Hikâye ve roman yazarı (D. 30 Eylül 1936, İstanbul - Ö. 22 Kasım 1976, İstanbul). Annesi aslen Alman kökenli olan Aliye Hanım, babası bürokrat Mithat Yenen’dir. Hukukçu, yazar ve devlet adamı Mümtaz Soysal’ın eşiydi. Babasının görevi nedeniyle çocukluğu ile gençliğini ve daha sonra eşi Mümtaz Soysal’ın görevleri gereği yaşamının büyük bir bölümünü Ankara’da geçirdi. Ankara Kız Lisesini (1952) bitirdi, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Klasik Arkeoloji Bölümünde bir süre okuduktan sonra Almanya’da Göttingen Üniversitesinde arkeoloji ve tiyatro öğrenimi gördü (1956-57). Türkiye’ye döndükten sonra Alman Kültür Merkezi ve Ankara Radyosunda (1960-61) çalıştı. Bir süre Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümüne devam etti.
12 Mart
1971 askeri müdahalesi gerçekleştiğinde TRT’de program uzmanı olarak görev
yapıyordu. Kadın-erkek ilişkileri ve evlilik temasını işlediği ilk romanı Yürümek
nedeniyle “müstehcenlik” suçlamasıyla yargılandı ve TRT’den ayrıldı. Pek
çok aydın ve yazar gibi o da herhangi bir neden gösterilmeksizin tutuklandı.
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’ndaki zorunlu sekiz ay ikâmetinden ardarda
yazdığı roman, hikâye ve anı kitaplarıyla döndü. Daha sonra yine bir kitabından
dolayı bir yıl hüküm giydi. Adana’da dört ay sürgün hayatı yaşadı (1972). Politika
gazetesinde köşe yazarlığı yaptı.
Yazı ve
kitaplarını yazar Özdemir Nutku’yla evliyken Sevgi Nutku, yönetmen Başar
Sabuncu ile evliyken Sevgi Sabuncu, son olarak siyasetçi Mümtaz Soysal ile
evliyken Sevgi Soysal imzalarıyla yayımladı. İlk eşi Özdemir Nutku’dan bir
oğlu, üçüncü eşi M. Soysal’dan iki kızı oldu. Londra’da meme kanser tedavisi
gördü, ancak iyileşemedi, İstanbul’a döndüğünün ertesi günü öldü ve
Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi.
İlk
öyküleri 1960’tan itibaren Dost, Yelken, Ataç, Yeditepe, Değişim dergilerinde,
1965’ten sonra Dost, Papirüs ve Yeni Dergi’de yayımlandı. İlk
dönem öykülerinde bireysel sorunları, sonraki öykü ve romanlarında toplumsal
sorunları ele aldı. Ahmet Oktay’ın ifadesiyle “Duygusal, romantik ve
Kafkaesk bir söylemden siyasal ve sorgulayıcı bir söyleme geçti.” İlk öykü
kitabı Tutkulu Perçem’de ve on dört öyküden oluşan Tante Rosa’da
bunalımı, tedirginliği, karamsarlığı, yabancılaşmayı, kadın özgürlüğünü işledi.
B. Necatigil, Tante Rosa için “romantik ironisi, şiirli, nükteli, yer yer
grotesk anlatımıyla hikâyeciliğimizin özel başarılarından biridir” diye
yazdı.
Romanlarında
halkın ve aydınların toplumsal, siyasal gelişmeler içindeki yerlerini, öğrenci
ve gençlik hareketlerini, siyasal kovuşturmaları, hapishane, sürgün yaşamı ve
işkenceyi anlattı. Eserlerinde ince alay, açıksözlü bir anlatım ve sosyal adalet
tutkusu kendisine özgün bir yazarlık kişiliği kazandırdı. İlk romanı Yürümek
ile TRT 1970 Sanat Ödülleri Yarışmasında Başarı Ödülünü aldı. Yenişehir’de
Bir Öğle Vakti ile 1974 Orhan Kemal Roman Armağanını kazandı. Ankara Meydan
Sahnesi’nde H. Dormen’in yönettiği “Zafer Madalyası” oyununda rol aldı.
