Eğitimci,
şair, yazar. 23 Eylül 1974, Kayseri doğumlu. İlkokulu Kayseri Gazi Paşa
İlkokulu’nda okuduktan sonra Kayseri Cami-i Kebir Kur’an Kursu’nda bir yıl
eğitim alarak kendini Kur’an-ı Kerim, Siyer, İ'tikat, Tecvid derslerinde geliştirmeye
çalıştı. Ortaokulu Kayseri Merkez İmam Hatip Lisesi’nde bitirdikten sonra
Kayseri Kız Meslek Lisesi’nde eğitimine devam etti. 1997 yılında Gazi
Üniversitesi Mesleki ve Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Okul Öncesi Eğitimi
Bölümü’nden mezun olduktan sonra; Kayseri, Ankara, Trabzon, Siirt, Elazığ,
Antakya, Iğdır ve Balıkesir’de öğretmen olarak görev yaptı.
Kabadayı’nın
ilk şiiri 1992 yılında Susku (İstanbul)
dergisinde yayımlandı. Daha sonra Siirt
Doğuş (Siirt), Kuzey Ekspres
(Trabzon), Karakoçan’ın Sesi
(Elazığ), Çubuk Gazetesi (Ankara), Asya Gazetesi (Antakya), Doğuş Gazetesi (Antakya) gazetelerinde
ve Çemen Dergisi (Kayseri), Akpınar (Niğde), Susku (İstanbul), Kardelen
(İstanbul), Avrupa’dan Bakış, Külliye,
Edebiyat Yaprağı dergilerinde yayınlandı.
Yazarın,
yirmi altısı branşıyla ilgili olmak üzere 42 yayınlanmış eseri bulunmaktadır.
Hayat felsefesi: “Yalanı, nankörlüğü, tembelliği çıkar; hâl hatırı, güler yüzü,
espriyi ekle ve mutluluk peşinden gelsin,” şeklinde özetlenebilir.
2010 Hikmet Okuyar Şiire Üstün Hizmet Ödülü, 2010 Yılı 11. Sürmeli Festivali Yozgat Konulu Şiir
Yarışması Onur Ödülü, 2016'da Birleşen
Yürekler Derneği Yaşayan Sanat Değerimiz Onur ödülü ve Ankara Sanat Platformu
Hizmet Şeref Ödülü, Kansere Gülümse Derneği 2017 Yılı en iyi temsilci ödülüne
layık görüldü. Çeşitli programlarda plaket ve teşekkür belgeleri takdim edildi.
Iğdır Fm’de uzun bir süre “Bir Demet Şiir" adıyla
haftalık şiir programı yaptı. Televizyon ve radyo programlarına, söyleşi ve
imza günlerine konuk olarak katıldı. Engelliler için yazdığı kendisinin de
oynadığı “Kör Kütük Aşk" isimli tiyatro oyunu Iğdır Vali Yardımcısı
tarafından yönetildi ve dört kez sahnelendi. Bunun dışında yazıp yönettiği ve
oynadığı Hayal Dünyam, Eyvah Banu Geliyor, Dile Benden Ne Dilersen isimli çocuk
oyunları da sahnelendi.
Mehmet Ali Yurtışığı tarafından altı şiiri bestelenen
yazar, 2014 Yılı Edebiyat Galerisi “Bir Dakikalık Öykü" yarışmasında ve
İnönü Üniversitesi tarafından her yıl düzenlenen Her Hastalık Bir Hikâyedir
yarışmalarında jüri üyeliği yaptı. 17 antolojiye öykü ve şiirleri ile katılan
yazar 3 antolojinin de koordinatörlüğünü aldı.
Kansere Gülümse Derneği ve Aile İçi İletişim ve
Toplumsal Sorunlar Derneği Balıkesir İl Temsilcisidir. İLESAM üyesi olan
yazar İLESAM ansiklopedisinde, Kayseri Yazar
ve Şairler Ansiklopedisi’nde de yer almıştır. Kayseri
Çıngı Dergisi’nde öykülerine habername.com’da haber ve köşe, Balıkesir Merhaba,
Bizim İvrindi, Iğdır Haber Portalı, gazetelerinde de yazılarına devam
etmektedir.
Evli ve iki çocuk annesi olan yazar Balıkesir’de Milli
Eğitim Bakanlığına ait bir anaokulunda Müdür Yardımcısı olarak görev
yapmaktadır.
Katıldığı Antolojiler:
Ve Tanrı
Aşkı Yarattı - Öykü (2011), Zamansız, Öykü (2013), Her Hastalık Bir Hikâyedir -
Öykü (2012), Sendeyaz.net - Antoloji-3 – 2012, Mavi Yürekler Şiir Antolojisi –
2012, Edebiyatevi Şiir Antolojisi–4 (2013), Türk Dünyası Şairler Antolojisi
(2013), Gönül Kahvesi Şairler Antolojisi, Edebiyatevi Şiir Antolojisi-5 (2014),
Edebiyatevi Şiir Antolojisi-6 (2015), Avrasya Şairler Antolojisi (2015), Türk
Dünyası Seçkin Şair ve Yazarlar Antolojisi (2015), Lokman Hekim Öyküleri
(2015), Edebiyat Defteri Şiir Antolojisi
(2016).
ESERLERİ:
Çocuk Kitabı: Örnekleriyle Kuklalar ve Kukla Oyunları (2002), Ebesin (Çocuk
oyunları, 2005), Yüz Gülen Yüz (Melek
Demir ile, Eğitici drama, 2008), Büyümüş de Küçülmüş (Okul öncesi için, 2011), Eğitici Masallar (20 kitap, 2012), Küçük İş Adamı (Roman, 2018), Fatma Teyzeden Masallar (Masal, 2018)
Antoloji: Altın Kalemler Şiir Antolojisi (Kemalettin Kalkan
ile, 2014), Dört Mevsim Şiir Antolojisi (2014), Dört Mevsim Öykü Antolojisi (2014)
Öykü: Altın Tesbih (2012), Ne Mutlu Canına (2012), Nacizane - Öykühane (2014), Sokak Sesleri (2015)
Roman: Elveda Evliliğim (2006), Hoşça Kal Anne (Gençlik romanı,
2009), Yüreğimden Güvercinler Uçurdum (Anı-Roman, 2010), Mor
Hırka (Gençlik romanı, 2012), İhtiyar
(2014), Maktul
(Polisiye, 2015), Bir Başka Vakit -
İmam-ı Rabbani Hazretleri (Biyografik roman, 2015), Kansız (Polisiye Roman, 2015) Ihlamur Kokulu Aşk (2016)
KAYNAKÇA:
Kadir Özdamarlar / Fatma Çetin Kabadayı’yı Keşfetmek ve Hoşça Kal Anne (Kayseri
Hakimiyet, 2010), Kadir Özdamarlar / Sosyolojik Açıdan
İlber kömürlüğe gelirken bu kez
yanına daha büyük bir el feneri almak zorunda kaldı. Diğeri bozulmuştu ve şimdi
çarşıya çıkıp yeni fener alamazdı. Zaten kömürlüğe inen çıkan da olmuyordu.
Olsa ne olacaktı ki? O bir komiserdi. Durup dururken “Bakayım senin
kömürlüğünde ne var?” diye soracak kadar lüzumsuzu çıkmazdı ya. Hem diyelim ki
oldu, silahında iki kurşundan çok daha fazlası vardı. Silah, gerektiğinde
kullanmak içindi, tıpkı bilgi gibi. Her zamanki gibi kilidi açıp feneri tanığın
yüzüne tuttu. Yine uyuyordu. Gözlerinin altı günden güne morarıyordu. İçeri
girip kapıyı kapattı. Altı adımlık bu yer iğrenç kokuyordu. Serdar birkaç kez
altına kaçırdığından da içerisinin keskin kokusu artık dayanılmaz bir hâl
almıştı. Bugün bu işi çözmeliydi artık.
-Ulan Serdar hayvanı! Kokuttun
apartmanı be!
Serdar sıçrayarak uyandı. Başını
sağa sola sallıyor, ağzındaki kumaştan ağrıyan çenesini artık hareket ettirmek
istiyordu. Konuşabilmek, yürüyebilmek, güneşi görebilmek meğer ne kadar güzeldi.
İlber önce Serdar'ın ağzındaki
bağı çözdü, ardından da arkadan bağladığı ellerini. Suyunu ve yemeğini uzattı.
Şişenin yarısına kadar içmişti yine. Kasanın üzerine oturduğunda elindeki
fenerle, sandalyenin altından sızıp kapıya doğru ilerlemiş, bir kısmı kurumuş,
yer yer birikinti içinde olan idrara baktı. İğrenç ötesiydi. İnsanoğlu yaşam
şartlarından yoksun olunca nasıl da hayvanlaşıyordu böyle? Yemeğini açmayan
Serdar’a dalga geçer bir ses tonuyla sordu:
-Ne o? Acıkmadın herhâlde?
-Yiyecek dermanım kalmadı.
-O zaman bir an önce anlat da her
şey bitsin bugün. Evine git, banyonu yap.
-Sahi mi?
-Sahi ya.
-Tamam abi, anlatayım. Ne bilmek
istiyorsun?
İlber cebinden çıkardığı fotoğrafı
ona doğru, feneri ise fotoğrafa doğru tuttu. Net görünüyordu:
-Bu muydu öldüren?
-Evet abi. Ta kendisi.
-Nasıl öldürdü?
-Enver abiyi kolundan tutarak alt
kata indirdiğini gördüm.
-Fenerle mi? Lambayı mı açtı?
-Fenerle indirdi.
İlber zaten ilk kez aşağı kata
indiğini tahmin ediyordu. O, işini uzatmayı sevmezdi, biliyordu.
-Zorluyor muydu adamı?
-Evet, çok sıkıyordu kolunu,
adamın yüzünden acı çektiği belliydi. Sonra silah doğrulttu ve pantolonunu
çıkarmasını istedi. İç çamaşırını çıkardı adam. Elinde eldivenleri vardı.
Cebinden bir sustalı çıkarıp çamaşırı doğradı. Küçük parçaları adamın ağzına
sokarken konuşuyor, sessizce dişlerini sıkarak bazen de kısa çığlıklar atarak
ona bir şeyler söylüyordu.
-Sonra?
-Adam kaçmaya çalıştı. O da eliyle
ağzını, burnunu kapattı. Epey çırpındı Enver… Sonra öldü. Tam o sırada kadın
geldi. O da bir çığlık atıp bayıldı. Onu da öldürdü. Bir ara boğazını uzun süre
sıktığını gördüm. Boğarak öldürüp doğradı yani. Sonra yukarı kata çıkıp yeniden
geldi.
-Kapıyı kilitlemiştir.
-Sonra bir keserle ikisini de
küçük parçalara ayırdı.
-Sen de seyrettin öyle mi?
-Başımı belaya mı sokayım abi?
Benden bilirlerdi.
-Adam sigara içti mi?
-Evet, Enver’i doğradıktan sonra
dinlenirken içti. Katil çok kızgındı. Bir şeyin intikamını alır gibiydi.
-Yorum yapma lan!
-Yorum değil abi.
-Hem katil diyerek ilk heceyi
uzatma lan! Cahil herif! Bu hukuki bir tanımlamadır. "Katil" kelimesi
Arapça'dır, yani kelimenin kökü katl’dir. Biz cinayet eylemini gerçekleştiren
kimseye asla ve asla "katil" diyemeyiz; aksi takdirde yargısız infaz
yapmış oluruz ve suç işleriz. Yargılama süresince herkesin savunma hakkı
kutsaldır ve masum olarak addedilir. "Katil" diyemeyiz. Suçunu itiraf
etse bile yargılama bitmeden kimseye "katil" denmez,
"zanlı" ya da "sanık" denir. Sorgulama ya da dava süreci
boyunca "katl zanlısı", "cinayet zanlısı" dememiz lazım
ona. Fakat kısa bir “i” sesi koyup "katil zanlısı" diyebilirsin.
"Katil" kelimesini tek başına kullanamazsın. Bu kuralı unutma! İnsan
ölene kadar öğrenmeli. Eeee, anlat.
- Kafam karıştı ya biraz, neyse…
Katil zanlısı kendi kendine konuşuyor, sürekli bir şeyler söylüyordu doğrarken.
Bir de en son makatına o çamaşırdan soktu.
-Sen kalk bakayım ayağa.
Serdar ayakları bağlı olduğu için ayakta
zor duruyordu. Onu niye yerinden kaldırdığını da anlamış değildi ama ne dese
yapmak zorundaydı. İlber, Serdar'ın üzerini bir kez daha aramayı uygun
bulmuştu. Bir insan şahit olduğu bir cinayeti bu kadar soğukkanlı bir şekilde
anlatabilir miydi? Gözünün önünde iki kişi öldürülüp parçalanıyordu ve bu adi
adam, gizli bir pencereden elinde dürbünle olanları izliyordu. Olay yerine
gelen ekibin çalışmalarını takip ediyor, Mustafa’nın kendisine dikkatlice
bakmasıyla da kaçıp gidiyordu. Bu adamda başka bir şeyler vardı ve İlber bunu
bir an önce bulmalıydı. İlber önce Serdar'ın gömlek cebine baktı. Birkaç fatura
ve paradan başka bir şey yoktu. Pantolonuna dokunmak, elini sürmek istemezdi.
