Öykücü,
romancı, oyun yazarı, gazeteci (D. 1918, Akşehir / Konya - Ö. 25 Şubat 1994,
İstanbul). Mehmet Nâzım, Süleyman Yücel, Tarık Emin, Tarık Nâzım adlarını da
kullandı. Aslen Erzurumlu ve Akşehir’de ağır ceza reisliği yapan Mehmet Nazım
Beyin oğludur. İlk ve ortaöğrenimini Akşehir’de yaptı, Konya Lisesi (1936)
mezunu. Ortaokulda Türkçe hocası Rıfkı Melül Meriç, lisede edebiyat hocası
Hakkı Süha Gezgin idi. İstanbul Üniversitesi Tıp, Hukuk ve Edebiyat
fakültelerine ikişer, üçer yıllık aralıklarla devam ettiyse de bitiremeden
ayrıldı. İstanbul’da o yıllarda kültür çevresi olan Küllük kahvesine devam
etti, Yahya Kemal, İbnülemin Mahmut Kemal, Fuad Köprülü, A. H. Tanpınar, A. N.
Tarlan ve N. Ataç’ı tanıma ve sohbetlerine katılma fırsatı buldu. Bu arada
Şişli Terakki Lisesinde muallim muavini olarak çalıştı. Fakültede iken
Tanpınar, M. Kaplan ve A. Karahan gibi hocalarla yakın dostluklar kurdu. Bu
yıllarda yazdığı ilk öykü denemelerini hocaları aracılığıyla bazı dergilerde yayımladı. Akşehir’de çıkardığı Nasrettin
Hoca gazetesiyle (1947-48) gazeteciliğe başladı. İstanbul’a yerleştikten
sonra Milliyet (1955-56), Yeni İstanbul (1960-66), Haftalık
Yol (1968), Tercüman (1969-76) gazetelerinde sayfa düzenledi, fıkra
yazarlığı ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. Eylül 1950’de öykücü Jale Baysal ile
evlendi, 1968’de boşandı. Kalp krizi geçirdiği Mayıs 1973’ten sonra günlük
yazılarını bıraktı, Tercüman gazetesinde haftalık sohbet yazıları yazdı.
Eylül 1977’de, öykücü Hatice Bilen’le evlendi. Kısa süren bir hastalık
döneminden sonra öldü ve Karacaahmet Mezarlığına defnedildi.
Edebiyat
dünyasında, önce Çınaraltı dergisinde yayımladığı hikâyeleriyle tanındı.
Oğlumuz adlı hikâyesi Cumhuriyet gazetesinin Yunus Nadi Hikâye
Yarışmasında ikincilik kazandı (1948). Kendisine hiç beklemediği bir ün
kazandıran ve hayatında bir dönüm noktası olan bu ödülden sonra yazdığı yeni
öyküleri Çınaraltı, İstanbul, Yenilik, Yeditepe, Yücel, Küçük Dergi,
Seçilmiş Hikâyeler, Dost ve Hisar dergilerinde yayımladı (1949-55).
İlk
öykülerinde 1950’li yıllarda Türk aydınlarının bunalımlarını, küçük kasaba
izlenimlerini, buruk aşk ilişkilerini işledi. Sağlam bir kurgu ve ustalıkla
kullandığı üslûbuyla dikkati çekti. 1955’te çıkan Siyah Kehribar adlı
romanı beğenilmeyince romana bir süre ara verdi. Bu romanıyla ilgili olarak “Sanki
roman yazmamış, cinayet işlemiştim. Hikâye kitaplarıma yazılan övgüler yüzünden
Kaf dağına uzanan burnum öyle bir kırılış kırılmıştı ki, tam dört yıl ne hikâye
ne roman yazdım” demektedir.
Aynı
yıllarda varoluşçuluğun etkisinden dolayı yaygınlaşan bunalım hikâyeciliğinin
öncülerinden oldu. Her ne kadar çeşitli toplumsal katmanlardaki insanları
işlediyse de asıl yazar kişiliği, belli bir çizginin üstündeki insanlarla,
insanları yönetici ve etkileyici aydın insanların, toplumda yerlerini
bulamamış, duyuş, düşünüş ve yaşamada bir üslûp tutturamamış yalnız adamı
anlatırken ortaya çıktı. Bundan dolayı hikâyesine gündelik yaşayışın
gerçeklerinden girdiği hâlde, yavaş yavaş düşünce plânına doğru kaydı ve
“yalnız adam” olarak bir kişiyi anlattı. İkinci kitabında da ilk kitaptaki
temaları sürdürdü. Zaman içinde boşlukta kalan insan, çevreden yoksun insanın
isyanı onun en önemli konusu oldu. Üçüncü hikâye kitabı İki Uyku Arasında,
içkiye ve kumara kendini kaptırmış, hırçın, günümüz aydınının sarhoşluğunu
anlattı.
1956
Macaristan olaylarında Macar halkının Sovyetlere direnişini anlattığı Peşte
56 adlı oyunuyla oyun yazarlığına başladı. Asıl ününü ise, üzerinde
1959’dan beri çalıştığı üç ciltlik Küçük Ağa romanıyla sağladı. Millî
Mücadele yıllarında Kuvay-ı Milliye hareketi ve halkın işgal kuvvetlerine
direnişini konu alan bu eseri daha sonra yine kendisinin yazdığı senaryoyla
Yücel Çakmaklı tarafından TV dizisi haline getirildi ve geniş beğeni topladı.
Küçük
Ağa Ankara’da ve Firavun İmanı
romanlarında Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bu
aşamada yüz yüze geldiği bazı sorunları ele aldı. Firavun İmanı’nın
konusu, Mehmet Akif, Hüseyin Avni Ulaş ve Hasan Basri Çantay gibi muhaliflerin
Ankara’da saf dışı edilmeleridir. Yağmur Beklerken romanında, Serbest
Fırka hareketini, Gençliğim Eyvah’ta öğrenci hareketlerini işledi. Osmancık
romanında irade gücüyle bir dünya devleti kurmayı başaran insanların öyküsünü
dönemin olayları içinde verdi.
TRT 1970
Sanat Ödülleri yarışmasında başarı ödülü alan İbişin Rüyası adlı romanı
1972’de oyunlaştırıldı. 1979’da televizyona uyarlandı. Firavun İmanı
romanıyla 1978, yine Çakmaklı yönetiminde TV dizisi haline getirilen ve Osmanlı
devletinin kuruluş yıllarını konu alan Osmancık romanı ile de 1985
Türkiye Millî Kültür Vakfı Armağanını kazandı. Tarık Buğra, ayrıca 1979’da Gençliğim
Eyvah ile TMKV Armağanını, 1981’de Akümülatörlü Radyo ile Türkiye
Yazarlar Birliği Tiyatro Ödülünü; 1981’de Yalnızlar ile TMKV Armağanını;
Yağmur Beklerken ile 1982’de Kültür Bakanlığı Ödülünü, 1989’da İş
Bankası Roman Ödülünü, 1984’te Türk Kültürüne Hizmet Vakfı Senaryo Ödülünü,
1992 TYB Yılın Kültür Adamı Ödülünü aldı. İnanç dergisince 1984’te yılın
romancısı seçildi. Tarık Buğra’nın ayrıca Yalnızlar, Yağmur Beklerken,
Dönemeçte ve Ayakta Durmak İstiyorum adlı yapıtları filme alınarak
televizyonda gösterildi. 1991’de devlet sanatçısı seçildi.
“Tarık
Buğra, dil anlayışında olduğu kadar hikâye anlayışında da edebiyatımızın
gidişinden kopmadı. Başı ve sonu belli, büyük değişiklikler peşinde koşmıyan
bir kişiliği geliştirdi. Çözümleyici bir anlatıma dayanan hikâye anlayışına
aykırı düşecek denemelere girişmedi. Hikâyelerinin başında, dış olaylardan,
gözlenmiş yaşantılardan çıksa bile, bunları hızlı bir anlatım temposuna
sokmadan, hareketlere bağlı olarak içte zincirlenen gelişmelere geçiyordu.
Toplumdaki büyük sorunlara değil, kişilerinin yaşamalarındaki düzensizliklere,
uygunsuzluklardan gelen dertlere, sosyal adâletsizliklere değil, kişiler arasındaki
ruhî zıtlaşmalara, bulunmuş ve yitirilmiş mutlulukların peşine düşeceklerine
birbirlerine karşı horozlanan insanların yarattıkları bir keşmekeşin üzerine
eğiliyordu.” (Tahir Alangu)
“Tarık Buğra, dindar halkımızın manevi
vasıflarını da bilen bir romancıdır. Kahramanları ‘bismillahlı, Allahlı,
yeminli’ konuşurlar; günah, sevap bilirler. Allah’a verecekleri hesabın, son
nefesin kaygısı içindedirler. Oysa, Buğra’nın yaşıtları ve bir öncekiler, Türk
insanının ruh ve çevre portresini sanki eksik bırakmak istercesine, bu halkın
Müslümanlığına kapalı ve yabancı kalmışlardır. Ömer Seyfeddin’den ve biraz da
Memduh Şevket Esendal ve Halide Edip Hanım’dan sonra, edebiyatçılarımız, dini
sanki yasak bir konu imişçesine algılamışlardır. Keza bir dindar adamdan, bir
Müslümanlık olayından söz edilecek olsa: İslâmiyet çirkin bir saldırı üslûbu
ile ‘irtica, gericilik, yobazlık, taassup’ gibi karalamalarla birlikte ele
alınmıştır. Halkımızın samimi Müslümanlığı ya kınama, yahut alay konusu
edilmiştir. Bu çirkinliğe batmak istemeyenler ise, nihayet, dinden, İslâm’dan
söz etmemek ‘kahramanlığı’ ile yetinmişlerdir.” (Ahmet Kabaklı)
“Beyazıt’tan
Laleli’ye ağır ağır inerken, kimi zaman toprağa ekilmiş yanlış çiçek tohumunu,
kimi zaman da yanlış toprağa ekilmiş çiçek tohumunu düşünür. Gömleğinin üst
düğmesi iliklenmemiş yakasında ve gözlerinde hiçbir zaman yitmeyecek bir
delikanlılık var. Ama o nasıl delikanlılık ki bağrına bastığı şeyleri biraz da
küçümser. Küçümseme sözü yanlış burada. Hor görme sözcüğünü kullansak, o da yanlış
olacak. Başka bir laf bulmak gerek. Kendisi bulsun.
“Her
gün özeleştirisini yapar. Ama bunu hiç yansıtmaz. Ankara’sızlık diye bir
hastalık varsa, hastalığı o.” (Cemal
Süreya)
ESERLERİ:
HİKÂYE: Oğlumuz
(1949), Yarın Diye Bir Şey Yoktur (1952), İki Uyku Arasında
(1954), Hikâyeler (ilk üç kitaptan seçmelerle yenileri, 1964; yeni
seçmeler 1969).
ROMAN: Siyah
Kehribar (1955), Küçük Ağa (1963), Küçük Ağa Ankara’da (1966,
Küçük Ağa ile birlikte, 1968, 1974), İbişin Rüyası (1970), Firavun
İmanı (1976), Dönemeçte (1978), Bir Köşkünüz Var mı? (1978), Gençliğim
Eyvah (1979), Yağmur Beklerken (1981), Yalnızlar (1981), Osmancık
(1983), Dünyanın En Pis Sokağı (1989).
FIKRA-DENEME:
Gençlik Türküsü (1964), Düşman Kazanmak Sanatı (1979), Politika
Dışı (1992), Güneş Rengi Bir Yığın Yaprak (1995).
GEZİ: Gagaringrad
(Moskova notları, 1962), Bu Çağın Adı (1996).
OYUN: Ayakta
Durmak İstiyorum (1966), Üç Oyun (Ayakta Durmak İstiyorum,
Akümülatörlü Radyo, Yüzlerce Çiçek Birden Açtı, 1981), İbiş’in Rüyası
(oyn. 1972; bas. 1982), Güneş ve Arslan (1988), Sıfırdan Doruğa
(1994).
Ayrıca
çeşitli dergi ve gazetelerde tefrika edilip kitaplaşmayan Aşk Esirleri
(Milliyet, 1953), Şehir Uyurken (Bursa Hakimiyet, 1954), Yanıyor mu
Yeşil Köşkün Lambası (Yenigün, 1955), Ölü Nokta (Yeni İstanbul,
1958), Sonradan Yaşamak (Vatan, 1958), Abaza Paşa’nın Rüyası (Erzurum
Doğu, 1959) gibi romanları da vardır.
KAYNAKÇA:
Abdullah Uçman / TDE Ansiklopedisi (c. 1, s. 469-471), Tahir Alangu /
Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman (c. 3, 1965), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü
(1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of
Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve
Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Gürsel
Aytaç / Çağdaş Türk Romanları Üzerine İncelemeler (1990), Murat Belge /
Edebiyat Üstüne Yazılar (1994), Tarık Buğra Özel Bölümü (Türk Edebiyatı
Dergisi, sayı: 246, Nisan 1994), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler
Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6.
bas. 1999), Feridun Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), Ahmet Kabaklı /
Türk Edebiyatı (c. 5, 11. bas. 2002, s. 443-461), Cemal Süreya / 99 Yüz (4.
bas. 2004).
Üstelik canımız da sıkılmış, bir işe yaramıyorlar diye. Asil idraksizliğimizle, şahane megalomanimizle onlarsız yapabileceğimizi zannetmiş, oyuncak dolabının kapağını çat diye çarpıp sırtımızı dönmüşüz, burnumuzu karıştırıp, sağa sola yılışmış, esnemişiz. Ama gün gelmiş, onlarsız yapamayacağımızı anlamış geriye, dolaba dönmüşüz. Şimdi oranın, oyuncak dolabının sefil hâli, kirlettiğimiz, perişan ettiğimiz, bozduğumuz hâli bizi deli ediyor. Biz oyuncaksız yapamayız. Leonardo, biz oyuncak isteriz, buna muhtacız. Oyuncak isteriz, diye ter ter tepiniyoruz ve akıllı amcalar da bize, oyuncak alacağım diye habire su taşıtıyor, odun çektiriyorlar. Her şey bundan ibaret Leonardo: Bütün gerçek peygamberler eskitildi, kırılıp döküldü. Fakat insanlık bir peygambere muhtaçtır, onsuz yapamaz ve bu şarlatanların, azgın kurtların işine yarıyor.
Tarık Buğra / Siyah Kehribar 1. Basım 1955, 2. Basım 1991
Kendimi hafifçe heyecanlı hissediyordum: Bir sürü sigara içmiştim; son olsun diye bir tane daha yaktım. Bu biter bitmez yatağa girmeliydim: Yarın vücudum dinlenmiş, zihnim açık olmalıydı.
Sigarayı içerken Hâmid'den ve mesela bir Davalaciro diskuru veya Ankara'nın ünlü eleştirmecisinden, kendi diliyle yazılmış bir söyleşi okuyayım dedim; ama baktım ki heyecanım bütün anlayışsızlığımı seferber etmiş ve ben en açık alay unsurlarını bile atlayıp geçiyorum, hattâ kabalaşacağım; bıraktım.
Bu heyecan, şiddetle ihtiyacım olan uykuyu gocundurabilir, onu nasıl defetmeli?
Islık çalayım veya bir türkü mırıldanayım dedim; ama ortaya yeni, yâni içime doğuveren besteler çıktı: yarına bağlı ihtimallerin, yarın olabileceklerin besteleri.... ve ben, bu arada, sigarayı tazelediğimi gördüm. Sinirlendirici bir şey... bu sigaradan ne umuyordum yâni? Uyku masa başında gelecek değildi ya? hem de ışık böyle pırıl pırıl yanıyorken?
Daha ikinci çekişini yaşayan sigarayı geberttim, ışığı söndürdüm, yatağa girdim ve Allah'ı hatırladım; bana uyku ihsan eylesin diye.
Uyumazsam çok kötü olacaktı; hemen uyumalı idim. Bunun için de uykuya en elverişli durum ve şartları gözetmem gerekti: Midemi gözeterek sol yanıma uzanmış ve heyecanımı yatıştıracak bir konu armaya başlamıştım. Çok geçmeden kalbimin de sol yanda olduğunu hatırladım, sağa döndüm. Bedenim böyle daha rahattı, ama kafamda bir eksiklik var gibiydi: Kafam gözlüğünü unutmuş, biri iyice miyop, öteki iyice hipermetrop bir çift göz gibi, utangaç bir panik içindeydi... evet, kafam.
Ve, kafam kendi kendini zorladı, sebebi buldu: Sol yana yatarken çevirdiği film kopmuştu. Ekledi:
Film bir tabiat manzarası idi ve bu benim eski bir yöntemimdi: Uykunun altın olduğu askerlik günlerinde onun sâyesinde pek iyi sonuçlar elde etmiştim; on dakikalık molalarda bile mışıl mışıl uyurdum. Rastgele bir yere şöyle uzanıverir, doğduğum kasabayı, bu kasabadaki kocaman çınarlı bir tepeyi düşünür, ovanın bu tepeden görünüşünü düşünür, böylece de sinirlerim gevşemiş, rahat ve mahzun, dalar giderdim.
Bu bir kanundu; çünkü her denenişinde ayni sonucu verirdi. Ama işte şimdi iflas ediyordu; işe yaramıyordu:
Eskiden ve bütün hallerde orayı düşünmek yeterdi bana. Şimdi ise o çocukluk kasabamda olmak istiyor, başka hiç bir şeyi değil, ancak ve yalnız bunu istiyordum.
Durum böyle olunca da, bu kalleş sıla özlemini söküp atmaktan başka yol yoktu; ben de böyle yaptım. Böyle yaptım ama, ufukta uykuya benzer, hattâ uyku habercisi bir şey görünmüyordu; ufuk bile görünmüyordu: Ufuk, bir toz duman ardında, atomik bir hızla kaynaşan öfkeler, kızgınlıklar, kırgınlıklar, hoşlanışlar, tiksintiler, umutlar, umutsuzluklar, sevgiler ve acılar ardında eriyip gitmişti.
Beni çileden çıkarabilirdi bu: Yeniden sol yanıma döndüm. Ve bütün bu yüzleri, bu anışları, bu düşünceleri sağ yanımda bırakayım dedim... bırakırım umdum. Ne çare ki, bunların pek çoğu da benimle birlikte sola üşüştüler. Ben de , o zaman, bir hiç değilse yarım sigara içmenin iyi olup olmayacağını düşünmeye başladım. Bu arada aklıma içtiğim sigaraların sayısını bulmak sevdası düştü: uzun uzun uğraştıktan sonra, ikindiden bu yana içtiklerimin sayısını tam ve kesin olarak bilmek zorunda olduğumu anladım; yoksa içim bir de bu yüzden mıncıklanıp duracaktı.
Bir paket bitmişti. Bunu biliyordum. İkinci de ne kadar kaldığını, yâni ne kadarını içtiğimi anlamak için kalktım, ışığı yaktım: Pakette sekiz sigara vardı. Demek ikindiden bu yana otuz iki sigara içmişim. Elimde olmadan, "patla" dedim. Sonra da, avunayım diye, bir sürüsü otlakçılara gitmiştir diye düşündüm. Ama, aksine, aklıma hep arkadaşlardan içtiklerim geliyordu.
Bu işde bir çıkar yol göremeyince yatmaya karar verdim. Masadan kalkarken gözüm yine sigara paketine takıldı ve ben, sigaraları lâf olsun diye bir daha sayınca, yedi tane olduklarını gördüm. Şaşılacak bir şeydi bu; çünkü, daha az önce sekiz saymıştım. Allah, Allah diyerek sigaramdan derin bir nefes daha çektim ve saate baktım: Akreple yelkovan, sarmaş dolaş, tek çizgi! Telâşlandım, sigarayı, ışığı söndürdüm. En geç yarım saate kadar uyumalı idim. Uyuyamazsam çok kötü olacaktı.
Yatağa girerken, bir dergide okuduğum "sayı sayma usûlü"nü denemeye karar vermiş bulunuyordum. Bunu şimdiye kadar hiç yapmamıştım; ama yazarın uyku tutmayanlara hararetle tavsiye ettiğini iyice hatırlıyordum.
Bu sisteme göre, sayılar yüzden başlanarak aşağıya doğru sayılacaktı. Ben, daha sağlama gitmek için, beş yüzden başlamaya karar verdim ve derhal işe giriştim:
Beşyüz, dört yüz doksan dokuz.... dört yüz doksan sekiz...
Aman ne güzel! Ben daha iki yüze inmeden, daha iki yüz elli bir demeden kafama hoş bir tenhalık gelmeye başladı ve ben yumuşacık bir hazla, anamdan ninni söyler gibi, sürdürdüm saymayı:
İki yüz yirmi iki... iki yüz yirmi bir... iki yüz yirmi... iki yüz yirmi... iki yüz yirmi... bozuk bir plâk gibi... iki yüz yirmi... ve ben, ne güzel... enfess.... mükemmel derken, iki yüz yirmi... çünkü iki yüz yirmi... lira benim... iki yüz yirmi-.
İğneyi plâğın çızığından kurtarabiliyorum. Çok şükür diyeceğim; ama içime, belli belirsiz de olsa bir tedirginlik gölgesi düşmüş gibi: Hızlı hızlı saymaya koyuluyorum; şükretmeye bile vakit kalmamalı; hattâ şükretmeyi düşünmemeliydim bile:
İki yüz on yedi... iki yüz on altı... iki yüz on beş... işler düzelir gibi oluyor.
Yüz iki... yüz bir... burnun içini gıcıklayan derin nefesler... beyninde her şeyin dibe, derinlere, el değmedik, gün düşmedik kuytulara doğru çekilişi... ağır ağır.
Seksen bir... seksen... yetmiş dokuz... derken... imkân yok, yetmiş sekiz'i geçemedim. Nasıl çiğner geçersin kardeşim, nasıl?
Yetmiş sekiz benim okuldaki numaramdı:
Yetmiş sekiz, on iki ile on beş yaş arasındaki çocuktur. İldeki okulda geçen üç kıştır. Biri şair, biri milli futbolcu, biri pilot, biri cumhurbaşkanı yapan dört aşktır. Kasabadan, sokak arkadaşlarından, evden üç defa ayrılış, üç defa anaya dönüştür. Mektuplar, sınavlar, "geçtim" diye şarkı söyleyen telgraflardır, babaya. Yetmiş sekiz...
Attığım gibi yorgana tekmeyi, yataktan fırladım; ışığı yaktım, iki tane de sigara yaktım: Uykuymuş, uyumakmış, yarınmış, sağlam vücut, sağlam kafa teorisiymiş ve bütün teorilermiş; artık bana vız geliyordu... hepsi de. Saate benden başka kim bakarsa baksın, iki otuz beş derdi, ama ben, inadıma hiç bir şey demiyordum. Demiyecektim de.
Yarın, yarın diye sayıklayıp durmuştum; işte yarının eşiğinde idim ve nerdeyse tanyeri ağaracaktı... ağaracaktı da ne olacaktı? Yarın, öbür gün, bir yıl beş yıl ne imiş? Bütün mesele yetmiş sekiz'de. Yetmiş sekiz nerede?
Yetmiş sekiz, iki yüz lira aylıklı, aşçıya, bakkala borçlu; tek kat elbiseli, pençesi delik papuçlu ve... aşksız, arkadaşsız bir gazete musahhihi olmak için var olmuştu?
Umutların, hayallerin, projelerin -yedi rengi bin bir birleşim ile- ışıl ışıl aydınlattığı gelecek yılların billurları, içlerinden böyle soluk benizli, ezik ve horlanmış yarınlar çıksın diye mi yetmiş sekiz'in rüyalarına sıra sıra dizilmişti?
Yetmiş sekiz sigaram olmayışına lânet okuya okuya bütün sigaralarımı içtim, bitirdim; sonra da, uykuysa, uyumak bir mârifetse, al uykuyu diyerek akşama kadar uyudum.
(Yarın Diye Bir Şey Yoktur, 1979)
Çeşitli türlerdeki eserlerinin üslûplarında yer yer benzerlik bulunmasına karşılık, konularda, duygu ve düşüncelerde, çeşitlilik de, Tarık Buğra roman ve hikâyelerinin özellikleri arasındadır. Gerçekçilikten, fertçilikten, hayali, toplumcu, mizahi ve belgesel’e kadar değişik konu ve temaları işlemektedir.
Tarık Buğra, zaman zaman Tanpınar’ın hikâyelerini andıracak tarzda, konulu eserlerine bir “felsefi bakış”la girer. Bu bakış, çok zaman kırgın, ümitsiz, karamsar olmakla birlikte, insandaki ve insanlıktaki ölümsüz değerleri de arayıp bulmaya çalışmaktadır. Nitekim ahlâklı ve üstün değerlerle donatarak ortaya koyduğu kendi kahramanlarına özel sevgisi sezilmektedir. Gerçekten kahramanlrı ile içli dışlıdır, onlardan kimisini tercih etmekte, kimisine öfke ve nefretini yağdırmaktadır.
Bunun sonucu olarak, Tarık Buğra’nın kişilerini ak ve kara, iyi ve kötü diye ayırmak mümkün oluyor. Meselâ Küçük Ağa, Çolak Salih, (Dönemeçte) Handan, İbişin Rüyası’nda Hatice, içlerinde bazı çatışmalar bulunmakla birlikte, yazarın sevdiği iyi, olumlu tiplerdir. Gençliğim Eyvah’taki “İhtiyar”, Dönemeç’teki Eczacı Celal vs. kesin hatlarla fenalık timsali kötü adamlardır. Bunlar arasında, destan kahramanı gibi anılanlar, iyide veya kötüde olağanüstü vasıflar taşıyan “sembol tipler” de bulunmaktadır.
Ahmet Kabaklı
(Türk Edebiyatı, c.5, 2002)
Onun ilk hikâye kitaplarındaki parçaları başlıca üç grupta gözden geçirebiliriz: 1.konularını taşra hayatından alanlar, 2.orta halli âilenin sorunlarını dile getirenler, 3.aşka susamış gençlerin tutkulu saplantılarından bahsedenler.
Tarık Buğra'nın daha çok son iki gruptaki konulara yöneldiğini söyleyebiliriz: aşk, yalnızlık, zaman çenberi içinde verilen ve kendi kaderi üzerinde düşünen insan. Onun ancak son gruptaki hikâyelerinde kendini bulabildiği, kılı kırk yararcasına derinliğine işliyen çözümleyici bir telâşla bu hikâyelerini yazdığı iyice beliriyor. Ayrıca onun romana doğru yönelen sanatının gelecekte hangi unsurlarla gelişeceği de bu hikâyelerinden anlaşılıyordu.
Taşra yaşayışından bahseden hikâyeleri de "Bacanak", bizde görülen Hikâyelerden başkadır. Gerçekçi öncüler, Anadolu'yu anlatan hikâyelerinde, hemen daima toplumun ve onun sorunlarının gözlem yolu ile tasvirine, törenin ve yerli rengin ayrıntılarına yöneliyorlardı. Tarık Buğra ise, "Bacanak" hikâyesinde, bir toplum sorununu, bireysel ahlâk yönünden, Maupassant'vari bir açıdan, miras karşısında köylünün davranışlarındaki temel motifi vermeğe çalışarak anlatıyor. İddiasız, dâvasız, eski geleneklerin, törelerin, taş kesilmiş anlayışların verdiği "anonim ruha" işlemeğe ve bu ruhu değerlendirmeğe çalışıyor. İlk kitabında "Havuçlu Pilav Meselesi", "Buhran" ve "Ömer" hikâyeleri, taşkın mizaçlı yeni evlilerin ilk aylarındaki çekişmelerini, gözlemci gerçekçilere has bir hava içinde verebiliyor. Bir kitap içinde çeşitli havada Hikâyeler bunlar. Bunlar aslında, onun, bir hikâyeci ve romancı olarak yolunu aradığını, önünde açılan anlatım tekniklerinin hepsinde başarılı olabileceğini gösteren denemelerdi.
Tarık Buğra, dil anlayışında olduğu kadar hikâye anlayışında da edebiyatımızın gidişinden kopmadı. Başı ve sonu belli, büyük değişiklikler peşinde koşmıyan bir kişiliği geliştirdi. Çözümleyici bir anlatıma dayanan hikâyeanlayışına aykırı düşecek denemelere girişmedi. Hikâyelerinin başında, dış olaylardan, gözlenmiş yaşantılardan çıksa bile, bunları hızlı bir anlatım temposuna sokmadan, hareketlere bağlı olarak içte zincirlenen gelişmelere geçiyordu. Toplumdaki büyük sorunlara değil, kişilerinin yaşamalarındaki düzensizliklere, uygunsuzluklardan gelen dertlere, sosyal adâletsizliklere değil, kişiler arasındaki ruhî zıtlaşmalara, bulunmuş ve yitirilmiş mutlulukların peşine düşeceklerine birbirlerine karşı horozlanan insanların yarattıkları bir keşmekeşin üzerine eğiliyordu.
Birinci kitabındaki temalar ikinci kitabında da sürüyor ve yerleşiyor. "Yarın Diye Bir Şey Yoktur" (1952) hikâyesinde zaman içinde varlığının bilincini arıyan insanın ruh hâli üzerinde duruluyor. Hareketleri ve kişilikleri sınırlı, çevresinden kopmuş, yalnız içindeki gerçeğin, zaman ve mekândaki idrâkin oluşumuna yönelmiş insanın psikolojisini anlatıyor. Yeni hikâyenin başlıca unsurları küçük adamın günlük yaşayışının gözlem ve tasvirinden çıkarılmakta idi. Kabataslak da olsa geniş bir alana yayılmış insanların kalabalığı dış çizgilerile tasvir ediliyordu. Yeni Hikâye, bütün genişliği ile şimdiye kadar edebiyatımızın dışında kalmış çevrelere ve insanlara doğru genişliyordu. Tarık Buğra ise küçük adamın çevreden ayrılmış, çağımıza has renkler ve sorunlardan uzaklaşmış, "yalnızlık içinde sivrilen kişisel psikolojisini" işlemeğe çalışıyor. Ama arada sırada bir başka Hikâyeye, yaşanmış gerçeklere de yöneliyor ("887956 nın Sıfırı").
Onun hikâyeleri, kendi mizacına ve hikâyeanlayışına uygun olanların dışında, oldukça çeşitlilik gösteriyor. Mark Twain'vari mizah hikâyelerinin yanında, gözler yaşartan aşk hikâyeleri, gerçekçi gözlemlerden çıkarılmış hikâyeler... Anadolu kasabalarında geçen günler, fakir üniversitelinin yaşayışı, toplum düzeninin dengesizliği üzerine Hikâyeler. Ama hepsinde toplum çevresi, hareket gibi unsurlardan çok psikolojinin ön plâna geçtiğini görüyoruz.
Tarık Buğra, konularında direnmiyor, ama kişileri yine de sınırlı kalıyor. Her hikâyesinde bu belli kişi kadrosunu kullanıyor. Bütün bunları aşan bir özelliği ise, kişilerini tabiat ve toplumun dar bir çevresine bağlamak, onları bu yoldan belirlemek istemeyişidir. Her yerde, her zaman, aynı duyguları duyabilecek, aynı düşünceleri ve düşleri kurabilecek üstün nitelikteki kişilere yöneliyor. Aydın, daha çok artist mizaçlı, hareket ve işten çok düşlere ve düşüncelere eğilimli bir gencin hayatı, aşkı, dünya görüşü ve anlayışı hikâyelerinin başlıca temasıdır.
Tahir Alangu
(Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman-3, 1965)