Kitapları, Bilgi Yayınevince 8 cilt halinde ve daha sonra da İletişim
Yayınlarınca (2002) basıldı. Işıl Özgentürk Tante Rosa’nın “Seni
Seviyorum Rosa” adıyla senaryosunu yazıp filme çekti (1991).
“Yapıtlarında
yalnızca kadın duyarlılığını yansıtmakla yetinen kimi kadın yazarların aksine,
Soysal bu döngüyü kırmayı (ve) kadın sorununu da çok yetkin bir biçimde
işlemekle birlikte, ‘kadın yazar’ deyiminin ötesin(e) geçmeyi başarır.” (Murat
Belge)
“Sevgi
Soysal’ın hayat çizgisiyle yazarlık çizgisi birbirine paralel olarak yürür.
Biri ötekinden ayrılamaz ya da soyutlanamaz. Hayatı ne oranda, ne yönde, nasıl
değişmişse sanatı da aynı gelişimini sürdürmüştür. Bu yargı Sevgi Soysal’ın
otobiyografiye kapandığını göstermez, tersine, önce de söylediğim gibi,
otobiyografik öğelerin öykü ya da roman gerçeğine dönüştürülmesi gibi bir
ustalığı getirir.” (Atilla Özkırımlı)
“Sevgi
Soysal’ın benim için en önemli özelliği, gerek özel yaşamında gerek edebiyatında
yol almaktan korkmaması. “Benim için” diyorum çünkü Sevgi Soysal, her has yazar
gibi farklı açılardan incelenebilir ama ister mapushane koğuşlarını, hastane
odalarını, ister kent sokaklarını dolaşın, görüntüleri saptayan göz aynıdır:
Size beylik deneyimleri özgünmüş gibi göstermeye kalkışmayan, acıları
abartmayan, toplumun yaşamını yönlendirmeye heveslenen resmi kurumların
hepsiyle dalga geçen, ara sıra kendine de bıyık altından gülen zeki bir yazarın
gözü ve ironik yaklaşımı. (…)
“Kahramanlarını
yargılamaz; okuru sarsmak değil sarsalamak ya da silkelemek derdindedir. Doğru
varsayılan her şeyden kuşku duymanız adına yüksek sesle sorular sorar, yanıt yetiştirmeye
çabalamaz. (…)
“Yol
almak, düz bir çizgide adım atmak değildir Sevgi Soysal için; dönüşmek, yenilenmek,
bu uğurda hırpalanmaktır.” (Tomris Uyar)
“Kitapları
genellikle yaşadığı karmaşık dönemi yansıtan ve bir anlamda kendisiyle birlikte
büyüyen ve gelişen kitaplardı. Her biri bir mercek altına yatırıldığında, dönemin
bütün sıkıntıları, haksızlıkları, ara rejim bunalımları ve çarpıklığı bir bütün
olarak karşımıza çıkar. Sevgi Soysal, belki de o dönemin, yani 12 Mart
döneminin yarattığı en çarpıcı ve özgün yazarların başında gelmektedir. Bu
özgünlüğü, olaylara kendi öznelliğini koymadan, dışarıdan bir gözle toplumsal
olayları irdeleyebilmesidir. İlk kitabı “Tutkulu Perçem”den, bitirmediği son
kitabı “Hoş Geldin Ölüm”e kadar hepsi dönemin izlerini taşır. Tutkulu Perçem ne
kadar bir bunalım edebiyatına yakın ortaya çıktıysa, Hoş Geldin Ölüm de daha
başlangıcından itibaren toplumsal bunalımın ipuçlarını vermektedir. Bir tek
Tante Rosa bu anlatımın dışında kalmıştır. (…)
“Tante
Rosa, Sevgi Soysal’ın sanata en çok yaklaştığı, sanatsal kaygısını ön planda
tuttuğu kitap olarak ayrı bir önem taşımaktadır. Daha sonra yazdığı
kitaplarında Soysal, toplumsal olayların da etkisiyle daha didaktik ve gerçeğe
bağlı yazma yolunu seçmiş, “Şafak” adlı romanında da zirveye çıkmıştır.” (Mümtaz İdil)
“Sevgi
Soysal, Türk edebiyatına, hikâyeleri ve romanlarıyla, alışılmamış, yepyeni bir
kadın tipi armağan eden, ilk değilse bile, en başarılı sanatçıdır. Onun
eserlerin de, Halide Edib’le başlayan kadın duygusallığının, etinin teninin
tutsaklığında eriyen, ama ruhunu, kişiliğini koruma yolunda savaş veren
romantik kadın tipini gerilerde bırakıyoruz.” (Vedat Günyol)
ESERLERİ:
Hikâye: Tutkulu
Perçem (Sevgi Nutku adıyla, 1962), Tante Rosa (Sevgi Sabuncu adıyla,
1968; Aliye Yenen çevirisi ve Selçuk Demirel’in çizimleriyle Almanya’da 1981),
Barış Adlı Çocuk (1976).
Roman: Yürümek (Sevgi
Sabuncu adıyla, 1970), Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (1973), Şafak (1975),
Hoşgeldin Ölüm (bitmemiş son romanı, ilk hikâye kitabı Tutkulu Perçem’le
birlikte, 1980).
Anı: Yıldırım Bölge
Kadınlar Koğuşu (1976).
Fıkra: Bakmak (1977).
Çeviri: Mezar
Bekçisi (F. Kafka’dan, 1966), Godot Geldi (M. Bulataviç’ten, 1969), Beş
Paralık Roman (B. Brecht’ten, 1972).
KAYNAKÇA: Vedat Günyol / Sevgi Sabuncu ve
Erkek Dünyası (Yeni Ufuklar, Mayıs 1971) - Çalakalem (1977, s. 155-167), İhsan
Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001,
2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas.
2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) -
Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Atilla Özkırımlı / “Tutuklu
Perçem’den Şafak’a Sevgi Soysal’ın Yazarlık Çizgisi” Sevgi Soysal’ın Tante Rosa
içinde (1996) – Türk Edebiyatı Ansiklopedisi (1982), Mustafa Arslantunalı / En
Sondaki Fakir Uyak (Virgül, 2000), A. Ömer Türkeş / Sevgi Soysal: Edebiyatta
Arayışın Adı - (Radikal Kitap, 26.11.2002), Erdal Doğan / Sevgi Soysal/Yaşasaydı
Aşık Olurdum (2003), Tomris Uyar /
Bitmeyen Bir Devinim (Virgül, Şubat 2003).
Bütün kızlar, şampanya adını duymuş bütün
sıradan kızlar, sevgili bir erkeğin kendilerine pembe şampanya ısmarlamasını
düşünmüşlerdir. Gümüş kova içinde, buzlar arasında pembe şampanya, sonra belki
de kuş cıvıltıları. Başlarına tuğla düşmemiş bütün kızlar. Tuğla düşene kadar.
Tuğla düşünce, tek düşünce ölmemek olur, yaşamak olur elbet.
Şampanya gibi usul usul, kibar kibar, kabardı erkek.
-Ev tuttun ha?
-Bir tane sana, bir tane de bana, dedi kadın, şampanya yudumlarcasına, yumuşak.
Adam şampanyalıktan çıktı. Sanki ilk tuğlayı başına yemiş. Masanın çevresinde eşindi, eşindi. Aynı köpekler gibi. Gezmeğe götürüleceğini sezen köpekler gibi. Ve sevinçle, hayır kederle havladı.
-Delisin sen!
-Dönüp durma masanın çevresinde, midem bulanıyor, dedi kadın.
Sanki alışmadığı, o eski aptal düşlerin şampanyasından sarhoş.
Adam bir tuğla gibi düştü ayaklarına, başına eskilerden düşen tuğla gibi.
-Ben sensiz yaşayamam.
Beklenmedik anda birinin başına bir şey düşse, bu tuğla da olsa, güler insan. Hatırladı, güldü kadın; kendi başına düşen tuğlayı bir kez daha seyretti. Adam kalktı, sarı bir yüzle. Ağlıyor, aman, eski şampanya köpükleri ve kuş cıvıltıları gibi, kilisede evlenen bir çifti kutlayan bir rahip gibi, yüznumara duvarına çizilmiş ayıp resimler gibi, ağaçlara oyulmuş kalpler, sevgili adları gibi. Bütün bu görüntülerin bir yerlerinde ağlayan bir erkek vardır. Gevşemeyecekti kadın.
Hangi kadın erkek gözyaşlarıyla gevşememiştir? Hangi çılgın kadın? Şaşarım. Bendimi çiğner taşarım. Hangi çılgın gevşemelere zincir vuracakmış şaşarım. Tuğladan, önceki aptallıkla geviş getirecekti; görüntüyü, o bütün aptal kadınlara gözyaşı döktüren görüntüyü kaçırdı. Katı, kaskatı kaldı. Hiç şampanya içmemiş kadar katı. Bu kötü romanı, bu kötü filmi göremedi, gözleri yaşaramadı. Şimdi bir tuğlanın zamanıdır. Şimdi yeniden ölmenin. Adam kadında şampanyanın, kilisede evlenen sevgili görüntüsünün getirebileceği gevşekliği arandı. Ellerini tuttu kadının. İşte şimdi bütün apartmanlar yıkılsın üstüne, belki, ancak o zaman ölünebilir. Yok şu sırada aşk sahneleri oynamak, en sıradan kızların şampanyalı düşlerinde bile yok. Erkek bu sahneleri çok oynamış. Erkekler, aptal kadın seyircileri bolluğu yüzünden pek gelişemezler. Erkek rahat, apartmanın yıkıldığını göremedi. Bir yağmur yağdı sanıyor, ateşte süt taştı; bir bardakçık, ucuz bir bardakçık kırıldı, o kadar. Kadın ellerini çekmedi falan. Şimdi konuyu el tutmaya, tutmamaya getirmedik, bir cümle fazla konuşmak, taşların biraz daha öldürücü olması, yaralardan biraz daha çok kan akması, mezarların açılıp ölülerin bir kez daha yıkanması olacak. Apartmanın altında kalmak olacak. Dikine baktı adamın gözlerine.
-Yarın taşınıyoruz. Bir kamyonet tuttum. Bütün eşyaları yükleriz. Sen kendi evine, ben kendi...
İşte şimdi her şey eskisi gibi. Erkek inandırıcı hıçkırıklarla ağlıyor, kadının da gözleri yaşlı. Otursalar, birbirlerine yeni bir aşk mektubu yazsalar. Sonra da gidip belediyeye çöpçü yazılsalar. Kadın silkindi. Bir şarkı mırıldandı. Bir çocuk şarkısı:
-"Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine."
-Ben sensiz yapamam.
-Bunu söylemiştin. Yeni bir şey de söyleme. Yeni bir şampanya patlatma. Kadın kulaklarını tıkadı. Tıkamasa şampanya kulaklarından taşacak. Tavanın bir yerlerinde duvar inceden çatladı. Çatlak hızla büyüdü, büyüdü, büyüdükçe genişledi. Bir örümcek ağı gibi apartmanı sardı. Çatlaklardan şampanyalar aktı.
-Evimizin eşyalarını da yeni tamamlamıştık, dedi adam. Kadın ilk kez merakla baktı. Erkeğin gözleri çocuk gözleri gibi apaçık. Eşyalarda geziniyor. Bilyalara bakıyor. Bilyalarını sayıyor. Benim bilyalarım. Benim sarı, benim kırmızı, benim yuvarlak bilyalarım. Buna gülünür mü? Buna şefkat mi duyulur? Peki ya ne zaman gülünür? Ne zaman katılınır? Elinin tersiyle apartmanlara vurdu kadın. Apartman gümbürtüyle yıkıldı. Gümbürtü gömdü kahkahasını.
-Yeni tuttuğum evler bundan küçük. Eşyalar iki evi idare eder.
-Yine de ikimize yetmez, yani az eşyamız olur.
-Yeter, dedi kadın. İstersen sayalım eşyalarımızı.
Apartman yıkıntıları arasından bir inilti duydu kadın. Bir köpek yavrusu belki, ya da bir çocuk, üzüldü bir an. Erkek rahatlamış. Fırladı yerden, bir tuğla gibi düştüğü yerden. Gözyaşları kuruyalı yıllar geçmiş. Yeni bir şampanya açmak gereksiz bir masraf olur şimdi.
-Bu resmi ben alırım, dedi adam. Düşünür gibi yaptı kadın.
-Olur.
-Öteki de senin olur.
Bilyaları ayırmağa başladılar. Bu sana, bu bana.
-Bu halı ne olacak peki? Düğünümüzde dayım getirmemiş miydi onu? Kadın mantarı patlatarak fışkırdı şişeden.
-Herkes kendi soy sopunun getirdiği düğün hediyesini ayırsın önce.
Adam yadırgamadı bu sözü. Öylesine bilyacıklarına dalmış.
-Kütüphaneleri, koltukları, hani ben yaptırmıştım ya, evlenmeden önce hani.
-Yatak odasını da babam yaptırmıştı ya hani.
-Ben yerde mi yatacağım, yani?
-Herkes kendi yatağını, yorganını alsın.
-Yemek masasını sen almıştın.
-İki iskemlesi senin olsun.
-Teyp, plâklar? Beni oyalarlar diye düşünüyorum.
-Radyoyu niçin sattın? Onlan da ben oyalanırdım.
-Bu dolabını sen al. Çocuk sende.
-Havagazı fırın ne olacak?
-Gel tabakları, çatalları ayıralım.
-Bu benim.
-Bunu sen al.
-Bunu sen al.
-Ölümü gör sen al.
-And verdim sen al.
Al sana, al sana diye vururdu kabahat yapınca büyükler. Tokatı nasıl almalı?
-Peki alırım.
-Alırım peki.
Şimdi sıradan kızların gözlerindeki yaşları kurudu. Şimdi sıradan kızlar çok eğleniyorlar.
-Kitapları indirelim.
Kitapları, tencereleri, evdeki bütün ıvırzıvırı halının ortasına döktüler.
-Bu kitap benim.
-Bu tencere hatıradır bana.
-Sen anlamazsın o kitabın dilinden.
-Sana tava dokunur.
-Bana gerekli, el kitabım.
-Elimin altında bir tava bulunmalı.
-Ya bu kitap, ya halı.
-Halı.
-Kitap bende kaldı tamam mı?
-Hepsinin üstünde benim adım yazılı.
-Birinci sayfaları koparırım.
-Yırtma!
-Halıyı kirletme!
-Yırtacağım.
-Bunlarsız yazamam.
-Yazma!
Erkek bilyaları cebine doldurdu. Çok şişti mi cebim diye baktı.
Çelme atıp kaçacak.
-ayrılmayı isteyen sensin. Ben ikimizin malı diyerek.
-Her şey ikimizin.
-Bu kitap benim ama.
Bir tuğla, bir tuğla üstüste, bina büyüyecek yeniden.
Kadın ayaklarıyla itti kitapları. Adam kitapların ortasında, ayakta. Kadın buldozerle yürüdü binanın üstüne.
Adam eşyaların ortasında, dimdik bunu hiçbir buldozer yıkamaz. Bu binanın önünden geçip gidivermeli, sokaklardan birine sapıvermeli.
Eşyalar, binalar, buldozerler, karşıda; daha güçlü, bir kadından, bir erkekten her zaman daha güçlü; eşyalar. Kadın çöktü yere, çevresine bakındı. O hiç bitmeyen aptallıkların şampanya kovasını buldu yalnız. Kovayı başına geçirdi. Sineklerin işediği perdelere, analarıyla yuvalarına dükkân dükkân perdelik kumaş arayan kızlara, mutfak eşyalarına, ucuz yüz görümlüğü düşürmeye çalışan kaynanalara, evli misiniz diye soran ev sahiplerine , kontratlara, ütülü çamaşır sepetlerine "şampanya adını duymuş bütün kızlara" nanik yaptı.
(1969)
(*) Sevgi Soysal, Barış Adlı Çocuk, Bilgi Yayınevi, Ankara 1980, ss: 13-20
Sevgi’yle
arkadaşlığımız bölük pörçük, ta Tante
Rosa – Cumartesi Yalnızlığı günlerinden, erken ölüme kadar sürdü. Ne kadar
zor Sevgi’den söz açmak! Nasıl bir insandı? Alaycı, mağrur, snop... yoksa,
delişmen, sevgicil, alabildiğine yakın... Kuşkusuz hem o, hem öbürü. Hiçbir
şeyi umursamayan; her şeyi ciddiye alan... Dış dünyaya uçsuz bucaksız açık;
kimselere belli etmeyecek kadar içe kapanık...
Sevgi’yi
Ankara’da İlhan Berk’in evinde tanımıştım. Uzun boylu, hoş, güzel bir genç kadındı.
Tante Rosa’da yer alan incelikli
öykülerini aylar boyu Dost dergisinde okumuştum. Ona, yine İlhan Berk
aracılığıyla Cumartesi Yalnızlığı’nı
göndermiştim. Her şeye karşı omuz silken, bir tavrı vardı.
—Ödüllere
katılmalı. Eleştirmenlere boynu bükük görünmedin mi olmaz, diyor, kahkahayı
basıyordu. Küçük adamlar bunlar, hoşlanırlar böyle şeylerden.
Sevgi
Ankara Radyosu’nda çalışıyordu. Bir başka yolculukta telefon etmiştim. Sesimden
beni tanıyacağını sanmıyordum. Ama hemen çıkardı.
—Nasıl
tanıdın?
—Sesleri
hiç karıştırmam ben, diyordu.
Mavi
kadife koltuklu bir pastanede buluştuk. O gün bambaşka bir Sevgi Soysal’la
yüzyüze geldim. İçedönük, yorgun, usançlıydı. Edebiyatı, yazı yazmayı,
hikâyeciliği anlamsız buluyor, sanatın oluşumunda saçma’nın izlerini görüyordu
Bugün gibi hatırlıyorum, yüzü alaca ışığa bulanmış, hafifçe doğrularak:
—Bütün
bunlar niye? Neden herkes gibi değiliz? diye sormuştu.
O
an’a dek böyle bir soru hiç aklıma gelmediğinden ben de:
—Nasıl?
diye sormuştum. Nasıl herkes gibi değiliz?
İri
iri açmıştı gözlerini.
—Adam
bankada çalışıyor, radyoda çalışıyor, öğretmenlik yapıyor, bir yerde memur,
avukat, doktor, mebus... Evine dönüp hayatını yaşıyor. Sen herkesten çok
yaşamak, doludizgin yaşamak istiyorsun. Hem de içine kapanıp, masa başında yazı
yazıyorsun, roman yazıyorsun...
Büyük
aymazlıkla sözünü kesmiştim:
—Roman
mı yazıyorsun Sevgi?
—Evet.
Yürümek’i yazıyormuş. Sonra sözünün kesilmesine de omuz
silkerek devam etmişti:
—...Hem
uyumsuzsun, gelgelim sürekli bir uyum arayışı içindesin. Seni kimselerin
taktığı yok, ama sen herkesi takıyorsun, her şeyi takıyorsun. Kendi kendine
soğuk savaş...
Bu
tek kişilik soğuk savaşı saçma ve gülünç buluyordu. Sözgelimi bir dergiden
sormuşlar:
—Nasıl
hikâyeci oldunuz?
—Ne
yazayım yani şimdi ben, diyordu. Musluk bozulmuştu, tıp tıp damlıyordu.
Tamirciyi çağırdım. Şıp şıp su sesinden sinirlerim altüsttü. Adam onarırken
içeriye geçip ilk hikâyemi yazdım... Böyle mi söyleyeceğim?
Oysa
zaten öyle söylemiş, öyle de yayınlandı.
(...) Attilâ İlhan’dan Sevgi’nin hastalandığını,
ameliyat olduğunu, tanının kanserle adlandırıldığını öğrenecektim. Ameliyattan
sonra Çağdaş Sahne’de bir açıkoturumda biraraya geldik. Tıpkı mavi kadife
koltuklu pastanedeki Sevgi’yi bulmuştum karşında. Sessiz, kırgın, darmadağınık.
—İyiyim,
diyordu.
—Sonra
birden o akşam ne yapacağımı sordu. Hiçbir şey yapmayacaktım. Ankara’da bir iki
dostum vardı topu topu. Onları da ancak öteki akşamlar görebilecektim.
—Mümtaz
burada değil, evde yemek yok, dedi Sevgi. Ama bir yere gidip oturalım.
Kral
çiftliği miydi oranın adı, Altın Nal mıydı? Piknik’ten biraz daha lüks bir
lokantaya gittik. Sevgi masaya oturur oturmaz, sanki bana değil de, bilmediğim,
anlayamadığım bir ötelere bakarak:
—Biliyor
musun, dedi, bazen dokunma duyu’mu kaybediyorum. Dokunuyorum ama, dokunduğumu
algılayamıyorum. Ben çok yaşamayacağım Selim.
Allak bullak olmuştum. Yıllar önce annemin ameliyat
olduğunu, göğsünü aldıklarını, kurtulduğunu; böyle düşünmemesi gerektiğini söylemeye
çabaladım. Dinler görünüyor, gelgelelim dinlemiyordu. Usanmışçasına,
aldırışsızlığını dışavurarak:
—Neler
yazıyorsun? diye soruverdi.
—Bodrum’da
geçen bir roman yazmaya çalışıyorum.
—Yazmayı
seviyor musun?
—Seviyorum.
Sen?
—Hayat
her zaman bana daha önemli geldi. Onu da hiçbir zaman istediğim gibi
yaşayamadım. Oturaklı bir kadın olmayı isterdim; inanmayacaksın...
İnanıyordum.
Bununla birlikte inandığımı söylemeye cesaret edemeyeceğim kadar uzaktık o an.
Susarak gülümsemiştim... İşte son konuşmamızdan bende arta kalanlar. On bire
doğru lokantadan çıktık. Sevgi veda edip bir taksiye bindi. Ya da ben binmiştim
de o yürümüştü. Otele döndüm. Sonra İstanbul’a döndüm. Sonra Sevgi’nin
öleceğini haber aldım. (...)
MÜMTAZ İDİL, BİR SEVGİ SOYSAL VARDI, YAŞASIN
EDEBİYAT-11, EYLÜL 1998’DEN
v(...) Kitapları
genellikle yaşadığı karmaşık dönemi yansıtan ve bir anlamda kendisiyle birlikte
büyüyen ve gelişen kitaplardı. Her biri bir mercek altına yatırıldığında,
dönemin bütün sıkıntıları, haksızlıkları, ara rejim bunalımları ve çarpıklığı
bir bütün olarak karşımıza çıkar. Sevgi
Soysal, belki de o dönemin, yani 12 Mart döneminin yarattığı en çarpıcı ve
özgün yazarların başında gelmektedir. Bu özgünlüğü, olaylara kendi öznelliğini
koymadan, dışarıdan bir gözle toplumsal olayları irdeleyebilmesidir. İlk kitabı
“Tutkulu Perçem”den, bitirmediği son kitabı “Hoş Geldin Ölüm”e kadar hepsi
dönemin izlerini taşır. Tutkulu Perçem ne kadar bir bunalım edebiyatına yakın
ortaya çıktıysa, Hoş Geldin Ölüm de daha başlangıcından itibaren toplumsal
bunalımın ipuçlarını vermektedir. Bir tek Tante Rosa bu anlatımın dışında
kalmıştır.
Tante Rosa siyasi bir kimlik taşımaz, dönemin
sorunlarını yüklenmez, Sevgi Soysal’ın
kısa yaşamından kesitler sunmaz. İlk yayımlandığında da en çok eleştiriyi
“yabancı kültürden bir insanı” öykü kahramanı yapmak yönünden almıştır. Ama Sevgi Soysal bu eleştiriye “Suçum belki
de onu ‘Ayşe Teyze’ye çevirmemiş olmak. Yalnız kabul etmek gerekir ki, bir Ayşe
Teyze, bir Tante Rosa malzemesiyle yazılamaz,” şeklinde yanıt vermiştir ki,
doğrudur. Tante Rosa başka bir
kimliktir, Sevgi Soysal’ın Alman
yanını yansıtmaktadır ve yazdığı diğer kitaplardan bütünüyle ayrıdır.
Anlatım tekniği açısından çok başarılı olmasına
karşın, Tante Rosa dönemin toplumsal sorunlarıyla hemen hiç ilgilenmez. Buna
biraz da öykünün Tante Rosa’yı, yani bir zamanlar yaşadığı bilinen Sevgi Soysal’ın teyzesini anlatması
neden olmuştur. Ama nereden bakılırsa bakılsın, Tante Rosa, ne Sevgi Soysal’in ilk kitabı Tutkulu
Perçem’e ne de daha sonra yazdığı eserlerine benzemektedir. Tutkulu Perçem ile
Tante Rosa arasında hiçbir benzerlik olmadığı gibi, “Barış Adlı Çocuk” adlı
kitabındaki öykülerle de uzaktan yakından bir yakınlık yoktur.
Ünlü İspanyol yazar Miguel Unamuno’nun “Tula Teyze” adlı romanı bir tutkuyu anlatır. Unamuno’nun tüm kitaplarına yayılmış
olan “tutku”, Tula Teyze kitabında da kendini gösterir. Konu olarak bir
benzerlik taşımamakla birlikte Tula Teyze ile Tante Teyze sanki bir kader bağı
içindeymiş gibidirler. Ancak Sevgi
Soysal’ın Tante Rosa kitabında kendini gösteren “özgürlük” kavramı, Unamuno’nun bütün kitaplarına yayılan
tutku kavramı gibi, Soysal’ın bütün
kitaplarına aynı kuvvette yayılmıştır.
Tante Rosa, Sevgi
Soysal’ın sanata en çok yaklaştığı, sanatsal kaygısını ön planda tuttuğu
kitap olarak ayrı bir önem taşımaktadır. Daha sonra yazdığı kitaplarında Soysal, toplumsal olayların da
etkisiyle daha didaktik ve gerçeğe bağlı yazma yolunu seçmiş, “Şafak” adlı
romanında da zirveye çıkmıştır. (...)
(*) Selim İleri, Hatırlıyorum (İyi Şeyler Yayıncılık,
İstanbul 1996; S. 206 – 211).