Roman, hikâye ve oyun yazarı. (D. 25 Kasım 1889,
İstanbul - Ö. 7 Aralık 1956, Londra)
Kendi ifadesine göre doğum tarihi 1893, Milli Eğitim Bakanlığındaki
kayıtlar göre ise (1305) 1889’dur. Ağustosböceği, Ateşböceği, Cemil Nimet,
Hayrettin Rüştü, Mehmet Ferit, Sermet Ferit, Mizah Yazarı, Yıldızböceği
imzalarını da kullandı. Askeri tabip binbaşı Nuri Beyin oğlu, anne tarafından
vali Mareşal Yaver Paşa’nın torunu, yazar ve fikir adamı Ruşen Eşref Ünaydın’ın
teyzesinin oğludur. İstanbul’da başladığı ilköğrenimini Çanakkale’de bitirdi.
Yine Çanakkale’de başladığı ortaöğrenimine bir buçuk yıl devam ettikten sonra
bir süre de İzmir'deki Fréreler Fransız okulunda öğrenim gördü. Sınavla girdiği
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini (Darülfünunu Edebiyat Şubesi) 1912
yılında bitirdi. 1913 yılında Bursa Sultanisi (Lisesi) orta kısmına Fransızca
öğretmeni olarak atandı. Eğitimcilik mesleğini daha sonra İstanbul’daki
okullarda öğretmenlik ve yöneticilik görevleriyle (1915-31) sürdürdü. Bu arada
Dil Heyetindeki çalışmalara katıldı (1929-31). Atandığı Milli Eğitim Bakanlığı
müfettişlik görevi milletvekili oluncaya kadar devam etti. 1933-43 yıllarında
Çanakkale milletvekili olarak TBMM'de bulundu. 1947'de Kemal Turan ve Ragıp
Şevki Yeşim'le birlikte Cumhuriyet Halk Partisinin (CHP) Ankara'da yayımladığı Ulus
gazetesinin İstanbul kolu olan Memleket
gazetesini çıkardı. Arkasından Millî Eğitim
Bakanlığı Baş müfettişi (1947), Paris Kültür Ataşesi ve öğrenci müfettişi
(1950) oldu. Son görevi olan UNESCO Türkiye Temsilciliği sırasında yaş haddinden emekliye (1954) ayrıldı. Bir
süre İstanbul Şehir Tiyatroları Edebi Heyeti üyeliğinde bulundu. Yakalandığı
akciğer kanseri tedavisi için gittiği Londra'da öldü. 13 Aralık 1956 günü
Karacaahmet Mezarlığında toprağa verildi.
Reşat Nuri Güntekin yazarlık hayatına, bazı
dergilerde imzasız olarak yayımladığı şiirlerle ve Diken dergisinde
kendi adıyla çıkan Eski Ahbap (1917) adlı hikâyesiyle girdi. Edebiyata
olan ilgisi, geniş bir kitaplığa sahip aydın bir babanın oğlu olarak, aile
çevresinde başladı. Çocukluğunda lalasının anlattığı masalların, gençliğinde
Fatma Aliye Hanım'ın Udi romanının, Muallim Naci'nin şiirlerinin ve
Halit Ziya'nın hikâye ve romanlarının edebiyatı sevmesinde önemli rolü oldu.
Tiyatroya olan düşkünlüğü de çocukluk yıllarında başladı. Yayımlanan ilk
hikâyesinden sonra, Zaman gazetesinde "Temaşa Haftaları"
başlığı ile tiyatro eleştirileri (1918-19) yazdı. I. Dünya Savaşı sırasında Le
Pensee Turque dergisine Türk edebiyatı üzerine yazdığı yazılarla dikkat
çekmeye başlamıştı. Aynı yıllarda Şair, Nedim, Temaşa, Büyük Mecmua,
Edebi Mecmua, İnci gibi dergilerde, Tercüman-ı Hakikat gazetesinin Edebiyat
ekinde ve Dersaadet gazetesinde bazen takma adlarla uyarlama ve telif
oyunlar ve hikâyeler yayımladı. Bursa anılarına dayanan Harabelerin Çiçeği
adlı romanı, Cemil Nimet adıyla Zaman gazetesinde tefrika (1918) edildi.
Bunu Dersaadet gazetesinde gerçek adıyla yayımladığı Gizli El
romanı (1920) izledi. Hançer
(1920), Eski Rüya (1922) gibi oyunları ile Fransızcadan uyarladığı Bahar
Hastalığı (1920), Karanlık Kuyu (1921), Bir Donanma Gecesi
(1922) gibi oyunları Yeni Sahne ve Darülbedayi'de oynandı. Ressam Münif Fehim,
İbnürrefik Ahmet Nuri ve Mahmut Yesari ile birlikte Kelebek adlı mizah
dergisini (77 sayı, 1923-24) çıkardı. Sonraki yıllarda hikâye, roman, piyes,
makale türlerinde birçok eser verdi. Asıl tanınması Vakit gazetesinde
tefrika edilen (1922) ve aynı yıl kitap olarak basılan Çalıkuşu adlı
romanıyla oldu. Sonraki yıllarda yazı ve hikâyeleri Fikirler, Hayat, Yeni
Türk, Varlık, Aydabir, Akbaba, Yedigün, Aile, Çınaraltı, Türk Dili, Cumhuriyet,
Milliyet, Resimli Şark, Ulus, Tan gibi dergi ve gazetelerde çıktı.
Roman, hikâye,
oyun, gezi, deneme türlerinde -çevirilerle birlikte- yüze yakın esere imzasını
atan Reşat Nuri Güntekin, Cumhuriyet döneminin en üretken ve tanınmış
edebiyatçıları arısında yer aldı. Eserlerinde gezip gördüğü Anadolu şehir ve
kasabalarındaki gözlemlerinden yararlanarak çeşitli tipleri ve sorunlarıyla
Anadolu insanının gerçeklerini anlatmaya çalıştı. Romanları ve oyunları geniş
halk kitleleri tarafından büyük bir ilgi ve beğeniyle karşılandı. II.
Abdülhamit devrinden çok partili demokrasiye kadar Türkiye'nin en bunalımlı
dönemlerini bizzat yaşamış, izlemiş, tarihsel, toplumsal ve siyasal olayların
Türk insanı ve toplumu üzerindeki etkilerini eserlerinde başarıyla yansıtmış
bir yazardır. Günlük konuşma dilini, doğallığı içinde edebiyat diline
yükseltmeyi başararak, bireyi toplumsallığı içinde yakalaması ve yarattığı
edebiyat tadı geniş bir okuyucuyu kitlesine ulaşmasının başlıca sebebidir.
Anlatıcının araya girmesinden doğan sakıncaları, olayları kahramanın ağzından
aktararak aşmaya çalışan yazar, bu özeniyle de önemli bir roman tekniği
kurmuştur. Bu cümleden olarak, toplumsal değişmeyi yakından izleyen Güntekin,
bu süreç içinde bireysel psikolojileri de yakalamaya özen göstermiştir.
Güntekin'in hep somut ve güncel sorunları işlediği,
okurunu ve tiyatro yazarlığını da göz
önünde bulundurarak söylemek gerekirse, seyircisini
hep gerçek hayat sahneleri ile yüz yüze getirdiği, bu yüzden de daha başından
bir “naiv yazar” imgesini kendiliğinden kabullendiği öne sürülebilir.
Kendisinin de vurguladığı gibi, bu gerçek yaşam sahneleri çok yıllar öncesine
ait olabilirler. Ama Güntekin bunları, esere dönüştürürken yazıldıkları zamanın
siyasal/toplumsal ve düşünsel/ruhsal olgularıyla bezemeyi başarır. Albert Camus
gibi “saçma düşüncesini” odağa alan çağdaş bir yazarı daha çok erken bir
tarihte görebilen Güntekin'in böyle yerli olması, nerdeyse sıradan kalması bir
yanıyla şaşırtıcıdır belki, ama bir yanıyla da onun entelektüel tavrının
farklılığının göstergesidir.
Güntekin, Türkiye halkının orta-sınıfına hitabetmeyi
seçmiş bir yazardır. Bu yüzden de el attığı bütün toplumsal ve bireysel
sorunları, eleştirel yanları da yok etmeden dile getirirken, köklü değişikliklerden hoşlanmayan
orta-sınıfın duyarlık ve düşünce dünyasını göz önünde bulundurmuştur. İyi ile kötüyü konumlandırırken, kendi
insani yapısına uygun olarak, daima birinciden yana tavır almıştır. Bu durum
onun iyiliksever mizacından kaynaklanan bir reflekstir belki de.
Bütün bu sebeplerle Reşat Nuri Güntekin'in popüler
bir yazar olduğu konusunda, nerdeyse genel bir kanaat bulunmaktadır.
Konularının verdiği gerçeklik duygusu, dilinin sadeliği ve kolay okunurluğu,
duygusal boyutu öne çıkarması, onun popülaritesinin kaynaklarını
oluşturmaktadır. Ancak, bu popülaritenin onun eserlerinin alt katmanında yer
alan ve belli ölçüde bir siyasal boyutu da bulunan popülizmle bağlantılı
olduğunu da söylemek gerekmektedir. Reşat Nuri'nin toplumsal ve bireysel
sorunları kavrayış biçimini, Acımak (1928) romanında bulabiliriz.
Güntekin, genel olarak orta sınıf insanlarının "acılarını,
feryatlarını" duymaya çalışan bir yazardır. Ondaki halkçı eğilim, son
kertede siyasal göndermeler içeriyor olsa bile, kendiliğinden bir halkçılıktır,
siyasal bir programdan kaynaklanmaz. Bireysel ve toplumsal sorunlar ekonomik,
siyasal, törel, düşünsel ve ruhsal boyutlarıyla ortaya konulurken, genel olarak
beşerî duruma bağlı kalmaktadır. Ondaki mutluluk düşüncesi, daha çok uzlaşmayı
öngörür, çatışmayı değil. Sevgi, şefkat, hoşgörü, bağışlama: Reşat Nuri'nin
roman ve oyunlarındaki halkçılığı besleyen unsurlardır. Belli ölçüde
ekonomik/toplumsal eşitsizlikleri göstermekle birlikte, kuşkusuz, sınıfların
varlığı, roman kişilerinin toplumsal konumları aracılığıyla kabul edilmektedir
ama adaletsizlikler, eşitsizlikler ekonomik düzeyde değil, törel düzeyde kavranmakta, çözümleri de aynı şekilde o düzeyde aranmaktadır.
Birol Emil’in "demokratikleşme" dönüşümünü
gerçekleştiren eser olarak değerlendirdiği
Reşat Nuri’nin Çalıkuşu
romanı, konusu
açısından, beylik bir aşk hikâyesini anlatıyor görünmekle birlikte, ülkenin
Batılaşma hikâyesinin sancılarının gündelik beşerî ilişkiler çerçevesinde
işlendiği bir eserdir. Küçük yaşta
anasız-babasız kalan Feride, İstanbul'da teyzesinin yanında yaşamaktadır, biraz
şımarık bir kız olduğu için arkadaşları ona
"Çalıkuşu" adını takmışlardı. Feride, teyzesinin oğlu Kâmuran'la sevişip nişanlanır. Ama düğün günü tesadüfen
eline geçen Kâmuran'a gönderilen bir
mektuptan, nişanlısının İsviçre'de bulunduğu sırada hasta bir kızla ilişkisi olduğunu, ona evlenme vaadinde bulunduğunu öğrenince her şeyi bırakıp kaçar. Öğretmen
olarak Anadolu'nun çeşitli yerlerini
dolaşır. Güzelliği yüzünden erkekler her gittiği yerde başına dert olurlar. Sonunda Kâmuran peşini bırakmaz
ve evlenirler. Cevdet Kudret'in modern bir Kerem-Aslı hikâyesi olarak
nitelediği bu roman, mutlu sonla biter. Yine Cevdet Kudret'in değindiği gibi
santimantal edebiyata has bütün özellikleri (aşırı duygusallık ve ona uygun
düşen yapmacık kitabîlik/edebîlik) taşıyan Çalıkuşu, artık Anadolu
bilinmez bir yer, öğretmenlik de kadınların dayanamayacağı bir meslek olmaktan
çıkmasına rağmen, geniş yığınlara hâlâ çekici gelmektedir. Özellikle
Güntekin'in yöneldiği orta tabakaya bağlı genç kızlar bu anlatıda kendi aşk
beklentilerine ilişkin unsurlar bulmaktadır. Aslında, romanın “tarihsel geçiş
sürecindeki insanı yakalama özelliği”, bugün de çağdaşlaşma ve demokratikleşme gayreti
içinde olan Türk insanını işliyor olması açısından bu roman hâlâ eskimemiştir.
Kısaca, Çalıkuşu'nun tefrika edildiği ve kitaplaştığı 1922 yılında, yani
Kurtuluş Savaşı'nın tüm çetinliğiyle sürdüğü yıllarda ve Cumhuriyet
Türkiye’sinin kuruluş yıllarında, sadece bir aşk hikâyesi olarak okunmadığını
gösterir. Feride'nin, aşk kırgınlığı sonunda olsa bile Anadolu'ya geçişinin çok
anlamlı olduğunu Tanpınar da vurgulamaktadır: "Anadolu mücadelesinin
başladığı günlerde bu Anadolu'ya kaçış, eserin hudutlarını da aşıyordu. Romanın
tefrika edildiği günleri benim gibi hatırlayanlar, onun nasıl sıcağı sıcağına o
günlerde İstanbul'da esen havaya cevap verdiğini bilirler." Nurullah Ataç
da şunları yazmaktadır: "Feride, epeyce dolaşır ülkeyi. Yenilgi (mağlubiyet)
günlerinde olduğumuz için, yurt sevgisi daha ısılı idi içimizde, o günlerde
örneğin bir 'İzmir' demek yetiyordu bizi duygulandırmağa. Çalıkuşu, Türk
romanının İstanbul'da kalmayıp bütün yurda yayılmasının başlangıcıdır.” Bu
Anadolu'ya açılış dolayısıyla, Cevdet Kudret Çalıkuşu'nu
"edebiyatımızda realizme yol açıcı eserlerin başında gelen"
yapıtlardan saymakta ve şunları eklemektedir: "Sorunlar bağıra bağıra
söylenmemiş, olayların içinde eritilmiş. Bu ise, bir sanat eseri için kusur
değil, bir meziyettir".
Resat Nuri'nin üzerinde çok durulmuş, tartışılmış
eserlerinden Yeşil Gece’nin (1928), bir yanıyla Çalıkuşu’nun
devamı, bir yanıyla karşıtı olduğu söylenmiştir. Ancak Resat Nuri, iki roman
arasında fark görmediğini söylemektedir: "Çalıkuşu’nda Aşık Garip gibi,
bütün masal aşıkları gibi başını alıp kırlara çıkan aşık kız çocuğu ile Yeşil
Gece'deki sakallı köy hocası arasında ben pek bir fark görmüyorum. Biri
sevdiği erkeği, öteki Tanrı’yı kaybetmiş iki romanesk biçare ki, Anadolu
köylüklerinde, bir Anadolu deyimi ile, kır yılanları gibi dolanarak, onların
boş kalmış yerlerini doldurmağa uğraşıyorlar. Bu romanlardan birinde tamamiyle
fantezist, ötekinde realist görünmekle beraber yine az çok öyle ve
konvansiyonel (uzlaşıcı) iki ana masal vardır. Yani ayrı yollara gidiyorum
sanarak hep ayni dairenin içinde dönüp dolaşmışım"
Ne var ki, Zola'nın Türkçeye çevirdiği Gerçek adli romanından belli ölçüde esinlediğini bildiren Güntekin, arada temel bir fark bulunduğunu da şu sözlerle belirtmektedir: "Yeşil Gece'de itikadını, onunla beraber de ebedî hayat ümidini, uzun ve acı savaşlardan sonra kaybeden, kendi ölümlülüğüne milletinin ölümsüzlüğü fikrinde bir teselli arayan bir insanın romanını yazmak istiyordum. Atatürk inkılâbı ve laik öğretim zamanına rastladı. Bu da uyandırdığı heyecan bakımından, bizim kendi Dreyfus meselemiz gibi bir şeydi. Karanlık bir taassup ve hoşgörüsüzlük muhitinde, her şey olduğu gibi eski halinde dururken, bir kanun ile laik tedrisatın nasıl başa çıkacağına akıl erdiremedim. Ya o demirden, fakat aynı zamanda da hepimizin biçare etinden, kemiğinden elin baskısı bir gün ortadan kalkarsa diye düşündüm. İnkılâp için dua eden, nutuk söyleyen çehrelerden bir çoklarının mazlum, tatlı maskeleri arkasından çıkacak çehreleri düşündüm. O heyecan beni de bir çeşit polemik romanı yazmağa, daha doğrusu romanımı o tarafa sürüklemeğe sevk etti." Yeşil Gece'nin "din ile müsbet ilim, daha doğrusu dinî görüşün hakim olduğu eski zihniyet ile müsbet ilim ve lâik görüşe dayanan yeni zihniyet arasındaki çatışmadan doğduğunu ve bu yönüyle tam inkılâp Türkiye’si romanı olduğunu" belirtmektedir.
Romanın konusu, çok kısa bir özetle şöyledir:
İstanbul'da bir medresede bir süre okuyan köy kökenli Ali Şahin, medreseden
çıkarak öğretmen okuluna girer, müsbet bilime yönelir ve yurdun ancak yeni
eğitim sistemi ile kurtarılabileceğine inanır. Okulu bitirince İzmir'in Sarıova
ilçesine gitmeyi ister ve gider. Günün birinde ilçenin "manevî
koruyucusu" sayılan Kelâmî Dede türbesi yanar. Bazı softaların
tanıklığıyla, içki içmesi tepkiye yol açan matematik ve Fransızca öğretmeni
kundakçılık suçundan tutuklanır. Ancak Ali Şahin, türbeyi içindeki değerli
eşyayı antikacıya sattığı anlaşılmasın diye yakan gerçek suçluyu bulur... I.
Dünya Savaşı sonunda Yunanlılar İzmir'e girer. Yunan yetkilileri, savaş
heyecanı içinde bir Rum eczacının dükkânını yakmak isteyen halkı önleyen Ali
Şahin'i kendi destekçileri sanır. Bu güvenden yararlanan Ali Şahin, halka
yardım eder, ilçede kalmış bazı subayları vaiz kılığına sokarak Kuvayı Milliye
cephesine kaçırır. Sonunda kendisinden şüphelenen Yunanlılar onu bir adaya
sürerler. Cumhuriyet kurulduktan sonra ülkülerini yitirmemiş olarak Sarıova'ya
dönen Ali Şahin, işgal altında düşmanla işbirliği yapan softaları ve eşrafı
başlarında melon şapka ve modern kıyafetler içinde bulur. Ali Şahin
cumhuriyetçi ve devrimci kesilmiş bulunan bu eski softaların kışkırtmasıyla
düşmanla işbirliği yapmak ve gericilikle suçlanır. Kasabadan ayrılmak zorunda
kalır, derdini anlatmak üzere Ankara'nın yolunu tutar. Arkasında kaybolmaya
başlıyan Sarıova’nın hafif ışıklarına son bir defa bakar ve “Çok doğru
söylemişler... İnkılâp denilen şey bir günde olmuyor" der.
Yeşil Gece'de işlenen yobazlık eleştirisinin ve bu eleştiriyi
besleyen dinsel öğretime karşı laik öğretim tezinin "olaylara
sindirilemediğini, çoğu yerde makale yazar gibi anlatıldığını'' belirten Cevdet
Kudret, eserin "roman olarak üstün bir değer taşıdığı öne sürülemez” der
ve öneminin, Güntekin'in toplumsal roman alanındaki çalışmalarının ilk örneği
olmasından geldiğini vurgular.
Miskinler Tekkesi (1946), romanın başlarında "çocuklar,
kendileri gibi başkalarına da rahmi olmayan, hasbetenlillâh kötülük yapmaktan
zevk duyan küçük canavarlardır'' diyen kahramanı, ne tuhaftır ki, romanın
sonunda, daha küçücükken evlât edindiği ve artık koca adam olmuş mevki sahibi
oğlunun "sofranın üstünde duran sakat elini öpmesi üzerine öylesine
duygulanmaktadır ki, dayanamayıp oğlunun "elini dudaklarına
götürmekte" ve "sadakalarımın en muhteşemini senden aldım" demektedir.
Miskinler Tekkesi ilk bakışta, Reşat Nuri'nin temel konularından birini
oluşturan çocuk sevgisini yansıtan bir eserdir. Gerçekten de roman, Tanpınar'ın
"eserler asıl lirizmi, büyük mânâda üslup sıcaklığını çocukla karşılaşınca
bulur" şeklindeki sözlerini doğrulayacak biçimde bu olay çevresinde
kurulmuş gibidir.
Miskinler Tekkesi’nin bu insani içeriği okuru yanıltmamalıdır.
Çünkü roman, bu sevgi ve şefkat temasının çok ötesinde tarihsel-toplumsal
göndermelere sahiptir: Meşrutiyet dönemini, 31 Mart olayını, Balkan ve Birinci
Dünya Savaşlarını, Yunan işgalindeki İzmir'i ve Cumhuriyetin ilk yıllarını da
anlatmaktadır. "Türlü şatafatlı unvanlar ve vezir tuğları altında
dilenciliğin türlü şeklini yapmış muhterem ve mübarek atalarım" diye
yergici bir dil kullanan kahraman, "mesleğin kutsî sırına erdikten"
sonra, kendisine düşkün bir memur görünümü veren giyim kuşamını anlatırken, iki üç cümle içinde değişen
dönemlerini de anlatmayı başarmaktadır Miskinler Tekkesi gerçekçi
anlatımı ve toplumsal yergisiyle dikkati çekmektedir. Cevdet Kudret, romandaki
Tamaşalık mahallesinin korkunç sefaletini anlatan bölümü, Güntekin'in
"Realizm'de nerelere kadar gidebileceğini gösteren" bir parça olarak
nitelemektedir.
Reşat Nuri, Son
Sığınak’ta (1961) çeşitli çevrelerden gelen "belini
doğrultamayan" insanları, kendilerine bir tesellî, bir yaşama umudu
verecek sanatsal kaçışta, bir tiyatro serüveninde anlatmayı seçmiştir. Kavak
Yelleri'nde (1950) taşraya çekilip törel, siyasal değişmeleri ve
dalgalanmaları taşra okumuşları ve eşrafı içinden anlatma yoluna giderken, Dudaktan
Kalbe'de (1925) beylik bir aşk hikâyesini anlatıyormuş görünerek, trajik
bir çöküş hikâyesini dile getirir. Taylan Altuğ, Güntekin'de “öldüren aşk”
temasını irdelerken bu romandan yola çıkarak şöyle der: "Reşat Nuri'nin
diğer romanlarını da birbirine bağlayan bir birlik ilkesi önermek gerekirse;
bu, 'Duygu ethiği' kavramı olabilir. Bu kavramla kastedilen, ethik değerlerin
duyguda açığa çıkması ve bir duygu olarak yaşanmasıdır.” Burada ethik
değerlerin "duyguda açığa çıkması ve yaşanması" olgusuna dikkati
çekilirken, Güntekin'in sanatının en temel özelliğine gönderme yapılmaktadır
ki, bu özellik, onun popülerliğinin de sebebini oluşturmaktadır. Roman ya da
hikâyede, bu türlerin asal öğesi olan kurmaca (fiction) elbette ki vardır, ama
Güntekin'de okuru asıl çeken unsur kurmaca yöntemleri değil, bu kurmacılığı
somutlaştıran duygusal boyuttur. Kurgu ve anlatım tekniklerini nerdeyse
görünmez kılmaktadır. Kimi zaman edebiyatı dışlıyormuş izlenimi veren bu
saydamlaştırma, romanların ruhsal/düşünsel ve politik/ideolojik düzeylerinin
yeterince fark edilmesini de engellemektedir. Romancının adına yapışmış bulunan
halk romancısı nitelemesi, okur kesimlerinin anlamsal düzeyi “düzanlam” olarak
kabul etmesine yolaçmıştır. Örneğin Çalıkuşu’ndaki ya da Dudaktan
Kalbe'deki çöküş süreci, çöküş sebeplerinden daha önemli görülmüştür.
Reşat Nuri Güntekin'in romanlarında, toplumsal
olguların ve çözülüşlerin, hâttâ çöküşlerin yanısıra, ruhsal yıkımlara olduğu
kadar mutluluklara da yol açan aşk olgusu önemli yer tutmaktadır. Romancının
popülaritesinin bir kaynağını da bu aşk anlatıcılığı oluşturmaktadır denebilir.
Özet olarak söylemek gerekirse, Reşat Nuri Güntekin sevginin olağanüstü gücüne
ve elbette Cumhuriyete inanmış bir yazardır.
Romancı yönünün gölgesinde kalsa da Reşat Nuri'nin
yazarlığının göründüğü önemli bir alan da tiyatrodur. Çocukluğundan ölümüne
kadar, hayatında önemli bir yere sahip olan tiyatronun, iyi değerlendirilirse,
eğlenceden eğitime kadar kullanılacak bir araç olduğunu düşünen yazar, Anadolu'da
yaygın olan tuluat tiyatrolarının düzeltilerek kullanılabileceğini söyler. Bu
düzeltme "tiyatroların çok eskimiş piyeslerini asıllarındaki tadı ve keyfi
bozmadan yenileştirmek ve yeni hayata uydurmak; bir de repertuara aynı
sadelikte yeni piyesler ilâvesine çalışmak"la olacaktır. Güntekin'in oyun
yazarlığını değerlendiren Sevda Şener de şu tespitlerde bulunur:
"Toplum içindeki çatışmaları gördüğü halde tarafları yargılamayan, karşıt
öğelerin ikisini de anlamağa çalışan ve ne yönden gelirse gelsin bütün
mutsuzluklara sevgi ile eğilen Reşat Nuri Güntekin olmuştur. Cumhuriyetten önce
yazdığı oyunlarda, katı toplum kurallarının ötesinde, insanî bir görüşü
benimsediği, insanlık, uygarlık açısından şerefli gördüğü davranışları
yücelttiği görülür. (...) Cumhuriyet’ten sonra yazdığı oyunlarda bu iyimser
görüşü sürdürmektedir. Gene insana, insanın iyi niyetine inanmakla beraber
zaafını, çaresizliğini de görür. (...) Toplumdaki hızlı değişme dönemi gençler
için de yaşlılar için de çetin bir dönemdir. Eskiler inandıkları değerleri
savunacak güçte olmadıklarından yenilgiye, yeniler ise aşırılığın kaçınılmaz
sonucu olan hayal kırıklığına karşı hazırlıkları olmadığı için mutsuzluğa
mahkumdurlar.”
Eserlerinde çoğunlukla toplumsal ve duygusal konuları işleyen Reşat Nuri Güntekin, bu özelliklere hikâyelerinde mizah unsurunu da katar. Ruh çözümlemelerinde son derece başarılıdır, güçlü gözlemlerini gerçekçi bir biçimde dile getirir. Son derece lirik, akıcı, doğal ve canlı bir anlatımı vardır. Ayrıca benzetme ve mecazlarla, sıfatlarla zenginleştirilmiş sağlam bir hikâye üslubuna sahiptir.
Reşat Nuri’nun eserlerinden Taş Parçası (yön. F. Kenç, 1939}, Mülteci (Duvaksız Gelin adıyla, yön. Adolf Korner, 1942), Dudaktan Kalbe (yön. Ş. Kâmil, 1951; yön. Ü. Erakalın, 1965), Akşam Güneşi (yön. O. Seden, 1966}, Çalıkuşu (yön. O. Seden, 1966), Yaprak Dökümü (yön. M. Ün, 1967), Değirmen (yön. A. Yılmaz, 1986), Bir Dağ Masalı adlı hikâyesi (yön. T. Demirağ, 1947 ve 1967) filme alınmıştır.
"Reşat Nuri, ‘vahşi kapitalizm’ döneminin yaşanmadığı,
‘mahalle ahlâkı’nın tamamıyla yok olmadığı bir dönemde yazmıştır romanlarını, o
dönemde, bu ahlâka aykırı gördüğü durumları eleştirmiştir. Yüzeysel bir
Batılılaşma özentisini ve bunun yarattığı değer yargıları bunalımını Yaprak
Dökümü'nde kıyasıya eleştirir, yeni yaşama biçiminin insanları nasıl
yozlaştırarak kendine uydurduğunu, uymak istemeyenleri nasıl ezip geçtiğini
gözler önüne serer. Dudaktan Kalbe'de, sınıf değiştirme çabasında, değer
yargıları altüst olmuş, ‘şefkat’ten, ‘acıma’ duygusundan yoksun Kenan'ı
intihara, çileli halk kızı Lâmia'yı mutluluğa yollar.
“Reşat Nuri romanlarının temel özelliği olan
‘sevgi’, ‘şefkat’, ‘acıma’, ‘dayanışma’, ‘iyilik etme’ gibi duygular, tutumlar,
bugün de Türk okurlarının belirli kesimlerinde özlenen değerler durumundadır;
Reşat Nuri'yi okurken, özledikleri bir dünyayı yeniden yaşamaktadırlar. İlk
bakışta, ‘vahşi kapitalizmin insanı insanlıktan çıkaran koşullarına karşı
edilgen bir tepki ya da bir kaçış biçimi’ denebilir buna. Ama ‘mahalle
ahlâkı’nın var olduğu dönemlere ‘dönmek’ten söz eden yok; bunun olanaksızlığını
hepimiz biliyoruz. Vahşi kapitalizmin ahlâk değerlerine karşı olan insanlar,
daha insanca bir dünya için savaşırlarken, ‘yeni ahlâk’ın bazı ilkelerini Reşat
Nuri'nin ‘sevgi, şefkat, acıma, dayanışma, iyilik etme’ ilkelerinden
çıkarabilirler; yani Reşat Nuri'yi okumak, yalnızca bir geçmiş özlemi olarak
kalmayabilir, geleceğin kuruluşunda bir dayanak noktası da olabilir."
(Fethi Naci)
"Cumhuriyet dönemi yazarları arasında çocuğa
verdiği değer bakımından Reşat Nuri Güntekin'in ayrı bir yeri vardır.
Edebiyatımızda daha çok romancı kimliği ile hatta 'Çalıkuşu' yazarı olarak
tanınan Reşat Nuri Güntekin, sayısı on dokuzu bulan romanlarının yanında yedi
tane de hikâye kitabı yayımlamıştır. Reşat Nuri, hikâyelerinin pek çoğunda konu
ve kahraman olarak çocuğu seçer. Eserlerinde çocuklara bu denli önemli önem
vermesini Birol Emil, Reşat Nuri Güntekin'in öğretmen olmasına bağlar."
(Oğuzhan Karaburgu)
ESERLERİ:
ROMAN: Gizli El (1920'de Dersaadet gazetesinde
tefrika edildi; kitap olarak: 1922), Çalıkuşu
(1922), Damga (1924) Dudaktan Kalbe (1925), Akşam Güneşi (1926), Bir Kadın Düşmanı (1927), Yeşil Gece (1928), Acımak (1928), Yaprak Dökümü
(1930), Kızılcık Dalları (1932), Gökyüzü (1935), Eski Hastalık (1938), Ateş
Gecesi (1942), Değirmen (1944), Miskinler Tekkesi (1946), Ripka İfşa Ediyor {Ulus gazetesinde tefrika
edildi, 1949), Harabelerin
Çiçeği (1953), Kan
Davası (1955), Kavak Yelleri
(1961), Son Sığınak (1961).
HİKÂYE: Eski Ahbap (1919), Recm-Gençlik ve Güzellik (1919), Sönmüş Yıldızlar
(1927), Rocild Bey (1919), Tanrı Misafiri (1927), Leyla ile Mecnun (1928), Olağan İşler (1930), Boyunduruk (uzun hikâye, Harabelerin
Çiçeği ve Eski Ahbap'la birlikte, 1968).
GEZİ: Anadolu Notları (2 cilt, 1936).
OYUN: Hançer (1920), Eski Rüya (1922), Ümidin
Güneşi (1924), Gazeteci Düşmanı -
Şemsiye Hırsızı - İhtiyar Serseri (üç
oyun bir arada, 1925), Taş Parçası
(1926), Bir Köy Hocası (1928), Babür Şah'ın Seccadesi (1931), Bir Kır Eğlencesi (1931), Ümit Mektebinde (1931), Felâket Karşısında -Gözdağı - Eski Borç
(üç oyun bir arada, 1931), İstiklal
(1933), Vergi Hırsızı (1933), Bir Yağmur Gecesi (1943), Hülleci
(1935), Bir Yağmur Gecesi (1943), Balıkesir Muhasebecisi (1971), Tanrı Dağı Ziyafeti (1971). Ayrıca Yaprak Dökümü, Eski Hastalık (Eski
Şarkı adıyla) romanlarını kendisi, Çalıkuşu'nu
Necati Cumalı, Değirmen'i (Sarıpınar
1914 adıyla) Turgut Özakman oyunlaştırmıştır.
YAYIMLANMAMIŞ
OYUNLARI: Gönül
(1916), Ağlayan Kız (1947), Bu Gece Başka Gece (1956), Daktilo
Makinesi, Yol Geçen Hanı (1944).
MAKALE: Reşat Nuri Güntekin'in Tiyatro ile İlgili
Makaleleri (haz. Kemal Yavuz, 1976).
ANTOLOJİ: Fransız Edebiyatı Antolojisi (3
cilt, 1929-1931).
İNCELEME: Üç Asırlık Fransız Edebiyatı: XVII-XIX
yy (3 cilt, 1932), Dil ve Edebiyat (Refet Avni ile, 3 cilt, 1930), Fransızca-Türkçe
Resimli Büyük Dil Kılavuzu (İ. H. Danişmend, A. S. Delilbaşı ve N. Ataç
ile,1935).
ÇEVİRİ: İlm-i Mantık (E, Boirac’ten, 1915), Bir Gece Faciası (F. de Curel’dan, 1924), Arapça Değil mi Uydur Uydur Söyle (T. Bernard’dan, 1926), Çifte Keramet (T. Bernard’dan, 1927), Hakikat (E. Zola’dan, 1929), Mektep Çocuğu (L. Frapie’den, 1930), Muhammed'in Hayatı (E. Dermenghem’den, 1930), İş Adamı (O. Mirbeau’dan, 1932), Tolstoy: Hayatı ve Eserleri (1933), İbsen: Hayatı ve Eserleri (1934), Kahramanlar (T. Carlyle’dan, 1943), Napolyon'un Düşünceleri (O. Aubry’den, 1943), Atlı Adam-Diktatörün Romanı (D. La Rochellein’den, 1947 ?), Yabancı (A. Camus’den, 1953), Evham (J. de Lecretelle’den, 1955), İtiraflar (J. J. Rousseau’dan, 1955), Don Kişot (Cervantes’ten, çocuklar için kısaltılmış, 1957), İhtiyar Serseri (O. Mirbeau’dan).
KAYNAKÇA: Ahmet Hamdi Tanpınar / Reşat Nuri ve Eserleri (Cumhuriyet, 24 Ocak 1957), Hilmi Yücebaş / Reşat Nuri (1957), Mehmet Kaplan / Öğretmeler ve Memurlar Romancısı R.N. Güntekin (İstanbul, Şubat 1957), T. Poyraz - M. Alpbek / Reşat Nuri Güntekin: Hayatı ve Eserlerinin Tam Listesi (1957), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (1960), Muzaffer Uyguner / Reşat Nuri Güntekin: Hayatı-Sanatı-Eserleri (1967), Sevda Şener / Türk Tiyatrosunda Ahlâk, Kültür, Ekonomi Sorunları (1971), Oktay Akbal / Yeşil Gece'den Kubilay'a (Cumhuriyet, 25 Ocak 1973), İbrahim Zeki Burdurlu / Romanlarıyla Reşat Nuri Güntekin (1974) - Reşat Nuri Güntekin (1977), Kemal Yavuz / Dil ve Edebiyat, Reşat Nuri Güntekin'in Tiyatro ile İlgili Makaleleri (1975), Kemal Yavuz / Reşat Nuri'nin Tiyatro ile İlgili Makaleleri (1976), İ. Enginün-M. Kutlu / "Güntekin, Reşat Nuri" (Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi III, 1977), Olcay Önertoy / Reşat Nuri Güntekin (1979), Birol Emil / Reşat Nuri Güntekin'in Romanlarında Şahıslar Dünyası-1 (1984) - Edebiyatımızın Her Zaman Yaşayacak Adlarından Biri Reşat Nuri Güntekin (H. Gösteri Aralık 1989) - Reşat Nuri Güntekin (1989), Ahmet Oktay / Yazınımızda Toplumsal Eleştiri ve Jakobenizm Üzerine Gözlemler (Argos, Ekim 1988); Hürriyet Gösteri / Özel Sayı (Aralık 1989), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Abdülkadir Hayber / Halide Edip, Yakup Kadri ve Reşat Nuri'nin Romanlarında Nesil Çatışmaları (1993), Ahmet Oktay / Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı (1993), Fethi Naci / Reşat Nuri'nin Romancılığı (1995), Hüseyin Çelik / Reşat Nuri Güntekin'in Romanlarında Sosyal Tenkit (1997), Ömer Lekesiz / Yeni Türk Edebiyatında Öykü 1 (1997), Mehmet Behçet Yazar / Edebiyatçılar Alemi Edebiyatımızın Unutulan Simaları (yay. haz. Mustafa Everdi, 1999), Feridun Andaç / Reşat Nuri Güntekin Reşat Nuri'nin İlk Romanı (Superonline Edebiyat, 23.12.1999), Feridun Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası (2000), Nihat Taydaş / Reşat Nuri Güntekin’in Oyun Yazarlığı (2000), Fethi Naci / Reşat Nuri'yi Anmak-I (Cumhuriyet Kitap, 19.4.2001), Fethi Naci / Reşat Nuri'yi Anmak-II (Cumhuriyet Kitap, 26.4.2001), Büyük Türk Klâsikleri Ansiklopedisi (2001), Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi (2001), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), Oğuzhan Karaburgu / Reşat Nuri Hikâyelerinde Çocuk (Bizim Külliye, Nisan 2003), Burcu Karahan / Bir Aşk Romanı Yanılsaması: Ateş Gecesi (Varlık,Temmuz 2004).
O sabah, ana mektebinin bahçesinde fevkalâde bir
telâş ve canlılık vardı. Talebe bayramı günüydü. İlk ve orta mektepler, kafile
kafile marşlar söyleyerek sokaklardan geçiyor, şehrin uzak mesirelerine dağılıyorlardı.
En ihtiyar talebesi altı yaşında olan bu ana
mektebinin o kadar uzaklara götürülmesine imkân yoktu. Onlar, bayramlarını
-kendi minimini ve paytak adımlarıyla- yirmi dakika çeken bir dere kenarında
yapacaklardı.
Hazırlık, dehşetti. Bahçe, renk renk elbiselerle
canlı bir çiçek tarlasına dönmüştü. Erkek çocuklar, yeni potinlerini
siliyorlar, kızlar birbirlerinin saçlarını düzeltiyorlar, çözülmüş kuşaklarını
bağlıyorlar, düğmelerini ilikliyorlardı. Altı yaşında bir kız, taş merdivenin
basamağına oturmuş, dört yaşında bir öksüz arkadaşının sökük gömleğini dikmeğe
çalışıyordu.
Nihayet hazırlık bitti, kafile yola düzüldü. Bir
elleriyle, taburda arkadaşlarının elini tutuyorlar, ötekiyle -renkli paketler,
minimini sepetler içinde- yiyecekleri, oyuncaklarını taşıyorlardı.
Sokaklarda fazla gürültü, intizamsızlık olmasın diye
öğretmenler, çocuklara marş söyletmeye başlamışlardı. Büyükler, göğüslerinin
bütün kuvveti, kalplerinin bütün sevinciyle bağırıyorlar; küçükler, yürümekte
olduğu gibi, şarkı söylemekte de geri kalmıyorlar, eğlenceli bir karışıklık
oluyordu.
Tabur, sokaklardan geçerken pencereler açılıyor,
kadın başları sarkıyor, dükkânlardan satıcılar çıkıyordu.
Bu ana mektebinin bütün gezintilerde olduğu gibi,
alay başını yine "Gamsız" çekiyordu.
Gamsız, sarı tüylü ihtiyar bir mahalle köpeğiydi.
İnsan gibi anlayışlı, fakat insanlardan daha vefakâr bir mahlûktu.
Galiba serseri ve kalender meşrebi için ona
mahallede "Gamsız" demişlerdi. Fakat hakikatte o, köpeklerin en
gamlısı idi, birkaç sene evvel büyük bir mateme uğramıştı. Dört yavrusunun
birden zehirlendiğini, gözünün önünde kıvrana kıvrana öldüğünü görmüştü. Onları
götüren süprüntü arabasının arkasından uzak mahallelere gitmiş, bir hafta geri
dönmemişti.
Onun bir yerde bir kaza eceline uğradığını zannedenler
olmuştu. Fakat kalender ve mütevekkil görünüşüne rağmen o, çok gözü açık bir
köpekti. Cinsinin düşmanlarını iyi tanır, hatta bazan onlara inanıyor, zehirli
ekmeklerini yiyor, tuzaklarına düşüyor görünerek alay bile ederdi. Binaenaleyh
onun bir yerde ölüp kalmasına imkân yoktu. Nitekim bir hafta sonra tekrar
mahalleye gelmişti. Yalnız biraz daha ihtiyar ve düşkün, uzun sarı tüyleri
biraz daha berelenmiş olarak...
Bilmem yalan, bilmem doğru, mahalle kadınları onun
için bir vak'a anlatırlardı. Gamsız, güya çocuklarının ölümünden sonra yaşamak
istememiş... Belediye kulübelerinin karşısında durup boynunu bükmüş, yalvarır
gibi kesik kesik uluyarak, çocuklarını öldüren yiyecekten istemiş... Hatta bir
defasında zehirlenmiş, fakat ölmemiş... Çok ızdırap çektikten, çok süründükten
sonra tekrar ayağa kalkmış...
Gamsız, çocuklarının ölümünden sonra mahalleye
darılmış, ana mektebinin arkasındaki viraneye çekilmişti. Sokakta hemen hiç
dolaşmaz, yalnız zaman zaman mektebin bahçe duvarından içeri atlar, çocuklarla
oynar, öğle vakti onların artıklarını yerdi.
Çocuklara, büyüklerden fazla emniyet ettiği,
onlardan esaslı bir zarar gelmeyeceğini bildiği için miydi, yoksa onların da
-kendi ölmüş küçükleri gibi- masum ve müdafaasız mahlûklar olduğunu hissettiği
için mi böyle yapıyordu?
Öğretmenler, bu altın sarısı gözlerinde mahzun bîr
vefa ile bakan, çocukların her nazına, her cevrine tahammül eden ihtiyar sokak
köpeğini kovmamışlar, bilâkis gizli gizli himaye etmişlerdi.
Hasılı, Gamsız, mektebin hademesi, kapıcısı nevinden
bir emektar, küçüklerin en sevgili bir arkadaşı olmuştu.
Ana mektepleri, insan cemiyetlerinin küçültülmüş
numuneleri gibidir. Orada da fakirlik, kılıksızlık, aileye ait bir leke... gibi
sebeplerle sosyete haricinde bırakılan, yahut vakitsiz bir inziva meyliyle
evinden kaçan "yalnız"lar vardır. Gamsız, bilhassa bu küçük
"yalnız"larla arkadaşlık eder, bahçenin bir köşesinde onlarla ağır
ağır dolaşırdı. Küçük kalplerinde söylenilemeyecek dertler ve infialler
taşıyanlar, onun çamurlu ayaklarını, elleri içine alarak konuşurlardı.
Gamsız, hâline göre hasta bakıcılığı bile etmiş, bir
gün bahçede koşarken yere yuvarlanan bir minimininin berelenmiş dizini diliyle
yalamıştı.
Kafile, artık mahalleden çıkmış, yeşil tarlaların
arasından geçen bir ince patikaya düşmüştü. Gamsız, en önde, mağrur ve
mütevekkil tavrıyla yürüyordu. Fakat nedense bugün onda bir neşesizlik,
anlaşılmaz bir durgunluk vardı.
Nihayet, bayram yerine varıldı. Burası, gölgeler
içinde serin bir ırmak kenarıydı. Suların içine yeşil söğütler sarkıyordu.
Küçüklerin velvelesinden çayırdaki kuşlar ürküp
kaçmıştı. Şimdi gün onlarındı. Koşuşa çığrışa etrafa dağılıyorlar, ağaçlara
tırmanıp çimenlerde yuvarlanıyorlardı. Akşama daha dünya kadar zaman olduğunu
hesap edemeyerek kuvvetlerini, neşelerini israf ediyorlar, hatta yiyeceklerini,
yemişlerini yemeye başlıyorlardı.
Gamsız da bir aralık canlanmış, çocuklarla beraber
oynamak istemişti. Fakat birden bire durdu, başını kaldırarak acı acı uludu.
Sonra yavaş yavaş çekildi, iki büyük taşın arasında kıvrılıp yattı.
Gamsız, hastaydı. Çocuklar, derhal bunu fark
ettiler. Yemek götürdüler. O, verilen yiyecekleri yemiyor, ara sıra
titizleşiyor, yalnız bırakmaları için yalvarır gibi dişlerini çıkararak hafif
hafif bağırıyordu.
Gamsız'ın ıstırabını ve bakışlarındaki perişanlığı
öğretmenler de gördüler.
- Yaklaşmayın çocuklar... Hayvandır bu. Belki
kudurmuştur, dediler.
Çocukların aldırmadıklarını görerek hademelerden
birini nöbetçi bırakmaya mecbur oldular.
* * *
Büyücek öğrencilerden biri, -altı, yedi yaşlarında
bir kız-. Birden bire bir şey hatırlayarak bağırmaya başladı:
- Eyvah, Garnsız'ı zehirlediler... Bu sabah, bir şey
almak için bakkala gitmiştim... Köşe başında, süprüntülükte Gamsız'ı gördüm...
öteki köpeklerle beraber bir şey yiyordu... Mutlaka zehirli ekmek yedi.
Öğretmenler, ihtiyar köpekten böyle bir
ihtiyatsızlık beklemiyorlardı. Fakat çocuğun dediği doğruydu. Gamsız, bütün
zehirlenen köpeklerde görülen ihtilâçlarla kıvranmaya, çırpınmaya başlamıştı.
Çocukların neşesi birden bire sönmüş, çayıra bir
eski mezarlık sükûtu çökmüştü. Bazıları sızıldanıp ağlıyorlardı. Yapılacak bir
şey yoktu.
Mektebin pek sevgilisi de olsa, bir köpek yüzünden
bir bayramın küçüklere zehir olmasına müsaade edilemezdi. Öğretmenlerden biri:
- Çocuklar, korkmayın... Siz bilmezsiniz... Gamsız,
bir kere daha zehirlendi de kurtuldu... Ona bir şey olmaz... Haydi, oyunumuza!
diye bağırdı.
Küçükleri, yarı zorla dağıtmaya, başladılar.
Bazıları ağlamaya devam ediyor, bazıları hocanın sözleriyle kendilerini teselli
ederek: ''Gamsız, gayretlidir... Bir şey olmaz!" diyordu. Hatta küçük
ellerini açarak onun için dua edenler bile vardı.
* * *
Öğretmenler, nihayet başka bir çare düşündüler.
Bayram yerini iki üç dakika uzakta bir başka ağaçlığa nakletmek...
Battaniyeler, paketler toplandı ve kafile, Gamsız'ı yalnız bırakarak, hareket
etti.
Çocukların arasında derhal gizli bir teşkilât
yapılmıştı. Üç beş dakikada bir talebeden ikisi kayboluyor, gizlice Gamsız'ı
görmeye giderek ondan haber getiriyordu. Havadis, derhal küçükler arasında
yayılıyor, en miniminileri bile bunu öğretmenlerden saklıyordu.
Bir saat sonra yine acı bir haber geldi. Gamsız,
ölmek üzere idi. Saklandığı taş kovuğundan çıkmış, mütamadiyen çırpınıyordu.
Ağzı, gözü, ayakları kan içindeydi. Artık ne emir, ne tehdit, çocukları zapt
edemedi. Hep birden ağlaşıp bağrışarak koşmaya başladılar. Öğretmenler,
ikisini, üçünü zorla yakalasa, sekizi, onu kurtulup kaçıyordu.
Mamafih, artık köpeğe yaklaşmadılar. Gamsız'ın
çırpınması korkunç bir şeydi. Kâh yerde debeleniyor, ayaklarıyla toprakları
kazıyor, kâh kanlı ağzını gökyüzüne kaldırarak, tehdit eder gibi, uğursuz bir
sesle uluyordu. Nihayet son bir gayretle toparlandı. İçindeki ateşi teskin için
ırmağa doğru koşmağa başladı.
* * *
Irmak kenarındaki ince tahta köprünün yanında, beş
yaşında iki minimini kız vardı. Bunlar, köpeğin tozu dumana katarak geldiğini
görünce korktular. Tahta köprüden karşıya geçmek istediler. Fakat birisi telâş
ile ırmağa düştü. Çırpınmaya başladı.
Gamsız, bu kazayı görünce birden bire durdu. Yolunu
değiştirdi. Tahta köprüye koştu. Çocuğun arkasından suya atıldı. Onu ağzıyla
eteğinden yakaladı. Öğretmenler yetişinceye kadar onu suyun yüzünde tuttu.
Sonra, artık takati kesilmiş gibi kendini bıraktı. Bir iki kere daldı, etrafındaki suları köpürttü ve öldü. Kaskatı kesilmiş vücudu, suyun hafif akıntısına uyarak yavaş yavaş uzaklaştı.