Eğitimci, şair, yazar. 25 Ocak 1969, Giresun / Doğankent doğumlu.
İlköğrenimini Doğankent / Süttaşı İlkokulunda, ortaokul ile liseyi Doğankent
Lisesinde (1986) tamamladı. 1991 yılında Atatürk Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Aynı yıl Kütahya / Domaniç
Saruhanlar İlköğretim Okulu’na Türkçe öğretmeni olarak atandı. 1994-96 yıllarında
Kastamonu / Taşköprü İmam-Hatip Lisesi’nde, 1996–2003’de Taşköprü Lisesi’nde
Türk dili ve edebiyatı öğretmenliği yaptı.
Mehmet Türkan, 2003-10 yılları arasında Taşköprü Anadolu Lisesi’nde
okul müdürlüğü yaptıktan sonra Taşköprü Lisesi’ne yine okul müdürü olarak döndü.
2011 yılında bir dönem Taşköprü / Mustafa Sıtkı Erkek Teknik ve Anadolu Meslek
Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yaptı, Temmuz 2011’de Terme Anadolu İmam-Hatip
Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atandı.
Aynı okulda müdür başyardımcısı ve öğretmen olarak görevini sürdüren
Mehmet Türkan; Leyla Türkan ile evli ve İbrahim, Kadir adlarında iki oğul
babasıdır.
Türkan’ın; şiir, öykü, deneme ve araştırma türlerinde birçok ürünü
İslamî Edebiyat, İkindi Yazıları, Palandöken,
Bilgi Pınarı, Karçiçeği, Ordu Ensar, Konya Yeni Kalemler ve Anadolu Postası gibi dergilerde yayımlandı.
Kastamonu Sözcü gazetesi ile Terme Bilgi gazetesinde köşe yazarlığı yaptı.
Bir okul dergisi olan Anadolu
Postası’nın sahipliğini de üstlenen Mehmet Türkan, Kastamonu’da öğretmenler
arasında yapılan Anı Yarışmasında iki kez birincilik ve Eğitim-Bir-Sen
tarafından yapılan Hatıra Yarışmasında Kastamonu il ikinciliği ödülünü aldı.
ESERLERİ:
Taşköprülü
Gurur Kaynaklarımız (Biyografi, komisyon, 2010), Günümüz
Edebiyatında Divan Edebiyatı İzleri (Araştırma, 2011).
KAYNAK: Ahmet Sezgin / Termeli
Yazarlar ve Şairler Ansiklopedisi (2012), Bilgi Formu (2014), İhsan Işık /
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(C. 12, 2015).
Bir namlunun ateşi gibi çıkar ayrılık
Düştüğü yeri pâreler de yakar ayrılık
Ona hicran derlerdi yakardı yürekleri,
Bülbülleri gül bahçesinden kovar ayrılık.
Susuz çöllere düşürür püryân gönülleri,
Kocatır aşığı, belini büker ayrılık.
Ağzından zehirler damlayan ejderha gibi,
Gönül bahçesinde vuslatı sokar ayrılık.
Gün gelir de biter gidermiş dertler acılar,
Döner döner de hep başıma çöker ayrılık.
Tartarlar ölüm ile ayrılığın dirhemini,
Her zaman ölümlerden fazla çeker ayrılık.
Hiç peşinden ayrılmaz bir olmuş sinelerin,
Bir dert biterse öbürünü salar ayrılık.
Cânânın çeşminden gölgemin gittiği anda,
Kara zindan gibi başıma çöker ayrılık.
Ağlamak yetmez onun gidişine ardından,
Okunu çekerse dikenleri diker ayrılık.
Mehmed ayrılıkları bilirdin amma,
Çekemedim öldürdü beni, yeter ayrılık
15.05.1997—Taşköprü
Sevdalar birer siper, daim kalkandır bana
Her derde devadır, acılar dermandır bana
Yolum aşk-ı baki yolu, har dolu rehgüzârı
Dikenler bir gül olur, hazan harmandır bana
Derman ararsam derdime, küser sevda çekenler
Şifa aramak yasak, aşkım fermandır bana
Aslımda vardır benim, aslıma döndüm yine
Hüzünler arkadaşım, acı harmandır bana
Bir gülümseme yeter, yeter bize tebessüm
Ağlamak anlamaktır, yollar hazandır bana
Yasak yedim ezelde, ben cennet-i bâkîde
Âdemim sürgün yedim, hüzün bundandır bana
Ne kadar sürer bilmem, yardan ayrılık acep
Dönmek ister de gönül, varmak yamandır bana
Ayrılık uzundur ah!.. Vuslatın ümit Mehmet,
İstersen olur bir gün, yollar dumandır bana
05.09.2005, Taşköprü
Ben bir öğretmenim, harmanda ekinlerim var benim
Ben bir öğretmenim çimende çiçeklerim var benim
Ben bir öğretmenim, güllerin kıvrımında yüreğim
Her bülbülün feryadında inlemelerim var benim
Kuruyan derelere bir katre olmaktır muradım
Yaralı gönüllere sevda merhemlerim var benim
Karla kaplanmış ıssız dağların başında, umudum
Sabırla bahar muştulayan kardelenim var benim
Ben bir öğretmenim, duvarlar altında kalan benim
Benim yüreğim yanar, püryan yüreğim var benim
Bir kitabın hecelerinde kayboluyor yüreğim
Her cümlenin altında saklı öznelerim var benim
Yar benim, yaran benim, dost benim, derman benim
Sayısını bilmediğim, çok evlatlarım var benim
Ben bir öğretmenim, her yazı yazanın kalemiyim
Mürekkebinde sevda yazan emeklerim var benim
Taşlar kalbine gönül koyan yavrularım var benim
Bak, elif gibi gökyüzünde âlemlerim var benim
Hasret çeken gurbet ehli Yunusların can diliyim
Fuzuli’nin Kerbela’sında hüzünlerim var benim
Ben bir öğretmenim, yıllarım yolları bağlar da
Hicranla dolu hasret çeken katarlarım var benim
Derin savaşlardayım tek kılıcım kalemdir benim
Kaybedersem yanarım, derin yaralarım var benim
Dil-i mecruhlar, dil-i bimâr her ne varsa bendedir
Gönül ehliyim sevdakârım çok sevdalarım var benim
Ben bir öğretmenim, her gelenin azarı nasibim
Ben yetiştirdim, siteminde emeklerim var benim
Bir gülücükle deryalara gider enginlere dalarım
Dünya benim olur, sayısız çocuklarım var benim
Bir damlacık gözyaşıyla kahırlanır da ağlarım
Çocukların gözünde saklı, hüzünlerim var benim
Ben bir öğretmenim, bütün memleket benim sırtımda
Taşımazsam, hesabım zor, çok hesaplarım var benim
Ben de etten kemiktenim, geçimimim de var benim
Kimse bilmez halimden, naçar ne dertlerim var benim
Ben bir öğretmenim, Fatih’in gönlünde sultan idim
İbn-i Kemal değilim, ensemde kılıçlarım var benim
Kara tahta başında, engin hulyalara dalarım
Kararmış gönüllere derman, ilaçlarım var benim
“Hulyası kalmayınca hayatın anlamı kalmazmış”
Dost gönüllerde sultanım, ne yaranlarım var benim
Ben bir öğretmenim kimseye şikâyet edemem ki
Kaynak benim, bu özümden şikâyetlerim var benim
Yâreliyim, yâremi deşen, benim çıkan dallarım
Güller yerine gönlüme taş atanlarım var benim
Karşılıksız sevmişim sevdamın vuslatı yok benim
Ben bir öğretmenim, yârim, öğrencilerim var benim
Tek bedeli var bunun yârimden, gülen bir tebessüm
Onurum kırılmasın, narin bir yüreğim var benim
Ağlayan bir göz görsem yüreğim dağlanır yanarım
Umudu bitmiş insanlara çok sağlarım var benim
Dilek tarlasına umut tohumlarından ekerim
Bir gün yeşerir elbet bitmez umutlarım var benim
01 Kasım 2009
Derbeder bir âşığım ağlamak bana düştü
Gül bekleyen gönlüm Külbe-i ahzâna düştü
Ne kaldı ki eskiden söküldü birer birer
Kayboldu minâreler elif kenâre düştü
Kızıl gülzârda bülbül döndü ağladı durdu
Bant dikeni gülün kanadı kana düştü
Her yanım duman dolu
bütün dünyam karardı
Günaha döndü toprak âsuman yere düştü
Bu çamurlar içinde taze güller büyürken
Kırdılar kollarını mahzunlu yana düştü
Mecnun Leylâ’yı .ilmez kalmadı gönül Kays’ da
Salınıp giden dilber kıvrıldı yana düştü
Baba sevgiyi bilmez yoktur şefkat anada
Evlatları gülzârda gülsüz hazana düştü
Sevgiliyi buz tuttu sevdalara kar yağdı
Vefa beklediğini yârin kalbine kara düştü
Gönül yurduna girdim bir deste gül dermeye
Ne gül buldum ne derdim bana divâne düştü
Ağlayıp dönerim ben ne iz buldum ne de yâr
Ağladım yaşım bitti kanım ruhsâra düştü
Bir nazarı delerdi sevdâkâr
yürekleri
Kayboldu bakışları nazara sâye düştü
Hey erenler geleyim pâk ellerden öpeyim
Yurdumu diken sardı yılan yoluma düştü
Meyhâneyi onarmak sâlikleri getirip
Gönülleri şad etmek sevdalar bana düştü
Nedim feryâd ediyor ‘Ne oldu ki bu yere’
Sümbül ile gül derken sonunda lâle düştü
Kağıthâne’ ye vardım ne gezen var ne tozan
Sâdâbâd’ da âşıklar kavrulup çöle düştü
Günaha döndü aşklar dilber çirkefe düştü
Neyler yakıldı şimdi mûsiki paya düştü
Meyhânesi yakıldı şarabı yana düştü
Baki ile Galibi unuttuk çıra düştü
Yüreği sökülmüş çağı onarmak bana düştü
Nen olup hicvetmek idamlar bana düştü
Şeyda bülbül gibiyim gözlerim yâra düştü
Hey Mehmedim inancım kayboldu dâra düştü
Rahmet gönderir Rabbim damlalar yere düştü
Bir gün yeşerir elbet tohum toprağa düştü
27 Mayıs 1991 Erzurum
“Sessizce düşünsek
duyacaklar bir gün
Olmazları olur sayacaklar
bir gün
Onlar u vehimle
ellerinden gelse
Rüyalara sansür
koyacaklar bir gün”
(Arif Nihat ASYA)
Sonsuzlar şahı olan sonsuz hüsrana düştü
Maverada uçarken yarsız devrana düştü
Rüyalarda görülmez, ölçüsü var rüyanın
Görülecek her düşte, canlar zindana düştü
Bir rüya gördüm de ben hayale daldım bir an
Ölçüsün kaçırmışım, beynime güve düştü
Dededen torununa kalamazmış mirası
Ağarınca sakalı, derdine kara düştü
Çiçek olunca bozulurmuş ahengi
Gülzârında gülleri koku derdine düştü
Her yanımız hâr oldu, ayaklar yalın kaldı
Merhamet gitti elden, merhamet mâra düştü
Gül devrine hasretiz, dikene düştü güller
Çiçek diye ağlarken, lale hazana düştü
Bülbüllere yasak var, sevdalı olamazmış
Güle âşıkmış karga, yâre akbaba düştü
Mecnun’un ne işi var, kızgın çöllerde böyle
Bozulur diye düzen Mecnun evlere düştü
Gönlün sevda mı ister, öğren onu bîaşkdan
Sevda öğretme işi, kalpler düşmana düştü
Niye gelir nevbahar, gelirse arar bülbül
Sınırı var her işin, bülbül sınıra düştü
Ahuların Ömrünü verelim biz aslana
Bakışları ters geldi endâma kara düştü
Bir gül dermek istersen bak hele sen yasaya
Gönül yurduna girdim, yoluma yasa düştü
Selam verip o yâre, haber bekler dururdum
Dediler ölçüsü var, gönlüme tasa düştü
Elim koyup alnıma, gül devrini düşündüm
Düşümü duydu zabit, yolum zindana düştü
Muallimim bu demde ilim yasaktır bana
Dilimde bir nakarat ilim yabana düştü
Fatih’in emri vardı, herkes özgürdü orda
Marmara’da yürekler
alevli nara düştü
Nebi’de bilememiş bildiğini bunların
Alime yasak da söz, kelam cahile düştü
Bilâller bilememiş makamını ezanın
Davut’un sesi yasak okumak lâle düştü
İbrahimî bir tavır, kurban O’na yaklaşmak
İlimler bilmeyene, kuşlar kurbana düştü
Ölenlerin suçu var niye durmuş hedefe
Katiller arşı gezer, suçlar mazluma düştü
Zalim demek olmazmış, arşı ezen zalime
Haccaclar devran sürer, Zübeyr hâke düştü
Benim adını bu desen, olmaz öyle şey derler
Benim işim itaat, inkârlar bana düştü
Beyaza beyaz demek, karaya kara yasak
Her şey tersine döndü,
kalbime yara düştü
Filistin’le inleyip, Çeçenlere ağlarken
Yurdumda bütün işler, bir parça beze düştü
Osmanlar Osman değil, Fatihler Fatih değil
Bu yerde Mehmetlerin diken yoluna düştü
Doğruya doğru demek sıratı geçmek gibi
Doğruyu yazanlara, çileli hücre düştü
Hocayla talebesi, bakar ağlar göz göze
Hocaya sürgün yeri, evladı kora düştü
Her yanım bağlı iken, saldılar köpekleri
Gene suçlu ben oldum, suçlar hep bana düştü
Analar ağlar durur, babalar bir ney gibi
Her yer Külbe-i ahzan, evlat kapana düştü
Karanlıklar karardı, karardı oldu zulmet
Güneşe yasak geldi, günlere kara düştü
Haklarımız hukukla hapse mahkûm oldular
Şakiler oldu ümit, ümide gölge düştü
Pervâne gibi dönsek mumların alevinde
Niye yanarsın diye gönül peykâna düştü
Güzele gölge düştü, gölge gölgede kaldı
Sevdaya ölçü geldi, hudutlar kalbe düştü
Kitaplar küstü bize, hüzün dolu varağı
Melal dolu gözünden damlalar kana düştü
Zengine fakir evi, garibe derin mezar
Belki bir umut diye, düşler Yusuf a düştü
Kaleme uzananın kalem olsun elleri
Kaleme yasak yazmak, yazanlar derde düştü
Sevgiler sevgi değil, sevdalar sevda değil
Herkesin gönlü kırık, umut umuda düştü
Bir Ömer mi gelmeli, adaletiyle mülke
Faruk diye geldiler, haklar hep dibe düştü
Ey Allah’ım ne olur, ne olur yetiş bize
Kitabına yasaklar, kullara tasa düştü
Ya Ali neredesin, Ebubekir ve Osman
Ömerinle gel Nebi, adâlet pâya düştü
Bir İbrahim yok mudur, ya da gelse bir İsa
Yâ Muhammed gel artık ümmetin dara düştü
Yüreği sökülmüş çağı onarmak bana düştü
Nefî olup hicvetmek idamlar bana düştü
Rahmet gönderir Rabbim, damlalar yere düştü
Bir gün yeşerir elbet, tohum toprağa düştü
Mart 2001-TAŞKÖPRÜ
Bir selâm gönder o yâre cânıma cânanıma,
Bir vefâ göster bu suz-i dile efgânıma.
Bir neyin nâlişi nar olsun yürekler yansın ah!..
Yâr!.. diyerek zikr-i cânândan bu cânım yansın ah!..
Gönlü püryân, yurdu pâyân, yâr-ı bîcan yerine,
Sevgi gönder, sevdâ gönder kıyl u kaller yerine.
Yandı gönlüm oldu mecnun fasl-ı bahâr derdine,
Sevgi söyler, sevda söyler gül-i handân derdine.
Yâ İlahî, bir çıkış
göster ki güller yanmasın,
Yeniden gönülde güller açsın âhlar kalmasın.
Hârı gül eyler bu gözler, eyle Mehmed hep niyaz,
Çok hüküm sürse de zulmet, bir gün erer gene yaz.
(Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün)
Mart 2000 Taşköprü
Âhımızın üstünden nurla doğan geceler
Talihlere vurulan birer fermân geceler
Her güneşle batar mı aşkı doğurandır
Gönlü ayla, yıldızla güle saran geceler
Sessizce gönüllere aşkın mührünü vurur
Bu gönüller yurdunda hep Süleymân geceler
Her kapanan perdenin ötesinde sen varsın
Her yüreğin altında gizli devrân geceler
Hesabına geçerim yaralı yüreğimin
Gönlümdeki yarayla yâre sızan geceler
Bazen gökleri verir bazen zulmete boğar
Bu divane gönülle aşka hayrân geceler
Bülbüllerin sesine serinliğini serip
Çiçeklerle güllerle her dem yeksân geceler
Uzanarak sızıyı savursam sessizliğe
Yaralı gönülleri eder
püryan geceler
Ne anlar ağlamaktan sevdayı bilmez kişi
Şeb-i Yelda dertliye her an biten geceler
Derin bir muammadır bütün cihânı kaplar
Kimine düşman olur aşka sultân geceler
Uyur mu hiç seherde gönül ehli olanlar
Her gönüle bir akran derde dermân geceler
Her tarafım yaradır ok deldi lime lime
Kalbimi delip geçen azgın peykân geceler
Aşk derdiyle pişmemiş biçâre gönüllere
Günün sonuyla gelen birer zindân geceler
Ah!.. edip ağlar Mecnun, Ferhat Şirin’i gözler
Her aşığın bağrında sâdık yâran geceler
Severim geceleri Yunusla fenâ bulup
Rabbini bilenlere daim
nurdân geceler
Derbeder bir kuluyum Mevla’yadır niyazım
Her çekilen şükürle Rabbe varan geceler
Bülbülüyüm güllerin bunca diken içinde
Mehmedim seherlerle sana seyrân geceler
Erzurum 1991
Boş hevesler
hevasındayız ol Vâr’dan geçtik
Dünyalar
ademindeyiz biz ol Yâr’dan geçtik
Düştük de
yaşıyoruz yaşamaksa hayatımız
Harâb u türâb
olduk hayalle serden geçtik
Ömrümüz ziyan
ettik, aşkımız pâyân ettik
Damla yoktur güzümüzde
ah u zârdan geçtik
Bülbüller esir
işte, yarasalar baş tacı
Bîvefâ
güllerimiz, can olan yârdan geçtik
Bilmedik dardan
geçtik, bilmedik vârdan geçtik
Bilmedik
cananımız, kanlı hârdan geçtik
Hayat harman
oldu dağıldı varlığımız
Baharı
unutturan, yağmurla kardan geçtik
Varlığımız
varlığından, bîhaber kaldı âh
Hayata anlam
veren, rahmetle kârdan geçtik
Boş hevesler
hevasındayız o Var’dan geçtik
Dünya huyla-yı
ademindeyiz o Yar’dan geçtik
Nisan 2012 Terme
Ey
gönüller sultanı, sultanlara can gülüm.
