Şair ve
yazar. 1964, Bingöl doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Bilimleri
Bölümünü bitirdi. Ankara Üniversitesinde Güzel Sanatlar Eğitimi dalında
yüksek lisans ve doktora yaptı. Çeşitli dergi ve gazetelerde, şiirleri; sanat,
eğitim, toplum ve kültür üzerine yazı ve söyleşileri; şiir, resim ve roman
incelemeleri yayımlandı. Eğitim, sanat ve mitoloji konusunda çeşitli üniversite
ve sanat kurumlarında seminer ve konferanslar verdi. ‘Çocuk ve Okuma Kültürü Sempozyumu’ başta olmak üzere, ulusal ve
uluslararası düzeyde bazı sempozyum ve toplantıların gerçekleştirilmesine
katkıda bulundu; editörlük yaptı. 1996’da aynı yıl yayımlanan Itır ve
Güneş adlı eserine Yunus Nadi
Şiir Ödülü verildi. Kül Öykü Gazetesinde
‘Foto-Grafi’
başlığıyla fotoğraf üzerine denemeler; Sincan
İstasyonu dergisinde de ‘Bulut Defteri’ başlığıyla
edebiyattan antropolojiye, mitolojiden sanat tarihine uzanan eleştirel denemeler
yazdı.
Ankara’da
yaşayan Aydın Afacan 2006-2012 yılları arasında Türkiye Yazarlar
Sendikası Ankara temsilciliği yaptı.
Hakkında Yazılanlardan:
“Itır
ve Güneş kitabıyla ‘1996 Yunus Nadi Şiir Ödülünü kazandı Aydın Afacan. Şiirini
‘sürgün güller’den ve söz’deki ‘lâl’(e)den devşirdiğine bakılırsa, gelenek’in
‘eski Bahçeler’inde gezindiğini söyleyebiliriz onun. Yan Yana Yedi Kırmızı,
Aydın Afacan’ın, şiirini ‘esrarlı ve eski kitaplar gibi okuduğu bahçe’yi çok
iyi tanıdığını gösteriyor. Sadece iyi tanımakla kalmıyor, o bahçeyi kendinin de
kılıyor.” (Hilmi Yavuz)
“Bence Aydın Afacan ’80 Sonrası Şiir’i de içeren analitik bir şiirin
eşiğindedir(…)Alıntı, gönderme, anıştırma, yansılama, öykünme; hayır,
metinlerarasılıktan başka bir şeydir Aydın Afacan’ınki. Mevcut şiir
tariflerinden çok farklıdır, ölçütlerimizin dışına, gurbetine düşen bir denek.”
(Hüseyin Ferhad)
“...Afacan’ın,
iç uyaklardan ve ses benzerliklerinden yararlanarak şiirlerinde sağlam bir ses
yapısı oluşturduğunu görüyoruz (...) Aydın
Afacan’ın Itır ve Güneş’ini, bir ilk kitap olmanın ötesinde, önemli bir çıkış
önemli bir şiir başarısı olarak alıyorum.” (Hüseyin Atabaş)
“Geleneği,
ölü bir çizgi üzerinde diriltmeye çalışan değil, canlılığını önde tutan bir
şiiri var Aydın Afacan’ın.” (Bâki
Asiltürk)
“Aydın Afacan, eski edebiyatımızın, kavram,
örge ve mazmunlarından yararlanmasını; divan edebiyatındaki ‘oranlama’
(tenasüp, ilham-ı tenasüp, müraat-ı nazir, cemiyet, itilaf, telfik, tevfik)
denilen söz sanatlarına yaslanarak onlar aracılığıyla çağdaş şiirler
damıtmasını biliyor.” (O. Nuri Poyrazoğlu)
“Afacan(…)‘Şiir
ve Mitologya’ ile de entelektüel donanımını güçlü bir biçimde ortaya koyuyor.”
(Hilmi Yavuz)
“Aydın Afacan ‘Şiir ve Mitologya: Cumhuriyet Dönemi Şiirinde Yunan ve
Latin Mitologyası’ adlı kitabıyla mitoloji deyince ilk akla gelen Azra Erhat,
Ülkü Tamer, Yıldız Cıbıroğlu gibi mitoloji üzerine düşünen ve bu konuda ürün
veren yazarların arasına yazdı adını.” (Ersun Çıplak)
“Afacan,
Rengîn ve Hayâl’de, somut gerçeklikten hoşnut olmayan ve her şeyin ‘kirlendiği’
dünyada, kurtuluşun tek imkânı olarak, kendisi gibi, “çekil[me] şiir” diyen
okuru bir yolculuğa çağırır (…) Farklı biçimsel deneyler ve özgün imgelerle
inşa edilen şiirlerde, okur dilin sınırlarında gezinir.(…)Afacan, rengîn ve
hayâl’de, olgun ve usta işi söyleyişle, yenilikçi bir tavrı kaynaştırarak
çağdaş Türk şiirinin önemli şairlerinden biri olduğunu kanıtlıyor.” (Gökhan
Tunç)
“Aydın Afacan, bir düş âleminin ayrıksı şairi. Hani hiçbirimizden değil
(…) Çünkü elimdeki iki kitabı 'Yan Yana Yedi
Kırmızı' ve 'Rengîn ve Hayâl' (1996 da Yunus Nâdi ödülünü alan Itır ve Güneş'e
ulaşamadım) bir tufanın, ayrı bir dünyanın, farklı yerlerden bakmanın ve
diğerlerine benzemeyen bir ozanın habercisi en başta.” (Hüseyin Peker)
“Aydın
Afacan’ın şiiri fraktal özellikler
arz ediyor bana göre; metin daldıkça, kenarlardan sıyrılarak ilerleyip,
derinliklere doğru daldıkça, sonsuzca bir tekrara (sonsuzluğun tekrarına) ilerliyor (…) Binbir Deniz’de yer alan şiirlerin insanda yarattığı
açılımlar, insanın imge gücünü zorluyor adeta. Büyük bir zenginlik bu.(…)
Binbir Deniz çağdaş bir destan gibi…”
(Pakize Barışta)
“Mitoloji alanına dair uzmanlığını bildiğimiz Afacan, kadim olanın
bilgisini şiirin dilinden bugüne taşımayı başarıyor (…) Binbir Deniz şiirin ve
bir şairin yolculuğu. İlkin ve öncelikle böyle okumak gerek. Ama kıymeti
yalnızca burada aranmamalı. Gılgamış’tan bu yana tüm cesur serüvencilerin de
yolculuğu satır aralarına gizlenmiş durumda. Onlarla tanışmak, deryayı bilmek,
kendi yolculuğuna hazırlanmak, yolculuk arkadaşları seçmek için de okunmalı bu
şiirler.” (Asuman Susam)
“Harflere sığınıyor Afacan. Mitten, rüyadan,
anlamdan arındırılmış dünyaya bir ağıt yakıyor. Lirik bir ağıt bu. Adorno’nun
söylediği bağlamda, ‘kendine özgü bir muhalefet’ geliştirerek… Şiirin hâlâ
mümkün olduğunu düşünen şair, adeta o kandildeki çerağ olarak görüyor şiiri;
oradan yayılacak nurun sahihliğine inanıyor. Hem Gâlib Dede’nin hem de Haşim’in
ateşiyle tutuşturuyor meşalesini. Hem ışığa hem ateşe pervane olmuş olanı
anlatıyor Afacan; -şairi…” (Ercan Yılmaz)
“… şiirlerde dikkatli, hassas ve mitolojiye meraklı
okurun keşfedebileceği ve büyük hazlar alacağı oldukça girift ve heyecan verici
dil ve kültür oyunları bulunduğunu söyleyebiliriz. İyi şiir okuru için oldukça
derin ve anlamlı şiirlerle dolu bir kitap. İçtenlikle kutluyorum Aydın
Afacan'ı.” (Ali Günvar)
“…özgün bir fikir sunması Bulut Defteri’ni
emsallerinden ayıran en önemli özellik. Mesele edindiği konuları mevcut
literatürün ışığının ötesinde kendi sorularıyla ele alan, her birini çok yönlü
değerlendirip apaçık ortaya koyan bir yazar Aydın Afacan. Şairliğinin yanı sıra
bir fikir adamı. Şiiri şiir, nesri nesir üstelik. Asla mevcutla yetinmeyen,
sürekli araştıran, iç görüsü yüksek biri.” (Pınar Doğu)
ESERLERİ:
Şiir: Itır ve Güneş
(1996), Yan Yana Yedi Kırmızı (2001), Rengîn ve Hayâl (2006),
Binbir Deniz (2012), Âteşîn Beyaz (2015).
İnceleme ve Eleştiri: Şiir
ve Mitologya: Cumhuriyet Dönemi Şiirinde Yunan ve Latin Mitologyası (2003).
Deneme: Bulut Defteri (2017).
KAYNAKÇA:
Hüseyin Atabaş, “Itır ve Güneş” (Pencere, Yeni Dizi: 3–4, Mart-Nisan 1997). Salih
Bolat, “Bir kitap: Itır ve Güneş”
(Şiir-lik, Sayı: 38, Nisan 1997; s. 8). Orhan Tüleylioğlu, “Itır ve Güneş” (Milliyet Sanat, Sayı:
406, 15 Nisan 1997; s.48). Kıvılcım Giritli, “Itır ve Güneş” (Kavram-Karmaşa, Sayı: 5, Kasım 1997; s. 105–106). Osman
Nuri Poyrazoğlu, “Afacan’dan Damıtık
Şiirler” (Öğretmen Dünyası, Sayı: 205, Ocak 1997; s.49). Refik Durbaş,
“Şair Diyor ki -‘kırık tutanak’, Yan Yana
Yedi Kırmızı’dan” (Sabah, 10 Şubat 2001). Papirüs Dergisi, “Yan Yana Yedi Kırmızı” (Papirüs, Sayı:
48, Şubat 2001; s.62). Ahmet Yıldız, “Yan Yana Yedi Kırmızı” (Edebiyat ve
Eleştiri, Mart-Nisan 2001; s.110). Osman Nuri Poyrazoğlu, “Yan Yana Yedi Kırmızı’lar Arasında” (Kıyı, Sayı:185, Ağustos 2001;
s.11). Bâki Asiltürk, “Geleneğin
Canlılığını Önde Tutan Bir Şair” Hürriyet Gösteri, Sayı: 230, Ağustos,
2002; s.55). Hilmi Yavuz, “Şiir ve
Mitologya” (Zaman, 22 Haziran 2003; s.13). Hakkı Engin Giderer, “Itır ve Güneş”, (Edebiyat ve Eleştiri,
Sayı: 68, Temmuz-Ağustos 2003; s.115). Ersun Çıplak, “Şiir ve Mitologya” (Düzyazı Defteri, Sayı:1, Eylül-Ekim 2003;
s.58). Bâki Asiltürk, “Şiir ve Mitologya”
(Virgül, Sayı: 66, Ekim, 2003; s.2). Gökhan Tunç, “Suya yazılan
şiirler” (Kitap Zamanı, Sayı: 3, Nisan 2006; s.39). Hüseyin Ferhad, “Çarçu’da Kürdili Bir Akşam” (Yasakmeyve, Sayı: 21; Temmuz-Ağustos
2006; s.88–90). Sincan İstasyonu Dergisi, “Bir
Şair: Aydın Afacan” (Sincan İstasyonu, Sayı: 7, Mart 2008). Hilmi Yavuz, “Azeri Prof. Aydın Afacan’ın Kitabını Nasıl
Yağmaladı?” (Zaman, 16 Kasım 2011; s.13). Ercan Yılmaz, “Uzak Deniz’den Sayfalar” (Kitap Zamanı,
2 Nisan 2012; s.35). Pakize Barışta, “Afacan’ın
Binbir Deniz’i Çağdaş Bir Destan Gibi” (Taraf, 20 Mayıs 2012; s. 16). Hilal
Karahan, “Aydın Afacan Şiiri Dip Köşe
Notlar” (Mor Taka, Ağustos 2012). Asuman Susam, “Hayata Şiirle Açılan Bir Geminin Yolcusu” (Cumhuriyet Kitap,
Sayı:1173, 9 Ağustos 2012; s.16). Gökben Derviş, “Aydın Afacan, Binbir Deniz ve Kültür Şiiri”(Sincan İstasyonu,
Mayıs-Haziran 2013; s. 30). Merve Akbaydoğan, “Lirik Korsan’dan ‘derya-deniz bir dünya’”(Mühür, Mart-Nisan 2013;
s. 100-101). Koray Feyiz, “İki Yenilikçi
Modern Şair: Aydın Afacan ve Mehmet Taner” (Şiiri Özlüyorum, Sayı: 54;
Temmuz-Ağustos 2013). Ercan Yılmaz, “Dünya
Rüzgârlı Bir Kitap” (Kitap Zamanı, 7 Aralık 2015; s.27). Birsel Kurt, “Âteşin Beyaz ve Tereddütü Aklamak”
(Hürriyet Gösteri, Sayı: 319, Haziran-Temmuz-Ağustos 2016; s.96-102) Pınar
Doğu, “Bulutlarla Gökyüzünü Okumak” (http://t24.com.tr/yazarlar/pinar-dogu/bulutlarla-gokyuzunu-okumak,16551).
Dosyalar: 1. Deliler Teknesi -Gümüş (İki
Aylık Şiir Eki) Aydın Afacan Özel Sayısı-, (Sayı:
12, Kasım-Aralık 2008; s. 81-108): Ayten Esgün, “Aydın
Afacan’
bir soruyum burada ben ‘hangi’yim
geldim geldim bir ağaca bölündüm
buluttan firar eden yağmur
demişti:
dünyaya sulardan bakan bir gözdüm
nehir mi, deniz mi, hangisi
anlatır aşkı?
çöl geçildi, dağ delindi;
düşe döküldüm
nedir üçgen; bir kayboluş?..erişen
kim?
‘çatal’dı yollar, yedi
deryaya sürüldüm
kavuştuğu yerde ölür mü
nehir; hangi
sözlerdeyim ki, niye ben
boşluğa düştüm?
derin suların dibindeymiş
güyâ
yağmurun en beyaz tanesi
uğuldar oralardan
kabuğuna sarınmış bir
denizin erinci…
kızarır mercan
ve açılır hayâl hazinesi
bizi anılarla avutur zaman
sanki hep düşlerle büyümüş
dünya…
ak gerdanda ışıldayan
tanelerdik
ve ay ışığı bilendik
göğsünüzde
şen bir gece şarkısı edindi
dünya
ve sanki ‘sayılı’yız ya,
bir-olmaza dizmişler de
saçılmışız,
büyük ve uzun bir salonda
beyaz kuğular gibi o
kadınlar!..
bir sedef labirentindeyiz güyâ
açılıp kapanan bir uğultu
suların o derin müziği!..
sonra sizmişsiniz
sedef uğuldamış, çınlamış
sözleriniz
birdenbire dağılmış etrafa o
beyaz rüyâ
Ömer ile Asê Mamuk’a,
onların
aziz hatırâsına
cam içinde nar tanesi kırmızı
dönüyor bilye
içinde
gökkuşağı,
esinti
hep ilkyazlarla dalgın
alıngan bir çocuk
ki,
ilkyaz sanıyor kendini hâlâ
zaman gitgide ince bir sızı
ufukta sürgit akan bir yazı
elifine ve sabırla işlenmiş
bir büyük bahçe içinde
dalgın
ağaçlar
ve dede,
o âsûde yeşil gözler
ki,
daldıkça, uzağı derinleştirirler
ve dalgın bahçeler
dokuyan bu rinde,
hep, elinde bir pipo ile,
bakıyor zaman...
akar, esrarlı ve eski kitaplar gibi
okuduğu bahçeyi,
talan izleri taşıyan düşlerimizi
rüzgârın uğultusuna salıp
dede,
eski bir yaz yağmuru ile ağır ve sade
akar zaman içinde...
duası berrak bir pınar, gülü kırmızı
yaz evi, duvar lâmbası, dantel
masallar
devri, mahzun
geyik postu seccade
bir gün anlatılacaktır,
“göç ve
kundak” hikâyesi
ve kanlı nal sesleri...
-gel gör ki, zaman islenmekte
giderek sönmekte
masallarda insan sesleri-
bir gün anlatılacaktır,
büyük ve geniş bir evde
ve kısa geçilmiş
uzun hikâyelerle incelmiş ömür:
ebruli
büyükanne
ki,
gül dolar acısına
ve sözleri, gül açılır uykularda,
bir ilkyaz yağmuru ile birdenbire
“evvel zaman içinde”...
cam içinde nar tanesi kırmızı
dönüyor zaman içinde
sürgün bir
gökkuşağı
o cam evimizdi bizim kırıldı!..
‘Siyâhlık’, Lethe ve Mnemosyne
Aydın AFACAN
Ahmet Oktay
şiirinin belirgin özelliklerinden biri “siyahlık”tır. Hem düzyazısında
hem şiirinde görülen bu “siyahlık”,
içinde yaşadığımız dünyaya ilişkin yoğun bir karamsarlığı barındırdığı gibi, dünyanın
“düzen”ine karşı bir ret tavrını da
içeriyor elbette. “Keder bulaşıyor üstüme herkesten” (Söz
Acıda Sınandı,1996)1
diyerek; aşkı da siyah ve karanlıkla (“siyah pelerin”, “siyah kadın”, “siyah
gelinlik”, vb.) bitiştirerek, içinde yaşadığı toplumsal düzeni katlanılmaz
bulan melankolik bir hava... Ama Freud’un, melankoliye ilişkin yorumundaki dış
dünyaya kayıtsız ve edilgin ruh halinin tersine bir şiiri var Oktay’ın; “...anladım,
kederdir her kalbin içi” derken de:
“Sırrın
dibine bak! İğvadan ürkme
diri
ve ölü gör Eurydike’yi;
Gömülecek
kendi efsanesinde
her
insan, olgunlaştıkça ezgisi.
Ayna
açıldı artık, su damıtık,
birikirken
bellekte kalabalık;
anladım,
kederdir her kalbin içi”.(Az Kaldı
Kışa, 1996)2.
Seçilen temaya ister
mitolojik bir motif taşınsın ister gündelik pratiklere değinilsin, düzyazı ve
şiirlerde “siyah”a ilişkin kavram ve imgeler doğrudan verilmediği yerde bile,
Oktay’ın yapıtının “siyahi” tonu bir şekilde duyumsatır kendini. Yalnızlık,
iletişimsizlik, ölüm, sürgün, intihar gibi temalar, karamsarlığın yolunu ister
istemez açar. Ahmet Oktay şiirinde, bu ton sanki daha bir koyulaşmaktadır.
Oktay’ın, “Melankoli Üzerine” adlı yazısında, ömrünün yarısını “melankolik bir
suskunluk” içinde geçirmiş Alman şair Hölderlin’den yaptığı bir alıntı
şöyledir: “Ve açıkçasına, ruhumu ciddi ve acılı dünyaya adadım”3.
Bu “acılı
dünya”ya ilişkin ciddi bir arayış vardır Oktay’ın yapıtlarında;
kendi deyişiyle, “Neyi bulacağını bilen bir Söz’ün arayışıdır bu”4. Oktay’ın etkin ve üretken okur-yazar
birikimi, bu arayışın ürünüdür; “çoğul”
bir araştırma/okuma ve yazma uğraşıdır
bu. Oktay’ın “arayış”ının bu yazımız bağlamında değinilecek noktalarından biri
“ruh-karanlık buluşması”dır: “... Ruh doymaz. Açtır hep. Av arar. Kuytuları
sever, karanlığı.” (Söz Acıda Sınandı). Şiir bu buluşmadan doğuyor
sanki; böylece karanlık (siyahlık) da değerli bir esin kaynağı olarak adeta
kutsanıyor. Az Kaldı Kışa adlı yapıtında, Yunan Mitologyasından
esinlenen, “Orpheus ile Eurydike’den” adlı uzun bir şiirin “parçalar”ı
yer alır5. Bu
yapıt, bir toplam olarak teknik ve içerik değeri bir yana; mitolojik bir öyküden
yararlanılarak, karanlık ve sanat arasında kurulan çağrışımsal bağlantılar
açısından da önem taşıyor. “Şairlerin atası” sayılan Orpheus, sanat yapıtlarında en çok işlenen mitolojik
kahramanlardan biridir. Orpheus, aracılığıyla gece (karanlık) ve sanat arasında
çeşitli bağıntılar kurulmuştur sanat yapıtlarında. Örneğin M. Blanchot, şöyle
demektedir:
“Orpheus Eurydike’ye doğru indiğinde,
sanat gecenin kendisi aracılığıyla açıldığı güçtür. Gece, sanatın gücüyle, onu
karşılar, ilk gecenin güleryüzlü içtenliği, anlaşması ve uyuşması olur. Ama Orpheus,
Eurydike’ye doğru inmiştir: Eurydike, onun için, sanatın ulaşabileceği uçtur,
o, kendisini gizleyen bir adın altında ve kendisini kaplayan bir örtünün
altında, sanatın, arzunun, ölümün, gecenin kendisine doğru uzanır gibi
göründüğü son derece karanlık noktadır. Gecenin özünün öteki gece olarak
yaklaştığı andır o”6.
Bir çok
sanat yapıtına bakıldığında, “sanatın gücü”nün geceyi “sanatsal kıldığı” gibi
ondan esinlendiği/beslendiği de görülebilir. Sanatsal bir değerlendirme
açısından önemli olan “sanatın gücü”dür elbette. Oktay’ın “Orpheus ve Eurydike’den”
i şu dizelerle açılır:
“Her
ezgi yabanıldır. Karanlıktan doğar,
ister
sevinci övsün isterse kederi;
sessiz
tohumda olgunlaşır yazlar, kışlar;
remilde değildir falcının gördükleri,
mahzensi sözcüktedir. Birini seçeriz
ve ya Melek’le ya Şeytan’la sözleşiriz;
hiç
kimse bilemez sınamadan kalbini”.
Yine bu
yapıtla, Mistik Çin Felsefesinin, Jung Psikolojisi’nde de yansımalarını
bulan iki ilkesi (Yin ve Yang) arasında kurulabilecek ilişki de şairin,
karanlığa ilişkin vurgusu açısından değerlendirilebilir. Çin Diyalektiğine
göre, Yin (dişil, karanlık,
edilgin) ve Yang (eril, aydınlık, etkin) ögeleri, yaşamın
temelinde yer alan ögelerdir. Ruh burada da karanlığı arıyor; “dişil ve
doğurgan” olan karanlığı...Şiirden bir bölüm şöyledir:
“Yıllardır birbirini arıyor Yin ve Tin
yazıtlarındaki
iz konuşuyor kiminle?
Yitik
Gezgin! Hem herkes hem hiç kimsesin
Giz
belki her gün duyduğun o gürültüde.
Girdiğin
mahzen açıklamaz, gördüğün saklı
Bir
şarkı için kalp ölüme çoktan razı;
Ama
zor olgunlaşır doğacağı gece”.
‘Tin’in,
karanlık ve edilgin Yin’e eğilimi, bizi, yine melankoli üzerinde düşünmeye götürüyor. Bu noktada, Oktay’ın
melankoliye bakışına, yukarıda anılan yazısını da göz önünde bulundurarak
değinmekte yarar var: Oktay, kendi açısından melankoliyi bir tavır olarak
alıyor; “kültürel bir tavır olarak”… Melankolinin “meşru bir zemini”
vardır ona göre; bu zemini bir tür “Aradalık”
oluşturuyor: “Çökenin çökmüşlüğü ve Doğacak Olan’ın doğmamışlığı”.
Bu saptama, Heidegger’in, Hölderlin’in
şiirine ilişkin bir yorumu ile ilintili: “...Uçup gitmiş Tanrıların
Artık-olmayışı ve gelmekte olan Tanrının daha-gelmemişliği”. Yine bu bağlamda, Oktay’ın,
Heidegger’in yorumundan yaptığı alıntının bir kısmı daha buraya aktarılabilir: “Ozanın kendisi
öncekiler, yani Tanrılarla sonrakiler, yani halk arasında duruyor. O Ara’ya,
Tanrılarla insanlar arasına atılmış
olandır o. Ama yalnızca ve ilk kez bu Ara’da karara bağlanır insanın kim olduğu
ve varoluşunu nereye yerleştireceği...”7.
Freud’un melankoliye ilişkin saptamaları içinde, acı
çekme, dış dünyaya karşı ilgisizlik, kendini cezalandırma isteği, intihar vb.
durumlar sayılır. “Dış dünyaya ilgisizlik”, melankolide, bir bakıma edilgin bir ruh halinin varlığına
işaret etmektedir. Bununla birlikte,
ilkçağdan günümüze melankolinin, Demokritos, Empedokles, Friedrich Hölderlin, Albrecht
Dürer, Gerard de Nerval, Georg Trakl,
Walter Benjamin’in de aralarında bulunduğu bir çok sanatçı ve düşünürün adıyla
birlikte anılması da önemli bir noktadır. Ortaçağ hekimlerinden Constantinus
Africanus, De Melancholia adlı kitabında, Hippokrat’a dayanarak şu
saptamayı yapar: “Bilgelik ve hakikat arayışları da, abartılı boyutlara varırsa
melankoli ortaya çıkarabilir...”8.Geçmeden,
son yılların ruhbilimcilerinden H. Tellenbach’ın gözlemlerine ilişkin bir alıntı
da aktarılabilir: “Melankoliye eğilimli kişilerin günlük yaşamlarında, ciddi,
güvenilir, çalışkan, vicdanlı, ayrıntıları önemseyen, sorumluluk duygusu yüksek
özellikler tespit edilmiştir.” 9.
Bu bilgiler
ışığında Ahmet Oktay’ın yapıtlarına bakıldığında bazı sonuçlara ulaşılabilir.
Bir tavır olarak vurguladığı melankolik hava veya “siyahlık”, Oktay’ın
yapıtında vicdan ağırlıklıdır. “Hayalet”e ilişkin izleriyle birlikte; edilginliğin
aksine, içinde yoğun bir öfke taşıyan aydın tavrının yansıdığı dizelerinden bir
örnek şöyledir: “…Yitik oğullar,
yitik kızlar / hortlayın, hortlayın! / Kuşatın vehimleri, / içine sızın
bayramlaşmaların. // Ey evlerde basılanların / imdadına yetişmeyen Hızır! /
Açıldı gözünde yeşimden lahit / dört yaşındaki yetimin / ama nerde ceset? /
Kıyamın simgesi öfkenin körüğü ceset. // Açın üstünü! Görünsün kamuya, / aşkın
verilmemiş gülü / işlenememiş cinayeti. / Açın da şakağındaki kurşun deliğinden
/ sokağa çıksın, sokağa / cumhurun süslenmiş bulvarına, / yazılarda ve
bedenlerde / delirtemediği delilik. // Gömmeyin. Bırakın koksun, / kara veba
gerek / bu ‘ayy inanamıyorum’ diyen / görüntü çocuklarına.”(“Çıplak
Hayalet”, Gözüm Seğirdi Vakitten,1996) 10.
Bu “siyahlık”ın
bir ütopya içerdiğini de unutmamak gerekir. Nitekim, yukarıda anılan yazısında,
“...Ütopya boyutunu devre dışı bırakmakta ve medyatik hedonizmin verimli
toprağını oluşturmaktadır”11 dediği “iyimserliğe” karşı tavrı olumsuzdur.
Aynı yazısındaki şu sözleri, şiirine de ışık tutmaktadır: “Üzüntü, dünyada
oluş’tan kaynaklandığı ve dünyaya yönelik olduğu sürece eleştiri
duygusunu ve tinsel bir katlanamayışı içerir. Üzülmek, uzlaşmamak ve
anlaşmamaktır”. Oktay’ın dünyaya yönelik ilgisi, aşk, ölüm, acı, sürgün,
Nurhak, Kızıldere, Mansur, Bedreddin, Troçki, Orpheus, elektrik, karakollar,
devlet daireleri, otobüs hatları, yoksullar, minareler vb. insana dair geniş
alanlarda yoğunlaşmıştır: Bir sanatçı ve
vicdan sahibi bir entelektüel olarak, sanat, siyaset, tarih, ekonomi,
politika, kültür, gündelik yaşantılar vb. işlerken de, başka metinlere, mitologyaya
göndermelerde bulunurken de “dünyada oluş”un, eleştirel olmanın
bilinciyle hareket ediyor. Bu özellik, şiir çizgisinin başından beri değişik
temalar içinde süregelmektedir. Burada, Kara Bir Zamana Alınlık (1983)
adlı yapıtından hemen bir örnek verilebilir: Kitabın ikinci bölümünün adı,
Hesiodos’un bir yapıtıyla aynı: İşler ve Günler... Antik Şair, temele,
mitolojik yasaları, Zeus’un karşı konulmaz yasalarını koyarak, tarım toplumunun
“İşler ve Günleri”ne ilişkin öğütler verirken; Oktay, ekonomi-politik yorumları
sanatıyla birleştirerek, şair-bireyin, modern çağın “kara zaman”ına ilişkin
sorgulamalarını yapar. Başka bir deyişle: ilki, “işler” ve “günler”e tarımsal
topluluğun kırlarından bakmıştır; ikincisi, kapitalizmin kentindedir:
Fabrikalar, işçiler, grevler, “veremini kâküllere, rahimlere, günaydınlara
bulaştıran Bankalar Caddesi”, reklamlar vb. vardır, onun “işler” ve
“günler”inde... Oktay’ın, doğal olarak, yaşantı ve gözlemleri ile
kaynaştırdığı, tarih ve toplumsal yaşam karşısındaki duyarlılığı, bütün
yapıtlarında görülmektedir. Birkaç örnek daha verilebilir12: “Güz / seslerle gelen güz: / çiçekçideki
ellerimizin yılgın yanı / yüreğimizdeki en dayanıklı yer, / bitirilmemiş aşk gecesinin hoyratı / denizi
boydan boya devşiren balıkçıl, / dağlarda gün atımının çığlığı / kalemler,
defterler, resimler / yeni ve ürkünç bir sözcük / Güz: / bir yerlere doğru
koşan sesler / o sesler // Kavelciler, Kavelciler, Kavelciler.”(Her Yüz Bir
Öykü Yazar, 1964); “Karın yabanıl tınlaması kesilince // Herkes ölülerini
toplar /depremin, donmuş belleğin / ve tarihin kalıntısı altından”(Sürgün,
1979); “Auschwihtz, Gulag: Döğmeler! / Devletin kıpkızıl mührü; / geçmişten
savrulan küller / hâlâ kanatıyor göğsümü.”(Az Kaldı Kışa, 1996)… “Ezberimde
tüm zulümler, / belleği öyle beslemez / çünkü aşklar. /…/ Vahşet vahşetle
açıklanmalı. / Tazeyken yanık et kokusu / kılınabilir mi huzurla beş vakit /
namaz? / Hangi kösnü, hangi düş, / hangi dua unutturabilir / toplu mezarları?”
(Hayalete Övgü, 2001)
Ahmet
Oktay’ın “siyahlık”ı, bizi, etrafımızda olup bitenlerle ilgilenmek
konusunda kışkırtır; huzursuzluğunu ve
karamsarlığını bize de bulaştırarak... “Unutuş”a direnmek için belleklerimizi
uyarır. Oktay, bir söyleşisinde şöyle vurgular bunu: “Toplumsal belleğin amnezyasına
karşı çıkıyorum” 13. Amnesia, yani, unutuş; bellek
yitimi... Çeşitli halkların mitologyalarında da işlenmiş bu önemli noktaya
ilişkin küçük bir parantez açmak yerinde olacaktır:
Bellek ve
unutuş; bu iki sözcük, insanın tarihi boyunca süregelen bir karşıtlığı ifade
eder. Öyle ki, kültürün zemini sayılan mitologyanın da temel motifleri içinde yer alarak bir çok mitsel öyküye
esinler sağlamıştır. Yunan Mitologyasında unutuş ve belleği karşılayan iki
simgesel varlığın adı, Lethe ve Mnemosyne’dir. Lethe,
Hades’e inen ölülerin, suyundan içerek yeryüzündeki yaşamlarını unuttukları bir
kaynaktır ve unutuşu simgeler. Mnemosyne ise bellek (mneme)’i simgeler;
o da bir pınar olarak kişileştirilmiştir. Lethe, alegorik biçimde,
Hypnos(uyku) ve Thanatos’un (Ölüm) kızkardeşi de sayılmıştır bazı şiirlerde. Mnemosyne
ise Yunan Mitologyasında, çeşitli sanat dallarının, akıl, düşünce ve
yaratıcılığın dokuz esin perisinin (Mousalar’ın) annesidir. Mousalar’ın, Antik
Yunan Edebiyatındaki yerleri o kadar önemlidir ki, Yunan şairleri, Hesiodos’tan
başlayarak, yapıtlarını Mousalar’a
yakarışlarla açarlar. Şiirle bellek arasında gerçekten ilginç bağlantıların kurulduğu mitologyada, Odysseus’un
da bilgisine başvurmak için “Ölüm Ülkesi” Hades’e indiği Thebaili bilici
Teiresias gibilerin yanı sıra, şairlere
de bellek konusunda ayrıcalık tanınmıştır. Şairlerin anlattıklarına, tanrıların
(Mnemosyne’nin) ve Mousalar’ın esini
gözüyle bakılır. Örneğin İlyada ve Odysseia, “söyle/anlat
tanrıça...” sözleriyle başlar ve olup bitenler bu “esinle” anlatılır.
Oktay’ın, toplumsal
bellekteki amnesia’ya karşı gösterdiği direnç, çeşitli uğrakları ve
göndermeleri ile okurun belleğinde bir tür “anamnesis”in de (anımsama) yolunu açıyor. Yapıtındaki “siyahlık”, bu yönüyle de büyük
önem taşıyor. Şairin söyledikleri, bir anlamda tarihi anımsatarak, belleği ve
dolayısıyla vicdanı da harekete geçirmektedir. Örneğin şu dizelerde, Gestapo’ya
teslim edilme kaygısı içindeki Benjamin’in intihar anı, bir ürpertiyle belleğimizde
canlandırılırken; bu konuda hayli deneyimi olan ülkemiz insanı/aydınının benzer yaşantıları ile de birleşiyor: “… Kanlıdır / ev anıları ve sar’ayla /
titrer bilinç. Korkuyla / açılmıştır kapı: üniformalar! / Haplarını arıyor
Benjamin. Bir ses / -her şeydir Kitap- diyor, -Bırak // onlar yaksın. / Kül: /
taşılı bu yeni zamanın…”(“Uzak Düş”, Gözüm Seğirdi Vakitten,1996). Yapıtlarında, çokça ve çeşitli örneklerini bulabileceğimiz bu
tavrına ilişkin başka bir örnek de Orpheus’tan beri, sanki ölümsüzleşen bir
tema: “Ardına bakmak!”: “Karanlık ürkünç! Geri döneyim der / her hayalet.
Ardında kalan izler, / yırtık bir kitap,
sararmış perdeler / sanki yitirdiği sevinci gizler // Ama mutluluk kaydedilmez zamana”
(“Orpheus…”, Az Kaldı Kışa,1996). Yukarıda “siyahlık” için dile
getirdiğimiz bir noktayı biraz değişiklikle yineleyebiliriz: Oktay, seçtiği
temaya ister mitolojik bir motif taşısın isterse gündelik pratiklere değinsin,
düzyazı ve şiirlerinde bellek,
değindiğimiz bağlamda büyük önem taşıyor. Böylece, siyahlık (“kara
güneş”, melankoli...) bellek
(mneme, Mnemosyne…) ile birlikte var oluyor. Bir şiirinde şöyle yazmaktadır: “Konuşmak
istiyor, simsiyah / kesilmiş bir sesle, / içimizdeki Delilik / ve Kurtuluş
beklentisi.” (“Radyomu istiyorum”, Gözüm
Seğirdi Vakitten,1996). Orhan Koçak’ın bir sorusuna verdiği yanıtta şunları
söyler Oktay:
“İnsanın en önemli sorunsalının kurtuluş
sorunsalı olduğunu düşünüyorum hâlâ. Kurtuluş sorunsalının da ancak büyük toplumsal
dönüşüm fikriyle birlikte düşünüldüğünde anlamlı olacağına inanıyorum. (…) Bugünkü
dünya koşulları içerisinde şairin bağlı olduğu idealinin zeminini yok etmesi de
bence gerekmiyor. O yokedişi haklı
kılacak göstergeleri bulamıyoruz. Yani ne siyasal, ne toplumsal, ne düşünsel
düzlemde bu zeminin tamamen yok edilmesini gerektiren bir şey var. İşte en
yıkıcı adam bile, yapıbozumun babası Derrida bile eninde sonunda bir yerde bir
hayaletle karşılaşıyor ve o hayaletin gerekli olduğunu söylüyor.”14.
Bu noktada, Hayalete Övgü üzerinde kısaca
durulabilir: Kendisinden önceki son üç kitapta (Gözüm Seğirdi Vakitten,1996;
Söz Acıda Sınandı,1996; Az Kaldı Kışa, 1996) işaretleri verilen
bu yapıt, -bazı özellikleriyle ayrı bir inceleme konusu olmakla birlikte- Ahmet
Oktay’daki siyahlık ve bellek açısından da önem taşıyor. Bu
yapıtta altı çizilen “hayalet”in, Marx ve Engels’in Manifesto’nun ilk
cümlesinde sözünü ettikleri “hayalet” olduğu biliniyor. Bu bakımdan, Oktay’ın
yapıtındaki karamsarlık, bir umuda mı dönüşüyor? Evet, çünkü, günümüz
konjonktüründe Marksizm’e yapılan vurgu önemlidir ve kurtuluş seçeneğini imliyor. Oktay, yukarıda
belirttiğimiz gibi, siyahlık’ı
bir tavır olarak da benimsiyor; bu bakımdan, yapıtındaki karamsarlık, umudu da
taşır. Biraz da bunun için yan yana gelirler ozanla madenci: “Sürgün kitabımdaki
üç dize için / tepilmişti onca mesafe: ‘Madencinin lâmbası / ve kandili Ozan’ın
/ aydınlat yolu.” (“Madenci Lâmbası”, Hayalete Övgü).Ardından,
şiirden şu bölüm de aktarılabilir:
“Aydınlattı
mı yolu lâmba ve kandil?
Aydınlatabilir
miydi? Yarınlarda
yanıt,
benim bilemeyeceğim.
Yine
de tutuk dilimde
söküldükçe
açan alevsi bir çiçek var:
herkesin
düşlerinden devşirilmiş
ve
karabasanlarından.
Yaslıyım
bir ölü evi kadar ve dudaklarımda
bir
gelinin gülümseyişi.”.
Karanlıkla
aydınlık isteğinin; melankoli ile yer yer insanı “ajite edecek” kertede dünyaya
yönelik ilginin, yan yana iç içe yürüdüğü şiir çizgisinde, her durumda bir
“yeraltı” vardır. Ve o “yeraltı”, Orpheus’tan “madenci”ye, “geçmişin
göçükleri”nden melankolinin “Kara Güneş”ine, durmaksızın, çevremizle dünyayla
ilgilenmeye çağırıyor bizi; kendini deşerken de anlattığı, dünyadır:
“Yuvamdı
kuytuluklar; daha da sindim,
fal
taşı kesildim dehşet
sarınca
sokakları. Görülebilecek
yine
de ardımda birkaç
saban
izi. “Gece çağı dünyanın”
demişti
Heidegger. O çağ
olgunlaştırdı
siyahî harflerimi.
Doluyum
tüm kıtaların anılarıyla,
ne
çok aşk içimde, ne çok cinayet.” (“Aynı
ve Değişken”, Hayalete Övgü).
1
Oktay, Ahmet. Toplu Şiirler .Genişletilmiş
2. baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002.
2
Oktay, Toplu Şiirler içinde.
3 Oktay,
Ahmet. Medya ve Hedonizm. İstanbul: Yön Yayıncılık, 1995. s.178-207.
4 “Ahmet
Oktay ile ‘Sınanmış Söz‘ Üzerine”
(Söyleşi: Hilmi Haşal), Son Yeni Biçem, Kasım 1996; Sayı:43, s. 20.
5
Bu yazının özellikle Az Kaldı Kışa adlı
yapıtla ilgili bazı bölümleri için, yakında yayımlanacak olan Şiir ve
Mitologya: Cumhuriyet Dönemi Şiirinde Yunan ve Latin Mitologyası adlı
çalışmamdan yararlandım.
6
Blanchot, Maurice. Yazınsal Uzam. Çeviren:
Sündüz Öztürk Kasar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1993. s.163.
7
Oktay,
Medya ve Hedonizm, s. 205-206.
8
Teber, Serol. Melankoli: “Normal Bir Anomali”. 2. Basım, İstanbul: Say Yayınları, 2001. s.
177.
9
Teber, agy. , s. 252.
10 Oktay, Toplu
Şiirler içinde.
11 Oktay, Medya ve Hedonizm, s. 178-207.
12 Oktay, Toplu Şiirler… ve Hayalete Övgü. İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları, 2001.
13
“Ahmet Oktay’la Söyleşi” (Halim Şafak), Kavram Karmaşa, Temmuz-Ağustos 2002;
Sayı: 25, s. 12.
14 “Kendi hayatımızı
seyretmiyoruz biz…”(Söyleşi: Orhan Koçak, Mustafa Arslantunalı), Virgül,
Eylül 2001; Sayı:43, s. 8.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yay. Yer: Kül, Sayı: 32, Ocak 2003.; ss.
8-11.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
MEDUSA’DAN ANTİGONE’YE… ‘DİŞİL FİGÜR’ VE ‘ŞAİRİN KANI’
Aydın AFACAN
MEDÜZA[1]
Naci’ye
Derin,
sessiz, iyi böylece
Güz,
ölülerini bırakan kuşlar
Yer
kalmadı acıya ülkemizde
Derin,
sessiz, iyi böylece
Gün
ortası alacakaranlık bakışlar.
Bir
buluşma yeridir şimdi hüzünlerimiz
Biz
o renksiz, o yalnız, o sürgün medüzalar
Aşar
söylediklerimizi çeker gideriz
Ülkemiz,
toprağımız, her şeyimiz
Kıyısında
camların bozbulanık rakılar.
Çizeriz
yeryüzünü kaygısız ayaklarla
Yüzümüzdür
bir yağmur ağırlığınca düşer
Sonra
pek anlamadan içkiler ne çabuk biter
Ne
kadar konuşursak o kadar bir sessizlik olur
Adımızı
sorarız birine o bize adını söyler.
Edip Cansever
Edip
Cansever’in ‘Medüza’ şiiri, adını ‘Medusa’ mitosundan almakla birlikte, yüzeyde
bu mitosla doğrudan bir bağlantı görünmüyor. Şiir, Cansever’in, adını yine
Yunan mitologyasından alan kitabı Nerde
Antigone’de yer alıyor. Benzer durum kitabın başlığı için de söz konusu. Kitapta
bu başlığı taşıyan ya da doğrudan Antigone’nin trajedisine uzanan bir şiir yok;
ama şair, bu trajediye ilişkin çağrışımları, kendi yaşamına ilişkin
sıkıntılarla birleştirmiş. Cansever, Metin Eloğlu ile söyleşisinde, kitaba ad
olarak içindeki herhangi bir şiirin başlığını seçmenin ‘gereksiz bir
alışkanlık’ olduğunu vurgulayarak şunu ekler: “Ayrıca kitabımdaki şiirler belli
bir yaşantının ürünleri. ‘Nerde Antigone’
ise bu yaşantıyı simgeliyor; düşünülerime, duygularıma da daha bir açıklık
kazandırıyor.”[2]
Edip
Cansever’in başka metinlerle bağlantıları olabildiğince dolayım edinmiştir. Yer
yer bir takım işaretlerle; efsane, mitos benzeri ürünlerden alınmış ve
olabildiğince geri plana çekilmiş içeriklerden, parçacıklar, adlar vb. öğelerde
görünür bu bağlantılar. Nerde Antigone,
İkinci Yeni şiirinin bazı tipik özelliklerini taşımanın yanı sıra, başka
metinlerle kurulan ilişkilerin de dolayımlar edindiği bir yapıt. ‘Medüza’
şiirindeki gibi… Şiirin başlığı ünlü Yunan mitoslarından birine ait; ne var ki,
bu mitosa ilişkin ‘ok işaretleri’, söz yerindeyse ‘işaretin kendisini’
gösteriyor. Bu özelliklerin birtakım çağrışımlar yoluyla şiiri farklı yorumlara
açık kıldığı bilinen bir durumdur.
Cansever’in
şiiriyle Medusa mitosu arasındaki bağlantılara geçmeden önce, öyküyü kısaca
anımsamakta yarar var: Medusa korkunç görünüşlü üç Gorgon’dan (veya Gorgo’dan) ölümlü
olanıdır. Yeryüzünün batı kıyısında, ölüler ülkesi yakınında bir mağarada
oturan yılan saçlı, altın kanatlı, tunçtan elleri ve domuz dişleriyle hep
korkunç biçimde tasvir edilen Gorgonlar, tanrılar için de tiksinç ve dehşet
verici idiler. Onlara doğrudan bakan ya da içe işleyen bakışlarıyla
karşılaşanlar taş kesilirdi. Zeus’un Danae ile birleşmesinden olan oğlu Perseus,
tanrılardan Hermes ve Athena’nın öğüt ve yardımlarıyla ölümlü Medusa’nın
kafasını kesmeyi başarır. Onların sağladığı, uçmaya yarayan kanatlı sandallar,
parlak bir kalkan ve orak biçiminde bir kılıçla, Gorgonlar uykudayken ve
Medusa'nın görüntüsünden kendini kollayıp, kalkandaki görüntüsü yardımıyla canavara
yaklaşarak başını uçurur; kesilen boynunun sağ damarından yaşam sol damarından
ise ölüm sunan kanlar fışkırır. Poseidon’la birleşmesinden olan kanatlı at
Pegasos ve insan ikizi Khrysaor da bu esnada Medusa'nın kanından doğar…
Birçok
Yunan mitosu gibi Medusa mitosu da sanat tarihinde birbirinden çok farklı
yorumlarla ilham kaynağı olmuştur. Italo Calvino, bu efsaneyi, sanat yapıtı ile
doğa arasındaki dolayımlı ilişkiyi ortaya koymak için kullanır: “Medusa’nın
başını kesmeyi başaran tek kahraman, kanatlı sandallarıyla uçan Perseus’tur:
Bakışını Gorgo’nun yüzüne değil, bronz kalkanındaki imgesine çeviren Perseus.”[3] Sanat
ve gerçeklik ilişkisini belirleyen bu konum, “yansıtma” değil, “dolayım”
üzerinde temellenmiştir; Medusa’nın, “nesnel gerçekliği”; Perseus’un ise
sanatçıyı temsil ettiği düşünüldüğünde, yapılacak iş bellidir: Gerçeklik
karşısında “taş kesilmeden”, güç bir işin üstesinden gelmek; bakışını
Medusa’nın yüzüne değil, bronz kalkanındaki imgesine çeviren Perseus’un yaptığı
gibi[4]… Başka
bir açıdan biraz da Cansever’in yaptığı gibi: Doğrudan bir bağlantı yok; ama Medusa’nın
mağarasındaki ‘bakışlar’, günümüze, ‘acıya yer kalmamış ülkemize’ ve şairin
yakın çevresine taşınıyor sanki: “Derin,
sessiz, iyi böylece / Gün ortası alacakaranlık bakışlar”…
Şairin,
gündelik uğraşlarla iç içe; kendine, dostlarına, kısaca yakın çevresine ilişkin
sıkıntılarının mitolojik esintilerle buluştuğu yer, ‘alacakaranlık’ bir
atmosfer sunan şiir metnidir: “Bir
buluşma yeridir şimdi hüzünlerimiz / Biz o renksiz, o yalnız, o sürgün
medüzalar”… Ardından şiirin doğasına ilişkin bir dize: “Aşar söylediklerimizi çeker gideriz” ve
ardından bir esrime, bir ‘durgunluk’ hali (Bir tür ‘taş kesilme’ sayılabilir
mi?): “Ülkemiz, toprağımız, her şeyimiz /
Kıyısında camların bozbulanık rakılar”. Aslında Nerde Antigone’deki her bir şiirle bağlantılı, daha geniş bir ‘mytho-poetik’ okuma ortaya ilginç
sonuçlar çıkarabilir; -ancak geniş bir inceleme bu boyutta bir yazının
sınırlarını çok aşacaktır-. Bu yazıda Antigone
bağlantısı dolayısıyla üzerinde kısaca durulacak ‘Salıncak’ bir yana, örneğin ‘Bedevi’
ve ‘Yılkı’dan, ‘at’a dolayısıyla
Medusa’nın kanından doğan ve sanat tarihinde bir simge haline gelen kanatlı at
Pegasos’a doğru iz sürülebilir. Ya, ‘Şairin
Kanı’ndan çıkan nedir? Yalnızca, Medusa gibi ‘sevilmeyen yüz’ mü; “Tanrısız,
kimsesiz, her şeysiz biraz”?
Medusa’nın
kafası kesilir ve başında Zeus’un bulunduğu Olympos panteonundan Athena’nın
ünlü kalkanının ortasına yerleştirilir. Bakanın taş kesildiği Medusa başı, bir başkasının
-bir egemenin-, hizmetinde iş görecektir artık. Bu bir ‘iktidar değişmesi’ olarak
da yorumlanabilir. Bu yönde bir bakışa, kuramsal anlamda aralanacak ilk kapılardan
biri feminist yaklaşım olmalıdır. Diğer birçok mitos gibi Medusa mitosu da
birbirinden farklı tradisyonlarda aktarılmıştır. Kiminde Olympos öncesi kuşağın
canavarları arasında sayılırken kiminde ise bir ‘metamorfoz’un kurbanı olarak
gösterilir. Birinde, o korkunç şekle sokulmasının nedeni, Athena’ya adanmış bir
tapınakta Poseidon’un tecavüzüne uğraması iken, başka bir aktarımda, güzelliğiyle
Athena’ya rakip olmaya kalkışmasıdır. Bu yüzden cezalandırılmış ve güzelliğiyle
ünlü saçlarının her biri yılana dönüştürülmüştür. Diğer yandan, Diodoros’tan
aktarılan ‘Euemerosçu’ bir yoruma göre, “Gorgolar, savaşçı ve Amazonlarla
kıyaslanabilecek bir halktılar.” Amazonlarla yaptıkları bir savaşta
yenildilerse de çabuk toparlandılar. “Daha sonra Perseus’un saldırısına
uğradılar ve Herakles tarafından nihai olarak yok edildiler”[5]. Buradaki
‘yok edilme’ ataerkil düzenin yerleşmesinin bir marifeti sayılamaz mı? Ayrıca,
‘başı kesilen’ Medusa’nın adı, “hanım, yönetici, kraliçe anlamındadır”[6]. Bu
mitosa değinirken, atın Ege’ye gelişinde bir giz bulunduğunu belirten Campbell’ın,
Robert Graves’in tarihsel bağlamda bir yorumundan aktardığına göre, Perseus
mitosu, “Helenlerin anatanrıça emanetlerine üstünlükleri olduğunu iddia eder.
Gorgon rahibelerinin maskelerini sökmüşlerdir ve kutsal ata sahip olmuşlardır”[7]. Tüm
bu noktalardan bakıldığında Medusa’nın ataerkil yanı ağır basan Olympos
düzeninin kurbanı olduğu görülüyor. Gerçi Medusa’ya yapılanların başını bir
tanrıça (Athena) çekiyor, ama bunu hangi düzen için yaptığı bellidir. Bu
noktada ilginç olabilecek bir anımsatma: Athena, Zeus’un kafasından doğmuştur…
Antigone ve Medusa gibi iki
mitolojik varlığın Edip Cansever’deki buluşması gerçekten ilginçtir. Çünkü sanat
tarihindeki yeri bir yana, Medusa, feminist kurama gelinceye değin ‘düşünce
tarihinde’ Antigone kadar ve onunla birlikte yer almamış gibidir. Ataerkil
söylemle inşa edilmiş tahakküm mekanizmalarının ‘yapısöküm’üne girişen Héléne
Cixous, Luce Irigaray ve Julia Kristeva gibi feminist düşünürlerle gelişen kuram
için çarpıcı metaforlar sunan bir toprak var bu iki mitosta. Bu düşünürlerle
gelişen dalga, iki mitos kahramanını birlikte ‘dişil simgesellik’ açısından
önemsemiş ve bu bağlamda çeşitli tartışmalar yapılmıştır[8]. (Cansever,
bununla ilgilenmiş miydi?) Şimdi de kısaca Antigone’ye bakılabilir:
Mitologya ile
ilgisi, yüzeysel planda adıyla sınırlı görünen bu yapıtta, Antigone’yi bilen bir okur, örneğin
“Salıncak” ve “Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka” şiirlerinde arka plana,
yer yer bu trajik öykünün de eşlik ettiğini duyumsar. Antigone, trajik Kral
Oidipus’un kızıdır. Sophokles’in tragedyalarında evlât ve kız kardeş sevgisinin
örneği olarak yüceltilen Antigone'nin öyküsü, kısaca şöyle özetlenebilir[9]:
Krallık yüzünden, Oidipus’un iki oğlu savaşır ve birbirlerini öldürürler. Tahta
çıkan yeni kral (Kreon), yurduna (Thebai’ye) karşı savaştığı gerekçesiyle, ölen
kardeşlerden Polyneikes’in gömülmesini yasaklar. Antigone, bu yasağa rağmen,
kardeşini gömer; bunun üzerine, kayalıklara diri diri kapatılarak
cezalandırılır...
'Antigone
mitosu, hakkında epey çalışma yapılmış mitoslardandır. Bu aynı zamanda bir o
kadar yorum demektir. Antigone’yi mitos içindeki yerinden başlayarak ve ‘Aias’
ile bazı karşılaştırmalar da yaparak yorumlayan Latacz’a göre “Sofokles
Antigone ile dünya edebiyatında ilk direniş oyununu yaratmıştır” Ama bu efsane
çeşitli dönemlerin kendi özelliklerine göre farklı alımlanmış ve öyle
yorumlanmıştır:
1.
Alman klasiğinin yorumu: Hümanitenin manifestosu olarak Antigone;
2. Hegel’in yorumu: Devlet ile ailenin
uzlaşmazlığının manifestosu olarak Antigone;
3. Jean Anouilh’in yorumu: Antigone’nin
eylemi nihilist dünya güvensizliğinin ifadesi oluyor. (…)
4. Bertolt Brecht’in yorumu: Diktatoryayla
soğukkanlı bir hesaplaşma olarak Antigone…[10]
Tüm bu yorumlar Sophokles’in
metninden kaynaklanır; yine Latacz’ın belirttiği gibi, “oyuna dıştan yamanmış
değillerdir”. Yorumların her biri belli bir bileşeni öne çıkarmıştır. Hümanist
yaklaşımlardan psikanalize varan bir alanda onca farklı görüşe yol açmış
Antigone tragedyasından küçük bir bölüm şöyledir:
KREON: Biri savunuyordu yurdu, öbürü yakıp yıkmaya
geldi / ANTİGONE: Ölüm eşit kılar onları, törelerinde ayrım gözetmez. / KREON: Aynı
şerefe hak kazanamaz kötü ile iyi. / ANTİGONE: Ölüler ülkesinde yasa bakarsın
değişiktir. / KREON: Ölüm sevgiye dönüştüremez nefreti. / ANTİGONE: Sevgi için
doğmuşum ben, nefret için değil. / KREON: Git öyleyse sevgini paylaş sen
ölülerle, yaşadığım sürece hiçbir kadın çekip çeviremez beni…[11]
Kreon
ile Antigone’nin diyalogu iki kutbun diyalogu sayılır bir bakıma. “Kreon için
önemli olan şeyler, devlet, kanunlar ve itaattir. O ataerkil bir düzenin
bireyidir. Antigone ise, insanın kendisine önem vermektedir, onun için en
önemli erdem sevgidir” diyen Fromm’a göre, Oidipus, Thebai’nin kurtarıcısı
olurken, Antigone ile aynı dünya görüşüne sahip olduğunu, yani anaerkil düzenin
bir üyesi ve bireyi olduğunu göstermiştir… Fromm, yorumunu şöyle sürdürür: “Yani bu eser, ataerkil yapıya uygundur.
Böylece eserin gerçek anlamı gizli bir biçimde ortaya konmuştur. Artık ataerkil
sistem tam olarak egemenliğini kurmuştur ve bu mitos da, bunun nasıl
gerçekleşebildiğini aktarmaktadır”[12]. Irigaray
tarafından da “… devletçiliğe dişil başkaldırının temel taşlarından biri ve
otorite karşıtlığının bir misali olarak desteklenip savunulmuştu Antigone”[13]. Bu trajik
kahramanla ilgili yorumlar, yer yer Freud’dan Lacan’a psikanaliz yaklaşımı
ışığında değerlendirmelerin de katıldığı bir alanı kaplamaktadır.
Antigone’nin
öldürüleceğini bile bile zora dayanan yasaya karşı direndiği ortadadır; nefret
değil sevgi paylaşmak için dünyaya geldiğini söylerken adeta bir insanlık dersi
verir. Ama devletin (Kreon’un) yanıtı, sert soğuk ve aşağılayıcıdır: “Git öyleyse sevgini paylaş sen ölülerle,
yaşadığım sürece hiçbir kadın çekip çeviremez beni”. Antigone karşısında
ataerkil bir düzenin katı yasalarının olduğu kesindir bir bakıma. Diğer yandan
bu noktada farklı bakış açıları da söz konusu: “Antigone’nin eylemi aslında
baştan beri muğlaktır, yalnızca başkaldırma eylemi -ağabeyini gömmesi-
bakımından değil, sözlü edimi -Kreon’un sorusunu cevaplaması- bakımından da;
dilde ortaya konan bir edimdir Antigone’ninki” diyen Butler’a göre, “Antigone’nin
kibir denen eril aşırılığa bulaştığı aşamadır bu”. Yani Antigone “yasaya aykırı
bir edimde bulunurken yasanın sesini benimsediği için de erkeksi diye nitelenen
edimler sergiler”[14]…
Edip Cansever’in ilgilendiği, ‘yaşamış bir kadın’ın zor’un
yasasına karşı gösterdiği direnç ve uğradığı ceza yani kayalıklara diri diri
kapatılmasıdır. ‘Salıncak’ şiirinin IV. bölümündeki şu dizeler de ‘o
kayalıklara’ gönderilmiş gibidir: “İşte /
Yaşamış bir kadın yaşıyor orada / Yitmek, hani durmadan yitmek, ulaşmak bir
aşkınlığa / Var ya / Orada / Tek imge kayalardır, işte orada / Yaşar hiç
konuşmadıklarınız, işte orada / Dışa vurmadıklarınız, şimdi orada / Her şey hep
kayalardır; otlar da, böcekler de, sular da / Günler de, zamanlar da / -Görünen
bir zamandır çünkü orada- / Bir el yana düşmemiş, kaldı ki birden havada / Değilse
bir hareket bu, yalnız orada / Orada / Bir ayak boyu yerde, bir kadın /
Bırakılmış gibi yıllarca / Tanrım ona bir salıncak! / Taş kesilmesin diye taş /
Donakalmasın diye boşlukta.” Bu dizeler Medusa mitosuna ilişkin çağrışımlar
da taşıyor ve bir anlamda mitolojik öykülere en çok yaklaşmış dizelerdir
kitapta…
Ahmet Oktay, ‘Şairin
Kanı’ adlı anma yazısında, şiirin yazıldığı dönemin “şair imgesi’nin büyük ölçüde yıkıma
uğradığı dıştalandığı bir dönem’
olduğunu vurgular. Oktay, Cansever’in “Kanıdır
şairin bu hiç sevilmeyen yüz” dizesini anarak şunu ekler: “Doğrusunu
söylemek gerekir: Yalnızca egemen çevrelerce değil, ilerici çevrelerce de sevilmemiştir şair. Ona hep bir görev öngörülmüş ve şair özerk davrandığı anda en ağır biçimde suçlanmıştır”[15].
Egemenlere karşı direnişi değil midir, Şair’e “Nerde Antigone” dedirten?.. Medusa, hem tanrılar hem de insanlar
için ‘sevimsiz’ bir yaratıktır; Cansever’e ‘sürgün medüzalar’ı söyleten, Medusa
ile hem egemenlerin hem ‘halk’ın sevmediği şair arasında bulduğu yakınlık olamaz
mı? Son bir söz: ‘Şairin kanı’ndan hayal ufuklarımızda uçmaya devam eden
şiirler çıktı, Pegasos gibi…
[1] Edip
Cansever, Nerde Antigone (Yerçekimli Karanfil: Toplu Şiirler I
içinde). Üçüncü Basım, İstanbul:
Adam Yayınları, Şubat 1992; s. 102.
[2] Metin
Eloğlu, “Cansever’in İşi Gücü’; bkz. Edip Cansever, Gül Dönüyor Avucumda. İkinci Basım, İstanbul: Adam Yayınları,
1994; s. 79.
[3] Italo Calvino, Amerika
Dersleri: Gelecek Bin Yıl İçin Altı Öneri. Çeviren: Kemal Atakay, 2. Basım,
İstanbul: Can Yayınları 2000; s. 22.
[4] Bu tartışma için bkz. Aydın Afacan, “Calvino’nun Dersleri” (Ankara İtalyan Kültür Merkezi ve Kanguru Yayınları’nın, 31 Ocak 2009’da düzenlediği İtalo
Calvino Konferansı) Calvino’yu Niçin Okumalı? Ankara:
Kanguru Yayınları, Mart 2009; s. 39-50.
[5] Pierre
Grimal, Mitoloji Sözlüğü (Yunan ve Roma), Çeviri: Sevgi Tamgüç, İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1997; s.218.
[6]
Joseph Campbell, Batı Mitolojisi:
Tanrının Maskeleri. Çeviren: Kudret Emiroğlu, 3. Basım, Ankara: İmge
Kitabevi Yayınları, Ekim 2003; s.146.
[7]
agy. s.146-147
[8] Feminizm eksenli tartışmalarda mitoslardan
psikanalize varan bir alanda Luce Irigaray’den Seyla Benhabib’e; Judith Butler’a
birçok adın katkıda bulunduğu önemli bir çalışmalar toplamı söz konusu...
Örneğin, sorunu psikanalizden tarihe, bilimden şiire çeşitli başlıklar altında
feminizm ve mitler bağlamında ele alan yazılardan oluşan bir çalışma için bkz.
Vanda Zajko ve Miriam Leonard (Ed.) Laughing
with Medusa: Classical Myth and Feminist Thought, Oxford Universty Pres 2008.
Bu ve benzeri çalışmaların ışığında yapılacak incelemeler konuya farklı ufuklar
kazandırabilecektir.
[9] Aydın
Afacan, Şiir ve Mitologya: Cumhuriyet
Dönemi Şiirinde Yunan ve Latin Mitologyası. İstanbul: Doruk Yayımcılık,
2003; s. 159-160.
[10]Joachim
Latacz, Antik Yunan Tragedyaları
(Tarihçe-İnceleme-Yorum). Çeviren: Yılmaz Onay, İstanbul: Mitos-Boyut
Yayınları, Tiyatro-Kültür Dizisi: 68, 2010; s. 188-199.
[11]
Sofokles, “Antigone”, Eski Yunan
Tragedyaları I. Çeviren: Güngör Dilmen, 3. Basım, İstanbul: Mitos Boyut
Yayınları Oyun Dizisi: 71, Kasım 2005; s. 88-89.
[12]Erich Fromm, Rüyalar, Masallar, Mitoslar (Sembol
Dilinin Çözümlenmesi). Çevirenler: Aydın
Arıtan, Kaan H. Ökten, İstanbul: Arıtan Yayınevi,1990; s. 226-227.
[13] Judith
Butler, Antigone’nin İddiası: Yaşam ile
Ölümün Akrabalığı. Çeviren: Ahmet Ergenç, İstanbul: Kabalcı Yayınları, Mart
2007; s. 11.
[14] agy.
s. 24. Antigone’yi ‘devlete başkaldıran dişil bir figür olarak’ incelemeye
girişerek ilginç sonuçlara varan Butler’ın yaklaşımına da değinen bir makale için
bkz Bonnie Honig, “Antigone’s Laments, Creon’s Grief” Political
Theory, Volume 37 Number 1, February 2009,
5-43, http://online.sagepub.com… Honig,
Butler’ın ‘inatçı irade’si ve ‘egemen söylemden ödünç’ söz dağarıyla bu söyleme
yaklaşan Antigone’si ile birlikte Irigaray’den Nussbaum’a Lacan’dan Zizek’e
birçok yorumu da ele alıyor yazısında.
[15]
Ahmet Oktay, ‘Şairin Kanı’; bkz. Edip Cansever, Gül Dönüyor Avucumda. İkinci Basım, İstanbul: Adam Yayınları,
1994; s. 236-237.
-------------------------------------------------------------------------
Yayınladığı Yer: Yeniyazı, Sayı: 11, Güz 2011; s.
163-170.
-------------------------------------------------------------------------
ŞİİRLER
Aydın AFACAN
panta rei
panta rei sevgilim, her şey akar
dünya rüzgârlı bir kitap
sayfalar, hevesler, çarşılar akar
ırmağa özenir söz; kavis ve girdap
yeryüzü anılardır
işte, bir sıradağ eğilip bakar da
yollar dillenir
gün yanığı düşler, tirşe efsaneler akar
falında mazi çıkmış kıyı kahvesi
geçmiş yazları sayar
gamzeler açar gülüşün,
eski denizler
ve sözlere akşam çökerken
evler, bahçeler akar
dünya mahmur bir yelkovan
sabahın sesinde bir garip telaş akar
panta rei sevgilim, her şey akar
yolda hep ‘mai’
bir zaman
bir çocuk sürüklenir anılarında
sanki ‘bir rüyadan arta kalan’ sel
gel gör ki, kuruyor etrafta dünya
panta rei sevgilim,
ay ışığı serpilmiş zamanın uykusuna
gün gelir kurak deltalara hayalin akar
İllirya yolunda
Bisele Mneme’ye
gün batı dağına inerken gördüm
rüzgârın içindeydi yaz…
elleri ardında kavuşan dalgınlık
gülerken
iki yanında dağlar biriken
iki yanında Dajti
iki yanında şubat neşesi
öğle güneşinden kalma bir şarkı
aşağıda, yeşil sisler içinde ülken
ansızın kalbinde bulduğun rüya
bulut illeri
anımsadıkça dağ oluyor insan
gelip gelip o solgun İllirya
gibi oluyor gibi duruyor ufkunda
şimdi sen böyle rüzgâra sevgili
yolların arkadaşı
fotoğrafa putunu diken çocuk
kıraç ufkunda bir rüya dili
ansızın burkulan gülümseme
sislerin, şarkıların annesi
bellek, evet, o,
bir tufana dönüşen yağmur lekesi…
elâ deniz
uçurum işlenmiş, elma ve beter
bir dünya
her şey belâ artık her şey belâ
elde değil,
ne vakit susmayı denesem
etrafı birdenbire basan sözcükler
üst üste yıkılmış günler; bir bir
ne o ateş
ne de o asi günah
gül çağına birdenbire çöken kış
elde değil,
kıyıya ne zaman insem
suya baldan ışıltılar döken o bakış
ve dünyayı denize bulayan öpüş
ama ağulanmış dudağındaki iksir
bir hatırada solan begonvil;
‘elâ gözlerinde yeşil hareler’…
ne tuhaf, rüyada toplanmış yıllar
heves ya da eşya
ne çaldıysa rengini artık
aşk sözcükleri bozgun
acı dil; rüyasına zakkum girmiş
kanatlı bir fısıltı, göğünde elâ bulutlar
ıssız ‘ve’ yarımada…
‘İşte kum işte vücudum’
Tristan
Tzara
hiçbir yer!.. işte, o uçurum içimizde
ufukta taşlaşan öğlen
avluya gerilmiş o kızgın zaman…
benzerinde inlermiş dağlanan gövde
öyle der, kafeste o yanık çağ
kaskatı kesilen oluş
çakıldan sızan keder…
kanda sessiz ve ağır dağılan balyoz
toz… zerreye uğramış burçlar kaleler
bu denli zalim olabilir mi öğlen?
durduğun yer boş…
-ah, o boşluktur belleği biçen-
hiçbir şey,
ne başak ne gövde ne tırpan
ne ‘mağlûbun’ susuzluğu
ne öğlen ıssızlığı ne de ‘Pan’!
atlas ve deniz… köpükten doğma periler
işte belleğinde o batık coğrafya!..
işte… yoksun ve orada değilsin,
ne o avunan bakışlar
ne o ‘kalbi’ sözler
ne de zamanın gülüşü hâtırâlara
yarısı bir ada… kanayan bir yazmış meğer
‘katre’
gül sesi, gün incesi, billûr patika...
işte yağmur kalıntısı bir damla,
süzülür ve camda bir tansık: yüzün!..
yeniden açar gün
ve ince leylaklar
edinir
eski bir ilkyaz hâtırâsından
bir müjde mi, gecenin gülünden sızan?..
dün ışıklarla dans eden yağmur
şimdi esrik damla
bizi sevişmeye çağıran güzel kehanet...
tenden esiyor rüzgâr
aşk sözcükleri, ateşîn fısıltılar
göğe gizli bir ırmaktan tüten buhurdan...
tanyeri, tazelik, mahmur düşünce...
orada uzaktadır o mahzun o seyyâl
ve orada
ince ışıltılarla
engin deniz, burkulan tuz,
kıyıya uzak masallar yığan dalgalar...
gül sesi,..
hayatın o güzel armağanı: hayâl!..
leb-i derya
öptüm, ürperdi dudaklarında tuz
ilkyazdı; mavi masalda sabahtı henüz
sonra zaman dağılır, gam dalgaları,
acı seslenir; giderek, anılar ve güz…
‘boş düşler’in izini mi sürer bellek?
kaya soğuk, dil kurumuş, gönül ıssız…
orada hep başka bir dünya hayâliydin
dudağından içtim de kamaştı deniz
kıyıda buruk güneşler açan gül, geldin
ve çekildin; ‘boşluk’, kıyıda o soğuk iz!..
‘kara diyalog’
göl der ki,
su ayaklanmış, o siyah bakış
değince
sanki
yırtılan sesteki akkor; kararan
bir martı
bir kadın veda mırıldanır
kara gözlerinde o mükedder ışıltı
yağmur karanlığına şükreden ve
onunla sessizce birleşen kara bir
ırmaktı
göl der ki,
suya ‘sim’ düşmüş de sonra
kararmış
sanki
yağmurdur kadın, çiseleyen bir
bakış
bilinmez nerede büyür karanlık
içinde dağıldığımız bu rüya
tuhaf bir yağmur
güyâ uzak, tenha denizlere
yağarmış
göl der ki,
gözyaşı eski bir pınarın
ışıltısıdır
sanki
her şey ‘siyâh’ o aynada
söylenir sisli yıllar, ‘mâî’
de kararır
ya bu parlak ve yapışkan ‘şimdi’?
görmez yağmurun inceliğini…
söz kitaba çekilir, su ise
masaldadır
‘öteki’ ada...
yalnızlık, insanda fark edilir, hay,
orada tuhaf hayâller esen
hind’e doğru bir ada
oraya koymuşlar, gördük
orada mavide bir / iz
her yan, yer,
gök, deniz, say!..
ince bir iplikteniz aslında
devrildi sal,
ve kayboldu adam,
burkuldu, annesi bir ceylan olan
masal...
büyüdü mağribin ucunda deniz, hay,
burada mı biter yeryüzünün sınırı
sonunda bir yere vardık ki,
ayak bastığımız yer
puslu
bir kumsal,
deniz kabukları, yıldız
iskeletleri...
bunlar bizim kalıntılarımız, vay!
ne varsa arda kalan,
katılsın
düşlerimize
birden bir deniz kızı oluyor
kayık
ve birden, alıcı kuş sesleri
karışıyor denize...
gide gide, koca bir yalnızlık, hay!..
akar ‘insanlık’, toprak
ile bir
akar
uzaktan hücrelerimizi yakan bir
şarkı...
sonra bir yalan: ‘uygarlık’...
diyor ki biri, en ıssız ada insandır
ve biz burada yalnızız
ki, aşkı da deliliğe say!..