Akademisyen, sosyolog, müzikolog, şair. 1953 yılında Diyarbakır’da doğdu. Diyarbakır’ın tanınmış simalarından Kadri Mermutlu’nun oğludur. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünden mezun oldu.
Aynı yıl, İstanbul’da yeni
açılan Türk Musikisi Devlet Konservatuarına (şimdiki İTÜ Türk Musikisi Devlet
Konservatuarı) ilk alınan öğrenciler arasında yer alarak musiki eğitimine
başladı. Askerlik görevi dolayısıyla konservatuar öğrenimini yarıda bırakarak
Polatlı’da Yedek Subay adayı olarak kısa dönem askerlik görevini yaptı.
Askerlik
dönüşü İstanbul Bakırköy Lisesi’nde, ardından Ataköy Lisesi'nde Felsefe
öğretmeni ve yönetici olarak çalıştı. Bu sırada Tanzimat dönemi sosyal
düşüncesi üzerine doktora çalışmasına başladı. 1996 yılında İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde tamamladığı teziyle Doktor unvanını
aldı. 1998–2010 yılları arasında Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesi olarak çalıştı. Verdiği lisans dersleri
yanında mesleğine ait konularda yaptırdığı çok sayıda lisansüstü çalışmasına
danışmanlık yaptı. 2010 yılında Uludağ Üniversitesindeki görevinden kendi isteğiyle
ayrıldı. Hâlen İstanbul Ticaret Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri
Fakültesi Sosyoloji Bölümünde öğretim üyesi olarak çalışma hayatına devam
etmektedir.
Bedri
Mermutlu, sosyoloji alanını merkeze
alarak geniş bir
çalışma yelpazesi oluşturmuştur. Tarihsel sosyoloji, sosyal tarih, şehir
tarihi, sosyal düşünce tarihi, musiki tarihi ve sosyolojisi yoğunlaştığı ve
eserler verdiği başlıca çalışma alanlarıdır. Konferansları yanı sıra çeşitli
bilimsel ve mesleki dergilerde yüz civarında makalesi yayımlanmıştır. Osmanlı
musiki tarihi üzerine yapmış olduğu 5 ciltlik bir çalışması henüz
yayınlanmamıştır. Diyarbakır şehri üzerine gerçekleştirilen bir sözlü tarih
çalışması da yayınlanmayı bekleyen eserleri arasındadır.
Şiirlerinde
bireysel duyarlılık halleri derinlemesine yer bulduğu gibi toplumsal ve siyasi
konular da ince ve yer yer ironik imalarla işlenmiştir. Henüz kitaplaşmamış
olan şiirlerinin bir kısmı Hayal Defteri,
Melamet, Yedi İklim, Dil ve Edebiyat dergileri gibi yayınların çeşitli
sayıları içinde yer almıştır.
YAYIMLANMIŞ ESERLERİ:
Sosyal Düşünce Tarihimizde Şinasi (İstanbul 2003), Türk Sosyal Düşünce Bibliyografyası (İstanbul
2008), Tarihî Bursa Mezar Taşları I: Bursa Hazireleri, (Bursa 2011), Tarihî
Bursa Mezar Taşları II: Emirsultan Mezarlığı, (Bursa 2012), The
Diyarbekir Travelogue of Arifi Pasha And The Notes About The Region By Said
Pasha of Diyarbekir (Harvard University, 2012), Âlem-i İslâmiyet ve Avrupa Siyaseti (Filibeli Ahmed Hilmi,
Hazırlayan ve Girişi yazan: Bedri Mermutlu, İstanbul 2014), Üsküdar Balaban Tekkesi (Belgin Dişçi,
İsmail Büyükseçgin ile birlikte, İstanbul 2014), Tarihî Bursa Mezar Taşları III Pınarbaşı Mezarlığı C.I, (Bursa 2016),
Tarihî Bursa Mezar Taşları III Pınarbaşı
Mezarlığı C.II, (Bursa 2016).
Edite Ettiği Eserler:
Sosyoloji Konferansları, No. 46 / 2012-2, Türk Sosyologlarını İzlemek Özel Sayısı; Feschtrfit in Honor of The Millet Biblirary's 100th Year and
Its Founder Ali Emîrî Efendi I, Journal of Turkish Studies, Volume 46
(Günay Kut ile birlikte) Harvard University 2016; Feschtrfit in Honor of The Millet Biblirary's 100th Year and
Its Founder Ali Emîrî Efendi II, Journal of Turkish Studies, Volume 47
(Günay Kut ile birlikte) Harvard University 2017.
KAYNAKÇA: Şevket
Beysanoğlu / Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları (c. 4, 2003), Vitrindekiler
(Cumhuriyet Kitap, 1.4.2004), Kendisinden alınan bilgiler (Şubat 2013, Aralık
2017), İhsan Işık / TEKAA (2006) - Diyarbakır Ansiklopedisi (2013) – Geçmişten Günümüze
Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014)..
ALİSYA
BEDRİ MERMUTLU
Yaslanıp kalbinin küllerine
Bir lodos gecesinde
Uyudu deli çocuk
Sırtında uzun güz yorgunluğu
Gözlerinde kanatılmış bir rüya
Kayıp bir şehrin yankısı gibi
Bir ikindi sevincinde çıka geldin baht olup
Masal gibi gelişinden belliydi
Yine bir masal gibi gideceğin ya
Her ikindi güneşinde gölgeleri yoklar durur
Kalbinin küllerini yeniden savurur lodoslarda
Gece yıldızlarla seni konuşur
Üşür
Bıraktığın ışıkla ısınır deli çocuk
Alisya
PRENS
SABAHATTİN’İN SİYASİ HAREKETİNE DÜŞEN GÖLGE
DAMAD
MAHMUD PAŞA’NIN İMTİYAZ TALEBİ PAZARLIKLARI
Bedri MERMUTLU [*]
Özet
Türkiyenin
çağdaş siyaset ve düşünce alanında yaşanan önemli bir yarılma, Prens
Sabahattin’le ortaya çıkan harekettir. Sultan II.Abdülhamid’e muhalefetle
başlayan ve muhalif gruplarla işbirliği arayan bu hareketin arka planı muhtelif
yorumlara konu olmuştur. Yüksek maliyete dayanan Bağdat Demiryolu ihalesinin
hangi ülke sermayesine verileceği tartışıldığı sırada Prens Sabahattin’in
babası Damad Mahmud Paşa’nın devreye girmesi dikkatlerden kaçmamıştır. Bu konu
üzerinde yürütülen spekülasyonları aydınlatacak önemli bir kanal, Osmanlı arşiv
belgeleri olacaktır. Şimdiye kadar yayınlanan mektuplara ve kişisel beyanlara
ek olarak bu konudaki devlet belgelerine yer vermekle daha nesnel ve
tamamlanmış bilgilere ulaşmak mümkündür. Zamanın Paris ve Brüksel Sefirleri
tarafından Mahmud Paşa ile yapılan yurda dönüş pazarlıklarına ilişkin bilgiler
Saray’a gönderdikleri raporlardan izlenebilmektedir. Bu makalede, yüksek
sayıdaki belgeler arasından, demiryolu imtiyazı konusuyla ve yurt dışına firar
eden Mahmud Paşa’nın yurda dönmek için devlete ileri sürdüğü şartlarla ilgili
olanlara dayanarak söz konusu soruna açıklık kazandırılmaya
çalışılacaktır.
Anahtar
Kelimeler:
Prens Sabahattin, Damad Mahmud Paşa,
Bağdat Demiryolu, Demiryolu imtiyazı, Jön Türkler
Giriş
Prens
Sabahattin, geçen yüzyılın başlarında iyice hareketlenen siyasi muhalefete
katılarak önce ülkenin yönetim ve siyasetinde, ardından da düşünce ve ilim hayatında
öne çıkmış bir isimdir. O devrin pek çok münevveri gibi onun da ilmî ve fikrî
yönünü siyasî hedef ve girişimlerinden ayırarak düşünmek doğru değildir. Ancak Prens
Sabahattin’in kişisel amaçlarıyla siyasî amaçları arasındaki ilişki de baştan
beri tartışmalara konu olmaktan kurtulabilmiş değildir. Bu yöndeki kanaatler
bilhassa Jön Türkler arasında ortaya çıkardığı suçlama ve savunma pozisyonları
içinde sertleşen tarafgirlikler yaratmıştır.
Herşeyden
önce Prens Sabahattin’in mücadelesini bir aile mücadelesi, daha doğru ifadeyle
ailece mücadele olarak ortaya koymak gerekir. Sabahattin Bey’den önce ve sonra
Avrupa’ya geçerek padişaha karşı mücadele veren diğer Jön Türklerde böyle bir
“ailece” mücadele veren ihtilâlciler olsa bile (Tunalı Hilmi, Ahmed Rıza gibi) bunlar
Prens’in ailesiyle bir tutulamazdı; çünkü Prens’in ailesi bir yanıyla hanedana
mensup olması itibariyle bu tür muhalefette özgül ağırlığı olan peşin bir
ayrıcalık taşımaktaydı. Sultan Abdülmecid’in kızı Seniha Sultan’ın çocukları
olan Sabahattin ve Lutfullah Beyler her ne kadar şehzade unvanına sahip olmasalar
da taşıdıkları “sultanzâde” unvanı onların diğer ihtilâlcilere göre daima
birkaç adım önde görülmelerine yetiyordu. Özellikle dış dünyanın algısında
bunun önemi inkâr edilemezdi.
Ailenin
asıl rüknü, sultanzâdelerin babası Damad Mahmud Paşa idi. Tecrübeli bir devlet
ve protokol adamı olan Damad Mahmud Paşa hangi durumlarda ve kime karşı
mahdumları öne çıkaracağını, kendisinin ne zaman ve ne kadar devreye gireceğini
iyi biliyordu. İstanbul’dan itibaren hareketin yürüyüşü bu taktiğe uygun devam
ediyordu. Mahmud Paşa, her ne sebeple olursa olsun, mücadelesini Avrupa’dan
vermek için yurdu terk ederken yanına sultanzâde mahdumlarını alarak çıkmakla elinde
güçlü bir silah tutmuş oluyordu. İngilizlerin adamı Maymon’un, sultanzâdeleri
ziyaretiyle başlayan süreç, sultanzâdelerin babalarını da içine alarak kısa
zamanda bir aile hareketine dönüşecekti. Aile bireyleri bu hareketin birer
parçası olarak birbirleriyle paslaşarak, birbirlerine tutunarak ya da
birbirlerini kullanarak bir uzun yolculuğa çıkacaklardır.
Her
ne kadar Prens Sabahattin’in Mısır’dan ilan ettiği şekilde mesele “vatan ile
istibdad arasında açılan katʻi bir harbin” başlaması olarak sunuluyor olsa da (Ahmed
Lutfullah & Mehmed Sabahaddin, 1901: 5), gerek hükûmet tarafından gerekse
Jön Türklerin önemli isimlerini içine alan bir kanat tarafından konu farklı
şekilde düşünülmekteydi. Damad Mahmud Paşa’nın padişahla arasının açılarak
Avrupa’ya kaçışının, Bağdat Demiryolu imtiyazını almayı arzu eden İngilizlere
yaptığı aracılık sebebiyle olduğu yönündeki bir kanaat sultanzâdelerin
mücadelesine gerçek anlamda koyu bir gölge düşürmüştür. Bu konunun Jön Türkler
arasındaki çekişmeden kaynaklanan haksız bir suçlama olduğunda ısrar edenler
olduğu gibi aksi kanaatte olanların da bulunduğu bilinmektedir. Bu noktada ele
alacağımız iki farklı ifadenin izinden gidilerek Damad Mahmud Paşa ve
mahdumlarının talep ettikleri imtiyaz ve devletle olan pazarlıkları iddiasına resmi
kaynaklar eşliğinde cevap ararken mümkün olduğu kadar ilk elden belgeleri
konuşturmaya ağırlık verilecektir.
Dr. Bahaeddin
Şakir’in iddiaları
Dr.
Bahaeddin Şakir, Sultan Abdülhamid’in
takibinden kurtulmak için Paris’e kaçan ve muhalefet hareketinin
örgütlenmesinde ciddi emeği geçen Jön Türk önderlerinden biridir. Mücadelesini
Meşrutiyet’ten sonra yurda gelerek aldığı önemli kritik görevlerde de vermeye
devam etmiş ve Mütareke’den sonra kaçtığı Berlin’de bir Ermeni tarafından
öldürülmüştür. Bahaeddin Şakir’in Prens Sabahattin ve ailesiyle ilgili
iddiaları son derece açık ve inciticidir. Bahaeddin Şakir’in sert üslubuyla
birleşen ağır suçlamalar Prens Sabahattin taraftarlarınca benzer tonda
tepkilerle reddedilmiştir. Konumuzu ilgilendiren yönüyle Dr. Bahaeddin Şakir’in
Paris’ten 11 Haziran 1907 tarihinde İstanbul’a yazdığı mektupta şu cümleler
dikkatimizi çeker:
“…
Sabahattin Bey ve merhum pederi Avrupa’ya ne zulümden şikâyet ve ne de milleti
vikaye maksadiyle gelmişlerdir. (…) Avrupa’dan Abdülhamid’le pazarlıkları
Bağdad bataklıklarının imtiyazının iʻtâsı ve mahdum beylerin Şûrâ-yı Devlet’e
azalığı ve buna mümasil şerâit-i âdiye ve rezîleden ibaret olduğu Ahmed Rıza,
Nazım Bey ve saire gibi erbâb-ı namus ve hamiyetin gözü önünde cereyan eden
mesâilden bulunmakla ve bunların şehadetleriyle (…) bâhusus Ahmed Celâleddin
Paşa’nın tasdikiyle iki kere iki dört eder gibi sabit bir hakikattir. (…)
Mûmâileyhin ahvâl-i mâziyesi unutulabilirdi. Ancak ahvâl-i hâzırası, ahvâl-i
sâbıkasını gölgede bırakacak kadar fena bir renk almaktadır.” (Kuran, 1959: 435).
Bu
mektupta belirtilen hususlar Prens Sabahattin taraftarlarınca teker teker ele
alınıp cevap verilmek yerine toptan reddedilme yoluna gidilmiştir. Bunun tipik
örneğini, Jön Türk hareketinin içinde bulunan ve aynı zamanda bu hareketin
tarihini yazan Ahmed Bedevi Kuran’da görmek mümkündür. Kuran, bu ifadeleri
reddederken der ki: “Ben, şahsen Ahmed Celâleddin Paşa’nın bütün muhaberelerini
birer birer tetkik, bunları ve şifre miftahlarını aynen neşrettim. Bu evrak ve
muhabere arasında imtiyaz veya me’muriyete müteallik tek bir kelime yoktur.
Bunun aksini iddia eden açıkça yalan söylemiş olur. Bütün varlığını ve rahatını
memleketi uğruna feda eden bir münevver vatandaş hakkında böyle iftiralar
uydurmak affedilmeyecek derecede büyük bir cinayettir.” (Kuran, 1959: 436-7).
Bir
yanda “ne zulümden şikâyet ve ne de milleti vikaye maksadiyle” ülkesini terk
eden; öbür yanda “bütün varlığını ve rahatını memleketi uğruna feda eden” Prens
Sabahattin ve pederi tanımıyla karşı karşıyayız. Ahmed Celâleddin Paşa ve
diğerlerinin şahit gösterilmesi de Kuran tarafından nedense kale alınmamaktadır.
Oysa mektubun yazıldığı tarihte adı anılan kişiler hayatta idiler ve daha uzun
yıllar yaşadılar. Hayatta olan ve bilgisine başvurulması mümkün olan kişilerin
şahit olarak gösterilmesinin kendi başına değerli bir anlamı olmalıdır. Sıkı
bir “Sabahattinci” olan Kuran bunu önemsemediği gibi Ahmed Celâleddin Paşa’nın
evrakında da böyle bir bilginin bulunmadığını söyleyerek iddiayı “iftira” diye
nitelemektedir.
Ahmed
Celâleddin Paşa’nın Damad Mahmud Paşa’yla görüşmesi devlet adına idi. Bu
görüşmeler farklı isimlerle, Mahmud Paşa’nın ölümüne kadar devam etmiştir. Bu
isimlerden en sık görüşeni Paris Sefiri Salih Münir Paşa’dır. Bütün
görüşmelerin kayıtları ve İstanbul’dan verilen talimatlar Devlet Arşivi
kayıtları arasında mevcuttur. Ahmed Celâleddin Paşa’ya ait belgelere sahip
olduğunu söyleyen Ahmed Bedevi Kuran bu konudaki tüm belgeleri yahut bazı başka
belgeleri görmüş olsaydı bu kadar kesin konuşmayacağından eminiz. Devlet Arşivi’ndeki
belgelerde karşımıza çıkan bilgilerin Kuran’ı değil Bahaeddin Şakir’i
desteklediği, hatta onunla örtüştüğü görülmektedir. Bahaeddin Şakir’in
belirttiği “bağdad bataklıklarının imtiyazının iʻtâsı ve mahdum beylerin
Şûrâ-yı Devlet’e azalığı” meselesi ayrıntılarıyla görüşmelerde masaya
yatırılmış konular olarak karşımıza çıkmaktadır. “Buna mümasil” diye bildirilen
konular da aynı şekilde birçok belgede yer almaktadır.
Sultan
II. Abdülhamid, eniştesi Damad Mahmud Paşa’yı Adliye Nazırlığından azlettikten
bir müddet sonra yeni bir görevle Evkaf Nazırlığına getirmek istemiş ama Paşa
bu görevi ve daha sonra teklif edilen Şûrâ-yı Devlet Mülkiye Dairesi üyeliğini
de kabul etmeyerek “evine çekilip oturmayı” tercih etmişti. Hatta Paşa’nın
sonradan ifade ettiğine göre, padişahın ısrarlarına rağmen yeni bir görev kabul
etmemesi karşısında Sultan Abdülhamid, “Beni yapayalnız bırakıyorsun. Eğer
memleketin idaresinde bir kusurum olursa ve memlekete bir felâket gelirse
mes’ulü sensin; çünkü benim itimat ettiğim başka kimse yoktur!” diyerek
sorumluluğunu hatırlatmıştı. Buna rağmen devlet işlerinden uzak yaşamaya
kararlı olan Mahmud Paşa yıllar sonra Bağdat Demiryolu imtiyaz görüşmeleri
başlayınca birden bire lâyihalar yazarak yeniden devlet işleri konusunda
devreye girmeye başlamıştır. Kendisi bu girişimini, “Vaktâ ki memleket
ahvâlinin günden güne fenalaştığını gördüm, padişahı ikaz için lâyihalar yazıp
göndermeye başladım” diye açıklamaktadır. Nitekim Saray tarafından, konuyla
daha fazla ilgilenmesinin doğru olmadığı hususunda kendisinin uyarıldığını
Mahmud Paşa da belirtmektedir. “Senelerden beri idare işlerinden uzakta
bulunduğu için bugünkü ihtiyaçları bilmezler ve anlamazlar. Onun için yine
evlerinde otursunlar ve bir daha benim işime karışmasınlar!” şeklinde bir
uyarının vukuu Damad Mahmud Paşa’nın da naklettiği bir husustur. (Kuran, 1959: 256)
Neden
İngilizler?
Demiryolu projelerine el atmak Osmanlı Devleti açısından
önceleri askeri ve ticari ulaşım vasıtası olarak önemsenmişken giderek
uluslararası siyasetin de aracı olarak ülkenin ilişkilerini yönetmeye
başlamıştır. Sultan II. Abdülhamid, ülkenin birçok yerinde,
büyük malî yükler getirmesine rağmen, demiryolu yapım imtiyazlarını uluslararası siyasette önemli bir denge aracı olarak kullanmıştır.
Daha önce Süveyş Kanalı hisselerini elde ederek Mısır’la birlikte bu bölgeyi
denetimlerine geçiren İngilizler bu sayede Hindistan yolunu da emniyete almış
olmaktaydılar. Ancak Osmanlı Devleti, içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi
koşullar bakımından demiryolu sistemini kuracak durumda değildi. Şartların
zorlaması, Osmanlı devlet adamlarını, sermayesini yabancıların sağladığı demiryolu projelerine
yönelmek zorunda bırakmıştır.
Bu süreçte bölgede demiryolu projelerine ilgi göstermemiş olan İngilizler,
Almanların hem Mısır’ı, hem Süveyş Kanalı’nı,
hem de Hindistan güzergâhının güvenliğini
tehdit edecek bir demiryolu imtiyazı alacağının ortaya çıkması üzerine
bölge ile daha
yakından ilgilenmeye ve imtiyaz
için mücadele vermeye başlamışlardır (Gümüş, 2011: 155, 175),
Bağdat
Demiryolu imtiyazı için İngilizlerin, Maymon adlı bir şahıs aracılığıyla önce
Sultanzâde Sabahattin ve Lutfullah Beylere; bunlar vasıtasiyle de Damad Mahmud
Paşa’ya ulaştıktan sonra (Kuran, 1959: 258) Paşa, resmi bir sıfatı olmamakla
birlikte bu konuyla yakından ilgilenmeye başlamıştır. İngilizlerin
teklifleriyle ilgili lâyihaya ilave ettiği bilgilerde Paşa’nın gerekçelerini
gayet inandırıcı biçimde serdedilmiş olarak görmek mümkündür.
Paşa,
kaleme aldığı “zeyl”de, İngilizlerin Bağdat demiryolu imtiyazını almakla elde
edilecek karşılıklı kazanımları sıralarken, Osmanlı Devletiyle İngiltere
arasında uzun süreden beri devam eden soğukluğun da bu vesile ile sona
ereceğini ve dostane ilişkilerin başlayacağını ifade eder. Almanların imtiyazı
elde etmeleri halinde, Osmanlı devletinin zayıf ya da meşgul bir anını
kollayarak Anadolu’ya resmen müdahaleye kalkışıp orayı “bir
Alman prensliği hey’etine ifrağ ve diğer bir fırsatta dahi kısmen Anadolu’yu bütün
bütün Almanya İmparatorluğu’na ilhak fikrinde olduğunu anladıklarından”
İngilizler bunu şimdiden önlemek istemektedir. Osmanlı Devleti’nin anlamadığı
yahut önemsemediği bu niyeti kavrayan İngilizler, Anadolu’yu Almanlara
kaptırmak istememekle kendi menfaatleri yanında Osmanlı Devleti’nin de
menfaatini korumuş olacaklardır.
Paşa’ya
göre, İngilizlerin Anadolu toprağını istilâ niyetlerinin olmadığı söylenemez. Fakat
“Almanlar
Bağdad hatt-ı kebîrinin imtiyazını alır almaz İngilizler kuşkulanıp Basra cihetlerini
istilâ etmeyecekler midir? O vakit Rusya da bilmukabele Trabzon havâlisini
zapta kalkışmayacak mıdır? Maazallah öyle bir hâl vukûʻunda Almanya devleti bu
iki devlet-i şedîdü’ş-şekîmeye karşı silah-be-dest olarak müdafaa mı edecek
yoksa Girid meselesinde olduğu gibi uzaktan seyirci mi kalacaktır? Elbette
seyirci kalacaktır. Her iki halde de Rusya’nın bir tecavüze kalkışması
İngilizlerin işine katʻiyen elvermeyeceği için şimdilik sûret-i dostânede
Bağdad hatt-ı kebîr imtiyazını elde etmekle iktifa ederek istilâya cür’et
etmeyecekleri daha ziyade menfaatlerinin te’mînine muvâfık olduğundan, o halde
ber-vech-i bâlâ îrâd olunan İngilizlerin acaba fikr-i istilâları yok mudur sualinin
cevabı kendi kendine tezahür etmiş olur. Fakat nâçâr kaldıkları zaman yani
Bağdad hatt-ı kebîrinin imtiyazı Almanlara verilip de kendilerine verilmediği
zaman işte o vakit İngilizlerde fikr-i istilâ vaktinden evvel uyanacak ve ister
istemez Rusya’nın tecavüzüne dahi meydan vermiş olacaklardır.”.
Son
cümle, Bağdat hattı imtiyazının kendilerine verilmediği takdirde İngiltere
adına Osmanlı Devleti’ne yöneltilen açık ve çok yönlü bir tehdidi dile
getirmektedir. Almanlardan Osmanlı’yı koruyacak bir hareket beklenmediği gibi,
İngilizlerin Basra ve diğer Arap coğrafyaları üzerinden yöneltecekleri
vaktinden önce bir işgalin yanında kuzeyden Rusların toprak koparma girişiminin
önü açılacaktır!
Damad
Mahmud Paşa, Almanlar hangi şartlarla imtiyazı almak istiyorlarsa İngilizlerin
de aynı şartları “kabule âmâde” olduklarını da ilave ettikten sonra, “İngilizleri bu meselede memnun etmek
Almanları memnun etmekten daha ziyade saltanat-ı seniyyelerince müstelzim-i
menfaat” olacağı hususunda ısrarını tekrarlayarak sözlerini noktalar. (BOA,
Y.EE.00084.000039.002.003-4). (Belge No. 1)
Bu
başvurudan yirmi gün sonra Mahmud Paşa, İngiliz destekli
Macarlı Ernest Rahniçer’in (Rechnitzer) kendisine
gönderdiği “sûret-i inşaata dair Nâfıʻa Nezâret-i Celîlesi’nce kabul edilmiş
olan şartnamenin bir suretini” padişaha sunmaya aracılık ederek işlerin
çabuklaştırılmasına çalışmıştır. Çünkü Paşa’ya göre Almanlar, “bir sûret-i
hudʻakârâne ile işi uzatarak sair tâlipleri usandırıp çekilmelerine bir yol
araştırmaktadırlar.” (BOA, Y.EE.00084.000042.001.001).
Paşa,
Bağdat Demiryolu imtiyazının Almanlara verilmemesi konusunda padişah nezdinde
elinden gelen girişimleri sonuna kadar kullanmıştır. Bir başka arizasında,
Almanların, aceleye getirerek, işi
inceden inceye araştırmadan kabul edecek olan mercileri kolaylıkla aldatabilecek
“mühîlâne ve hudʻakârâne” maddeler serdetmiş olduklarına dikkat çeker. Sözü
iyice açarak, “Hele ortaya sürdükleri
sûret-i tesviyenin bilâhare hükûmet-i seniyye için ne derece mazarrat-engiz ve
muhrib olduğunu biraz tedkik edip anlayacak olursak, Almanların bu
teşebbüslerinin dolandırıcılıktan az bir farkı olduğu hemen göz önünde tecelli
ediverir” demekten kaçınmaz ve bütün temellendirmesini bu fikir etrafında
kanıtlar getirmeye çalışarak örgüleştirir: Almanlara ait “bu iddiaların altında nasıl bir maksad-ı iğfâl mündemiç bulunduğunu
söylemeye hacet yok! Şimdiye kadar Almanlar aldıkları imtiyazları böyle
lâstikli iki üç vecihle te’vil kabul eder karanlık şartlar ve teklifler
göstererek hep elde etmişlerdir. İmtiyazları da bir kere elde ettiler mi artık onu
bir silah-ı müdhiş gibi hükûmetin tepesinde savurmaya başlıyorlar. Kendilerine
karşı taahhüt edilen tekâlif nazarlarında birer hak ve selâhiyet kuvvetini
hâizdir; fakat kendi taraflarından îfâsını taahhüt ettikleri vazifenin asla
ehemmiyeti görülmüyor” diyerek Almanların çıkaracakları işten fayda
görülmeyeceğinin altını bir kere daha çizer.
Paşa’nın
gösterdiği alternatif şüphesiz ki yine İngilizlerin teklifi olacaktı. Paşa’ya
göre, “Halbuki varidât-ı hâzıra-i
hükûmeti hiçbir suretle taahhüt altına sokmayan ve ileride hükûmeti müstefid
edecek terakkiyât-ı vâsiʻa-yı dâhiliyeyi vaʻd ve te’min eden Rahniçer lâyiha-i
istidʻâiyesinde her bir madde muvazzah ve mantıkîdir. Emniyet-i mütekabile
esasına mübtenîdir.” (BOA, Y.EE.00084.000043.003.1-2-3).
Damad
Mahmud Paşa’nın üzerinde önemle durduğu konulardan biri de devletler arasında serbest
ticaret kanallarının açılmasıdır. Osmanlı Devleti için epeyce bir zamandan beri
tehlikeli bir unsur haline gelen İngiltere devletinin Osmanlı toprakları
üzerindeki ihtiraslı emellerini azaltmanın ve ötelemenin önemli bir vasıtası
serbest ticaret kapılarını açmayı sözde bırakmayıp uygulamada açıkça göstermek
olacaktır. Açık bir İngiliz taraflısı olan Paşa’nın bu pozisyonunu saklamaya
gerek duymadığı bir gerçektir; ancak İngiliz politikasını tercihindeki
gerekçesini İngiltere’nin topraklarımız üzerindeki emellerini önlemenin tek
yolu olduğu tezine dayandırması da ilginç bir yorum olarak karşımıza
çıkmaktadır. Paşa, dönemin siyasi hareketliliğini ince bir şekilde serimleyerek
görüşünü tarihsel bir temele oturtmaya çalışır:
“İngilizler Mısır işini istedikleri vecihle
hallettikten sonra buhranlı meseleler ve Arabistan’ca arbedeler vücuda
getirseler gerektir. Zira Fransızların bugünkü günde İngiltere’ye ve
müttefiklerine karşı bir hükmü olmadığından İngilizlerin o taraftan hiç
muhteriz olmayarak Ceziretülarap’ta sâhilen cârî olan tasallutları Basra
Körfezi’nden Bağdad’a kadar şiddetlenip Bahr-ı Sefîd’de bir sedd-i sedîd olan
Girit ceziresini dahi âmâl-i ahâli perdesi altında temellüke sarf-ı mesâʻi
edecekleri ve Avusturya’nın Rumeli’ce olan âmâlini mürevviç olacakları akvâ-yı
melhûzâttır. Hatta bir aralık Maraş taraflarında kâin Âhû Dağları’ndan ötesini
Rusya’ya bırakmak ve onun berisindeki bilâda kendileri vâris olmak velhâsıl
Anadolu’yu Rusya ile mukaseme etmek derecesine kadar bir takım niyyât-ı mühlikede
bulunduklarına dair yine kendi lisanlarından çıkan sözler melhûzât-ı maʻrûzayı
müeyyiddir.”.
Bu
tıkanıklığı aşmanın çareleri araştırılırken her şeyden önce “İngilizlerin tashîh-i efkârına gayret”
etmenin lüzumuna inanarak bunun ne yolda mümkün olabileceği tartışılır:
“Bu vecihle çehre-i mahûfu görülmeye başlayan
heyûlâ-yı istikbâle pençe-i müdafaa hazırlamak için bu aralık müvâzene-i
siyâsiyât ile meşgul görünen bazı zatlar, “İngiltere devleti mukaddemâ
Şark’ta te’min-i menâfiʻine hey’et-i Osmaniye’nin vücudunu vasıta ittihaz etmiş
iken şu son zamanlarda bu fikirden geçip hey’et-i Osmaniye’nin gayrı vesâitle
dahi Şark’ça İngiliz menâfiʻini taht-ı te’minde tutmaya yol arıyor. O cihetle
Devlet-i Aliyye’nin hâli gittikçe ağırlaşıyor; Londra’ca bir vesâtet-i mahsûsa
ile İngilizlerin tashîh-i efkârına gayret olunarak o sırada bir ittifak
dairesine girişilmekle defʻ-i mazarrat-ı müstakbelenin imkânı vardır” diyorlar. Ama devletlerce akd-i ittifak
mutlaka bir ivaz-ı mütekabilî olageldiğinden farzâ Londra’da tashîh-i niyyât
için bazı teşebbüsât ile teklîf-i ittifak etmemiz lâzım gelse Gladstone
kabinesi elbette şu müracaatımıza mukabil bir takım şurût dermeyân eder ki
onların icrâsiyle Devlet-i Aliyye kendiliğinden İngiltere mahkûmiyeti tahtına
girerek istiklâlini muhafazadan âciz kalır.”.
Devletlerarası
ilişkilerde “istenilen bir şeye karşı bir şey verme” şeklinde özetlenen anlayış
bu yolda da karşılaşılacak olağan bir çözüm yöntemi olacaktır. Damad Mahmud
Paşa’ya göre, Osmanlı Devleti adına, İngiliz saldırganlığını nötralize etmenin
yolu, onlara ticari kolaylık sağlamaktan geçmektedir. Padişaha bu konuda
sunduğu teklif üç maddeden ibarettir: “Müstakimen
gidilecek yol Devlet-i Aliyye’nin evvelâ âmâl-i harîsâneyi müdafaa edecek
noktalara bir kat daha ehemmiyet vermesi, sâniyen aşağıda arz ve izah olunacak
icraatı bilâ-ifâte-i vakt fiʻle getirmesi, sâlisen ecânibin menâfiʻ-i
ticâriyesine âsâr-ı teshîl göstermesi tarikidir.”.
Çünkü
“menâfiʻ-i ticâriyenin teshîli hem
ecânibce tahfîf-i gayz u adâvete ve hem tebeʻa-i Osmaniye’ce tevessüʻ-i
menâbiʻ-i servete medar olacağından bu esasların dahi Ticaret ve Nafıʻa
Nezaretleri cânibinden müteferriʻâtı kararlaştırılarak mevkiʻ-i icrâya
getirilmesi lâzimedendir. Zikrolunan icrâât-ı müstaʻcelenin Bâbıâli’ce âsârı
izhar edildikçe (…) buhrân-ı müstakbel külliyen bertaraf olmasa bile kolaylıkla
meydana gelemeyip hayli zaman kazanılmış olur. Ve Avrupa’ca Devlet-i Aliyye’nin
hak ve menfaatini vikâye yolunda müttefik zuhuruna yol açılmış bulunur.” (BOA,
Y.EE.084.052.01.1-2-3-4).
Daha
sonra Paşa’nın oğlu Sabahattin Bey tarafından ayrıntılarıyla dile getirilecek
olan teşebbüs ve ticaret serbestisi tezlerinin evveliyâtını Mahmud Paşa
tarafından kaleme alınan lâyihalarda görmek mümkündür.
Yurt dışına
kaçış
Damad
Mahmud Paşa’nın İngilizlerin politikasını tercih ve terviç etmiş olduğu dış
dünya tarafından da yakından bilinen ve dış basın tarafından yapılan neşriyatta
yer verilen bir husustur. Mahmud Paşa’nın yurt dışına kaçtığı günlerde,
Brüksel’de neşrolunan İndependans Blaj gazetesinin 24 Aralık 1899 tarihli
nüshasında, “Mahmud Paşa ahîren
Konya–Basra demiryolu hakkında Deutsche Banka’nın tasavvuruna Rahnizer’in
teklif eylediği İngiliz sûret-i tertibinin rüçhaniyetine kaniʻ olduğu”
belirtildikten sonra bu nokta irdelenmeye devam edilirken onun ileri derecede
“İngiliz muhibbi” olduğuna ve bu yönde Saray’a yaptığı baskıların sabrı
taşırdığına ilişkin bilgilere yer veriliyordu:
“Mahmud Paşa be-gâyet İngiliz muhibbi olup
Devlet-i Osmaniye’nin muhafazasında henüz alâkadâr bulunan İngiltere hükûmetine
Osmanlı politikasının daima tevcihi taraftarlığını iltizam etmiş ve Almanya
Rusya ile muʻânakada bulunduğu zamandan beri âtiyen Almanya’ya emniyet
etmemekte bulunmuş idi. Bu Damad Rahnizer’in lâyihasını kabul ile atebe-i ulyâ-yı
cenâb-ı mülûkâneye arz ve takdim etmiş ve bu münasebetle birçok arîzalarla
zât-ı hazret-i padişâhîyi tasdîʻ etmiş olmalıdır ki Serkâtib-i hazret-i
şehriyârî Tahsin Bey vasıtasiyle, bu işle meşgul olmaması tebliğ edilmiştir.”.
İmtiyaz
görüşmelerini yakından takip etmek için İstanbul’a gelen Rahniçer, Almanların
imtiyazı alacaklarının anlaşılması üzerine, umduğunu bulamayıp ertesi gün
Avrupa’ya dönmüştü. Blaj gazetesi bu dönüş tarihine dikkat çekerken Damad
Paşa’nın Avrupa’ya gidişini bununla ilişkilendirmekle önemli bir detayı
yakalamış olmaktadır:
“Almanlar bütün Avrupa gazetelerinin
bahseyledikleri şerâitin kabulünü mutazammın irâde-i seniyyeyi istihsal
etmişler ve İngilizler muvaffak olamamışlar idi. O vakit hâdisât-ı menfînin
Derseʻâdet’de huzurunu icap ettirdiği Mösyö Rahnizer Derseʻâdet’e gelmiş ve
ertesi Perşembe günü birden bire Avrupa’ya gitmiştir. Kânûnievvelin on dördüncü
Perşembe günü Çamlıca’da ikametgâhında bulunan Mahmud Paşa, Haydarpaşa’dan ilk
trene râkip olarak Pendik’e gitmiştir. Orada prensler gazla müteharrik küçük
istimbotla vaktin be-gâyet erken olmasına rağmen gezmeye çıkmak üzere
bekliyorlar idi (…) Rivayet olunduğuna göre Marmara Denizi’nde istimbotu
beklemekte olan bir İngiliz vapuruna râkip olmuşlar ve Londra’ya müteveccihen
hareket etmişlerdir.”.
Gazetenin
üzerinde durduğu önemli bir ayrıntı da Paşa’nın, mahdumlarını alarak yurt
dışına gitme nedeni üzerine yürüttüğü yorumdur. Avrupa’ya firar eden Paşa ve
mahdumlarının “her birinin mevki-i zâtîsi cihetiyle hoşnutsuzlukları ihtimali
mevcut olmadığı” herkesçe bilinen bir gerçektir. Mahmud Paşa, “memleketi terke
mecbur olduğuna” dair bir tezkere bırakmış ise de hoşnutsuzluğunun sebebi
bilinmemektedir. Akla gelen ihtimale göre, “birçok
fedakârlıklar etmiş olan İngiliz Hey’et-i Mâliyesi bir telâfiye hakkı
bulunduğunu zanneylediğinden Anadolu’da diğer bir demiryolu imtiyazı almak
üzere Damad-ı Hazret-i Şehriyârî ile mahdumlarının memâlik-i ecnebiyede
bulunmalarından istifade edecektir. Mahmud Paşa, fikren pek serbest olduğu
cihetle fırka-i muhâlifenin başına geçip” mücadeleyi şiddetlendireceği
beklenebilir (BOA, Y..PRK.TKM..00016.00035.001-002).
Nitekim
Hariciye Nazırı Tevfik Paşa’nın 15 Aralık 1315 tarihli bir yazısında belirtmiş
olduğu husus yukarıdaki değerlendirmeyle örtüşmektedir. Hariciye Nazırı Paşa,
“Bu akşam Almanya sefiri nezd-i übeydâneme gelerek Mahmud Paşa kullarının
bağteten Avrupa’ya gitmesi Rahniçer nâm şahsın iğfalâtından ileri geldiğini”
ifade ettiğini nakletmektedir (BOA, Y..PRK.HR…00028.00033.001.001).
Görüşmeler ve
pazarlıklar
Mahmud
Paşa ve oğullarının Paris’e gitmesi üzerine onlarla görüşen Paris Sefiri Salih Münir
Paşa’nın İstanbul’a çektiği 24 Aralık 1899 tarihli tafsilatlı telgrafıyla Mahmud Paşa’nın Avrupa’daki ilk günlerine ve
o günlerdeki düşünce ve taleplerine ait önemli gözlemler edinilir. Münir
Paşa’nın, Damad Mahmud Paşa’ya, İstanbul’a dönmesi hususunda yaptığı telkine
Paşa’nın gösterdiği red gerekçeleri arasında, “bir de Sultan Efendi
hazretlerinin kırk beş bin lira kadar borcu” ile ilgili ifadeler dikkati çeker.
Seniha Sultan’ın “kırk beş bin lira kadar
borcu terâküm ettiğinden düyûnâtın tesviyesi için ibtida Sultan Efendi
hazretlerinin kendisine haber vermeksizin ve baʻdehü muayyen bir zaman tahtında
istediği şimendifer imtiyazının Almanyalıların şerâitinden daha nâfiʻ olduğu
halde verilmemesi” Damad Mahmud Paşa tarafından Padişah’a muhalefetinin
sebepleri arasında sayılmış bir maddedir.
Yine
bu görüşme sırasında “mahdum beyleri İngiltere Kraliçesi hazretlerinin
maiyetine, bazı prensler gibi yaver ve kurena sıfatiyle vermeye” niyetli
olduğunu ifade eden Mahmud Paşa, aynı zamanda “İstanbul’daki emlâki sigostro
edilecek olursa İngiltere devletinin kendisine tahsis edeceği maaşı almaya ve
onunla geçinmeye (…) ve bir an evvel İngiltere’ye azîmete karar verdiğini”
belirtmiştir. Paşa’nın ifade etmiş olduğu bu son niyeti karşısında Münir Paşa,
“(…) bir devlet-i ecnebiye parasıyla yaşamak iddiasını hazmedemeyip bilâhare
zehir gibi kendisine tesir edeceği” mukabelesiyle Paşa’yı açıkça takbih edici
bir dil kullanmıştır.
Görüşmenin
ilerleyen dakikalarında Mahmud Paşa’nın nispeten yumuşadığını belirten Münir
Paşa, nihayet Mahmud Paşa’nın İstanbul’a dönmek için ileri sürdüğü bazı şartları
olduğunu öğrenir. Mahmud Paşa cevaben, “İstanbul’a
giderim; fakat bazı şerâitim var. Onların tamamen ve ale’d-devâm icrâ
kılınacağına dair kanaat hâsıl edeceğim yolunda te’minât-ı kâfiye isterim.
Şerâitimin başlıcaları şunlardır: Yani nefs ve zâtıma hiçbir suretle ta’riz
vuku bulmamalıdır. Yaz ve kış İstanbul’da Boğaziçi’nde ve sâir civarda araba
ile ve küçük vapurla ve her nasıl istersem gezmeliyim; arkamdan hafiye me’murları
gelmemeli. Mâbeyn-i hümâyûn me’murları ve sâir taraftan muamele-i tevkıriyede
kusur edilmemeli ve sû-i nazar-ı şâhâneye düçar olmamalıyım” dedi. Ve bunlardan
başka daha birkaç teklifi varsa da onları bugün daha pek kararlaştırmadığını ve
bâhusus te’minat bahsi kendisince mühim ve esaslı bir nokta idügini ve bunları
da bir iki gün içinde düşünüp bendenize ifade eyleyeceğini vaʻd eyledi.
“Baʻdehü
te’minat bahsini tekrar açarak bugün dermeyân etmeyi ve daha edeceği şerâitin
tamamen icrâsı için iʻtâ olunacak te’minat İngiltere devleti tarafından tasdik
olunursa kanaat hâsıl eyleyeceğini ve İstanbul’a avdet edeceğini ve mesela
Fransa’nın ve Almanya’nın tasdikini kabul etmeyeceğini anlattı. Paşa’nın bu sözlerini
de dinledikten sonra, ‘Bu İngiltere tasdikini acaip ve yakışıksız bir şey
görüyorum; bundan vazgeçseniz münasip olur. Bir kere daha lâyıkıyla mütâlaʻa-i
keyfiyet buyursanız!’
” cevabıyla mukabele eden Münir Paşa görüşmeye böylece nihayet veriyor (BOA, Y..PRK.EŞA..00034.00063.001.001-3-5-7). (Belge
No. 2)
Bu
ilk görüşmeden üç gün sonra (27 Aralık 1899), Damad Mahmud Paşa’nın işbirliği
içinde olduğu Mösyö Maymon, Paris’den Brüksel’e dönerek Brüksel Sefiri Kara
Todori Efendi’yi ziyaret ederek Mahmud Paşa’nın İstanbul’a avdet için ileri
sürdüğü –netleştirilmiş- şartları şu şekilde iletmiştir: “Kendisinin kayd-ı hayat ile Meclis-i Vükelâ’ya; kezâlik kayd-ı hayat
ile mahdumlarının Şûrâ-yı Devlet Azalığına ve iki kâtibi ile müdîr-i umûrunun münasip
me’muriyetlerde istihdamı, nihayet bugünki posta ile gönderilen şartnâme ve
tafsilât-ı sâireye tevfîkan Cezîretülarab’ın iskâsı ve kurutulması imtiyazının
Mösyö Rahniçer’e verilmesi” (BOA,
Y..PRK.EŞA..00034.00065.001.001). (Belge No. 3)
Bundan
sonra pazarlıklar bu şartlar üzerinden sürüp gidecektir. İstanbul’un bu
şartlara itiraz etmeyerek konuşmaya açık olduğu; fakat önce Damad Mahmud
Paşa’nın, mahdumlarıyla birlikte İstanbul’a dönmesi gerektiği hususunda ısrarı
söz konusudur. Aksi takdirde Mahmud Paşa’nın dışarıdan şartlar öne sürerek
bunların kabulünü istemesinin bir şantaj algısı doğuracağı ve bunun da devlet
adamı tavrına yakışmayacağı bildiriliyor.
Münir
Paşa imzasıyla Paris’ten İstanbul’a gönderilen 29 Aralık 1899 tarihli yazıda,
Damad Mahmud Paşa’nın şartları üzerindeki görüş alışverişinin biraz daha netlik
kazanmaya başladığı görülmektedir. Münir Paşa, “Mahmud Paşa ile görüşüp ferman buyurulan tebligatı icâbı vechile
biletraf tefhîm eyledim. Kendi ve mahdumlarının maaşı hakkındaki irâde-i
seniyye-i hazret-i padişâhîyi hüsn-i telâkki ederek maaşât-ı mezkûrenin
taʻyîn-i mikdarını ve müşârünileyhimânın birer me’muriyet-i münâsibe ile
taltiflerini doğrudan doğruya tensîb-i âlî-i şâhâneye bıraktığından; masârif-i
vâkıʻasının ve harcırâhının tesviyesi için dahi ihsân-ı şâhâneye nâiliyeti
ümidinde bulunduğunu beyan eyledi” diyerek şartların iki taraf açısından
neredeyse sorunsuz bir şekilde anlaşma zemini bulduğunu ifade ederek ayrıntılara
doğru meseleyi açmaya çalışıyor. Yukarıda değinilen “şantaj” algısı endişesi,
Mahmud Paşa’yı “önce dönme”ye zorlayan önemli bir taktik gerekçe olarak
İstanbul’un görüşme masasına koyduğu güçlü bir koz olmaya devam edecektir:
“Maamafih âcizleri dahi ihtâr-ı hâlisâne
olarak kendisine Avrupa’da iken bir imtiyaz ihsan buyurulsa bile kabul etmemesi
iktizâ edeceğini ve çünki ol vakit herkesin kendisine şantajcı nazariyle
bakacağını ve bu[nu] ise kibarlığa ve Damad Paşalığa yakıştıramayacağını ve
fakat bir kere İstanbul’a avdet ettikten sonra eltâf-ı padişahîye hadd ü
nihayet olmadığından rızâ-cûyâne hareketi mûcib-i mahzûziyet-i seniyye olarak
karîha-yı ilhâm-ı sahbiyye-i cenâb-ı şehriyârîden öyle bir ihsan ve âtıfete
mazhar olsa buna kimesnenin bir diyeceği olmayıp ve şantaj nazariyle
bakılamayıp şan ve haysiyeti dahi halel-pezîr olamayacağını ityân eyledim.
Kendisi de şu mülâhazât-ı rast-gûyâneme itiraz edemedi. Ve mamafih tekrâren, ‘Bir
düşüneyim ve mahdumlarım mâbeyninde falan müzâkere edeyim’ dedi”.
Mahmud
Paşa’nın ileri sürdüğü bir endişe de mahdumlarının muvafakatini alabilmektir. Münir
Paşa’nın bu hususta naklettiği cümleler imtiyaz meselesinin Paşa’nın tek başına
aldığı bir karar olmadığı, mahdumların bu konuda Paşa’yı yakın markaja almış
olduklarını göstermektedir. “Mahdum
beyleri ilzam etmek kendisince muktezâ idügini ve onun için kendileriyle bu
imtiyaz maddesini müzâkereye lüzum gördüğünü ve çünki onları ikna etmeyecek
olursa itaatsizlik ederek ve kendisinden ayrılarak yalnız başlarına Avrupa’da
kalmalarından ve bir takım neşriyat ve harekâta tasaddî etmelerinden ihtiraz
eylediğini” açıkça ifade eden Mahmud Paşa, imtiyaz talebini değil geri
çekmek, İstanbul’a döndükten sonra talep etmek konusunda bile mahdumların
kendisine muvafakat etmeyecekleri imasını verirken aynı zamanda ayrı bir
tehditle karşılık vermektedir: Kendisine imtiyaz verilmediği takdirde mesele
kendisini aşacak ve mahdum efendiler Avrupa’da “bir takım neşriyat ve harekâta”
yelteneceklerdi! (BOA, Y..PRK.EŞA..00034.00068.002.001-3).
Paris
Sefiri Münir Paşa’nın, bu telgraftan iki ay kadar sonra, 23 Şubat 1900 tarihli
telgrafla bildirmiş olduğuna göre mahdum prenslerin tutumu Damad Paşa’yı bir
tür rehin almış vaziyettedir:
“Mahdum beyler, pederleri Mahmud Paşa’yı
tevhiş ile azîmetten feragat ettirmek için afv-ı âlîye mazhariyetlerini nâtık
Başkitâbet-i Celîle vasıtasiyle istedikleri tahrîrât-ı resmiyenin verilmemesini
ve masârif nâmiyle ihsânını istirham ettikleri yedi bin beş yüz küsur liranın
Sultan Efendi hazretlerine tevdi olunmamasını sû-i maʻna ile tefsir ederek
maksadımızın kendilerini aldatmak idügini beyan ve İstanbul’a vardıklarında
mazhar-ı afv-ı âlî olduklarına dair yedlerinde bir hat olmaması hasebiyle
derdest ile mücâzâta düçar edileceklerini ve paranın verilmeyeceğini ispat
etmeleriyle Paşa’nın zihnini ve fikrini tağlît edip son irâde-i seniyye-i
hazret-i padişâhî hükm-i celîline tevfîkan hemen hareket ve avdet etmekten
imtina eylemesine sebep olmak ve münasebetsiz neşriyatta bulunmaya ve tehdîdât
ile istihsâl-i menâfiʻ eylemeye teşvik etmektedirler.”.
Damad
Mahmud Paşa’nın İstanbul’a dönmesi yönünde anlaşma ihtimalinin bizzat “Paşa’nın
zihnini ve fikrini tağlît” eden mahdum beyler Sabahattin ve Lutfullah
tarafından sabote edilmekte olduğu anlaşılmaktadır. Mahdum Beyler tarafından ileri
sürülen iki nedenden biri, affedildiklerine dair “istedikleri tahrîrât-ı resmiyenin
verilmemiş”, diğeri ise “masârif nâmiyle ihsânını istirham ettikleri yedi bin
beş yüz küsur liranın ödenmemiş” olmasıydı (BOA, Y..PRK.EŞA..00034.00106.001.001).
(Belge No. 4)
Sağlık
durumu gitgide bozulan ve nihayet ağırlaşacak olan Mahmud Paşa mali durumunun
da bozularak borç para ile Avrupa’da daha fazla tutunamayacağını anlayarak
uygun şartlarla İstanbul’a dönmenin yollarını aramaya başlamış göründüğü halde
mahdum beylerin buna engel oldukları, yıllar sonra Prens Sabahattin’in yazmış
olduğu bir mektuptan da öğrenilmektedir. Sabahattin Bey’in Ahmed Bedevi Kuran’a
yazdığı 17 Şubat 1946 tarihli uzun mektuptaki şu satırlar konuyu yeterince
anlatmaktadır:
“Eğer, babamın son demlerinde bulunduğu bir
zamanda, Salih Bey’in hakikaten vicdanlı ve tam tamına feragatkâr bir telgrafı
sayesinde, Brüksel’e tam vaktinde yetişip, Saray’ın Salih Münir Paşa
vasıtasiyle kurduğu tuzağa düşmesine mani olamasaydım, [Mizancı] Murad Bey’e
yapılan muameleye o da maruz kalacaktı. Bu dünyada karşılaştığımız azaplardan
biri de o Brüksel seyahati olmuştu. Odasına girdiğim zaman karşılaştığım
manzarayı görseydiniz!.. Çoktan beri tutulduğu alböminöri hastalığiyle yüzü
tulum gibi şişmiş, gözbebekleri âdetâ kaybolmuş, yalnız akı kalmıştı. Beni
gördüğü zaman, ‘artık her şey bitti!’ demişti. İstanbul’da başka evlatları da
var ve ölmeden evvel onların da birer kere yüzlerini görmek istemesi tabii idi.
Bu manzara karşısında nutkum tutuldu. Fakat ilk hamlede sözle ifade
edemediğimi, son derece istirhamkâr bir lisan-ı hâlle ifade edebildim. Neticede
babam son istirhamımı da kabul etti. Ve birkaç hafta sonra, sözüne sadık
kalarak, Brüksel’de teslîm-i ruh etti.” (Kuran, 1959: 883).
Sabahattin
ve Lutfullah Beylerin baştan beri İstanbul’a dönmeme konusunda pederlerine ters
düşme pahasına kararlı oldukları gözlenmekteydi. Mısır’da bulundukları sırada
Hidiv’den yardım ümitleri kalmadığı ve parasızlıkla karşı karşıya kaldıkları
günlerde Hidiv’in, İstanbul’a dönmelerinden başka çareleri olmadığını münasip
lisanlarla kendilerine belirtmiş olmasına rağmen mahdumlar bu fikre iltifat
etmemekte ısrarlarını göstermişlerdir. Mahmud Paşa’nın “karîben İstanbul’a
avdet etmek üzere” olduğu bildirilmekle birlikte bu dönüş, çocuklarının
muhalefeti yüzünden bir türlü gerçekleşmeyecektir. Ali Kemal Bey’in o
günlerdeki vaziyeti bildiren mektubunda (2 Mayıs 1901), Paşa’nın işinin
fenalaştığı; çünkü Hidiv’in “İstanbul’a avdetlerini teklif ettiğini,
gitmezlerse paralarını keseceğini zımnen bildirmesine rağmen çocuklar ‘avdet
etmeyiz’ diye kıyameti kopardıklarını” yazmaktadır (Kuran, 1959: 300).
İmza
yerinde şifre rakamları olan, fakat ileri gelen Jön Türklerden biri tarafından
yazıldığı belli olan bir mektupta, Mahmud Paşa’nın, Padişahın vaadlerine kanıp
İstanbul’a dönmesi durumunda Paşa’nın haysiyetine halel getireceği ifade
edildikten sonra, “Yıldız’ı hercümerc
edecek derecede müessir tedâbir ve harekâtta bulunmak üzere isem de, Mahmud
Paşa’nın kararsızlığı tasavvurâtımı alt üst ediyor. Bu bâbda katʻiyen avdet
etmeyeceklerine dair verecekleri te’minât-ı hamiyetperververîlerine muntazırım”
sözünden (Kuran, 1959: 898) anlaşılan da Paşa’nın dönebileceğine, hatta dönmek
üzere olduğuna dair her mahfilde bir kanaatin mevcudiyetidir.
Mahmud
Paşa bir taraftan İstanbul ile pazarlığını sürdürürken öte yandan yeni imtiyaz
projeleri üretmekten geri kalmıyordu. Ola ki ileri sürdüğü talepler bir
bahaneyle geri çevrilecek olursa alternatif projeleri devreye sokmak suretiyle
işin peşini bırakmamaya kararlı görünüyordu. Ayrıca yeni proje ortaklarını
seçerken de çok hesaplı ve dikkatli olduğu seçtiği ortakların stratejik
konumundan anlaşılmaktadır.
Münir
Paşa’nın Paris’den gönderdiği 6 Ocak 1900 tarihli şifreli telgrafta Paşa’nın
böyle bir girişimi hakkında bilgi verilmektedir:
“Mahmud Paşa’nın Paris’de zengin bankerlerden
Mösyö Elizene’ye bilvâsıta müracaatla İstanbul’un telefon imtiyazı ile başkaca
bir demiryolu imtiyazını isteyeceğini ve fakat muvaffak olmak için Paris’in
meşhur gazetelerinin birine Paşa’mız da tehdit maksadiyle bir müddet
dolayısiyle şiddetli bendler tabʻ ettirmek mecburiyetinde bulunduğunu ve buna
delâlet ve neşriyat masârifini deruhde eder ise kendisini ileride alacağı
mezkûr imtiyazlarda teşrîk edip birlikte külliyetli para kazanacaklarını beyan
ile tamaʻa düşürdüğü ve mûmâileyh Elizene’nin dahi buna kanarak Fransa’nın en
sürümlü ve maʻruf gazetelerinden Petit Journal gazetesinin sahibi Mösyö
Marinyo’ya bazı şeylerde şerîki olduğu cihetle müracaat ederek gazetesiyle
Paşa’mızın neşriyatta bulunmasını talep ettiği tahkikat-ı hafiyyeden
anlaşılmakla …”.
Bu
girişim, Paris Osmanlı Sefareti’nin el koymasıyla gerçekleşemeyecek; Mahmud
Paşa da Paris’de kendisine iş yaptırılmayacağını anlayarak Londra’ya bir an
önce gitme konusunda kararını kesinleştirecektir (BOA, Y..PRK.EŞA..00034.00074.001.001).
(Belge No. 5)
Yıldız
Sarayı’ndan Paris Sefâretine gönderilen 21 Ocak 1900 tarihli şifre telgrafın
içeriğinde Mahmud Paşa’nın talepleri ile buna verilen cevap çok net biçimde
belirtilmiştir: “Maʻlûm-ı vâlâları olduğu
üzere, Mahmud Paşa Bağdad ile Basra arasındaki bataklığın kurutulması
imtiyazının iʻtâsı ve maaşının üç yüz liraya iblâğı ve mahdumlarının yüz
ellişer lira maaşla Şûrâ-yı Devlet aʻzâlığına taʻyinleri ve yol masrafı için
beş bin liranın verilmesi ve maiyyetinde bulunan bir iki kişinin münasip
me’muriyetlerde istihdamları misillü müstedʻiyâtta bulunmuş ve bu bâbda cevâb-ı
kabul verilmeyip Derseʻâdet’e avdetinde bu yoldaki istirhamâtını arz
edebileceği savb-ı âlîlerine beyan olunduğu gibi aynı surette de Turhan Paşa’ya
yazılmıştır. Başka bir gûna işʻâr vâkiʻ olmamıştır.” (BOA,
Y.EE.00056.000004.008.001). (Belge No. 6)
Burada
“maʻlûm-ı vâlâları olduğu üzere” ibaresi bu taleplerin sefaretçe meçhul olmayıp
yazışmalarda yer aldığını bir kere daha te’yid etmektedir. Paşa’nın kendine ait
talebinden ayrı olarak mahdumlarının istihdamı için yer (Şûrâ-yı Devlet
Azalığı) ve maaş miktarının (yüz ellişer lira) belirlenmiş olarak talep
edilmesi herhalde mahdum beylerin bilgileri dışında gerçekleşmiş olamazdı. Bu
durumda Prens Beylerin avdet etmemekte ısrarları idealist bir hürriyet
mücadelesi nedeninden ziyade kendilerine verilecek görevin –diğer taleplerle
birlikte- garanti edilememiş olmasına bağlı bir görünüm vermektedir.
Damad
Mahmud Paşa, Derseâdet’e geldikten sonra Fizan’a sürüleceği endişesini
taşımakta ve bundan dolayı te’minat istemekteydi. Ayrıca Brüksel Sefiri Kara
Todori Efendi ile cereyan eden görüşmelerinde Mösyö Maymon’un, “Mahmud Paşa Derseâdet’e avdet için kayd-ı
hayat şartıyla Meclis-i Vükelâ’ya me’muriyeti ve iki mahdumunun Şûrâ-yı Devlet
Azalığına taʻyini ve müdîr-i umûruyla iki kâtibinin münasip me’muriyetlere
nasbı ve Cezîretülarap cihetinin tathir ve iskâsı için talep eylediği imtiyaza
müsaade olunmadığı halde bunun yerine Bağdad’dan Hanikin’e ve Kerbela ile
Necef’e bir şimendifer hattı temdîdi imtiyazının verilmesini” talep
ettiğini bildirmiştir (BOA, Y.EE.56.004.10.1). (Belge No. 7)
Mahmud
Paşa’nın daha önce talep etmiş olduğu Bağdad ile Basra arasındaki bataklığın
kurutulması imtiyazının mümkün olmaması halinde, bunun yerine Bağdad’dan
Hanikin’e ve Kerbela ile Necef’e bir şimendifer hattı temdîdi imtiyazını talep
etmesi, Paşa’nın imtiyaz talebinin tek bir noktaya münhasır olmayıp
alternatifler üzerinde düşünmeye açık olduğunu gösteriyor. Fakat ileri sürülen
imtiyaz taleplerinin Paşa’nın kişisel gücünü aşan uluslararası sermayeye dayalı
projeler olduğuna kuşku yoktur. Almanlara karşı Bağdat Demiryolu ön imtiyaz
anlaşmasını kaybeden İngiliz sermayedarlarının yeni projeler kapma konusunda
Paşa’yı öne sürmüş oldukları en açık ihtimal olarak ortadadır. Bu sırada Paşa, taleplerine cevabın
geciktiğini görünce “te’mîn-i maksad için bir takım neşriyata” girişmekten de
uzak durmayacaktır (BOA, Y.EE.00056.000004.013.001). (Belge No. 8)
Görüldüğü
üzere, Mahmud Paşa’nın ileri sürdüğü talepler ve bu talepler üzerindeki
pazarlıklar 1900 yılının Ocak ayına kadar ortaya konarak gündemin merkezine
oturmuştur. Kuran’ın, Ahmed Celâleddin Paşa’nın bu konuda bir ifade bildirmemiş
olduğuna dair ileri sürdüğü görüşe gelince, Ahmed Celâleddin Paşa 25 Nisan 1900
tarihinde Cenevre’ye geldiğinde pazarlık konusu tekemmül etmiş olup Mahmud
Paşa’nın İstanbul’a dönmesinden önce mi sonra mı bu taleplerin resmiyet
kazanması konusu tartışılmaktaydı. Asıl mesele halledilmiş olup usul üzerinde
duruluyordu. Bu yüzden Ahmed Celâleddin Paşa’nın yazışmalarında imtiyaz
maddesiyle ve diğer şartlarla ilgili konuların yer almamış olması yadırganacak
bir durum değildir. Kaldı ki Ahmed Celâleddin Paşa’nın İstanbul’a gönderdiği
telgraflarda anlaşmayla ilgili protokole ilişkin birden fazla yerde atıflar
vardır. 15 Mayıs 1900 tarihli İstanbul’a gönderdiği telgrafta, “Mahmud Paşa tarafından imzası tahtında
olarak atebe-i ulyâya yazdırmak teşebbüsünde bulunduğum istiʻtafnâmeyi almak
üzere bugün yeniden nezdine gittim. Tanzim olunan müsveddeyi yeniden bir daha
gözden geçirdikten sonra yarın vereceğini beyan etti. (…) Esnâ-yı ziyaretimde
bu sabah Paris’e muvasalat etmiş olan Salih Bey’i de orada gördüm. Mîr-i
mûmâileyh, (…) telâkki ettiği irâdât-ı seniyye-i mülûkâneyi Mahmud Paşa’ya
tebliğ ettiğini âcizlerine beyan eyledi” gibi ifadelerinden (BOA,
Y..PRK.AZJ..00040.00046.001.001), Ahmed Celâleddin Paşa’nın görüşmelerdeki
teklif ve taleplere vakıf olduğu ve kendisinden önce başlayan pazarlık
sürecinin hâlâ devam ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim Mahmud Paşa’nın
İngiltere’ye gitme ısrarını, ilk katarla gelecek olan Salih Bey’le görüşmesinde
yarar olacağını söyleyerek erteletmiş; Paşa’yı ve çocuklarını bir müddet daha
Paris’te kalmaya ikna etmişti (BOA, Y..PRK.AZJ..00040.00042.001.001). Böylece Mahmud Paşa’yı, taleplerini İstanbul’a
dönüşten sonraya erteletmeye ikna girişiminde bir kez daha bulunmuş
olacaklardı.
Zaten
Ahmed Celâleddin Paşa, Brüksel’e ulaşır ulaşmaz aldığı taktikle Mahmud Paşa’nın
İstanbul’a avdeti reddetmesini önlemiş ve “müzâkereler devam ettikçe
neşriyattan sarf-ı nazar etmeleri” hususunda kendisinden taahhüt almıştı. Demek
ki müzakereler devam ediyordu. Ayrıca “İki günden beri bir derece daha ileri
gidilerek, Derseʻâdet’e avdet edebileceği dahi itiraf ettirilerek, mesele bunun
suver-i icrâiyesince serd edeceği maʻruzâtının müzâkeresinde kalmıştı” (BOA,
Y..PRK.AZJ..00040.00040.001.001).
Para kaynağı
Mahmud
Paşa’nın mali olarak sıkıştığı ve destek aradığı bilinirken, aldığı desteğin
kaynağı İstanbul tarafından merak edilmekteydi. Avrupa’daki ilişkileri ve
bağlantıları içinde hangi kanaldan destek gördüğü bilinirse oradan engelleme
yapmaya çalışılıp Paşa mali yönden sıkıştırılarak dönmeye mecbur
bırakılabilirdi. Cenevre Başşehbenderliği Vekili Baron Richthofen bu konuyu
araştırmaya memur edilmişti. Baron’un Hariciye Nezaretine yazdığı 1 Mayıs 1900
tarihli tahriratta bu yöndeki girişimler özetlenerek elde edilen sonuç arzedilmiştir.
Bu konunun araştırılmasına, “esbâb ve vesâit-i lâzimeye mâlik ve garaz ve
ıvazdan ârî münasebâtı hâiz zeki bir adam” görevlendirilmişti. Görevlendirilen
kişi, Baron Richthofen’e yazdığı 25 Nisan 1900 tarihli mektupta hâlâ kaynağın
tespit edilemediğini; ancak 27 Nisan tarihli mektubunda konunun vuzuha
kavuştuğunu bildirmiştir. Konuyu araştıran Andre Nesiç’in açıklamasının yer
aldığı bu uzun mektup şöyledir:
“İstihsâline me’mur olduğum malumatı bugün
size tebliğ edebileceğim. Aynı zamanda şifrede iki kelime ile işʻâr etmiş
olduğum vecihle Paris’e gelir gelmez bir hâl mûcib-i istiğrâbım oldu. İlk
tasavvurum ale’l-husus memâlik-i şâhâne ile muamelâtta bulunan kesân nezdinde
tahkikât-ı mûşikâfâne icrâsından ibaret idiyse de parayı iʻtâ eden İngiltere
hükûmetinden başkası olmadığı ve binâenaleyh tahkikat ve taharriyât icrâsı
beyhude olacağı buraya muvâsalatımda bendenize te’yid olmuştur. Bidâyet-i
emirde buna inanamadım. Ezcümle kredi Lion Bankası direktörünün inzımâm-ı
muavenetiyle memâlik-i şâhâne ile muâmelât ve münasebâtta bulunan Paris ve
Londra’da vâkiʻ bilcümle şirketler nezdinde tahkikat icrâ ettirdim ise de
tahkikat-ı vâkıʻadan Paşa’ya para iʻtâ edenin kimler olduğu hakkında bir gûna
serrişteye dest-res olunamadı. Bir hâl-i tereddüde kaldım. Ve yalnız bir
membaʻ-ı hafî tarafından Paşa’ya para tedârik ve iʻtâ olunabileceği zannına
zâhib oldum. Mamafih pederim ile beraber lazım gelenler nezdinde tahkikata
devam etmiş olduğumuzdan Paşa’nın membaʻ-ı vâridâtı İngiltere hükümeti kasası
olduğuna itmi’nan hâsıl eyledik. Paşa’ya para verenlerin kâffesi bilerek veya
bilmeyerek İngiltere’nin adamlarıdır. İngiltere taraftarı olan “Rouve de Europe”
gazetesi münakaşâtında devam ediyor. Paşa’ya para iʻtâ edenin bir şirket veya
âhâddan biri olmadığına müteessifim. Zira bu hâle nihayet vermek için derhal
tedâbir-i lâzime ittihaz edebilirdik. Paşa’nın İngiltere kasasından para
tedârik etmekte olduğunu doğrusu evvelce anlamalıydık. Zira Paşa’nın masârif-i
azîmesini tesviye etmek için son derece saf-derûnluk gösterecek veya
müşârünileyhe para tedârik ve iʻtâ edebilecek vesâite mâlik bir şirket veya bir
sarraf tasavvur olunabilir mi? Buna en kuvvetli ve cesur sarraf bile dayanamaz.
İmdi hâl bu merkezde olmakla buna çare bulmak gayet müşkildir. Bunun için
evvelemirde İngiltere’nin işbu politikayı takipten maksadı ne olduğunu anlamak
iktiza eder. Mesele vâsiʻdir. Buna hasr-ı mesâi edeceğim. Bu malumatı Paris’e
gelir gelmez size tebliğ edebilirdim. Bunu yapmadığımdan dolayı beyân-ı teessüf
eylerim. Fakat bu taahhur ol bâbda bir kanaat husulü emrindeki müşkilâttan
tevellüd etmiştir.” (Y..PRK.HR…00028.00083.002.002). (Belge No. 9)
Tahriratı
kaleme alan Baron Richthofen’in, 25 Nisan 1900 günü Cenevre’ye ulaşan Ahmed
Celâleddin Paşa’yı Damad Mahmud Paşa ve oğullarıyla görüştüren kişi olduğunu
belirmekte yarar var.
İngiliz
sermayesinin hâkim olduğu Osmanlı Bankası tarafından gösterilen ilginç hesap
hatası özrü de bu mektubun gösterdiği kaynakla aynı yere çıkmaktadır. Mısır’da
bulunduğu sırada para sıkıntısı çekmeye başlayan Mahmud Paşa ve oğullarını hiç
ümit etmedikleri bir tesadüf bu sıkıntıdan kurtarmıştı. Ali Kemal Bey’in Ahmed
Celâleddin Paşa’ya yazdığı mektupta (14 Mayıs 1901), parası biten “Paşa’nın
istikraz ile yaşadığı ve hâlen istikraza çalıştığı” bildiriliyordu. Bu sırada Paşa’ya
Osmanlı Bankası’ndan gelen bir mektupta, vaktiyle namlarına açılan câri hesapta
bir yanlışlık olduğu ve hâlen bankada 1000 lira alacakları bulunduğu ve bu
paranın emirlerine âmâde tutulduğu bildiriliyordu. Parayı bankadan çeken Paşa,
Hidiv tarafından âdetâ yüzüstü bırakılan oğullarını bu paranın yarısıyla
Avrupa’ya göndererek önemli bir sorununu çözmüştü (Kuran, 1959: 300).
Sonraları
Prens Sabahaddin’in sürgün olarak Avrupa’da bulunduğu yıllarda yaşadığı geçim
sıkıntısı kendini bunaltacak dereceye gelmiş olmalı ki Nihad Reşad Bey’e
yazdığı mektupta, yardımını talep ederken, “1905 yılından beri Türkiye’nin
siyaseten ve kültürel olarak İngiltere’ye yanaşması için” mücadele verdiğini, deyim
yerindeyse, bu fedakârlığının göz önüne alınıp, “İngiliz darülfünunlarında …
mesela Cambridge yahud Oxford gibi merâkiz-i ilmiyede bulunan elsine-i Şarkıye
kürsülerinden birinde kendisine bir vazife verilemez mi”ydi? Prens Sabahattin bu
hususta Nihad Reşad Bey’den, “alakadarlarla temasta bulunmasını” rica ediyordu.
Çünkü “hayatını kazanmak, yahut kazandıracak bir yola girmeye artık katʻi bir
mecburiyeti var”dı (Kuran, 1959: 875-6). Prens Sabahattin adına üzüntü verici
olduğu kadar hayâl kırıklığı yaratan bir durum yaşandığı ortadadır. Aradan
geçen yıllarda Prens hâlâ aynı yerde durduğu halde İngiliz politikası aynı
yerde değildi. Artık ne Jön Türklere ne de Jön Türklere lokomotif olması
beklenen Damad’ın oğullarına ihtiyaç vardı. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi
bir yana, Osmanlı Devleti bile ortada kalmamıştı. İngilizler için Prensin
parasızlığı artık onun şahsi meseleydi.
Prenslik neye
yarar?
Prens
Sabahattin ve Prens Lutfullah Beylerin Avrupa’da padişaha karşı mücadele içinde
olmaları siyasi zeminde çok yönlü tatsız gelişmeler üretmeye müsait bir
durumdu. Hanedan üyesi sayılmaları, hatta kendilerini bu sıfatlarıyla siyaset
âlemine arz etmiş olmaları Prenslerin istenmeyen emellere alet olmalarına yol
açacak sonuçlar doğurabilirdi. Zengibar hükümdarının Londra eski siyasi vekili ve
Sultan II.Abdülhamid’in danışmanı Luis Sabuncu tarafından bu hassasiyetle kaleme
alınan “mütalaʻât”da Prens beylerin açık olduğu tehlike geçmiş örnekler
penceresinden gündeme getirilmektedir:
“
İngilizlerin devletlü Damad Mahmud Paşa Hazretleri’nin mahdumlarından ne
vecihle istifade edebilecekleri ihtimaline dair mütalaʻât-ı kemterânemdir:
İngilizler, gökten
temenni ettikleri bir fırsatı min-gayr-i me’mûl yerde bulmuş olduklarından
derece-i nihâyede memnun ve hoşnut kalmışlardır. Bunlar, memâlik-i İslâmiye’de
makâsıd-ı siyâsiyelerini icrâ etmek zımnında daima bir istinatgâh arıyorlar
idi. Bu da hazret-i hilâfetpenâhîyi zîr-i nüfuzlarında bulundurmasından
ibarettir. İşte el-yevm bu istinatgâha bir derece mâlik olmuş gibi
görünüyorlar. Çünkü devletlü Damad Mahmud Paşa’nın mahdumları hanedân-ı âl-i
Osman hazretlerinin birer ferʻi addedilmektedirler. Şayet bu prensler,
pederleri ile beraber Derseadet’e avdet etmezler ise bir gün bunların İngiltere
teşvikatiyle taht-ı baht-ı saltanat-ı Osmaniye’ye tâlip olabilecekleri melhûzdur.
İngilizler bunu raʻnâ bilerek bu genç prensleri İngiliz mekâtib-i âliyesinde
İngiltere devletinin menâfiine hâdim bir usûl üzere terbiye edecekleri
müstağnî-i kayd ü izâhtır. Binâenaleyh İngiltere devleti gerek memâlik-i
mahrûse-i şâhânede gerek müstemlekât ile müstaʻmerâtındaki milyonlarca
Müslümanlar üzerine makâsıd-ı siyâsiyesini icrâ etmek istediğinde devlet-i aliyye
tarafından bir mümânaʻat gördüğü takdirde derhal Prensler’in birini taht-ı
âlî-baht-ı Osmânî’ye tâlip olmak zımnında hem teşvik ve tahrik hem de muâvenet
eder. Ve bu yolda selâtîn-i Osmaniye’den firar eden muğber ve nâ-hoşnud
adamların dahi Avrupa’da tekessür edip Prensler hazerâtına taraftar olmakla az
bir müddet zarfında ehemmiyetli ve saltanat-ı seniyyeye muhataralı bir rekabet
teşkil edebilmeleri ihtimalât-ı kaviyyedendir. (…) Tarih-i kadîmin sahâifi bu
gibi hâdisâtla mâl-a-mâl ise de gözümüz altında vukûʻ bulan sâlifü’l-arz hâdisât
tarih-i kadîmin bu misillü hâdisâtına müracaat etmeye hacet bırakmadığı
maʻrûzdur. Ferman.
Luis Sabuncu
kulları
Fî 5 Şubat sene 1315” (BOA, Y..PRK.TKM..43.22.1.1-2).
Sabuncu’nun
“mütalaât”ına paralel bir ses de konunun taraflarından, Prens Sabahattin ve
Lutfullah Beyler’den duyulmakta gecikilmemiştir. Prenslerin, giriştikleri hareketi
bir hanedan “temizliği” meselesi şeklinde yorumlayarak sunmaları zihinleri
böyle bir alternatif tavra hazırlama yönünde anlaşılmaya müsaittir.
Mısır’dayken Osmanlı gazetesinin ilk
sayısında Prenslerin imzasını taşıyan
ifadeler, üzerinde düşünülmeye değerdir:
“Kemâl-i teessüfle itiraf eyleriz ki sülâle-i
âl-i Osman içinden çıkan bir hükümdarın tarihimizin son yirmi beş senelik
faslına sürdüğü leke o kadar büyüktür ki yine o aile-i saltanat erkânı, icâbı
halinde bu meş’um lekeyi kendi kanlariyle silmedikçe hey’et-i içtimâiyemiz
önünde hiçbir vakit tebriye-i zimmet edemez. İstanbul’dan infikâkimiz ise bu
vazîfe-i maʻneviyeyi ifa hususunda … (…) Hiçbir endişe başladığımız işe
devamdan bizi men edemeyecektir.” (Lutfullah & Sabahaddin, 1901: 5).
Prens
Beylerin Fransa Cumhurbaşkanı Mösyö Loubet’ye yazdıkları mektup da bu yönde bir
yorumu gerektirir niteliktedir. Mektubun bir sureti Hariciye Nazırı Mösyö
Delcassé’ye iletilmiştir. Moniteur Ottoman’ın değerlendirmesine göre, bu
mektubu imzalayanların değeri ve niteliği göz önüne alınırsa çok büyük bir etki
yaratmaması mümkün değildi:
“…
Bu durumda hanedanın içinde sadece
bizler, hür bir ülkede sesimizi özgürce yükseltebiliyor, bağımsızlığımızla
gurur duyabiliyorsak bir görevimiz de olacaktır ve biz bu görevi yerine
getirmek istiyoruz. Biz, kendimizi, hanedana olan kan bağımızla, bütün Osmanlı
İmparatorluğu’nu birbirine kenetleyen atalarımıza borçlu hissediyoruz. 14 Septembre 1901” (Sabahaddin, 2007:
38).
Prenslerin
rakip hükûmetlerin elinde bir tehdit vasıtası veya diğer yollardan tehlike
doğuracak bir âlet olmaları ihtimalini ortadan kaldırmanın en güçlü yolu
olarak, İngilizler eliyle onların İstanbul’a teslim edilmesi görünüyordu:
“Mısır’da bulunan firarî Mahmud Paşa’nın
İngilizler vasıtasiyle derbâr-ı şevket-karâra avdeti hususunda vukûʻ bulacak
teşebbüsât gerek Mısır’da ve gerek Hindistan ve sâirede İngilizlerin efkâr-ı
İslâmiye üzerindeki nüfuzlarını tezyîd eyleyecektir. Çünkü Mahmud Paşa’nın iki
oğlu Sultanzâde olduğundan hânedân-ı âl-i Osman’a mülhak sayılan şu ikisinin
İngiliz eliyle vâlideleri Sultan yanına getirilmesi İngilizlerin makam-ı
mukaddes-i hilâfet-i kübrâda azîm tesirleri olduğunu umûm ehl-i İslâm’a
bildirecektir. İngiliz idaresi tahtında mevcut ve münteşir matbuat şu tavassutu
rengârenk zeminlerde gösterecektir. Yemen ve Basra ve Hicaz ve Bağdad gibi
yerlerde her biri binlerce urbâna riyâset eden şeyhlere icrâ edilegelen İngiliz
tesvîlâtını daha müessir surette irâeye meydan verecektir” (BOA, Y.EE.088.006.01.1).
Ancak
İngilizler’in yaptığı, Prens Sabahattin ve Prens Lütfullah Beyleri değil
İstanbul’a teslim etmek, Hidiv’in karşı tavır alması üzerine, Prens Beylerin
Mısır’dan Avrupa’ya emin biçimde kaçmalarını temin etmeye çalışmak olmuştu. Mâbeyn-i
Hümâyûn Başkitâbet-i Celîlesi’ne Mısır’dan çekilen şifre telgraf ile
bildirildiğine göre, “Mahmud Paşazâdelerin İstanbul’a gitmemek azminde sabit
kalmaları üzerine Hidiv, üçünü birden nezdine celb ile uzun uzadıya nasihat ve
nihayet tehdîdâtta bulunmuş” ise de faydasının olmadığı, “dün Beylerin Mesajeri
vapuruyla Marsilya’ya firar etmelerinden” anlaşılmıştır. Gazetelerin verdiği
bilgiye göre, Beyler “Hidiv’den çıkınca Lord
Kromer’e gidip Hidiv’den şikâyet etmiş ve o da istedikleri yere gitmek üzere
Mısır’dan çıkıncaya kadar İngiltere himayesinde olduklarını söyleyip kendilerini
te’mîn eylemiş”ti (BOA, Y.EE.087.062.01.1).
Seniha Sultan’ın
mektubu
Yabancı
kadın kıyafetiyle eşinin yanına kaçtığına varıncaya kadar eşitli söylentilere
konu olan Seniha Sultan’ın olaylar karşısındaki tavrı üzerine de birkaç söz
söylemek konunun bütünlüğü açısından yararlı olacaktır. Sultanzâdeler
pederleriyle Avrupa’ya firar ettiklerinde anneleri Seniha Sultan ve evli olan
Sabahattin Bey’in eşiyle çocukları İstanbul’da kalmıştı. Daha sonra Seniha
Sultan’ın Yıldız Sarayında gözetim altında tutulması Sabahattin ve Lutfullah
Beylerin infialine neden olmuş, bu konuyu validelerinin hürriyetten yoksun
bırakılması, hatta bir işkence olarak nitelemişlerdir. Blaj gazetesinin firar
olayını anlattığı bölümde Seniha Sultan’ın girişimi hakkında da bilgi
verilerek, kendisine haber vermeden giden eşini ve çocuklarını gece boyunca
beklediği halde kendilerinden bir haber alamayınca “ferdâsı gün saray-ı
hümâyûna azimetle, ağlayarak onların bulunmasını talep” ettiği nakledilmişti.
Mahmud Paşa ve mahdum beylerin durumları anlaşıldıktan sonra aralarında
mektuplaşmaların devam ettiği muhakkaktır. Ancak burada Seniha Sultan’ın, çocuklarına
yazdığı bir mektup, onun olaylar karşısındaki tutumuna ışık tutacak mahiyette
olması bakımından önemlidir. Paşa ve mahdumları Kahire’deyken Seniha Sultan’a
gönderdikleri bayram tebriği telgrafına Seniha Sultan’ın verdiği cevabî telgrafta
şu cümleler yer almaktadır:
“Kahire’de
Damad Mahmud Paşa Hazretleriyle Sabahattin ve Lutfullah Beyefendiler
Hazerâtına,
Bayram
tebrikine dair telgraf keşîde eylemişsiniz. Ben, sâye-i şâhânede kemâl-i refah
ve rahat içindeyim. Mademki vâlideniz muhterem idi, beni bırakıp da Mısır’a
nasıl gittiniz? Ve şimdi yine hayâ etmeden tebrike ne yüzle cür’et eylediniz?
İşte buraları asil ve necip olanların bir takım fürû-mâye ve ahlâk-ı rezîle
ashâbiyle ülfet ve müvâneset eylemeleri keyfiyeti beni düçâr-ı hayret ediyor.
Heman Cenâb-ı Hak tarîk-i haktan ayrılmış olanları ıslâh eylesin” 11 Kânûnisânî
1316/3 Şevval 1318 (BOA, Y.EE. 00084-44). (Belge No. 10)
Son
derece öfkeli ve suçlayıcı ifadelerle kaleme alınmış bu mektup, sadece Seniha
Sultan’ın bir anne ve eş olarak kırgınlık ve kızgınlığını değil, ayrıca olayın
politik yönüne de getirdiği sorgulamayı açıkça yansıtmaktadır. Seniha Sultan’ın
gözünde, çocuklarının “bir takım fürû-mâye ve ahlâk-ı rezîle ashabıyla ülfet ve
müvâneset eylemeleri” onların aynı zamanda “tarîk-i haktan ayrılmış”
olduklarını göstermektedir.
Sonuç
Prens
Sabahattin’in içinde bulunduğu siyasi muhalefet aslında pederi ile birlikte
kararlaştırmış ve girişmiş oldukları hareketin devamı olarak kendisine intikal
etmiş bir mirastır. Karmaşık ilişkilerin içinden geçen bu hareketin
siyasileşmesi o dönemin şartları içinde yadırganmamalıdır. Siyasetle düşüncenin
iç içe olması kadar siyasetle çıkar ilişkilerinin ve diğer toplumsal muhalefet
hareketlerinin de iç içe, yan yana yürüdüğü en yoğun ve sisli dönemdir bu
yıllar. Şüphesiz ki tarih boyunca bu tür ilişkiler siyasetin olduğu her yerde
var olmuştur; ancak söz konusu dönemde Osmanlı ülkesi bağlamında bunun dozu
iyice yükselmiş, sonunda altı yüz yıllık devletin son perdesi bu karışıklıklar
içinde inmiştir. Sömürgeci Batı kapitalizmi Osmanlı Devleti’nin son
topraklarını kendi oyun alanında işine yarayacak maksimal düzeyde elinde tutmak
üzere her türlü enstrümanı kullanmakta bir çekince görmemiştir. Demiryolu şebekesine
ihtiyaç duyan Osmanlı ülkesine işadamları marifetiyle bir tür çıkarma yaparak
bu devasa projelerden hem maddi yarar sağlamak hem de stratejik konumunu pekiştirmek
isteyen Batılı devletlerin Osmanlı malı üzerinden birbirleriyle kıyasıyla yarıştıkları
ortamda devleti sıkıştıran başka olayların varlığı onlara ihmal edilemez
elverişli fırsatlar sunmuştur. Başta Ermeniler olmak üzere diğer azınlık
hareketleri ve hürriyetçi Jön Türk hareketi her ne kadar tarihi-sosyolojik
temelde ortaya çıkmış hareketler olsa da yararlanılmaya müsait enstrümanlar
olarak bu dönemde emperyalist iştahın gözden uzak tutmayacağı imkânlar
olmuştur.
Bağdad
Demiryolu projesi Osmanlı demiryolu ağı içinde en kapsamlı ve stratejik
olanıydı. İngilizler bu projeyi elde etmeye kararlı görünüyorlardı. Bunun için
şartlarını diğer rakiplere göre daha elverişli tutmayı bile ihmal etmemişlerdi.
Sultanı bu konuda ikna etmenin çeşitli yollarını ararken ona en yakın
isimlerden biri olarak Damad Mahmud Paşa’ya ulaşmaları ile başlayan süreç yeni
olayları tetiklemiştir. İngilizler bu demiryolu projesini Almanlara kaptırmakla
mesele kapanmamıştır. Mücadele başka tekliflerle ve başka zeminlerde yol almaya
devam etmiştir. Projeye angaje olan Damad Mahmud Paşa ve oğulları her
platformda İngilizlerle birlikte hareket etmeye devam etmiş, bu beraberlik demiryolu
projesinin ekonomik ve mali olarak daha elverişli olduğu noktasından Anglo-Sakson
kültürünün Osmanlı toplumu için örnek alınacak ideal kültür olduğu noktasına
kadar firesiz şekilde yol almıştır.
Prens
Sabahattin’le ilgili çalışmalarda, demiryolu imtiyazı meselesinin daha önce
muhtelif çalışmalarda ifade edilerek tartışıldığı bilinmektedir. Bu
çalışmalardan en önemlisi ve çoğu çalışmaya kaynak teşkil etmiş olanı Ahmed
Bedevi Kuran’ın eserleridir. Her ne kadar Kuran, eserlerinde koyu bir “Sabahattinci”
olarak görünmekle tarafsızlık tavrını ihlâl ederse de eserindeki ilk elden
malzemenin zenginliği övgüye değerdir. Birçok “vesâike” ve “mahrem telgraflara”
başvurularak yazılmış olması Kuran’ın eserini değerli kılan en önemli
özelliktir. Ancak aynı özellik, paradoksal olarak bu çalışmanın zayıf yönünü de
teşkil etmektedir. Kuran’ın eseri zengin birincil kaynaklarıyla önemli bilgiler
vermekle birlikte muhalif bilgileri içeren kaynakları dışarıda bırakmasıyla da
sağlıklı bilgiye ulaşımı güçleştirmiş; yazarın, “bütün kaynakları elden
geçirdiğini” ifade eden iddiasıyla başka kaynakların araştırılmasının önü uzun
zaman tıkanmıştır. Kuran’ın, diğer birincil kaynakları bildiği halde ihmal
etmiş olduğu ihtimali söz konusu olmasa bile bu belgelere ulaşmamış olduğunu
düşünmek mümkündür. Örneğin Ahmed Celâleddin Paşa’nın verdiği bilgilerle
yetinmiş olduğu halde imtiyaz konusunda çok sayıda görüşme raporu vermiş olan
Paris Sefiri Salih Münir Paşa’nın, Brüksel Sefiri Kara Todori Efendi’nin yahut
Turhan Paşa’nın açık seçik yazılmış raporları Kuran’ın eserinde yer almamıştır.
Yakın tarihteki hareket ve tavırların netleştirilmesi adına elde bulunan farklı
belgelerde ifade edilen tanıklıklar Dr. Bahaeddin Şakir’in mektubundaki
iddiaların afaki iddialar olmadığını göstermektedir.
Kaynaklar
Arşiv
vesikaları:
BOA,
Y.EE.00084.000039.002.003-4.
BOA,
Y.EE.00084.000042.001.001.
BOA,
Y.EE.00084.000043.003.1-2-3.
BOA,
Y.EE.084.052.01.1-2-3-4.
BOA,
Y..PRK.TKM..00016.00035.001.002.
BOA,
Y..PRK.HR…00028.00033.001.001.
BOA,
Y..PRK.EŞA..00034.00063.001.001-3-5-7.
BOA,
Y..PRK.EŞA..00034.00065.001.001.
BOA,
Y..PRK.EŞA..00034.00068.002.001-3.
BOA,
Y..PRK.EŞA..00034.00106.001.001.
BOA,
Y..PRK.EŞA..00034.00074.001.001.
BOA,
Y.EE.00056.000004.008.001.
BOA,
Y.EE.56.004.10.1.
BOA,
Y.EE.00056.000004.013.001.
BOA,
Y..PRK.AZJ..00040.00042.001.001.
BOA,
Y..PRK.AZJ..00040.00046.001.001.
BOA,
Y..PRK.AZJ..00040.00040.001.001.
Y..PRK.HR…00028.00083.002.002.
BOA,
Y..PRK.TKM..43.22.1.1-2.
BOA,
Y.EE.088.006.01.1.
BOA,
Y.EE.087.062.01.1.
BOA,
Y.EE. 00084-44.
Yayınlar:
Gümüş,
Musa (2011), “1893’ten 1923 Chester Projesi’ne Türk Topraklarında Demiryolu
İmtiyaz Mücadeleleri ve Büyük Güçler”, Tarih
Okulu, Sa. X, Mayıs-Ağustos, s. 151-194.
Prens
Sabahaddin (2007), Gönüllü Sürgünden
Zorunlu Sürgüne-Bütün Eserleri, Haz. Mehmet Ö. Alkan, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul.
Ahmed
Lutfullah & Mehmed Sabahaddin (1901), “Umum Osmanlı Vatandaşlarımıza” Osmanlı, No. 81, 1 Nisan, s. 5.
Kuran,
Ahmed Bedevî (1959), Osmanlı
İmparatorluğunda ve Türkiye Cumhuriyetinde İnkılâp Hareketleri, Çeltüt
Matbaası, İstanbul.
[*]
Yrd.Doç.Dr., İstanbul
Ticaret Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Sosyoloji Bölümü.
İletişim:
[email protected]
TÜRKİYE’DE İLK DÖNEM SOSYOLOJİ ESERLERİNE
TOPLU BİR BAKIŞ
Bedri MERMUTLU
Doğrudan doğruya Sosyoloji üzerine
ya da Sosyolojinin ilgi alanına giren konularda Türkiye’de yayınlanmış ilk
dönem eserlerini başlangıçtan 1908 yılına kadar yayınlanan, 1908 - 1924 yılları
arasında yayınlanan ve 1925 - 1930 yılları arasında yayınlanan eserler olmak
üzere kendi içinde üç dönem halinde ele
almak uygun olacaktır.
İlk dönem eserlerinin İbni
Haldun’un Mukaddime Tercümesi’yle başladığını söylemek
mümkündür. Pirizade Mehmed Sahib Efendi’nin altıncı faslına kadar tercüme
ettiği bu eser iki cilt halinde 1858 ve 1859 yıllarında iki defa Mısır’da, 1859
yılında da İstanbul’da Takvimhane-i Amire’de basılarak önemli bir başlangıç
ortaya konmuştur. Eserin gücüyle birlikte, kısa zamanda üç defa basılmış olmasını
bu alandaki yayınlar adına isabetli ve ümit verici bir başlangıç olarak
düşünmek mümkündür. Sultan I.Mahmud zamanındaki tercüme faaliyetleri sırasında
İbni Haldun’un bu ünlü eseri Mehmed Sahib Efendi tarafından Türkçe’ye
kazandırılmıştı; ancak eserin eksik kalan son kısmının tercümesi 1851’de
kurulan Encümen-i Daniş’in kararıyla Ahmed Cevdet Paşa’dan istenmişti. A.Cevdet
Paşa’nın tamamladığı bu tercüme 1860 yılında yine Takvimhane-i Amire tarafından
basılmak suretiyle İbni Haldun’un eseri tam olarak kısa zamanda okuyucusuna
ulaşmıştır.
İbni Haldun’un eserinin ilerleyen
yıllarda ne kadar etkili olduğu hakkında tam bir bilgi sahibi olmak ancak dönem
yazarlarının eserlerini eksiksiz bir okumadan geçirdikten sonra mümkün olabilecek
bir husustur. Ancak 19. yüzyıl sonunda Cemil Zeki imzasıyla yazılmış olan bir
kitap bize bu etkinin sürmekte olduğunu göstermeye yardımcı olabilir. 1899
yılında yayınlanan 45 sayfalık bu kitabın adı İbni Haldun’dur.
Bu dönemde basılan ikinci önemli
eser olarak Kâtip Çelebi’nin Mizanü’l-Hak
adlı eserini görmekteyiz. Daha önceki yıllarda Kâtip Çelebi’nin Cihannüma gibi
dev çaptaki eserinin Müteferrika Matbaasında basıldığını biliyoruz. Osmanlı
matbaasının prestij eseri olarak basılan Cihannüma, devletin 18. yüzyıl
başlarındaki Coğrafya ilgisinin matbaa yoluyla ortaya koyduğu girişimin bir
ifadesidir. Tanzimat’tan sonra tartışılan zihniyet sorununun hatırlattığı
isimlerin başında Kâtip Çelebi gelir. Onun özellikle Mizanü’l-Hak adlı eseri
17. yüzyıl ortamında yaşanan toplumsal problemlerin tahlili konusunda kaleme
alınmış değerli bir çalışma olarak toplumsal düşünce tarihimizin klasik
yapıtlarından biridir. Tasvir-i Efkâr gazetesinde tefrika edilen eserler
arasında Kâtip Çelebi’nin bu kitabı da yer almış; tefrika tamamlanınca da aynı
gazetenin matbaasında 1863 ve 1864 yıllarında üst üste iki defa kitap olarak
basılmıştır. Daha sonra 1870 ve 1889 yıllarında iki baskısı daha yapılan bu
kitabın 19. yüzyıl Osmanlı düşünce hayatında sürekli bir yer edindiğini
söylemek mümkündür.
Yayınlandığı dönemde çok fazla
sözü edilmemekle birlikte önemli olduğuna inandığımız Hasan Kâfi Ahisari’nin ünlü
eseri Usûlü’l-Hikem fi Nizami’l-Âlem
1870’de (Çaylak) M.Tevfik tarafından Türkçeye çevrilerek basılmış, 1913 yılında
da Hicaz Vilâyet Matbaasında Arapça ve Türkçe bir arada olarak ikinci kez
basılmıştır. Ancak yazar tarafından yapılmış Türkçe şerhli tarihsiz bir baskısı
daha bulunmaktadır. 1596 yılında yazılmış olan bu eser toplum ve devlet
meselelerini tahlil eden değerli bir incelemedir. Bu türün diğer bir önemli
örneği İbrahim Müteferrika’nın yazarak kendi kurduğu matbaasında 1732 yılında
basmış olduğu Usûlü’l-Hikem fi
Nizami’l-Ümem adlı eserdir ki Hasan Kâfi’nin eserinden daha çok tanınmakta,
hatta zaman zaman iki eser birbirine karıştırılmaktadır.
Tanzimat’la birlikte düşünce
hayatımıza giren kavramlardan biri de Medeniyet’tir.
Bu kavramı sivilizasyon şekliyle ilk defa kullanan kişi Tanzimat’ın müellifi olarak
addedilen Mustafa Reşid Paşa’dır. Reşid Paşa’nın başlattığı Tanzimat hareketi
yeni bir medeniyet yürüyüşü anlamına gelmekteydi. Reşid Paşa’nın, Şinasi
tarafından Medeniyet Resulü olarak
nitelendirilmesi onun bu medeniyet hareketinde yürüttüğü öncü rolden dolayıdır.
Yeni medeniyetin mahiyeti ve gerekliliği üzerine düşüncelerin ortaya çıkmaya
başladığı bu ortamda konuyla ilgili kitapların yazılmasına da sıra gelmiş ve
1867’den itibaren medeniyet konusuna ayrılmış kitaplar yayın hayatına girmeye
başlamıştır. 1867 yılında yayınlanan ve yazarı bilinmeyen 16 sayfalık Medeniyet Yani Sivilizasyon adlı
kitapçıktan başlamak üzere, Gaspıralı İsmail’in Avrupa Medeniyetine Bir Nazar-ı Muvazene (1885), Ahmed Rasim’in Terakkiyat-ı İlmiye ve Medeniye (1887),
Ahmed Midhat Efendi’nin Terakki
(1889), Akyiğitzade Musa’nın Avrupa
Medeniyetinin Esasına Bir Nazar (1897) adlı kitaplarının yayın hayatına
girdiği görülmektedir. Ancak tanımlanmaya çalışılan bu yeni medeniyet anlayışı,
ister istemez terk edilmeye ya da uzaklaşılmaya başlanılan geçmiş medeniyetin savunusunun
yapıldığı kitapların yazılmasına da zemin hazırlayarak Hasan Hüsni Toyrani’nin Hulâsa-i Medeniyet-i İslâmiye (1887) ve Ali Vehbi’nin Medeniyet-i İslâmiye Hakkında Birkaç Söz (1891) adlı eserleri bu
dönemde okurla buluşmuştur. Ali Vehbi Bey’in bu eseri o yıllarda çıkmakta olan Bursa
gazetesinde tefrika edildikten sonra Bursa’da kitap halinde basılmıştır. Azmzade
Refik Bey’in Kıvâm-ı İslâm adlı
eserini de bu çerçevede saymak gerekir. Mehmed Ubeydullah tarafından Türkçe’ye
çevrilen bu eser 1906 yılında Kahire’de basılmıştır.
19. yüzyılda Batı dünyasında önem
verilerek çalışılan alanlardan biri de Antropolojiydi. Bu çalışmalara Osmanlı
dünyasının tamamiyle ilgisiz kalmadığı bu alanda yazılan kitaplardan
anlaşılmaktadır. Bu eserler Batıdaki örgütlü Antropoloji çalışmaları çapında
olmamakla birlikte bu alana yaklaşma denemeleri olarak nitelendirilebilecek
çalışmalardır. Şemseddin Sami’nin tamamen antropolojik bir değerlendirme olan İnsan adlı eseri (1879); birinci
kitabını Kemal Paşazade Said’in, ikinci kitabını Ahmed Rasim’in yazmış olduğu
ve 1886 ve 1887 yıllarında yayınlanmış olan Garâib-i Âdât-ı Akvâm; Mustafa Refik’in Garâib-i Âdât (1891); Mehmed Emin’in Musavver Tarif-i Ümem (1891); Hacı Mustafa Mahir’in Kafkasya Kabilelerinin Alâmat ve Ümeralarının Hikâyât-ı Vâkıaları (1892) ve
bir anlamda Osman Rahmi’nin Köyde
Gördüklerim (1902) adlı eserleri bu yönde bizdeki ilk çalışmaları teşkil
eder. Mustafa Satı (El-Husri) Bey’in 1908 yılında Etnografya (İlm-i Akvam) adıyla yayınladığı ve 1912 yılında
geliştirerek ikinci baskısını yaptığı kitap ise bu konuda en derli toplu ve
ileri eserdir.
19. yüzyılın en önemli olayı
sanayi inkılabının gerçekleşerek gitgide belirleyici bir etken haline
gelmesidir. 19. yüzyılın sonlarına doğru bu olguyu bir kitap konusu yaparak
kaleme alan yazar Selanikli Fazlı Necip’tir. Sanayi-i Cesime adlı bu eser 1896 yılında basılmıştır.
Yusuf Akçura’nın kaleme aldığı Üç Tarz-ı Siyaset adlı makaleye Ali
Kemal tarafından eleştiri yazısı yazılmış, Ahmed Ferid (Tek) tarafından da bu
eleştiriye cevap yazılmıştır. Her üç makale de 1904 yılında Mısır’da çıkarılan
Türk gazetesinde yayınlanmıştır. Bu makaleler toplu olarak Kahire’de İçtihad
Matbaasında kitap halinde basıldıktan sonra 1911 yılında İstanbul’da ikinci
defa basılmıştır. 20. yüzyıl başında Osmanlıcılık ve İslâmcılık siyasetinin
yanında üçüncü bir siyaset olarak Türkçülüğü telaffuz eden Akçura’nın bu eseri yeni
bir dönemi ve yeni bir tartışmayı başlatmıştır.
J.J.Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nin
1904 yılında Rufaizade Mehmed Şekib tarafından Türkçeye çevrilerek Mukavele-i Heyet-i İctimaiye Yahud Mebâni-i
Hukuk-i Siyaset adıyla Paris’de kısmen yayınlanmakla birlikte Meşrutiyetten
sonra İstanbul’da A. İmzasıyla yapılmış çevirisiyle tam olarak bir kere daha
yayınlandığını görmekteyiz.
1908’le birlikte düşünce hayatımızın
tanıştığı önemli yazarlardan biri Güstave Le Bon’dur. Le Bon’un La Psychologie des Foules adlı ünlü eseri Fransa’da yayınlandıktan bir
yıl sonra (1896) İngilizce’ye de çevrilmiş ve Batı dünyasında oldukça etkili
olmuştu. Önce 1908’de Abdullah Cevdet tarafından Rûhu’l-Akvam adıyla, ardından 1909 yılında da Fuad Köprülü ve
Sadreddin Celâl (Antel) tarafından Rûhu’l-Cemaât
adıyla yapılan Türkçe çevirileriyle yayınlanarak Meşrutiyet okuyucusuna
sunulmuştur. Meşrutiyet inkılabının bir toplumsal ya da siyasi hareket olarak
böyle bir eseri okutması yadırganmamalıdır.
Meşrutiyet olayının bir hürriyet hareketi olarak sunulduğu ve öyle
algılandığı bilinmektedir. Bu bağlamda kaleme alınan eserler 1908 hareketinin
ardından yayın hayatına girmekte gecikmeyen kitaplar olmuştur. Asım Efendizade
Şeyh Sami’nin Cemiyet ve Hürriyet
(1908); M.Kadri Nasih’in Zulüm ve Adl
(1908); Dr.Hazık imzasıyla Zeynizade Mehmed’in Hürriyet (1908); Bafralı Ömer Faruk’un Necm-i Hürriyet (1908); Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’nin İslâmda Usûl-i Meşveret ve Hürriyet
(1908); C.F.Herrik’in Tulû-i Hürriyet
(1910); Serkis Orpilyan’ın Düstur-i
Hürriyet (1910) adlı eserleri bu türden yayınlardır.
Hürriyet ideolojisinin siyasi hareket içindeki yerini düşünsel bir
temele dayandırma ihtiyacı Meşrutiyet sonrası yıllarda Émile Faguet’yi karşımıza
çıkarmıştır. Faguet’nin 1903 yılında yazdığı Le Liberalisme adlı eseri Hasan
Vasfi (Menteş) tarafından Liberalizm
Yahud Hürriyetperver Bir Hükûmet Nasıl Hareket Eder? adıyla
Türkçeleştirilerek 1910 yılında yayınlamıştır. Aynı yıl içinde Rıza Tevfik’in
Ulum-i İktisadiye ve İçtimaiye mecmuasında John Stuart Mill üzerinden bir
hürriyet tahlili denemesine girişmesi yine aynı saikle izah edilebilir. É. Faguet’nin
Evâmir-i Aşere - Vatan Vazife - adıyla
A. Naci ve Asım Tevfik tarafından
Türkçe’ye çevrilen diğer bir eseri de 1912 yılı yayınları arasındadır.
1908 ortamında Sosyoloji adına yayınlanan eserlerden önemli bir
bölümünü Prens Sabahattin’in kitap ya da risaleleri teşkil etmektedir. Meşrutiyetin
ilanı üzerine Türkiye’ye dönen Prens Sabahattin önce 20 sayfalık Teşebbüs-i Şahsi ve Tevsi-i Mezuniyet
Hakkında Bir İzah (1908); ardından 46 sayfalık Teşebbüs-i Şahsi ve Tevsi-i Mezuniyet Hakkında İkinci Bir İzah (1908)
adlı yayınlarda bulunarak science sociale’ci temele dayandırdığı siyasi
görüşlerini açıklama girişiminde bulunmuştur. Bu metinler hâlâ elimizdeki en
önemli Prens Sabahattin metinleri olarak değerini korumaktadır. Henüz Ziya
Gökalp’in düşünce hayatında isminin duyulmadığı bir zamanda Prens Sabahattin,
siyasi hürriyet hareketine eşlik edecek bir Sosyolojiyle ortaya çıkarak ihtiyaç
duyulan bir girişime öncülük etmiştir. Ancak hürriyet hareketini başlatan
İttihatçıların niyetindeki hürriyetin Sabahattin Bey’in anladığı hürriyetle
ilgisi olmadığı gibi ilerleyen zamanda hürriyetle de ilgisinin olmadığı
anlaşılacaktır. Bu yüzden Sabahattin Bey 1909’da ortaya çıkan olaylarla
irtibatlandırılmak istenince tekrar yurt dışına çıkacaktır. Ancak bu arada
kendi görüşleri doğrultusunda Ahrar Fırkası girişiminde bulunduğu sıralarda
üçer sayfalık iki broşür de yayınlamıştır: Osmanlı
Askerlerine Hitaben Açık Mektup (1908) ve Ulema-yı Kirama Açık Mektup (1908). Sabahattin Bey’in diğer bir
eseri Meslekimiz Hakkında Üçüncü ve Son
Bir İzah (1911) adlı kitabıdır. Sabahattin Bey’in bu dönemdeki yayınlarının
yankısız kalmadığı görülür. Babanzade Mustafa Zihni Paşa Tevsi-i Mezuniyet (1908); M. Fazıl Reşid Son İzah
Münasebetiyle Sabahattin Beyefendi’ye Açık Mektup, Tahirü’l-Mevlevi ise Teşebbüs-i Şahsi (1914) adlı eseriyle Sabahattin
Bey’in görüşlerini edebi alana taşıyarak bir şekilde tartışma zemininde devam
ettirmişlerdir. İstinat ettiği Le Play okulunun görüşleriyle Sabahattin Bey’in
kaleme aldığı son eser Türkiye Nasıl
Kurtarılabilir? (1919) adlı kitabıdır. 1906 yılında yurt dışında çıkarmaya
başladığı ve 1908 yılına kadar sürdürdüğü Terakki adlı dergideki yazılarından
başlayarak 1919 yılına kadar ara ara yayınlamış olduğu bütün eserlerinde Prens
Sabahattin’in ana fikirlerinin Le Play Okulu tarafından belirlenmiş olduğunu
söylemeye lüzum yoktur. Türkiye’de Le Play Sosyolojisinin Durkheim
Sosyolojisinden daha önce öncü bulmuş olmasına karşın bir yandan Prens
Sabahattin’in siyasi muhalifliği, öbür yandan Durkheim Sosyolojisinin toplumcu
anlayışına duyulan sempati bu kronolojik önceliği hükümsüz kılmıştır.
Le Play Okulunun görüşleri Sabahattin Bey’in eserleriyle tanınmaya
başlamıştı; ancak bu okulun görüşleri Sabahattin Bey’in eserlerinde aldığı
yerle sınırlı kalmamıştır. Sabahattin Bey’in birebir ilgi içinde bulunduğu Le
Play’ci önemli isim Edmond Demolins’in üç önemli eseri Türkçeye çevrilerek hem
Demolins’in hem de Demolins’in eserleri aracılığıyla okulun görüşleriyle daha
yakından tanışmak mümkün olmuştur. Demolins’in Mevki-i İktidar adlı eseri 1912
yılında M.A.N. imzasıyla; Comment la Route Sréele Type Social adlı kitabı Ahmed
Sânih tarafından Yollar (1913)
adıyla, A Quoi Tient la Supériorité des Anglo-Saxons adlı eseri A. Fuad ve A. Naci tarafından Anglosaksonların Esbab-ı Faikiyeti Nedir? (1914)
adıyla Türkçe’ye çevrilerek yayınlanmıştır.