Ey
güllerin sultanı, güllere sultan gülüm.
Evren
senin için var, bun canlar senin için,
Canların
canısın yâr, her cana bir can gülüm
Sen
âb-ı hayatsın yâr, her âlemin yağmuru,
Fuzuli’de
su oldun, damarlarda kan gülüm.
Her
bulut sana bakar, her damla sana meftun,
Her
bakış seni bekler, her düşe ayan gülüm.
Har
yaprakta bir renksin, her zerrede bir âlem
Baharlar
seni özler, damlada umman gülüm.
Irmaklar
sana akar, nehirler seni gözler,
Gözlerim
nemlidir yâr, eşkimde asmân gülüm.
Bir
nazar bize yeter, hele bir de tebessüm,
Bir
söz bize kâfidir, her kelam ferman gülüm.
Her
âlem seni söyler, nice kalp seni bekler,
Yoluna
turâb olam, can sana kurban gülüm.
Nice
yandı yürekler, nice yandı gönüller,
Sensiz
olmuyor vahdet, her yerde duman gülüm.
Gittin,
dostların gitti, yetim ve öksüz kaldık,
Dağıldık
param parça, sultanlar pâyân gülüm.
Zirveler
hayal oldu, yollar yellere düştü
Rûzigâr
aldı gitti, ciğerler püryân gülüm.
Ne
Sadıkların kaldı, ne de Faruk olanlar,
Yaralar
deprelendi, baharlar hazan gülüm,
Seni
anar ağlarız, âhımız dağlar gibi,
Yağmur
yağar sel olur, kalmadı cânân gülüm.
Sen
gittin ya bu yerden, dostlar seninle gitti,
Biz
kaldık burada nâçâr, kalmadı yârân gülüm.
Dağlarımız
kar dolu, zulmetin baharı var,
Bu
yer sensiz olmuyor, bahara bârân gülüm.
Asırlar
sensiz geçti, gönüller yandı senle,
Sana
meftun olanlar, yollara revân gülüm.
Hasretin
gönül yakar, âşıklar sana tutkun,
Seni
andım ben yine, bitmiyor heycan gülüm.
Birlik
düzen bozuldu, param parça ülkeler,
Vahdetin
dalı koptu, dallarda yılan gülüm.
Yalan
oldu hayatlar, güzeller yosma şimdi,
Mecnun
kaçar Leyla’dan, sana bakış yan gülüm.
Düşmanlar
kol geziyor, Ebu Leheb zirvede,
Cahillerin
babası, yine kana kan gülüm.
Bu
sözler aciz kalır, seni anmaktan uzak
Bana
şefaat eyle, ateşten aman gülüm,
O
gün bilmez kimseler, herkes derdine düşer,
Gölgene
almaz isen, halimiz yaman gülüm.
Ah!
Bir el ver bana da, ne olur bir bak bize,
Bana
saye olmazsan, olurum yanan gülüm.
Yolunda
dikenler var, bülbüller hâra kurban,
Hasta
oldum dertliyim. Derdime derman gülüm.
Sen
güllerin gülüsün, çiçeklerin çiçeği,
Dallar
sana düşkündür, ağaçlar hayran gülüm.
Kardeşler
düşman oldu, her yer oldu Kerbela,
Ne
olur yardım eyle, dizlere derman gülüm.
Sensiz
kaldım bu yerde, sensizlik bize zulüm,
Ey
hayatın kaynağı, ey canlara can gülüm.
Güneşin
ışığısın, ayın hayat kaynağı,
Bizde
ziya kalmadı, yine bize dön gülüm.
Gittin
gideli bize, karanlık oldu günler,
Pusulamazı
bozuldu, gecelerde tan gülüm.
Asırlar
var gelmedin, hicran dolu günüler,
Vuslatına
al bizi, olalım mihman gülüm.
Beni
hoş gör ey sultan, affına sığınırım,
Bir
delilik eyledim, bozuldu zaman gülüm.
Ey
efendim dileğim, kapına türab gülüm
Ey
gönüller sultanı, gülleri sultan gülüm.
Adını
taşıyorum, sana layık değilim,
Adına
kurban olam, adına kurban gülüm.
Daha önceki yazılarımızda da
belirtmiş ve ana dilimizin, güzel Türkçe’mizin düştüğü felaket yolculuğundan
bahsetmiştik. Gündemin yoğun olduğu, yerel yönetici adaylarının sayfaları
süslediği, kahvelerin siyasi sohbet mekânlarına düştüğü bu günlerde ben daha
önemli, daha ehemmiyetli bir konudan bahsedeceğim. Türkçe’deki değişimden,
kelimelerin ve neslimizin yozlaşmasından bahsedeceğim. Çünkü dili bozulanın her
şeyi bozuktur, dili bozulanın ahlakı da dini de bozuktur.
Her dilde olduğu gibi dilimizde de
eş anlamlı kelimeler vardır. Eş anlamlı kelimeler kullanılırken çoğu zaman her
kelimenin ayrı bir hayatı ve anlam yükünün olduğunu unutuyoruz. Farkına
varmadan ya da cehaletimizden eş anlamlı kelimeleri yanlış anlam ve yerlerde
kullanıyoruz. Hiçbir kelime bir diğerinin yüzde yüz aynısı değildir. Eş anlamlı
da olsa her zaman bir birinin yerine kullanamayız. Mesela, “Bir
dilekçe ile idareye başvurdum.” dersiniz ama “Bir dilekçe ile idareye kafa
vurdum,” diyemezsiniz.
“Söz” ve “laf” kelimesi de
bu yanlış kullanım kurbanlarının başında gelen kelimelerden. Günlük hayatımızda
çoğu zaman özellikle de “laf” kelimesini yanlış kullanıyoruz.
Dolmuşlarda, sınıflarda, kahvehane ve sokak konuşmalarında sık sık
karşılaşıyoruz. Özellikle genç neslimizde sözün iksirini kavrayamamış
çocuklarımızda bunu daha fazla görüyoruz. Meselâ, çocuk ders arasında,
öğretmenine bir şey söyleyecekse “Lafınızı kestim. Bu lafınızda şöyle mi
demek istediniz.” İfadeler kullanıyorlar. Bu ifadeler çok kaba ve saygısız
duruyorlar. “Laf” yerine “söz” kullanmak varken sözü lafın
çirkinliğine kurban ediyoruz.
Şimdi bu iki kelimeyi tanımaya
çalışalım:
Laf: Farsça bir isim olan laf kelimesi lakırdı, konuşma. Uygulamaya
değer ve imkânı bulunmayan boş söz. Ölçüsüz, lüzumsuz söz, manasız iddia, kötü,
söz, konuşma anlamına gelir. Bununla ilgili oluşmuş bir kısım deyimler de var
ama çoğu olumsuzluk ifade ediyor. Laf atmak, laf aramızda, laf ebesi, laf ü
güzaf, lafla peynir gemisi yürümez, lafa tutmak… gibi. Hatta şiirlere bile
konu olmuştur.
Suskunluğum asâletimdendir
Her lafa verilecek bir cevabım
var
Lâkin bir lafa bakarım laf mı
diye
Bir de söyleyene bakarım
adam mı diye
Mevlânâ
Bizde yok fikr-i âlâ laf atarız subh u mesa
Leyleğin bad-ı hevâ ömrü geçer lak lak ile
Hammamizâde İhsan
Elhan duyulmadıkça belâgat girân gelür
Laf-ı güzaftan mütehassıl kesel gibi
Yahya Kemal
Görüldüğü üzere laf kelimesi ile ilgili çok
olumlu şeyler söylemek mümkün değil. Birkaç deyim hariç olumlu ifade yok. Şimdi
bir de yerine kullanıldığı “söz” kelimesine bir bakalım:
Söz: Bir veya birkaç sesten oluşan anlamlı ses veya ses birleşimi;
sözlü veya yazılı olarak açıklamaya yarayan kelimeler veya cümleler dizisi.
Söz, lafız, kelime kelam ifade, meramı ifade etmeye yarayan sesler… gibi
anlamlara geliyor.
Söz ile ilgili dilimizde oluşmuş birçok
deyim ve atasözüne rastlamak mümkündür. Mesela: “Söz anlamak, Söz bir Allah bir, söz etmek, sözünde durmak, sözleşmek,
söz açmak, söz vermek, sözlenmek, söz geçirmek, söz dinlemek, söz anlamak,
sözün bitiği yer, sözünün eri olmak, söz başı yapmak, söz birliği etmek, söz
alıp vermek, söz çıkarmak, söz gelişi (gelimi), sözün yabana atılamaması, söz
meclisten dışarı, söze bakmak öze bakmak, söyleyene bakma söyletene bak, arif olana bir söz yeter…” gibi
deyimler yanında “Söz gümüşse sükût altındır, Söz, söylenene kadar senin esirindir.
Söyledikten sonra sen onun esiri
olursun.” gibi atasözleri de vardır. Yine şiirlerde de sözden sık söz
edildiğini görürüz.
Mesela:
Yunus Ermem bu sözü
Eğri büğrü söyleme
Seni sıgaya çeken
Bir Molla Kasım gelür
Yunus Emre
Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Yağ ile bale ede bir söz
Yunus Emre
Şeker lebün mi virdi halvet sözine kim
Ahmet Paşa…
gibi
Edebi sanatların bir adı da söz
sanatlarıdır. Söz bizim edebiyatımızda önemlidir. Güzel söz ve güzel sözlü
insanlar hep baş tacı yapılmıştır. Güzel söz iftihar vesilesi yapılmıştır.
Allah ilk insanı yarattığı zaman “ona sözü(konuşmayı, eşyaların ismini) öğretti
diye geçer İslâmî kaynaklarda. Buradan da ilk sözün Allah’a ait olduğu
anlaşılır. Yani “Kelamullah”dır. Dolayısıyla anlamın, sözün kutsallığı da
vardır. İncil’de de söz, ” Başlangıçta söz vardı” diye başlar.
Eski edebiyatta şairler “söz”lerinin gücü ile övünmüşler bir birleri ile söz
yarışı yapmışlardır.
Söz için kullanılan ifadelerden
biri de “lâtif”tir. Sevgilinin sözü âşıklara bahşedilen bir âb-ı
hayattır. Onun yani sevgilin konuşması âşıkların kalbinin hayat kaynağıdır.
Söz bizim için kıymetlidir. Söz
namustur. Bize güzeli iyiyi, ahlakı, edebi öğreten, aşkın en onulmaz
yokuşlarında su verin söz alıp başını uzaklara gitmiş sanki. Çünkü artık sözün
yerini laf almış. her yerde bir lakırdı var, laf ı güzaf var ama söz yok.
Eskiler söze büyük değer verirdi.
Söz, hayattı, sanattı, kültürdü. Herkes sözünün eriydi. Söz diyar diyar dolaşır
ve bir deste gül olarak aramızda durur, bize yaranlık ederdi. Söz aynı zamanda
aynı zamanda karakterin ve kişiliğin de göstergesiydi. İyi insanlar için “Sözü
dinlenir” denilirdi.
Acaba toplumumuzda sözü dinlenir
insan kalmadığı için mi nedir “söz” yerini “laf”a terk etmiş, küserek
bir kenara çekilmiş. Bir biriyle konuşup anlaşanların yerine, sözünü bilenlerin
yerine laf ü güzaf eyleyen lâkırtılar serdeden insanlar türemiş toplumda. O
yüzden kavgalar, gürültüler, kısır çekişmeler almış başını gidiyor. Lafla
peynir gemisi yürütür olmuş insanlarımız.
Gücümün yettiğince söz ile laf
arasındaki ifade ve anlam farklarını anlatmaya çalıştım. Hangisinin
konuşmalarımızda, anlaşmalarımızda, sözleşmelerimizde, dost sohbetlerinde
kullanılması gerektiğine varın siz karar verin.
Sözün özü, sözüne sadık, özü sözü
bir insanların olduğu bir nesil ve dilinin güzelliğini gönlüne yerleştirmiş söz
ustalarının toplumuzda çoğalması, söz yerine lâkırtı yapanların söz söyleyenler
olarak sayılmadığı bir toplum dileği ile ve sözünü namus bilen, onu atılan bir
ok bilerek bir daha geri gelmeyeceğini bilerek yerinde kullanan nesiller
dileyerek sözüme nihayet veriyorum.
Kaynaklar:
1-
TDE Ansiklopedisi
6. ve 8. Cilt
2-
Söz- Mehmet
Törenek, İ.Edebiyat Dergisi 3. Sayı 1990
3-
Kamus-u
Türkî- Şemsettin Sami
4-
Osmanlıca Türkçe
Ansiklopedik Lügat- Ferit DEVELİOĞLU
Sömürgeci ülkeler bir milleti
esaret altına almak istiyorsa önce o milletin dilinden işe başlamıştır.
Milletlerin dilini bozup aralarında iletişimi kopardıktan sonra onları
egemenleri altına almanın daha kolay olacağını düşünmüşler ve bunda da başarılı
olmuşlardır. Ülkelerin temeline dinamit koymaya milletlerin dilinden
başlamışlardır.
Geçmişte Avrupalı Türkologların
çalışmalarının birçoğunun bu yönde olduğunu biliyoruz. Türk dili ve kültürü
üzerine yaptıkları derleme ve araştırmalardan dilin ve kültürün inceliklerini
öğrenerek bunları sömürücü güçlerin emellerinde kullanmaları için malzeme
olarak vermişlerdir. Tabi bu araştırmaların Türkçenin gelişimine büyük
faydaları da olmuştur. Bu sayede Türkçenin bilinmeyenleri de araştırılmış
olmuştur. Mesela, Macar Türkoloji araştırmacısı İgnaz Kunoş bunlardan biridir.
Bu kısa bilgilerden yola çıkarak bu gün Türkçenin başına gelenleri anlatmaya,
bir gönül inlemesiyle günümüz gençlerine bir durum değerlendirmesi yapmaya
çalışacağım. Dilimizin nasıl yozlaştığını, bu yozlaşmanın nelere yol açacağını
sizlerle paylaşacağım.
Bu gün ki gençlerimizin birçoğunun
yazışmalarında kelimelerin yarısını yuttuğunu, birbirleri ile yazışırken ya
sesli harfleri ya da sessiz harfleri yutarak haberleştiklerini görüyoruz. Türkçenin
güzelliklerini, merhabanın ve selamın sıcaklığını mrb, nbr, slm… gibi anlamsız
kısaltmalara Türkçe’nin sıcaklığını, kelimelerin estetiğini feda ettiğini ve
kelimeleri teknolojiye kurban ettiğini üzüntüyle görüyoruz.
Bunun
temelinde yatan birçok sebep var. Bir kere okumuyoruz. Okumadığımız içinde
yazmıyoruz, yazamıyoruz. Öğrencilerimize sorduğumuzda hemen hemen hepsinin bir
mektup dahi yazmadığını görüyoruz. En başarılı öğrencilerimizin bile bir
dilekçe yazmaktan aciz olduğuna şahit oluyoruz. Bunun yerini teknolojik aletler
ve sayfalar almış. Bu sebeple de yazmanın yerini kısaltmalar ve şekiller almış.
Aslında dilimiz o kadar sıcak ve
o kadar yürekten sözlerin harmanlandığı bir dil ki bunu şairlerin mısralarında,
halkımızın manilerinde ne kadar enfes şekilde yansıdığı müşahede ederiz.
Sehl-i mümteni diye bir sanat
vardır. Bu edebi sanat, bir sözün veya şiirin çok kolay söylenmiş gibi
görülmesine rağmen çok derin anlamlar ifade eden ve hadi bir de biz söyleyelim
dediğimiz zaman söyleyemediğimiz söz numuneleridir. Dilimiz bu tür mısralarla
doludur. Mesela;
A
benim bahtı yârim
Gönlümün
tahtı yârim
Yüzünde
göz izi var
Sana
kim baktı yârim.
Bu manide bir gencin sevgilisine
duyduğu muhabbeti görüyoruz. Ona duyduğu saf, temiz ve gönülden sevgiyi ve bir
başkasının yârine bakışına ve tahammül edemeyişini görüyoruz. Sevgiliye bakan
bir kem gözü hissedecek kadar zarif bir gözle bakan bağlılığı başka nasıl ifade
edebilirdik.
Yunus’un,
Ana rahminden geldik pazara
Bir kefen aldık döndük mezara.
Mısraından daha güzel hayatın
kısalığını ve dünyanın faniliğini ne anlatabilir?
Niçin kondun a bülbül
Bahçemdeki asmaya
Ben yârimden ayrılamam
Götürseler asmaya.
Söyleyeninin belli olmadığı,
eskilerin lâedri dediği bu manideki sevgiliye bağlılık, onun için ölüme razı
olmak daha nasıl anlatılabilir. Günümüzde her şeyin menfaate, para ve maddi
değerlere bağlandığı bir ortamda yâri için ölüme gedecek adam bulabilir miyiz?
Yine sevgilinin yüzünün
güzelliğini anlatmak için Karacaoğlan’ın şu mısraları tam bir sehl-i mümteni,
tam bir söz harikası,
Dökünce zülfünü bedir yüzüne
Ben sandım ki bulut aya bağlıdır.
Bir sevgilinin, bir yârin yüz ve
gönül güzelliği ancak bu kadar güzel söylenebilir.
Fuzuli bir beytinde sevgiliye
sitem ederken şöyle diyor:
Beni candan usandırdı, cefâdan
yâr usanmaz mı?
Felekler yandı âhımdan murâdım
şem’i yanmaz mı?
Muhibbî mahlasıyla şiir yazan
Kânunî Sultan Süleyman sağlığın ve sıhhatin önemini anlatmak için diyor ki:
Halk içinde muteber bir nesne yok
devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes
sıhhat gibi
Yine Selimî mahlasıyla şiirler
yazan ve önemli bir şair olan cihanın karşısında titrediği Yavuz Sultan
Selim’in gönlünü kaptırdığı bir cariye için söylediği ifade edilen şu beyit ne
kadar harika. Bir padişahın da yeri geldiği zaman derbeder bir genç gibi gönlünü
kaptıracağının en güzel ifadesi bu mısralar olsa gerekir:
Şîrler pençe-i kahrımdan olurken
lerzan
Bir gözleri âhuya zebun eyledi
felek
Yenişehirli Avnî şu beyitinde
sevgilinin
ardından gönlü sürünüp giden, her şeyini
sevdiğine feda etmeye hazır bir aşığın duygularını ne güzel dile getirmiş:
O gül endam bir al şâle bürünsün
yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün
yürüsün
Söyleyeninin bilmediğim aşağıdaki
beyit her şeyin bitti anda bir kulun Rabbine en güzel niyazı olsa gerek;
Kimsesiz kimse olmaz, kimsenin
var kimsesi,
Kimsesiz kaldım, meded ey
kimsesizler kimsesi.
Seyyid Nesimi’nin alttaki beyiti
de, sevgililer eşler arasındaki muhabbete ve yer yer olabilecek sitemlere
kimsenin karışmamasını. “Yâr benim ise size ne, ister hoş olurum ister hoş
olmam size ne?”deyişini görüyoruz:
Nesîmî'ye sormuşlar o yâ ile
"hoş musun?"
Hoş olayım olmayayım o yâr benim
kime ne?
Dilimizdeki sonradan görmeleri ve
burnu buluttan su içenleri en güzel ifade eden beyitlerden biri de anonim
olarak bildiğimiz şu mısralar ediyor olsa gerek;
Böğürtlen açılsa bağ oldum sanır
Türk Şehre inse beğ oldum sanır
Yine sözün ve dilin gücünü anlatan Yunus Emre’nin şu mısralarını
altınla kefeye koyup tartsanız altından daha ağır gelecek kadar anlam
güzelliğine sahiptir. Bu anlamda söylenecek söz ancak bu kadar güzel
söylenirdi.
Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Yağ ile bal ede bir söz
Sözün kısası, yukarıda sıralamaya çalıştığım mısralara bakarak bu günün
neslinin konuşmalarını, yazışmalarını, haberleşmelerini gözümüzün önüne
getirelim. Acaba nerelerdeyiz. Dilimizin. Güzel Türkçe’mizin ne hallere
düştüğünü düşünelim. Kısa, ruhsuz, harfleri uçmuş, hiçbir sıcaklığı ve
samimiyeti olmayan ifadeleri, yazışmaları ve konuşmaları görünce üzülüyorum.
Acaba Türkçe’miz ölüyor mu? Ne yapabiliriz? Demekten kendimi alamıyorum.
Çocuklarımızın gençlerimizin haberdar olmadığı, beton duvarlar arasına
sıkıştığı, gülün güzelliğini, bülbülün hazanını, gözyaşını ve hüznünü görmediği
bu toplumda gerçekten dilimizi felaketler bekliyor demektir.
Bu gün de yukarıda birkaç örnek verdiğim Türkçe’nin şaheser sözlerinin
yenisi söylenemez mi acaba. Yeniden aynı sehl-i mümteni sözlere ulaşamaz mıyız?
Hayallere kapılıyorum, üzülüyorum. Dilleri olmayan milletlerin millet olmaktan
çıkacağını düşünüyorum. Dili bozuk olanın dinin de, ahlakının da gençlerinin de
toplumunun da bozulacağını düşünüyorum. Dilimiz ölürse bizi kimse ayakta
tutamaz diye düşünüyorum. Bir gün olur da sözünü şiirle besleyen söyleyeceğini
mısralarla, manilerle besleyen bir toplumumuz olur dileğiyle Türkçe’nin
ölmemesi niyazıyla sözüme nihayet veriyorum.
Dünyada
yaşayan bütün varlıkların birer hayatı ve hayatın da birer mevsimi vardır.
İnsanın hayatı, bitkilerin hayatı, dünyanın hayatı, mevsimlerin dönüp duran
hayatı, kelimelerin hayatı, kitapların hayatı… gibi böyle uzayıp gider. Şu anda kış mevsimine girdik ama bir sonbahar
güzellemesi yaparak söze başlayalım istiyorum. Zaten son baharlarda kışın
habercisi değil mi?
Mevsimler
döner durur. Döner de bir gün bizim için bir yerlerde durur. Mevsimin bizim
için durduğu gün bizim için hayatın sonu yani kış demek olur.
Mevsimlerin
en hüzünlüsü sonbahardır. Bu mevsim hüzünle birlikte anılır ve bir adı da hüzün
anlamına gelen hazandır. Bütün hüzünlü şiirlerin konusunda mutlaka hazan
vardır. Sonu elemli biten sevdaların içinde de mutlaka sonbahar vardır. Mesela,
edebiyatımızın en önemli psikolojik tahlil romanlarından biri sayılan Eylül
romanı sonu hüzünle biten bir hazan romanıdır. Eylül hazan ve hüzün ayıdır.
Eylül sararan yapraklarla birlikte sararan yüzlerin ve hayatın da bir
emsalidir. Eylül mevsimlerin sonbaharını temsil ettiği gibi hayatın da son
baharını temsil eder.
Sonbahar veya hazanın bir başka
ağlayanı da bülbüldür. Çünkü bülbülün sevdasına yandığı dikenleri ile vücudunu
kanlara buladığı gülün de hayata veda edip sararıp solduğu ve bir süreliğine
ortalardan kaybolduğu mevsim sonbahardır. Gülün solması bülbülün sevgilisini
kaybetmesi gülzârların hüzünlere gark olmasıdır.
Sonbaharın sonunda kış vardır. Kış
hayatın en zor mevsimidir. İnsanlar için ne kadar zor ise hayvanlar ve nebatat
için de o kadar zor bir mevsimdir. Bütün âlemler arkasından bahar var diye
katlanırlar kışların soğuklarına, buzlarına.
İnsanın hayatı mevsimlerle
anlatılır edebi eserlerde ve yazılarda. Mesela, doğum ve çocukluk ilkbahardır;
gençlik yaz mevsimi, yaşlılık son bahar ve ölüme yaklaşıldığı ve bir ayağın
çukurda düşünüldüğü zamanlar ve ölüm kış olur.
Günün zamanları da öyledir
aslında. Sabah, ilkbahardır. Kuşluk vaktinden ikindiye kadar geçen zaman yaz. İkindi
ile akşam arası sonbahar ve güneşin batmasıyla kış kendini gösterir. O yüzden
akşam da hüzünle birlikte anılır.
Yahya Kemal, çok fazla kalp
ağrıları çektiği hayatının son günlerinde, ömrünün sonbaharında Cerrahpaşa
Hastanesi’nin penceresinden denize doğru bakarak şöyle mırıldanır:
Hulyâsı kalmayınca hayatın ne zevki
var?
Bitsin, hayırlısıyla bu beyhûde
sonbahar!
Sonbahar hakikaten içimize hüznün
katre katre çöktüğü, önümüzde kara dağlar gibi sıralanmış duran kışın
beklendiği bir mevsimdir. Ağaçlar sanki bu hüznü hissetmiş de ağlıyormuş gibi
sararıp solmuş yapraklarını yavaş yavaş toprağa bırakır. Onlar da ölümü özleyen
Yahya Kemal gibi “Bitsin, hayırlısıyla bu beyhûde sonbahar!” diyor sanki.
Bütün varlıkların bir hayatı var
ve mevsimlere benzer demiştik. Her şeyin bir, doğma, büyüme, olgunlaşma evresi
vardır. Her olgunlaşan meyve mutlaka yere düşer ve hayatın kışını yaşar.
İnsanlar da öyle değil midir? Olgunlaşan meyvelerin düşmesi gibi bizim de yere
düşme ve hayatımızın kışını yaşama günü gelecektir.
Özellikle çınar ağaçları son
baharın en güzel göstergesidir. Önce soğukların yavaş yavaş kendini
hissettirmesiyle yaprakları sararır ve altın rengine döner. Sanki yerlerde,
çınar diplerinde altın yığınları oluşur.
Bir nehrin kenarındaki çınar
ağacının sararan yapraklarını altınların ırmağa düşüp akıp gitmesine benzeten
Sultanu’ş Şuara yani şairlerin sultanı Bâki 16. yüzyılda bir beytinde şöyle
tasvir etmiş:
“Her yandan ayagına altun akup
gelür
Eşcâr-ı bağ himmet umar cûybârdan”
Yani diyor ki Baki: “Bağın ağaçları akarsudan, ırmaktan iyilik ve
yardım umarlar. Bu yüzden akarsuyun ayağına her taraftan altın akıp gelür.”
Beyitte
altın akıp gelmesi sararıp dökülen çınar veya başka ağaçların yaprakların suyun
yüzünü kaplayıp akıp gitmeleridir. Aslında bu normal bir tabiat olayı iken şair
bunu suyun yüzünde altın akıp gitmesi olarak tasvir etmiştir. Edebiyatta normal
bir tabiat olayını güzel bir sebebe bağlama sanatına Hüsn-ü Ta’lil sanatı
denir. Burada şair güzel bir Hüsn-ü Ta’lil yapmaktadır. Sanki bu yapraklar suya yalvarmakta ve
bahardaki o yeşil günlerine dönebilmek için sudan himmet beklemektedir. Ya da
bir başka bakış açısıyla ağaçlar suya altınlar göndererek karşılığında su
istemekte ve eski günlerine dönmek için ondan su beklemektedirler. Yani altın
verip karşılığında su istemektedirler. Tek amaçları vardır. O da eski güzel
günlerine yani baharlarına geri dönebilmektir.
Evet, sonbaharın hüznü ile
altınlar bir bir yerlere dökülmekte ve sulardan himmet beklemektedirler ama bu
nafile bir bekleyiştir. Nasıl baharın varlığı ve yaz gün gibi, güneş gibi bir
gerçek ise son bahar da bir gerçektir. Baharı ve yazı iyi değerlendirip
hazırlığını yapanlar her ne anlamda olursa olsun. İster gerçek anlamda ister
mecâzi anlamda sonbahar ve kış mevsiminde rahat edeceklerdir. Son bahar ve kış
ne kadar zor olursa olsun, geceler ne kadar karanlık olursa olsun mutlaka
sonunda bir bahar ve gün ve güneş var olacaktır.
Olgunlaşan her şey toprağa
düşecektir doğru ama toprağa düşen hiçbir şey de zayi olmayacak ve bir gün
yeniden yeni bir hayat olarak ortaya çıkacaktır.
Bundan sonraki günlerde
gazetemizde elimin yettiğince, gücümün gönlümün yettiğince yazılarımızla “Köprü”
adlı köşemizde sizlerle beraber olmaya çalışacağız. Gayret bizden tevfik
Allah’tandır.