. Bir büyülenme miydi yoksa benimkisi bilemiyorum, zira şimdi de her gidişimde çok garip bir hayal dünyası içine girer, bu ziyaretlerden destansı bir tat alırım.

Bu hislerle hatırladığım Güneydoğu’nun incisi Diyarbakır bugünlerde yürekleri paralayan acı haberlerle gündemde. Yine de bir başka şekilde anmak istiyorum bu güzel şehrimizi. İhsan Işık’ın beş ciltlik Diyarbakır Ansiklopedisi ile. Ömrünü kıymetli araştırmalara, ansiklopedik eserlere hasretmiş bir ulu yüreğin sahibidir İhsan Işık. Bilgi, resim, gravür ve fotoğraf hazinesi bu üstün esere de çok emek vermiş. Mesudiye Medresesi, Sarı Saltık Türbesi, Özdemiroğlu Osman Paşa Türbesi, Hasan Paşa Hanı…. Bitmiyor ki! Devam ediyoruz: Artukoğulları Sarayı, Dicle Köprüsü, Eğil Kalesi, Osmaniye Kalesi… Şehrin meşhur surları, Urfa Kapı, Mardin Kapı. Ve adına türküler yakılan ilçeler, kasabalar, köyler. Çerşik, Cüngüş, Ergani, Hazro, Lice.

Diyarbakır’da manevî iklim hâkimdir. Sur’da teröristlerin saldırılarından kaçıp başka şehre göç eden yaşlı vatandaşımızın göğsünde, kesesiyle Kur’an-ı Kerim duruyordu. İlçeler de tarihî zenginliklerle dolu. Silvan Selahaddin Camii, Silvan Kalesi önemlidir. Adına türküler yakılan Malabadi Köprüsü’nün, Silvan Köşkleri ve Konakları ile Mira Mezarlığı görülmelidir. Sahabe Sultan Sa’saa Türbesi, Taceddin Mescidi, Hasan Paşa Hanı, Sultan Şücaeddin Türbesi, Allame Subh-i-î Amîdî. Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’in adının bir mahalleye verilmesi ne kadar güzel. Dilan Sinemaları’nda bugüne kadar kim bilir kaç yüz bin seyirci, o karanlık, izbe, loş salonlarda hayal dünyalarında dolaştı?

Bediüzzaman’ın yakın talebesi Mehmet Kayalar, çocukluk yıllarımın efsane kahramanıydı; Diyarbakır’ın fikir ve iman kalesi, yılmayan Serdengeçti’siydi. Sezai Karakoç “Hâtıralar”ında Diyarbakır’dan uzun uzadıya bahseder. Kudsi Erguner’den, Celâl Güzelses’e, Hâmid Aytaç’tan Süleyman Nazif’e, Ali Emirî Efendi’den Cahit Sıtkı Tarancı’ya, Ziya Gökalp’tan Nejat Diyarbekirli’ye pek çok sanatkâr, aydın, edib ve ilim adamı bu şehrin semasındaki bazı yıldızlardır. Meselâ o muhteşem “Bir bahar akşamı rastladım size / Sevinçli bir telâş içindeydiniz / Derinden bankıca gözlerinize/ Neden başınızı öne eğdiniz?” naif şarkısının güftekârı Fuad Edip Baksı da Diyarbakır’lıdır. Değerli edebiyat hocaları Kemal Eraslan ve Şakir Diclehan da. Ansiklopedide yüzlerce isim, eser var. Şairler, yazarlar, ressamlar, hattatlar, devlet adamları, bestekârlar. Yüksek bir medeniyetin, kuşatıcı bir kültürün merkezidir Diyarbakır. Cemal Yeşil “Diyarbekir” dörtlüğünde hasretini hissettiği şehri, şöyle dillendirir: “Bir şey… Ne o cami, ne bu sur çemberidir, / Görsem, dediğim şey ne de bayram yeridir. / Bir şey, babamın çocukluğundan kalma, / Bak, dense yeter, onun ayak izleridir.” Sezai Karkoç ise “Alın Yazısı Saati”nde bizi efsunlu bir şehrin mahalle aralarında ve ara sokaklarında dolaştırır: “Bize mahsus görüntüler Diyarbekir / Ulu Cami Peygamber Camii, Süleyman Camii / İçkale Aslanlı Çeşme / Dar sokaklar kapı içinde kapı uygarlık bu / Kendi uygarlığımız / Yenilememiz gereken / Ve diriltmemiz” Hisar şairi Munis Faik Ozansoy ise, Kaybolan Dünya’da şehre sevdasını şu mısralarla ortaya koyar: “Ey ozanlar yetiştiren belde / Seni yıllarca görmeden sevdim /  Toprağın var bütün vücudumda / Sende yatmakta en uzak ceddim / Doğunun tacı ey güzel yurdum / Yaşadım bir ömür hayalinde / Seni düşlerde seyredip durdum / Kehkeşanlarla süslenen Dicle.”

Daha önce de yazdım. Keşke Milli Eğitim Bakanlığı her ilimizde “Şehir Dersi” okutsa. Meselâ Diyarbakır’dan başlansa ve Diyarbakır Ansiklopedisi, bu güzel şehrimizin bütün okullarında ders kitabı olarak okutulsa. O zaman belki de bu kadar acı yaşamayacaktık. Zira şehrini seven insanını sever. Bölgesine bağlı olan ülkesine de muhabbet hisleri besler. Diyarbakır’ın hüzünlü evladı Cahit Sıtkı, “Memleket İsterim” diyor. Katılıyoruz: “Memleket isterim / Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; / Kuşların çiçeklerin diyarı olsun / Memleket isterim / Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; / Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. / Memleket isterim / Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. / Memleket isterim/Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun” 

31.01.2016 

Milat

Yazar: MEHMET NURİ YARDIM

KÜLTÜR-SANAT VE EDEBİYATIMIZDA İHSAN IŞIK

KÜLTÜR-SANAT VE EDEBİYATIMIZDA İHSAN IŞIK

 

Ahmet AYAZ

     

Burada Kültür-Sanat Ve Edebiyatımızın önemli bir isminden söz ediyorum. 2006 Yılında, sağ olsun içinde benimde bulunduğum 10 ciltlik “Resimli ve Metin Örnekli  Türkiye Edebiyatçıları ve Kültür Adamları “ Ansiklopedisi İngilizce, Almanca, ve Fransızcaya çevrildi. Ayrıca bu ansiklopediden, sözü  edilen devletlerin kültür bakanlıkları İhsan Işıktan kütüphanelerine satın aldılar. Bizim kültür bakanlığımızda satın alıp bütün illerdeki kültür müdürlüklerimize gönderdikten sonra, İhsan Işık’a ödül verdikleri haberini almıştım.

Sözü edilen ansiklopediye hiç haberim olmadan,  Rahmetli Ertuğrul Karakoç’un kaleminden ben de girmişim.  Daha sonra kıymetli hocamız İhsan Işık Beyle de tanışmış oldum ve iyi yönde ilişkilerimiz devam ediyor. 10 ciltlik ansiklopediden satın alıp kitaplığıma koydum.

Şimdi burada bu değerli ismi beraber tanıyalım diyorum. Belki bir gün bir yerde, bir edebiyat ışığında sizde karşılaşabilirsiniz.

İhsan Işık Hocamız, Sosyal Hizmetler Ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürü idi.  Ben aynı kuruluşun Gaziantep İlinde Şef kadrosunda İl Müdür Yardımcılığını yürütürken onun kuruluşumuzdan ayrılışının bir eksiklik olduğunu hmiştim ve üzülmüştüm. Ömrünü Türk Kültürü Sanatı ve Edebiyatına adayan bir gönül adamıdır. İhsan Işık,  4 Mayıs 1952’de Diyarbakır’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimini doğduğu kentte tamamladı. Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi TDE Bölümü mezunu. 1990 yılında Türk Filoloğu unvanını aldı. Lisans tezi: “Necip Fazıl Kısakürek’in Oyunlarında Tipler”. 1976 yılından itibaren yerleştiği İstanbul’da bir süre memurluk; çeşitli liselerde edebiyat öğretmenliği, özel bir kuruluşta basın danışmanlığı, Akabe Yayınevi ve Mavera dergisi yönetmenliği, reklâm ajansı yöneticiliği, Ünlem Yayınları sahipliği ve yöneticiliği, İstanbul Büyükşehir Belediyesi İETT Genel Müdürlüğü basın danışmanlığı görevlerinde bulundu.

1996’da Ankara’ya yerleşerek Başbakanlık Danışmanı, Başbakanlık SHÇEK Genel Müdürü olarak görev aldı. 1998’de kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 2001’de Elvan Yayınlarını kurdu. 25.11.2006’da İLESAM Yönetim Kurulu Başkanlığına seçildi. 2007’de Kültür ve Turizm Bakanlığının Uluslararası Fuarlara Hazırlık Komitesi Yürütme Kurulu üyeliğine seçildi, Nisan Ajans adıyla bir telif hakları ajansı kurdu. İlk yazı ve şiirlerini Diyarbakır yerel gazetelerinde yayımlamıştı. 1971’den itibaren ürünleri Tohum, Hilal, İslâm Medeniyeti, Pınar, Çile, Yeni Sanat, Düşünce, Muştu, Aylık Dergi, Girişim, Mavera (genel yayın yönetmeni), Dış Politika, Yeni Zemin, Yedi İklim ve Hece vd. dergileri ile Yeni Devir (sanat-edebiyat sayfası yönetmeni), Millî Gazete, Zaman, Akit (Vakit), vd. gazetelerinde yer aldı. Yurtiçi ve yurtdışında çok sayıda konferans verdi, panel ve açık oturumlara konuşmacı ve yönetici olarak katıldı. Almanya, Fransa, Türkmenistan, İran, Arnavutluk, Makedonya ve Bosna’yı dolaştı.

İzlenimlerinin bir bölümünü kitaplaştırdı. Çocuk kitaplarında Savaş Yüce imzasını kullandı. Akdeniz Kıyısında Bir Çocuk adlı şiiri iki ayrı formda bestelendi. Bazı şiirleri Almanca, Makedonca ve Arnavutçaya; Peygamberimizin Hayatı, Dört Büyük Halife adlı kitapları Almancaya çevrildi. Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi adlı eseri 2005 yılında üç ciltlik halinde İngilizceye çevrilerek, Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç tarafından Ekim 2005’teki Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarında dünya medyasına tanıtıldı. İngilizce ansiklopedisi aynı yıl Kültür Bakanlığı resmi web sitesinin İngilizce bölümünde yayımlanmaya başlandı. Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi’nin genişletilmiş 3. basımı ile İLESAM ve Türk Dünyası Genç Yazarlar Derneğinin Hizmet Ödülünü; İngilizce baskısı (Encyclopedia of Turkish Authors) ile Türkiye Yazarlar Birliğinin 2005 yılı Özel Ödülünü aldı.

ESERLERİ:

DENEME-İNCELEME: Kültürümüzün Kimliği (1982, gen. 4. bas. 1995), Sömürgeciliğin Çağdaş Boyutları (1983), Uluslararası Sorunlar / İslâm Dünyası ve Türkiye (1987), Kültürümüz ve Kadınlarımız (1987), Peygamberimizin Hayatı (1987), İslâm Tarihi Dört Halife Dönemi (Dört Büyük Halife adıyla gen. bas., 1991), Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk (1990), Das Leben Des Islamischen Propheten Mohammed (1991), Die Vier Grossen Kalifen In Der Islamischen Religion (1992), İki Yobaz (1996).

BİYOGRAFİ: Yazarlar Sözlüğü (1990, gen. bas. 1998), Yazarlar ve Şairler Sözlüğü (1992), Filit Girişen - Hayatı ve Düşüncesi (Bayram Girişen ile, 2000), Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (tek cilt, 2001; genişletilmiş 4. bas. 2006), Ankaralı Şairler ve Yazarlar (2003), Encyclopedia of Turkish Authors (çev.: Wordlink Çeviri Hizmetleri, 3 cilt, 2005), Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (10 cilt, 2006).

ŞİİR: Eğilim Anıları (1975), Akrep ve Yelkovan (1987), Akdeniz Kıyısında Bir Çocuk (1996), Kuğulu Park’taki Kuşlardan Biri (2002).

GEZİ: Makedonya ve Fransa İzlenimleri (2002).

ÇOCUK ROMANI (Savaş Yüce adıyla): Kaçaklar (1987), Sevgili Anneciğim (1987).

 

Ben burada İhsan Işık Hocamıza, daha nice önemli eserlere imza atmasını yüce Allah’tan diliyorum.

KAYNAK: Ahmet Ayaz / Kültür-Sanat Ve Edebiyatımızda İhsan Işık (gazeteekspres.com, 14 Ağustos 2018).

 

 

 

 

Yazar: Ahmet AYAZ

BATIYI ÇAMURDAN KURTARAN MÜSLÜMANLARDIR

BATIYI ÇAMURDAN KURTARAN MÜSLÜMANLARDIR

 

Araştırmacı Yazar İhsan Işık Bâbıâli Enderun Sohbetleri’nde yaptığı konuşmada çarpıcı açıklamalarda bulundu.

 

 

Elif Çelik (İstanbul)

 

Yeni Dünya Vakfı’nda düzenlenen Bâbıâli Enderun Sohbetleri’ne Araştırmacı Yazar İhsan Işık konuk oldu. Toplantının açılış konuşmasını yapan Mehmet Nuri Yardım, İhsan Işık’ın neredeyse bütün ömrünü Türkiye’nin kültürel envanterine adadığını, onbinlerce yazar ve şairin hayat hikâyesini bulduğunu ve bunları kitaplaştırdığını söyledi. Yardım, “Bu çalışmalar o kadar genişledi ki artık kitaplara sığmaz oldu, ansiklopedilere dönüştü. Bugün yaklaşık 35 ciltlik bir ansiklopedi külliyatı mevcut ve bu çalışmaları devam ediyor. İhsan Işık, edebiyatımızın, sanatımızın ve kültürümüzün birikimini ortaya koyarak büyük bir hizmette bulunmuştur. Kendisine hepimiz, bütün toplum teşekkür etmelidir.” dedi.

 

Yeni ciltleri hazırlıyorum

 

Konuşmasına başlarken yetişme çağından ve ailesinden de bahseden İhsan Işık, ilk olarak 1990 yılında Fatih Saraç ve Yekta Saraç’ın kurucusu oldukları Risale Yayınları’nda Yazarlar Sözlüğü adıyla bir kitabının yayımlandığını belirterek, “Bu kitap yayımlanınca farklı çevrelerden övgüler aldı. Ben de bunu geliştirmeye başladım. Daha sonra önce tek cilt, sonra da üç cilt ansiklopedi hâlinde yayımlandı. Şimdi bu ansiklopedinin 12. ve 13. ciltlerini hazırlıyorum. Kısmet olursa bu iki cilt de okuyuculara ulaşacak.” diye konuştu.

 

Teknolojiye güvenmemek lâzım

 

Teknolojiye fazla güvenmemek gerektiğini ifade eden İhsan Işık, şöyle devam etti: “Bilgisayardaki resimlerin ömrü ortalama 30 yıldır. Çünkü gelişen teknoloji eskiyi açamadığından resmin, fotoğrafın ömrü biter. Google’ın kurucusu ‘Resimleri kâğıtta saklayın.’ diyor. Onun için biz de bilgisayar ortamında bilgilerimizi saklasak bile mutlaka kâğıt olarak da muhafaza etmemiz gerekiyor. Zira bilgisayara uzun sürede güvenemeyiz.”

 

Müslümanlar olmasaydı...

 

Konuşmasında Doğu medeniyeti ve Batı uygarlığı arasında mukayeseler yapan İhsan Işık, “Müslümanlara yapılan zulmün engellenmesi için hangi alanda isek bir numara olmalıyız. Müslümanlar 800 senedir dünya coğrafyalarında olmasaydı, Batı dünyası çamurun içindeydi. Eğer geçmişte Müslümanların farklı bölgelerde ürettikleri büyük medeniyet olmasaydı bugün Batıdaki olumlu gelişmeler de olmazdı.”

KAYNAK: Batıyı çamurdan kurtaran Müslümanlardır (milatgazetesi.com, 22.01.2019).

 

Yazar: Elif Çelik (İstanbul)

BİLİM VE DÜŞÜNCE TARİHİMİZDEKİ ÖNCÜ İSİMLER

BİLİM VE DÜŞÜNCE TARİHİMİZDEKİ ÖNCÜ İSİMLER

 

Araştırmacı yazar İhsan ışık, Kocaeli Kitap Fuarı'nda bilime öncelik eden Müslüman bilim adamlarını anlattı

Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen 11. Kocaeli Kitap Fuarı Akçakoca Konferans Salonundayazar İhsan Işık "Bilim ve Düşünce Tarihimizdeki Öncü İsimler" konulu söyleşisiyle okuyucularıyla buluştu. 5 ciltlik Diyarbakır Ansiklopedisi'nin yazarı olan İhsan Işık'ın, ayrıca 11 ciltlik Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, 6 ciltlik Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi gibi Türkçe ve İngilizce ansiklopedilerinin yanı sıra Kültürümüzün Kimliği, Kültürümüz ve Kadınlarımız, Uluslararası Sorunlar ve İslam Dünyası gibi araştırma ve düşünce kitapları ile çok sayıda şiir kitabı ve İslami konularda Türkçe ve Almanca kitapları bulunuyor.

 

Bilim, Kültür ve Sanatta İlerde Olmak Durumundayız

 

35 cilt ansiklopedi yazdığının altını çizerek söyleşiye başlayan yazar İhsan Işık, "Cumhurbaşkanımız önemli bir konunun altını çiziyor. Bilim ve kültürde, eğitim sisteminde sınıfta kaldık. Bu konuların ihmal edilmemesi konusunda ışık tutmuştur. Bilim, kültür ve sanatta ilerde olmak durumundayız. Dünyanın milli geliri en yüksek ülkeleri arasında İslam ülkesi yok. 16. sırada Endonezya, 18. sırada Türkiye var. Batı ülkeleri ne yazık ki İslam ülkelerinden ekonomide, sanatta, bilimde fersah fersah ileride" dedi.

 

Ailelerimiz Çocuklarını Yabancı Okullara Gönderiyor

 

Işık, sözlerine şöyle devam etti; "Çarşılardaki dükkânların isimleri bile yabancı markalı. Diziler bile uyarlanmış. Eskiden Brezilyadan uyarlanırdı, şimdi dizilerin çoğu Güney Kore'den uyarlanmakta. Amerikan kolejlerinin sayısı artıyor. Ailelerimiz yabancı okullara gönderiyor çocuklarını. Bütün dünya bir pazar oldu, satan ise Amerika. Müslüman göçmenler Akdeniz'de teknelerde ölüyor. Avrupa ülkelerine mülteci olmak için. Ortadoğu kan gölüne döndü. Amerika, Ortadoğu'yu işgal etmeden önce Beyrut'ta Amerikan üniversitesi kuruldu. Tanzimat fermanından sonra bizde de Robert Koleji kurulmuştu."

 

El Cezeri 12. Yüzyılda Robot Yaptı

 

"Çok önemli bilim adamları ve düşünürler yetiştirmişiz. 8. yüzyıldan itibaren bilim öncülerimiz dünyaya ışık tutmaya başlıyor. El Cezeri, 12. yüzyılda Diyarbakır'da Artuklu sarayında robot üretiyor. Batı bunu biliyor üniversitesinde okutuyor. Kocaeli Bilim Merkezi'nde El Cezire'nin maketi bulunuyor. Bizler daha yeni tanıyoruz Müslüman mucitleri."

KAYNAK: Bilim ve Düşünce Tarihimizdeki Öncü İsimler - Araştırmacı yazar İhsan ışık, Kocaeli Kitap Fuarı'nda bilime öncelik eden Müslüman bilim adamlarını anlattı (haberler.com, 01.05.2019).

Yazar: Hbaerler.Com (1 Mayıs 2019)

İHSAN IŞIK’IN ÇEŞİTLİ DERGİLERDE ÇIKAN BAZI YAZI ve ŞİİRLERİ

İHSAN IŞIK’IN ÇEŞİTLİ DERGİLERDE ÇIKAN BAZI YAZI ve ŞİİRLERİ

 

 

Üstad Necip Fazıl'ın Oyun Yazarlığı

 

İslami Edebiyat

İnceleme

Mayıs 1988, 1. Cilt 1. Sayı, 32. Sayfa

 

Ozan-Gurbet/Sahne

Aylık Dergi

Şiir

1984, 71-72. Sayı, 24. Sayfa

 

Çakmak ve Kül

Aylık Dergi

Şiir

Aralık 1983-Ocak1984, 61-62. Sayı, 5. Sayfa

 

Araftan Çeyrek Öte

Aylık Dergi

Şiir

Nisan-Mayıs-Haziran 1982, 41-42-43. Sayı, 20. Sayfa

 

Sana Pişmanlık

Aylık Dergi

Şiir

Ekim 1981, 35. Sayı, 1. Sayfa

 

ABD İle İlişkinin Mantığı

Dış Politika

Makale

Temmuz 1988, 2. Sayı, 66. Sayfa

 

Yazarlar Sözlüğü

Matbuat

Reklam

Eylül 1998, 30. Sayı, 12. Sayfa

 

Afacan

Yedi İklim

Şiir

Nisan 2001, 14. Cilt 133. Sayı, 29. Sayfa

 

Uluslararası Haber Ajansları ve Türk Basını

Gençlik

Deneme

15 Ekim-15 Kasım 1993, 20. Sayı, 18. Sayfa

 

Belirtilmemiş

Girişim

Görüş

Eylül 1990, 60. Sayı, 15. Sayfa

Hac Elbette Siyasi Bir İbadettir

Girişim

Görüş

Temmuz 1988, 34. Sayı, 18. Sayfa

 

"Müslümanlara Zulüm Yarışı"

Girişim

Görüş

Mayıs 1988, 32. Sayı, 13. Sayfa

Öncesi ve Sonrasıyla Halefoğlu'nun Tahran'ı Ziyareti

 

Detaylar

Girişim

Görüş

Ekim 1986, 13. Sayı, 11. Sayfa

 

İslâm Konseyi İstanbul Toplantısı Ardından

Girişim

Görüş

Kasım 1986, 14. Sayı, 4. Sayfa

 

İslâmî Edebiyat'ın Adı Çevresinde

Girişim

Kültür-Sanat, Kasım 1986, 14. Sayı, 50. Sayfa

 

Bunalım TV'yle mi Doğdu?

Girişim

Görüş

Aralık 1986, 15. Sayı, 44. Sayfa

 

Erbakan ve Hikmetyar

Girişim

Okuyucu Köşesi

Ocak 1987, 16. Sayı, 3. Sayfa

 

Sinemada Yabancılaşma ve İslâmî Sinema Arayışı

Girişim

İnceleme

Ekim 1985, 1. Sayı, 21. Sayfa

 

İslâmi Sinema Arayışı

Girişim

İnceleme

Kasım 1985, 2. Sayı, 23. Sayfa

 

Arap Baharı Neden Gecikti?

Çerçeve

Araştırma

Aralık 2011, 57. Sayı, 68. Sayfa

 

Geceler

Detaylar İhsan Işık  Pınar Şiir Temmuz 1972 2. Cilt 7. Sayı 48. Sayfa

 

Dicle'ye Senfoni

Detaylar İhsan Işık  Pınar Şiir Nisan 1972 2. Cilt 4. Sayı 42. Sayfa

 

Ayasofya

Detaylar İhsan Işık  Pınar Şiir Mayıs 1972 2. Cilt 5. Sayı 5. Sayfa

 

Zor Dönem ve Gençlik

Detaylar İhsan Işık  Mavera Makale Ocak 1988 12. Cilt 133. Sayı 5. Sayfa

 

Entel ve Aydın Farkı

Detaylar İhsan Işık  Mavera Makale Ekim 1987 11. Cilt 130. Sayı 15. Sayfa

 

Vebalı Kentin Kaçakları

Detaylar İhsan Işık  Mavera Makale Ağustos 1987 11. Cilt 128. Sayı 13. Sayfa

 

Sanatçının Çağına Tanıklığı

Detaylar İhsan Işık  Mavera Makale Temmuz 1987 11. Cilt 127. Sayı 14. Sayfa

 

İçimizdeki Birlik Sancısı

Detaylar İhsan Işık  Mavera Makale Haziran 1987 11. Cilt 126. Sayı 10. Sayfa

 

Necip Fazıl Kısakürek'in Oyunlarına Toplu Bakış

Detaylar İhsan Işık  Mavera Makale Nisan 1978 2. Cilt 17. Sayı 26. Sayfa

 

Gölgeler

Detaylar İhsan Işık  İslâm Medeniyeti Şiir Temmuz 1973 3. Cilt 33. Sayı 30. Sayfa

 

Köy Öğretmeni

Detaylar İhsan Işık  İslâm Medeniyeti Şiir Nisan 1973 3. Cilt 30. Sayı 24. Sayfa

 

Bacım

Detaylar İhsan Işık  İslâm Medeniyeti Şiir Şubat 1973 3. Cilt 28. Sayı 22. Sayfa

 

Özlem

Detaylar İhsan Işık  Hilâl Şiir Ocak 1971 10. Cilt 112. Sayı 18. Sayfa

 

İslam ve Biz

Detaylar İhsan Işık  Seher Vakti Şiir 15 Nisan 1970 1. Cilt 6. Sayı 15. Sayfa

 

Eğilim Anıları

Detaylar İhsan Işık  Tohum Şiir Mart 1974 7. Cilt 84. Sayı 26. Sayfa

 

Adım

Detaylar İhsan Işık  Tohum Şiir Aralık 1973 7. Cilt 82. Sayı 13. Sayfa

 

Cumhuriyetin 50. Yılında "Eleştiri" Özeleştirisi

Detaylar İhsan Işık  Tohum Köşe Yazısı Ekim 1973 7. Cilt 81. Sayı 8. Sayfa

 

Pusuda

Detaylar İhsan Işık  Tohum Şiir Ağustos 1973 7. Cilt 79. Sayı 28. Sayfa

 

Kırmızı Işıklı Daire

Detaylar İhsan Işık  Tohum Hikaye Ağustos 1973 7. Cilt 79. Sayı 40. Sayfa

 

Bahara Özlem

Detaylar İhsan Işık  Tohum Şiir Nisan 1973 7. Cilt 77. Sayı 19. Sayfa

 

Şiir

Detaylar İhsan Işık  Tohum Şiir Mart 1973 7. Cilt 76. Sayı 22. Sayfa

 

Gölgeler

Detaylar İhsan Işık  Tohum Şiir Şubat 1973 7. Cilt 75. Sayı 28. Sayfa

 

Sen

Detaylar İhsan Işık  Tohum Şiir Aralık 1972 7. Cilt 74. Sayı 33. Sayfa

 

Ses

Detaylar İhsan Işık  Tohum Şiir Kasım 1972 7. Cilt 73. Sayı 27. Sayfa

 

İslam ve Biz

Detaylar İhsan Işık  Tohum Şiir Ekim 1972 6. Cilt 72. Sayı 26. Sayfa

 

Uzaklara Şarkı

Detaylar İhsan Işık  Yeni Sanat Şiir Nisan 1974 1. Cilt 5. Sayı 30. Sayfa

 

Deneme

Detaylar İhsan Işık  Yeni Sanat Şiir Mayıs 1974 1. Cilt 6. Sayı 20. Sayfa

 

Eğilim Anıları

Detaylar İhsan Işık  Yeni Sanat Şiir Mart 1974 1. Cilt 4. Sayı 26. Sayfa

 

Eğilim Anıları

Detaylar İhsan Işık  Edebiyat Reklam Ağustos 1975 5. Cilt 7. Sayı 3. Sayfa

 

Geçersiz Düşmanlık

Detaylar İhsan Işık  Düşünce Makale Ağustos 1979 4. Cilt 3. Sayı 30. Sayfa

Yazar: HABER

HER İNSANA BİR BİYOGRAFİ OLARAK BAKIYOR

HER İNSANA BİR BİYOGRAFİ OLARAK BAKIYOR


MEHMET AYCI

 

Hayret ve hayranlık adamı İhsan Işık… Bu hayret evrenin ve eşyanın hallerine ilişkin de değil, daha çok insan yüzlerine bakarken, baygınımsı bir hayret…

 

Güncelleme: 10/06/2013 14:02

 

Rahat adam… Rahatlığı bilindik rahatlıklardan değil… Kendi yüreğinde inşa ettiği adanın sahillerinde ayaklarını çıplatıp denizle halleşerek öyle başlıyor güne…

Her güne öyle başlıyor. Her gün dünya onun için herkesin dünyasından farklı…

Kendi gündemiyle ülke ve dünya gündemi arasında uçurumlarca mesafe kıldan ince yakınlık olan bir adada yaşıyormuş gibi rahat; en azından öyle bir izlenim uyandırıyor.

Konuşurken, çalışırken, masasında elini şakağına dayayıp düşünürken, bir elinde çanta ığranı ığranı yürürken de öyle…

Konuşurken sayılı sözcüklerle konuşuyor; en hoyrat, en külhanbeyi sözcüklere bile uçsuz bucaksız bir mülayimlik libası giydiren bir konuşması var. Hiçbir cümlesi dikenli değil.

Hayret ve hayranlık adamı… Bu hayret evrenin ve eşyanın hallerine ilişkin de değil, daha çok insan yüzlerine bakarken, baygınımsı bir hayret… Onun için ikili ilişkilerinde kavga ettiği, zıtlaştığı, uyuşamadığı pek kimse yok… Herkesle ve her kesimle iyi… Suyuna gitme hali kurgulanmış bir hal de değil; doğal olarak yürüyor her derenin, her çayın, her ırmağın kenarında; doğal olarak karışıyor bunlara…

İsrafa varan bir cömertliği var. Cüzdan taşımıyor. Bir yere gidilecekse, yemek yenecekse, ne bileyim paraya taalluk eden bir toplu eylemde bulunulacaksa, cebindekileri o anda, o durumda azat etmekte usta…

İyi huyu: Her biyografiye, her hayat kırıntısına canlı bir insan gibi bakıyor.

Kötü huyu: Her insana bir biyografi olarak bakıyor.

 

Maddi olan hiçbir varlığı biriktirmeye değer görmüyor

 

Ezberindeki şiirler kendi şiir kitaplarındaki şiirlerden daha coşkun, daha kalıcı, daha usta işi olan nadir insanlardan biri…

Konuşurken kelimeleri mülayimleşiyor ya, sadece o değil, baktığı her şey, tuttuğu kapı kolu, çevirdiği anahtar, çantasındaki kitabın cildi, sayfaları, temas ettiği her şey, ama her şey mutedil ve güler yüzlü bir hal alıyor.

Tütün tiryakiliği var.

Başkalarının gülecek bir şey bulamadığı şeylerde bile bir ironi, komiğe kaçan bir yan bulup bunu yazı yahut bir tezyinat unsuru olarak değil, hayatta rintliğine bir katkı olarak kullanıyor.

Atı arabası evi barkı yok.

Maddi olan hiçbir varlığı biriktirmeye değer görmüyor.

İhsan Işık bu, biyografi yazarımız.

Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi adlı muhalled eserin müellifi…

Şiir, deneme ve roman denemeleri de var, kendi halince…

Öğretmenlik yaptı. Kısa dönem bürokratlık tecrübesi var.

Bir yazar kuruluşunun yöneticiliğinde bulundu.

Diyarbakırlı…

Yüzü şehir surlarından havalanan bir güvercinin kanadı…

Kırılmasından korkuyor.

Böyle biliriz.

 

Mehmet Aycı yazdı

 

KAYNAK: Mehmet Aycı / Her insana bir biyografi olarak bakıyor (dunyabizim.com, 10.06.2013).

Yazar: MEHMET AYCI

2006 YILI KÜLTÜR ÖDÜLÜ KİMİN HAKKI?


 2006 YILI KÜLTÜR ÖDÜLÜ KİMİN HAKKI?

 

Abdurrahman ŞEN

 

T. C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, 2006 yılında vereceği özel kültür ödülünün, bakanın telefonlarına bile çıkmadığı basında yer alan Orhan Pamuk’a verileceğini öğrendik.

Ben de buradan diyorum ki… Orhan Pamuk’a ne verirseniz verin! Ama “yılın kültür adamı” ödülü de “yılın kültür olayı” ödülü de aslında bir tek kişinin anasının ak sütü gibi helâldir: İhsan Işık’ın!

Ömrünün çeyrek yüzyılını harcayarak, son yüzyılın en kapsamlı biyografi ansiklopedisi olan 10 ciltlik “Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi”ni yayınlayan İhsan Işık’ın.

Daha önce yayınladığı, “Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi” çalışması için Türkiye Yazarlar Birliği, İLESAM gibi yazar kuruluşlarının özel hizmet ödüllerine değer görülen İhsan Işık, kültürümüze hizmetin en büyük ödülünü almaya alnının akı ve 26 yıllık çabasıyla hak kazanmıştır.

TC Kültür Ve Turizm Bakanlığı, İhsan Işık’ın hazırladığı “Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi”nin, “Encylopedia of Türkish Authors” adıyla yapılan İngilizce çevirisini Bakanlık olarak 2005 yılında Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarında dış basına tanıtmıştı…

İşte şimdi de aynı beyinden, aynı kalemden aynı sabrın ürünü olarak 26 yıllık terin, kültürel birikimin sonucu olarak ortaya konulmuş 10 ciltlik devasa bir kültür hazinesi var.

TC Kültür Ve Turizm Bakanlığı’na düşen görev, uluslar arası kültür arenasında bakanlığın koltuklarını da kabartmış olan İhsan Işık’ın bu yeni çalışmasına gerçek anlamda sahip çıkmak olmalıdır. İlk adım olarak, 2006 yılı kültür ödülünün İhsan Işık’a verildiği, gerekçeleriyle açıklanmalı… Ardından da bakanlığa bağlı bütün kütüphanelere birer takım “Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi” satın alınmalı… 

İnanın… Bu işe Orhan Pamuk bile çok sevinir!

Kafaları karıştıran nobel/li...

Geçen haftaki yazımda; “Malûmunuz… Artık bir de Nobel’imiz var… Ve bu Nobel etrafında keskin ayrılıklarımız da… Nobel’i ve alanı göklere çıkaranlar kadar yerin dibine batırmak isteyenler ellerinden geleni ardlarına koymuyorlar… Her ayrı düşünmede yaşadığımız gibi gerçekler ve fikrî kırıntılara bile tahammül etmeden hem de!” demiştim önce… Sonra da Banu Avar’ın programında dillendirilen iddialardan basında özetlenenlere yer vermiş, yazının sonunda Banu Avar’a karşı uygulanan çifte standarda da dikkat çekmiştim. Daha sonra da Prof. Dr. İlber Ortaylı Hocanın bir konuşmasından Orhan Pamuk’la ilgili bölümü sizlerle paylaşmıştım ya…

Nevşehir’den Cemil Yüzer isimli bir okurumuz bu konuda bir şeyler söylemek istemiş… Önce Cemil Beyin söylediklerine kulak verelim: “Merhaba Sayın Abdurrahman Sen Bey; bugünkü yazınız hakkında bir şeyler söylemek istemiştim... Yazınızda Orhan Pamuk hakkında yazdıklarınıza dair sizden farklı düşünüyorum. Türkiye’deki ırki açıdan marjinal grupların Orhan Pamuk hakkındaki ‘cahil, hiçbir şeyi bilmez, vatan haini’ gibi söylemlerinin küçük bir yansımasını yazınızda hissettim. Yani okurken Orhan Pamuk’a Nobel’in sadece ‘Türklüğü kötülemesinden’ verildiği sonucunu çıkardım. Fakat neden öyle olsun ki? Bana göre Orhan Pamuk iyi bir edebiyatçıdır. Romanları (tümü olmasa da; meselâ Cevdet Bey ve Oğulları, Kar) akıcı, kurmacalar çok güzeldir. Peki, bizim Nobel gibi büyük bir ödülü sadece o sebepten dolayı Pamuk’a verildiğini düşünmemiz ona ağır bir hakaret değil midir? Yani ben aynı sözleri söylesem değil Nobel, Altın Portakal’ın portakalını dahi bana verirler miydi? Ayrıca Orhan Pamuk’un da Türklükle ilgili sözlerini de Nobel’i almak için söylediği de meçhul. Bana göre ise onları kendi inandığı şekilde söylemiştir ki bana göre buna hakkı vardır. Yani bir kere kendisi neden böyle bir riski alsın ki? Ticari düşünen birisi, tepki duyacağını bile bile (ki kitapları uzun süre boykot edildi) neden bunları söylesin ki? Ayrıca sözünü ettiğiniz TV spikeri Banu Avar’a karşı yapılanlar da bana göre doğru değildir. Orhan Pamuk’un nasıl düşüncelerini özgürce söylemeye hakkı varsa, Avar’ın da vardır, bunu engellemek aslî itibariyle temel sorunumuzdur.

“Eğer ki yazdıklarınızı yanlış anlayıp buna göre yorum yaptıysam bu beni üzer. Fakat sizin, yorumum karşısında dile getireceklerinizi anlayışla yaklaşacağımdan emin olacağımı bilmenizi isterim. Yorumlarımda ön yargı sezerseniz nakıs ve nahif anlayışıma verin. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Kalbi saygı ve selâmlarımla... Cemil Yüzer / Nevşehir”

Sevgili okurumuz Cemil Beyin bahsettiği gibi geçen yazımda konuyla ilgili düşüncemi özellikle açıklamadım. Orhan Pamuk’un Nobel almasıyla ilgili olarak da keskin ayrılıklar yaşandığına dikkat çektim sadece… Sonrasında da dikkatlerden kaçabilenler içinden bir iki alıntı yaptım, o kadar.

Elbette Orhan Pamuk’a Nobel, sadece “Türklüğü kötülemesinden” verilmedi… Ama olayın fotoğrafına bütün olarak bakılınca, bu kanaati taşımak haksızlık da değil, yanlış da… Çünkü bu konunun doğrusunu bilen tek kişi Orhan Pamuk’un kendisi.

Evet… Sizin de ifade ettiğiniz gibi Orhan Pamuk bir edebiyatçıdır… Ama yazdığı her roman, edebî otoriteler tarafından tartışılmış, eleştirilmiş bir edebiyatçıdır… “Çeviri roman” dalı söz konusu olsa mesele kalmayacak da… Öyle değil!

Nobel’in “…sadece o sebepten dolayı Pamuk’a verildiğini düşünmemiz ona ağır bir hakaret” de değildir. Aynı sözleri siz de söyleseniz ben de söylesem değil Nobel, hiçbir ödülü elbette alamayız. Özellikle uluslararası arenada uluslararası ölçüler vardır ve tartışılmaz tek ölçü –meselâ- san’at ve edebiyatın uluslararası ölçüleri değildir maalesef.

“Ticari düşünen birisi, tepki duyacağını bile bile (ki kitapları uzun süre boykot edildi) neden bunları söylesin ki?” de diyor Cemil Bey… Hesap kitap fazla bilmem ama… Cemil Beyden ricam; Türkiye’de boykota uğramayıp da kaç kitap satarsa Nobel’den aldığı para ödülünü kazanabilirdi? Nobel sayesinde adını duyup eserlerini okumak isteyenlerin alacağı kitapların toplamı ile de benzer bir hesap yapılabilir…

Son olarak… Cemil Beyin yorumlarında asla bir önyargı sezmedim… Yeni Asya okurunun ön yargısız olduğunu bilenlerdenim… O bakımdan gönlünüz rahat olsun, düşünce farklılıklarımızı paylaşmak gibisi var mı Cemil Bey? Yeter ki düşüncelerimizi paylaşalım, konuşalım… Anlaştık mı?

KAYNAK: Abdurrahman Şen / 2006 yılı kültür ödülü kimin hakkı? (Yeni Asya, 24.12.2006).

 

Yazar: Abdurrahman ŞEN

İHSAN IŞIK’IN HAKKINI TESLİM ETMEK GEREK

 

 

 İHSAN IŞIK’IN HAKKINI TESLİM ETMEK GEREK     

 

Abdurrahman ŞEN

 

 

Sizlere bu sütunlardan 24 Aralık 2006 günü bir duyumdan ve temennimden bahsetmiştim. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, 2006 yılında vereceği özel kültür ödülünün, bakanın telefonlarına bile çıkmadığı basında yer alan Orhan Pamuk’a verileceğini duyduğumuzu söylemiştim o yazıda… Ve eklemiştim; “Ben de buradan diyorum ki… Orhan Pamuk’a ne verirseniz verin! Ama “yılın kültür adamı” ödülü de “yılın kültür olayı” ödülü de aslında bir tek kişinin anasının ak sütü gibi helâldir: İhsan Işık’ın!” Gerekçem ise son derece somuttu: “Ömrünün çeyrek yüzyılını harcayarak, son yüz yılın en kapsamlı biyografi ansiklopedisi olan 10 ciltlik “Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi’ni” yayınlamış olması…

Temennimiz olmadı ama hiç yoksa duyumumuz da gerçekleşmedi ve bildiğiniz gibi söz konusu ödül Sayın Sezai Karakoç’a verildi.

Ben de hiç yoksa İhsan Işık’ın hakkı olan her türlü taltifin önümüzdeki yılda gerçekleşmesi umudumu diri tutarım. Umarım ki çeşitli kurum ve kuruluşlarca verilen ödüllerde İhsan Işık adı siyasete, farklı görünme hezeyanlarına kurban gitmez.

Ne yazık ki bu son derece önemli çalışmayla ilgili olarak medyamızda da işin ve sevgili İhsan Işık’ın hak ettiği kadar tanıtım yayınlanmadı. Bu açığı ciddî oranda kapatan yine vefalı az sayıdaki dosttan biri olan Mehmet Nuri Yardım oldu. Yardım, İhsan Işık’la uzunca bir söyleşi yaptı. www.sanatalemi.net sitesinde yayınlanan bu söyleşinin giriş bölümüne birlikte göz atalım istiyorum… Sorulara hiç yer vermeden işte İhsan Işık dostumun anlattıklarıyla, 10 ciltlik ansiklopedisinin serencamı: 

“Bürokrasiye geçene dek uzun yıllar severek sürdürdüğüm edebiyat öğretmenliğim boyunca, öğrencilerimin birçok önemli yazarımızın adını bile duymadığı, haklarında hiçbir şey bilmediği gerçeğiyle yüz yüze geldim. Öğrencilerim, oldukça önemli eserler veren bu yazarlardan örnekler sunduğumda; her defasında; ‘Hocam, okuduklarınız çok güzel ama ne yazık ki bu yazarın adını şimdiye kadar hiç duymadık.’ demek zorunda kalıyorlardı. Bilgilenmek için başvurdukları sözlük ve ansiklopedilerde de yazarların pek çoğunu bulamıyorlardı. Buldukları bilgiler ise çok kısıtlı idi.

Ayrıca, bu kaynaklarda sadece edebiyatçı yazarları kapsayan bilgiler vardı. Tarih, felsefe, sosyoloji, din, folklor, siyaset, iktisat gibi önemli sosyal bilimler alanlarında değerli eserler veren bilim ve düşünce insanlarımız ise hiçbir kaynakta bir araya getirilmemişti. Toplum hayatımızın bugünü ile yarınını yakından ilgilendiren konularda önemli düşünsel ve bilimsel ürünler verenler yoktu. Anılarıyla geçmişimize ışık tutanlara, kitaplaştırdıkları röportajlarıyla insanımızı tanıtan ve toplumsal yapımızı gözümüzün önüne serenlere, bir başka deyişle edebiyatımızın birikimlerine işaret edilmemişti. Kaynaklarda küçük bir bölümü olanların hakkında ise güncellenmemiş, karmaşık, çelişkili ve yetersiz bilgiler vardı.

İşte ben bu kaygı verici durumu önemseyerek sosyal bilimler alanında Türkçe eser veren yazarlarımızı -aralarında ayırım yapmadan- şimdiki ve gelecekteki kuşaklara tanıtacak bir kaynak eser hazırlamaya başladım. 1980’lerde başladığım bu çalışmanın ilk verimi 1990’da Yazarlar Sözlüğü’dür. Bu kitabın ilk basımında 1700 yazarımızın biyografisini bir araya topladım. Bu çalışmada ayrıca, 1990 yılına kadar hiçbir kaynakta biyografik bilgisi bulunmayan 500’den fazla yazar hakkında ilk kez bilgi verilmiş oluyordu.

Yazarlar Sözlüğü’nün ilgi gören ilk basımı, bir yandan önemli bir boşluğu doldururken aynı zamanda eksiklerin farkına varmamı da sağladı. Bu ilk çalışmadan sonra hemen her şehirden yazarlar, akademisyenler, böyle bir ansiklopedide olması gereken çok sayıda adı bildirmeye başladı. Yine de bu basımda sosyal bilimler alanında çalışma yapanların, bazı imkânsızlıklar sebebiyle ansiklopedide yer alamadığını belirtmek gerekir. Sonuçta ikinci basıma, 900 yeni biyografi ekleyerek, 2600 civarında biyografi hazırlamış oldum.

2001 yılında, toplamış olduğum bilgiler sözlük boyutunu aşıp ansiklopedi tanımına uygun hale geldi. Böylece, Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi’ndeki yazar sayısı 3218’e ulaştı. Ardından yapılan ikinci basımda 70 yeni biyografi ile 3288 yazar hakkında bilgiyi yayımlamış olduk. 2002 ve 2003 yılları boyunca yeni kaynaklara ulaşma çabasını sürdürdüm. Bunlar üzerinde yaptığım araştırma ve incelemeler sonunda, ansiklopedideki madde sayısı bir önceki basımın iki katına çıkarak 5786’ya ulaştı.

Üç ciltlik ansiklopediyi tamamladığım 2004 yılında, bu ansiklopedinin yabancı dillere çevrilmesi ile yazarlarımızın dış dünyaya tanıtımı gündeme geldi. Bunun üzerine binlerce yazar arasından bir kurul eşliğinde titizlikle seçtiğim 2023 yazar hakkındaki bilgilerin İngilizceye çevrilip üç ciltlik ‘Encylopedia of Turkish Authors’ adıyla yayımlanmasını sağladım. Türkiye tarihi boyunca binlerce yazarımızı dış dünyaya tanıtan ilk çalışma olan bu ansiklopedi, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç ile Müsteşar Prof. Dr. Mustafa İsen tarafından, Ekim 2005’teki Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı’nda dünyaya tanıtıldı. Yurda dönüşümüzde bu ansiklopediler Başbakanlık Tanıtma Fonu Genel Sekreterliği tarafından dünya kütüphanelerine gönderildi. ‘Encyclopedia of Turkish Authors’, ayrıca Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın İngilizce web sitesinde yayımlanarak dış dünyanın bu bilgilere ulaşması sağlandı.

Uzun yıllardır, biyografi çalışmalarımı 10.000 yazar biyografisini toplayarak sonlandırmayı amaçlıyordum. Üstelik yaklaşık son bin yıllık Türk kültür birikimi bu çalışmanın malzemesini sağlamaya yeterliydi. Ayrıca bu ansiklopedi metin örnekli olursa, özellikle Tanzimat’tan sonraki yazarlarımızın dil ve üslûpları hakkında da fikir verilecek, yazarlarımızın önde gelenleri hakkında yine tanınmış yazarlarımızın yaptığı değerlendirmeler eklenirse edebiyat ve kültür tarihimizin büyük temsilcileri üzerine kapsamlı bilgiler sunulmuş olacaktı. Bu bağlamda, eserleri okul kitaplarına da girmiş olan 500’e yakın şair ve yazarımızın eserleri üzerinde ayrı ayrı durularak san’atçı kişilikleri hakkında doyurucu bilgiler verildi. Böylece, yazarlar hakkındaki kuru bilgilerin dışında, onların edebî kişiliklerini öğrenmek isteyenlerin ihtiyaçlarını da karşılamaya çalıştım. Özellikle edebî eser veren yazar biyografilerine haklarındaki eleştiri ve özgün yorumlardan örnekler aldım. Ayrıca, bu çalışmaların geniş birer kaynakçasını ekleyerek araştırmacılara kolaylık sağlamayı amaçladım.

Elbette çok özet olarak anlattığım çalışma süreci, burada söylendiği kadar kolay olmadı. Büyük emekler ve oldukça sınırlı imkânlarla gün yüzüne çıkarılan ‘Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi’nin bir boşluğu doldurduğunu, bundan sonra bu doğrultuda çalışma yapacak olanlara da yol açıcı olduğunu düşünüyorum.

Sonuç olarak, Eylül 2006’da projemi tamamlayıp, 10.300’ü aşkın yazarımız hakkındaki yeni ve kapsamlı bilgileri toplamış oluyorum. Ayrıca ek bölümde yer alan iki indeks ile araştırmacılara büyük bir kaynakça sunulduğunu sanıyorum.”

 

KAYNAK: Abdurrahman Şen / İhsan Işık’ın Hakkını Teslim Etmek Gerek (Yeni Asya, 14.01.2007)

E-Posta: [email protected]

Yazar: Abdurrahman ŞEN

AKREP VE YELKOVAN BİR DE IŞIK

            AKREP VE YELKOVAN BİR DE IŞIK

 

            İbrahim Balcı

 

"Akrep ve Yelkovan" İhsan Işık'ın ikinci, Girişim yayınları­nın birinci şiir kitabı.

İhsan Işık'ın ilk şiir kitabını yayınlamasının üzerinden on iki yıl geçti. Neredeyse şairliğini unutturdu. Sözlü ve yazılı si­temlere muhatap oldu. Niha­yet, deneme, inceleme ve biyografi yazarı sıyrıldı, şair ih­san Işık geldi. Eğilim Anıları, Akrep ve Yelkovan'a dönüştü. Hüzünler, öfkeler arttı. Şiir bir başka mecraya aktı. Şair ülkede azap tepelerinden söz ediyor. Hükümetler, enflasyonu ve iş­sizliği sıfıra indirse de; şairin kalbindeki, hüzün, öfke ve alev yatışacağa benzemiyor. Hükü­metler, şairlerin hüznünü ve öf­kesini yatıştıramıyorsa bir şey yapmıyorlar demektir.

Karamsarlık anlarımın çoğal­masını hep gençlik çağını, yavaş yavaş geride bırakmama yoru­yordum, kendimi çok karam­sar buluyordum. Yaşlandıkça hep geçmişe özlem duyulurmuş diyordum. Kahramanmaraş’ta doksanlık ihtiyarın: "Eskinin altmış yıl önce kötü dedikleri­mize şimdi veli diyesim geliyor" sözünü fısıldayarak söyleyip kaçarcasına uzaklaşmasını dü­şünüyorum da özlemi haksız bulmuyorum.

İhsan Işık'ın şiirinden söz ederken kendimizden söz etme­ye başladık. "işte mutlular/Dilsizler sağırlar körler/Ah yazık demeyiniz /Olamadık onlar kadar", Ak­rep ve Yelkovan şiiri: "Burası dünya/Gökler mi yüksek alev­ler mi?/Hani ya kızgın sularda/Yüzmeyi bilen gemi?/Burası Türkiye/Ve şımarık buzul/Ve direnen çiçek/Biraz sen biraz ben/Apaydınlık gelecek/Burası ben/Her şey gittiğinde arda kalan/Sayılarına gelince/Akrep ve Yelkovan". İşte bu dizeler, benim de hüznümü ve karam­sarlığımı depreştiren. Gerçi bu dizelerde "direnen çiçek" ve "Apaydınlık gelecek" de var.

Kitabın yarısına yeni şiirler oluştururken bir bölümünü de Eğilim Anıları'ndan seçilmiş şiirler oluşturuyor. Eğilim Anıları'nda; umut, sevgi, aşk ve militan duygular ön plana çıkarken, Akrep ve Yelkovan'da, hüzün acı, öfke ön planda ve umut bir ışık huzmesi gibi. İlk şiirlerinde, hece şiirinin dina­miklerinden hareket eden şair 'Işık' son şiirlerinde serbest şii­rin imgeci yapısına yükleniyor. "Dedi Demedi Diyemedi" şiiri ise iki şiirden de farklı bir üçüncü şiir denemesi.   Mehmet Akif’in Safahat’taki Küfe şiirini andırıyor. “Anne” şiirinin Necip Fazıl’ın şiirine yakınlığı gibi. Fakat farklı bir şiir. “Anne şiiri ile “Dedi Demedi Diyemedi” şiiri birbirine karşı iki şiir, iki dünya, akrep ve yelkovan’ın geldiği nokta.

"Dağcılar" şiirinin dekorunu seyrettik, talim ettik. Asker şii­ri. Askerlik şiirleri de bir başka oluyor. Ocaktan'la, Kurturmuş'un Yedi Ikmil’deki şiirleri gibi. Hasan Aycın'la yemekhanenin avlusundaki beton üzerinde ben İhsan'ın şairliğini çekiştirirken, Hasan, ihsan'ın Azaptepe'ye şiir yazdığını söyledi. Merak ettim, Hasan, hatırına kaldığı birkaç dizeyi okudu. İhsan geldiğinde şiirden yola çıkarak, bir başka çay sohbetindeki kültürel tasarımına lafı getirdim pek gönülsüz davrandı. Şiir de kaldı tasarım da. Oysa bir başka çay sohbetinde elle dokunulacak kadar yakındı. Hep öyle olmuyor mu? Benim Hasan'a verdiğim söz Hasan'ın bana verdiği söz de öyle kaldı. Sonra İstanbul'a geldik. İstanbul yıllardır yakınları uzak eden mekân oldu. Mekânları suçluyoruz oysa suç yakınlarda. Evet, İhsan "Dağcılar" şiirinde epeyce kısaltmalar ve değişiklikler yaptı. Sanıyorum şiirin ilk söylenişinden: "Aynı komutla
yavaşla/Veya dur veya hızlan/Ya da şimdilik bir adım geri/Söylemek için sonra/Dağın tepesine kadar ile­ri" Azaptepe, dizeleri kalmış olsa gerek.

Kapağını Hasan Aycın'ın ha­zırladığı, arka kapağında şairin el yazısıyla yer alan "Akrep ve Yelkovan" şiirleri, İhsan Işık'tan bir demet, Girişim'in güzel girişimi, 47 sayfalık bir şiir kitabı. Sözlü ve yazılı sitem edenlere duyurulurken, şairi kutlarız.

 

(Milli Gazete, 18 Mayıs 1987)

Yazar: İbrahim Balcı

ANSİKLOPEDİLERİN MÜELLİFİ: İHSAN IŞIK

ANSİKLOPEDİLERİN MÜELLİFİ: İHSAN IŞIK

 

M. Sait AKTAŞ

 

Ansiklopediler insana hayatı boyunca değişik bilimsel alanlarda referans olabilecek yegâne kaynakların başında gelir. Daha ilkokul çağlarından başlayarak, oldukça ileri yaşlara ulaşıldığı dönemlerde bile ansiklopediler bilgiye ulaşma yolunda en önemli kaynaklardır. Nasıl insan hayatının devam edebilmesi için yegâne kaynak su ise herhangi bir bilimsel çalışmada da ansiklopediler böyle bir işlev görür.

Tahminen ansiklopedilerin geçmişi Eski Yunan’a kadar gitmektedir. Ancak ansiklopedilerle alfabetikliği ilk uygulayan Marco Coronelli’dir. Buna binaen Coronelli’yi modern ansiklopediciliğin babası olarak kabul etmemiz mümkündür.

Bizde ise ansiklopediciliğin tarihi yaklaşık on asır öncesine dayanmaktadır. O sıralar yazılan ansiklopediler yalnızca dini ilimlerle alakalıdır. 16. yy’da ilk Osmanlı ansiklopedi yazarı Taşköprülüzade Ahmet’in Mevzuatül Ulüm iki cilt olup biri dini biri akli ilimlere aittir. Ansiklopediler 19. yy’da giderek yaygınlaşmaya başlar. Bu dönemde Şemsettin Sami, Ali Emiri, Bursalı Mehmet Tahir gibi müellifler bu alanda önemli çalışmalar yapar. Teknoloji’nin giderek devleştiği, iletişim araçlarının her geçen gün arttığı bu zamanda da birçok önemli ansiklopedi çalışması yapılmıştır. Bir çok yazar sözlüklerinin yanı sıra Türk ve Dünya Ünlüleri, İslam Ansiklopedisi bunlardan sadece bir kaçı.

Bahis günümüzdeki ansiklopedik çalışmalara gelince burada İhsan Işık isminden bahsetmemek olmaz. 1952 Diyarbakır doğumlu İhsan Işık, Erzurum/Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirir. Uzun yıllar boyunca İstanbul’da edebiyat öğretmenliği yapan İhsan Işık bu sıralarda düşünce yazıları ve şiirleriyle kültürel hayatın içindedir. Öğretmenliği sırasında bir öğrencisinin yazar ansiklopedilerinin yetersizliğinden şikâyet etmesi üzerine ansiklopedik alanda çalışmalara başlar.

İhsan Işık 1990 yılında “Yazarlar Sözlüğü” adlı çalışmasını yayınlar. Bu kaynak kendinden önceki yazar sözlüklerine göre daha geniş çaplı bir çalışmadır. Ancak İhsan Işık’ın 2000’li yılların başında üç ciltlik Türkiye Yazarlar Ansiklopedisini yayınlaması onun ansiklopedik çalışmalarında önemli bir dönüm noktası teşkil eder. Hayatı, eserleri ve sanatı hakkında bilgi edinmek istenilen şair, yazar, mütefekkir hakkında geniş çaplı bilgi veren ansiklopedi kültür ve edebiyat çevrelerince büyük bir memnuniyet ile karşılanır. Ansiklopediyi hazırlarken oldukça titiz davranan Işık Türkiye’de yetişmiş tüm kültür ve edebiyat insanları hakkında ideolojik bir ayrım yapmaksızın son derece objektif ve geniş bilgiler sunar okuyucuya. Değişik kesimlerden de ansiklopedi hakkında övgüyle bahsedilmesi sonucunda gösterdiği olağanüstü gayretin neticesini alır. Bunun yanı sıra Türkiye’de yetişen sanatçılarla ilgili çalışmasını yayına hazırlar. Bu çalışmalar İngilizce olarak Avrupada’da yayınlanır.

10 Ekim Perşembe günü Timaş Kitap Kafe’ye Eskader sohbetlerine konuk olan İhsan Işık ansiklopedik çalışmalarını dinleyenlerine anlattı. İhsan Işık yaptığı ansiklopedik çalışmaları anlatırken Batı’nın kültür emperyalizmine karşı kendi kültürümüzü korumak fikrinin ön planda olduğunu söyleyerek önemli bir noktaya işaret etti.

İhsan Işık bundan sonraki yazın yaşamına fikri çalışmalarla devam edeceğini belirtti. Yeni bir ansiklopedi çalışması olur mu bunu zaman gösterir. Buna rağmen İhsan Işık’ın çalışmaları en başta başvurulacak kaynak konumda. Bu çalışmaları edinmek size birçok çalışmanızda yardımcı olacaktır.

 

(M. Sait AKTAŞ, Genç dergisi, 10 Ekim 2013)

 

Yazar: M. Sait AKTAŞ

İHSAN IŞIK: BİR KÜLTÜR EMEKÇİSİ

İHSAN IŞIK: BİR KÜLTÜR EMEKÇİSİ

 

Ali Haydar HAKSAL

 

 

Elâzığ İmam Hatip Okulu nda öğrenci iken okulun panosuna asılan Diyarbakır da yayımlanan Çile adlı bir derginin açmış olduğu bir yarışmaya katılmıştım. Öykü müydü, şiir miydi şu an tam anımsamıyorum. Bir süre sonra dergi adresime geldi, yarışmanın ilk sonuçları yayımlanmıştı. Adımı da o dergide görmüştüm. O sıralarda Milli Gazete nin açmış olduğu hikâye yarışmasında Tıkırtı adlı öyküm mansiyon almıştı. Yeni Asya gazetesinde bir şiir ve bir öyküm mansiyon almış, fotoğrafım da yayımlanmıştı.  Elâzığ daki yerel gazetelerde fıkra, şiir ve öykülerim yayımlandığından heyecanım dinmişti. Dergide adımı görünce daha bir güven kazanmıştım. Dergiyi incelediğimde yönetimde adı geçenlerden biri de İhsan Işık’tı. Derginin adı Çile.

O sıralarda üstad Necip Fazıl’ın şiirleri sarı ve kaliteli bir kâğıda basılmıştı, bir öğrenci için fiyatı da pahalıydı, onu da almıştım. Çile dergisi ile Çile şiir kitabı arasında bir bağ olmalı diye düşünmüştüm. Onu ilk tanımam böyle oldu. İlerleyen zaman içinde de tanışmamız ve dostluğumuz başladı.

İhsan Işık, şair ve araştırmacı. Epeyce bir zamandır sanatsal çalışmalarını biraz geriye çekti, kendisine asıl bir alan seçti. Yazarlar Sözlüğü ile başlayan bir süreç bu. Bu eser 3 ciltten oluşuyor. 1 ciltlik olanı da var. Bu çalışmayı daha da genişletti, Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi olarak yayımladı. Maddelerde yer alanların ayrıntılı, biyografik bilgileri bulunuyor. Yazarların ürünlerinden de alıntılar var. Bu, ansiklopediye daha bir anlam katıyor. Bu eserini daha sonra geliştirdi 11 cilde çıkardı. Ayrıca eserin İngilizcesi de mevcut.

Yakın zamanda 6 ciltlik Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi 3 ciltlik İngilizcesiyle birlikte yayımlandı. 6 ciltlik bu eserin her biri ayrı konular içeriyor. Ünlü Devlet Adamları, Ünlü Bilim Adamları, Ünlü Fikir ve Kültür Adamları, Ünlü Edebiyatçılar, Ünlü Sanatçılar, Ünlü Kadınlar bölümlerinden oluşuyor. Tıptan astronomiye, matematiğe, coğrafya, tarih gibi bilim alanlarında yetişmiş ünlüleri tek tek inceliyor.

Bu çalışmalar yorucu ve emek ister. Kimsenin pek yanaşamayacağı bir alan. Bunların yanında araştırmacı İhsan Işık Diyarbakır Ansiklopedisi’nin de hazırlığında. Müslüman Diyarbakır portresini öne çıkaracak. Gerçeği de bu. Son zamanlarda bu kültür merkezine musallat olan kavmi ayrılıkçılık, Diyarbakır ı asıl öz ve ruhundan uzaklaştırıyor. Bu çaba, önemli bir kazı araştırması olacak. Diyarbakır üzerine abandırılan yabancı kültüre karşı bir direniş özelliğinde. Merakla beklediğim eserlerden biri.

Peygamberimizin Hayatı, Dört Büyük İslâm Önderi (Dört Halife, bir diğer deyişle Hülefa-i Raşidin) araştırması, Üstad Said Nursi eseri de yazarın diğer önemli çalışmaları.

Ansiklopedik çalışmalar ömür tüketir cinsten. Hem çok büyük bir zaman, titizlik ve emek gerektirir. İlerleyen zaman içinde hayatta olanların maddelerinde güncelleme de gerekiyor. Bu da apayrı bir çaba ve zaman gerektiriyor. İhsan Işık, uzun zamandır bizde yapılamayan büyük bir çaba sonucu önemli işler yapıyor. Bu gibi çalışmalar hasbilik gerektiriyor. Popüler romancılık ya da edebiyatın diğer alanlarındaki çalışmalara benzemiyor.

Kültür hayatımız bölümlenmiş durumda. Geçmişte kültür iktidarını ellerinde tutan batıcı sol kesimler Marksist estetik ve sanat bağlamındakileri merkeze alırlar, İslâm düşünce özlü sanatçılar, bilim adamları ve şairlerden lütfen(!) birkaç isimden de bahsederler. Bunlar Türkiye kültür demografisini tam olarak yansıtmadığı gibi, taraflı bir durum arz ediyor. İhsan Işık bu anlamda daha nesnel. İdeolojik körlük veya da dar alanlı bir bakışa sahip değil. Böyle olunca eserleri daha bir güven veriyor. Batı güdümlü, Marksist ruhluların öykü ansiklopedilerinde çok sayıda öykü yazarımıza yer verilmez. Bu, kimi zaman bir ya da iki kişiyi geçmez. Şiirde de böyledir. Bu kültür hayatımızda haksız bir bölünmeye neden oluyor. Müslüman düşünür, sanatçı ve araştırmacılar bu gibi konularda daha nesnel olmak durumunda. Hak ve adalet anlayışı bunu gerektiriyor. İhsan Işık da bu anlamda hakkı temsil bakımından önemli bir sorumluluk taşıyor, hakları da teslim ediyor.

Şairin 1968- 2008 yılları arasında yayımlanmış şiirlerinin yeni baskısı da mevcut.

 

Bu önemli çalışmalar:

 

Elvan Yayınları (0312 229 88 84) dan temin edilebilir.

KAYNAK: Ali Haydar Haksal / İhsan Işık: Bir kültür emekçisi (milligazete.com.tr, 8 Nisan 2013).

 

 

Yazar: Ali Haydar HAKSAL

SAİD NURSİ VE NURCULUK

SAİD NURSİ VE NURCULUK

 

Abdulkadir ÖZKAN

 

 

Biraz okuyan, okuma ile ilgisi olan ki­me sorsanız Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk hakkında bir şeyler söyler. Çünkü Said Nursi kendisini bu topluma kabul ettirmiş ve bu yüzyılın yetiştirdiği sayılı âlimlerimizden ve mücahitlerimiz­den birisidir. Şahsen benim İslâm'ı tanı­mamda eserlerinin büyük yeri ve önemi vardır. Benim gibi yüz binlerce insanda aynı kaynaktan istifade etmiştir. Ancak, zaman içinde bazı çevreler bu büyük in­sanı sadece kendi inhisarlarına alma ve sadece kendi düşüncelerine hizmet et­tirmek gibi bir yola sapmakla kanaatim­ce o büyük insanın bu topluma yapacağı tesiri azaltmışlardır.

Her ne ise maksadım işin bu yönüne girmek değildi. Maksadım bu büyük İs­lâm âlimini hayatı ve eserleri ile topluca sunan bir eserin yayınlanmış olmasın­dan duyduğum memnuniyeti ifade et­mek ve bu çalışmayı yapan İhsan Işık kardeşime teşekkür etmekti.

İhsan Işık çeşitli eserleri ve çalışma­larından dolayı okuyucularımın büyük bir bölümünün tanıdığı kanaatinde oldu­ğumdan onun yazarlığı ve diğer çalışma­ları üzerinde durmayacağım. Ancak, son eseri "Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk" üzerinde durmak ve okuyucularıma tanıtmak istiyorum.

Hemen belirteyim ki ihsan Işık bu ese­rinde Said Nursi kimdir ve Nurculuk ne­dir? sorusunu soran ve bu sorunun ce­vabını araştıran herkese sorunun ceva­bını açık bir biçimde vermiş. Hem de ta­raf olmadan, grup taassubuna kapılma­dan o büyük zatın büyüklüğünü olduğu gibi ortaya koymuş.

Eserini öylesine kapsamlı hazırlamış ki, baştan sona okuduktan sonra insan "şu konuyu da işleseydi iyi olurdu" gibi bir itirazda bulunamıyor. Kısacası, Be­diüzzaman Said Nursi ve Nurculuk eseri hem bu konuda araştırma yapacaklar için bir başvuru kitabı, hem de bu konuyu merak edenler için meselenin bütün yönleri ile bir arada bulunabileceği bir muhtevada.

Şimdi de eserin muhtevasına ana baş­lıkları ile temas etmekte yarar görüyo­rum.

Said Nursi'nin hayatı ve tüm dönemle­ri boyunca verdiği mücadele ve bu dö­nemlerin özellikleri…

Bediüzzaman'ın günümüzde de tartış­ma konusu çeşitli meseleler hakkındaki görüşleri…

Eserlerinin tümünde yer alan bütün konuların listesi ve bu konuların kısa izahları…

Bediüzzaman ve Nurculuk hakkında gerek talebelerinin, gerek diğer kesimle­rin görüşleri…

Bediüzzaman'ın ölümünden önce ve sonraki dönemlerde Risale-i Nur talebe­lerinin İslâm'a hizmetleri ve Nurculuk davaları…

Bediüzzaman'ın ölümünden sonra açıklanan, tahribat-sadeleştirme, Humeyni-İran İslâm Devrimi, Amerika-NATO taraftarlığı, DP çizgisindeki parti­lerin tercihi, Erbakan liderliğindeki parti­lerin dışlanması gibi görüşler kitapta iş­lenen konular arasında.

Kitabın muhtevasına daha fazla gir­meden bu konuyu merak edenlerin oku­masını tavsiye etmekle yetinirken bu ilk kitabı ile yayın dünyasına atılan Ünlem Yayınlarına başarılar diliyorum.

 

Kaynak: Abdülkadir Özkan Said Nursi ve Nurculuk

 

 

Yazar: Abdulkadir ÖZKAN

“BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ VE NURCULUK”

 

“BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ VE NURCULUK”

 

Yeni Asya

 

 

            Bu hafta Kitaplık köşemizde, İhsan Işık tarafın­dan kaleme alınan "Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk" isimli eseri inceleyeceğiz. Kitap, daha önce Ünlem Yayınları arasında çıkmıştı. 1995 yılın­da Beyan Yayınları tarafından yeni baskısı yayın­landı. Kitap, Said Nursi ve eserleri üzerine yapılan birçok çalışmada olduğu gibi, Said Nursi'nin haya­tını anlatan bölümle başlıyor ve daha sonra eserleri hakkında bilgilerin yer aldığı bölümün ardından Bediüzzaman ve Nurculuk hakkında değişik görüş­lere yer verildikten sonra, 1960 sonrası Nur talebe­lerinin faaliyetlerini değerlendiriyor. Kitabın son bölümünde ise Risale-i Nurlardan seçmelere yer ve­rilmiş.

Biz kitabı incelerken bu bölümleri kitaptaki baş­lıklar altında ele alıp değerlendireceğiz.

 

I. Bölüm: Hayatı/Mücadelesi

Hayatı ve Eserleri isimli alt başlıklı birinci bö­lümüyle kitap, Bediüzzaman üzerine yazılmış bi­yografik çalışmalar içerisinde, gerek içerdiği ayrın­tılı bilgiler, gerekse kurgulama açısından en derli toplu olanlarından biri. Ancak, bu bölümde birçok eksikliklere ve yanlışlıklara rastlamak mümkün. Şöyle ki;

Bundan sonraki yazılarımızda bıkmadan eleştire­ceğimiz ve her fırsatta tekrarlayacağımız kronolojik yanlışlıklar ve özellikle bu yanlışlıkların sebebi olan doğum tarihi hatası ki, yazar doğum tarihini Miladi 1876, Rumi 1293 olarak göstermiştir. Doğ­rusu Miladi 1878, Hicri 1295, Rumi 1293'tür.

Biyografinin ilk sayfasında Tahir Paşa ile Said Nursi arasındaki ilişkinin yalnızca misafir ilişkisi olduğu ve Said Nursi'nin sık sık Paşa'nın evine da­vet edildiği bilgisi yer alıyor. Bu bilgi biraz eksiktir. Çünkü Tahir Paşanın konağı sadece rahat bir mes­ken değil, aynı zamanda her türlü bilgi kaynağına en iyi şekilde ulaşma imkânını sağlayan bir ilim-irfan merkezidir. Büyük bir kütüphaneyi bünyesinde barındıran Vali konağı yörenin ilmiye mensupları­nın sıklıkla bir araya gelerek ilmi meseleleri arala­rında münazara ettikleri bir mahfeldir. Van Valisi Tahir Paşa Bediüzzaman'a konağında bir oda tahsis etmiş, onun bölgenin âlimlerinin yaptığı ilmi mü­nazaralara katılmasına yardımcı olmuştur. Said Nursi Van'da kaldığı on yıl boyunca bu konakta ikamet ederken tarihi kalenin yakınında kurduğu Horhor Medresesinde kendine mahsus metodu ile eğitim faaliyetini sürdürmüştür. Bu konağın Bediüzzaman’ın hayatındaki en önemli rolü ise Paşa’nın kütüphanesinde yer alan fen ilimlerine dair birçok kitabı mütalaa ederek okuması olmuştur. Ayrıca yine konağa gelen süreli yayınları takip etme imkânını da bulmuştur. Burada Van Valisinin ona okuduğu bir gazetede yer alan İngiliz Sömürgeler Bakanının ‘Kuran’ın söndürülmesi veya Müslümanların elinden alınması’ gerektiğini ifade eden sözleri üzerine hayatının en önemli kararlarından biri olan ve uğruna ömrünü harcamaktan kaçınmayacağı “Kuran’ın sönmez bir güneş gibi mucize olduğunu bütün dünyaya ispat” etme kararını almıştır. Bütün bunların dışında, Tahir Paşa Said Nursi’nin İstanbul’a gitmesini teşvik etmiş ve Said Nursi’yi Abdülhamid'e tanıtan bir mektup yazarak kendisine yardımcı olunmasını rica etmiştir. Görüldüğü üzere Tahir Paşa'nın Said Nursi ile olan ilişkisi sadece sık sık ziyarete gelen bir misafir ile konak sahibi ilişki­si değildir.

Biyografi bölümünde göze çarpan bir diğer yan­lışlık ise Said Nursi'nin İstanbul'da tutuklanmasının ardından Selanik'e gittiği ve II. Meşrutiyetin ilanın­da Selanik'te olduğu şeklindeki bilgidir. Said Nursi, II. Meşrutiyetin ilanında İstanbul'dadır ve zamanı­nın pek çok gazetesinde yayınlanan 'Hürriyete Hi­tap' adlı nutkunu ilk defa burada okumuştur. Daha sonra İttihatçılar tarafından Selanik'e davet edil­miş ve Meşrutiyetin ilanından üç gün sonra, Hürriyete dair nutkunu Selanik Meydanı'nda tekrarla­mıştır. Kaldı ki İttihatçılarla da ilk defa Selanik'te değil İstanbul'a ilk geldiği sıralarda tanışmıştır.

Yazarın düştüğü en belirgin yanlış 1911 yılında gerçekleşen Şam seyahatinin ardından Van'a dön­düğüne dair bilgidir. Hâlbuki Said Nursi, Şam'dan tren yoluyla Beyrut'a oradan da deniz yoluyla İz­mir üzerinden İstanbul'a geçmiş ve Sultan Reşad'ın cülûs-ü hümayununun ikinci yıldönümü tö­renlerine katılmıştır.

Kitapta yer alan bir başka yanlış ise "...Burdur ilinin Eğirdir ilçesine bağlı Barla köyüne ikamete mecbur edildi." ifadesidir ki, değil araştırmacılar, bugün artık Said Nursi hakkında sözlü kültüre sa­hip olanların dahi bildikleri gibi Eğirdir ve Barla. Burdur'a değil Isparta’ya bağlıdır.

Biyografinin sonunda Said Nursi'nin son yolculuğunun Isparta’dan Van'a olduğu ve Van'a gider­ken Urfa'da vefat ettiği ifade edilmiştir. Ancak, Bediüzzaman ağır hasta iken talebelerine Urfa'ya gitmek istediğini birkaç kere tekrarlamış; bu yüz­den onu Urfa'ya götürmüşlerdir. Kısacası seyaha­tin amacı Van'a gitmek değil, Urfa'ya gitmektir.

I. Bölümün, "Mücadelesi" alt başlığı altında, Risale-i Nurlardan yapılan alıntılarla daha da genişletilmiş ve detaylandırılmış bir biyografi ile karşılaşıyoruz. Bu bölümü, Meşrutiyet Dönemi, Cumhuriyet Dönemi, diye iki başlık altında inceleyen yazar, Cumhuriyet dönemini de Mustafa Kemal Dönemi, İnönü Dönemi ve Menderes Dönemi diye üç ayrı başlık altında incelemiş. Risale-i Nurlardan yapılan alıntılarla dönemin olaylarını anlatmaya çalışan yazarın bu konuda başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız yazar, Said Nursi'nin hayatındaki dönemleri anlatırken, özellikle Eski Said'den Yeni Said'e ve Üçüncü Said dönemine geçişleri, kesin tarihlendirmelere tabi tutmuş, bu geçişlerin uzun yıllar alan bir süreç olduğunu atlamıştır.

 

II. Bölüm: Fikirleri

Yazar bu bölümde, Risale-i Nur Külliyatında yer alan eserleri incelemiş ve bu kitapların içeriklerini tespit etmeye çalışmış. Kitapların içindeki bölümleri de ele alan yazar, her bölümün hangi konuyu incelediğini ve bölümün hangi kavramlarla ilgili olduğunu araştırmış ve kısa tanıtım yazılarına yer vermiş. Yazar bu çalışmasıyla, benzer kitaplardan ayrılarak bir yenilik getirmiştir. Ancak tanıtım yazılarının kısa, bazen bir cümle oluşu amaca ulaşmak için yeterli olmamıştır. Bu bölümün, Risale-i Nur’larda hangi kavramların ve meselelerin yer aldığını göstermesi açısından faydalı bir çalışma olduğu tartışmasıdır. Bölüm başlıkları ile beraber incelenen kitaplar şunlardır: Mesnevi-i Nııriye Lem'alar, Şua­lar, Sözler ve Mektubat.

Yine kitabın bu kısmında ser alan "Çeşitli Ko­nulardaki Görüşleri" alt başlığı altında, Said Nur­si'nin Şeriat Kuran, Sünnet, ('iham Hac. Tarikat, Deccal, Kâfirler, İslam Birliği. Ehl-i Şia ve Alevi­ler, Milliyetçilik ve Irkçılık, İslâm Batı Medeniyeti, Kadın, Siyaset, Halk, Meşrutiyet, Cumhuriyet, Laiklik, Kapitalizm, Komünizm vb. konulardaki gö­rüşlerini ortaya koyan Risale-i Nur Külliyatından alıntılara ver verilmiş.

 

III. Bölüm: Bediüzzaman ve Nurculuk Hakkındaki Görüşler

Said Nursi Kimdir ve Risale-i Nur Nedir? Sorularına cevapların arandığı bu bölümde yazar, Bediüzzaman’ın ve Nur Talebelerinin görüşlerine yer vererek Said Nursi ve Risale-i Nurlara içeriden bir bakış yakalamayı denemiş. Ayrıca, Risale-i Nur camiası dışında yer alan ‘siyasal İslamcı’ yazarların ve ‘Batıcı’ yazarların görüşlerine de yer vererek, dışarıdan bir bakış gerçekleştirmeye çalışmış, bununla –sözde- objektifliği sağlamayı ve toplu bir bakış sunmayı amaçlamıştır.

 

 

 

IV. Bölüm: Bediüzzaman’ın Vefatından Sonra

Yazar bu bölümde, 1960 sonrasında Nurcular hakkındaki davalardan ve tebliğ hizmetlerinden bahsetmiş, ardından Nurcuların çeşitli konulardaki görüşlerini eleştirmiştir. Bu konunun ele alındığı 175–217. sayfalar arasındaki 42 sayfada davalara ve hizmetlere ilişkin yalnızca dört sayfa yer ayrılmış­tır. Diğer 38 sayfa gerek yazarın kendisinin gerekse diğer yazarlardan alıntıladığı siyasi eleştirilerden meydana gelmektedir.

Bu başlık altında yer alan "Bazı eleştiriler" bölümünde, Ali Bulaç'tan yapılan alıntılar, iddiadan Öteye geçmeyen demagojik tar­tışmalardan oluşmaktadır. Özellikle Said Nursi adına geliştirilen evren anlayışının "mekanik evren anlayışı" olduğu iddiası dayanaksızdır. Bu iddia tamamen yanlış ve tutarsız bir yorumun sonucudur. Çünkü Nur Talebeleri, Allah'ın kâinatta her an ya­ratmaya devam ettiğini, Hâlık sıfatının tecellilerinin en küçük mikro organizma­dan, uzaydaki galaksilere kadar her a­landa her an gerçekleştiğini bizzat Risa­le-i Nur'dan ders almışlardır. Dolayısıy­la yayınladıkları eserlerde mekanik bir evren anlayışını değil, kâinattaki mükemmelliğe ve güzelliğe dikkat çekerek ülfet perdesini kaldırarak, eserden mües­sire geçişe yardımcı olan bir anlayışı he­deflemişlerdir. Dayanaktan yoksun böyle bir iddiaya yer vermek objektifliği yakalamak amacından daha çok, yazarın yaftalama düşüncesiyle hareket ettiği izlenimini vermektedir. Ali Bulaç'ın mes­netten yoksun bir diğer iddiası ise, Ame­rika ve NATO'nun ve dolayısıyla Batılı emperyalist güçlerin Ehli-i Kitap olduk­ları için Nur Talebeleri tarafından desteklendiğidir. Sayın Ali Bulaç, çok orijinal(!) bir akıl yürütme örneği vererek, 'Ermenilerin de Ehl-i Kitap olması sebe­biyle Ermeni Terörüne de göz mü yuma­lım diye soruyor. Tabii bu tarz bir akıl yürütmeyi ancak Ali Bulaç yapabilir ve bu demagojinin ancak onun mantığında bir izahı olabilir. Nur Talebelerinin Hı­ristiyan milletlere Ehl-i Kitap oldukları için yakın durdukları doğrudur. Ancak olayın devletlerarası ilişkiler ve uluslar arası politikadaki boyutunda ise komü­nist Sovyetler Birliği'nin dinsizliği bir devlet politikası yapmasına karşılık antikomünist devletlerin de dine önem ver­meleri ve dini ön plana çıkarma tavsiyesinden öte bir taraftarlık ve destek anlamı taşımamaktadır.

Yazarın eleştiriler bölümünde ver verdiği bir başka isim ise, Hüseyin Okçu. Sayın Okçu Nur Talebelerinin Üstatları hakkındaki hüsn-ü zan ve muhabbetlerinden rahatsız olduğu için olacak, bu muhabbeti aşırı bulmaktadır. Bunun kime, ne zararı olduğunu anlamakta güçlük çektiğimiz için bir takım kafaların Said Nursi’de kusur arama ve “O da bizim gibi bir insandı”, “o da diğer âlimler gibi bir alim” mealindeki cümleleri niye tekrarlama sevdasında oldukları sorusunun cevabını aramaktadır. Ayrıca kitabın birinci bölümündeki bilgilere yer veren yazarı, niye böyle taraflı ve art niyetli yazılara “objektif davranma” bahanesiyle yer verdiği ise alıntı yaptığı yazarlarla aynı kafadan olmasıyla izah edebiliriz. Bir bakıma yazar kendi her nedense açıkça ifade etmek istemediği görüşlerini başkalarından yaptığı aktarımlarla ortaya koymaya çalışmaktadır.

Ayrıca Nur talebelerinin diğer İslâmî gruplara küçültücü ve tenkit edici gözle baktığı iddia ediliyor ki, örnek verilmediği için kimin küçük düşürüldüğünü yazıdan anlamak mümkün olmamaktadır. İslâmiyet dışındaki diğer Ehl-i Kitap insanları dahi kendilerine yakın bulan ve on­ları diğerlerine tercih eden bir anla­yışın sahiplerinin, Müslüman kitleleri küçük gördüğü iddiası tamamen bir tarafgir kafanın ürünüdür. Kaldı ki Sayın Okçu, yazısında Nur talebe­lerini küçük düşürmek için elinden geleni yaparak, şecaat arz ederken sirkatinden bahsetmektedir. Kitabın­dan ve daha önceki yazdığı dergi ve gazetelerden anlaşılacağı üzere siya­sal İslâm taraflısı olan yazar, Nurcu­ları depolitizasyonla suçlamakta ve Nurcuların bütün mesailerini iman hizmetine adamayı hedef edindikle­rini göz ardı etmektedir. İran'da gerçekleşen devrimi "antiemperyalist ve İslami" diye niteleyen görüşlere yer veren yazar, Nur talebelerinin bu ko­nuda gereken hassasiyeti gösterme­diğini ileri sürmektedir. Elbette ki, kitabın yazarı ve yazılarından alıntı­lara yer verilen yazarlar gibi düşün­meyen ve tebliğ hizmetinde iktidarı hedeflemeyen Nur talebeleri, bir devlette meydana gelen rejim değişikliğinde, siyasal İslamcılar gibi he­yecana kapılmayacaklardı. Nitekim aradan geçen yıllar da bu konuda he­yecanlanacak pek bir şey olmadığını gösterdi.

Bir diğer ayıklama ve sondaj yo­luyla yapılan çarpıtma ise, NATO güdümünde olan Bağdat Paktı vb. uluslararası işbirliği anlaşmalarının Nur Talebeleri tarafından desteklen­mesi iddiasıdır. Her vicdan ehli ka­bul edecektir ki bu destek, NATO güdümünde olduğu için değil, İslam Âleminde meydana gelen yakınlaş­ma ve işbirliği hareketlerinin güçlen­mesi ve Müslüman ülkelerin birbiri­ne en küçük bir yakınlaşması için verilmiştir.

Yazarın diğer eleştirileri ise iç si­yasete yöneliktir. Yazar, özellikle Demokrat Parti sonrasındaki Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi'nin Nur­cular tarafından desteklenmesini yanlış bulmaktadır. Ancak satır ara­larından anlaşıldığı üzere Milli Ni­zam Partisi’ne ve devamı partilere kendini yakın hisseden yazarın ve bu düşüncedeki diğer yazarların asıl derdi, Nurcuların niye "demokrat çizgiyi" destekledikleri değil, niye geçmişteki Milli Nizam Partisi'ni ve onun çizgisindeki diğer partileri des­teklemedikleridir. O kadar ki kitapta bu konunun incelendiği alt başlığın adı "Erbakan ve Partilerinin Dış­lanışı”dır. Bu tavrın yazara özgü ol­madığı, "biz de dindarız Nurcular da dindar, niye bunların oylarını alma­yalım" düşüncesinden hareketle Nur­cuları bir oy potansiyeli olarak gören siyasi çevreye ait olduğu herkesin malumudur. Bu konuda yaptığı alın­tıların içeriği, yıllardır gerek gazete ve dergilerde gerekse kamuoyunda birçok kere tartışılmış fikirlerden oluşmaktadır. Tekrardan kaçınmak amacıyla bunlardan söz etmeyeceğiz.

Kitabın bu kısmındaki en büyük olumsuzluk, yazarın, kendi düşünce­sine ve siyasi anlayışına aykırı gelen her fikri, yanlış olmakla yaftalama kolaylığına düşmesidir. Bu kısımda­ki tek olumlu unsur ise; Nur Talebe­lerini ağır bir dille eleştirmesine rağ­men Risale-i Nur ve Said Nursi'ye saygıyı elden bırakmamasıdır.

 

V. Bölüm: Beriiüzzaman Said Nursi'nin Eserlerinden Seçmeler

Başlıktan da anlaşılacağı üzere, bu bölümde Risale-i Nurlardan seçme­ler yer almaktadır. Seçme yapılan eserler şunlardır: Gençlik Rehberi davasının müdafaası, Tesettür Risalesi, Ehl-i Sünnet, Ehl-i Şia ve Aleviler hakkında bölümler, Münacaat'tan bölümler ve bazı Mahkeme kararla­rı.

Kitabın IV. bölümü dışında diğer bölümler için yazarın objektif dav­randığını söylemek mümkün. Ama yazarın bu bölümde kullandığı üslûp ve yaptığı alıntılar, kitabın esas ola­rak bu bölüm için yazıldığı, diğer bölümlerin ise bu bölümün "hazmedilmesine" yardımcı olması için ka­leme alındığı izlenimini vermekte­dir. Yazarın ustaca kullandığı "alın­tılama" tekniğinin ise objektifliği yakalamaktan daha çok, yazarın dü­şüncelerinin başka yazarların ağzın­dan söyletilmesinin aracı olduğu gözden kaçırılmayacak kadar sarih­tir. Kabul etmek gerekir ki yazar, dipnot tekniğini amacına en uygun şekilde kullanmıştır. Ancak kitabına temel yaptığı kaynakça kısmının, bi­rinci el kaynak olan Risâle-i Nurlar hariç, temel eserlerden mahrum ve yetersiz kaldığını söyleyebiliriz.

Son olarak yazarın amacının, üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğunu söylemek mümkün. Yani yazarın amacı bu kitap yoluyla, Said Nursi ve Risâle-i Nurların tahlili ve değerlendirilmesi değil, Nur Talebe­lerinin siyasî açıdan eleştirilmesidir.

 

(Yeni Asya, 23 Nisan 2000)

Yazar: Yeni Asya

EĞİLİM ANILARI

            

EĞİLİM ANILARI

 

Yahya AKENGİN

 

 

İhsan Işık, yüksek öğrenimini tamamlamak üze­re olan bir genç şair. Eğilim Anıları ilk şiir kitabı. Kendisini, şiire gönül vermiş ve bu işin bir ustalık olduğunu kavramış olarak görüyoruz. Eğilim Anıları’nı okuduktan sonra İhsan Işık'ın, gelecekteki güçlü şairlerimizden biri olacağı kanaatini edindim.

 

İhsan Işık’tan bir örnek:

 

Sesime karşı koyan yontmataş rüzgârları

Bilmiyorlar bunların ötesinde de varım

Kıyıcıların tümü el ele vermiş

Olsun

Yine de eğilmeden yaşarım

 

Eğilim Anıları/İhsan Işık/Çile Yayınları 54 sayfa, 5 lira

 

(Hisar Dergisi, Yeni Yayınlar, Yahya Akengin, Ağustos 1975, sayı 140)

Yazar: Yahya AKENGİN

KONUŞANLAR VE SUSANLAR

KONUŞANLAR VE SUSANLAR

 

Ali NAR

 

 

II. İhsan Işık ve “Eğilim Anıları”

 

Diyarbakır’da, öğretmenliğe yeni başladığımızda, orta II de bir sarışın çocuk tanıyorum. Temiz kılıklı, güzel yüzlü, uyanık ve terbiyeli... Derslerde fazla başarılı olmamasına rağ­men, düzgün konuşması ve ye­rinde davranışlarıyla dikkati çekiyor. Özellikle, Peygambe­rimizin (s.a) hayatını (Siyer-i Nebi) anlatırken, ders kitabın­da bulunmayan ve hocasının da anlatmadığı bir meseleyi ken­di öğrenmesiyle anlatışı, sınıf içinde onu tek adam ediveriyor... Bundan sonra, hitabet ve kompozisyona teşvik ediyorum. Günler ve yıllar geçiyor, ismi okul içinde ve şehirde duyul­maya başlıyor. Daha sonra okul gazetesi çıkaracak (Özlem) arkasından gençlik arasında belli isimlerden biri derken... Edebiyat Fakültesine kaydol­du. O güne kadar çeşitli gazete ve dergilerde; Deneme, Hikâye, özellikle şiirlerini oku­duk. “Siyer” dersindeki dikka­tinden duyduğumuz sevince karşı, “Peygamberimizin sa­vaşları” adlı bir kitap hediye etmiş ve: Seni bize, sana da zekâ ve kabiliyet ihsan eden Allah'ın Resulünün çizdiği yol­da ilerlerken bu savaşlar sana örnektir.

İhsanın kadrini bilmek gibi ihsan olamaz, İhsan! diye bir not yazmıştım.

İhsanımız ihsanda bulunmuş; —Şiirlerini «Eğilim Anıları» adiyle neşretti.— Hocasına it­haf etmiş. Eh insan için en bü­yük hediye. «Eserimin eseri, benim eserimdir.» diye bir fet­va koyalım. Ve haber vere­lim henüz yirmi beş yaşlarında bulunan İhsan Işık geleceğin ince ve nüktedan, o derece de azimli savaşçı sairini yansıtı­yor bize.

Ama ilgisizlikten olacak, da hemşerisi Ö. F. Turgut gibi «sus» işaretini koydu bir yıldır.

Ne dergilerde, ne de gazete­lerde hatta mektuplarda sesini duyamıyoruz. «Çile» dergisini çıkarıyordu, Diyarbakır’da. Onu da paydos etti.

Kendisine, bu yıl fakülteyi bitirirse, İstanbul’a gelmek ye­rine, Anadolu’nun görmediği bir köşesine gidip öğretmenlik yapmasını tavsiye etmiştim. «Anadolu’da» insanı tanı. Genç­liği tanı. İsteğini anla. Köyü, kasabayı tanı, yüklen milletin duygusunu, çilesini! İstanbul’a zengin anılarla gel. Gel ki, bu bulamaç kentin yaşayı­şında, rengin kaybolmaya öbür arkadaşların gibi... İstan­bul ve benzeri büyük -değil as­lında irileşmiş, azmanlaşmış— şehirlerin; kirli havası, kirli sokağı ve kirli gıdasına eş kirli hayat ve bulanık düşün­cesini aktarma durumunda kalmayasın, birçoğu gibi. Bu milletin mümkün mertebe saf kalan bölgelerinin, ruh köküne uyan duygu ve kendine has düşüncelerini işleyesin.

O gün bugündür, İhsan'dan ve çilesinden ses yok. Umarım ki, tavsiyem bu sefer tutul­muş, dolup taşma gününü bekliyordur.

Görelim Mevlâ neyler. El­bet bir gün yeni zeminler açılır, o zemin üstünde küssün­ler de yürüme fırsatını bulur­lar. Haniya, bu gençler bize benzemiyor. Her olur olmaz yerde boy gösterip, olur olmaz söz etmiyorlar!

 

Şiirden bir bölüm:

 

EĞİLİM ANTLARI

 

Ben şiirlere eğildikçe

Eğildikçe şiirler üzerime

—Dilencilikte en az cimri—

Dinamit kuyusu kalbime

Katlandığında bir sonbahar ikindisi

Bir gizli aranırım uzaklara

Usanmışım en budala bencil­liklerden

Aynalar kırma fücelliğinden

Tavanlar arası sövmekten za­limleri

«Ten kafesi» endişelerinden

İki ucu karanlık değilse de yaşantı

 

(Milli Gazete, 17.03.1977)

 

Yazar: Ali NAR

Resimli ve Metin Örnekli TÜRKİYE EDEBİYATÇILAR VE KÜLTÜR ADAMLARI ANSİKLOPEDİSİ

 

Resimli ve Metin Örnekli

TÜRKİYE EDEBİYATÇILAR VE KÜLTÜR ADAMLARI ANSİKLOPEDİSİ

 

ÖMER LEKESİZ

 

Dünü ve bugünüyle edebî hayatın gerekli çalışmalarla kuşatılamadığı çoğu zaman yakınma, bazen de durum belirleme olarak ileri sürülegelmiş; mevcut araştırmalar, incelemeler, hal tercümeleri, kitabiyat ve sair kayıtlar eksiklikle malûl olarak nitelendirilmiştir. Söz konusu yaklaşımların çok azında edebiyatın yapısından kaynaklanan doğru nedenlerden söz edilebilmiştir. Bu doğru nedenlerden biri: Edebiyatın, kendisini konu edinen tüm çalışmaların önünde yürüdüğü, diger bir söyleyişle ondaki akışın kesintisizliği nedeniyle kuşatılamayacağı, ancak makul bir ara ile geriden izlenebileceğidir.

Bunu Cumhuriyet dönemindeki kimi hal tercümeleri ve kitabiyat eserleri ile sınırlandırarak örneklendirecek olursak: Maarif Vekaleti'nce hazırlanan Türkiye Bibliyografyası (1933), İ. Alaattin Gövsa'nın Meşhur Adamlar'ı (1933-35), Türk Meşhurları Ansiklopedisi (1946), İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın Son Asır Türk Şairleri (1930-41), Sadeddin Nüzhet Ergun'un Türk Şairleri (1936-46), Baha Dürder'in Şairler, Edipler, Muharrirler'i (1946), Nahid Sırrı Örik'in Türk Meşhurları Ansiklopedisi (1953), Behçet Necatgil'in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (1960), Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü (1971), Tahir Alangu'nun 100 Ünlü Türk Eseri (1974), Seyit Kemal Karaalioğlu'nun Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (2. Bas.: 1982), İhsan Işık'ın Yazarlar Sözlüğü (1990), Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (1 cilt: 2001; 3 cilt: 2003), Yapı Kredi Yayınları'nın Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi (2001) vd. içerik olarak genellikle geçmişi, kısmen kendi zamanlarını kuşatan eserler olarak bilinirler. Ama konu işlevleri olunca, bunların her birinin yerli edebiyat abidesine eklenmiş birer yapı taşı oldukları görülür. Dolayısıyla, yukarda belirttiğimiz "doğru neden" çevresinde bu eserleri, bugünün bilgisini içermedikleri, için eksiklikle malûl saymak, yoksamak ya da küçümsemek edebiyatın doğasına (akışkanlığına) ve edebi mirasın varlığına aykırı bir hareket sayılır ve ayrıca Kâtip Çelebi'nin Keşfü'z-zünun'uyla avuçlarımıza sunduğu geçmiş, İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın Son Asır Türk Şairleri'yle düne, Behçet Necatigil'in sözlükleriyle bugüne bitişmeseydi hem edebi bir mirastan hem de süren bir edebiyattan zaten söz edilemezdi.

Bu belirlememiz, yaklaşık üç ay önce okurla buluşan Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi için de geçerlidir. Adlarını yukarıda da verdiğimiz Yazarlar Sözlüğü'nün (1990) ve Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi'nin (2001) sahibi olan İhsan Işık'ın imzasını taşıyan bu yeni eser, yazarının, 1700 yazarın hal tercümesinden başlayıp, bu sayıyı söz konusu kitaplarının yeni basımlarında bire, üçe, beşe katlayan müstesna çabasını, son olarak on ciltte, 10.336 yazarın hal tercümesiyle taçlandıran bir kültür ve edebiyat hazinesidir.

İhsan Işık, yeni eserinde edebiyat ve kültür adamlarının hal tercümelerini, onlarla ilgili eleştirilerden, değerlendirmelerden örneklerle zenginleştirmiş, Yunus Emre'den bugüne tüm zamanların kültür adamlarını, halk edebiyatının sultanlarını, yerli düşüncenin mimarlarını, Türkçe edebiyatın unutulmaz emektarlarını ve onların en yeni varislerini Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi'nin iki kapağı arasında buluşturarak, kültür ve edebiyat dünyamızı elle tutulacak, gözle görülecek şekilde bütünlemiştir.

Kültürel hayatımız, dolayısıyla edebiyatımız yine devam edecek, her geçen gün yeni yapı taşları oluşacak, günü geldiğinde kültür ve edebiyat abidemizde kendilerine ayrılan yerlere yerleşeceklerdir. Önemli olan bugünü kıyametin arefe günü sayarak o abideyi oluşturan yapı taşlarını bir bütün olarak fotoğraflamaktır. İşte, 1990'dan beri bu doğrultudaki çabasını ve başarısını gıpta ederek izlediğimiz İhsan Işık, Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi'yle her şeyden önce bunu gerçekleştirmiştir.

Elimize ulaştığı anda biricikleşen, Türkçe edebiyat abidesine bir yapı taşı olarak yeni eklenen Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi'nden dolayı İhsan Işık'ı kutlarken, o müstesna gayretinin yakın zamanda bizi hangi güzel eserlerle buluşturacağını da merak ediyoruz. (Bilgi: 0312.2298884,  Faks: 0312.2298824, [email protected])

 

KAYNAK: Virgül dergisi, 2006

Yazar: ÖMER LEKESİZ

TÜRKİYE YAZARLAR ANSİKLOPEDİSİ

TÜRKİYE YAZARLAR ANSİKLOPEDİSİ

 

Sedat UMRAN

 

Araştırıcı kimliğini hakkıyla ortaya koyduğu için bu eseriyle İhsan Işık kanımızca yazınımızda büyük bir eksikliği gidermiştir, bu eseri için yetkili kalemlerce yazılanlar, övgüler sebeplendirilmiş olan takdirlerdir. Böyle bir eserin hazırlanıp yayımlanması yazınseverler için mutluluk vesilesidir.

İhsan Işık’ın hazırladığı bu çok değerli çalışma yansız bir bakışla incelendiğinde bunca övgüye ve takdire hak kazandığını düşünerek sevinç duyuyoruz.

Biz kendi hesabımıza İhsan Işık’ın böyle bir yapıtı kazandıracağını pek ummamıştık; bunun sebebi o denli büyük bir zahmeti ve titizliği göze alabilecek ve konusuna büyük bir sevgiyle eğilebilecek yazın adamlarımızın sayısının sanıldığı kadar çok olmayışıdır.

Ansiklopedinin yazarı –ki aynı zamanda güzel şiirler yazmış olan bir şairimizdir, ele aldığı kişilikler üzerine yargısını kendisi saklayıp ehil kalemlerin ve eleştirmenlerin onlar üzerine dile getirdiklerinden isabetli alıntılar yapmıştır.

Yazarın kendisinden önce yayımlaşmış bulunan bu tür eserlerin bir çoğunu gözden geçirdiği ve taradığı anlaşılmaktadır.

Bu kitapta ilk kez ünlü yazarlar yanında isimleri bugün için unutulmuş bulunan, ama edebiyata emek vermiş olan ve belleğimizde yer etmiş bulunan çok sayıda bugün artık unutulmuş olsalar da yerlerini almıştır. Bu özellikle de sevindirici bir durumdur.

Kısaca belirtelim ki, yazarımızın bu eserinin zamanla daha da değerlenmiş olacağını tahmin edebiliriz, çünkü bu kadar geniş çapta yayımlanmış olan ve belirttiğimiz özellikleri gösteren bir ikinci eserin mevcut olduğunu sanmıyoruz. (…)  Edebiyatı sevenlerin kitaplığında eksik olmaması gerekli bir eser meydana getirerek, sevgimizi ve hayranlığımızı kazanmıştır.

 

(Yedi İklim, Ağustos 2004)

Yazar: Sedat UMRAN

İHSAN IŞIK'TAN HAL TERCÜMELERİ

İHSAN IŞIK'TAN HAL TERCÜMELERİ

 

Ömer LEKESİZ

 

Dünü ve bugünüyle edebî hayatın gerekli çalışmalarla kuşatılamadığı çoğu zaman yakınma, bazen de durum belirleme olarak ileri sürülegelmiş; mevcut araştırmalar, incelemeler, hal tercümeleri, kitabiyat ve sair kayıtlar eksiklikle malûl olarak nitelendirilmiştir. Söz konusu yaklaşımların çok azında edebiyatın yapısından kaynaklanan doğru nedenlerden söz edilebilmiştir. Bu doğru nedenlerden biri: Edebiyatın, kendisini konu edinen tüm çalışmaların önünde yürüdüğü, diger bir söyleyişle ondaki akışın kesintisizliği nedeniyle kuşatılamayacağı, ancak makul bir ara ile geriden izlenebileceğidir.

Bunu Cumhuriyet dönemindeki kimi hal tercümeleri ve kitabiyat eserleri ile sınırlandırarak örneklendirecek olursak: Maarif Vekaleti'nce hazırlanan Türkiye Bibliyografyası (1933), İ. Alaattin Gövsa'nın Meşhur Adamlar'ı (1933-35), Türk Meşhurları Ansiklopedisi (1946), İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın Son Asır Türk Şairleri (1930-41), Sadeddin Nüzhet Ergun'un Türk Şairleri (1936-46), Baha Dürder'in Şairler, Edipler, Muharrirler'i (1946), Nahid Sırrı Örik'in Türk Meşhurları Ansiklopedisi (1953), Behçet Necatgil'in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (1960), Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü (1971), Tahir Alangu'nun 100 Ünlü Türk Eseri (1974), Seyit Kemal Karaalioğlu'nun Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (2. Bas.: 1982), İhsan Işık'ın Yazarlar Sözlüğü (1990), Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (1 cilt: 2001; 3 cilt: 2003), Yapı Kredi Yayınları'nın Tanzimat'tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi (2001) vd. içerik olarak genellikle geçmişi, kısmen kendi zamanlarını kuşatan eserler olarak bilinirler. Ama konu işlevleri olunca, bunların her birinin yerli edebiyat abidesine eklenmiş birer yapı taşı oldukları görülür. Dolayısıyla, yukarda belirttiğimiz "doğru neden" çevresinde bu eserleri, bugünün bilgisini içermedikleri, için eksiklikle malûl saymak, yoksamak ya da küçümsemek edebiyatın doğasına (akışkanlığına) ve edebi mirasın varlığına aykırı bir hareket sayılır ve ayrıca Kâtip Çelebi'nin Keşfü'z-zünun'uyla avuçlarımıza sunduğu geçmiş, İbnülemin Mahmut Kemal İnal'ın Son Asır Türk Şairleri'yle düne, Behçet Necatigil'in sözlükleriyle bugüne bitişmeseydi hem edebi bir mirastan hem de süren bir edebiyattan zaten söz edilemezdi.

Bu belirlememiz, yaklaşık bir ay önce okurla buluşan Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi için de geçerlidir. Adlarını yukarıda da verdiğimiz Yazarlar Sözlüğü'nün (1990) ve Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi'nin (2001) sahibi olan İhsan Işık'ın imzasını taşıyan bu yeni eser, yazarının, 1700 yazarın hal tercümesinden başlayıp, bu sayıyı söz konusu kitaplarının yeni basımlarında bire, üçe, beşe katlayan müstesna çabasını, son olarak on ciltte, 10.336 yazarın hal tercümesiyle taçlandıran bir kültür ve edebiyat hazinesidir.

İhsan Işık, yeni eserinde edebiyat ve kültür adamlarının hal tercümelerini, onlarla ilgili eleştirilerden, değerlendirmelerden örneklerle zenginleştirmiş, Yunus Emre'den bugüne tüm zamanların kültür adamlarını, halk edebiyatının sultanlarını, yerli düşüncenin mimarlarını, Türkçe edebiyatın unutulmaz emektarlarını ve onların en yeni varislerini Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi'nin iki kapağı arasında buluşturarak, kültür ve edebiyat dünyamızı elle tutulacak, gözle görülecek şekilde bütünlemiştir.

Kültürel hayatımız, dolayısıyla edebiyatımız yine devam edecek, her geçen gün yeni yapı taşları oluşacak, günü geldiğinde kültür ve edebiyat abidemizde kendilerine ayrılan yerlere yerleşeceklerdir. Önemli olan bugünü kıyametin arefe günü sayarak o abideyi oluşturan yapı taşlarını bir bütün olarak fotoğraflamaktır. İşte, 1990'dan beri bu doğrultudaki çabasını ve başarısını gıpta ederek izlediğimiz İhsan Işık, Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi'yle her şeyden önce bunu gerçekleştirmiştir.

Elimize ulaştığı anda biricikleşen, Türkçe edebiyat abidesine bir yapı taşı olarak yeni eklenen Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi'nden dolayı İhsan Işık'ı kutlarken, o müstesna gayretinin yakın zamanda bizi hangi güzel eserlerle buluşturacağını da merak ediyoruz.

KAYNAK: Ömer Lekesiz / İhsan Işık’tan Hal Tercümeleri (Yeni Şafak Kitap Eki, 05.12.2006)

 

Yazar: Ömer LEKESİZ

EMEĞİN SOMUT HALİ: TÜRKİYE YAZARLAR ANSİKLOPEDİSİ

EMEĞİN SOMUT HALİ: TÜRKİYE YAZARLAR ANSİKLOPEDİSİ

 

Rasim ÖZDENÖREN

 

İhsan Işık'ın "Yazarlar Sözlüğü"nden (1990) başlayarak takdirle izlediğim çalışması, nihayet "Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi" (3. baskı, 2004) ile devam ediyor. Devam ediyor, diyorum, çünkü bu devasa eserin bu haliyle noktalanmayacağını, eserin bu son baskısında öğrenmiş bulunuyoruz. Eserin elimizdeki bu üçüncü basımına 2498 adet yeni biyografi eklenmek suretiyle biyografi sayısı 5786'ya ulaştırılmış oluyor. Bu rakamın ne demek olduğunu zihnimizde berraklaştırabilmek için bu alanda hazırlanmış olan yazar isimleri sözlüklerinin şimdiye kadar basılmış olan en kabadayısının 1200 küsur isim içerdiğini hatırlamak yeter sanırım.

Elimizdeki görkemli eserin "Türkiye Edebiyat, Bilim ve Kültür Adamları Ansiklopedisi" ile devam edeceğini, müellifin önsözünden öğreniyoruz. Böylece isim sayısı da onbin dolaylarına yükselecektir.

İhsan Işık, elimizdeki eserinde de yazar tanımını geniş tutmuş, şimdiye kadar alışılagelen ve "yazar" tanımını yalnızca edebiyat alanına (şiir, öykü, roman, deneme, eleştiri, araştırma, inceleme, oyun) inhisar ettiren anlayışı aşma cesaretini göstermiştir. Böylece eserde, edebiyat alanında ürün vermiş yazarlardan başka, düşünce, felsefe, tarih, sosyoloji, ekonomi, politika, din, dil, folklor, sanat tarihi vb. alanlarda ürün vermiş imzalara da yer verilmiştir. Bunun nasıl bir boşluğu doldurduğunu erbabı takdir edecektir.

Esere eklenen "Ek Bölümler"den biri Edebiyat ve Bilim-Sanat Ödülleri başlığını taşıyor. Bu başlık altında197 kuruluşun verdiği ödüller, ödüllerin kime verildiği belirtiliyor. Öteki bölüm Türk Dünyası Yazarları başlığını taşıyor ve bu bölümde de Türkiye Türkçesi dışındaki lehçelerde eser veren 200 dolayında şair-yazar hakkında bilgi veriliyor.

Rakamları, biraz da mahsus zikrediyorum. Baş döndürücü olduğunu bildiğim ve eserin rakamsal değerinin konuyla ilgisi olmayanlar tarafından da seçilmesini istediğim için...

Müellifin, Önsöz'de vurguladığı çağrısını buraya aktarmak istiyorum, şöyle söylüyor: "Bu Ansiklopedi, yazarının kısıtlı maddî imkânları ölçüsünde hazırlanan, bir bakıma 'terceme-i hal yazarlığı' geleneğini devam ettirmeyi amaçlayan, hesabî değil hasbî bir çalışmadır. Birçok eleştirmenin belirttiği gibi yeni basımlarla kapsamının genişleyip içeriğinin zenginleşmesi, 21. yüzyıl Türk edebiyatı, düşüncesi ve bilim hayatını oluşturan insanları toplu biçimde bilinmezden bilinir kılmaya dönüştürmek gibi önemli bir sonucu ortaya koyacaktır. Okuyucularımızın, özellikle yazarlarımızın eleştiri ve uyarıları, eksiklerimizin giderilmesine ve yanlışlarımızın düzeltilmesine kıymetli katkılarda bulunacaktır. Her alanda olduğu gibi, biyografik bilgiler ve sunumuna ilişkin ciddi eleştiri yazılarına her zaman ihtiyaç vardır. Bu yazılar ile ne kadar tanıtılır, eksiklerimiz ve yanlışlarımız ne kadar düzeltilirse bundan o kadar mutluluk duyacağım."

Aslında, bir heyetin, hatta bir enstitünün üstesinden gelebileceği bir işi (ki onların bile böyle bir eser için ne kadar zorlandıklarını uygulamadan biliyoruz), tek başına üstlenen ve başarıyla yürüten tek kişinin, ne çetin zorluklarla karşılaştığını, karşılaşacağını tahmin etmek zor değildir. Bu itibarla, sunulacak önerilerin ne kadar işe yarayacağını kestirmek zor olmasa gerek. Eksiksiz ve yanlışsız bir eserin, bir müracaat kitabı olarak kitaplığımızda yer almasını sağlamakta, demek ki, her birimize görev düşüyor. Ben, bu azim işin üstesinden başarıyla gelmek için elinden geleni esirgemeyen İhsan Işık'a içten tebriklerimi iletiyorum.

 

KAYNAK: Rasim ÖZDENÖREN / Emeğin somut hali: Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (yeni Şafak, 14.08.2004)

 

Yazar: Rasim ÖZDENÖREN

TÜRKİYE’NİN BİRİKİMİ

 TÜRKİYE’NİN BİRİKİMİ

 

Mehmet Nuri YARDIM

 

İhsan Işık, yıllar önce Yazarlar Sözlüğü’yle edebiyat ve kültür dünyasını selâmlamıştı. 1990’da basılan bu eserde 1700 yazarın hayat hikâyesi vardı. Ama yine de daha önce bir çok sözlükte yer almayan isimler orada yer bulmuştu. Sonra gelişti ve genişledi. Sözlük ansiklopediye dönüştü. Üç ciltten oluşan Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi irfanımıza kazandırıldı. Önce 3218 olan sayı daha sona 5786’ya çıktı. Ama Işık, bununla da yetinmedi. Ansiklopedinin İngilizcesini yayımladı. 20023 yazarı ihtiva eden eser  “Encylopedia of Turkish Authors”  adıyla dünyaya yayıldı. Azim, gayret ve sebat devam etti. Şimdi  bu sözlüğün en genişletilmiş hâli günışığına çıkarılmış bulunuyor. “Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi” . On ciltten oluşan bu eserde 10 bin 366 yazarın hayat hikâyeleri, fotoğrafları, şiirleri, hikâyeleri, eleştirileri, makaleleri, haklarında yazılanlar ve kaynakçalar yer alıyor. İndekste Yazar Adları Dizini ile Yer Adları Dizini de dikkat çekiyor.

Ana bölümde edebiyatçılar var. Şiir, hikâye, roman, oyun, deneme, eleştiri, fıkra, makale, hâtıra, gezi ve röportaj türlerinde eser verenleri görüyoruz. Kültür ve bilim adamları arasında tarih, felsefe, sosyoloji, din, dil, müzik, resim, siyaset, ekonomi, folklor, edebiyat tarihi, sanat tarihi, siyaset, tarihi, ekonomi tarihi alanlarında eser verenler unutulmamış. Siyaset ve devlet adamları arasında da cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri, diplomatlar öne çıkıyor. Ayrıca gazeteci yazarlar ile araştırmacı yazarlar da ihmal edilmemiş.

Eserin ek bölümü de ayrı bir zenginliğe sahip. Türk Dünyası Yazarlar Bölümü’nde Türkiye Türkçesi dışındaki lehçelerde eser verenler var. Ayrıca yazarların aylara göre doğum ve ölüm günleri listesi eklenmiş. Edebiyat, sanat ve bilim ödülleri de meraklılar için gerekli. Cumhuriyet tarihi boyunca 200 civarında kuruluşun ödül verdiği yazarlar ve eserleri belirtiliyor. Yazar Adları İndeksi’nde, yazarlarımızla ilgili şimdiye kadar yayımlanmış en geniş kaynak taraması yer buluyor. Yer Adları İndeksi’nde ise, yurtiçi ve dışındaki yüzlerce şehirle ilgili ilk ve tek Türkçe kaynak taraması yapılmış.

Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, bugüne kadar bu alanda yapılmış en geniş çalışma: İyi bir baskı, titiz bir anlayış ve geniş bir bakış açısı\\’85 İhsan Işık, Türk düşünce, sanat, edebiyat ve kültür dünyasında iz bırakmış ulaşabildiği bütün isimleri -bir kısmını fotoğraflarıyla- okuyucunun önüne çıkarıyor. “Türkiye’nin birikimi” sözünü boşuna kullanmadım. Gerçekten de eserde neredeyse yok yok. Şairler, romancılar, hikâyeciler, deneme yazarları, tiyatro ve sinema sanatçıları, devlet adamları, bürokratlar, askerler, hukukçular, alimler, gazeteciler, kısacası sosyal ilim sahasında eser vermiş, öğrenci yetiştirmiş bütün şahsiyetler bu eserde hak ettiği yeri buluyor. Üstelik bir çoğu eserlerinden bazı örneklerle önümüze çıkarılıyor. Eserleri okul kitaplarında okutulan 500’e yakın edebiyatçı ansiklopedide en geniş şekilde işleniyor.

Eser metin örnekli. Böylelikle okuyucu, ismini gördüğü, biyografisini okuduğu kişinin en azından bir makalesini, şiirini, denemesini veya fikir yazısını değerlendirme ve yazarını daha yakından tanıma şansını elde ediyor. Işık, objektif bir bakışla herkese ulaşmaya çalışmış. Sadece şehirlerdekilerle yetinmemiş, Anadolu’nun ücra yerlerinde yaşayan yazarların hayat hikâyelerine de ulaşmış. Bu hâliyle eser Türk insanının birikimini gözler önüne seriyor. Her araştırmacının elinin altında olması gereken ansiklopedi, mükemmel bir kaynak olarak hem bugünkü nesillerin ihtiyacını karşılayacak hem de gelecekteki meraklılar için de vazgeçilmez bir rehber özelliğini muhafaza edecektir. Azmin elinden hiçbir şey kurtulmuyor. İhsan Işık yaklaşık 20 yıl uğraştı, çalıştı ve devâsâ bir eser ortaya koydu. Bize düşen bu mühim eseri okumak ve kütüphanemizin en mutena yerine yerleştirmektir.

KAYNAK: Mehmet Nuri YARDIM / Türkiye’nin birikimi (Yeni Çağ, 11 Ekim 2006)

Yazar: Mehmet Nuri YARDIM

DİYARBAKIR BU MUDUR?

Osmanlı biyografi kaynaklarında yaklaşık üç bin şairin yedi yüzden çoğu İstanbul, yaklaşık yüz ellişer kadarı da Bursa ve Edirne doğumlu idi. Sonrası için çıkan sonuçlar, en azından bugünden bakıldığında, tam bir sürprizdi. Beşinci sıraya Diyarbakır gelip yerleşmişti. Elbette hiçbir veri sebepsiz olmadığına göre bunun da bir izahı olmalıydı.

Şehirlerin gelişim çizgilerini çok değişik veriler üzerinden değerlendirmek mümkün elbette. Akademik hayatımın bir evresinde biyografi kaynaklarını toplu bir değerlendirmeye tabi tuttum; ardından da Osmanlı şehirlerini yetiştirdikleri şair sayıları açısından tasnif ettim. Elde ettiğim verilerin bir kısmı beklenen sonuçlardı. Çalışmaya başlarken kafamda bir hipotez vardı ve bu doğrulanmıştı. Çünkü siyasi gelişmelerle kültürel gelişmeler arasında sağlam bir bağlantı söz konusu idi. Ne ki kültürel gelişmeler siyasi gelişmeleri bir süre geriden izliyordu. Bu değerlendirmenin doğal sonucu olarak İstanbul en çok şair yetiştiren yer olmalıydı, öyle de oldu. Peki sonra? Sonrası için de öngörülerim vardı. Yani eski başkentler, Bursa ve Edirne. Yine sonuç beklendiği gibi. Osmanlı biyografi kaynaklarında yaklaşık üç bin şairin yedi yüzden çoğu İstanbul, yaklaşık yüz ellişer kadarı da Bursa ve Edirne doğumlu idi. Sonrası için çıkan sonuçlar, en azından bugünden bakıldığında, tam bir sürprizdi. Beşinci sıraya Diyarbakır gelip yerleşmişti. Elbette hiçbir veri sebepsiz olmadığına göre bunun da bir izahı olmalıydı. Onu bulmak da bilim insanlarının göreviydi.

Yukarıdaki cümlede en azından bugünden bakıldığında diye bir ifade kullandım. Çünkü biz doğal olarak şehirlerin de farklı bir hikayeleri olabileceğini düşünmeden onları sadece bugünkü konumlarına bakarak değerlendiriyoruz. Oysa günümüzde sıradan bir yerleşim yerine dönüşmüş pek çok yerin tarihte çok önemli yerleşim mekanları olduğunu ya da bugün mühim gibi görünenlerin ise geçmişte yok hükmünde olduklarını bilmemiz gerekiyor.

 

Eski hallerine bakalım

 

Gelelim Diyarbakır’a…. Diyarbakır kuşkusuz günümüzde de önemli bir kent. Güneydoğu’da bir metropol. Daha çok da güvenlik sorunlarıyla gündemde. Peki onun bir de eski hallerine göz atsak…

Şehirlerin ortaya çıkıp gelişmesinde çok değişik faktörler rol oynayabilir kuşkusuz. Bunların başında coğrafya gelir. Diyarbakır, insanlık tarihinin bu önemli ve eski merkezi, bu önemini kuzeydeki dağlık yaylalar ile güneydeki çöl manzaralı ovalar arasında yerleşime elverişli olan intikal alanında ve büyük bölgeleri birbirine bağlayan ana yollar üzerinde bulunuşuna borçludur. Bu yollardan biri Anadolu ve Suriye’den gelerek Irak’a ulaşmaktadır. Akdeniz kıyılarını Basra Körfezi’ne bağlayan bu en kısa yoldan Diyarbakır’da bir ikinci yol ayrılarak kuzeydeki dağ silsilesini Deveboynu ile aşıp Elazığ ve Sivas üzerinden Samsun’a ulaşır ve bu suretle Orta Doğu ile Karadeniz kıyıları arasındaki bağlantı sağlanmış olur. İkinci derecede bir başka yol ise şehri, Bitlis ve Van Gölü havzası üzerinden Azerbaycan ve İran’a bağlamaktadır. Kısacası Diyarbakır, binlerce yıldan beri Anadolu ile Mezopotamya arasında bir geçit, bir geçiş merkezidir. Şehrin, tabii bazı doğal imkanları ve müstahkem surlarıyla kolay savunulabilme özelliği, ayrıca Dicle nehri aracılığı ile Musul’a doğru yapılabilen nakliyat imkanını da buna eklemek gerekir. Bu özelliğinden dolayı Diyarbakır tarih boyunca önemli bir ticaret, ulaşım, siyaset ve bunların sonucu olarak da kültür merkezi olmuştur.

 

Diyarbakır Anadolu’da Müslümanlar tarafından fethedilen ilk önemli merkezlerden biridir. Daha 639 yılında el-cezire fethi ile görevlendirilen İyaz komutasındaki ordu bu şehri de kuşatmış ve birliğin sol kanadını yöneten Halid b. Velid tarafından ele geçirilmiştir. Bundan sonra da pek çok kez Bizans orduları tarafından kuşatılmış olmasına rağmen hiçbir zaman Müslüman yönetimlerinin elinden çıkmamıştır. Şehir bu devrelerde de kültür merkezi vasfını korumuş ve erken dönemde İslam dünyasının dört önemli ilim ve edebiyat merkezi sayılmıştır. Şehir dinler ve mezhepler tarihi açısından da mühim bir merkezdir; Müslümanların dört büyük mezhebinin bu bölgede farklı dönemlerde etkileri olmuş, fakat günümüzde bunlardan sadece Şafii ve Hanefi mezheplerinin mensupları kalmıştır. 12. yüzyılda Diyarbakır’da dört Sünni mezhep bir arada yaşamaktaydı. Mesudiye Medresesi dört mezhep fakihinin tedrisi için kurulmuştu.

Diyarbakır 11. yüzyıl sonlarından itibaren Türk yönetimine geçmiş bu tarihten itibaren şehir çeşitli Türk boylarının hakimiyetinde kalmıştır. Bu dönemden itibaren zaman zaman Türk boylarının başkenti de oldu. Diyarbakır bu dönemlerde daha ziyade gelişti ve Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinde de önemli bir geçiş noktası özelliği kazandı. Özellikle Akkoyunlular’ın başkent olması onu daha da kıymetlendirdi. Ama şehir çok kültürlü yapısını da hep muhafaza etti.

Diyarbakır’ın Türk tarihinde ehemmiyetini arttıran hususların başında Anadolu’ya gelirken bu topraklara Doğu Anadolu üzerinden değil de Güneydoğu Anadolu üzerinden gelişlerinin büyük rolü olmuştur. Müslüman olunca İran Azerbaycan ve Bağdat çevresi Türkler için bir Cazibe Merkezi olmuş ve kitleler halinde Türk boyları Orta Asya’dan buralara doğru akmaya başlamışlardır. Bir süre sonra Moğol baskısının da tesiriyle bu kez Anadolu’ya doğru bir akış başlamış ve bu göçler Anadolu’ya o zaman Müslüman olmayan milletlerin kontrolündeki Doğu Anadolu tarafından değil çok erken devirlerden itibaren Müslümanlaşmış Güneydoğu Anadolu bölgesinden girmeye başlamıştır. Bunun sonucunda Artuklular, Eyyübiler, Bitlis ve Diyarbakır Atabeyleri gibi çok sayıda Türk devletinin bu bölgede kurulduğu hatırlanmalıdır. Osmanlı Devleti’ni kuran Kayı boyunun da bir süre Halep dolaylarında dolaştığı ve büyük ataları Süleyman Şah’ın Rakka civarında Fırat Nehri’nde boğulduğu ve Caber kalesinde medfun olduğu düşünülürse Anadolu’ya başlangıçta bütün göçlerin bu bölge üzerinden yapıldığı anlaşılır.

 

Türkçenin geçiş noktası

 

Bu göçlerin sonucunda Türkçe de belli oranlarda etkilenmiş ve 13. yüzyıldan itibaren birbirinden belli ölçüler içinde farklılıklar taşıyan yazı dilleri teşekkül etmeye başlamıştı. Diyarbakır ve çevresi bu farklı yazı dilleri ya da Türkçenin tarihi açısından da önemli bir geçiş noktasıdır. Yazı dilinin ötesinde Türkçenin ağız çalışmaları açısından da bu bölge aynı niteliklere haizdir. Denilebilir ki Orta Asya’da ortaya çıkmış olan kültürel birikim Anadolu’ya taşınırken Diyarbakır adeta bir üst görevi üstlenmiş, bu önemli konumundan dolayı da bu bölgede meydana gelen ağız ve yazı dilleri belli oranda Orta Asya çevresine has hususiyetleri bir oranda da Anadolu’ya has ağız ve özellikleri taşımıştır. Bugün folklorumuzun, klasik metinlerimizin, ağızlarımızın ve yazı dilimizin yayılma alanları sağlıklı haritalara dönüştürülebilse bu söylediklerimin orada kalın çizgiler halinde ortaya çıkabileceği kanaatindeyim.

 

Tezkire-i Şuara-yı Amid

 

Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı (1517) sonrasında Osmanlı topraklarına katılan şehir, bir süreden beri iç çekişmelere tanık olduğu için harap bir konumdaydı. Osmanlı yönetimi sırasında Diyarbakır, uzun bir süre iç ve dış tehlikelerden uzak kalması, devletin en büyük ve en önemli eyaletlerinden birinin merkezi yapılması, savaşlarda üst ve kışlak olması dolayısıyla çok kısa süre içinde toparlanıp eski ihtişamını elde etti. Bu konumuna denk olarak mimari ve kültürel altyapısını ait eksiklikler de süratle giderildi. 1660 yılında burayı ziyaret ederek eden seyyah Poullet, Diyarbakır’ı gördüğü şehirlerin hepsinden daha güzel bulmaktadır. Poullet’e göre şehrin pazarları ülkedeki başka şehirlerde gördüklerinden daha büyük ve daha güzeldir. İran, Mısır, Kafkasya, Polonya ve Rusyalı tüccarlar buraya gelip ipek, pamuk, tiftik ve sahtiyan alarak memleketlerine götürmektedirler. Bütün bu gayretler Diyarbakır’ı kültürel bakımdan da siyasi konumuna paralel bir noktaya getirdi. Diyarbakır, yukarıda sözünü ettiğim tabloyu doğurdu ve Osmanlı şairleri sıralamasında da bu yüzden beşinci sırayı elde etti. Şehrin bu konumu eski devirlerden beri araştırmacıların dikkatini çekmiş bu potansiyelini gözler önüne seren çalışmalar yapılmıştır. Bunların en önemlilerinden biri Ali Emiri tarafından Diyarbakırlı şairler için hazırladığı Tezkire-i Şuara-yı Amid adlı eserdir. Ali Emiri Efendi’yi izleyen bir başka değerli araştırmacı ise bir diğer Diyarbakırlı araştırmacı Şevket Beysanoğlu’dur. Bunu yine bir başka hemşehri olarak İhsan Işık izler.

 

Edebi birikiminin ötesinde Unesco tarafından da kültürel miras olarak tescil edilen kalesi, Hevsel Bahçeleri, çok kültürlü yapısından doğan zengin mutfak kültürü, yine farklı kültürlerin ürünü olan ve her birinin arkasında heyecan verici hikayelere sahip mimari abideleri, içkalesi, folkloru ve bunlara eklenecek yüzlerce başka birikimi ile Diyarbakır bir potansiyel hazine olarak bizleri bekliyor. Eğer bu şehir güncel ve konjonktürel etkilerden sıyrılır, üzerindeki güvenlik algısın atabilir, tarihi kimliği üzerinden kendini inşa ederse yeniden bir dünya şehri olarak ortaya çıkar. O zaman biz de başlığı Diyarbakır, İşte bu diye düzeltiriz.

KAYNAK: Mustafa İsen / Diyarbakır bu mudur? (star.com.tr, 14.03.2020).

Yazar: Mustafa İsen / Yazar

BATIYI ÇAMURDAN KURTARAN MÜSLÜMANLARDIR

Araştırmacı Yazar İhsan Işık Bâbıâli Enderun Sohbetleri’nde yaptığı konuşmada çarpıcı açıklamalarda bulundu.

  

Elif Çelik (İstanbul)

 

Yeni Dünya Vakfı’nda düzenlenen Bâbıâli Enderun Sohbetleri’ne Araştırmacı Yazar İhsan Işık konuk oldu. Toplantının açılış konuşmasını yapan Mehmet Nuri Yardım, İhsan Işık’ın neredeyse bütün ömrünü Türkiye’nin kültürel envanterine adadığını, onbinlerce yazar ve şairin hayat hikâyesini bulduğunu ve bunları kitaplaştırdığını söyledi. Yardım, “Bu çalışmalar o kadar genişledi ki artık kitaplara sığmaz oldu, ansiklopedilere dönüştü. Bugün yaklaşık 35 ciltlik bir ansiklopedi külliyatı mevcut ve bu çalışmaları devam ediyor. İhsan Işık, edebiyatımızın, sanatımızın ve kültürümüzün birikimini ortaya koyarak büyük bir hizmette bulunmuştur. Kendisine hepimiz, bütün toplum teşekkür etmelidir.” dedi.

 

Yeni ciltleri hazırlıyorum

 

Konuşmasına başlarken yetişme çağından ve ailesinden de bahseden İhsan Işık, ilk olarak 1990 yılında Fatih Saraç ve Yekta Saraç’ın kurucusu oldukları Risale Yayınları’nda Yazarlar Sözlüğü adıyla bir kitabının yayımlandığını belirterek, “Bu kitap yayımlanınca farklı çevrelerden övgüler aldı. Ben de bunu geliştirmeye başladım. Daha sonra önce tek cilt, sonra da üç cilt ansiklopedi hâlinde yayımlandı. Şimdi bu ansiklopedinin 12. ve 13. ciltlerini hazırlıyorum. Kısmet olursa bu iki cilt de okuyuculara ulaşacak.” diye konuştu.

 

Teknolojiye güvenmemek lâzım

 

Teknolojiye fazla güvenmemek gerektiğini ifade eden İhsan Işık, şöyle devam etti: “Bilgisayardaki resimlerin ömrü ortalama 30 yıldır. Çünkü gelişen teknoloji eskiyi açamadığından resmin, fotoğrafın ömrü biter. Google’ın kurucusu ‘Resimleri kâğıtta saklayın.’ diyor. Onun için biz de bilgisayar ortamında bilgilerimizi saklasak bile mutlaka kâğıt olarak da muhafaza etmemiz gerekiyor. Zira bilgisayara uzun sürede güvenemeyiz.”

 

Müslümanlar olmasaydı...

 

Konuşmasında Doğu medeniyeti ve Batı uygarlığı arasında mukayeseler yapan İhsan Işık, “Müslümanlara yapılan zulmün engellenmesi için hangi alanda isek bir numara olmalıyız. Müslümanlar 800 senedir dünya coğrafyalarında olmasaydı, Batı dünyası çamurun içindeydi. Eğer geçmişte Müslümanların farklı bölgelerde ürettikleri büyük medeniyet olmasaydı bugün Batıdaki olumlu gelişmeler de olmazdı.”

KAYNAK: Batıyı çamurdan kurtaran Müslümanlardır (milatgazetesi.com, 22.01.2019).

 

Yazar: HABER

İHSAN IŞIK'IN İBRETLİK DERSLE DOLU FRANSA İZLENİMLERİ

Doğup büyüdüğü "Şarkın Paris"i Diyarbakır düşer aklına. Görgü edep var. Varsıllık ve yoksulluk arasındaki uçurumu Avrupa’ya yakıştıramaz. Müslümanların oturdukları mahalleler akıllara durgunluk verir. Sanki bu Müslümanlar burada akıl yoksunu olmuşlar…

 

 ”AH BİR PARİS YOLCULUĞU" (s.85-147)

 

“Avrupa Ekspresi, güzel, lüks, hızlı… Koca kompartımanda benim dışımda sadece bir kişi var. Bir de Arap olduğunu anladığım, meşin ceketli ve hareketleri kuşku veren koyu esmer bir genç. Arap olmasından değil tabii ama kompartımana sık girip çıkmasından huzursuzluk duymaya başlıyorum. (...) Bir Arap’tan tedirgin olmak duygusu beni daha çok rahatsız ediyor” (s.86) ...Birkaç saat sonra Paris’i göreceğimi bilmek, güzel(...), sıkıntılıyım yine de. Garip ama(...) sıkıntım artıyor(...). Kendimi teselliye çalışarak içimden ayetler şiirler okuyorum. Üşüdüğümü hissediyorum. (...) Dizlerime serdiğim montumla ısınmaya çalışıyorum. (...) Bu gereksiz tedirginliği üstümden atıp, gezinin tadını çıkarmalı. İşte Paris du Nord (...) Bildik istasyon manzaraları. (...) inen binen. Hayal bitti… Yolcular her yerde aynı, heyecanlı ve telaşlı.

 

(s.87) ...İşte ilk şaşırtıcı Paris fotoğrafları. Sayıları hiç de az olmayan dilencilerin biri gidip diğeri geliyor.(...) Hırsızlık ve gasp için tereddüt etmeyecek gibi görünüyorlar. Yüzlerinde acı ve umutsuzluk, kılıkları perişan…

 

(s.88) ... Paris’te karşılaşacağım ilk sokağı merak ediyorum. (...) Temiz ve yeni bir binaya geleceğimizi umarken karşılaştığım durum ilk hayal kırıklığım. (...) Bina ürkünç, yıkık-dökük bir şato bozuntusu. Binanın taşlığında ayakkabılarımızı çıkartıp içeriye girince büyük bir mescitle karşılaşıyoruz. Binanın yan tarafında bir bakkal ve bir de kitapevinin olduğunu öğrenince umutlanıyorum; ...Çok aç olmama karşın önüme konan yemeği yiyemeyeceğimi anlayınca meyve ve kuru yemişe saldırıyorum. (...) Hizmet eden genç, ağır işitip konuşma güçlüğü çeken Tunuslu Ali’nin yoksulluğu hemen anlaşılıyor...”

 

Yazar İhsan Işık, farklı düşüncelerle geldiği Fransa’da hayal kırıklığının bir an önce geçmesini beklese de her defasında yeni bir şaşkınlığa düşüyor. Batıcılık adına Paris’e gelip hayranlıklarını yazanlar buralara uğramamıştır muhakkak…

 

Müslümanların oturdukları bu harabeleri, kitap yoksunluğunu, taş devrindeki yaşamları görmemişler demek ki! Etkileyici ve bilgilendirici anıları okurken, uzun yolculuklara çıkıyor insan. Cennet, Cehennem ve Araf geliyor akla. Hacı Hasan Efendi’nin işlettiği bakkalda ‘helal et!’ yazısı dikkat çekiyor. Almanya’yı Fransa ile kıyasladığında; Almanya’da devlet, düzen, denetim var.

 

Doğup büyüdüğü "Şarkın Paris"i Diyarbakır düşer aklına. Görgü edep var. Varsıllık ve yoksulluk arasındaki uçurumu Avrupa’ya yakıştıramaz. Müslümanların oturdukları mahalleler akıllara durgunluk verir. Sanki bu Müslümanlar burada akıl yoksunu olmuşlar… Varoşlardaki bu görüntünün dayanılmazlığı yazarı çarpar, karamsarlaştırır, endişelerini arttırır. “Müminler, Batı ile uyum sağlayacağına geriye gitmişler” der.

 

Daha fazlasını görmemek için geldiği gibi geri dönmek ister. Bakkal Hasan Efendi’nin nispeten eğitimli damadı Yusuf ona, hafta sonunda Paris’i gezdireceğini söylemiştir. Hoca iyi şeyler görmek için çabalasa da, o akşam dernekte çalışan Ahmet adlı kişinin, “Refah gelecek, zulüm bitecek”(s.90) sözlerini derinliksiz, bilgiden yoksun bulur, itibar etmez. “Yol bu kadar kısa, mesele o kadar basit değil” der.

 

Fuzuli’den: “Dost bi perva, felek bi rahm, devran bi sükun/Derd çok, hem-derd yok, düşman kavi, tali’ zebun” dizelerini okurken “... Ümide susamış kalpler benden ne kadar umut verici sözler bekliyorlar… Ama niçin yalan söyleyeyim ki?” der içinden.

 

Konuk olduğu bir başka cami de oldukça eski bir binadan bozmadır. (...) Bir salonunda öğrencilere Kur’an dersi verilmektedir. (s.91)

 

Bu sefillikte de aradığını bulamamıştır. Kısır sohbetler, iç burkan manzaralar onu giderek germiştir. Eyfel Kulesi’ni, ünlü Şanzelize’yi bile gözü görmemektedir artık. “Paris caddelerinde turlarken... Yobazlarımızın güzelliklerini konuştuk uzun uzun” demektedir. Gerçek Müslümanların değil, donanımsız vaizlerin verdiği zararları konuşur Yusuf adlı kişi ile. Aradığı şey; kitaplar ve kütüphanelerdir. Fransa’da; yaşayan 6-7 milyon Müslüman’ın çoğu eğitimsiz ve donanımsızdır. Bunların 350 bini de Türk göçmenleridir. (s.93) Üzüm üzüme baka baka kararır, demek ki bizimkiler de oradakilerini örnek almışlardır, demek geliyor akıllara.

 

Farklı bir İslam, yozlaşmış bir kültür gelişmiştir uygarlığın göbeğinde. Avrupa sömürdüğü ülkelerin insanına kendine göre bir yaşam biçmiştir. Anlatılan kent dünyanın göz bebeği Paris’tir. “Paris’te sadece Madam ve Mösyöler yokmuş” meğer der.

 

Sayın İhsan Işık’ın anıları çok akıcı bir dil ile yazılmış ve merakla okunmaktadır. Kendimi olayların akışına kaptırmış, Paris varoşlarında gezinirken, dünya buraya kenetlendi birden. Paris’te Charlie Hebdoo Dergisi Teröristler tarafından basıldı. On iki kişi öldürüldü (07.01. 2015) haberi çoğalarak yayıldı. Düşle Gerçeği bir arada yaşarken zamanlamaya donup kalmıştım. Sanki oradaydım. Olaylar, elimdeki kitabın devamıydı adeta. Cezayir asıllı Kouachi kardeşler sığındıkları bir mekânda kıstırılmışlardı. Teslim olmuyor, Cennete gitme hayaliyle yanıp tutuşuyorlardı. Sonuçta uçlar birbirini yok ediyordu. Baskın yapılan bir Süpermarket’ten de ölüm haberleri gelmekteydi ilerleyen saatlerde… Hocanın tespitleri gelecekte yaşanan olayların habercisiydi, şimdi daha iyi anlamaktaydım.

 

İki yıl önce aynı tarihte üç PKK’lı kadının öldürülmesi (09 01. 2013) ile Paris yine sıra dışı bir olayla gündeme gelmişti. O cinayet sanırım hala sırrını korumaktadır. Kötülük melekleri Paris’e konuşlanmıştı uzun zamandan beri. ‘Saint Bertalamy Katliamı (24 Ağustos 1572)’da orada yaşanmıştı… Ancak 1789’dan sonra Avrupa din bezirganlığını bırakıp ortak kararlar alarak içlerinde düzen ve birliği sağlamışlardır günümüzde. Ne yazık ki Conrad Adam (gazeteci yazar) dediği gibi İslam toplulukları bundan örnek alamamışlardır henüz. Sonuç olarak İhsan Hoca da Müslüman bir yazar olarak eğitimsizliğin cehaletin insanlığa verdiği zararı sürekli vurgulamaktadır kitabında.

 

Türklerin Fransız toplumu içerisindeki sosyal durumu, özellikle Arap Müslümanların gözaltında oluşları, kurdukları derneklerin arkasında başka bir devlet ile bağının olup olmadığı endişesi (s.94) ayan beyan ortadadır. Sormak gerek bu gençler neden eğitimsiz, denetimsizdi? Sorumlusu kimdi onların? Fransa Müslüman vatandaşlarıyla ne kadar ilgiliydi?

 

“Fransa’da yabancı düşmanlığı Almanya’dan daha az” (s.95), diyordu Yusuf (1994.) “Belki biraz kendisine biraz da bana moral olsun diye güzel şeyler anlatıyordu. Ama içim hiç rahat değildi... Sayıları hızla artan Fransız Müslümanlarının ne ölçüde nitelikli kuşaklar yetiştirebildiği kocaman bir soru işaretidir” diyen İhsan hoca olacakları yirmi yıl öncesinden görmüş, kaygılarını belirtmişti. “...Paris dışında diğer şehirlerdeki Müslümanları tanıyarak hakikati öğrenebilecektim. Acaba öğrenebilecek miydim?” (s.96) cümlesinden de hocanın kaygıları belli olmaktadır.

 

“Fransa ve Bizimkiler” bölümünde teknolojik kıyaslama yapmakta, inançlı olmanın gericilik olmadığını, okumanın kültürlü olmanın gerekliliğini savunmaktadır. Batıya göçen işçilerin ilerleme bir yana, çok daha geride kaldıklarını görmek acı. Bu bağlamda Fransa’daki ve benzeri Türkiye’deki laik rejimin elitist eğitimini eleştirmektedir. Antuva ilçesinde konuk olduğu bir evde gördükleri karşısında şaşkınlığı tavan yapar:

 

“Yaşlı işçinin perişandı üstü başı… Evinin tuvaleti bile dışarıda bahçe içinde ilkel bir barakadan ibaretti. Evin her tarafını saran ağır bir koku vardı. Yer sofrasında yemek yenmekteydi(s.99). Tanıştığım Türk gençlerinin istinasız hepsi birer köy delikanlısı havasındaydı… Ne yazık ki kitapla, gazeteyle ilgileri yoktu hiç birinin. Hayatları boyunca hiçbir dergi okumamış, duymamış görmemişlerdi. Aile ve çevreden aldıkları eğitime göre; kültür ve sanat gereksiz şeylerdi... Fransa’ya gelmiş ama köylü hayatı yaşayan, Türkiye’deki işçilere bile benzemeyen yaşlı adam bir derneğin o bölgedeki şube başkanıydı, vah ki vah… (s.100)”.

 

Yazarın bu satırları Fransa’da olacakların habercisidir. Bir de bunun Afrikalısı vardı ki nitekim beklenen olmuştu (07 Ocak 2015). Yazara göre gençler cahil vaizlerin elinde denetimsiz bırakılmıştır.

 

“Lyon’un AK Merkez’i: Part Dieu (Allah’a Emanet). Uyuşturucu kullanımını duyunca keyfim kaçtı. Türk kızları da buraya takılıyormuş. Bu kızlar, akşama kadar burada kalıp sonra başörtülü masum kızlar mı oluyorlar?” (s.101).

 

Lyon Milli Kütüphanesi’nde ise Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Nazım Hikmet dışında Türk yazarının olmamasından yakınır. Konuda, Türk yetkilileri, diğer Müslüman entelektüellerini kıyasıya eleştirir (s.103). Cumhuriyetçi Laiklik Komitesi üzerine bir söyleşiye katılır, salon tıklım tıklım doludur: Toplantıda iki Haham, iki Arap Müftü, bir Hıristiyan kadın eğitim üyesi, İki Papaz ile komite başkanı bir parlamenter konuşur. Konferansta en çok alkışı, Haham ve Müftünün konuşmaları alır. İmam, Fransa’da laikliği koruma üzerine insan haklarının çiğnendiğini, oysa İslam’da Kur’an referans alındığından yüzyıllarca hoşgörü içerisinde yaşandığını örnekler (s.104). Haham ise; “Okullarda Hıristiyan öğrenciler haçıyla, Yahudi öğrenciler takkesiyle, Müslüman kızlar da başörtüleriyle sınıfa girmeli... Laikliği koruma adına bunlara izin verilmeli” gereğini şiddetle savunarak şaşırtır dinleyenleri (s.105).

 

İhsan hoca konuşma metinlerini elde edemez ve gençlerin aklında kalan bilgi kırıntılarından anlamaya çalışır bu söyleşiyi. Fransa’daki sorunları sıralarken; Türkiye’den getirilen ithal damatların kahveleri doldurduğunu, işsiz olduklarını da vurgular. Kültür yozlaşması, dil sorunu, beklentiler, evlenme boşanmalar birer tez konusudur. Hoca buraya aralıklarla seyahat yapmıştır. Arap Müslüman gençleri arasında dini kimliklerine dönenlerin sayısı artmıştır (s.107). Ayrıca Arap Tebliğ Cemaatlerinin iyi Fransızca bildikleri, İslam’ı yaymakta etkili oldukları söylenmektedir.

 

Ortaçağ karanlığını aşabilen Avrupa, 1789 aydınlanma devrimiyle din ve devlet işlerini birbirinden ayırmıştır. Kimsenin inancını sorgulamaz. Ancak sömürge toplumlarından gelen Müslümanlar burada uğradıkları sosyolojik değişime ayak uyduramazlar. Özünü kaybederek başkalaşır, dönüşürler. Son olaylar, eğitimli Müslümanların endişelerini göstermektedir.

 

“Fransa’da Müslümanlar için bilgi yok olmuş”

 

Bir vatandaş İhsan hocayı evine götürür. Dokuz yaşındaki oğluna: “Hadi amcana bir Yasin oku!” der. Çocuk, Yasin suresinin iki sayfasını ezberinden hemen okur. İhsan Hoca oğluyla gururlanan babaya, “çocuğun masal ve diğer çocuk kitaplarının olup olmadığını” sorar. Beklenmedik bu soru üzerine şaşıran baba bir süre sessiz kalır, ardından, “Masal kitaplarının gereksiz olduğunu” söyler. Bu kez de İhsan Hoca şaşırır. “Sadece dini kitap okumanın yetersiz olduğunu, çocukların yaşına uygun masal ve çocuk kitapları okuyup hayal gücünün gelişmesi gerektiğini” söylemenin nafile olacağını anlar. “Fransa’da Müslümanlar için bilgi yok olmuş” deme çaresizliğine düşer.

 

Bir başka imamın evinde, “Bazı şeyler iyi hoş ta, temizlik mi, o da ne? Güya kitap dostu imamın konuk odası dediği yere girdik. Keşke gelmeseydik. Girdiğimiz oda maalesef dağınık ve leş gibi kokan kirli eşyalarla doluydu. Mutfak, lavabo ve tuvalet ise korkunç ilkeldi. Susuz arızalı küçük bir sifonun yanında duş hortumu ve başlığı helanın orta yerinde sürünüyordu. İmam bununla mı taharet alıyordu? …Fransa’nın büyük şehirlerinden birinin merkezi bir semtinde bu nasıl ilkel bir yaşayıştı? …Temizlik bilmeyen bir adam din diye neyi öğretirdi. … İlkellik nereye gitseler, hep beraberlerinde gidiyordu. Vah ki vah!...” (s.109).

 

Hoca gördükleri karşısında ‘ah u vah’ içinde kalır. “Eğitim Önemli Değil” (s.110) sözünün açıklaması yoktur!...

 

Murat adlı bir gençle arabayla Clerment Ferrand kentini gezerken, arabada oldukça seviyesiz bir vaaz kaseti dinler: “Bu talihsiz genç hakikati böyle bir vaazdan öğrenmiş demek ki” der içinden. Delikanlıya “bir müzik kaseti koysan daha iyi olacak” deyince genç şaşırır.

 

Hoca’nın Fransa’da karşılaştığı şaşkınlıkların sonu gelmez: “Yobazlık var. Ne yazık ki Türkiye’den gelen konuşmacılar nabza göre şerbet vermiş, ayranlarını kabartıp heyecana getirerek tekbir çektirip gitmişlerdi.” (s.111). “Bunlar bu konuşmalara alıştıkları için farklı tepkiyi yadırgıyorlar. ...Çocuklarında eğitim yok, iyi meslek sahibi olan da çıkmıyor. Geldikleri yerden, hatta daha aşağıda duruyorlardı. Memleketlerine dönme gibi bir planları da yoktu.” (s.112). Vah ki vah!...

 

 

MÜSLÜMAN FRANSIZLAR VE YEŞİL KOMÜNİST

 

Fransızların yarı nüfusu dine inanmıyor, ömür boyu üç kez kiliseye gidenler var: ‘Doğdukları, evlendikleri ve öldüklerinde’. “Doyurucu fikre sahip olunca tereddüt etmeden Müslüman oluyorlar.” (s.114). Müslümanlığı kabul edenlerin çoğu da kendini gizliyormuş. Bunları düşünürken, bir güzel Müslüman ile tanışır. “Karadenizli yeşil bir komünist, çok güzel bir arkadaş. İşte ona özendim. İmrenilecek bir ruh güzelliği içindeydi.” (s.115), diyebilme hoşgörüsündedir İhsan Işık öğretmen.

 

Belki de eğitimci olmasından, girdiği her mescitte “hani buranın kitaplığı” diye sorar. Eğer yoksa “buraya kitaplık kurun” diye uyarır. Strasburg’da bir Cami’deki kitapevinde gördüğü Arap kadınların sadece, incik boncukla ilgilenmeleri dikkatini çeker. “Türkler de kitaplarla ilgili değillerdi” der. Aradığı yazarlarını da orada göremeyince burulur.

 

Marsilya’nın ortasındaki Cami’de Cuma namazı kılınır. (s.118). Birlikte evine gittiği vatandaşın iki eşli olduğunu öğrenince şaşar kalır. Eşlerden biri Türkiye’de, yanındaki ise Cezayirli bir hatundur...

 

Paris’te çıkan ‘L’evenment de Jeudi’ dergisinin 17/Mart/1994 tarihli sayısında Cahaterine Bezard adlı yazarın, “İslamcı gençlerin laiklik için büyük tehlike oluşturduğu” yazısını okur. (s.124). Yazı Hoca’ya Türkiye’deki kimi yazarları anımsatır.

 

1994 yılında İslamcı Öğrenci grupları (CROUS), seçimlerde çeşitli kentlerde büyük atılım yapar, %17.95 ile ikinci sıraya otururlar. Fransa’nın bu konuda yayınladığı endişeli bildirileri, kitabın 125-127 sayfalarında yer almaktadır. Şu satırlar dikkat çekicidir:

 

“Fransa’da Müslüman öğrenciler kendilerini özgür hissetmiyorlar. Başlarına gelecek kötü durumlardan endişe duyarak bir gazeteci ile konuşurken kimliklerini gizlemek zorunda kalıyorlar.” Bu tespit gelecekte olacakların habercisi gibidir. Kitapta çok farklı tipler vardır.

 

 

SUÇ VE CEHALET... 

 

Yakın geçmişteki ‘Cezayir İç Savaşı’nda dünya, İslam-Laik çatışmasını endişeyle izledi. Fransızlar yıllarca Cezayir’i sömürerek kimyasını bozmuştu. Onlara büyük acılar; kin nefret kardeş kavgasını öngörmüşlerdi. Görünen o ki; Fransa hoşgörüyü kendine ayırmış, sömürge toplumlarının uyanmasını istememişti. Hesaplayamadığı şey; bu eğitimsizliğin geri teperek büyük suç örgütlerine dönüşmesidir. Günümüzde. Fransız uyruklu Müslüman ya da diğer gençler, Ortadoğu ve diğer ülkelerde olaylara karışmaya başlamışlardır alenen. Onların yaşam öykülerinde hangi acıların izleri var, kim bilir. Bir yanda baskı ve işkence, öbür yanda onlara gökyüzü cennetini vadeden cehalet… Uyumsuzluk suça itmektedir gençleri.

 

İhsan Işık Hoca geçmiş yılların gezi notlarını, daha sonraki gidiş gelişlerle de pekiştirmiştir. Batı sömürgeci, İslam ülkeleri güçsüz, eğitimsiz, kendine güvensizdir henüz, dernek binaları terk edilmiş bakımsız yerlerdedir. Çevresi Katalonlar, İspanyol ve çeşitli ulusların Çingeneleriyle doludur. (s.134).

 

Lyon’dan sonra Perpigan’da çoğunluk Araplardan oluşur. Günümüz olayları nedeniyle dikkat çeken, Cezayir Savaşı’nda Fransızları destekleyen Harkiler’in ayrıcalıklı durumlarıdır. Fransız hükümetleri onlara para ve iş vermiştir. Anlaşılan o ki, Kouachie Kardeşler gibiler ise, sorunlarıyla baş başa bırakılmış ve örgütlerin eline düşmüştür.

 

İhsan Işık, dünya Müslümanları, Türkiye Müslümanları, Kürt dindarlarını konu ederken; Türk devletinin Avrupa’daki vatandaşlarına ilgisizliğini eleştirir. Konuyu oradaki İslam Cemaatleriyle de tartışır. İster istemez Fransız inceliğini, Batı kibarlığını över. (s.135) Fransa ile bağlantılı olarak Laiklerin ve ‘Jeunne (jön) Türkler’in Fransa’dan etkilenmelerini konu eder yine. Laik yaşam tarzını benimsemese de, gerçeklere, kültürel farklılıklara, kendince iyi olanlara saygı duyar…

 

Gezisinin devamında, bir katedralde minyatürleri inceler. Hıristiyanların Türkleri denize döküşleri resmedilmiştir. Osmanlı korkusu yaşanmıştır. Le Pante Savaşı II. Selim (s.138) “Kutsal sakal”ı konu eder. “Tesbih namazını ilk kez kıldığım için zorlandım.” der.

 

“Türkler ve Zencilere dikkat” (s.140): “Yeşil pasaportuma, NATO üyesi olmamıza rağmen; kibar Fransız, uygar ve müttefikimiz hakkında yanılmışım meğer. Eşyalarımı alıp beni aşağıya indirdiler dört beş zenciyle. Adımın aranan listesinde olup olmadığına bakıp vize istediler.” Hoca bu davranışa çok üzüldüğünü konu etmektedir. Daha sonra 2003’yılında 5. Uluslararası Türkçe Şiir Şöleni’ne, Alsas-Loren’e gider.(s.143). Hilton Otel’indeki pişmemiş et menüsünü beğenmez.

 

Fransız TV’si ünlü Türk sosyalistleriyle söyleşi yapar. Zülfü Livaneli, “Türkiye’de üç tehlike var” der,“Kürtçülük Türkçülük ve İslamcılık…” (s.129) İhsan Hoca bu söylemlerin hizip yaratabileceğinden endişe duyar. Aziz Nesin’e de göndermede bulunur. “Aklı başında konuşan bir tek Yaşar Kemal vardı” der. (s.130).

 

İhsan Işık Hoca’nın eğrisiyle doğrusuyla düşüncelere yer vermesi, onun gerçekçi, hoşgörülü, takdir edilir yanıdır.

 

(Not: İhsan Işık, Fransa bölümünde gerçek isimleri yazmadığını belirtmiştir. Anlıyoruz ki ortamlar tekin değildir, yoksulluk ve suçlar iç içedir…)

 

On Ülkeden Gezi İzlenimleri, İhsan Işık, birinci baskı, 2014 Elvan yay,

 

Sultan Su Esen

Gerçekedebiyat.com

 

KAYNAK: Sultan Su Esen / İhsan Işık'ın İbretlik Dersle Dolu Fransa İzlenimleri (gercekedebiyat.com, 04.03.2015).

 

 

 

Yazar: Sultan Su ESEN

İHSAN IŞIK – ENCYCLOPEDIA OF TURKISH AUTHORS

“Bazı ansiklopediler vardır ki içinde barındırdığı bilgilerin yanında düzenleyicisine (ya da düzenleyicilerine) de çok şey borçludur. Öyle ki biri olmadan diğerinden söz etmek olmaz. Bu bütünün her iki parçası birbirini tamamlar.

İhsan Işık’ın, adı neredeyse kendisiyle özdeşleşen Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi de bu nevi eserlerdendir. Yıların emeği, birikimi ve sabrının ürünü olan Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi ile Türk kültür hayatına alanında bir klasik eser armağan eden değerli araştırmacı-yazar-şair İhsan Işık, söz konusu eserinin daha da genişletilerek metin örnekli ve on cilt halinde yayıma hazırlandığı müjdesini kamuoyuna verdikten sonra bir taraftan da eserini, dolayısıyla da yazarlarımızı, sınırlarımızın dışında tanıtmaya yönelik bir hamlede bulunarak Encyclopedia of Turkish Authors’u yayımladı. Adından da anlaşılacağı üzere İngilizce olarak hazırlanan eser, ilk kez 2005 Frankfurt Kitap Fuarı’nda okura sunuldu.

Encyclopedia of Turkish Authors, öncelikle, Türk edebiyatına (ve kültürüne) mal olmuş önemli yazarları kapsamaktadır. Burada, İhsan Işık’ın gözettiği ve eseri Türkçe baskısından ayıran ölçüt; Türk edebiyatı dendiğinde akla gelebilecek, Türk edebiyatını dünyada temsil edebilecek seçme yazarlara yer verilmiş olmasıdır. Bu konuda klasik Türk edebiyatından günümüze uzanan bir süreç ansiklopediye konu olmaktadır. İhsan Işık, bu şekilde bir bütüncül yaklaşımla Türkiye dışındaki ülkelerin Türk edebiyatını tek yönlü olarak değerlendirmesini önlemiş olmaktadır. (…)

AB’ye dahil olup olmama tartışmalarının hararetle sürdüğü bir süreçte, neredeyse tüm dünyanın gündeminde yer edinen Türkiye’nin, köklü ve sağlam temellere dayanan edebiyatını seçme yazarlarla tanıtan eser, ülkemizi ve yazarlarımızı uluslararası platformda tanıtması açısından, ayrıca, önem arz etmektedir.”

 

(Hece, Mart 2006)

Yazar: Canan Sevinç

YENİ BİR ‘YAZARLAR ANSİKLOPEDİSİ’

“İhsan Işık ansiklopedisinde, birbirine taban tabana zıt düşüncelere ve dünya görüşüne sahip yazarları biraraya getirmiş, yazarlar arasında sağ, sol, ilerici, gerici demeden, hiçbir fark gözetmeden tümüne yer vermeye çalışmıştı.

Ülkemizin yazın alanında kalem oynatmış ne kadar kişi varsa bu yapıtta derlenmiş bulunmaktaydı. Dahası, düşünceleriyle ve yazdıklarıyla belki hiçbir zaman biraraya gelemeyecek, kendi aralarında da gelmek istemeyecek, birlikte anılmaktan bile hoşlanmayacak bu yazar kişiler, ansiklopedinin sayfalarını süsleyen resimlerinden birbirlerine dostça gülümseyerek, kardeşçe bakmaktaydı. (...)

Salt, bu nedenle bile, İhsan Işık’ın büyük bir çaba sonucu ortaya çıkardığı ve: ‘’Bu ülkenin nasıl olup da bunca birbirine zıt görüşlü aydını özgürce yetiştirebilmiş olduğu’’ gerçeğini vurgulayan, gözlerimizin önüne seren yapıtını olumlu karşılamamız gerekir. Kısacası İhsan Işık bence iyi bir iş yapmış.”

 

(Cumhuriyet Kitap, 31.1.2002)

Yazar: Tansu BELE

ABOUT THE "ENCYCLOPEDIA OF TURKEY'S FAMOUS PEOPLE"

İhsan Işık put his signature on 18 volumes of encyclopedias in Turkish and in English so far. In İhsan Işık’s encyclopedia named "Encyclopedia of Turkey's Famous People" which is published in English in 3 volumes, around 1,500 famous people who were raised in Turkey’s cultural and political hinterland are being introduced.

İhsan Işık has chosen these names among around 2,000 famous people included in the Turkish encyclopedia named “Turkiye Unluleri Ansiklopedisi” which was published 6 months ago in Turkish.

The “Turkey’s Famous People” included in both two encyclopedias are chosen in 6 areas which are 1- Turkey’s Famous People, 2- Famous Scientists, 3- Famous Intellectuals and Literates, 4- Famous Men of Letters, 5- Famous Artists and 6 – Famous Women.

The Turkish encyclopedia was published in these 6 categories as 6 volumes; and the English encyclopedia these names are presented together in 3 volumes in alphabetical order.

In the selection of the names included in the encyclopedias a survey was conducted with the academicians and freelance writers, and among around 10,000 names the most important ones were found; comprehensive and accurate information was collected about them and their biographies were written with a flowing style.

Knowing that we have respected famous people in various areas and how they achieved this success will increase the self confidence of our youth at the beginning, and their motivation increasing in this respect will allow them to write their own succes, s stories.

Yazar: Tanıtım Bülteni

İHSAN IŞIK İLE KADIKÖY’DE BİR CUMARTESİ SÖYLEŞİSİ

Bir süre önceydi. İhsan Işık’a “Türkiye Yazarlar, Şairler Ansiklopedisi” ve internetteki BİYOGRAFYA “Türkiye Ünlüleri İnternet Ansiklopedisi’ndeki bilgilerimin güncellenmesi, yeni kitap ve etkinliklerimin de yer alması için bir e-posta göndermiştim. Her zaman olduğu gibi zarif ve olumlu ifadeleriyle geri dönüşler aldım kendisinden. Daha sonra da “Bir ara görüşelim..” notu geldi. Ancak bu kadar kısa bir sürede bir araya gelebileceğimizi düşünmemiştim. Notun iletilmesinden yalnızca 2 gün sonra…

 

 

 

15/12/2018 Cumartesi…Telefonum çalıyor. Arayan İhsan Işık.

 

“Kadıköy’deyim Nusret Karaca.14.00 gibi sahile yakın bir yerde olacağım, müsaitsen gel. Şair bir kaç arkadaşla toplanacağız.”

 

“Çok isterim. Gelebilirsem.” diye karşılık veriyorum davetine.

 

Bir kaç dakika sonra telefonuma bir mesaj. Bulunacağı mekan. Ve ben dayanamayıp bu nazik davet için yola çıkıyorum.14.00 gibi Reşitefendi sokakta Mücahit Dabakoğlu‘nun bürosundayım

 

Dabakoğlu Turizmci. Ancak bir eğitimci, şair, yazar…

 

 

Alçakgönüllü.”Kendime göre..”diye kısa kesiyor şair kimliği üzerine yorumumu.

 

İhsan Işık gelene kadar eğitim, edebiyat, eğitim, edebiyat ve de hayata dair söyleşiyoruz. Sonra İhsan Işık geliyor.

 

Yanında Beşiktaş’tan şair Sabri Galip Nakipler. Beni yine besleyen dakikalar…

 

Birlikte beslendiğimiz yeni konular… zaman su gibi…

 

 

Ben bir yandan belleğime kaydediyorum bazı söz ve cümleleri…bir kaç tane de olsa yazmak, paylaşmak, edebiyat tarihine İhsan Işık’tan bir fotoğraf ve birkaç satır yazı bırakmak…Daha önce Gazete Kadıköy‘de “Kuğulu Parktaki Kuşlardan Biri” adlı şiir kitabının tanıtımını yapmış,

 

Moda’da ki imza günleri’nden  birine katılmıştım.

 

 

Sair, Yazar, Gazeteci, Yazar, Filolog, Bürokrat, Başbakanlık eski danışmanlarından, Çocuk Esirgeme Kurumu eski başkanları’ndan

 

 

Diyarbakırlı, Mayıs 1952 doğumlu. Ciklet satıcılığı, garsonluk, otel ve matbaa işçiliği’nden bir çok farklı işten tutun gazetelerde köşe yazarlığından bugünlere… Erzurum Atatürk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunu. Çok sayıda esere imza atmış. En çok “Ansiklopedileri” ile biliniyor.

 

 

İşte Kadıköy’de kısa bir zaman diliminde İhsan Işık’tan…

 

 

-Şiir de Nazım Hikmet okudum önce. Babamın kitapları arasındaydı. Sonra Necip Fazıl Şiirleriyle…Cemal Süreya ve diğerleri geldi sonra. Nazım ve Necip Fazıl ..ikisi de bu ülkenin şairi. Farklılıklar olacak.

 

 

-Bir arkadaşa halk ozanı olduğunu söyleyen biri çok sayıda şiir getirmiş.1000 kadar. “Bir o kadar daha var.” demiş. Arkadaş birazını okumuş ve iade etmiş. Yani önemli olan sayı değil. Nitelik, içerik. Bazen bir söz bir dize çok şey anlatır. Bana hitap etmeli, benim yüreğime dokunmalı şiir.

 

-Şiir toplantıları yapılıyor. Birçok kişi kendi şiiri dinlensin istiyor, okunanların ise çoğunu dinlemiyor.

 

-Dost ahbap ilişkisi de bazen kitap için belirleyici oluyor. Hatta bazen kitap çıkmadan övgüler başlıyor. Tanıdıkların her biri bir kaç farklı yerde olumlu yorumlar yaptıysa tamam. Ancak bu, gerçek şiir ve şairin ortaya çıkmasına engel oluyor.

 

-Gençlerimiz tablet, bilgisayar, telefon başında sosyal.. sanal alemde. Çoğu yalnız, mutsuz, umutsuz.

 

-İngiltere’de ( Oxford ta sanırım) bu sosyal medya bağımlılığı ve bunun olumsuz sonuçlarıyla ilgili bir bölüm bile açıldığını duydum.

 

-Bana Ansiklopediler ve Biyografya çalışmalarımla ilgili bilgiler geliyor yazar ve şairlerden, bilim insanları’ndan. Ancak çoğu eksik bilgi. Doğum tarihi, kitaplarının konuları, yayın tarihleri gibi bir çok eksiklikler var…Kitapların adları var da, deneme mi? ,şiir mi? ,roman mı?, Hikaye mi?….Belirteceksin.

 

-Herkes eskiden çok şeyimiz yoktu ancak mutluyduk diyor. Evet. Benim annem dışarda çalışmıyordu, ev kadınıydı. Şimdi düşünüyorum. Ben ve kardeşlerim ne yapardık tersi olsaydı. O ortam da biz sevginin sıcaklığını aldık, bazı duyguları. Bu bir kazanç. Simdi şartlar değişik. Anne baba çalışıyor, bu duyguların yaşanması için aile ortamı önemli Mücahid Dabakoğlu’nun da değindiği gibi. Birey olmak evet, ancak bu aile ortamından uzak anlamda değil .Yorgun gelen anne baba, teknoloji’nin yeni getirdikleri ile ilgilenen çocukla ilgilenmezse, sessizlik, dinlenme olsun düşüncesiyle bir arada bulunup aile ortamı oluşmuyorsa ve çocukların, gençlerin çoğu böyle yetişirse…

 

-Sadece şiirle de yetinmemeli insan, başka şeyler de yazmalı. Deneme, öykü vs

 

Aziz Nesin ‘in sözü sanırım.”Ülkede her beş kişiden altısı şair.

 

-Seninle buluştuğumuza sevindim Nusret Karaca umarım daha sık karşılaşırız.

 

…….

 

Evet! Arada Mücahid Dabakoğlu, Sabri Galip Nakipler ve benim de katıldığım bu sohbet aslında kendiliğinden bir edebiyat toplantısına dönüştü. Güzel olan da buydu. İhsan Işık koltuktan kalkmadan izin isteyerek bir kare de fotoğrafını çektim yazıma ek olur diye.

 

Sonra oradan ayrılıp Bahariye’ye doğru yola koyuldum. Halk Eğitim Merkezi‘nde bir bardak çay içerken bu yazının içeriğini düşündüm.

 

 

Bugün 06 Mayıs 2021

 

Kısa ya da uzun hiç önemli değil, yaşanmışlıklar ve “an” lar önemli.

 

Notlarımı toparlayıp bu yazıyı kaleme aldım. Başka bir fotoğrafı ile, kitaplarından bir kaçının kapaklarını da bu yazıya ekleyerek epeydir aklımda olanı gerçekleştirmenin huzuru ile rahatladım.

 

Bizde böyle…

 

Bir işe başladın mı eninde sonunda bitireceksin…

 

Yazmak böyle bir şey!

 

KAYNAK: İhsan Işık İle Kadıköy’de Bir Cumartesi (Söyleşi: Nusret Karaca, sanattasarimgazetesi.com, 10 Mayıs 2021).

Yazar: Söyleşi: Nusret KARACA

ÜLKEMİZİN KÜLTÜR VE SANAT ELÇİSİ İHSAN IŞIK

İnsanlığın sayfaları çoğalmazsa

İnsanlığın sözleri yazılmazsa 

İnsanın insanı aramadığı olursa 

İnsanlığın kapısını kim açar?

İşte, İhsan Işık marifeti ve yüreği ile

İçimizden geçen zaman tünelinde karşılaşırız!  

İnandığı doğruların memleket hırkasındaki 

İspatını en güzel eserlere taşıma sevgisi

İnsanlık tuğlalarını örme telaşı 

İnsanlığın yurdunda şaşkına çevirmez mi?

İmdat diyen bir kültür hazinesi

İnsaf demeyen kültür yıkıcılarına karşı

İhsan Işık sabrında doğan fikirler 

İftiharımız olur ki 

İnsanın tuğlasında duran harcın eli yıkanır!

İnsan insan insan insan yazsak ne çıkar?

İtibarını veya işçilik emeğindeki aşkı nasıl açıklar?

İltifatlar bir yere kadar koruyabilir!

İyilik zamanında evrenin kalbini örmek 

İyilikler ormanında kanat açmak

İhya olunacak işlere el vermek görkemi

İhsan Işık külliyatını saran güneş olur!  

İlklere imza atarak nefes almak

İlklerin hamlelerini yapmak

İlkler haritasını göstermek

İnanılmaz enerji isteyen gerçekler yaşamıdır.

İvme kazanacak bir yolun geriye dönüşü olmaz.

İhsan Işık ustalığını yayıncılık kalesini kurmak için 

İlmek ilmek öreceği bir sanat ve kültür mutfağı kurar ki

İşlerin hızlanıp sonuçlanması, kitaplara dönüşmesi şok yaratır!

İmzanın gücü yaratılan eserlerin aynası ile kazanılır. 

İlklerin tarihteki yeri muhteşem ötesi bir kazanımdır.

İhsan Işık bayrak açtığı hayat katarında 

İzlediği tarih birikiminin dağlarını  

İnsanlık ansiklopedileri bahçesine katınca 

İmkansız olanı başarması ile efsane olur!

İzini elden bırakmadığı gerçek eserlere kafa yorması   

İnsanların köprülerini kurması ile alkışa koşar!   

İnsanın çocukluktaki karakteri neyse 

İnsanlığa katacağı odur!

İbret alınacak tarih sınavları vardır ki

İşciliğin kralını sanat ve kültüre bağışlamak mucizeyi getirir.

İhsan Işık sessizliğinde ortaya çıkan kültür ağaçları 

İnci kıvamında kazanım sağlar herkese!

İnleyen nağmeler susar ülke bağrında

İnsanlığın ülkesinde sahipsiz kalmaz kültür ve sanat hazinesi

İştahını ucuz egolarla kaplayanlar sonunda anlar.

İhsan Işık olmak için başarının saatleri hiç durmaz!  

İpe un seren arkaik dünyanın insanlık ordusu

İhsan Işık içinde onun kütüphanesine uğramadan geçemeyecektir!

İnsanlık sofrasına ülkemizin kültür ağacının tohumlarını bırakmak 

İnsanlığa çağrısını sanatın çocukluğu içinde 

İnsanlığın vatanında kültür içinde doyurmak 

İhsan Işık limanında durmayacaktır!

İnsanlar hangi ülkeden gelirse gelsin

İnsanlığın ayak izleri için 

İhsan Işık sokağından geçerek gerçeğe varacaklardır.

İmgelerin yaşam gücü kadar 

İkrar verenlerin yaratıcı insanlıkları dünyanın beklediği ışık gibi

İşte, küresel dünyanın canında örnek kitapların yolunda 

İmkansızı başaran bir bilgenin sahnesinde olmak için 

İncinen insanlığı onaran 

İnfaza uğrayan insanlık kitaplarını 

İmrenmeyi öğrenecek insanlık çocukları için 

İhsan Işık Dicle'den Fırat'a damlalar bırakıyor!

İnsanlığın karanlık kalbi aydınlansın diye 

İşaretini görenlerin yarınında sayfalar hep açık ki

İlk söylenecek kahramanlar gibi

İhsan Işık emeğinde yaşanan mutluluğun huzurundayız.

İyi ki kültür atlasının mağrasında insanlık büyüttünüz!

İyi ki sanat sofrasında yeryüzü çocuklarını yurdun belleğinden ayırmadınız!

İstediğiniz dünya için değil sadece işlediğiniz insanlığı da kazandınız.

İhsan Işık adımlarında Diyarbakır şenlikler hazırlıyor.

İçinde geleceğin masumiyeti kadar merhameti için 

İnleyen sözler kalmadan 

İnsanlık umudu ören bir ustanın alınteri unutulmazken 

İnsanlığımızın amacında feneri yanan çaresizlik yok olurken!

İnsanlık elçisi memleketinde okulunu açtı, mutluluk kazandı.

İyisi mi sizler o kitapları, ansiklopedileri bulup 

İnsanlık hazinesi yapıp baş köşenizden ayırmayın!

İnsanlık birden yaşam kitaplığına dönerse 

İhsan Işık kitapları sizi korur ve çoğaltır.

İnşaatın temeli sağlam ki korkmayın!

İnsan insan insan insan insan 

İhsan eyle artık geleceğine ihsan eyle!

 

17 Haziran, 2021, Perşembe

 

 

Kaynak Linki = https://www.tum-haberler.com/makale/ulkemizin-kultur-ve-sanat-elcisi-ihsan-isik-1379?fbclid=IwAR0BaASmu-bFMjqCU868zC70BPNxFLltinkjA23z_CbDWI8lstmOkZDh6yc

 

Yazar: AKIN OK

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör