Halit Ziya Uşaklıgil

Roman Yazarı, Yazar

Doğum
Ölüm
27 Mart, 1945

Romancı, siyaset ve devlet adamı (D. 1866, İstanbul - Ö. 27 Mart 1945, İstanbul). Uşak’ta Helvacızadeler lâkabıyla tanınan ailesi İzmir ve İstanbul’da halı ticaretiyle meşgul olmuş, sonradan Uşşakizâde adını alarak İzmir’e yerleşmişti. İstanbul Mercan’daki bir mahalle mektebinde başladığı öğrenimini Fatih Askerî Rüştiyesinde (ortaokul, 1873-78) sürdürdü. Babasının işlerinin bozulması üzerine ailesiyle birlikte İzmir’e gitti. İzmir Rüştiyesi öğrencisiyken Auguste de Jaba adlı bir avukattan Fransızca dersler aldı. Daha sonra Avusturyalı Katolik rahiplerinin yönettiği Mechitariste Misyoner Okulunda okudu. Son sınıfta iken okulu bırakıp babasının yanında çalışmaya başladı (1883). İzmir Rüştiyesinde ve Osmanlı Bankasında çalışırken İzmir İdadisinde (lise) Fransızca ve edebiyat öğretmenliği yaptı. Osmanlı Bankasında müdüriyet başkâtibi oldu. Sonra İstanbul’da Reji (Tekel) Tütün İdaresine başkâtip olarak (1891) atandı. Meşrutiyetten (1908) sonra Reji İdaresinde komiserliğe yükseldi. İstanbul Darülfünûn (Üniversite)’unda Batı Edebiyatı okuttu. Bir yıl sonra (1909) İttihad ve Terakki Partisinin önerisiyle Sultan Reşat’ın (V. Mehmet) mabeyn başkâtipliğine getirildi (1909-12). Âyân Meclisine (Senato) üye seçilmesi üzerine bu görevinden ayrıldı. Bu arada Darülfünûn’da ders vermeye devam etti. Hükümet tarafından Fransa, Almanya, ve Romanya’ya görevli olarak gönderildi. Mütareke yıllarında yeniden döndüğü Reji İdaresinin meclis başkanlığını yaptı. Cumhuriyetten sonra Yeşilköy’deki köşküne çekilerek edebiyat çalışmalarıyla meşgul oldu. Öldüğünde Bakırköy Kartaltepe Mezarlığında toprağa verildi.

Halit Ziya Uşaklıgil, Louis Figuier’nin Tabeeaux de la Nature adlı on ciltlik eserinden kısalttığı fennî makaleleri İstanbul’daki Hazine-yi Evrak dergisinde yayımladı. Aşkımın Mezarı adlı düzyazısı Tercüman-ı Hakikat’te çıktı. Arkadaşlarından Bıçakçızade Hakkı ve Tevfik Nevzad ile birlikte Nevruz (Mart 1884) adlı bir dergi çıkarmaya başladı. George Ohnet’nin Demirhane Müdürü adlı romanını çevirerek bu dergide tefrika etti. Türkçede Fransız edebiyatına dair ilk kitap olan Garp­tan Şarka Seyyale-i Edebiye: Fransız Tarih ve Nümune-i Edebiyatı adlı eserini yazdı. 1885’te Tevfik Nevzad’la birlikte Hizmet ve Âhenk gaze­telerini çıkardı. Hizmet’te sürekli olarak yayımladığı hikâye ve tiyatro ile ilgili makalelerini, Hikâye ve Temâşâ adları altında topladı. 1889’da gittiği Paris’e yönelik izlenimlerini İstanbul’­da Filip Efendi’nin çıkardığı Vakit gazetesinde ve Hizmet’te yayımladı. Yeni edebiyatçılarla birlikte Servet-i Fünun topluluğuna katıldı. Mâî ve Siyah (Mayıs 1896-Mart 1897) ile Aşk-ı Memnu (1898-1900) romanları Servet-i Fünun dergisinde tefrika edildi. 1901’de Kırık Hayatlar romanı tefrika edilirken dergi kapatılınca romanın yayımlanması yarım kaldı. Halit Ziya, 1908’e kadar yazmaya ara verdi. Bu tarihten itibaren Sabah ve Tanin gazete­lerinde, Resimli Kitap, Mehâsin, Musavver Muhit ve Servet-i Fünun dergilerinde yazdı. Son romanı olan Nesl-i Ahîr, Sabah gazetesinde tefrika edildi. Halit Ziya’nın yazarlık hayatı, araştırmacılarca üç dönemde incelenir: 1- Mehmed Halit ve Halit imzalarını kullandığı, 1893’e kadar süren hazırlık dönemi; 2- Servet-i Fünun devresini kapsayan, romanlarında teknik olarak mükemmelliğe ulaştığı olgunluk dönemi; 3- Sanat ve edebiyatla ilgili görüşlerini ve anılarını kaleme aldığı 1900’den sonraki dönemi.