Leş gibi kokan bu bedenden bir metre uzaklaşıp ceplerini dışarı çıkarmasını
söyledi. Cepler boştu. Pantolonunu aşağıya indirmesini istedi. Serdar önce
itiraz etse de yapacak bir şeyi yoktu. Gözlerinde korku belirmiş, göz bebekleri
iyice büyümüştü. Bir şeyler saklıyordu ama nerede sakladığı şüpheliydi. -İndir
lan çamaşırını!
-Abi…
-"İndir," dedim!
İndirmişti. Çamaşırın içinde bir
poşet vardı. O da ıslaktı. İlber, kömür doldurmada kullandığı kırmızı kalın
naylon eldivenleri ondan gözünü ayırmadan takım çantasından alıp giydi. Poşeti
istedi.
-Abi… Bu şey…
-Kes lan! İlber poşeti alıp
tiksinerek açtı. İstifra etmemek için kendini zor tutuyordu. İnsan büyüdükçe
daha da iğrenç oluyordu. İdrarı ve teri birbirine karışmış bu adamın iç
çamaşırındaki poşeti açmak bir hayli mide bulandırıcıydı. Poşetin içi kıl
doluydu. İnce telli saç kıllarına benziyordu; kıvırcık, kumral.
-Kimin lan bu saç?
-Bilmiyorum abi. Serdar
kekeliyordu. Canından bezmiş bir hâldeydi, korkuyordu. İlber, adamın yüzüne
tükürecekmiş gibi baktı:
-Çek lan pantolonunu! Salkım saçak
durma! Şerefsiz, bilmiyorsun da bu saçın donunda ne işi var? Ha anladım, bunlar
kadının saçları. Kadını sen öldürdün yani. Zaten biliyordum. Öldürülen kişinin
yaşına göre artık hapis cezası, biliyorsun değil mi?
Serdar şaşkındı. Aceleyle
pantolonunu çekerken ellerini rahatça kullanıyor olmanın tadına bile
varamamıştı. İlber, onun yeni çıkan kanunlardan haberi olmadığını düşünüyor
olmalıydı ama Serdar bu hayatta zevk aldığı şeyleri izlemekten başka bir şey
yapmıyordu ki? Gerçi doğru bir şey yapsa kendisi de şaşıracaktı.
-Yok abi, ben öldürmedim kadını.
Ben sadece çocuğu öldürdüm, onun da yaşı küçük.
İlber yavaş yavaş çözülen
Serdar’ın suyuna gitmeli, kendini çaresiz hisseden adama güven vermeliydi.
Sabrının sınırlarını zorlayarak anlayışlı bir dost edası takındı ve sesini de
yumuşatarak konuştu:
-Hah, öyle desene koçum. Onun yaşı
küçük, az yatarsın, hatta yatmazsın bile. Ben saklayacağım seni. Hem hiç kimse
durup dururken birini öldürmez, illaki sebebi vardır. Enver’i öldürenin de
sebepleri vardı senin de. Sen öldürdün ama asıl suçlu sen değilsin ki. Seni o
hâle getirenler suçlu. Ben biliyorum koçum.
-Evet haklısın, abim benim.
Anlatacağım. O küçük kızın saçları... Tamam abi, anlatacağım. Sözünde
duracağını biliyorum.
-Sen anlat koçum, hadi. Kızı nasıl
öldürdün?
Serdar anlatmaya başladı.
(Maktul Adlı romanından, sayfa:
148-152)
Fatma Çetin Kabadayı, Kayseri Yeşilhisarlı bir yazarımız… Benim Fatma Çetin Kabadayı’yla tanışmam, yapmak istediği bir röportaj isteğini tarafıma iletmesiyle başladı. “Şair-yazar Mehmet Gözükara ile şiire dair…” başlıklı röportajın arkasından lutfedip gönderdiği kitaplarını vakit geçirmeden okudum. Okumamdaki aceleciliğim; yazarın yazdığından çok, kendi iç dünyasından okuyucuya servis ettiklerini bir bir keşfederek onu daha yakından tanıma isteğimdi.
1974 doğumlu yazarımız Gazi Üniversitesi Mesleki ve Eğitim Fakültesi Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Bölümü’nden mezunu. Hayat feksefesini “Yalanı, nankörlüğü, tembelliği çıkar, hal hatırı, güler yüzü, espriyi ekle; mutluluk peşinden gelsin” şeklinde özetleyen Kabadayı, Iğdır İMKB Mehmetçik Ortaokulunda okul öncesi öğretmeni olarak görev yapmakta. Bu güne dek, yardımcı ders kitapları, masal, öykü ve romanlara imza atmış, şiir dinletileri, radyo programı yapmış. Halen köşe yazılarına ve www.habername.com da hem köşe hem haber yazarlığına devam etmekte.
Bu kadar verimli bir yazarın arkasından yetişmek her babayiğidin harcı değil.
Okuduğum kitapların içerisinde dikkatimi çeken bir romanı sizlere tanıtmayı düşünerek bu yazıyı kaleme aldım. Bunu, bir çabayı takdir etme düşüncesi olarak değerlendirebilirsiniz. Keşke her kıymetimizle ilgili, onların çabasına karşılık ilgimizi bir şekilde gösterebilsek…
Yazar bu romanında Bostonlu bir genç olan Yamin ile İstanbullu genç kız İhti’nin hikâyesini anlatır bize. Üniversitede tanışıp son sınıfta sözlenirler. Yamin okulun bitmesine sayılı günler kala Boston’daki ikiz kardeşi Yasin’e böbreğini vermek üzere gitmek zorunda kalır. Ameliyat sonrası enfeksiyon kapan Yamin vefat eder. Öleceğini anlayan Yamin’in, kardeşi Yasin’den tek isteği kendi yerine geçip İhti ile evlenmesidir.
Varlıklı bir ailenin tek kızı olan İhti Yaren ailesini de kazada kaybettikten sonra tamamen yalnız kalır. Kendini işine adayan İhti Hanım, Yamin’in bir gün mutlaka döneceğinden emindir.
Enerji dolu, hayatı seven ve batıl inançlarına bağlı olan İhti Hanım, kendinden çok başkalarının menfaatlerini düşünen, kendince geliştirdiği farklı yöntemlerle de amacına ulaşan vefalı yüreği ile herkes tarafından sevilen bir insandır. Aradan kırk beş yıl geçtikten sonra roman başlar.
Bu geçen süre içerisinde İhti’de Alzheimer hastalığı başlangıcı tanısı konur. Hastalığından ötürü zaman zaman unutkanlık baş gösterir. Dostları bundan haberdardır. İhti unutmadığı şeyleri de unutmuş gibi yaparak çevresini imtihana tabi tutar. Normalde eksiklik gibi kabul edilen unutkanlık olayının dahi hayata katacağı farklı değerlerin olduğunu okuyucuya enjekte eder.
Romanın baştan sona kurgusu, çevreye karşı duyarlılığın getirdiği sorumluluk duygusunun hayat bulmasıyla hayatı değişen insanları konu alıyor.
İhtiyar romanının kahramanı İhti’nin müşfik bakışıyla, olmaz gibi görülen işler olur, değişmez sanılan insanlar değişir. Hayatı yaşanır bulan yazarın yumuşak bakışı, kahramanı İhti ve çevresinin de hayatını yumuşatır.
Ben hikâyeci değilim ama sözün gelişinden, onun hangi aileye ait olduğunu bilen şairlik yanım var.
Yazar, şair, ressam gibi edebiyatın her alanına nüfuz eden insanların, baktığını fark ettiren, gösterdiğinde tefekküre sevk eden bir yanları vardır.
Kâinat kitabının küçültülmüşü olan insanın kendisi de bir kitap. Dolayısıyla, yazdığı kendi kitabının da bir numunesi hükmündedir. “Kim ne yazarsa kendini yazar” sözünden yola çıkarak söyleyecek olursak, Fatma Çetin Kabadayı’nın kendini yazdığı romanı okunası bir kitap.
Daha önceki çalışmalarıyla bizlere yeniden merhaba diyen Fatma Hanım’a, bu güzel İhtiyar’la bizleri selamladığı için çok teşekkür ediyor, yeni çalışmalarında da başarı dileklerimizi iletiyoruz.
Edebiyat yolculuğunda yolu açık, bahtı ağ olsun…