Hürriyet düşüncesinin hatırlattığı önemli isimlerden biri de Herbert
Spencer’dir. Bu liberalist sosyolog çok eksik olarak Türkçe’ye çevrilmiş
olmakla birlikte bu çevirilerin 1908 sonrası yıllarda yapılmış olması devrin
hürriyet arayışı ya da hürriyet sorunu bakımından anlamlıdır. Spencer’in
fikirleri daha önce başta Rıza Tevfik olmak üzere başka isimler tarafından
dergilerde yazı konusu yapılmakla birlikte Spencer kitap olarak ilk defa 1911
yılında Mehmed Münir (Ertegün) tarafından tercüme edilmiştir. Vâzı-ı Kanunların Hataları adıyla tercüme
edilen bu 56 sayfalık metin ertesi yıl, 1912’de, bir ilave görmeden tekrar
yayınlanmıştır. İttihatçı yönetimin iktidarı sırasında böyle bir Spencer’ci
metnin yayınlanması sebepsiz olmasa gerektir. Ancak Spencer’den uzun yıllar başka
tercüme yapıldığına tanık olunmayacak; nihayet 1919 yılında İbrahim Aşki
tarafından Terakki Kanunu ve Sebebi adıyla
87 sayfalık bir tercüme daha yapılacaktır.
II.Meşrutiyetin önde gelen devlet adamlarından biri olmasının yanısıra
bu dönemin düşünce hayatında belirleyici bir rolün sahibi olan Said Halim Paşa 1909
ila 1919 yılları arasında arka arkaya verdiği eserlerle yaşanan toplumsal
sorunlar üzerinde derinlemesine tahlillerde bulunmuştur. Said Halim Paşa’nın
eserleri hacim itibariyle gösterişli olmamakla birlikte temsil ettiği görüş ve
seviyesi bakımından yayınlandığı tarihten itibaren toplumsal düşüncenin
vazgeçilmez eserleri arasındaki yerini hep korumuştur. Mukallitliklerimiz (1910), Meşrutiyet
(1913), Buhran-ı İçtimaimiz (1916), Taassup (1917), Buhran-ı Fikrimiz (1917), İnhitat-ı
İslâm Hakkında Bir Tecrübe-i Kalemiye (1918) ve nihayet bu eserlerin bir
arada basılmış olduğu Buhranlarımız
(1919) adlı kitaplarıyla Said Halim Paşa bir başka açıdan toplumsal
değerlendirmelerde bulunarak sosyal düşünce alanına gerçek bir açılım getirir.
Said Halim Paşa’nın eserleri Ziya Gökalp’in aynı yıllarda yazdığı makalelerle
birlikte okunduğunda oluşmakta olan Türk Sosyolojisinin hiç de soyut ve
fiktif bir temelde yükselmediği fark
edilecektir. Ne yazık ki bir yandan her iki düşünürün arka arkaya kaybı, öbür
yandan gelişen siyasi toplumsallık koşullarının tartışma yerine karar verme
yönünde biçimlenmesi, Prens Sabahattin’i de ihmal etmemek kaydıyla, Türk
Sosyolojisinin güçlü bir solukla ortaya çıkmasını ancak başlangıç halinde
bırakmıştır.
Toplumsal etkenler ya da belirleyiciler konusu bu yıllarda gündeme
gelen ilgi konularından biridir. Ahmed Şuayp Ulum-i İktisadiye ve İçtimaiye
Mecmuasında bu konuda seri makaleler yazdıktan bir sonraki yılda Mehmed Vehbi Avâmil-i Ümran adlı kitabını
yayınlamıştır (1911). Fustel de Coulanges’ın ünlü eseri La Cité Atique bu
sırada Türkçe’ye çevrilerek Medine-i
Evvelîn adıyla yayınlanmış (1911), arkasından Ernest Dupréel’nin Cinnetin Esbab-ı İçtimaiyesi Mehmed
Faik tarafından tercüme edilerek yayına girmiştir (1912). 1912 yılında
yayınlanan önemli Sosyoloji eserlerinden bir diğerini Charles Bouglé’nin Qu’est-ce
que la Sociologie adlı eserinin Mustafa Suphi tarafından tercüme edilerek İlmü’l- İçtimai Nedir? adıyla yayınladığı
kitap teşkil etmektedir.
Dikkat edilirse bütün bu yayınlar henüz Ziya Gökalp’in eserlerinin ve
Sosyoloji çalışmalarının ortada olmadığı zamanın ürünleridir. Ziya Gökalp’in
asla tamamen boş bir alanla karşılaşmamış olduğu bilinmelidir. Ancak onun, bu
birikim üzerine neyi koyduğu ve nasıl koyduğu önemlidir. Durkheim henüz tercüme
edilmemiştir ama sıranın ona gelmekte olduğu muhakkaktır. Dupréel’nin ve de
Coulanges’ın eserlerinin Durkheim’in habercisi olduğunu söylemek mümkündür.
Meşrutiyet yıllarında Said Halim
Paşa’nın eserleriyle İslâmcı düşünce, E. Faguet ve diğer yazarların eserleriyle
Liberal düşünce şekillenirken bir yandan
da Sosyalist ve Türkçü düşünceler de eserleriyle ortaya çıkmaktaydılar. George
Turnier’nin Sosyalizm adlı eseri
Haydar Rifat’ın (Yorulmaz) Türkçe’siyle 1910 yılında yayınlanırken bu konuda
yerli bir eser de Dr.Refik Nevzad tarafından kaleme alınarak yayınlanmıştır. Sosyalizm ve Rehber-i Amele adını
taşıyan bu kitabın yayın tarihi 1912’dir. Haydar Rifat’ın Sosyalist literatürü
tercüme çalışmaları ileriki yıllarda da devam edecektir. Rus İhtilâlinden sonra
özellikle 1920’li yıllarda Sosyalist düşünceyle ilgili yayınların iyice
arttığına tanık olunmaktadır. 1918’de yazarı belirtilmemiş küçük bir kitap
olarak Sosyalizm; 1920’de Dr. Hasan
Rıza’nın kaleminden çıkan Sosyalizm;
Selahaddin Nevzad’ın Bolşeviklik;
Türkiye Sosyalist Fırkası tarafından yayınlanan Sosyalistlik Nedir? adlı eserlerin ardından Sadreddin Celâl’in
(Antel) Burjuva Demokrasisi ve Sosyalizm
(1921) ile Sosyalizm ve Tekâmül
(1922) adlı kitaplarının devreye girdiği görülmektedir. 1923 yılı ise bu
anlayıştaki yayın trendinin iyice yükseldiği yıl olmuştur. Seferzade Rifat’ın
tercüme ettiği Kafkasya’da Faale
Harekâtı ve Sosyal Demokratya; Dr.Şefik
Hüsnü’nün tercümesiyle yayınlanan Komünist
Beyannamesi; Halil Edhem (Eldem)
tarafından daha geniş şekilde tercüme edilen Komünist Beyannamesi “Manifesto”; Buharski’den iki ayrı çeviriyle
yayınlanan Komünist Elifbası ve
Hüseyin Cahid (Yalçın)’in Vilfredo Pareto’dan iki büyük cilt halinde çevirerek
yayınladığı Sosyalist Meslekleri 1923
yılı yayınları olarak karşımıza çıkmaktadır. 1924 ve 1925 yıllarında da bir
kısmı Moskova ve Bakü kaynaklı olmak üzere bu tür kitapların yayını devam
etmiştir. Gabriel Devil’den Vâlâ Nureddin’in tercüme ettiği İlmî Sosyalizm; Kaganoviç’den tercüme
edilen Rusya Komünist Bolşevikler
Fırkası Nasıl Kurulmuştur?; Traynin’den tercüme edilen Sosyalist Şuralar Cumhuriyetler İttifakı ve Milli Mesele; yazarı
belirtilmemiş olan Lenin ve Leninizm adlı
kitaplar bu yıllar içinde basılmış olanlardır. 1925’den sonra Sosyalist
düşüncedeki eserlerin yayınında bir duraklama görülür. 1927’de İ.Alaaddin
(Gövsa) başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanan 15 sayfalık Lenin adlı kitapçığı 1928 yılında
yayınlanan Mehmed Emin Resulzade’ye ait İhtilâlci
Sosyalizmin İflası ve Demokrasinin Geleceği adlı eserle yazarı
belirtilmemiş olan (M. Emin Akay) Milliyet
ve Bolşevizm adlı kitaplar izlemektedir. Son kitapların anti-sosyalist
nitelikte eserler olduğu dikkatten kaçmamaktadır.
Türkçü düşüncenin de aynı
süreçte gelişerek kitaplara döküldüğü görülür. 1913 yılında Hüseyin Ragıp
(Baydur)’ın Türklük; Özdemir
imzasıyla yayınlanan Türk Ruhu Nasıl
Yapılıyor? adlı kitapların ardından 1914 yılında Turancılık ideolojisini
yansıtan Tekin imzasıyla yayınlanan Turan;
Mehmed Ali Tevfik’in Turanlı’nın Defteri
gibi eserler yayın hayatında görülmeye başlar.
Bu tür ideolojik eserler
doğrudan doğruya Sosyoloji literatürüne
girmese bile toplumsal düşüncenin yönünü Sosyolojiden ideolojiye çevirmiş olmaları
bakımından ilgiye muhtaçtır. Kaldı ki Sosyoloji ile ideoloji arasındaki sınırın
ne kadar belirgin olduğu her zaman muğlak olduğu için Sosyoloji ideoloji ile
birleşebildiği gibi ideolojiden de Sosyoloji çıkarmak imkânsız değildir. Ancak
söz konusu dönemde Türkiye’de Sosyalist ideolojiden bir Sosyoloji çıkarılması
yönünde ciddi bir çabaya tanık olunmamaktadır. Said Halim Paşa’nın iyi bir
başlangıç yapmasına rağmen İslâmcı ideolojiden de bir Sosyolojiye
gidilememiştir. Bu dönem ideolojileri arasında bunu başaran tek hareketin
Türkçülük ideolojisi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Türkçülük
ideolojisinin bu şansını Ziya Gökalp
gibi bir ideologa borçlu olduğunu söylemeye lüzum yoktur. Öyle ki Gökalp bile
eğer Sosyoloji ile ideolojiyi aynı elde tutmayı baştan beri sistematik bir
kararlılıkla sürdürmüş olmasaydı Türkçülük ideolojisinden bir Sosyolojinin
çıkması yine mümkün olmayacaktı. Şu halde Ziya Gökalp’te ifadesini bulan
Türkçülük dışındaki ideolojiler ilim olma yerine hareket olmayı öncelemişken Gökalp’in
şekillendirdiği Türkçülük, hareketten vazgeçmeden, hareketten ilim çıkarmayı bilmiştir.
Meşrutiyet devri ideolojik akımları İttihatçılara karşı olsalar bile İttihatçıların
siyasi aksiyon yöntemlerinin etkisine kapılarak düşünceden önce aksiyonu hedeflemişlerdir.
Onlarda düşünce aksiyona çevrilmek istenirken, Gökalp bir İttihatçı olmasına rağmen bu tuzağa
düşmemiştir; o, düşünce ve aksiyonu bilime çevirebilmiştir. Malta’daki
sürgünlük zamanını bile siyasi bir mahkum gibi değil bir fikir işçisi gibi
yaşaması ondaki tutkunun yönünü göstermesi bakımından ilginçtir.
1914 ve 1915 yıllarında, Ziya
Gökalp’in Üniversitede okuttuğu Sosyoloji ders notları Hamid Sadi (Selen)
tarafından yayınlanmıştır. İlm-i İçtima
Dersleri adı altında 63’er sayfalık iki bölüm halinde taş baskı ile
yayınlanan bu eserde Sosyolojinin konusu ve yöntemi ile tarihi ele alınmaktadır.
Eser Durkheim’cı pozitivist Sosyoloji anlayışının tipik bir ürünü olmakla
birlikte Ziya Gökalp’in pek çok sosyologla ilgili nakillerde ve değerlendirmelerde
bulunması onun bu tarihlerde Sosyoloji alanına ne derece hakimiyet sağladığını
açıkça göstermektedir. Gökalp’in İstanbul’a geldikten sonraki yayın faaliyetini
dergilerdeki makalelerinden takip etmek zorundayız. Bir anlamda Ziya Gökalp bu İstanbul
dönemini Üniversitedeki dersleriyle birlikte makale yazıcılığı ile doldurur;
Türk Yurdu, İslâm, Yeni Mecmua ve İçtimaiyat Mecmuası yazı yazdığı başlıca
dergilerdir. Bu dönemin sonunda, 1918 yılında daha önce yayınlanan
makalelerinden bir bölümü Evkaf-ı İslâmiye Matbaasında kitap halinde basılarak Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak adıyla
yayınlanmıştır. Bütünüyle sosyal ve siyasi konulardan oluşan Yeni Hayat adlı şiir kitabı da Ziya
Gökalp’in 1918 yılında yayınlanan diğer bir eseridir. Malta dönüşü Ankara’da
Telif ve Tercüme Heyeti üyesi olarak üstlendiği Türk Töresi adlı çalışmasıyla, en önemli eseri sayılan Türkçülüğün Esasları, onun ancak 1923 yılında kitaplaşacak çalışmaları
olacaktır.
Öncelikle Sosyal Siyaset alanına
girdiğini düşünsek bile 1913 ve 1914 yıllarında Dr. Kasım İzzeddin tarafından
kaleme alınan bir rapor-çalışmadan bu arada söz etmek yerinde olacaktır. Hicaz’da Teşkilât ve Islâhat-ı Sıhhiye ve
1329 Senesi Hacc-ı Şerifi başlığıyla 1913’de 80; 1914’de 143 sayfa halinde
yayınlanan bu eser önemli bir dinsel toplantı olan hac ibadeti sırasında
gözlemlenen sorunlar ve alınacak önlemleri değerlendirerek hac ibadetinin
toplumsal ve örgütsel yanına dikkat çekmesi bakımından Sosyoloji yayınları
arasında anılması gerekli bir eser olarak görülmektedir.
1912 yılından itibaren arka
arkaya yayın hayatına giren önemli eserler arasında Celâl Nuri (İleri)’nin
kitaplarının özel bir yeri vardır. Meşrutiyet yıllarının ana tartışma
konularına Celâl Nuri cesur bir şekilde girerek Cumhuriyetten sonraki yıllarda da bu müdahalesine kitapları ve
gazeteleri ile devam eder. Tarih-i
Tedenniyat-ı Osmaniye (1912); Mukadderat-ı
Tarihiye (1912); İttihad-ı İslâm (1913);
Tarih-i İstikbâl (1913-14); Harpten Sonra Türkleri Yükseltelim (1917)
gibi eserleriyle Celâl Nuri bu yıllarda sesini yükselten bir isimdir.
Montesquieu’yü, toplum hayatının kanunlara dayandığını ilk defa açık biçimde
yazan bir düşünür olduğu için önemseyen Celâl Nuri toplumsal reformları
yapmadan önce toplum psikolojisini buna hazırlamanın reformların amacına
ulaşması için sosyolojik bir şart olduğunu ileri sürerek sosyolojik bir
yaklaşım gösterir.
Meşrutiyet fikri ister istemez Montesquieu’yü hatırlatır. Meşrutiyet için
harekete geçilen 1860’lı yıllarda Namık Kemal tarafından tercüme edilmeye
başlanmış olduğu halde doğru dürüst bir Montesquieu tercümesi uzun zaman
gerçekleşmedi. II. Meşrutiyetin ilerleyen yıllarında nihayet Hüseyin Nazım
tarafından Kanunların Ruhu Türkçe’ye
çevrilerek yayınlanmıştır. İlk baskısı eksik bir şekilde 1915’de, ikinci ve tam
baskısı iki cilt halinde 1923 yılında yapılmış gecikmiş bir eser olarak
düşünülebilir Kanunların Ruhu.
1915 yılının kenarda unutulmuş bir eseri Ahmed Midhat’ın
Medresetü’l-Mütahassisin Felsefe Şubesinde tedris olunan İlm-i İctima’a Ait Takrirler’idir. 64 sayfalık bu ders notları
Matbaa-i Amire tarafından basılmıştır. Darülhilafetilaliyye medreselerinin
yüksek kısmı olarak 1915’de açılan bu yüksek okulda ilk yıl okutulan dersler
arasında Soyolojinin bulunduğu ve bunun Ziya Gökalp’in Darülfünun-i Osmanide
okuttuğu Sosyoloji dersleriyle aynı zamana denk geldiği anlaşılmaktadır.
Yenileşme tartışmaları arasında Cemil Said (Dikel)’in 1914 yılında
kaleme almış olduğu Teceddüd-i Hakiki
Nasıl Olur? adlı kitabıyla Baha
Tevfik’in Teceddüd-i İlmî ve Felsefî adlı
kitabı toplumsal değişmenin felsefi ve entelektüel boyutuna dikkat çeken
eserlerdir. Baha Tevfik kısa hayatı içinde önemli eserler vermiş bir yazardır.
Nihilist, bireyci ve maddeci bir felsefeyi benimsemiş; 1912 yılında bu
görüşlerle Felsefe dergisini çıkarmıştır. Bu dergi Türkiye’de çıkan ilk felsefe
dergisidir. Ancak Baha Tevfik, görüşlerinin sadece entelektüel seviyede kalan
düşünceler olarak kalmasını değil toplum hayatını şekillendiren bir güç olarak
özellikle ahlâk ve din konusunda değişiklikler yaratmasını ister. Felsefi
temelden hareketle de olsa Baha Tevfik’in bir toplum eleştirisinde bulunup
teklifler getirdiğini görebiliriz.
Gerek Celâl Nuri’nin Batıcı
görüşleri gerekse Baha Tevfik gibi maddeci felsefe düşünürlerinin yarattığı
gelenek karşıtlığı, tepkisel eserlerin ortaya çıkmasını geciktirmemiştir.
Tüccarzade İbrahim Hilmi (Çığıraçan)’nin gerek kendi yazdığı eserler gerekse matbaasında
yayınladığı kitaplar bu tepkinin ürünüdür. Milletin
Hataları (1912); Milletin Kusurları
(1912) kitaplarında özellikle siyasi yenilgilerin sebepleri araştırılırken Avrupalılaşmak
– Felâketlerimizin Esbabı (1916) adlı kitapta da Batılılaşma konusu ve
İttihat ve Terakki döneminin başarısızlıkları
masaya yatırılmaktadır. Bu son eserin Ziya Gökalp’in Türkleşmek, İslâmlaşmak,
Muasırlaşmak üzerine seri makalelerinin ve Said Halim Paşa’nın Buhran-ı İçtimaimiz
adlı eserinin yayınlandığı zamanlara denk gelmesine dikkat etmekte yarar var.
Berlin Şark Akademisi
Neşriyatından olduğu belirtilerek 1918 yılında Dr. Fritz imzasıyla yayınlanan
iki kitabın Türkiye’nin etnik sosyolojisi bakımından dikkate değer ürünler
olduğunu ifade etmek gerekir. Kitaplar birer alan araştırması ürünü olarak o
yılların etnik demografyası ve diğer sosyal verileri üzerine önemli bir kaynak
teşkil etmektedir. Dr. Fritz imzasını taşıyan 384 sayfalık ilk kitap Kürtler – Tarihî ve İçtimaî Tedkikat adıyla
yayınlanmış, mütercim ismi belirtilmemiştir. Türkmen Aşiretleri adını taşıyan 533 sayfalık ikinci kitap ise Dr. Fritz
ve Rauling imzalarıyla yayınlanmış olup keza bunda da mütercim ismi yer
almamaktadır. Yazarları hakkında bir bilgi sahibi olamadığımız bu çalışmaların
altındaki imzadan çok araştırdığı konu dikkate değerdir. Bir anlamda etno-sosyolojik
araştırmanın detaylı bir örneğini teşkil eden bu eserlerin o yıllarda ilim
dünyası kadar siyaset dünyasını da ilgilendirmiş olduğunu tahmin etmek zor
değildir.
Bu bağlamda anılabilecek bir
diğer eser de Hasan Bahri imzasıyla yayınlanan Anadolu Köy Düğünleri (1916) adlı kitaptır.
Orhan Midhat’ın İçtimai İnkılaplar – İslâmiyetin Mazi, Hâl
ve İstikbâli adlı eseri de 1916 yılı yayınları arasında yer almaktadır.
1920 yılına gelindiğinde
Durkhem’ın adıyla yayınlanan ilk kitapla karşılaşmaktayız. Osman Kâzım’ın
tercüme ettiği bu eser Durkheim’ın Hâdisat-ı
Ahlâkiyenin Tayini adıyla bilinen bir konferansıdır. Aynı yıl Necmeddin
Sadık’ın 77 sayfalık Tesanüd Rabıtası adlı
kitabı yayınlanarak Durkheim’ın eserine eşlik eder. Çokça tartışılan terakki
bahsi yine bir kitap konusu olarak 1920’de karşımıza çıkar: Nazif Paşa’nın Terakki Çareleri. Ziya Gökalp, Celâl
Nuri gibi yazarlar tarafından işlene gelen Türklük, Doğululuk, Batılılık
konuları Haşim Nahid (Erbil) tarafından kaleme alınan Üç Muamma adlı eserle tartışılmaya devam eder.
1921 yılında dikkate değer bir
kitap Abdullah Cevdet’in Güstave Le Bon’dan tercüme ettiği Dün ve Yarın – Nusûs-ı Ruhiye ve
İçtimaiye – adlı eserdir. Dr. Şefik Hüsni’nin Türkiye ve İnkılap; İsmail
Hakkı (Baltacıoğlu)’nın Kalbin Gözü
adlı kitaplarıyla birlikte Muslihiddin Adil’in (Taylan) Beynelmilel İçtimaiyat Kongresi ve İntıbalarım adlı eseri 1922
yılında Sosyoloji adına izlenebilecek çalışmalardır.
1923 yılının, Sosyoloji eserleri
bakımından ciddi bir yoğunluğun yaşandığı bir yayın dönemi olduğu söylenebilir.
Malta sürgünlüğü sırasında Ziya Gökalp’in telkiniyle Hüseyin Cahid’in (Yalçın)
tercüme etmeye başladığı Durkheim’ın Din
Hayatının İbtidai Şekilleri ile yine aynı yazarın Taksim-i Amel adlı iki temel
eseri bu yılda yayınlanmıştır. Taksim-i
Amel’in tercümesini yapan Ahmed Midhat Hukuk-i Esasiye Muallimidir ve daha
önce, 1915 yılında yayınlanan İlm-i İctimaa Ait Takrirler’i kaleme almış
kimsedir. Necmeddin Sadık’a ait İçtimaiyatın
Teessüsüne Kadar Ulûm-i İçtimaiye; Yusuf Akçuraoğlu’na ait Muasır Avrupa’da Siyasi ve İçtimai Fikirler
ve Fikrî Cereyanlar; Mehmed İzzet’e ait Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat; Ziya Gökalp’e ait Türk Töresi ile Türkçülüğün Esasları; Safvet Örfi’nin Ziya Gökalp üzerine yazdığı Ziya Gökalp ve Mefkûre Arasındaki Münasebet
Vesilesiyle Bir Kalem Tecrübesi; M. Şemseddin (Günaltay)’in Maziden Âtiye; İsmail Hakkı (
Baltacıoğlu)’nın İçtimaiyat Nokta-i
Nazarından Terbiye adlı eserleri ile Seferzade Rifat tarafından D.
Kudriyafski’den tercüme edilen Kadimde
İnsanlar Nasıl Yaşıyordular? – İbtidai Medeniyet Mülâhazası – adlı kitaplar
1923 yılının verimli ortamının ürünleridir.
1923 yılının hızlı temposu 1924 yılında da gözlenebilir. Mehmed İzzet Terbiye ve Ahlâka Müteallik Tatbikatıyla
Sosyoloji Dersleri adlı eseri A.Gleise ve A.Hess’den tercüme ederek
yayınlamış; Engels’den Cemiyetin
Menşeleri tercüme edilmiş; Abdullah Cevdet, Güstave Le Bon’dan
tercümelerine devam ederek İlm-i Ruh-i
İçtimai’yi çevirmiş; Hilmi Ziya Ülken Formel Sosyoloji okulunun önemli ismi
Gaston Richard’dan İçtimaiyat Hakkında
İbtidai Malumat adlı kitabı çevirmiş ve bu tercüme 1927 yılında ikinci kez
basılmıştır. Ziyaeddin Fahri (Fındıkoğlu)’nin küçük bir monografik çalışması
olan İbni Haldun ve Mehmed Emin’in
(Erişirgil) Malumat-ı Vataniye adlı
telif eserleri de 1924 yılı yayınları arasındadır. Yayınına 1924 yılında başlanıp
1925 yılında devam edilen önemli bir tercüme eser Hüseyin Cahid’in (Yalçın) Visconte
James Bryce’den çevirdiği dört ciltlik Asri
Demokrasiler adlı kitaptır.
1925 yılının daha az sayıdaki eserleri arasında Güstave Le Bon üzerine
Baron M. Otono tarafından yazılmış eserin Bir
Zekâ-yı Feyyaz : Dr. Güstave Le Bon’un ilim ve Tefekkür Âleminde Gördüğü İş
adıyla Abdullah Cevdet tarafından tercümesi ve Necmeddin Sadık’ın Siyasi İçtimaiyat adlı eseri yanında Hâbil Âdem’in (İsmail Naci Pelister) Mustafa Kemallerin Kitabı sayılabilir. 1925
yılının yayınları arasında anılabilecek ayrıca üç kitapçıktan söz etmek yerinde
olacaktır: Mehmed Fuad’ın (Köprülü) 29 sayfalık küçük bir etüdü olan Oğuz Etnolojisine Dair Tarihi Notlar; Hüsni Hamid (Dilgan)’in 14 sayfalık İlim ve Demokrasi, M. Emin
Resulzade’nin 29 sayfalık İstiklâl
Mefkûresi ve Gençlik adlı risaleleri.
Sosyoloji alanındaki yayınların 1926 yılında iyice azalmaya başladığı
gözlenebilir; Ahmed Burhaneddin’in 16 sayfalık Cumhuriyet Mefkûresi ve Darülfünun Gençliği adlı risalesi dışında elimizdeki
listeye girecek bir eser bulunmamaktadır. Hızını kesmeden devam eden tercüme
makinesi Hüseyin Cahid’in John Stuart Mill’den çevirdiği Hürriyet adlı kitap De Pon Witt’in 100 sayfalık uzun mukaddimesiyle
1927 yılında yayınlanırken bu yılın kayda değer diğer önemli yayınları Ahmed
Ağaoğlu’nun Üç Medeniyet; Necmeddin
Sadık’ın Max Bonnafus’dan tercüme ettiği Umumi
İçtimaiyat (I. Kitap); İbrahim Memduh’un (Seydol) René Worms’dan tercüme
ettiği İçtimaiyat ve Ali Kâmi’nin
(Akyüz) İçtimaiyat adlı eseridir.
1925 yılında başlayıp 1927 yılında yoğunlaşarak devam eden yayınlar
arasında Latin harfleriyle ilgili tartışmaları yansıtan çok sayıda kitap
basıldığı görülür. Bu yayınlar 1928 yılında da devam etmiştir. Alimcan Şeref,
Avram Galanti, Dr. İsmail Şükri, İsmail Hidayet, Azmi Ömer, Mehmed Nureddin bu
tür yayınlarda imzası bulunan isimler arasındadır.
1928 yılı, Arap harfleriyle yayın yapılan son yıldır. Remzi imzasıyla Hayat-ı İçtimaiye Hakkında adlı eserden başka M. Fehmi tarafından tercüme edilen
Durkheim’ın Edükasyon ve Sosyoloji adlı
kitabı, Mustafa Şekib’in Hayat Mecmuasında tefrika ettikten sonra
kitaplaştırdığı Terakki Fikrinin Menşe
ve Tekâmülü; Fahri Kemal’in Benito
Mussolini ve Faşizm; M. Emin Resulzade’nin İhtilâlci Sosyalizmin İflası ve Demokrasinin Geleceği; Tekin Alp’in
Türkleştirme; Safi (Dümer)’n Türk’ün Yeni Amentüsü adlı eseri Arap
harfleriyle yayınlanan son eserlerdir.
1929’da yeni harflerle yayınlanan ilk Sosyoloji eseri Mehmed İzzet’in İçtimaiyat adlı kitabıdır; bu eser 1932
yılında ikinci kez yayınlanmıştır. 1930 yılındaki Sosyoloji yayınları olarak
Ömer Lutfi’nin Hayat-ı İçtimaiye; John
Dewey’in Mektep ve Cemiyet ve A.
Refik’in (Altınay) Anadolu’da Türk
Aşiretleri adlı kitaplarını saymak mümkündür.
1858–1930 yılları arasında yayınlanan toplam 150 kadar eser üzerinden
yaptığımız bu tespitte ortalama olarak her yıla iki eser düşmekte ise de
dönemler bazında yapılacak bir değerlendirme dönemler arasındaki dağılımın
oranlı olmadığını gösterecektir. 1858 – 1908 yıllarını kapsayan yarım yüzyıllık
zaman içinde ancak 20 civarında kitaptan söz etmek mümkünken 1908–1924 yılları
arasındaki 16 yılda 100 kadar kitapla karşılaşılmaktadır. Meşrutiyet dönemiyle
ortaya çıkan yayın zenginliğinin en iyi yansıdığı alanlardan birinin Sosyoloji
olduğu böylece açık bir biçimde görülmektedir. 1908 dönemi yayınlarının sınırını
1924 yılını kapsayacak biçimde uzatmak dönemin şartlarının gereği olarak
görülmektedir. Çünkü Cumhuriyet 1923 yılının sonlarında ilan edilmiş olduğu gibi
Cumhuriyet ideolojisinin düşünce ve yayın hayatına gerçek anlamda yansıması
ancak 1925 yılındaki dönüşümle birlikte olmuştur. 1925–1930 yıllarını ayrı bir
dönem olarak düşünmenin daha isabetli olacağı görüşüyle bu yıllar arasındaki
Sosyoloji alanı yayınlarının 30 kadar olduğu söylenebilir.
İSTANBUL
BENİM KIYIMDA
BEDRİ
MERMUTLU
İstanbul geldi benim kıyımda durdu
Kollarını göğsüne kavuşturdu
En parlak gözleriyle
Sustu
Şehzade Mustafa’yı düşündü
Haliç’te kadırgaları
Aylak sulara yaslanan yaşlı mavi bir zamandı deniz
Bir ustura gibi sıyırıp attı mevsim
Ödünç günlerimizi
Hovarda bir yazın son günündeyiz
“Yok… yok” çalıyor tokmağı kapıların
Miadı dolmuş isimlerdeniz
Yoklar listesinin her satırında adım
İstanbul’un listesinde adım adım kuleler
Kulelerin gölgesine gömdüğüm sesim
Hâlâ İstanbul’a gazeller söyler
Kahve Yemen’den gelir Üsküdar’da içilir
Bunu en iyi, dostum İstanbul bilir
Şevkefza konforunda
Yumuşak rüzgâr
Deniz yavaş
Taze kavrulmuş kahve tadında
İstanbul benim kıyımda
Ben yokum
OSMANLI MATBAASININ POLİTİK ANLAMI
BEDRİ
MERMUTLU
1699’dan sonraki yıllarda gösterdiği
kurumlaşma çabalarıyla Osmanlı devletiyle ilgilenmek ve onu bu çabalarıyla
tanımlamaya çalışmak neredeyse genel bir yaklaşım haline gelmiştir. Üstelik bu
çabaların doğru anlaşıldığına ilişkin verilerin de yetersiz olduğu
belirtilmelidir. Devletin toprak kaybetmeye başladıktan sonra yeni politik
araçlar geliştirmesinin kaçınılmazlığını yüzünü Batıya dönmüş olmakla
değerlendirmek bu yanlış anlaşılmanın yol başıdır. Karlofça sonrası ve bütün bir XVIII. yüzyıl boyunca
izlenen politikaların küçülmeye karşın mevziini güçlenerek koruma yönünde
olduğunu görmek zor değildir. Hristiyan Batı dünyası karşısında Müslüman Doğu
dünyasının koruyuculuğu bilincini muhafaza ettiği sürece bir Osmanlı
Batılaşmasından söz etmenin anlamlı olduğu söylenemez. Osmanlının batılılaşma
yönünde değil batıya karşı güçlenme temelinde matbaa ile yöneldiği girişim bu
yöndeki girişimlerin ilki olmasa bile ilginç bir örneğidir.
Anahtar
Kelimeler: Matbaa,
Müteferrika, Jeopolilitik, Osmanlı
Giriş
Toplumlararası
ilişkilerin devlet üzerinden işlediği bir zamanda devletin başvurduğu politik
ve kurumsal araçların temel -ve geleneksel- stratejiyle uygun olup olmadıklarına
bakılmaksızın verilecek yargıların araç temelli stratejiler vehmetmek
yanılgısını doğurmaya ne denli müsait olduğunun bu dönemdeki en doğru
örneklerinden biri matbaadır. Genel kanı matbaanın Türkler tarafından kabulünü
Batılılaşmanın en önemli adımlarından biri ve Batıya açılan bir pencere olarak
görme yönünde ise de matbaa ve matbaanın da içinde yer aldığı bütün bir Lâle
devri ve sonrası, sanılanın tersine, Batıya karşı bir önlem veya cevap
niteliğinde eylemler olarak ortaya çıkar. Pasarofça antlaşmasıyla Patrona Halil
isyanı arasındaki on-oniki yıllık serbest zaman optimum biçimde
değerlendirilerek hummalı bir imar, sanat, edebiyat, bilim ve kültür yarışına ve
yatırımına sahne olmuştur. Lâle devri aynı zamanda böyle bir verimli dönemin adıdır.
Barış
ortamına girilir girilmez yapılan ilk işlerden biri matbaanın kurulması oldu.
Her ne kadar Türklerin kullandığı ilk matbaanın kuruluş tarihi 1727 olarak
gösterilirse de bu tarih Türkçe kitap baskısının yapıldığı matbaanın kuruluş
tarihidir; nitekim 1729 yılında ilk Türkçe kitap basılmıştır. Ancak bundan önce
ve 1132 (1719-1720) yılında İbrahim
Müteferrika tarafından ilk Türkçe harita basımının yapıldığı bilinmektedir.
Orijinal baskı nüshası bulunamayan 19x43 boyutundaki şimşir kalıp Marmara haritasının
sağ alt köşesindeki “Benim devletlu Efendim, eğer fermanınız olursa dahi
büyükleri yapılır Sene 1132’’ kaydından (Kut, 1996: 22-23), bu baskının Damad
İbrahim Paşa’ya sunulmak üzere örnek
olarak yaptırılmış olduğu anlaşılmaktadır.
Müteferrika, ikinci haritası olan Karadeniz
haritasını da 1137 (1724-25) tarihinde basmıştır ki aynı şekilde bu da kitap
baskısına geçmeden dört yıl öncedir. Bunların dışında, kitap baskısına
geçtikten sonra (1729-1730) müstakil
olarak bastığı iki harita daha var ki bunlar İran ve Mısır haritalarıdır (Kut,
1996: 22-29). Müteferrika’nın matbaasını kurmadan önce daha 1718’de bir harita
matbaası kurmak için izin aldığı Batılı kaynaklarca da teyid edilmektedir
(Sarıcaoğlu, 1997: XVI, 45).
Matbaada devlet eli
Osmanlı
haritacılık tarihinin en önemli simalarından olan İbrahim Müteferrika’nın
(Afyoncu, 2000: XXI, 327) bastığı haritaların adedi hakkında tam bir sayı
verebilmek mümkün değildir (Sarıcaoğlu, 1997: XVI, 215). Çünkü 1730’da basılan
Tarih-i Hind-i Garbi’de yer alan haritalar ve 1735’te basılan Cihannüma’da
bulunan kırk kadar haritanın çiziminde ve düzenlenmesinde Müteferrika’nın emeği
ve katkısı söz konusudur. (Duverdier, 1992: 285). Halkın dünya coğrafyası ile
ilgili tasavvurlarını derinleştirmek ve genişletmek amacı ile basılan bu haritalar
için matbaadaki mevcut altı baskı makinesinden ikisi bu amaca tahsis edilmişti
(Babinger, 2004: 12-20). Bu konuda Müteferrika’nın ne denli bir karar ve
bilinçle hareket ettiği Karadeniz haritası üzerindeki şu ifadelerinden anlaşılabilir:
“Harita basımı fennini uğursuz kişiliklerine aitmiş gibi gören muhaliflere
rağmen ... ancak Tanrı’yı birleyenlere imdat ve yardım ve bu denizde seyr ü
sefer eden Tanrı kullarına kolaylık sağlama ve selamet vesilesi olması
düşüncesiyle ... çizilmiştir” (Kut, 1996: 24).
Müteferrika, Türklerin kendi
eserlerini basmaya başlamalarını Avrupalıların bu ‘uğursuz’ niyetlerinin
akamete uğraması olarak görür. Avrupalıların bastığı ilk Türkçe metin bir
Fransız diplomatının (Bréves) III.Murad’dan aldığı ticari imtiyaz senediydi. Bu
metnin yıllar sonra (1615) basılarak diplomatik bir dille tek taraflı bir
sıkıştırma aracı olarak kullanıldığı unutulmamıştı (Kut, 1996: 16; Duverdier,
1992: 279). İleriki yıllarda Müteferrika matbaasının duraksamasından (1755-1784)
yararlanarak matbaaanın bütün levazımatını
Fransızlar satın alıp basım işini devam ettirmek istedikleri halde bunların,
basacakları Türkçe kitapları yüksek fiyatla satacakları, ayrıca birçok
yanlışlıklar yapacakları bahanesiyle matbaa Beylikçi Raşid Efendi ile Vasıf
Efendi’ye verilmişti (Uzunçarşılı, 1995: IV/2, 519-520).
Buna
rağmen Avrupalılar Türklerin kuracakları matbaanın Tite-Live, Tacitus vb. Yunanca ve Latince
eserleri tercüme ederek basacak bir basımevi olacağı umuduyla heyecanlarını
korumaktaydılar. Ancak Müteferrika’nın basımevi Avrupalıları düş
kırıklığına uğrattı; Müteferrika,
basımevinde Batı bilim ve kültür ürünlerini basmak yerine İslâm toplumunun
insanlarına ırklarının dehalarının vermiş olduğu eserleri hatırlamaları için
yayınlıyordu (Duverdier, 1992: 288-289). Matbaa hakkında İstanbul’dan yazılıp
14 Ocak 1741 tarihli Gazzatte de France nüshasında yer alan bir mektupta:
‘‘Askeri konulara ait birçok eserin Türkçeye tercüme edilerek matbaada basıldığı’’
bildiriliyordu (Mystakidis, 1329: VII, 452). Oysa ki o tarihe kadar matbaada
basılan on üç kitaptan çoğu Coğrafya ve Tarihe ait eserlerdi. Doğrudan
askerlikle ilgili olan, Usulü’l-Hikem’in bir bölümü idi ancak. Böyle olduğu
halde bütün eserleri topluca askerlikle ilgili olarak algılamak için tarih ve
coğrafya ile ilgili eserleri de askerlik kapsamında, hiç olmasa politik
kapsamda düşünmüş olmak gerekir.
Batılı
devlet yetkilileri Osmanlıya verilecek avantajın ondan beklenecekleri aşmaması
gerektiği ilkesinde hemfikirdiler. Bu bağlamda 1729 yılında İstanbul’da bir
Bilimler Akademisi kurulması söz konusu olduğunda denizcilik, topçuluk,
matematik, askeri disiplin gibi bilimler
-Londra ve Paris’te olduğu gibi- İstanbul’da da bilinirse Osmanlı
ordularıyla gerek denizde gerekse karada başa çıkacak gücün zayıflayacağı
endişesini dile getirdiler. Matbaa karşısındaki tutumlarını bu çerçevede
değerlendirmelidir. Basımevine hep Müslümanların karşı çıktıklarından söz
edilmiştir ama Avrupalıların basımevi karşısındaki kararsızlıkları nedense gözden
kaçmıştır (Duverdier, 1992: 301).
Batılıların
(Müteferrika’nın deyimiyle : muhaliflerin) bu konudaki dikkatleri yersiz
değildi ve basımevi yetkilisi onların bu yöndeki kanaatlerini kışkırtmak için
baştan beri elinden geleni yapmaktaydı. Gerçi gerek Vesiletü’t-Tıbaa’da gerekse
matbaa için verdiği dilekçede basacağı kitaplar olarak lügat, hikmet, heyet, tıp,
hesap, tarih, hendese, harita ve coğrafya kitaplarını anıyordu ve basım fetvası
ve izni de bu kitaplarla sınırlı olarak veriliyordu (Kut, 1996: 32); ancak
Müteferrika’nın bu kitaplar kanalıyla verdiği ya da vermek istediği mesaj görmezden
gelinemeyecek kadar politik hatta ideolojiktir. Batılıların ‘‘askerlikle
ilgili’’ nitelemesiyle kastettikleri bu olmalıdır.
Çok yönlü
ilgileri içinde kendini ‘‘Coğrafyacı’’ olarak görmeyi tercih ettiğini Cihannüma
baskısına yazdığı önsözde açıkça ilan ettiği gibi (Müteferrika, 1145: 3)
Cihannüma boyunca yaptığı eklemeler ve tasarruflarla da bunu ispat etmiş olan
Müteferrika ‘‘İbrahim El-Coğrafi’’ye göre Coğrafyanın konusu ve öncelikleri
yeryüzü şekilleri, yönler ve uzaklıklar ile yerleşik kavimlerin durumlarına
vukuftan ibarettir… Coğrafi konumları itibariyle dost ve düşman topraklarından
hiç olmasa genel hatlarıyla haberdar ve bilgi sahibi olmayan yöneticiler
düşmanın hile ve tuzağından ve ülkesi civarında meydana gelecek hareket ve
karışıklıklardan emin olamayıp izalesi yönünde zahmetler çeker ve şaşkınlık
yaşarlar’’ (Şen, 1995: 155, 159).
Müteferrika’nın yaklaşımıyla Coğrafya öncelikle devlet yöneticilerinin
yardımında olan bir bilimdir. Bu görüş daha sonra Ali Süavi’nin cümleleriyle
daha keskinleşmiş olarak ifade edilecektir: Hükümetin temeli ilâhi olduğu halde
uygulama usulleri ilâhi değildir; siyaset bilgisi Kur’an’dan ve dinden değil
Coğrafya, Tarih, Ekonomi vb. bilimlerden ve tecrübi uygulamalardan elde edilir
(Ülken, 1966: 125).
Coğrafya aynı
zamanda ‘‘yerleşik halkların hayat tarzlarını” konu almakla beşeri unsur
hakkında da bilgi sahibi olmaya yardımcı olacaktır. Osmanlı devleti ile komşu
olup fırsat gözeterek her an devlete kötülük yapmak üzere düşmanlıkları
bilinenlerden her birinin nasıl bir hazırlık içinde oldukları , güçleri ve miktarları
ve durumları hususunda gafil olunmadan bilgi sahibi olmak şiddetli bir
ihtiyaçtır. ‘‘Tâ ki İslâmlar bu zararlı taifenin durumlarından tamamen gafil ve
cahil olmayıp’’gerekeni yapsınlar (Şen, 1995: 146-147).
Dikkat
edilirse İbrahim Müteferrika’nın Coğrafyaya bakışında ve beklentisinde
vazgeçilmeyen bir devlet ve politika ayağı söz konusudur. Her ne kadar Siyasi Coğrafya
ile Jeopolitiğin bir bilim dalı olarak
gelişmesi XIX. yüzyılın sonlarına rastlarsa da, aslında Platon’a kadar
geri götürülebilir. İbrahim Müteferrika’da görülen coğrafya ilgisi politik
coğrafya ilgisi olup jeopolitiğin zeminini oluşturur. Aynı eserinde
(Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem) coğrafya ile birlikte askerlik üzerinde
durması coğrafyanın bu politik anlamını iyice açığa çıkarmaktadır. Coğrafya,
politika ve jeopolitik arasındaki ilişki anlaşılabilir bir ilişkidir. Politika
bir hareket tarzı seçimi olarak coğrafyanın bütün verilerinden yararlanmakla
birlikte politik coğrafyadan farklı bir şeydir. Jeopolitik ise politik
coğrafyadan hareketle başka unsurları da değerlendirerek politikaya ulaşır;
sadece durum tespiti ile yetinmeyip geleceğe ait hükümler çıkarmak durumundadır
(İlhan, 1985: 611-613). Devletin
düşmanlarıyla cihat Müslümanlar üzerine farz olduğuna göre karadaki ve
denizdeki varlıkları itibariyle düşman ülkeleri hakkında bilgi sahibi olmak
cihadın bir parçasıdır. Coğrafya ise “düşman ülkelerini tanımak için sağlıklı
bir yol göstericidir.’’ (Şen, 1995: 155).
‘‘Coğrafya bilimi siyaset konusunda diğer
bilgilerden daha faydalı olup bu fenni bilip kavrayan kimse gayet üstün ve
takdir edilmiş olur’’ (Kâtip Çelebi, 1145: 16). Cihannüma’daki bu ifade
Müteferrika’dan yüz yıl önce Kâtip Çelebi diliyle Cihannüma’nın yazılış
felsefesine bizi götürmektedir. Etzel Pearcy bütün devlet adamlarını
jeopolitikçi sayar. Politikacıların jeopolitik temel bilgiye sahip olması ve
bunu uygulamaya koyarak gerçekleştirmesi kaçınılmazdır. Jeopolitiğin bilimsel
zeminini ise coğrafyacılar, jeopolitikçiler hazırlayacaklardır (İlhan, 1985: 614). Müteferrika devletin dört ana sütunundan
en önemlisinin asker ve yönetici sınıfı olduğunu söylerken (Şen, 1995: 153) ‘‘üstün ve takdir edilmiş’’ sonucun
dayanacağı temeli bir kez daha göstererek politikayı bilgiye, önemli ölçüde de
coğrafi bilgiye bağlıyordu. Politik coğrafyacıların hazırlamış olduğu
jeopolitik bilgi şüphesiz ki sonuçta askeri stratejlerin göstereceği ilgiyle
anlam kazanacaktır (İlhan, 1985: 607).
Müteferrika,
Kristof Colomb’un pusula ve coğrafya bilgisiyle Yeni Dünya’yı keşfederek
‘‘Hristiyan milletine kıyamete degin unutulmayacak bir hizmet ettiğini’’ kaydettikten
sonra kendi devleti bakımından coğrafyadan ve pusuladan beklentisini şu
sözlerle dile getirir: ‘‘Umulur ki bu fennin devletimizde ortaya çıkışı doğudan
ve batıdan devletin alanının genişlemesine yol açar’’ (Şen, 1995: 158-159).
Müteferrika’nın telif eserlerinden birinin Füyuzat-ı Mıknatısiyye olduğunun
hatırlanmasında yarar var. Matbaasında 1732’de bastığı, manyetik dalgaları konu
alan bu eserde mıknatıs iğnesinin yapısı anlatılmakta, mıknatısın bulunduğu
herhangi bir yerden enlem ve boylamları nasıl belirleyebileceği açıklanmaktadır
(Babinger, 2004: 74). Bu kitap aynı zamanda Müteferrika matbaasında basılan
coğrafya kitapları dizisinin teknik kısmını teşkil eden bir eserdir. Bunun
dışında kısmen Tuhfetü’l-Kibar fi Esfari’l-Bihar, Tarih-i Hind-i Garbi,
Cihannüma; kısmen Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem ile daha önce basmış olduğu
haritalarla matbaasında bir coğrafya seti oluşturmayı başarmıştır. Ayrıca
Müteferrika matbaasının baş eserinin Cihannüma olduğu noktasında herkes
hemfikirdir (Duverdier, 1992: 285).
Bütün alt yapıyla birlikte diğer gelişmeler göz önüne alındığı takdirde
Müteferrika’nın ‘‘coğrafya fenninin devletimizde ortaya çıkışı’’ sözünden neyi
kastettiği daha iyi anlaşılmış olacaktır. Şüphesiz ki kendi süreci içinde
Coğrafya ilgisi Osmanlı tarihinde gerekli seyrini göstermişti. Hatta Piri Reis,
Kâtip Çelebi gibi bu alanın dehalarını yetiştirmişti. Fakat İbrahim
Müteferrika’dan anladığımız şey Osmanlı devleti bakımından XVIII. yüzyılın bir
Coğrafyaya dönüş yüzyılı olduğudur. Siyasetçiler ve aydınlar, birlikte
coğrafyayı yeniden keşfetmiş gibiydiler. Matbaanın Türkler tarafından kurulma
girişimi IV. Murad veya IV. Mehmed zamanlarına kadar geri götürülebilir (www.
muzaffererdoğan.com.; Babinger, 2004: 11). İbrahim Müteferrika’nın da bu yönde
ifadeleri bulunmaktadır (Müteferrika, 1141). Ancak savaşlar ve diğer gaileler
nedeniyle ertelenmiş olduğu anlaşılan bu girişim kitaptan önce harita basımıyla
toplumun hayatına girerken Coğrafyayla
matbaayı aynı ihtiyaçta buluşturmuş oluyordu. Rusya ve diğer Ortodoks
ülkelerinde matbaa dini eserlerle açılırken (Babinger, 2004: 65) Osmanlı
Türklerinde ilginç bir biçimde harita basımıyla açılıyor, coğrafya ve tarih
kitapları basımıyla devam ediyordu.
İbrahim
Müteferrika matbaayı açma ve çalıştırma izni almıştı ama sonuçta matbaa bir
devlet matbaasıydı ve kendisi basım işlerini yöneten bir ‘‘memur’’ idi.
Dolayısıyla matbaanın temel politikası devlet tarafından belirleniyordu. Bunu,
basılacak hatta yazılacak eserlerin devlet tarafından belirlenmesinden anlamak mümkündür. Matbaanın
mali ve teknik sorumluluğu Müteferrika’da olmasına rağmen devletten çeşitli
vesilelerle ve muhtelif şekillerde mali yardım almaya devam edilmiş olduğu gibi
(Kut, 1996: 30-31; Babinger, 2004: 30-33 ) basılacak kitaplar konusunda da yol
haritasını çizen yine devlet olmuştur. Müteferrika’nın uzun uzun anlattığı
olayda Cihannüma’nın basım hikâyesini öğreniyoruz: Şeyhülislâm Damadzade Ahmed
Efendi’yi ziyarete giden Müteferrika’ya Şeyhülislâm matbaa yoluyla ilim ve
kültür meraklılarına güzel bir ziyafet verildiğini görmekle mutlu olduğunu
ifade ettikten sonra ‘‘Coğrafyanın yüksek değerde bir ilim olduğunu...ve Kâtip
Çelebi’nin kayıp Cihannüma’sının orijinal müsveddesinin elinde bulunduğunu’’
belirterek müsveddeleri, basması için kendisine teslim ettiğini yazar. Bu
konuşma sırasında Şeyhülislâmın ‘‘kâfirlerden bir zümre’’ Coğrafyaya gerekli
önemi vermiş oldukları için doğudan batıya seferlerle karaları ve denizleri
dolaşıp pek çok çıkar sağladıkları halde, Müslümanlar ise yaratılışlarındaki
şecaatle yetinip bu bilimde ilerleme hususunda gevşeklik göstermiş
olduklarından şikâyet etmesi (Müteferrika: 1145 önsöz) Coğrafyaya dönüşün devlet katında varılmış bir mutabakat
olduğunun açık bir göstergesidir. Yine Kâtip Çelebi’ye ait Takvimü’t-Tevarih
adlı eseri de Müteferrika’nın Damadzade Ahmed Efendi’nin teşvikiyle yayınlayarak
(Uzunçarşılı, 1995: IV/2, 470) Şeyhülislâmla yapılan yayın planını gecikmeksizin
uygulamaya koyduğu görülmektedir (Babinger, 2004: 28).
Cihannüma’nın
sonunda, Padişahın yardımı ve iradesi olduğu takdirde bu kitabın ikinci cildi
olarak İstanbul’dan başlayarak batıdaki en son ülkeye kadar, geri kalan Avrupa,
Afrika ve Amerika kıtalarını içerecek ve Müslümanlar arasında şimdiye dek
benzeri görülmemiş bir eser ortaya koyulacağı Müteferrika tarafından
bildirilmesine rağmen (Katip Çelebi, 1145: 998) kendi zamanında bu konuda bir
girişimden söz edilmemektedir. Fakat bu tasarının Raşid Efendi yönetimindeki
matbaa çalışmaları sırasında ele alındığı anlaşılmaktadır (Babinger, 2004: 39).
Cihannüma’nın ilk cildinde olduğu gibi İbrahim Müteferrika’nın pek çok
katkılarla hazırladığı anlaşılan bu ikinci önemli çalışmanın basımında gecikilmekle
kalınmayıp basım işinde de girişim aşamasında kalındığı
anlaşılmaktadır.Tamamlanmasıyla bir dünya coğrafyası oluşturacağı bilinen bu
ciltlerin bütünleşemeden yarım kalması üzücü olduğu kadar devletin XVIII. yüzyılın
ikinci yarısındaki siyasi geri çekilmelerinin ve küçülmelerinin yansıdığı bir
isteksizlik ve ihmalin sembolüdür aynı zamanda. Cihanşümul eserlerin cihanşümul
iddiaların olduğu yerde ortaya çıktığının negatif yönde ama çok güçlü bir
örneğidir bu olay. Devletin gücünü yitirmeye başladığını, hayal ettiği
coğrafyaya -basım yoluyla dahi-
ulaşamamasından anlayabilmekteyiz. Coğrafya Osmanlı için soyut bir bilgi
alanı değil sürdürülen politikayla bire bir temas halindeki canlı bir bilinç
olmuştur daima. Coğrafyadaki soluğun azalması iyiye işaret sayılamazdı bu
yüzden.
Matbaayı
kendisi için kullanan gücün devlet olduğu bir kez daha hatırlandıktan sonra,
matbaayla açığa çıkan coğrafya ilgisini anlamak zor olmayacaktır. Kâtip Çelebi
haritalarla diğer coğrafi çizimleri sıhhatle aktaran müstensihlerin azlığından
yakınıp kendisine ait çizimleri tahrif edenlerin ya da -çizemedikleri için-
çıkaranların bedduaya uğrayacaklarını belirterek teselli bulmaya çalışır. Onun
önemle üzerinde durduğu bu olumsuzluklar pek çok Osmanlı müellifince de
yaşanmış olmalıdır (Sarıcaoğlu, 1997: XVI, 214). İbrahim Müteferrika işin
içinde olan biri olarak bu olumsuzluğu derinden hisseder: ‘‘Ancak bu fennin
(coğrafya) yaygınlaşması ancak haritalardaki çizimlerle mümkün ve onların da
sıhhatli bir biçimde çoğaltılması basma
tekniği ile doğrudan ilgili olup, ressam kalemleri ve çizerlerin gayretiyle
olacak bir şey değildir’’ (Şen, 1995: 158). Avrupa’da matbaanın icadı bu
bakımdan haritacılığa erkenden yardımcı olmuştu. İslâm dünyasında ise
kitapların istinsahı hattatlarca ve matbaadan daha zevkli bir kalitede
yürütülmüş olsa bile harita hattatlığı ya da ressamlığı yeterince ilgi duyulan
bir alan olmamıştı. Evliya Çelebi XVII. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da
bir ‘‘haritacılar esnafından’’ söz eder. Ancak sekiz dükkana sahip ve on beş
kişiden ibaret bu zanaat mensuplarının hazırladıkları haritaları gemicilere
sattıklarını bildirir. Osmanlılarda özellikle gemicilerin harita yapmaya teşvik
edilerek ödüllendirildikleri de bilinmesine rağmen (Sarıcaoğlu, 1997: XVI, 210-211)
el çizimi haritacılığın özünde taşıdığı zorluklardan dolayı gelişme ve
yaygınlaşma imkânı bulamadığı anlaşılmaktadır. İçerik ve teknik yönüyle yaptığı
haritalarla zamanının en iyisi olan Piri Reis (Ayyubi, 1987: 72) bu konudaki hassasiyetini Kitab-ı Bahriye’sindeki
şu sözlerle dile getirmektedir: ‘‘Kıl kadar
eğer anda olduysa noksan / Kullanılmaz
o harita, bil tamam’’ (Piri Reis, tsz: 48).
Bütün bu
nedenlerden dolayı haritaların sıhhatli bir şekilde çoğaltılmalarının tek yolu
olarak matbaa gözükmektedir. Çünkü bir kere doğru olarak kalıba alındıktan
sonra sonsuz sayıda çoğaltılma şansına sahiptir. Bu yüzdendir ki Müteferrika,
Coğrafyanın matbaa ile birlikte Osmanlı devletinde yeniden zuhurundan söz
edebilmektedir; haritasız coğrafyanın soyut kalacağını belirterek, onun ancak
harita çizimleriyle açık hale gelip pratikleşebileceği görüşündedir. Çünkü ona
göre, taife-i Nasara harita çizimlerinde ulaştıkları teknikle bu bilgileri
kuvveden fiile getirip az zamanda, inkar edilemeyecek avantajlar elde etmişlerdir (Şen, 1995: 158).
Jeopolitik hedefler
Osmanlı
devleti bir cihan imparatorluğu olarak Coğrafyaya ve haritaya ilgisiz
kalamazdı. Bu ilginin XV. yüzyıldan beri bariz bir biçimde takip edilmesi
mümkündür (Uzunçarşılı, 1995: II, 605). Devletin tarihinin yazılmaya
başlamasıyla Coğrafya çalışmalarının başlaması anlamlı bir şekilde eş zamanlı
olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü devlet bu yüzyılda bir dünya devleti haline
kesin bir biçimde ulaşmıştı. Bu yüzden bir yandan tarihe not düşüyor, bir
yandan da genişleyen coğrafyasında pek uzak yerlere askeri seferlerini
başarıyla yapabilmesi için Roma İmparatorluğunda olduğu gibi pratik şekilde
oldukça yüksek coğrafi malumata sahip olması gerekiyordu (Akyol, 1940: 516).
II.Mehmed eski devirlerdeki deniz fütuhatında başarılı olan devletlerin
tarihini tetkik ederek bu eserlerden, yapacağı donanma için fikir ediniyor;
Batlamyus’un Coğrafyaya ait levhalarının aslına uygun bir tarzda tertip edilmesini
emrediyordu (Uzunçarşılı, 1995: II, 29-30). Ayrıca 1478-1481 yılları arasında
sarayda bulunan İtalyan ressamı Bellini’ye askeri bir harita ısmarlıyordu
(Sarıcaoğlu, 1997: XVI, 213). Takip eden yüzyıllarda daha geniş çapta
çalışmalara tanık olunmaktadır: Piri Reis, Seydi Ali Reis, Kâtip Çelebi, Behram
Dımışki ve diğerleri…
Ancak bütün
bu ve benzeri çalışmaların yönetimin
emri ya da bilgisi altında sürdürülmüş olduğunu belirtmek gerekir. Bu tip
çalışmalar içinde bir makama sunulmadan bu güne ulaşabilmiş nadir çalışmalardan
biri Menemenli Mehmed Reis’in 1590-1591’de hazırladığı deniz haritasıdır
(Sarıcaoğlu, 1997: XVI, 212). Bu çalışmaların bir başka özelliği de oldukça
güncel oluşlarıdır (Ayyubi, 1987: 71). Haritaların güncellenmesi çalışması
sonraki zamanlarda da aksatılmadan sıkı bir biçimde takibe alınan konuların
başında gelmekle (Sarıcaoğlu, 1997: XVI, 213) gördüğü önemi göstermektedir.
Yapılan harita çalışmalarının kendi dönemleri bakımından yüklendiği anlamlar
dönemin politik ilgileri ve hedefleriyle tanımlanmaya oldukça müsaittir. Piri
Reis, çizdiği dünya genişliğindeki harita ile elbette ki döneminin politik
hedeflerine ve iddialarına ayna tutmaktadır. İbrahim Müteferrika’nın bastığı
müstakil haritalarda ise İmparatorluk için sorunlu ve önemli görülen bölgelerle
yetinilmiştir: Karadeniz, İran, Mısır haritaları. III. Murad’a takdim edilen ve
Müteferrika matbaasının dördüncü kitabı olarak basılan Tarih-i Hind-i Garbi’nin
meçhul yazarı dünyayı dolaşırken gördüğü uygunsuzluklara İmparatorluk adına
müdahale etmekten geri kalmaz Örneğin Kızıldeniz’de Aden civarında bulunan
Sukatra adasından söz ederken Aden,
Hicaz ve Yemen bölgeleri İslâm havzasında ve Osmanlı yönetiminde oldukları halde
bu komşu adanın sınırlarımız dışında kalmasına hiç de razı olmamakta, “küçük
bir işaret olunsa az zamanda anılan ada zaptedilmiş olarak Osmanlı ülkesine
ilhak edilip bağlanmış olacağı’’nı; veya Sicilya adasının “ az bir çabayla”
tekrar Müslümanların eline geçebileceği inancını rahatlıkla dile getirebilmektedir
(THG, 1142: vr.12,18). II.Selim’in Açe hükümdarına yardım gönderdiği bir
dünyada (Safvet, 606-609) böylesi dilekler muhal görülemezdi. Ancak XVIII.
yüzyıla gelindiğinde Osmanlılar diğer devletlere karşı üstün pozisyonlarını önemli
ölçüde kaybetmişlerdi. Ama inanç ve iddialarını henüz kaybetmiş
değillerdi. Coğrafya yönelimlerinde ve
devlet politikalarında kaybedileni
yeniden kazanma eğilimi açık bir psikoloji ve ideoloji olarak gözlenebilir. Kurulan yeni dünyalar
yeni jeopolitik ortamlar yaratarak yeni değerlendirmeler gerektiriyordu. Ne var
ki yeni jeopolitik ortamlarda yeni fırsatlar kadar yeni şansızlıklarla da karşılaşmak
mukadderdir (İlhan, 1985: 623). Bu
dönemde bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde ama zorunlu olarak bu fırsatların
ve şansızlıkların neler olduğu anlaşılmaya çalışılmıştır. XVIII. yüzyılın
ikinci yarısına gelindiğinde Ahmet Resmi Efendi gelinen noktada son derece
realist hatta kötümser bir tablo çizecektir: Aşırı nizamcılıkla düzen
sağlanamaz; yeni mülk edinme devri geride kaldı çünkü artık taze devletler
kurmak gerçeklere aykırıdır. Devletler yaşlandıkça bilgece bir tavırla kendi
topraklarıyla yetinmek ve öylece davranmak zorundadırlar. Devletin sınırlarını
genişletme arzusu çoğu zaman sonu hüsranla biten bir maceradır… (Parmaksız,
1983: 528-535). Ahmed Resmi Efendi’ye devletin verdiği talimat da ‘‘bizde kapu
kethudalarına nasıl muamele ediliyorsa kendisine de orada öyle muamele edilmesi’’
yani siyasi mütekabiliyet yönündedir. Osmanlı siyasetinin eski mütehakkim ve
mağrur tavrı daha yumuşak bir mahiyet almıştır (Uzunçarşılı, 1995: IV-1,
170,250). Aynı yüzyılın beri tarafında ise bir eline matbaayı öbür eline
coğrafyayı almış olan İbrahim Müteferrika’nın idealist ve iyimser tablosu
karşımıza çıkar. İbrahim Müteferrika gerçekten iyimserdir. O kadar ki yeni bir
askeri düzene geçilmesinin bir yılda hatta dört ayda başarılabileceğini ifade
eder (Şen, 1995: 187). Ayrıca Coğrafya ilmi gereken önemi gördüğü taktirde
Osmanlı sınırları dışında yaşayan Müslüman devletler hakkında bilgiler artacak,
Müslümanlar birbirlerine yakınlaşacak, hatta ‘‘sonunda bütün Müslümanların
güçlü bir Padişah etrafında toplanmalarına vesile olacaktır” (Şen, 1995: 157).
Bu panislamist ülkü düşmanla cihat arzusu ve zorunluluğuyla birleşerek
Müteferrika’nın politik siluetini daha iyi belirginleştirmeye yardımcı olur. Kâtip
Çelebi’nin Tuhfetü’l-Kibar Fi Esfâri’l-Bihâr adlı “nefis kitabını” cihat yolunun yolcularına
kara ve denizde kılavuz ve gaza meydanının
arslanlarına rehber olduğu için, nüshasını artırıp cihat hareketine kolaylık
sağlamak üzere yayınladığını açıkça belirtir (THG, 1142: önsöz). Savaş ve
askerlik konularına bu kadar açıktan destek veren bir “basımcı” olmasının ardında -kendi samimi
kanaatiyle birlikte- devletin kendisine verdiği bir görevin yattığını düşünmek
zor değildir. Diğer bir deyişle Müteferrika bunları yapmak için ya da bunları
yapmak üzere matbaanın başında bulunmaktadır.
III.Ahmed
devrinde Türk ve İslâm dünyasıyla ilişkiler zayıf da olsa devam ediyordu. III.Ahmed’in
Özbek Hanlarıyla sürdürdüğü ilişkilerin ortak konusu Ruslar ve İranlılardı. III.Ahmed
ve I.Mahmud devrinde ayrıca Hive ve Türkistan Hanlarıyla da görüşmeler devam
ediyordu. Çok düzenli olmamakla birlikte Hindistan’daki Türk ve İslâm
devletleriyle de ilişkiler vardı (Uzunçarşılı, 1995: IV-2, 138-157).
Özellikle
Karadeniz bu dönem dış politikasının önemli bir konusuydu. Çünkü Ruslar bu
yüzyılda hem Kafkaslar hem de Balkanlar doğrultusunda olmak üzere
Karadeniz’deki kıyılarını genişletme emelindeydiler (Mütercimler, 2004: 61).
Karadeniz bir önceki yüzyıldan beri şüpheli girişimlere sahne olmaya
başlamıştı.
Rusların
sıcak denizlere açılma tutkusu gitgide sıkıntı yaratmaya başlamıştı.Yüzyıl kadar
önce II.Osman’ın Lehistan üzerinden Baltık Denizine ulaşıp orada güçlü bir
donanma kurmak, böylece Avrupa’yı iki
yandan deniz kuşatmasına alma tasarısı (Mütercimler, 2004: 41) XVIII. yüzyılda
Ruslar tarafından uygulamaya konuluyordu. Çeşme önünde Osmanlı donanmasının
yakılmasına kadar varacak olan bu süreç dikkatlerin Rusya’da ve dolayısıyla
Karadeniz’de toplanmasına haklı bir şekilde neden olmaktaydı. Karadeniz’in bir
Türk gölü olmaktan çıkması Osmanlı için önü alınamayacak gailelerin içine
düşmek demekti. İbrahim Müteferrika, I. Petro’nun Hazar Denizi vasıtasıyla
Hazar bölgesi ülkelerini kontrolüne nasıl kolayca almış olduğunu I.Mahmud için
hazırladığı kitabında ayrıntılarıyla anlatmaktadır (Şen, 1995: 190). Rusların
gözlerini denizlere diktiği bir jeopolitik ortamda Karadenizin güncel ve
matematik bilgilerle yeni bir haritasının çizilerek basılması epeyce anlamlıdır. Çar’ın
stratejik tehdidine konu olan Karadeniz’in civarıyla birlikte bilgiyle tanınma
ihtiyacının yanında Çar’ın Hazar Denizinde ulaştığı başarının yöntem olarak
kabulünün de ipuçları vardır bu girişimde. Çar her ne kadar “kötülüklerle dolu
kâfir” bir düşman olarak görülürse de uyguladığı jeopolitik girişimler yönüyle ‘‘akıllı
ve bilge… ve güçlü girişim sahibi” bir kişi olduğu da itiraf edilmektedir.
Matbaada özel olarak basılan haritalardan
biri de İran haritasıdır. Osmanlıların bu yüzyılda İran’la olan siyasi ilişkileri
temkini elden bırakmama yönündeydi. Yukarıda değinildiği üzere Özbek hanları,
Hive ve Türkistan hanlıklarıyla sürdürülen ilişkilerin en önemli nedenlerinin
başında İran sorunu geliyordu. Lâle Devri diye anılan barış devrinde bile İran
meselesi siyasi gündemdeki sıcaklığını sürdürmüştü. İran’ın zayıflamış ve
karışmış durumundan yararlanmak üzere 1724’te gerçekleştirilen harekâtla
İran’ın batı şehirlerine girilmiş, 1726’da yeniden iki ordu karşı karşıya
gelmiş ve Osmanlılar bu defa umduklarını bulamayıp yeniden İran-Afgan
kuvvetleri üzerine yürümenin hazırlıkları içinde ve hatta sefere çıkmak üzereyken
Patrona Halil isyanı yüzünden bu sefer gerçekleşememiştir. İşte İran
haritasının Müteferrika matbaasında basımı, düşünülen bu son seferden hemen
önceki yılda gerçekleşerek siyasi gündeme eşlik eder. Ayrıca aynı sıralarda Damat İbrahim Paşa’nın
emriyle İbrahim Müteferrika tarafından
tercüme edilerek basılan Tarih-i Seyyah adlı kitap Afganlıların Safevi
hanedanlığını ortadan kaldırmalarının bir tür güncesi mahiyetinde yazılmış bir
eserdir. Görülüyor ki Osmanlının doğudaki rakibinin siyasi hezimeti, o günlerde
kitabı basılarak kutlanacak bir olay olmuştur. İran meselesinde uzun süredir
yaşanan gerginlikler yüzünden kötümser bir psikolojiye giren kamuoyunun böylece teselli ve tatmin edilmesi düşünülmekteydi.
Matbaanın böylesine önemli bir zamanda devreye girerek İran aleyhine halkın
morali ve ümitleri üzerinde rol oynaması en çok Damat İbrahim Paşa’nın
kolladığı bir fırsat olmalıydı.
İbrahim Müteferrika bu özel haritaları her ne
kadar “mebadi-i mübaşeret-i coğrafyada
nümune olmak üzere” ya da “denizde dolaşan ilgililere kolaylık nedeni” olması için
bastığını söylüyorsa da (Kut, 1996: 24-26) gerçekte bu çalışmalardaki niyetin
bu kadardan ibaret olmadığı bellidir. Haritacılık çalışmaları her zaman için
jeopolitik bir amacın emrinde olmuştur.
XIX. yüzyıla girildiğinde Avrupalıların dünyanın her tarafına çeşitli saiklerle
uzandıkları görülür. Bu keşif ve tetkik seyahatleri dinî, iktisadi ve ticari,
siyasi ve askeri amaçlarla yapılıyordu. Bu yıllara kadar Osmanlı toprakları
yabancılara karşı hemen hemen kapalı idi (Terra incognito). Babıalinin resmen
“düşmanın yararlanmayı hedeflediği bu tür araştırmalara müsaade etmeme’’sine
rağmen İngilizler Meğri körfezinden itibaren doğuya doğru Anadolu sahillerinin,
ve Batı Anadolu sahillerinin haritalarını çıkarmışlardı. Bugün muhtelif
mikyaslarda yirmi paftadan ziyade Anadolu’nun İngilizler tarafından o yıllarda
(1811-1834) yapılmış sahil haritaları mevcuttur. Aynı şekilde Fransızlar da sahillerimizin
haritalarını çıkarmaya kaçak bir şekilde devam ettiler (Akyol, 1940: 532-535).
Askerî amaçlarla haritası çıkarılan ülke bu defa Osmanlı ülkesi idi... Bu
anlamıyla harita bir siyasi egemenlik göstergesine dönüşerek elinde olduğu
ülkenin egemen konumuna işaret ediyordu. XIX. yüzyılın hızlanan siyasi
trafiğinde (Ak, 1993: VIII, 66) konumların değiştiği açıktır. Nitekim XVII.
yüzyılda Osmanlı topraklarının haritasını yaptırmak üzere IV. Murad
tarafından Avrupa’dan bir uzman davet
edildiğinde bir çıkar umudunda olmadıkları için o zaman bu davete cevap dahi
verilmemişti (Akyol, 1940: 542)… Ancak, XIX. yüzyıla gelindiğinde haritacılığın
yönünün Osmanlılar açısından tersine çevrilmiş olduğu açıkça bellidir.
Müteferrika
zamanında yani XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde ve ilk yarısında hâlâ stratejik
bölgelerin haritaları yapılabiliyor ve hâlâ “az bir çaba ile” ülkeye topraklar
katılabileceği inancını dile getiren kitaplar basılmaya uygun görülüyor idiyse
bu, Osmanlı’nın kendini dünya siyasetinde söz sahibi bir
yerde görmekte olduğunun ince bir anlatımıdır.
Damat
İbrahim Paşa, sadrazamlar içinde padişahının güvenini en çok kazanmış olan vezirlerden
biridir. Pasarofça antlaşmasının ardından yaşanan İbrahim Paşa devri
görünürdeki rindane tarzına rağmen yararlanılan barış ortamı şartlarının çok
iyi değerlendirilip yeni stratejilerin geliştirildiği bir dönemdir. Matbaanın
kurulmasından hemen önceki yıllarda devrin akademisi sayılabilecek,
bilginlerden ve edebiyatçılardan oluşan otuz iki kişilik bir ilim heyeti
İbrahim Paşa’nın himayesinde İstanbul’da kurulmuştu (Aktepe, 1993: VIII, 442).
İlim, fikir ve edebiyat adamlarından kurulu bu heyet devamlı olarak toplanıyor,
Doğu ve Batı dillerindeki eserlerden tercümeler yapılıyordu (Aktepe, 1989: II,
37). Özellikle İslâm kültürüne ait temel eserlerin sistemli bir biçimde
Türkçeleştirilme girişimi bu kurul tarafından yürütülmekteydi. Tercüme kurulunu
teşkil edenlerin çoğunluğunu dini ilimlere mensup kişiler oluşturduğu halde
onlara tercüme ettirilen eserlerin dini bir mahiyeti yoktu. Eserler daha çok
tarih edebiyatının çeşitli dallarına aittir. Hatta eski Galata Kadısı Yanyalı
Esad Efendi’nin üstlendiği çeviriler Yunanca yazılmış felsefe eserleridir.
Dikkat
edilirse matbaanın basmaya mezun olduğu eser yelpazesiyle, anılan kurulun
tercüme ürünleri birbirini tanımlamaktadır. Matbaada da dini eserler
basılmayacaktı. Matbaada dini kitaplar basılmamasının sosyo-ekonomik nedenlerle
açıklanması yanlış değildir ama eksiktir. Sınırlı sayıda kitap çeşidi çalışacak
olan bir yeni teknoloji (Müteferrika matbaası) öncelikle ihtiyaç konusu
eserleri basmakla yararını pekiştirmiş olacaktı. Dini eserlerin basılmaması,
din adamları (?) ve hattatların işine geleceği
kadar, hatta ondan daha fazla yönetimin yararlanacağı bir kayıttı. Yönetim,
tebcil edilmiş bir geçmişi, yaşanan hayatın damarlarında sürdürmek suretiyle
dünyaya açılmanın yollarını düşünüyordu. Başka bir ifadeyle sorunların tarih ve
coğrafyayla aşılabileceğini hesap etmişti. Matbaa gibi kitlesel bir iletişim
aracından optimum faydanın böylece sağlanabileceğini düşünmüştü. Devlet,
konumundan henüz şüphe edecek durumda değildi. Ama konumunu yeni şartlar
ışığında gözden geçirerek onu pekiştirmek için yeni hamlelere ihtiyacı olduğunu
biliyordu. Karadeniz’de hâlâ egemen olmakla birlikte Rusya’nın I. Petro’yla kazandığı mevzilere
karşı yeni önlemler de düşünmek zorundaydı; Akdeniz’de öbür devletlerden daha
kötü bir durumda değildi, ama orada da yeni şeyler yapması gerekiyordu vb…Yeni
durumlar yeni uyarılar olarak politik gündemden cevaplar beklerken yeni
durumlar için hazırlanacak cevabın zeminini tarihte ve coğrafyada aramak ilginç
bir buluşmaya yol açmıştır. İbrahim Müteferrika Coğrafya bilgisini “devlet
adamlarınca öğrenilmesi şart olan…tarih bilgilerinin pekiştirilmesine bir büyük
yardımcı ” olarak görür (Şen, 1995: 159).
Tarih ve coğrafya, her ikisi de hem yöneticiler hem halk için (coğrafya
özellikle denizciler için) gerekli bilimlerdendir. Şeyhülislâm Damadzade bir
yandan Cihannüma’yı, öbür yandan Takvimü’t-Tevarih’i basması için
Müteferrika’ya işaret etmiştir. Tarihle coğrafya Tuhfetü’l-Kibar ve Tarih-i
Hind-i Garbî’de olduğu gibi bazen tamamen iç içe olarak da karşımıza çıkmaktadır.
Sadrazam
İbrahim Paşa’nın ölümüyle bu tercüme kurulu dağılmış olmasaydı hem sayıca daha
çok eserler verilmiş olacak hem de muhtemelen matbaanın yayın listesi bu
eserlerden oluşacaktı. Çünkü Müteferrika basılacak eserler olarak sanki bu
kitapları tarif etmektedir: dehalarımızın unutulmuş ürünleri, kaybolmak üzere
olan nadir eserler, müstensihlerin gözünü korkutacak kadar hacimli kitaplar (Kut,
1996: 32)… Bu bağlamda matbaadan -dar anlamıyla- din adına değil, tarih ve coğrafya adına görev yapması
beklenecekti. Damadzade’nin davranışı
bunun en somut örneğidir.
İbrahim
Müteferrika 1716’dan ölüm tarihi olan 1747’ye kadar hayatının otuz yılı aşkın
bölümünü devlet hizmetinde geçirmiştir. Ancak bastığı kitaplardaki imzasında kendisini
bazen matbaa memuru (el-me’mur bi ameli’t-tab’), bazen basım ruhsatlısı (el-me’zun
bi amel’t-tab’), bazen sadece basımcı (tâbi’) olarak tanıtır. Mezun ve basımcı
görevinin yanında memur sıfatını kullanması -eğer başka bir anlam
kastedilmemişse- anlamlıdır. Belki de matbaanın idari, hukuki ve teknik
sorumluluklarını birlikte yüklendiğini bu tarzda ifade etmek istemiş olabilir.
Ancak söz konusu olan memurluğun matbaa görevliliği bakımından da söz konusu
olması halinde yukarıdan beri vurgulanmaya çalışılan devlet adına -ya da devlet
yönünden- hareket etmiş olma görüşü bir başka yoldan daha teyid edilmiş
olacaktır. Birçok Batılı yazarın Müteferrika matbaasından umduklarını
bulamamaları anlaşılmaz bir şey değildir. Öyle ki Müteferrika’nın gelenekçi bir
yayın politikası izlemesini Padişah ve vezirlere karşı ihanet suçlamasında
kalmamak için tercih etmek zorunda kaldığını düşünerek teselli bulmaya
çalışanlar bile olmuştur (Shaw, 1994: 322). Ancak Müteferrika’yı ‘‘aklamak’’
adına yapılan bu zorlamaların kimseyi gerçeklere yaklaştırmadığı da açıktır.
Müteferrika’nın verdiği taviz karşısında matbaaya yaptığı katkıların Cihannüma
ve Füyuzat-ı Mıknatısiyye gibi aykırı ve aydınlatıcı eserler olduğu aynı
kaynaklarca söylendiği zaman ise Cihannüma’nın ona Şeyhülislâm tarafından
tavsiye edilmiş olduğu, Füyuzat’ın ise coğrafya ve harita hareketinin bir
parçası olduğu unutuluyordu.
Yirmisekiz
Mehmed Çelebi ile oğlu Said Efendi’nin Paris’te iken İstanbul’da bir matbaa
açmaya karar verdiklerinden Saint-Simon’un hatıralarında söz edilmekle
(A.Refik, 1924: 336) ve bu niyet 1729’da kurulan matbaada gerçekleşmekle
birlikte Said Efendi’nin Paris ziyaretinden önce İstanbul’da İbrahim
Müteferrika tarafından bir harita matbaası kurulmuş bulunuyordu. Damad İbrahim
Paşa’nın sadrazamlıktaki ilk faaliyetlerinden biri olan bu girişim 1729’da
kitap basımına geçişle ikinci adımını atarak kurumlaşma yönünde kendini tescil
ettirmiştir. Ancak devletin desteği olmadan bütün yeteneğine ve iyi niyetine
rağmen İbrahim Müteferrika’nın bu girişimi gerçekleştirmesinin imkanı yoktu
(Kun, 1993: V-2, 898).
Müteferrika’nın
siyasi görevleri nedeniyle matbaasından uzak kaldığı zamanların basımevinin
faaliyeti üzerinde durdurucu etkisi olduğu bilinmektedir. Ancak Müteferrika’nın
hizmetinin bir bütün olarak düşünülmesi durumunda hizmetin matbaa dışı
boyutuyla devam ediyor olduğu kabul edilerek yine devlet bakımından bir
aksamanın söz konusu olmadığı söylenebilir. Eğer matbaa bir amaç kurum olarak
görülmüş olsaydı her halükârda ve en verimli biçimde çalıştırılması esasından
fedakârlık yapılmaması beklenirdi. Ama meseleye matbaa(cı) açısından değil
devlet açısından bakıldığında esas olanın yürütülen ana siyaset, matbaanın ise
bu siyasetin yürütülmesinde bir araç olarak görülmekle yetinilmesi söz konusu
olacaktı.
Müteferrika,
devletin hizmetine girdiği 1716 tarihinden itibaren kritik hizmetlerde
kendisine güvenilen bir devlet memuru olarak hareket etmiştir. Matbaanın
gelirinin kendisini tatmin etmediğinden yakınmış olsa bile (Karaçon, 1328: 184)
ölümüne değin matbaayı devam ettirmiştir. İlk zamanlar kitap baskıları
1000-1200 adet iken sonradan 500 adete indirilmiş (Afyoncu, 2000: XXI, 326), yine de ölümünde bıraktığı
terekesinin önemli bir kısmını satılamayan bu kitaplar teşkil etmiştir. Ayrıca
kitapların satış fiyatları da devletçe tespit edilerek ucuz tutulmaya
çalışılmıştır. Bütün bunlar Müteferrika matbaasının ancak göreceği devlet sübvansiyonuyla
ayakta durduğuna işaret eder. İbrahim Efendi, verdiği hizmetle bu desteği hak
ediyordu.
Matbaada
basılan kitaplar nicelik olarak tatmin edici bir hedefe ulaşmıyor olsa da basılan
kitapların siyasi ve sembolik anlamı daha fazla önemseniyordu. Devletin siyaset
ilgisini en güzel yansıtan araçların başında, artık bu tarihten itibaren,
matbaasında basılan kitaplar geliyordu. Müteferrika matbaasının ikinci
döneminde de Tarih ve Coğrafya kitaplarının basımı devam ederken yüzyılın
sonuna doğru birdenbire askeri teknik ve taktik kitaplarının (Vauban’ın
eserleri), ardından Mühendishane ve XIX. yüzyıl başlarında da Üsküdar
Matbaalarında askeri savaş kitaplarının yanında yine askeri amaçlı mühendislik
kitaplarının basımına girişilmesi dönem politikalarının öncelikleri hakkında
yeterli bilgiyi vermektedir. I.Mahmud’un Almanya Kralına hediye olarak devlet
matbaasında basılmış eserleri göndermiş olması ülkesinde kullandığı teknolojiyi
göstermenin ötesinde anlamlar taşıyan diplomatik bir mesajdır. Basımevi hareketinin
Avrupalılar tarafından yakından izlendiği bilinerek matbaa diliyle onlara
verilecek mesajlar ihmal edilmiyordu.
XVIII.
yüzyılın ilk yarısında, uğradığı kayıplara rağmen, Osmanlı içeride ve dışarıda
oldukça iyi durumdadır. Almanya’yla, Rusya’yla, İran’la mücadelesini sürdürüyor;
kayıpları olsa bile bir süre sonra telafi edebiliyordu. İran için bir tehlike
olmaya devam ediyor, Karadeniz’i Ruslara karşı hâlâ elinde tutuyor, Akdeniz’de
ise hâlâ kilit noktaları ve güvenliğini muhafaza ediyordu. Donanmasını
yenilemiş (Uzunçarşılı, 1995: IV/2, 10), kara askerini ise yeni bir düzene
kavuşturmanın zamanı geldiğini düşünmeye başlamıştı. Bu konjonktür çerçevesinde
matbaaya biçilen yerin ne olduğunu anlamak için basılan eserlere bakılması
yeterlidir. Matbaa çok eser basarak değil stratejik eserler basarak bu
konjonktürdeki işlevini yerine getirmeye çalışmıştır. İçerideki ve dışarıdaki
hedef kitleye, -Naima ve Raşid Tarihlerini basmak suretiyle- tarihinin
Naima’nın bıraktığı yerden devam ettiğini, stratejik ilgi alanının ise yine
Karadeniz, Akdeniz ve İran üzerinde odaklandığını açık bir biçimde
göstermekteydi. Humbaracı Ahmet Paşa bir yandan Humbaracı Ocağını ıslah ediyor,
bir yandan da devlete raporlar yazıyordu. Bu raporlardan birinde Sakarya nehriyle Marmara Denizi’nin,
Akdeniz’le Kızıldeniz’in birer kanalla birleştirilmesi öneriliyordu (Özcan,
1998: XVIII, 352). 1568’lerde Sokullu’nun
uygulamayı düşündüğü iki büyük proje yeniden gündeme getirilmekteydi. Osmanlı
yönetimi Humbaracıbaşı’nın yazdığı raporların bir kopyasını Fransa devletine
gönderdiğini biliyordu. Buna rağmen böyle bir projenin gündeme getirilmiş
olması -Fransa’nın işine yarayacak olsa bile- Osmanlılar adına imparatorluğun
Karadeniz’den Hint Denizi’ne kadar egemenliğinde kararlılığının deniz üzerinden
bir beyanı olduğu için önemliydi. Sakarya bölgesinden elde edilen keresteyle
imal edilecek kalyonlar Marmara ve Akdeniz üzerinden Süveyş yoluyla Kızıldeniz’e
inebilecek ve Hint Denizine kadar olan bölgenin güvenlik ve egemenliği elde
tutulacaktı. Gerçekleşmeyecek olsa bile, bu projenin Osmanlıya sunulmuş olması
dahi onun ideal çağ olan XVI. yüzyıl
ruhuyla olan yakınlığına tanıklık yapmak anlamına gelebilirdi. Şüphesiz ki artık XVI. yüzyılın Osmanlı gölü olmayan
Akdeniz Doğu ticaretine ulaşmak isteyen İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki rekabete sahne
olmaktayken (Bostan, 1989: II, 233) Osmanlının Süveyş kanalını açabilmesi her
şeyden önce Akdeniz’de tam egemenliğine bağlı idi. Ancak Osmanlı’nın yapmak
istediği şey tam olarak bu değildi; o, Süveyş’i dile getirerek -hem de
Humbaracıbaşı’nın diliyle- Akdeniz’deki
varlığından ve giderek egemenliğinin güçleneceğinden şüphe edilmemesi
gerektiğini anlatmak istemekteydi. Akdeniz’in güvenliği Osmanlılar için son
derece önemliydi. Piri Reis’in Kitab-ı Bahriye’sinde Akdeniz’deki Osmanlı
donanmasının uğrayacağı limanlar, sığınak yerleri ve ikmal yapabileceği
iskeleler belirtiliyor; Akdeniz’de bulunan Osmanlı gemilerinin takip edeceği
seyir hattı ve menziller ticari ve askeri maksatlarla resmi olarak tespit ediliyordu
(Bostan, 1989: II, 233). Müslüman gemilerine yönelik her türlü engelleme
hareketlerine hiçbir şekilde müsamaha gösterilmiyordu (Raşid, 1282: V, 194).
Kaptan paşaların her ilkbaharda kanun üzre Akdeniz’e çıkıp dolaştıktan sonra Kasım
ayında dönmeleri bir gelenekti (Uzunçarşılı, 1995: III-2, 316). Böylelikle orada savaşılmadığı
zamanlarda da gövde gösterisi ve manevralar yoluyla Akdeniz’in sahibi olunduğu
düşüncesi canlı tutulmaya çalışılmaktaydı.
Genel
olarak denizler hak ve çıkarların yoğun ölçüde çatıştığı uluslararası bir
politika alanı olduğu için (Mütercimler, 2004: 53) devletlerin denizlere verdikleri önem bir
abartı olarak düşünülemezdi. XVIII. yüzyılda deniz hakimiyeti konseptinin
değişmiş olduğunun herkes gibi İbrahim Müteferrika da farkındadır. Avrupalıların
sahip olduğu kara ve deniz bilgisiyle her tarafa ulaştıklarını, Yeni Dünya’yı
keşfedip egemen olduklarını, denizden
Doğu Hindistan yolunu bulup nice İslâm ülkelerini ve başka ülkeleri istila
ettiklerini anlatmaktadır (Şen, 1995: 158). II. Mehmed’den sonra akın donanması
olmaktan çıkıp istila ve strateji donanması haline gelen Osmanlı donanması son
zamanlardaki gelişmeler yüzünden kale donanması haline girmişti (Mütercimler,
2004: 29-30, 42). Osmanlı devleti bu gerileyişten elbette ki rahatsızlık duyuyor
ve tekrar yeni bir açılımın yollarını arıyordu. Dünya egemenliğini o zamana
kadar kara hakimiyeti çerçevesinde gerçekleştirmiş olduğu halde artık kara
hakimiyetinin yerini deniz hakimiyetinin aldığı, dünya hakimiyetine talip
olanların açık denizlere hakim olması gerektiği anlaşılmıştı. Ancak Hint
Denizinde Portekizlilere karşı verdikleri mücadeleden sonra Akdeniz’e gerilemek
ve Akdeniz vasıtasıyla bölge hakimiyeti çerçevesinde politika yapmak şartların
zorladığı bir realite olarak Osmanlıyı dış denizlere açılmak yerine iç
denizlerde tutmaktaydı. Ama Osmanlı bundan daha azına razı olmayacaktı. Doğuda
ise İran’a karşı yürütülen politikayla teyakkuz hali devam etmekteydi. İşte hiç
olmasa kendi bölgesinde ve mevziinde kalmayı sağlamak üzere denizi ve karasıyla
bölgede söz sahibi olmanın önemli bir aracı olarak Coğrafya ve harita
bilgisinin, askeri gücü güncellemenin yanındaki yardımcı rolü matbaa
aracılığıyla dile getiriliyordu.
Sonuç
Genel
kanıya göre Osmanlı Türklerinin matbaayı kullanmaya başlamalarıyla batılılaşmaya yönelmeleri arasında bir
paralellik olduğu ifade edildiği halde durumun böyle olmadığı, hatta neredeyse
tam tersi olduğunu söylemek mümkündür. Matbaa Osmanlıyı batılılaştıran bir araç
olmaktan oldukça farklı bir amaç ve fonksiyonla Osmanlının batıya karşı kendini
yeni bir biçimde var kılmasının ya da batı karşısında varlığını pekiştirmesinin
aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Osmanlının matbaadan beklentisinin tamamen
kendi politik çıkarına hizmet yönünde olmasının, Batılıları, kendi
kullandıkları bu aracı kullanmaya başlayan Osmanlı’nın bu girişiminden
memnun etmediğini bile söylemek
mümkündür. İlerideki diğer yenileşme hareketlerinde görüleceği gibi matbaa
hareketi de Osmanlının batılılaşma yönünde değil batıya karşı güçlenme temelinde
yöneldiği bir girişim; bu yöndeki girişimlerin ilki olmasa bile ilginç bir
örneğidir. Nasıl ki ateşli silahları kullanan batı karşısında güçlü topları
kullanmakta bir beis görmemiş ve bu davranış onu batılılaştırmamışsa, aynı
şekilde matbaa da batıda uzun yıllardan beri kullanılırken ihtiyacı olduğu
zamanda ve ihtiyacı olduğu noktada onu kullanmak Osmanlı için aynı mantığın
devamı olarak düşünülmelidir.
Harita
basımına verilen önem onun dünya üzerindeki politik ilgi alanlarına işaret
etmektedir. Matbaada basılan eserlerin ya kendi kültür kökeninden gelen eserler
ya da jeopolitik stratejisiyle uyumlu eserler olması Osmanlının bu araca
yüklediği kültürel ve siyasal işlevin yönünü göstermektedir. Matbaayla, evet,
bir Rönesans yaratılabilirdi; ama Osmanlı bununla kendi rönesansını yaratmak
istemiş; ve bu rönesansın siyasi ve jeopolitik ayağını göz ardı etmeyen
gerçekçi bir yaklaşım göstermiştir.
KAYNAKÇA
AFYONCU,
Erhan, ‘‘İbrahim Müteferrika’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C. XXI, İstanbul,
2000, ss. 324-327.
AHMAD,
S. Maqbul, ‘‘Coğrafya’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C.VIII, İstanbul, 1993, ss. 50-62.
AHMED
REFİK, Alimler ve Sanatkarlar, Orhaniye Matbaası, İstanbul, 1924.
AK,
Mahmut, ‘‘Coğrafya (Osmanlı dönemi)’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C.VIII,
İstanbul, 1993, ss. 62-66.
AKTEPE,
Münir, ‘‘Ahmed III’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C.II, İstanbul, 1989, ss. 34-38.
‘‘Damad
İbrahim Paşa’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C.VIII, İstanbul, 1993, ss. 441-443.
AKYOL,
İbrahim Hakkı, ‘‘Tanzimat Devrinde Bizde Coğrafya ve Jeoloji’’, Tanzimat I, Maarif
Matbaası, İstanbul,1940, ss. 511-571.
AYYUBİ,
Dr.N.Akmal, ‘‘Contributions of Muslim
Turks To Geography’’, Belleten, C.LI, Sa. 199, Nisan 1987, ss. 67-74.
BABİNGER,
Franz, Müteferrika ve Osmanlı Matbaası, Çev. ve Yayına Haz.: N.Kuran-Burçoğlu,
Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul, 2004.
BOSTAN,
İdris, ‘‘Akdeniz’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C.II, İstanbul, 1989, ss. 231-234.
DUVERDİER,
Gerald, ‘‘İlk Türk Matbaasının Kuruluşunda İki Kültür Elçisi: Savary de Breves
İle İbrahim Müteferrika’’, Çev. T. Acaroğlu, Belleten, C.LVI, Sa.215, Nisan
1992, ss. 275-305.
EFDALÜDDİN,
‘‘Memalik-i Osmaniyede Tıbaatin Kıdemi’’, TOEM, Sene: 7, No. 40, 1 Teşrin-i
evvel 1332, İstanbul, ss.242-249.
ERÜNSAL,
İsmail, Türk Kütüphaneleri Tarihi II, (2. bs.), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Y.
K. Yay., Ankara, 1992.
GÖKYAY,
O. Şaik, ‘‘Cihannüma’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C:VII, İstanbul, 1993, ss. 541-542.
İBRAHİM
MÜTEFERRİKA, Vesiletü’t-Tıbaa, Darü’t-Tıbaati’l-Ma’mure, 1141.
Önsöz,
Tarihü’l-Hindi’l- Garbi, Darü’t-Tıbaati’l-Ma’mure, 1142.
Önsöz,
Cihannüma, Darü’t-Tıbaati’l-Mamure, 1145.
İLHAN,
Mehdi, ‘‘Robert Dankoff-Rhoads Murphey: The İntimate Life An Ottoman Statesman:
Melek Ahmet Pasha (1588-1662) As Partayed İn Evliya Çelebi’s Book of Travels’’,
Belleten, C.LVI, Sa. 216, Ağustos 1992, ss. 591-596.
İLHAN,
Suat, ‘‘Jeopolitik ve Tarihle İlişkileri’’, Belleten, C.XLIX, Sa.195, Aralık
1985, ss. 607-624.
KARAÇON,
Dr., ‘‘İbrahim Müteferrika’’, TOEM, Sa.3, Ahmed İhsan ve Şürekası Mat., İstanbul,
1328, ss.178-185.
KÂTİP
ÇELEBİ, Cihannüma, Darü’t-Tıbaati’l-Mamure, 1145.
KUN,
T.Halası, ‘‘İbrahim Müteferrika’’, İslam Ansiklopedisi, C.V-2, MEB Basımevi,
İstanbul, 1993, ss. 896-900.
KUT,
Turgut-TÜRE, Fatma, Yazmadan Basmaya: Müteferrika, Mühendishane, Üsküdar, Yapı
Kredi Yayınları,İstanbul, 1996.
MEHMED
ARİF , ‘‘Humbaracı Ahmed Paşa’’, TOEM, Sa.19-
MUSTAFA
NURİ PAŞA, Netayicü’l-Vukuat, C.I-II, (3. baskı), Sadeleştiren: N.Çağatay, TTK
Basımevi, Ankara, 1992.
MÜTERCİMLER,
Erol, İmparatorluğun Çöküşüne Denizden Bakış, (2. baskı.), Toplumsal Dönüşüm
Yay., İstanbul, 2004.
MYSTAKİDİS,
B.A., ‘‘Hükûmet-i Osmaniye Tarafından İlk Tesis Olunan Matbaa’’, TOEM; Cüz 7,
A.İhsan ve Şürekası Mat., 1329, ss. 451-455.
ÖZCAN,
Abdülkadir, ‘‘Humbaracı Ahmed Paşa’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C.XVIII,
İstanbul, 1998, ss. 351-353.
PARMAKSIZ,
İsmet, ‘‘Bir Türk Diplomatının XVIII. yüzyıl Sonunda Devletlerarası İlişkilere
Dair Görüşleri’’, Belleten, C.XLVII, Sa. 186, Nisan 1983, ss. 527-535.
PİRİ
REİS, Kitab-ı Bahriye-Denizcilik Kitabı, Haz.: Yavuz Senemoğlu, Tercüman, 1001
Temel Eser, Kervan Kitapçılık A.Ş., İstanbul, trz.
RAŞİD,
Tarih-i Raşid ve Zeyli, C.I-VI, İstanbul, Matbaa-i Amire, 1282.
SAFVET,
‘‘Bir Osmanlı Filosunun Sumatra Seferi’’, TOEM, Cüz 10, A.İhsan ve Şürekası
Mat., İstanbul, 1329, ss. 604-614.
SARICAOĞLU,
Fikret, ‘‘Harita (Osmanlı Dönemi)’’, TDV İslam Ansiklopedisi, C. XVI, İstanbul, 1997, ss. 210-216.
SHAW,
Stanford, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, C.I, Çev.: Mehmet Harmancı,
E Yayınları, İstanbul, 1994.
ŞEN,
Adil, İbrahim Müteferrika ve Usulü’l-Hikem fi Nizami’l-Ümem, TDV Yayınları,
Ankara, 1995.
TARİHÜ’L-HİNDİ’L-GARBİ
/ THG (Mustafa b. Hasan El-Mes’udi ?), Darü’t-Tıbaati’l-Ma’mure, 1142.
UZUNÇARŞILI,
İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, C.II, III(Kısım I), IV(Kısım I-II), TTK Basımevi,
Ankara, 1995.
ÜLKEN,
H.Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi I-II, Selçuk Yayınevi, Konya, 1966.
Bedri
Mermutlu Giritli Sırrı Paşa'nın Diyarbakırlılar için böyle söylediğini aktardı.
Diyarbakırlılar
hep şair yazar mı?
Diyarbakırlı
ya yazar ya şair
Bir
vefadır yaşamak
Vefanın
sadece İstanbul’da bir semt adı olduğunu söyleyen şairimiz kendince belki haklı
ama şükrolsun ki sohbeti ve vefayı bilen kadîm bir medeniyetin çocukları olarak
bizler, vefa nedir biliriz ve biiznillah vefanın hakkını da veririz.
TYB
Bursa ŞubesiTYB Bursa Şubesi, organize ettiği sohbetler, seminerler ve
konferanslarla sadece bir kuşağın inşasında yer almakla kalmıyor, insanı insan
yapan aslî değerleri hayata aktararak sözün aslında yaşanası bir eylem olduğunu
da yaşayarak örnekliyor. Öyle ya, kalem yazmak; söz ve sohbet ise yaşanmak için
vardır ve bizler de, Nazif Gürdoğan’ın dediği gibi, “Sohbet Medeniyeti”
çocuklarıyız. Elbette sohbetlerden vefa nedir öğrenmişizdir ve elbette hakkını
vermek gerekir sohbetin.
“Bir
Vefadır Yaşamak”, insana ve kültüre dair güzel şeyler yapan güzel insanların,
henüz hayattayken hatırlanmaları gerektiğini öğreten bir etkinlik.
Neden
Bedri Mermutlu?
Bir
Vefadır Yaşamak’ın bu haftaki vefa gösterileni, Yard. Doç. Dr. Bedri Mermutlu
idi. Yakınen tanıyanlar bilir ki Bedri Mermutlu, onu tanıyanlar tarafından “
Ah, neden daha önce tanımadım onu; ah, neden daha çok yararlanmadım ondan?!”
denilen bir şahsiyettir. İlgi alanı ve bilgi birikimi, branşı olan sosyolojiden
musikiye, edebiyattan tarihe kadar geniş bir yelpazededir.
Bedri
Mermutlu, ani bir kararla emekli oldu. TYB Bursa Şubesi de, Bedri Mermutlu’nun
Bursa kültürüne yaptığı katkıları vesile bilip bir hasbihal organize etti.
Seyyid Usul Kültür Merkezinde kalabalık bir dost meclisinde yapılan hasbihalden
bazı notlar aldım.
Çocukluktan
bir kesit ya da bir zamanlar Güneydoğu…
Diyarbakır
doğumlu olan Bedri Mermutlu, çocukluğunu yaşadığı yılların Diyarbakır’ını ve
çocukluğunda beslendiği kaynakları şöyle anlattı:
“Diyarbakır,
İslam şehirleri arasında müstesna yeri olan bir şehir. 1400 yıllık bir Müslüman
şehir. Şu an çağrıştırdıkları ile değerlendirmek yanlış olur. Bağdat gibi o da
huzursuz bir dönem yaşıyor ne yazık ki. Diyarbakır, 1970’li yıllara kadar özgün
yapısını, ve ilişki biçimlerini sürdürmüş kadim bir şehirdir; birçok medeniyet
görmüştür.
Şehirlerin
insanı karşılamaları farklı farklıdır. Bursa insanı sıcak karşılar ama
Diyarbakır insanı çarparak karşılar. Diyarbakır, birçok medeniyetin izlerini
taşıyan bir şehirdir.”
“Diyarbakır'da valilik yapmış olan meşhur
Giritli Sırrı Paşa, Diyarbakır için şunu söyler: Diyarbakır’da hiç
tanımadığınız birini parmağınızla gösterin, o ya yazar, ya da şairdir.” Bu
doğrudur. Bunu ben bizzat gördüm.
Farklı
bir kozmopolit şehir: Diyarbakır
Diyarbakır
kozmopolit bir şehirdir ama bu kozmopolitlik farklıdır. Orayı kozmopolit kılan
şey, köyden kente göç edenler değildir. Oraya dünyanın her yerinden gelenler
vardır ve her gelen de kültürüyle geldiği için, Diyarbakır bir kültürler
şehridir.”
“Diyarbakır’da
Acemoğlu Kahvehanesi ve Afganlı Kahvehanesi vardı. Burada, çok üst düzeyde
sohbetler yapılırdı.”
“Farsça
Hocam, ‘1940 yılına kadar Ulu Caminin ön safında yer alanların hepsi müftülük
yapacak bilgiye sahipti.’ demişti. Halkı son derece kibar, görgülü ve bilgili
insanlardı; bizim bildiğimiz anlamda formel eğitim almış kişiler değildi.
Toplumun içinde ve sohbetlerde yetişmiş kişilerdi.”
Hocaları,
modelleri…
“Babam,
benim modelim olan kişiydi. Evimize misafir gelmediği gün, ‘Acaba bugün ne
günah işledim?’ diye kendini muhasebeye çekerdi. Cemil Meriç’in dediği gibi,
‘Bütün kültürlerin ideali olan insan’dı.”
“Hocam
Molla Zahid’in kardeşi Molla Abdulfettah’ın Arapça, Farsça ve Kürtçe dillerinde
yazılmış üç ayrı divanı vardı. Ve Molla Abdulfettah,bizim bildiğimiz anlamda
eğitim almış biri değildi.”
“Üçüncü
kardeş olan Molla Abdurrahman’ın ise Kamusü’l-Alam ezberindeydi.”
Etnik
grupların ilişkileri nasıldı?
“Diyarbakır’da
bir sürü etnisite vardı: Süryani, Kürt, Arap, Afgan vs… Ama onlar farklılığı
zenginliğe dönüştürmeyi başarmışlardı. Kendi aralarında konuşurlarken, gelen
birisi olursa, gelen kişinin diline göre konuşurlardı. Bir dilden diğer bir
dile rahatça geçerlerdi. O zaman bu farklılıklar latife konusu olurdu ancak.”
Kürt
sorunu…
Necip
Fazıl Kısakürek
“Kendimi
birçok bakımdan şanslı görüyorum: Diyarbakır’da doğup büyüdüm, orayı içerden
tanıyorum. Daha 1970’li yıllarda siyasiler ağır sanayi hamlesi vb şeylerden
bahsederken ben Kürt meselesini çözmek gerek diyordum. Halk arasında bir
problem söz konusu değildi ama siyasi ve ideolojik olarak saatli bir bomba gibi
beklemedeydi bu mesele. Bunu görebiliyordum."
Üniversite
yılları, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç
“Üniversitede
Sosyolojide Cahit Tanyol, Oya Baydar, Muzaffer Sencer hocalarımızdı ve bunlar
Marksist doğrultuda sosyoloji öğretimi veriyorlardı. İlk yıl öğrenci olayları
tehlikeli boyutlara tırmanmıştı. 12 Mart müdahalesinden sonra bunlar durdu ve
üniversiteyi rahat bir ortamda okuduk.”
İstanbul’a
ilk gittiğimiz zaman Sezai Karakoç ve Necip Fazıl’ı ziyaret ettik. Onlardan çok
yararlandık. Sezai Karakoç dengeli biri olduğu için bizim aşırı uçlara
kaymamızı engellemiştir.
Kültürel
faaliyetlere devam ettik. Ama o zaman bu kadar çok faaliyet yoktu. Haftada bir
veya iki kez olurdu ve bunlara tüm İstanbul katılırdı. Tüm İstanbul dediğim,
hepi topu 100-150 kişi olurduk.
Diğer
bir kültür adamı da, Mahir İz’di. Mahir İz, M.Akif’in yakın dostuydu. Bir derya
ve sohbet ehli biriydi. Onun sohbetlerine de devam ettik. Hocam Ümit Meriç dolayısıyla
tanıdığımız Cemil Meriç de evindeki sohbetlere devam edip yararlandığım
kişilerdendi."
Susarak
konuşan adam…
Bursa’nın kültür adamlarından olan Cahit
Çollak, Bedri Mermutlu genelde neden suskun diye sorduğunda aldığı cevap şuydu:
“Dostoyevski, bir insanın istinad edebileceği en büyük güç, baba evindeki
hatıralardır.” der. Ben de baba evinden bahsedeyim biraz.
Evimizde
haftada dört gece sohbet olurdu. O toplantılarda bulunan kişiler, benim
yanlarında konuşamayacağım kişilerdi. Biz orda sadece dinlemeyi öğrendik ve ben
dinleyerek çok şey kazandım. O dinleyişler, konuşmadan dinleyişler, insanda bir
muhasebeye sebep oluyordu. Konuşulanları analiz ediyorduk. Bu dinleme
alışkanlığı bende hâlâ devam etmektedir. İnsan sadece sesle konuşmaz, yazarak da
konuşur. Ben de daha çok yazarak konuşuyorum.”
"Bakkal
Salih amca vardı. Elinde terazi vardı ve ezberinde binlerce beyit vardı..
Fuzuli, Şeyhi, Şeyh Galipten bir sürü gazel bilirdi. O sohbet meclislerindeki
insanlar, Eşrefoğlu, Kuddusi, İsmail Hakkı Bursevi dahil, birçok şairin
beyitlerini ezbere bilirdi.
Bir
gün bir şair büyüğümüzle “hilaf” kelimesinin hayatımızdan çıkması üzerine uzun
uzun konuştuk. Oysa hilaf, türkülerimize kadar girmiş güzel bir kelimeydi. O
kelimelerle beraber bir kültür, bir ahlak, bir dünya görüşü de gitti aslında. O
kültüre tekrar kavuşmak için eski edebiyata dönmemiz gerekiyor. Edepli olmak
için de eski edebiyata dönmemiz gerekiyor. Bunun için gerekiyorsa Arapça ve
Farsçayı öğrenmemiz lazım. Bu dilleri Türkçe için, kaybetttiğimiz Türkçeyi hiç
olmasa anlayabilmek için öğrenmeliyiz. Bu olmadan edebiyatımız da, kültürümüz
de, kaybettiğimiz insanımız da geri gelmez."
Dil
bitiyor artık. 1930 yılında bir genç, Şeyhi’nin divanını okusa anlardı. Düşünün
ki aradan 600 sene geçmişti ve o genç anlıyordu. Ne oldu da biz anlamaz olduk?
"1933
yılındaki gazetelerde haber olarak var: Arapça ve Farsça kelimeler taranıp
dilden çıkarılarak bu kelimeler okullardaki hocalara gönderilip yerine yeni
kelime türetmeleri istenmiş. Dilimizden Arapça-Farsça kelimeler ve bu
kelimelerle oluşmuş olan bir dünya çıkarılmıştır. Milletimiz tarihsiz ve başka
kültürlerle temasa girmemiş bir kabile derekesine indirilmek istenmiştir. O
dünya o kelimelerden yapılmıştı. O dünyayı bulmak için o kelimeleri
öğrenmeliyiz. Dilimizi budadık, budadık yok ettik. Her nesilde dil yeniden
tasfiye ediliyor.”
Bir
zihniyete dair…
Müdür
yardımcısı olarak çalıştığım okulun müdürüne, yaklaşık 10.000 kitabı bulunan
zengin kütüphanemizin kapısındaki kilidi kaldırıp hizmete sunalım dediğimde,
şöyle söyledi: “Bu kapı kapalı kaldığında müfettiş bana sadece bu kapı neden
kapalı diye tek soru sorar. Kapıyı açarsam en az on soru sorar, ben de bu
sorularla uğraşmak istemiyorum.”
Hasbihal
sonrasında, gecenin anısı olarak Bedri Mermutlu’nun bir kitabı katılımcılara
hediye edildi.
Fikri
Özçelikçi haber verdi
KAYNAK:
Diyarbakırlı ya yazar ya şair (dunyabizim.com, 20 Ocak 2011).