Uşaklıgil, Servet-i Fünûn edebiyatının ve Cumhuriyet öncesi dönemin en güçlü romancısı kabul edildi. Romanlarında yakından tanıyıp gözlemlediği, içinde yaşadığı dönemin aydın, varlıklı çevrelerini gerçekçi bir üslûp ve psikolojik tahlillere önem vererek anlattı. Hikâyelerinde ise halktan kişileri ele aldı. Bazı eserlerini sonradan bizzat kendisi günümüz Türkçesine uyarladı. Ölümünden sonra da roman ve hikâyeleri değişik edebiyatçı ve edebiyat araştırmacıları tarafından sadeleştirilerek yeniden basıldı. O, hikâye yazarlarını üç sınıfa ayırır: Realistler (Hakikiyun), Romantikler (Hayaliyun) ve Masalcılar. Realizmden yana olduğunu açıkça ortaya koydu. Ticari romanların yanında Doğu hikâyesini, hatta Fransız olmayan Batılı hikâyeyi de reddetti. “Doğu hikâyesinin hiçbir zaman Batı hikâyelerinin Ortaçağdaki halinin ötesine geçemediğine dikkat çekmek yeterlidir. (...)  Hint, Çin gibi düşünsel yenileşmedeki ilerlemelerden pay alamayan milletler için geçerli olan garip hayali olaylar ve efsane karıştırılmış tarih derecesini geçememiştir.” der Hikâye adlı eserinde.

“Mai ve Siyah istikbale ait bir eserdir. Tarih-i edebiyatımızda yeni inkişafa başlayan bir fasl-ı cedidin, bir fecr-i nevînin birinci şulesi addolunabilir. Gerçi Tevfik Fikret, Cenab Şahabeddin, A. Nadir beyefendiler de saha-i edebiyatımızda bu yeni zemini açmak, oraya gayet kıymetdar cevher taneleri saçmak hususunda Halid Ziya Bey kadar çalıştılar; büyük himmetler, muvaffakiyetler de gösterdiler; fakat ufk-ı cedid-i edebiyatımızın zerrat-ı münevveresini teşkil eden fecr-i terakkiden doğan birinci eser Mai ve Siyah’tır.” (Fazlı Necip)

“Onu anlamak için Türk romanını sıra ile okumalıdır. Kendinden önce derli toplu bir konuşmanın bile bulunmadığı denemelerden sonra, birdenbire onun sağlam yapılı romanlarına gelince, onun edebiyatımızda nasıl bir konak olduğu görülür.’’ (Ahmet Hamdi Tanpınar)

“Halit Ziya Uşaklıgil romanlarıyla öne çıkmış olsa da, çağdaş Türk öykücülüğünün çığır açıcı yazarlarından biridir ve modern anlamda Türk öykücülüğünün temellerini atan kişidir. Aziz Efendi, Ahmet Midhat, Emin Nihad, Sami Paşazâde Sezai, Nabizâde Nazım çizgisinden sonra öykü onunla birlikte edebiyatımızda yer etmeye başlamış, bağımsız bir ruh ve kişilik kazanmıştır. Bu anlamda çağdaş öykücülüğümüzün başlangıç noktası Halit Ziya’dır. O, yazı hayatı boyunca, ‘en sevdiğim tür’ dediği öykünün nitelikli örneklerini vermiş, bu türün ülkede sevilmesinde, yaygınlık kazanmasında öncü rol oynamıştır.” (Necip Tosun)

“Kahramanlarının ihtiras ve duygularını tahlil etmeyi, onları muhitleri içinde göstermeyi esas gaye bilerek, sanatkârâne bir üslûp ile Türk dilinde hakiki batılı romanı o yarattı.” (Mehmet Kaplan)

“Bir Hikâye-i Sevda Halid Ziya Beyefendinin muvaffak olduğu eserlerden biridir. Fakat ne biçim muvaffakiyet, nerde muvaffakiyet! Böyle bir sual karşısında kalmak bir muharrir için çok zordur. Lakin ben diyeceğim ki kendisinde bu tarz-ı telakki, bu çeşit hassasiyet ve ihtiras, bu biçim düşünce oldukça Halid Ziya Beyefendi belki muvaffak olacaktır ve olmuştur; fakat hiçbir zaman bizim istediğimiz gibi değil, zira biz şiirin en keskini ve en safını istiyoruz. Biz tam bir bedi, gıll ü gışsız, sıhhatli bir bedi özlüyoruz. İstiyoruz ki bu bedi, bizim olsun, bu bedi bizim hayatımızın, bizim duygumuzun ve bizim gayemizin olsun… Fakat hiçbir zaman kupkuru hayatımız olmasın. Hayat ve sade tabiat nedir? Edebiyat için hiçbir şey, hatta zararlı bir şey…

“Şu Edebiyat-ı Cedide muharrirleri, o kendi yollarını hiç bırakmasalar daha iyi ederler. O yol dardı, bozuktu, yabancı falandı ama karanlık değildi. Hiç olmazsa lavanta ve pudra kokardı. Bu yol kâh Boğazın serin sularına çıkar, kâh bahar gülleriyle örtülü bir köşkün kapısına giderdi. Fakat şimdi, fakat Bir Hikâye-i Sevda gibi şeylerde bu yol eskisinden beter hurdahaş… Bu yolda en fena çocuk sesleri, pis kedi yavrularının gürültüleriyle karışık çıkıyor, ihtiyar bacıların komikten ziyade tatsız sesleri dişsiz kadınların peltek sözleriyle bir duyuluyor. Eski yolun o lavanta kokusu nerde?.. Bu yolu millî ve mahallî görünsün diye hacı miskiyle kokutmak istemişler, fakat aksine sarmısak kokuyor. Bu yol vakıa bizimdir ve bir şah-rah olabilir. Fakat bu muharrirler ona, şarkkâri eşyaya bakan lövantenler gibi şaşarak, gülerek bakıyorlar. Zahirde bu bakışın Eyüp mezarlıkları karşısında ölümü düşünen Loti’nin nazarından farkı yoktur. Fakat biri yabancı olmakla beraber en asil bir gözdür. Öbürü ise… Öbürü insan yavrusunu kedi eniği ile karıştıracak kadar şaşı bir bakıştır.” (Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu)

“Aşkı Memnu’nun yazarı olan Halid Ziya Uşaklıgil, Türk romanının batılılaşmasında çok önemli bir role sahiptir. Halid Ziya, ilk romanlarında romantizmin etkisiyle kahramanlarının duygularını, anlatıcının bakış açısıyla ve değerlendirmeleriyle okuyucuya yansıtmıştır. Fakat Ferdi ve Şürekası adlı romanından başlayarak daha sonraki romanlarında realist ve naturalist akımların etkisiyle gerek olay örgüsünün oluşturulması ve şahısların canlandırılmasında gerçekçi bir tutum takınarak gerekse anlatıcının değerlendirmelerini sınırlayarak gerçekçi bir yol izlemiştir. Böylelikle Türk romanının da realist bir zemine oturmasını sağlamıştır.” (Muharrem Kaya)

ESERLERİ:

ROMAN: Sefile (Hizmet’te 17 Teşrinsani 1886-30 Temmuz 1887 tarihleri arasında tefrika edildi. Sansürden dolayı basılmadı, 1886), Nedime (1889), Bir Ölünün Defteri (1889), Ferdi ve Şürekâsı (1894), Mai ve Siyah (1897), Aşkı Memnu (1900), Nesl-i Ahîr (tefrika, 1909), Kırık Hayatlar (1924), Nesl-i Âhir (yarım kalmış tefrika, 1990).

HİKÂYE: Bir Muhtıranın Son Yaprakları (tek hikâye, 1888), Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası (tek hikâye, 1888), Nakil (4 cilt, 1894-96), Küçük Fıkralar (3 cilt, 1896), Bu mu İdi? (tek hikâye, 1894), Heyhat (uzun öykü, 1894), Bir Yazın Tarihi (1900), Solgun Demet (1901), Bir Şi’ri Hayal (1914), Sepet’te Bulunmuş (1920), Bir Hikâye-i Sevda (1922), Hepsinden Acı (1934), Onu Beklerken (1935), Aşka Dair (1935), İhtiyar Dost (1937), Kadın Pençesi (1939), İzmir Hikâyeleri (1950).

ANI: Birkaç Yaprak (1898), Kırk Yıl (5 cilt, 1936), Saray ve Ötesi (1942), Bir Acı Hikâye (1942).

OYUN: Kâbus (1915, Devlet Tiyatrosunda oynandı, 1959), Fürûzan (A. Dumas Fills’ten adapte, 1918), Fave (Eduard Pailleron’dan adapte, 1919).

MENSUR ŞİİR: Mensur Şiirler (1889-1893), Mezardan Sesler (1889-1909; yay. haz., Ferhat Aslan, 2002).

EDEBİYAT TARİHİ: Garptan Şarka Seyyale-i Edebiye, Fransız Edebiyatının Numune ve Tarihi (Birinci cilt, 1885), Fransız Edebiyatının Numune ve Tarihi (antoloji, 1885), Hikâye (1889; haz. Nur Gürani Arslan, 1998), Alman Tarihi Edebiyatı (1912), İspanya Tarihi Edebiyatı (1912), Sanata Dair (3 cilt, 1938-55),

DİĞER ESERLERİ: Hikâyeye Temâşa (1889), Kenarda Kalmış (1924), Valide Mektupları (çeviri yazı, Selmin Kur., 1999).

HAKKINDA: Hikmet Feridun Es / Bugün de Diyorlar ki…(1932), Murat Belge / Mai ve Siyah (Halkın Dostları, 14.5.1970), Peyami Safa / Objektif: 6-Yazarlar Sanatçılar Meşhurları (1976), Muzaffer Uyguner / Halit Ziya Uşaklıgil (1992), L. Sami Akalın / Halit Ziya Uşaklıgil, Hayatı Sanatı Eserleri (1953), Mehmet Kaplan / Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 2 (1987), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), İhsan Işık / Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006).

ÜSLUP

Üslûp öyle bir şeydir ki, onun arasından kailinin, muharririnin mâneviyatını, tıynetini görmek mümkündür; onun içindir ki “Üslûb-i beyan ayniyle insandır” denince doğru bîr hüküm verilmiş oluyor; hattâ yalnız kailin ve muharririn hüviyetini değil, aynı zamanda ırkının, muhitinin, devrinin hususiyetlerini de görürüz. Bunlar hep doğru olmakla beraber, üslûp, evet dönüp dolaşıp hep o noktaya gelerek tevakkuf ediyoruz  üslûp nedir? Bu sualin kısaca açık bir cevabını henüz bulamadık.

Bize tahsil çağımızda anlattılar, bütün belâgat kitapları da bunu uzun uzun izah eder. Üslûp üç nevidir diye öğrendik: sade, mutedil, âli. Bunların vasıflarını, birbirine nisbetle farklarını anlatırlar ve üçünün de arasına birer hatt-ı fâsıl korlar.

Teşekkür olunur ki zaman ile ne belâgat kitapları kaldı, ne de onları dolduran türlü türlü kaidelerin hükmü. Ortada kalan, yalnız, herkesin lisanını iyi söyleyip doğru yazması lüzumudur. Bir kere iyi söylemek ve doğru yazmak gayesi istihsal edilince üslûp herkesin fıtratına, zevkine, kabiliyetine göre kendiliğinden doğar; fakat o nedir?

Buna cevap verebilmek için kendimce bir çare aradım, meselenin etrafında bulunabilen çarelerden birine müracaat ettim. Her işte böyle değil midir? Doğrudan doğruya hücum ile halledilemiyecek şeylerde, meselâ harbde hemen sarih bir hücum ile zaptolunamıyacak müstahkem bir mevkiye karşı onun etrafında gedikler açarak bir kuşatma çemberi çevirmek çarelerine müracaat lüzumu hâsıl olunca da böyle hareket edilmez mi?

Buna karar verdikten sonra kendi kendime dedim ki, «Her şeyden evvel bir yazıyı göz önüne getirince onda üslûbun mahiyet-i cevherini belirtmeye hizmet etmiyecek olan vasıflarından soymakla işe başlamalı.» Meselâ biz biliyoruz ki yazıda her şeyden evvel aranılacak vasıfların başında açık ve lisanın kaidelerine uygun olmak şartları gelir. Bu iki esas vasıftan mahrum olan bir yazı iltifata değer bir nesne olamıyacağından onda hiç gecikmiyerek, «Bunu yazan lisanını bilmiyor» der ve öte tarafa geçeriz. Üslûbun ikinci derecede gelen vasıfları diye bize tahsil devresinde belletilmiş ziynetlere gelince, bunların da asıl üslûbun yapısiyle ve yapısının içinde mevcut olan ruhiyle alâkası olmadığından bunları da bir bina kurulup meydana çıktıktan sonra oymalarından, boyalarından, nakışlarından ibaret telâkki ederek zevke muvafık olup olmadıklarına dikkat edip bu bakımdan bir hüküm vermekle iktifa eder, fakat bunları asıl binanın biçimine, tarzına, esasına taallûk etmiyen teferruat ve tezyinat ehemmiyetinden ileriye götürmeyiz.

Misal olarak Türk edebiyatının ilk büyük şahsiyetlerinden nümuneler zikredelim: Namık Kemal, Recaizâde ve bu iki büyük üstadın zamanlarına göre birer lisan nefasetinin şaheseri addolunan ve hakikaten o kıymette olan iki eserini ele alalım: Birincisinden Celâlüddin Harzemşah, ikincisinden Muallim Naci'ye hücum ve cevap olarak yazılmış olan Takdir-i Elhan... Bunların cidden birer bedia olduğunda ittifak etmekle beraber şu neticeyi çıkarmakta tereddüt etmeyiz ki, Namık Kemal, eserinin her sayfasında, mübalâğa etmeksizin iddia olunabilir ki, hemen her satırında bir teşbihe, bir istiare ve mecaze fırsat bulmuştur, bunlar ayrı ayrı pek güzel ziynetler olmakla beraber, belki fazla bolluktan tevellüdeden kelâl vermelerine rağmen Namık Kemal'in asıl üslûbunu ve onun mahiyetini belirten esas vasıflar değillerdir, olsa olsa müellifin tercih edilmiş birer ziynet vasıtasından ibarettir. İkincisine gelince, bunda da üstat Ekrem'in bütün lisan sanatlarını görürüz: Çocukluğumda okunmuş olan bu eserin hâtırası hâlâ bugün gözlerimi kamaştırmaktan, beynimi uyuşturmaktan hâli kalmıyor. Yığın yığın cinaslar, kinayeler, teşbihlerin arasından sızan istihzalar, şurasından burasından keskin uçları görünen iğneler... Üstat bu sayfalara üslûbun fikir ve lâfız oyunlarının hemen hepsini sıkıştırmış, âdeta Talim-i Edebiyat kitabının bütün sanat kaidelerine tatbik zemini teşkil edecek misaller, nümuneler yaratmıştır; fakat bunlar da onun üslûbuna, mahiyeti ve ruhunun cevheri itibariyle, birer vasf-ı esasî diye telâkki edilecek şeyler değildir, olsa olsa üslûbun etrafına dizilen, şurasına burasına serpiştirilen süslerdir, sanat oyunlarıdır.

Namık Kemal'de olsun, üstat Ekrem'de olsun, yalnız onlarda değil eskilerden, yenilerden olsun her yazı bu ilâve ziynetlerden soyulduktan soraa, yani tâbir caizse, çırılçıplak ne kalırsa işte üslûp odur; berikiler bütün oymalardır, boyalardır, nakışlardır.

Teşbih hiçbir şey isbat etmez, fakat bir sis altında  müphem bir şekil gösteren mevzuları aydınlatır ve belirtir. Onun için ben de bir teşbihe müracaat edeceğim:

Bir güzel kadın görürüz, meselâ bir müsamerede en zarif ve muhteşem gece kıyafetiyle... Zamanın mergup olan tarzına göre pek hoş bir biçimde bir elbise taşımaktadır. Ve bütün mücevherleri üzerindedir, başında bir taç, kulaklarında küpeler, kolunda bilezikler, parmaklarında yüzükler, hattâ saçlarının üzerinde sallanan bir tüy, göğsünde kırmızı  bir gül, belinde bir küçük demet karanfil, zümrütlerin ,elmasların, yakutların şâşaasına refakat eden çiçekler... Bunların her biri gözlerimizi taltif etmekle beraber bizde asıl o kadını ifşa edecek mahiyette değildir, olsa olsa onun ziynet" hususunda zevkine delâlet eden emarelerdir.

Fakat asıl kadına, o kadının üslûbuna gelince, bunu o ziynet vasıflarında aramayız, onlar bizi oyalıyan, âdeta vâsıl olunacak hükümde aldatmak için müdahale eden şeylerdir. Biz kadının ruhunu, mahiyetini, asıl tâbire rücu edelim, üslûbunu onun ne elbisesinde, ne mücevherlerinde, ne çiçeklerinde ararız; onu bulmak için bütün bu ilâveleri bir tarafa bırakarak, yürüyüşüne, gözlerinin ve yüzünün mânasına, otururken vaziyetine, raksederken endamının dalgalanışına, elbisesini taşıyışına, netice bütün yapısına dikkat eder ve bunlardan, işte ancak bunlardan, ne tesir hâsıl olursa, ona göre onun üslûbuna kat'î bir hüküm veririz.

Bu teşbihi yazıya da tatbik edince üslûbu nasıl aramak lâzım geleceğine bir yol bulunmuş olur. Ve işte ancak bu yol bulunup yazının üslûbu hakkında sarih bir fikir hâsıl edilincedir ki onun arasından sahibinin esas ruhi haletini yahut o yazıyı vücuda getirirken muhat olduğu zihnî ve vicdanî şerâiti görmüş oluruz ve bunu görünce onun mahiyeti, tıyneti hakkında istinbatlarda bulunmak imkânını elde ederek «Üslûb-i beyan ayniyle insandır» nazariyesine tekrar kavuşmuş oluruz.

Hakikaten aynı tıynet ve fıtratta olmalarına imkân bulunmıyan ve bundan dolayı teessür kabiliyetleri pek muhtelif olan kimselere aynı mevzuu vermeli, meselâ tahsil çağında lisana tasarruf etmek derecesine vâsıl olmuş ve herhangi bir mevzuu işlemek, genişletmek kudretini bulmuş mektep gençlerine, «Esası şundan ibaret olan hikâyeyi tasvir ediniz» diye bir tesvid vazifesi vermeli. Görülecek ki onların yazıları hep görüş ve duyuş farkı ile dolu olacaktır, hikâyenin esası bu gençlerin telâkki ve teessür menşurundan geçince başka başka renkler gösterecektir.

Bunu biz her gün havadis evrakında görürüz: bir ölüm, bir kaza, bir facia... Hattâ tuhaf bir vaka, bir hırsızlık, bir dolandırıcılık, v.s.

Bu vakayı başka muharrirlerin kaleminden çıkmış yazılarda okuruz: Esas aynıdır, fakat tasvir bâriz farklar gösterir, öyle farklar ki muharririn üzerinde hâsıl olan intibaların tenevvüünden çıkmıştır; bu" intiba farkları aynı zamanda muharrirlerin fıtrat farklarıdır.

İki muharrir farz olunsun ki biri gayet soğukkanlı, sakin sinirlidir; diğeri ifrat ile teheyyüce kapılan sinirlerinin esiridir. Âdeta marazi bir teessürle ihtizaz eder. Herhangi bir vakayı, bir müşahedeyi ikisi de aynı azmanda ve aynı şartlar içinde görerek tesbit etsinler. Meselâ: yorgunluktan, açlıktan, bütün takatler tükenmiş, yolun üstüne, çektiği ağır yüklü arabanın altına yığılıvemiş bir hastanın ölümünü tasvire teşebbüs etsinler.

İlk muharrir bunu bir zâbıta memuru ifadesiyle, bir zâbıta vakası şeklinde yazacaktır. Aynı vaka ikincisinin kaleminde sızlıyan bir şiir parçası olacaktır, ve biz bunları okurken o iki muharririn teessür ve kabiliyetlerini ve üslûplarının bu kabiliyetlere asıl tercüman olacak vasıtalarını görür, ve birincisinin nasıl itidal ve sükûn sahibi, ikincisinin ne derecelere kadar âdi bir müşahedenin heyecanlarına kapılacak derecede teessüre meyyal bir şair olduğunu keşfedeceğiz.

Şu halde neticede bu noktaya vâsıl oluyoruz ki, üslûp ne ziynetlerde ne teferruattadır; asıl üslûp herhangi bir mevzuun tasvir ve tesbiti için ihtiyar edilen yollardadır.

Bunu biz pek sarahatle hikâyelerde görürüz. Müellif bir mevzuun karşısında bulununca onun neresinden tutuyor, ne tarafından girip, nerelerden geçiyor ve geçerken yolunun üzerinde tesadüf olunan küçük şeylerden hangilerini ve nasıl topluyor, bunları nerelere ve nasıl serpiştiriyor, onların delâletinden ne çeşit istifadeler temin ediyor, bunları tahlil edince muharririn teessür kabiliyetini ve onu ifade edebilmek kudretini görerek mâneviyatını, daha doğrusu insanlığın nev'ini istidlâl ederiz.

 

Halid Ziya Uşaklıgil

Sanata Dair III.

(Türk Şair ve Edipleri)

 

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör