Şair ve yazar, mütefekkir (D. 22 Ocak 1933, Ergani / Diyarbakır – Ö. 16 Kasım 2021, İstanbul). Babası Yasin Bey, Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas cephesinde çarpışırken Ruslara esir düşmüş olan orta hâlli bir tüccardı. Dedesi Hüseyin Bey de Plevne Savaşına katılmış, Gazi Osman Paşa’nın takdirini kazanmış yiğit bir kişidir. Annesi Emine Hanım ev hanımıydı. Sezai Karakoç’un çocukluğu Ergani, Maden ve Piran’da geçti. İlkokula Ergani’de başladı (1938) ve burada bitirdi (1944). Maraş Ortaokuluna parasız yatılı olarak (1944) kaydoldu. 1947 yılında Gaziantep’te, yine parasız yatılı olarak, lise öğrenimine başladı. 1950 yılında Gaziantep Lisesinden mezun oldu. Aynı yıl, bünyesinde parasız yatılı kısmı bulunan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine sınavla (1950) girdi. Bu okulun Maliye Bölümünden 1955 yılında, bir yıl gecikmeyle mezun oldu.
İlkokul, ortaokul ve lise
yıllarında okulun en dikkat çekici öğrencisi oldu. İlkokul öğrenciliği
yıllarında Battal Gazi kitaplarını, Ahmediye ve Muhammediyeleri okuyarak,
dinleyerek büyüdü. Ortaokuldayken Namık Kemal, Ziya Paşa, Tevfik Fikret, Ziya
Gökalp, okuduğu, bildiği yazarlar arasındadır. Lisede okuma listesine Batı
klâsiklerini de ekledi. Üniversite öğrenimine başladığında Doğu ve Batı
klâsiklerinin çoğunu okumuştu. Üniversite öğrenimi sırasında, daha birinci
sınıftayken asistanlık teklifi aldıysa da bu teklifin üzerinde durmadı. Liseyi
bitirince felsefe öğrenimi görmek istemişti, sonra ilâhiyat okumak istedi.
Ancak bu iki okulda öğrenim görmesi mümkün olmadı.
Sezai Karakoç Siyasal Bilgiler
Fakültesi sınavlarına girdi, sonuçları beklemek için İstanbul’a, Necip Fazıl’la
tanışmaya gitti. Büyük Doğu’yla
ise ortaokul yıllarında tanışmıştı. Ortaokul ve lise yıllarında tutkulu bir Büyük Doğu okuyucusu oldu. 1950’li
yıllarda bizzat tanıştığı Necip Fazıl’dan bir daha ömrü boyunca ayrılmadı.
1950’li yıllarda bir yandan Büyük Doğu’nun
sanat edebiyat sayfalarını yönetti, bir yandan da Büyük Doğu’nun her işine koşturdu. Necip Fazıl’la, senetlerine
kefil olacak kadar yakınlık kurdu. SBF’den sonra, 30 Kasım 1955 tarihinde
Maliye Bakanlığında, Hazine Genel Müdürlüğü Dış Tediyeler Muvazenesi bölümünde
çalışmaya başladı. Burada çalışırken girdiği maliye müfettiş yardımcılığı
sınavını kazanarak 11 Ocak 1956’da maliye müfettiş yardımcısı oldu. 3 Şubat
1959’da İstanbul’a gelirler kontrolörü olarak atandı. Görevi gereği yurdun
birçok yerini görme imkânı buldu.
1 Temmuz 1960-30 Aralık 1961
tarihleri arasında askerlik görevini Ankara ve Ağrı’da (Karaköse) tamamladı.
Sezai Karakoç, Ankara Piyade Okulunda altı ay yedek subay öğrenciliği yaptıktan
sonra Ağrı’ya tayin edildi; Ağrı’da da altı ay asteğmen, altı ay da teğmen
olarak görev yaptı. Askerlik dönüşü memuriyete devam etti. Edebiyat
çalışmalarına daha çok vakit ayırabilmek için 21 Haziran 1965 tarihinde resmî
görevinden istifa etti; fakat altı yıl sonra, 1971 yılında tekrar bakanlıktaki
görevine döndü ve gelirler kontrolörü oldu. Daha sonra Gelirler Genel Müdürlüğü
İdari Davalar Müşavirliği görevini yürüttü. Ne ki aynı gerekçeyle 1973 yılında
resmî görevinden tekrar istifa etti. Bu tarihten itibaren herhangi bir resmî
görev almadı. 26 Mart 1990’da şiir ve yazılarında, dergilerinde, kitaplarında
ortaya koyduğu dünyayı gerçekleştirmek için Diriliş Partisini kurdu. Yedi yıl bu
partinin genel başkanlığı görevini yürüttü. Diriliş Partisi, 19 Mart 1997’de
siyasi partiler kanunu gereğince, Türkiye’deki il sayısının yarısında
şubelerini açmadığı ve üst üste iki seçime katılmadığı gerekçesiyle kapatıldı.
İlk yazıları 1950’li yıllarda Büyük Doğu’da yayımlanan Sezai
Karakoç, 16 Aralık 1963’ten itibaren değişik aralıklarla Yeni İstanbul gazetesinde, “Karakoç”
imzasıyla, “Farklar” başlığı altında günlük yazı yazmaya başladı. Bu tarihten
önce düzensiz aralıklarla haftalık Yeni
İstiklâl gazetesinde de çeşitli yazıları çıkmıştı. Sezai Karakoç’un
günlük yazıları düzenli bir şekilde 1963’ten itibaren Yeni İstanbul gazetesinde başladı. 4 Aralık 1967’de Babıâlide Sabah gazetesinde yazmaya
başlayan Sezai Karakoç’un buradaki yazarlığı on ay sürdü. 1 Temmuz 1974’te Millî Gazete’de “Sûr” başlığı altında
devam eden gazete yazarlığı 31 Ağustos 1974’te tamamlandı. Diriliş’i tekrar çıkarabilmek için
buradaki yazarlığına son verdi, bu tarihten itibaren Diriliş dergisi dışında hiçbir yerde yazmadı.
Diriliş dergisi ve düşüncesi Sezai Karakoç adıyla özdeşleşti.
Dünya savaşlarından yenik çıkan İslâm dünyasının yeniden dirilişini amaç
edindi. Bu uğurda, yazı hayatı boyunca diriliş kavramı çevresinde zinde bir
bilinç uyandırmaya çalıştı; başta şiir, siyaset ve düşünce olmak üzere, dünya
Müslümanlarının uyanışına eserleriyle emek verdi.
Tüm edebiyat ve düşünce hayatını
“diriliş nesli” dediği yeni bir gençliğin yetişmesine adayan Sezai Karakoç’ta
diriliş düşüncesi, bir odak noktasıdır. Düşünce dünyasını sistematize eden
diriliş kavramını ilk kez 1954 yılında kullandı. 1954 kışında bir arkadaşıyla
birlikte Yeni Ay adlı bir dergi
çıkarmaya karar verdi. Bu dergi edebiyat kadar, hatta daha ziyade, siyasete de
yer verecekti. Derginin ilk sayısında Sezai Karakoç’un Tunus ve Cezayir’deki
bağımsızlık savaşlarını konu alan, “Bir
Milletin Basübadelmevti” başlıklı bir yazısı vardır. Dönemin zor
şartlarında, dergiyi dağıtıma vermeden önce prova baskıyı savcıya götürüp
incelemesini isterler. Dergiyi inceleyen savcının kanaati şöyledir: “Siz deli misiniz? Derginiz derhal toplatılır
ve siz de içeri girersiniz.” Bunun üzerine dergiyi dağıtıma vermekten
vazgeçerler. Savcının yanlarında yolladığı iki polis nezaretinde bütün dergiler
imha edilir. Sezai Karakoç bu yazıyı, aynen, 1960’ta çıkan Diriliş’e aldı (Diriliş sayı: 1, Nisan 1960). Bu
yazı, Mehmet Yasin imzasıyla Yeni
İstiklâl’de bir kez daha yayımlandı. Yeni İstiklâl, sayı: 18, 19 Nisan 1961. Böylece Sezai Karakoç’un
ilk dergi denemesi sonuçsuz kaldı. Fakat bir yıl sonra, SBF son sınıftayken, Diriliş’ten önce, iki sayı süren Şiir Sanatı adında bir dergi
çıkarmayı başardı. Fransız şairlerinden yaptığı çevirilerle, Orhan Veli (Garip)
akımının yalınlaştırdığı şiir ortamına bir lirizm aşısı yapan dergide; Sezai
Karakoç, Cemal Süreya, Gülten Akın, Orhan Duru, Muzaffer Erdost, M. Rami Ayas,
Seyfettin Başçıllar, Erdal Öz, M. Nuri Pakdil, Güner Başar, Nahit Güçlü, Baha
Galip Tunalıgil, Abdullah Rıza Ergüven ve Şahinkaya Dil’in şiirleri yer aldı.
İlk sayısı 15 Ocak 1955’te, ikinci
sayısı 15 Şubat-15 Mayıs 1955’te çıkan ve geniş bir ilgi uyandırmasına rağmen
dergi ekonomik nedenlerle kapandı. Ekonomik gerekçe, sadece Şiir Sanatı’nın değil, Diriliş dergisi ve yayınlarının da
yakasını hiçbir zaman bırakmadı, her zaman birinci dereceden önemli bir mesele
olarak kaldı.
Sezai Karakoç’un adıyla özdeşleşen
Diriliş dergisi 7 döneme
ayrılarak incelenebilir: 1. Diriliş
dergisi birinci dönem: Nisan 1960-Mayıs 1960: 2 sayı. Derginin ikinci sayısı
bayilere dağıtılırken sıkıyönetim ilân edildi, 27 Mayıs 1960 darbesinin gergin
ortamında dergi çıkarmanın zorlukları göz önüne alınarak derginin yayımına ara
verildi. 2. Diriliş dergisi
ikinci dönem: Mart 1966-Ocak / Şubat / Mart 1967: 12 sayı. Sezai Karakoç, 1965
yılında memuriyetten istifa etti; fakat umduğunu bulamadı. Ekonomik sorunlar
yüzünden memleketi Ergani’ye dönmeye karar verdi. Bir arkadaşının Sezai
Karakoç’u bu kararından vazgeçirmek için Diriliş’in
tekrar çıkmasını sağlamasıyla memleketine dönmek fikrinden vazgeçti. 3. Diriliş dergisi üçüncü dönem: Ekim
1969 / Temmuz 1970: 12 sayı. Ekim 1970 / Ocak 1971: 4 sayı: Toplam 16 sayı.
Dergi 16 sayı çıktıktan sonra dönemin karışık toplumsal olaylarının elvermemesi
ve Karakoç’un iki kitabının yasaklanması sebebiyle bir kez daha kapandı. 17
Ekim 1967’de İslâm’ın Dirilişi
hakkında toplatma kararı çıktı. Sezai Karakoç bu kitabı yüzünden İstanbul 4.
Ağır Ceza Mahkemesinde 163. maddeden yargılanmaya başladı. Aynı yıl, bu davayla
uğraşırken bu sefer Yazılar
adlı kitabı toplatıldı. Bu kitabı hakkında da İstanbul 3. Ağır Ceza
Mahkemesinde 163. maddeden dava açıldı. Kitap İslâm, Farklar
ve Dirilişin Çevresinde adlı
kitapların tek ciltte toplanmasıyla oluşturulmuş, borca karşılık bir defaya
mahsus olmak üzere basılmış bir kitaptır. Sezai Karakoç, İslâm’ın Dirilişi adlı kitabı
sebebiyle sekiz yıl mahkûmiyetle yargılandı. İlk başta tutuklu olarak
yargılandığı için bir süre sokağa çıkamadı. Sonradan tutuksuz yargılanmasına
karar verildi, davalarına gidip gelmeye başladı.
Bu davalardan dolayı Sezai
Karakoç, zor günler geçirdi. Davalar (namı diğer “Diriliş Davaları”) 1967’den
1974’e kadar sürdü. İslâm’ın Dirilişi
kitabından dolayı bir yıl, bir ay, on gün hapis, bir yıl da sürgün cezası aldı.
Yazılar kitabından da altı ay
hapis cezası alan Sezai Karakoç’un bu cezası paraya çevrilip tecil edildi,
1974’teki genel afla da düştü. Davaların
neticelenmesinden sonra Diriliş Yayınlarını kurup kitaplarını yeniden çıkarmaya
başladı. 1974 yılından önce Diriliş Yayınları başlığıyla bir iki yayın yapıldıysa
da bunlar düzenli olmadı. Bu yüzden Diriliş Yayınlarının asıl kuruluş tarihi
1974 kabul edilebilir. Bu tarihten itibaren Sezai Karakoç’un kitapları düzenli
bir şekilde sadece Diriliş Yayınlarından çıktı.
4. Diriliş dergisi
dördüncü dönem: Eylül-Ekim 1974 / Şubat 1976: 18 sayı. 6 Mayıs 1976 / 3 Ağustos
1978: 42 sayı: Toplam 60 sayı. Diriliş
dergisi bu dönemde 19. sayısından itibaren haftada iki gün (Pazartesi ve
Perşembe) yayımlanan bir günlük gazeteye dönüştü. Bu dönem dergide İsmet
Özel’in de dört şiiri yayımlandı. “Edebiyat
dünyasında, ismen tanıyıp şiirine büyük değer verdiğim bir Sezai Karakoç vardı.
Onunla tanışmanın yolunu arayıp buldum.” diyerek Sezai Karakoç’a gelen
İsmet Özel, hayatındaki yeni dönemin ilk şiiri olan “Amentü”sünü de Diriliş’te yayımladı. 5. Diriliş dergisi beşinci dönem: Ekim
1979-Eylül 1980: 12 sayı. 6. Diriliş
dergisi altıncı dönem: 7 Ocak 1983-16 / 17 Haziran 1983: 161 sayı. Diriliş bu dönem günlük gazete olarak
çıktı. 7. Diriliş dergisi
yedinci dönem: 23 Temmuz 1988 / 5 Şubat 1992: 133 sayı. Diriliş dergisi, son diyebileceğimiz bu döneminde, haftalık
dergi olarak yayımlandı. Derginin bu döneminde Sezai Karakoç’un hatıraları da
yer aldı. Bu dönem, 5 Şubat 1992’deki 131-132-133. birleşik sayıyla son buldu.
Diriliş dergisi, bir edebiyat ve sanat dergisi olmasının yanı
sıra, İslâm düşüncesi ve siyasetinin şekillendiği bir yayın organı da oldu.
Dergide telif kadar tercümeye de önem verildi; ana kaynak olarak Doğu ve Batı
klâsiklerinin yanı sıra, çağdaş şair ve yazarların eserlerine de sıkça yer
verildi. Bir taraftan Seyyid Kutup, Mâlik b. Nebi, Muhammed Hâmidullah,
Mevdudi, Hasan en-Nedvi, Malcolm X, Muhammed İkbal, S. Hüseyin Nasr Türk
okuyucusuyla tanıştırılıp, çağdaş Afrika edebiyatı tercüme edilirken, bir
taraftan da başta Mesnevi olmak
üzere Kuşeyri, İbni Hazm, Bahaeddin Nakşibend, Mehmet Fenaî, Niyazi Mısrî,
Lâtifi Çelebi, Muhyiddin Arabî, Firdevsî, Aziz Mahmut Hüdai, Mütenebbi... gibi
klâsikler tercüme edildi. Doğu kadar Batı düşüncesi ve edebiyatına da açık olan
Diriliş’te pek çok şair ve
yazar tercüme edildi. Bunlardan bazıları şöyledir: Kierkegaard, Heidegger, Karl
Jaspers, René Guénon, Erich Fromm, Goethe, Rimbaud, Alain, A. J. Toynbee,
Rilke, Valéry, Ezra Pound, O. Paz, A. Gide, S. Zweig, T.S. Elliot, Ionesco, J.
Prévert, Guillevic, Edgar Morin, A. Malraux, P. Claudel, Virginia Wolf, W.
Faulkner, Tenesee Williams, Dylan Thomas, W. Blake, W.H. Auden, Gérard de
Nerval, S. Quasimodo, Max Jacob... Yayın hayatı boyunca birçok şair ve yazarın
ilk şiirleri, ilk yazıları Diriliş’te
yayımlandı. Bugün edebiyat ortamında yer alan pek çok şair ve yazar Diriliş’ten geçti.
Kurtuluş Kayalı’nın ifadesiyle,
sistem sahibi ilk düşünce adamımız olan Sezai Karakoç, sadece modern şiirimizin
değil, bir bütün olarak Türk şiirinin en büyük şairlerinden biridir. İlk defa lise
üçte şiir yazmaya başladı. Kendini denemek için, yazdığı şiirlerden birini o
zamanlar büyük bir tutkuyla takip ettiği Büyük
Doğu’ya gönderdi, “Sabır” başlıklı bu şiir, Büyük Doğu’nun 19. sayısında Mehmet Leventoğlu müstearıyla
yayımlandı (Büyük Doğu, sayı:
19, 17 Şubat 1950). Bu şiirde kullandığı Leventoğlu soyadı Karakoç’un ailesinin
namıdır. Leventoğlu ailesi, soyunda sipahi ağaları da bulunan köklü bir
ailedir. Soyadı kanunu çıktığında aile Leventoğlu soyadını almak istedi; fakat
paşa, zâde, oğlu... gibi unvanları kullanmak yasaklandığı için Karakoç soyadını
aldı. Yayımlanan ilk şiirindeki Mehmet Leventoğlu müstearının dışında, yazı
hayatı boyunca Sezai Karakoç, Zülküf Canyüce, Sait Yeni, M. Cemil, Mehmet
Yasin, M. Yasin, Mehmet Yasinoğlu, kısa bir süre Zafer Karip, M.B.Y., S.K.,
S.Y., M.L., M.Y., M.S. Karakoç, Mehmet C. Güneş müstearlarını da kullandı. Diriliş dergisinde birçok yazısını
Diriliş veya D. olarak imzaladı, birçok yazısına da imza koymadı.
Sezai Karakoç’un şiirleri Büyük Doğu, Hisar (1951-54), Mülkiye
(1952-53), İstanbul (1953-57) Şiir Sanatı (1955), Hamle (1955), Pazar
Postası (1957-58), Türk Yurdu
(1959), Hür Söz (1961), Soyut (1965), Hilâl (1965) ve Diriliş
(1960-92) dergilerinde yayımlandı. Sezai Karakoç’un ikinci şiiri “Rüzgâr” Hisar (Şubat 1951) dergisinde çıktı.
“Mona Roza” şiiri 1950’li yılların başlarında büyük ilgi görmüştü. Sezai
Karakoç’la birlikte 1950’li yıllardan itibaren Türk şiirinde yeni bir dönem
başladı. İlk şiirlerinde Orhan Veli (Garip) akımına karşı duran bir hece ısrarı
gösteren Sezai Karakoç, bu şiirleriyle Necip Fazıl’ı bütünüyle özümsediğini
gösterdi. “Monna Rosa” şiiriyle bir yandan geçmiş şiir kültürümüze sahip
çıkarken, bir yandan da sonradan İkinci Yeni olarak adlandırılacak yeni şiirin
birçok unsurunu bünyesinde taşıdı. 1950’li yılların başlarında yazdığı şiirler
kadar şiir eleştirileriyle de kuşağının etkili bir adı oldu. Sezai Karakoç’un
önderliğinde Orhan Veli etkisini aşarak gerçek karakterini bulan modern
şiirimiz, yine gerçek anlamda serbest vezne geçti.
Sezai Karakoç 1968’de MTTB Millî
Hizmet Armağanını, 1970 yılında sürgündeki Macar yazarlarının takdir ve
şükranlarının nişanesi olarak Gümüş Hürriyet Madalyasını, Hikâyeler kitabıyla 1982’de Hikâye
Ödülünü kazandığı Türkiye Yazarlar Birliğinin 1988’de Üstün Hizmet Ödülünü,
1991’de yapılan XII. Dünya Şairleri Kongresinde World Academy of Art and
Culture Ödülünü aldı. Adı, doğduğu il olan Diyarbakır’da bir bulvara verildi.
Vefatı:
Sezai Karakoç, 16 Kasım 2021 Salı günü
İstanbul’da vefat etti.Şehzadebaşı Camii'nde düzenlenen törenin ardından son
yolculuğuna uğurlandı. Ünlü şair, "Şehzadebaşı'nda Gün Doğmadan"
şiirinde "Yerleşecek yer aramamak, caminin avlusunda, soğuk bir taşa
oturmak, gün doğmadan Şehzadebaşı'nda" satırlarına yer vermişti. Sezai
Karakoç mısralarındaki o yere defnedildi
Törene, TBMM Başkanı Mustafa Şentop, Cumhurbaşkanı
Yardımcısı Fuat Oktay, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Sağlık Bakanı
Fahrettin Koca, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, AK Parti İstanbul Milletvekili
Binali Yıldırım, TBMM eski Başkanı İsmail Kahraman, Diyarbakır Milletvekili Mehmet
Mehdi Eker, İstanbul Valisi Ali Yerlikaya, AK Parti Genel Başkanvekili Numan
Kurtulmuş, AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal, AK Parti Grup Başkanvekili
Muhammet Emin Akbaşoğlu, İstanbul Kültür ve Turizm Müdürü Coşkun Yılmaz, İlim
Yayma Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı ve Dünya Etnospor Konfederasyonu Başkanı
Bilal Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, AK Parti
İstanbul İl Başkanı Osman Nuri Kabaktepe ile yakınları ve sevenleri katıldı.
Karakoç için cenaze namazı kılındı, helallik
alındı. Karakoç törenin ardından Şehzadebaşı Camii'nin haziresine defnedildi.
Mısralarında Yer Vermişti
Sezai Karakoç "Şehzadebaşı'nda Gün
Doğmadan" şiirinde "Yerleşecek yer aramamak, caminin avlusunda, soğuk
bir taşa oturmak, gün doğmadan Şehzadebaşı'nda" satırlarına yer vermişti
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın eşi
Emine Erdoğan, şair, yazar ve fikir adamı Sezai Karakoç'un vefatı dolayısıyla
sosyal medya hesabından başsağlığı mesajı paylaştı.
Emine Erdoğan, mesajında, "Diriliş şairi,
büyük dava ve fikir insanı Sezai Karakoç'un vefatını büyük bir üzüntüyle
öğrendim. Onun dünya sürgününün bittiği yerde bizim büyük hasretimiz başladı.
Kendisine Allah'tan rahmet, ailesine sabır diliyorum. Hepimizin başı sağ
olsun." ifadelerini kullandı.
Taziye mesajları
Cumhurbaşkanlığı Kabinesi üyeleri, siyasi
parti temsilcileri, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun,
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın şair, yazar ve fikir adamı Sezai
Karakoç'un vefatı dolayısıyla sosyal medya hesaplarından başsağlığı mesajı
paylaştı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 88
yaşında hayata veda eden şair, yazar ve fikir adamı Sezai Karakoç için taziye
mesajı yayımladı.
Kılıçdaroğlu, Karakoç'un vefatı dolayısıyla
Twitter hesabından paylaşımda bulundu.
Kılıçdaroğlu, "Şair, yazar ve fikir
insanı Sezai Karakoç’un vefatından dolayı derin üzüntü duydum. Sezai Karakoç’a
Allah’tan rahmet, tüm sevenlerine başsağlığı ve sabır diliyorum."
ifadesini kullandı.
Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, paylaşımında,
"Sezai Karakoç dünya sürgününü bitirip En Sevgiliye kavuştu, bize dizeleri
ve fikirleri kaldı. Diriliş Neslinin rehberi Sezai Karakoç'a Allah rahmet
eylesin. Başımız sağ olsun." ifadelerini kullandı.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Derya Yanık
mesajında, "Bir neslin öncü şahsiyeti, mısralarıyla ilham olan fikir adamı
Sezai Karakoç 'gerçek hayata' irtihal etti. Rabbim mekanını cennet
eylesin." ifadelerine yer verdi.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat
Bilgin, "Bu hepimiz için çok acı bir haber. Ülkemiz çok büyük bir
değerini, medeniyetimiz önemli bir şair ve fikir adamını kaybetti. Üstat Sezai
Karakoç'a Allah'tan rahmet, milletimize başsağlığı diliyorum."
paylaşımında bulundu.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı
Murat Kurum, paylaşımında, "Diriliş neslinin şairi üstat Sezai Karakoç'a
Cenabı Allah'tan rahmet, ailesine, edebiyat dünyamıza ve sevenlerine başsağlığı
diliyorum. Rabbim mekanını cennet, makamını ali eylesin." ifadelerine yer
verdi.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, "Fikir
dünyamızın rehberlerinden, Diriliş Nesli'nin öncüsü, Yedi Güzel Adam'dan, Üstat
Sezai Karakoç 'dünya sürgünü'nü tamamlayarak 'en sevgili'sine kavuştu. Rabbim
mekanını cennet, makamını ali eylesin inşallah." mesajını paylaştı.
Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy,
"Ülkemizin yetiştirdiği kıymetli düşünürlerden, siyaset insanı, şair ve
yazar Sezai Karakoç'un vefatını üzüntüyle öğrendim. Kültür ve Sanat Büyük Ödülü
sahibi olan merhuma Allah'tan rahmet, ailesine ve yakınlarına başsağlığı diliyorum.
Milletimizin başı sağ olsun." ifadelerini paylaştı.
Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer,
"Şiirimizin ve fikriyatımızın büyük ismi Şair Sezai Karakoç'un vefatını
üzülerek öğrendim. Üstada Allah'tan rahmet, ailesi, yakınları ve edebiyat
dünyasına başsağlığı dilerim. Mekanı Cennet olsun." paylaşımını yaptı.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, "Sezai
Karakoç'u kaybettik. Bilgemiz, şairimiz artık aramızda değil. Başımız sağ
olsun." paylaşımında bulundu.
"Mekke, Medine, Kudüs şahidi olsun"
AK Parti Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş
mesajında, "Zamana adanmış sözleriyle diriliş neslinin yetişmesinde büyük
emeği olan, büyük mütefekkir, şair, üstat Sezai Karakoç dünya sürgününü
bitirerek Hakk'a yürüdü, en sevgiliye vasıl oldu. Mekanı cennet, makamı ali,
hepimizin başı sağ olsun. Mekke, Medine, Kudüs şahidi olsun." ifadelerine
yer verdi.
AK Parti Genel Başkanvekili Binali Yıldırım
ise mesajında "Büyük şair ve fikir adamı üstat Sezai Karakoç'a Allah'tan
rahmet, ailesine, yakınlarına sabır ve başsağlığı diliyorum." ifadelerini
kullandı.
AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik, "Büyük bir
mütefekkiri, yücelerde gezen kelimelerin sahibini, Diriliş'in şairi Sezai
Karakoç'u kaybettik. Milletimiz için büyük bir kayıp. Allah rahmet eylesin.
Mekanı cennet olsun. Büyük bir şair, asil bir mütefekkir ve gerçek bir insanın
kaybını yaşıyoruz. Düşüncesiyle şiiri, şiiri ile hayatı hakikatin arayıcısı
oldu her zaman. Asil bir hayatın abidesiydi. Diriliş yolunu şiir gibi yürüdü.
Bu yoldan alıkoyacak hiçbir şeye yüz vermedi. Asil yollarda yürüyen dizelerin
ve cümlelerin sahibiydi. Her anlamda hakikiydi." paylaşımını yaptı.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin
Altun da sosyal medya hesabından paylaştığı mesajında, "Doğunun yedinci
oğlu, büyük mütefekkir ve şair Sezai Karakoç ağabeyimiz 'en sevgili'ye kavuşmuş.
Ruhu şad, mekanı cennet olsun." ifadelerini kullandı.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın
mesajında "Diriliş şairi üstat Sezai Karakoç rahmet-i Rahman'a kavuştu.
Örnek bir hayat, sağlam bir fikir örgüsü ve büyük bir edebi miras bıraktı
geride. Mevla mekanını cennet, makamını ali, ruhunu şad eylesin."
ifadelerini kullandı.
İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener,
Karakoç'un vefatı dolayısıyla Twitter hesabından yayımladığı mesajında şunları
kaydetti:
"Yüreğinden geçenleri fikirleriyle
harmanlayarak Türk edebiyatına kavuşturan, değerli fikir ve gönül insanı Sezai
Karakoç'u kaybettiğimizi üzüntüyle öğrendim. Merhuma Yüce Allah'tan rahmet,
ailesi ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. Mekanı cennet olsun."
BBP Genel Başkanı Mustafa Destici mesajında,
"Ülkemizin önemli edebiyat ve fikir insanlarından Sezai Karakoç'u
kaybettik. 'Dünya sürgünü' sona eren ve 'En Sevgilisi'ne kavuşan, Türk
milletinin onurlu ve asil evladına Cenab-ı Allah'tan rahmet, ailesine,
yakınlarına, sevenlerine ve milletimize sabır ve başsağlığı diliyorum."
ifadelerini kullandı.
Saadet Partisi Genel Başkanı Temel
Karamollaoğlu yayımladığı mesajında, şunları kaydetti:
"Uzatma dünya sürgünümü benim.' niyazında
bulunmuştu. Cenab-ı Hakk, duasını bugün kabul buyurdu. Şair, yazar ve
mütefekkir, Yüce Diriliş Partisi Genel Başkanı Sezai Karakoç'a Allah'tan
rahmet, ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. Mekanı cennet, makamı ali
olsun."
Sezai Karakoç Eserleri İçin Ne Dediler?
“Bir
anlamda İkinci Yeninin babası sayılan ve Sıkı Şairlerden ya da Sivil Şairlerden
Sezai Karakoç...” (Ece Ayhan)
***
“Köpük şiiri dergilerde parça parça yayımlanırken bile birçok şairin
ilgisini çekmiş, yılın en iyi
şiirlerinden biri olarak övülmüştü.” (Memet Fuat)
***
“Ruhun Dirilişi beni en çok etkileyen kitaptır. Yirmi ciltlik peygamberler tarihine gerek
yok; Yitik Cennet var ya.”
(İsmet Özel)
***
“Hızırla Kırk Saat’e destan ağırlığı taşıyan, insana bu baskıyı yapan bir roman diyeceğim
gelir. Asırların amacı olarak
biriken bir medeniyetin iç romanı. Fakat bir yerde de çabuk bir deyişle, bir açıklamayı da mümkün kılacağı için, bir opera.” (Cahit Zarifoğlu)
***
“Bir
Sezai Karakoç vardır Sayın Cumhurbaşkanım. (…) Kendi hâlinde alçakgönüllü bir insandır; ama alelâde bir insan değildir. Milletlerin tarihinde ancak beş yüz yılda, bin yılda bir tesadüf edilen ve bu mesut
tesadüfle o milletlerin kültür ve sosyal hayatlarında büyük değişikliklere
sebep olan bir sanat ve fikir adamıdır o. Bizim sanat ve düşünce hayatımızda Mevlâna ve Yunus’tan beri eşine
benzerine rastlayamadığımız bir şair, bir mütefekkirdir.” (Ömer
Öztürkmen)
***
“Sezai Karakoç, bizim
daha önce bahsettiğimiz şiirlerinden sonra, hem ifade tarzını geliştirdi, hem de kendisine has derin, büyük, insicamlı,
geleceği olan bir dünya kurdu. Onun, propaganda dolayısıyla adları çok duyulan ve haksız bir şöhrete
ulaştırılan şairlerden daha üstün bir değere sahip olduğu muhakkak. İlerde, zaman şiir ağaçlarını silkeleyince, dikkatli araştırıcıların Sezai Karakoç üzerinde duracaklarını sanıyorum.”
(Mehmet Kaplan)
***
“İlhan Berk’in, nesre
çevrilemeyecek anlam aradığı yeni şiir kavramına, yine Pazar Postası’nda çıkmış, sözgelişi, şiirimizi götürücülerden Karakoç’un Balkon’u girer mi? Ölçülü, içten, efendice bir
şiir olan Balkon’u gerek şiir, gerek
nesir yönünden kim anlamsız bulabilir?” (Attilâ İlhan)
ESERLERİ:
Şiir:
Körfez (1959), Şahdamar
(1962), Hızırla Kırk Saat (1967),
Sesler (1968), Taha’nın Kitabı (1968), Gül Muştusu (1969), Şiirler I (Hızırla Kırk Saat) (1974), Şiirler II (Taha’nın
Kitabı, Gül Muştusu)
(1974), Şiirler III (Körfez, Şahdamar, Sesler)
(1974), Şiirler IV (Zamana Adanmış Sözler) (1975), Şiirler V (Ayinler) (1977), Şiirler
VI (Leylâ ile Mecnun)
(1980), Şiirler VII (Ateş Dansı) (1987), Şiirler VIII (Alınyazısı Saati) (1989), Şiirler
IX (Monna Rosa) (1998), Gün Doğmadan (Bütün Şiirleri) (2000).
Hikâye:
Hikâyeler I (Meydan
Ortaya Çıktığında) (1978), Hikâyeler
II (Portreler) (1982).
Eleştiri:
Edebiyat Yazıları I (1982), Edebiyat Yazıları II (1986), Edebiyat Yazıları III (1996).
İnceleme-Araştırma:
Yunus Emre (1965), Mehmet
Âkif (1968), Mevlâna (1996).
Tiyatro:
Piyesler I (1982), Armağan
(1997).
Düşünce:
İslâm’ın Dirilişi (1967), İslâm
Toplumunun Ekonomik Strüktürü (1967), Dirilişin Çevresinde (1967), Yazılar (1967), İslâm (1967),
Kıyamet Aşısı (1968), Mağara ve Işık (1969), Allah’a İnanma ve İnsanlık (1970), Ölümden Sonra Kalkış (1970), Ruhun Dirilişi (1974), Çağ ve İlham I (1974), Yitik Cennet (1976), İnsanlığın Dirilişi (1976), Diriliş Neslinin Âmentüsü (1976), Çağ ve İlham II (1977), Gündönümü (1977), Çağ ve İlham III (1980), Makamda (1980), Diriliş Muştusu (1980), Çağ ve İlham IV (1986), Düşünceler I (1986), Fizik Ötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi
I (1995), Fizik Ötesi Açısından
Ufuklar ve Daha Ötesi II (1995), Fizik
Ötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi III (1995), Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı I (1996),
Yapı Taşları ve Kaderimizin Çağrısı II
(1996), Unutuş ve Hatırlayış (1996),
Varolma Savaşı (1997), Düşünceler II (Kurumlar) (1997), Samanyolunda Ziyafet (2004).
Günlük Yazılar:
Sütun I (1967), Farklar
(1967), Sütun II (1969),
Sûr (1975), Gün Saati (1986).
Çeviri:
Batı Şiirinden (Şiir) (1976), Şiir Anıtlarından (Şiir) (1976), Çağdaş Batı Düşüncesinden (1997), Armağan (Fuzûlî’nin Hadîkat’üs-Suadâ’sından
uyarlama) (1997).
Röportaj:
Tarihin Yol Ağzında (1996).
Konferans:
Çıkış Yolu I (2002), Çıkış
Yolu II (2002), Çıkış Yolu III (2003).
SEÇİLMİŞ
KAYNAKÇA: Ahmet Kabaklı / Türk Edebiyatı (1966), Mücellidoğlu Ali Çankaya /
Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler (1969), Mehmet Kaplan / Cumhuriyet Devri
Türk Şiiri (1973) - Şiir Tahlilleri II (8. bas. 1999), Asım Bezirci / İkinci
Yeni Olayı (1974) - Çok Kapılı Oda (1990), Necip Fazıl / Babıâli (1975) -
Cinnet Mustatili (1983), Cahit Zarifoğlu / Yaşamak (1980), Ebubekir Eroğlu /
Sezai Karakoç’un Şiiri (1981), Kâmil Eşfak Berki / Leylâ ile Mecnun’un Yeniden
Yazılışı (Yönelişler, Ekim 1981), Cemal Süreya / Günübirlik (1982) - 99 Yüz
(1991) - 999. Gün (1991), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü
(1985), İlhan Kutluer / İki Denizin Birleştiği Yer (1987), İhsan Işık /
Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) –
Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007, 2009) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi,
C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Fomous People (2013) - Diyarbakır Ansiklopedisi (2013) – Geçmişten
Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014), Şerif Mardin
/ Türkiye’de Din ve Siyaset (1991), Ece Ayhan / Şiirin Bir Altın Çağı (1993),
Sezai Karakoç Özel Sayısı (İmza, Ekim 1993), Sezai Karakoç Özel Sayısı (Yedi
İklim, Kasım-Aralık 1993), Attilâ İlhan / İkinci Yeni Savaşı (1996), Sezai
Karakoç Özel Sayısı (Yedi İklim, Eylül 2000), Ahmet Oktay / Şairin Kanı (2001),
Sezai Karakoç Özel Sayısı (Türk Edebiyatı, Eylül 2002), Sezai Karakoç Özel
Sayısı (Yedi İklim, Eylül 2002), Sezai Karakoç Özel Sayısı (Hece, Ocak 2003),
Osman Özbahçe, İkinci Yeninin Doğuşu (Kökler, Mart 2006), Ali Haydar Haksal / Sezai Karakoç: Eleğimsağmalarda
Gökanıtı (2007), Sezai Karakoç Kitabı (2015), Şair, yazar ve fikir adamı Sezai Karakoç vefat etti (aa.com.tr,
16.11.2021), Ünlü şair Sezai Karakoç son yolculuğuna uğurlandı (haberturk.com,
17.11.2021).
En
büyük acı şu: insanlık hadım edildi
Hakiki
düşünceden gerçek duyarlıktan ve öz bilgiden
Bayrakların
ve sancakların gerisindeki sancak söndürüldü
Karanlıktan
sunî ışık yapıldı ve gerçek ışık öldü
Hayat
dediğiniz ölüm ölüm sandığınız gerçek hayat
Diyarbekir'in
yaz sıcağında meyankökü şerbetindeki tatla
Koka-kola
zehri arasındaki fark bu
Benim
yazlarım ebedîlik yelpazesinin kat kat açılışı
Çamlı
ahşap köşklerin pancurlarının aralanışı
Dupduru
denizin sonsuzluğa kardeş kabul edilişi
Gidersin
yorgunluğunu gecelerin ve gündüzlerin
Yeniden
özgürlüğe ve özgünlüğe çıkmak
Bize
mahsus görüntüler Bursa İstanbul Konya Edirne
Bize
mahsus görüntüler Diyarbekir
Ulu
Cami Peygamber Camii Süleyman Camii
İçkale
Aslanlı Çeşme
Dar
sokaklar kapı içinde kapı uygarlık bu
Kendi
uygarlığımız
Yenilememiz
gereken
Ve
diriltmemiz
Kopyadan
taklitten dönmek
Ölümden
dönmekten daha zor ama
Varolmanın
tek şartı
Kaderin
kaderle çarpışması
Kaderin
kaderi ertelemesi
Kaderin
kaderi yenmesi
Yeniden
varolmanın sırrı
Dirilmek
ve diriltmek görevi
Ölümün
çürütemediği güzellik
Ben
o güzelliği söylüyorum
Ben
o güzelliği söylüyorum
Ölümün
ötesindeki güzellik
Ben
o güzelliği söylüyorum
Sonbaharın
kızıl yapraklarındaki baharı
Ben
o güzelliği söylüyorum
Açlık
ve susuzluktan sonraki sofraları
Yakıcı
çölün derinliğindeki ırmak
Yatır
örtüsündeki yeşil sükûnetin bal peteği
Balın
içindeki geometri vahyin kanıtı Cebrail izi
Cebrail'in
gölge gibi geçerken bıraktığı iz gecede
Ben hep o
güzelliği söylüyorum
KAYNAK:
Sezai Karakoç / Gün Doğmadan Şiirler (s. 677-678, 2000).
Kaç
aç varsa hepsi ben
Kaç hasta varsa hepsi ben
Kaç liman önlerinde dönen
İşsiz hamal hepsi ben
Kaç aşktan ters yüz edilmiş
Aşık varsa hepsi ben
Bütün çiçeklerle donanıp
Bütün insanlarla ölen
Atılmış kömür toplar
Annelerinin zoruyla çocuklar
- Başka çaresi ne annenin -
Çocuklarıyla yere çarpılan
Ben o çocuklarla yere çarpılan
Sevgili deyip yere çarpılan
Sedye taşımaktan kolu tutulan
Bu sessiz çılgın çalkantıda
(Şiirler III, 1974)
XIV.
(Herşey Yeniden Toprak Olsun)
Tanrım duam şu ki herşey yeniden
toprak olsun
Şu toprak olsun
İnsan toprak gibi duysun yeri
Ay toprak olsun
Topraktan kaçanı toprak tutsun
Gün toprak olsun
Kabirler saltanatı toprak olsun
Yazı
Kitap
Ve söz toprak olsun
Ekin ekilmeye mahsus
Yeni tohum atılmaya ait
Yeni insan doğsun için toprak olsun
Ah yetiş çocukluğunda çobanlık eden
Yetiş toprağın yeni mayalanmasına
Yetiş mağaranın ışımasına
Yetiş ayı ikiye bölen parmaklarıyla
Yetiş büyük armağancım
Yetiş uluların imamı
Yetiş toprağın yeni doğuşuna
insanın yeniden
Dirilme süzülüşüne
Yetiştir toprak saçan ellerini
Tanrı gücünü görmeyen gözlere
Saçtığın topraklardan yetiştir bize
Ey gök yolcusu
Yolculuğunda meleğin kanadı
Mevsimi geçmiş bir gül yaprağı gibi kuruyan
Yetiş bine kıyamet bildiricisi
Kıyametteki sevinç muştucusu
Yetiş kabaran yeni toprağa
Kur'an tohumunu ekmek için
Gül tohumlarını saç bize
Gül bahçesi olan türbenden
Ve komşun Tanrıevi'nden
Ve sevgilin olan ve sevgilisi olduğun
Diri Driltici olanın
Acımasından bize
Yetiş ayağının tozu olduğumuz peygamber
Yetiş her zaman diri olan varlığınla
Yetiş yak lâmbamızı
Yetiş aydınlat karanlığımızı
Yetiş yeşillendir çöllerimizi
Yetiş dirilt insanımızı
Seni sevenin ismiyle yetiş bize
Yetiştir bize
Günahlarımızı kül edecek ateş harmanın,
Verim yağmuru insin ülkemize
Mekkeye Medine'ye Şam'a
Kudüs'e Bağdat'a İstanbul'a
Semerkand'a Taşkent'e Diyarbekir'e
Yetiş Peygamber imdadı yetiş
Yetiş Allah'ın izniyle
Yetiştir erlerini
Diriliş bayraklarını taşıyan
Şehit gömleklerini peşin giymiş
Ateşten, sudan geçer gibi geçen
Allah önünde her varı yok gören
Dağların üstünde erip
Kentlere şafaklar gibi ağan
Küçük askerlerini
Gül diksinler diye yeni topraklarına
İnsanın ta gönlüne
Yetiştir erenlerini
Allah'ım
Amin...
KAYNAK: Sezai Karakoç / "Gül Muştusu IV." (Gün Doğmadan, İstanbul 2000, s. 402-404).
Rönesanstan bu yana geçen beş yüz yıla, “Avrupa Dönemi” dense
yeridir. Bu dönemde Asya, bir ölüm dalgınlığı içindedir. Afrikaysa yoktur. Daha
doğrusu gerçek anlamıyla var değildir. Yalnız Osmanlı Devleti, bizim büyük
devletimizdir ki, Avrupa içinde ve dışında, Asyayı bu ölümcül durgunluktan ve
geleceğini sezmişçesine Avrupalıyı taşkınlıktan kurtarmaya çalışmanın iki yüz
yıllık hummasını yaşamıştır. Ama, O da, sonunda karanlık Asya Duygusunun elinden
yakasını kurtaramaz. Dünyaya bakışında bir neşe taşıyan ve tabiatı olduğu
kadar, daha da fazla Doğuyu yağmalamaya çalışan yalnız Avrupadır bu dönemde. Amerikaysa,
uzun bir süre kendi sınırları içinde kalan, zengin bir dekorda fışkırmış ikinci
bir Avrupadır.
Yeni bir Dönemin, Asya ve Afrika Döneminin başladığı bu çağda, artık “Avrupa Dönemi”nin değeri tartışılabilir. Bir yandan, en çok, şimdi tartışılmalıdır ki, Yeni Doğan Dünya, daha iyi, daha mutlu bir dünya olabilsin. Problem, Asya ve Afrikanın dirilişinde en önemli, fakat şatafatsız, böbürlenmeden yer tutan ve önderliği gün geçtikçe gözle görülür bir hal alan İslâm Bölgesi içinse daha hayati bir biçim ve şartı taşımaktadır.
Her eser bir yankı ister. Bu dönemdeki Avrupa inşası, yüzyıllarca, Asya ve Afrikada en ufak müsbet bir cevap uyandırmamıştır. Asya da, Afrika da, Avrupalıları yeni bir medeniyetin ve yeni bir sesin sahibi olmaktan çok, güçlü bir barbar gibi görmüştür uzun süre. Daha doğrusu, Afrika onu bir büyücü gibi görmüş, Asya bir barbar gibi. Ve bu görüşler, Avrupalıyla Asyalı ve Afrikalı arasında içten bir anlaşma ve karşılıklı kaynaşma kurulmasına engel olmuştur. Dünyanın bu genel reddedici tutumu, bir nevi bu evrensel melankoli, nihayet Avrupanın içine de sıçramış ve iki dünya savaşı, kendini suçlamaya elverişsiz bir yapıda arka arkaya iki patlama olarak çıkmıştır. Avrupanın, Dünyadan cevap alamamasından doğan bu parçalanış ve çatlama görünüşü, Asya ve Afrikaya, artık öç gününün geldiğini şuuraltlarından sezdirmiştir. Yani Avrupa dışa dönük mizacı yüzünden bir melankoli yuvası olamamış, çember parçalayan bir çılgın gibi davranmıştır bu yüzyılın başında. Dışa dönüğün azabı, bir intihara doğru gelişirken, peşinden bütün bir dünyayı sürüklemek ister. Bir asil gibi bile intihara gitmedi; kimseye zarar vermeden bir kılıcın üzerine atlayarak kendini ortadan kaldırma yolunu seçmedi; kendi yanarken, Neron gibi Romayı da beraber yaktı. Bu alevlerin ışığında yavaş yavaş Asya ve Afrika uyanmaya başladı. Bir zenci kabilesine büyücü olarak giren şarlatan bir beyazın, yıllar içinde en ufak bir sevgi ve sempati görmeyince, insanlarla yavaş yavaş ilgisini kaybetmesi ve bunun sonucunda şaşkınlıkla yapacağı bir iki yanlışlığın onu ele vermesi ve böylece, bir kere de şarlatanlığı anlaşılınca içine düşeceği korku ve telaş gibidir bugün, Avrupanın dünya önünde düştüğü durum. Avrupa, bugün, Dünya tarafından linç edilme korkusunu yaşıyor. Sartre’dan Toynbee ve Russel’a, Albert Camus’den Gabriel Marcel’e kadar Avrupa düşünür ve fi lozofl arı bu geleceğin ürpertisini duydular.
Avrupanın en büyük dramı şudur: Kendini hiçbir zaman sevdirememesi. Belki kendinden korkulmuş, çekinilmiş, hatta sahte yaltaklanmalar da görmüş, fakat hiçbir insanoğlunun sıcak bir yakınlık duygusunu elde edememiştir. Bu medeniyetin, öbürleriyle ilgisinde ilk görülecek şey, önce gelmiş hiçbir medeniyetin şahit olmadığı bir anti-pati ve cevapsızlık karşısında kalmasıdır. Zekâsının hep tekniğe doğru kayışı da bu sevgisizliğin doğurduğu güvensizlik psikolojisinden ileri gelse gerektir. Avrupa, git git bir “akıl varlığı” haline gelmiş, böylece kendisi de eseri olan teknik dokuya doğru bir iniş ve “düşüş” eğrisi çizmiştir.
Bu tarihi antipati, Avrupa için bir nevi bir cezadır. Kendinden önce gelen her medeniyet, daha önceki medeniyetlerle bağdaşma yoluna gitmiş, Roma, Yunan medeniyeti ile kaynaşmış, Hıristiyanlık Romayla uyuşmuş, İslâm, ölü Yunan kültürünü, faydalı bir ayıklamadan sonra dirilterek kendi kültürüne katmış, Yahudilik ve Hıristiyanlığı gerçeğe çağırmışken, Rönesans sonrası Avrupa, gerçek bir hümanizmden yoksun olarak, kendisine her müsbet alanda öğretmenlik, yol açıcılık yapmış olan İslâm Medeniyetini bütün gücüyle inkara, yıkmağa, yok etmeye çalışmıştır. Dünya tarihinin bir eşini kaydetmediği bir medeniyet olan Endülüs Medeniyetinin katili bizzat Avrupa değil midir? Kendi hocasına saygı borcunu unutan, çömezinden sevgi beklememelidir. Avrupanın dışındaki insana bakışı, bugüne kadar, sadece tabiata bakışı gibi olmuştur. Şimdi, Asya ve Afrika’ya çevirdiği silâhın geri tepmesi, kendine dönmesi, tersine işlemesi olağan sayılabilir. Aralarında tek temas aracı silâhtı. Asya ve Afrika ilkin Avrupaya kendi silâhlarıyla cevap veriyor. Sonra da, Doğuya mahsus silâhların sırası gelecek...
Asyanın (Çinin) ve Afrikanın intikamı çetindir. Avrupa bunu gün gün daha bir şiddetle idrak ediyor. Avrupa Birliği çalışmaları bu idrakin bir eseridir. Avrupa Birliği gerçekleşse bile, o, tarihi bir kıskaçtan kurtulabilmek için, karşısındaki bütün bir dünya içinde bir koruyucu, bir bağışlayıcı bulmak zorundadır. Bu bağışlayıcı, bu kurtarıcı, Avrupayı insanlık bütününe adapte edici yalnız İslâm Gücü olabilir. Avrupanın, geleceğini garanti etmesinin birinci şartı, Avrupa Birliğini gerçekleştirmekse, ikinci ve daha az önemde olmayan şartı, İslâmın yeniden canlanışına set çekmemesi, hatta destek olmasıdır. İslâm ülkeleri bütünleşir ve Dünya önüne bütün gücüyle çıkabilirse milletlerarası tarihi kan dâvaları son bulur. Avrupanın bugüne kadar İslâm Dünyasında uyguladığı makyevelik usuller bir son bulmazsa, bu, bizim kadar ve hatta bizden çok (çünkü: artık İslâmın Uyanışını hiçbir engel durduramayacaktır) kendisi için “basübadelmevtsiz ölüm” olacaktır. İslâmın Dirilişi deyimiyle şüphe yok ki, İslâm halklarının dirilişini söylemek istiyoruz. Yoksa İslâm prensiplerinin değil. Çünkü: İslâm prensipleri hiçbir zaman ölmemiştir ve ölmez, her zaman için dipdiridir, ezeli ve ebedidir.
(İslâmın Dirilişi, 1967)
1.
Saçlarını
kimler için bölük bölük yapmışsın
Saçlarını
ruhumun evliyalarınca örülen
Tarif
edilmez güllerin yankısı gözlerin
Gözlerin
kaç kişinin gözlerinde gezinir
Sen
kaç köşeli yıldızsın
Fabrika
dumanlarında resmin
Kirli
ve temiz haritaları doldurmuşsun
Hatırasız
ve geleceksiz bir iç deniz gibi
Aşka
veda etmiş topraklarda durmuşsun
Benim
geçmiş zaman içinde yan gelip yattığıma bakma
Ben
geleceğin kara gözlü zalimlerindenim
Bir
tek köşen bile ayrılmamışken bana
Var
olan ve olacak olan bütün köşelerinin sahibi benim
Ben
geleceğin kara gözlü zalimlerindenim
Sen
kaç köşeli yıldızsın
2.
Evlerinin
içi ayna döşeli
Ayna
hatıra gözler ve sevmek
Benim
aşkım binbir köşeli ah binbir köşeli
Bir
köşe gidince bin köşe yeniden gelecek
Ayna
hatıra gözler ve sevmek
Evlerinin
içi kabartma bahar
Köşelerde
keklik gibi bakıp duran saksılar
Halıları
öpe öpe nakış yapar nakış gibi ayaklar
Siz
söyleyin insan seve seve ölmez ne yapar
Köşelerde
keklik gibi bakıp duran saksılar
Evlerinin
içi yeni güllerden
Görülmemiş
güneşleri görülmemiş gözlerine getiren
Sağ
köşedeki entari sol köşedeki şapka
Beni
katil suların ortasına bıraka
Katil
sular güneşi gözlerinden götüren
Evlerinin
içi gurur döşeli
Benim
aşkım binbir köşeli ah binbir köşeli
3.
Sen
geldin benim deli köşemde durdun
Bulutlar
geldi üstünde durdu
Merhametin
ta kendisiydi gözlerin
Merhamet
saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu
Bulutlar
geldi altında durduk
Konuştun
güneşi hatırlıyordum
Gariptin
yepyeni bir sesin vardı
Bu
ses öyle benim öyle yabancı
Bu
ses saçlarımı ıslatan sessiz bir kardı
Dişlerin
öpülen çocuk yüzleri
Güneşe
açılan küçük aynalar
Sert
içkiler keskin kokular dişlerin
İçinden
geçilen küçük aynalar
Ve
güldün rengârenk yağmurlar yağdı
İnsanı
ağlatan yağmurlar yağdı
Yaralı
bir ceylan gözleri kadar sıcak
Yaralı
bir ceylan kalbi gibi içli bir sesin vardı
Sen
geldin benim deli köşemde durdun
Bulutlar
geldi üstünde durdu
Merhametin
ta kendisiydi gözlerin
4.
Taşların
ortasında Leylânın gözleri
Leylâ
köşe köşe göz göz şiirin ortasında
Ben
Leylâyı bulduğumdan yahut kaybettiğimdenberi
Leylâ
ya o adamın bardağında ya o dağın ortasında
Ben
Leylâ gibi güneş doğarken uyanamam
Şehir
gece gündüz benim içimde uyur
Leylâyı
götürüp Londranın ortasına bıraksam
Bir
bülbül gibi yaşamasını değiştirmez çocuktur
Leylâ
diyorsam kesik yanaklarıyla Leylâ
Üç
köşeli dünyasıyla
Okuyla
yayıyla yaylasıyla acımasıyla
Leylâ
diyorsam şu bizim gerçek Leylâ
Biz
seni işte böyle seviyoruz Leylâ
O
gitti bize ağlamak kaldı kala kala
5.
Beni
yeraltı sularına karşı iyi savun
Tırnağını
taşa sürten yitik keçilere karşı
Bu
çeşmenin üç köşesinden hangisinden su içecek
Senin
bahtsız ve mesut Eyyubun
Atların
en güzel biçimini sessizce kalbime indiriyor
İçimde
İstanbul çalkanırken bozbulanık çeşme
Bir
dans için can vermeğe hazır bekliyorum
Sen
orda gelirayak kuklalara insan gibi konuşmasını
öğretme
Su
akıyor birikiyor kan lekeleri
Kurtulsam
diyorum bir eser buna engel
Öyle
büyüyor öyle çoğalıyorsun
İstanbul
kalmıyor
Hangi
köşesinde huzur o köşesinde sen
Hangi
köşesinde yeni çağlara uygun odalar
Ben
bölünmez bir şairsem
Sen
bölünmez bir anne
Bir
çeşme
(Şiirler III, 1974)
AŞK VE ÇİLELER
(Mona Roza)
SEZAİ KARAKOÇ
Monna
Rosa, siyah güller, ak güller;
Gülce'nin
gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı
kırık kuş merhamet ister;
Ah,
senin yüzünden kana batacak,
Monna
Rosa, siyah güller, ak güller!
Ulur
aya karşı kirli çakallar,
Bakar
ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna
Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur
iğri iğri düşer toprağa,
Ulur
aya karşı kirli çakallar.
Açma
pencereni, perdeleri çek:
Monna
Rosa, seni görmemeliyim.
Bir
bakışın ölmem için yetecek;
Anla
Monna Rosa, ben oteliyim...
Açma
pencereni, perdeleri çek.
Zeytin
ağacının karanlığıdır
Elindeki
elma ile başlayan...
Bir
yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak
ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin
ağacının karanlığıdır.
Zambaklar
en ıssız yerlerde açar,
Ve
vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir
mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız
ruhumu sallar da durur,
Zambaklar
en ıssız yerlerde açar.
Ellerin,
ellerin ve parmakların
Bir
nar çiçeğini eziyor gibi...
Ellerinden
belli olur bir kadın.
Denizin
dibinde geziyor gibi
Ellerin,
ellerin ve parmakların.
Zaman
çabuk çabuk geçiyor Monna;
Saat
on ikidir, söndü lambalar.
Uyu
da turnalar gelsin rüyana,
Bakma
tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman
çabuk çabuk geçiyor Monna.
Akşamları
gelir incir kuşları,
Konarlar
bahçemin incirlerine;
Kiminin
rengi ak, kiminin sarı.
Ah,
beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları
gelir incir kuşları...
Ki
ben, Monna Rosa, bulurum seni
İncir
kuşlannın bakışlarında.
Hayatla
doldurur bu boş yelkeni
O
masum bakışlar... Su kenarında
Ki
ben, Monna Rosa, bulurum seni.
Kırgın
kırgın bakma yüzüme Rosa:
Henüz
dinlemedin benden türküler.
Benim
aşkım uymaz öyle her saza,
En
güzel şarkıyı bir kurşun söyler...
Kırgın
kırgın bakma yüzüme Rosa.
Artık
inan bana muhacir kızı,
Dinle
ve kabul et itirafımı.
Bir
soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev
alev sardı her tarafımı,
Artık
inan bana muhacir kızı.
Yağmurlardan
sonra büyürmüş başak,
Meyvalar
sabırla olgunlaşırmış.
Bir
gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın
ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan
sonra büyürmüş başak.
Altın
bilezikler, o korkulu ten,
Cevap
versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir
tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir
tüy ki, kapalı geceye, güne;
Altın
bilezikler, o korkulu ten!
Monna
Rosa, siyah güller, ak güller,
Gülce'nin
gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı
kırık kuş merhamet ister;
Ah,
senin yüzünden kana batacak,
Monna
Rosa, siyah güller, ak güller!
IV.
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Güneşi bahardan koparıp
Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir tuz bulutu gibi
Savuran yüreğime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil
Ayaklarımdan belli
Lambalar eğri
Aynalar akrep meleği
Zaman çarpılmış atın son hayali
Ev miras değil mirasın hayaleti
Ey gönlümün doğurduğu
Büyüttüğü emzirdiği
Kuş tüyünden
Ve kuş sütünden
Geceler ve gündüzlerde
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkıs'ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini
Ey gönüllerin en yumuşağı en derini
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Yıllar geçti sapan ölümsüz iz bıraktı toprakta
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında
Çatı katlarında bodrum katlarında
Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba
Hep Kanlıca'da Emirgan'da
Kandilli'nin kurşuni şafaklarında
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında
Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Ey çağdaş Kudüs (Meryem)
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)
Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında
Köle gibi satıldım pazarlar pazarında
Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında
Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında
Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında
Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
KAYNAK: Sezai Karakoç / "Zamana Adanmış Sözler IV." (Gün Doğmadan, İstanbul 2000, s. 431-434).
GERÇEK DURUM VE TEK UMUT
SEAİ KARAKOÇ
Yeni bir genel seçime gittiğimiz bu günlerde, ülkemizin ve onu yönetmek iddiasında olan partilerin durumunu gözden geçirmekte, en azından, yurttaşların oylarını kullanırken daha dikkatli ve daha donanımlı olmaları açısından büyük yarar vardır. Oy verme, seçimden seçime bir kez olmaktadır. Oy verip daha sonra pişman olmak, daha sonraki bir seçime kadar bir fayda sağlamaz kimseye.
Adalet ve Kalkınma Partisi, çok partili düzene geçtiğimizden beri, en uzun süre iktidarda kalmış parti olmak açısından talihli bir partidir. Halkın oyuna ve iltifatına mazhar olmak açısından şikâyete hakkı olmayan bir durumdadır. Buna karşılık, iktidar, icraatının propagandasını çok ustaca, profesyonelce yapmakta olsa da, ülkenin temel, ana, yani öteden beri süregelen sorunlarının, geleceğimizi teminat altına alacak şekilde kökten çözüme kavuştuğuna dair, gözle görülür elle tutulur bir ilerleme, ne yazık ki, gözlemlenememektedir.
Dış politikada, İslâm Âlemine açılma siyaseti başarısızlıkla bitmiş, Suriye, Mısır ve Libya ile olan ekonomik ilişkiler dahil bütün bağlar kopmuş, bölgedeki bölünmeler ve parçalanmalar sonucunda, bazı ülkelerle birlikte bir tarafa savrulmuş olan ülke, diğer her bir İslâm ülkesi gibi, geleceği karanlık ve diğer ülkelerle çatışma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış durumdadır.
Bu durum, şüphesiz, batılı ve doğulu büyük devletlerin İslâm Dünyasını parçalama, istilâ ve işgâl emellerinden doğmaktadır. Ancak, bunu önceden görüp diğer İslâm ülkelerini uyarmak ve buna bir çare aramak, bunun için bir araya gelmek, birleşmek gerekirken, batılılarla birlikte hareket etmek, onların çizgisinde yürümek, hep tâbi olmak, hiçbir zaman gerçek bir inisiyatif kullanamamak, ülkemizin geleceği için en büyük bir handikaptır.
Öte yandan muhalefetin durumu ise içler acısıdır. Kendisine Rejim tarafından 1950’den itibaren altın tepside “ana muhalefet” olma tacı sunulmuş olan CHP, tarihi boyunca, gerçek bir otokritiğe yanaşmamış, hep batıcı, hep ruhuyla tek partici, dolayısıyla yapıcı olmaktan çok yıkıcı olmuştur. Ülkenin geleceği için en ufak bir ümit vâdetmemektedir.
Ülke, iki buçuk parti tekeliyle, hep bıkmadan, ayni oyunu oynamak, seçim adına ‘’biz bu filmi görmüştük’’ dedirtecek bir manzara sergilemek zorunda bırakılmıştır.
Suni bir gerginlikle taraftarlarını kızıştırarak alınabilecek en fazla oyu almak için âdeta danışıklı döğüş oyununa devam etmek, milletler yarışında maalesef zaman kaybetmekten başka bir sonuç doğurmamaktadır.
Onar yıllık sürelerle, üç defa yönetime getirilmiş BATICI SAĞ, iktidar ayağında, dördüncü kez, son denemesini yapar görünmekte, genellikle muhalefette kalmış görünmekle beraber darbelerle iktidara gelmişlik veya ortak olma fırsatını kaçırmamışlık gibi sicilinde gölgeler bulunan BATICI SOL da, zamanla birlikte, tarih içinde silinmeden önce son uzatmalarını oynamaktadır.
Ya hep, ya hiç, Milletimizin tarihteki talihi hep böyle olmuştur. Ümit ediyoruz ki, bu seçim, iktidar ve muhalefetiyle dışa bağımlı politika ve yönetimin çıkmaz bir yol olduğunu Milletimize gösterecek ve DİRİLİŞ YOLU açılacaktır.
Yıllardır, kitaplarımızla, yazılarımızla, konuşmalarımızla izlenmesi gereken yolu gösterdik. ‘’İslâm partilerinin kurulmasına imkân tanımak, gerçek kurtuluş yolunu açacaktır’’ dedik. Elinizdeki bu DİRİLİŞ IŞIĞI, ki hareketimizin geçmişinden ve bugününden fikirlerimizi, önerilerimizi ve uyarılarımızı bir demet halinde sunmaktadır, yapılması gerekenler hakkında yeterli bir fikir verecektir sanırız.
Milletimiz için, gerçek anlamda hür ve bağımsız olmak, İslâm Dünyasıyla bütünleşmek, BİRLİĞİN YOLU’nu açmak, İslâm MEDENİYETİ’NİN DİRİLİŞİ’ni gerçekleştirmek, DİRİLİŞ GÖRÜŞ VE HAREKETİ’nin Milletimizce benimsenerek olması gereken gerçek boyutuna ulaştırılmasıyla mümkün olacaktır. Allah’tan dilediğimiz, bu seçim bunun farkedildiği seçim olsun.
(DİRİLİŞ IŞIĞI, 12 Mayıs 2015)
Bulgucu adam. Belki de ülkemizde tek bulgucu. Çok daha
yetenekli bir Mehmet Âkif’in tinsel görüntüsüyle adamakıllı dürüst bir Necip
Fazıl’ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde
edebilirsiniz.
Türkiye’de, özellikle sağın, özellikle de mukaddesatçı kesimin içinde yalnız. Bir başına. Hiçbir ortaklığa girmez. Dışarıda ve yukarıdadır. Düşüncesini de, öfkesini de hemen ortaya koyar. Ama yalnız olması yalnız kalma anlamında değil, diyorum. Yapısı öyle. (…)
Karakoç, bence, yaşama konumu olarak da tek ve benzersiz bir kişi. Tek ama, 1960’tan bu yana mukaddesatçı kesimde boy gösteren sanatçı ve yazarları en çok o etkilemiş. İsmet Özel bile yeni yöneliminde ilk onu aramıştı. Özdenören kardeşler Anadolu’ya Kafka yaratıkları salarken ondan ışık almışlardı. Cahit Zarifoğlu’nun büyük inanç içindeki küçük inançsızlıklarını Karakoç’tan sapma olarak düşünebiliriz. (…)
Karakoç ise bir yerde inancının çılgını. Onunla delici bir ideolojiye ulaşmak ister. Bunun için her şeyi bilmesi gerektiği kanısındadır. İnancı hem silâhı, hem çocuğudur. Düşüncesini iyice soyut bölgelere götürür. Mantığını yitirir, bir başka mantık bulur. Sözgelimi, İstanbul başkent kalsaydı Türkiye’nin durumu daha iyi olurdu diyebilir. Ayasofya’nın cami olarak açılmasıyla bir kurtuluş olasılığının belireceğini bile sezdirebilir.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde birinci sınıf öğrencisiyken kendisine asistanlık önerilmiş, ama kabul etmemiştir. Kendisi için gazetede üst üste başyazı yazan Prof. Osman Turan’ın yüzüne bakmamıştır.
Diriliş Yayınevi de sahibine benziyor. Yalnız Karakoç’un kitapları basılır bu yayınevinde. Dışarıya karşı bağnaz değil. Her şeyi tartışabilirsiniz. Kimseyi küçük düşürmez. Ama bazı kişileri büyük düşürdüğü olmuştur.
En ilkelle en modern arasında durur. (…)
Maliye Müfettiş Yardımcısı ve Gelirler Kontrolörü olarak Türkiye’yi dolandı. Bakarsın Arapkir’de, bakarsın Karaköse’de.
Zaman zaman kaybeder. Ama rövanşı mutlaka alır.
Sultanahmet Camii’nin külliyesinde dergi çıkardı.
Öyle bir Müslüman ki Marx da bilir, Nietzsche de bilir, Rimbaud da bilir. Salvador Dali de sever. Nâzım da okur.
Sıkışmış, sıkıştırılmış deha. Alçakgönülle katı yüksek uçuyor.
Şemsiyesi yok.
(99 Yüz, 1991).
SEZAİ KARAKOÇ’UN “DİRİLİŞ” PERSPEKTİFİ (*)
Hayatım boyunca etkisinde en çok kaldığım şahsiyetlerden biri olan ve hemşehrisi olmaktan onur duyduğum, büyük düşünür ve şair Sezai Karakoç hakkında ben de birkaç cümle ifade etmeye çalışacağım.
Bu bahtiyarlığıma vesile olan sempozyumun tüm yönetici ve görevlilerine şükranlarımı sunuyorum. Konuşmama başlarken hepinizi sevgiyle ve saygıyla selamlıyorum.
Ünlü İngiliz tarihçisi Arnold Toynbee, 20. yüzyıl İslam dünyasında Batı’yla diyalogun, iki zıt ana çizgide yol aldığını söyler. Toynbee’ye göre, “Zealotlar” olarak adlandırdığı birinci çizginin ana karakteristiği “Batı’yı bir bütün olarak her şeyiyle reddetmek”tir ve bu yaklaşımın ilk temsilcisi Sudan Mehdi hareketidir. İkinci çizgiyi “Herodianlar” olarak adlandıran Toynbee, ikinci yaklaşımın felsefesini ise özetle “Batıya karşı Batının silahlarıyla silahlanarak var olmak” olarak tanımlar ve temsilcileri olarak da Batılılaşma akımlarını gösterir.
Toynbee’nin kendi yaşam süresi boyunca yaptığı gözlemlerine dayandırdığı bu iki çizgiye, özellikle ikinci dünya savaşından sonra yenilerinin eklendiğini; ideologları ve teknisyenlerinin yine Türkiye’de, Pakistan’da ve Arap dünyasında ortaya çıktığını görebiliyoruz…
Üçüncü bir yaklaşım olarak niteleyebileceğimiz; İslam dünyasını yeni bir silkinişle, Batı tehdidi ve sömürüsünden kurtarmayı hedefleyen, hatta dünyaya alternatif bir uygarlık düzeni öneren bu yönelişlerin en önemli ideologlarından biri de Sezai Karakoç’tur.
Farklı açılardan yaptığım buna benzer bir tasnifi, Said Nursi hakkında yaptığım bir konuşmada da dile getirmiştim.
Çağımızın en önemli düşünürlerinden biri olan Diyarbakırlı Sezai Karakoç’un, tüm eserleriyle ortaya koyduğu “İslam’ın Dirilişi” perspektifi, bir boyutuyla kendinden önceki düşünürlerin ortaya koyduğu birikimlerin yeni bir harmonisi olduğu kadar, aynı zamanda, kendi perspektifinin farklı ve özgün diğer boyutlarıyla İslam dünyasının uyanışına yeni bir ruh üflenmesini ve yeni tanımlamalar getirilmesini önermektedir ki; bu perspektif, gerek İslam kültürünün yeniden dünya sahnesine çıkmasında ve çağdaş dünyada yaygın bir tartışma konusu olan Doğu-Batı diyalogunda dikkate alınması gerekli yeni ve özgün bir çağrı özelliğindedir…
Sezai Karakoç, Batılılaşarak, batının silahlarıyla silahlanarak Batı tehdidinden kurtulmak, Batılılaşarak uygarlaşmak yaklaşımının yanlış olduğu kanaatindedir. Karakoç, bu tercih sahibi yöneticilerin ve onlara yol gösteren aydınların, içerde sosyal ve ekonomik sorunlar, dışarıda Batının siyasal ve askeri baskısı karşısında bunalarak, yine Batıdan aldıkları ilhamla kendilerine göre buldukları parlak çözümlerin aldatıcılığına dikkat çekerek şunları söyler:
“Tek açık kapı
şu: Batı düşünecek, biz de onu hemen alacağız, kullanacağız. O da, biz daha
mevcudu aktarmadan artıp geliştiğine ve değiştiğine göre, yetişmemekten gelen
bir düşünce hafakanı içine yuvarlanmamız işten bile olmuyor.” (İslamın
Dirilişi)
Tanzimat dönemi ve devamınının Batı kopyacılığıyla
değil, kendi sorunlarımıza kendi çözümlerimizi üretmeyle başarı sağlayacağımıza
inanan Karakoç, her şeyden önce düşüncede dirilişe muhtaç olduğumuzu belirterek
şunları söyler:
“İslâm
halklarının yeniden kendilerini bulmaları için, her şeyden önce, "İslâm
aydmı"nın gelmesi, onun gelmesi için de, bir düşünce dirilişi şarttır. Düşüncede
diriliş olmaksızın inançta diriliş gelişemez, inanışta diriliş olmaksızın da
duyuşta, duyarlıkta, yani sanat ve edebiyatta diriliş başlayamaz.” (İslamın
Dirilişi)
Sezai Karakoç’tan önce, İslam ümmetinin bu dünyadaki b’asu b’adel mevtine duyduğu ihtiyacını dile getiren, bu doğrultuda vizyon geliştirenlerin başlıcaları arasında 19. yüzyıl sonları ile yirminci yılın çeşitli dönemlerinde ses veren Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Sadrazam Said Halim Paşa, Bediüzzaman Said Nursi, Mehmed Akif Ersoy, Ebulala el Mevdudi, Muhammed Kutub, Seyyid Kutub, Meryem Cemile, Necip Fazıl Kısakürek sayılabilir.
Said Halim Paşa ve Sezai Karakoç
Son sadrazamlarımızdan Said Halim Paşa (1864-1921), Osmanlının en kritik döneminde görev yapmış ünlü bir devlet adamı olduğu kadar önemli bir mütefekkirdi. İslam dünyasının geriş kalış sebeplerini irdeleyen hacim itibariyle küçük ama içerikleri açısından son derece dikkate değer eserler vermiştir. Sonradan “Buhranlarımız” genel başlığı altında tek bir kitapta toplanan eserlerinde Said Halim, imparatorluğun çöküşünü hazırlayan sebepleri tahlil etmesinin yanı sıra yeni bir siyasal sistem de önermiştir. Vaktimiz olmadığı için ayrıntılarına girmediğimiz bu sistemin günümüz için de tartışılmaya değer olduğunu belirtmekle yetinelim. Ancak şunu ekleyelim ki Said Halim, döneminin batıcı aydınlarını eleştirerek batı teknolojisini almak için sosyal yapımızı değiştirmenin ve batıdan kanun kopyalayıp uygulamanın yanlış olduğunu; bunların yerine milli planda ve İslam dünyası bağlamında sosyal dayanışma, sosyal evrim, ekonomik evrim kavramlarını önemsemek gerektiğini söylemiştir. Said Halim Paşa’nın, önemli sorunlarımız arasında aydın-halk ikilemine işaret etmesi ayrıca önemlidir. (TYB Akademi)
Şunu da eklemek gerekiyor ki, Said Halim Paşa, İttihad ve Terakki içinde kendi fikirleri doğrultusunda bir siyaset pratiğini ortaya koyma fırsatını bulamadı. Sadareti, imparatorluğun çöküş yılları hatta günlerine rast gelmişti. Çevresindeki yurtseverler, çoklukla şahsi ihtiraslarını önde tutan ve dönemin modası ırk birliği yanılgısı içindeydiler.
Said Halim Paşa’nın eserlerinde sık sık altını çizdiği Müslümanlığın içinin doldurulması, Müslümanların yeniden Müslümanlaşması hususu, onun Said Nursi ve Sezai Karakoç’la en belirgin ortak söylemleridir diyebiliriz.
Said Nursi ve Sezai Karakoç
Said Nursi ve Sezai Karakoç ilgisi bir başka kıymetli konuşmacımız tarafından işlendiği için tekrara gerek görmüyorum. Ancak şu kadarını belirtmekte yarar görüyorum ki, Karakoç’un eserlerini okuyanlar, onun Said Nursi’nin “Risale-i Nur Külliyatı”ndan haberdar olduğunu rahatlıkla anlayabilirler. Said Nursi’nin batı medeniyetine getirdiği eleştiriler - bu konuşmamda da yansıdığı üzere- Mehmet Akif’in ve Sezai Karakoç’un da paylaştığı çekincelerdir. Sezai Karakoç da Said Nursi gibi Allah’a imanla varlık bilincine ulaşmayı temel mesele kabul etmiş ve inanç toplumunun sosyal, kültürel ve de ekonomik açıdan kendine özgü ayrı yapıları olduğunu ve bunların hiçbirinde batıdan kopyalamalarla sahici ve kalıcı bir sistemin yerine oturamayacağına işaret etmiştir. Ekonomi bahsinde bu görüşünün doğrultusundaki analiz ve önerilerini bağımsız bir eser olarak “İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü”nde özlü bir şekilde açıklamıştır.
Karakoç,
1967 yılında Babıalide Sabah
gazetesinde yayımladığı ve üç gün devam eden “Kalem Yazmak Zorundadır” yazı serisinde Said Nursi’nin
öğrencilerine uygulanan tutuklama kampanyasına karşı çıkmış, bu insanların
çektiği çileyi, onlara reva görülen haksızlığı dile getirmişti.
Mehmet Akif Ersoy ve Sezai Karakoç
Mehmet Akif Ersoy’un düşünce dünyası itibariyle başlıca özelliği, İslam dünyasının yirminci yüzyıl başlarında tesbit ettiği perişan hali karşısında, suskun durmayıp, İslam toplumlarını güçlü bir silkinmeye davet etmesidir. Tüm şiirlerini topladığı “Safahat” adlı eserinde, manzum olarak dile getirdiği görüşlerinde çoğu Kur’an ayetlerinden aldığı ilhamların ışığında İslam dünyasının köklü sorunlarına karşı pratik çözümler önermiştir.
Akif, İslamda ırkçılığın olmadığını, Müslümanların ırkçılık yüzünden bölünüp parçalanmamasını; Batı dünyasından ilim ve sanatın alınmasını, ancak Batı medeniyetinin bir bütün olarak taklit edilmemesini istemiş, Batının gerçekte zalim ve vahşi bir medeniyeti olduğuna dikkat çekmiştir. Gerçek uygarlığın İslamiyet olduğuna dikkat çeken Akif, eserlerinde İslam tarihinden örnekler vererek, aynı ahlak güzelliğinde yeni Müslüman kuşakların yetişmesi özlemini dile getirmiştir.
Sezai Karakoç, Akif’i derinlemesine incelemiş, hatta hakkında bir eser de yazmıştır. Denilebilir ki, Sezai Karakoç, sosyal sorunlar ve çözümleri karşısında Akif’le aynı duyarlığı paylaşmış, doğal olarak Akif’in 20. yüzyıl vizyonuyla söylediklerini, kendisi 21. yüzyılda değişen kültürel ve siyasal koşulları dikkate alarak daha modern bir söylemle dile getirmiştir. Akif’teki Muhammed Abduh ve Cemaleddin Afgani tesirinin yerini, Sezai Karakoç’ta İslamın temel kaynakları yanı sıra tasavvuf önderleri ile Said Nursi ve Necip Fazıl vizyonlarının bir sentezi almıştır.
Aralarındaki önemli bir benzerlik de şiirlerinde hem duyarlıkta hem terminolojide İslam kültürü ve tarihinden geniş bir biçimde yararlanmış, bu büyük kültür zenginliğini günümüze şiir diliyle aktarmış olmalarıdır. Birçok şairimizin Yunan mitolojini baş tacı ettiğini hatırlayacak olursak, bu duyarlığın farkını daha iyi görebiliriz.
Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç
Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç’un üstadlarından bir diğeridir. Gençlik döneminde Üstad Necip Fazıl’ın çok yakınında bulunmuş, onun “Büyük Doğu” dergisinde hem yazılar yazmış, hem çıkarılmasına katkılarda bulunmuştur. Asıl önemlisi, Doğu-Batı muhasebesindeki vizyonunu çizerken, sanat anlayışını ortaya koyarken, Necip Fazıl’ın düşünce alanında en önemli eseri olan “İdeolocya Örgüsü”nde ortaya konulan düşüncelerden güçlü ilhamlar almıştır. Ayrıca Necip Fazıl’da belirgin tasavvuf eğilimi onunla Karakoç arasındaki ortak duyarlılıklardan biri olmuştur. Bu duyarlılık, Karakoç’un diriliş perspektifindeki en önemli hususlardan biri olan içimizdeki dirilişin yol ve yöntemlerinin bilgisi için ayrı bir öneme sahiptir. Bir başka benzerlikleri itibariyle; siyasi hayata atılarak düşüncelerini uygulamaya geçirmek için ikisi de girişimde bulunmuş, ikisi de bu girişimlerinden sonuç alamamıştır. Büyük Doğu Partisi girişimi de Diriliş Partisi atılımı da hedeflerine ulaşamamıştır.
Ortak Duyarlıklar
Görüldüğü üzere ve eserleri okunduğunda daha da iyi görüleceği üzere, Sezai Karakoç; İslam toplumun Batı medeniyeti karşısındaki durumunun tümüyle kabul veya tümüyle red yaklaşımını benimsemeyeceğini beyan eden kendinden önceki Müslüman aydınlarla fikir birliği içindedir.
Mehmet Akif’in “Alınız ilmini garbın alınız sanatını / Veriniz mesainize hem de son sür’atini” sözü ile işaret olunan hikmet, Said Nursi tarafından “Eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal” tesbitiyle önemsenmiş, bu husus Karakoç tarafından “Doğuyu ve Batıyı Bilen gelsin” dizesinde simgeleşmiş ve çeşitli eserlerinde genişçe açıklanmıştır.
Diriliş Nesli
Ortak duyarlığa bir anekdotu ekleyecek olursak; yukarıdaki isimlerin bir diğer ortak özlemi bilinçli bir gençliğin yetişmesidir. Mehmet Akif’in “Asım”ı, Necip Fazıl’ın “Mehmed”i ve Anadolu gençliği anlamında kullandığı Sakarya’sı, Karakoç’un “Taha”sı, yeni İslam toplumunun dirilişini gerçekleştirecek gençliğin simgelerdir. Bunlardan en geniş vizyon yüklenen Taha’dır. Taha, Doğuyu bilecek, Batıyı bilecek; geçmişi bilen, şimdinin farkında olan ve olması gerekeni gerçekleştirme azminde ve bunların yanı sıra; nefsiyle hesaplaşmasını geçekleştirecek, orucu, namazı, miracı, hicreti, Kudüs’ün, Mekke’nin, Medine’nin, Bağdat’ın, Şam’ın ve Diyarbekir’in ve Dicle’nin anlamını bilecek, muhasebesini ona göre yapacak; kendi iç dirilişini ve İslam toplumunun dirilişini gerçekleştirecektir.
Yukarıda zikredilen bütün bu fikir adamları kendi
bakış zaviyelerinden ve dönemlerinde gözlemledikleri acil ihtiyaçlardan yola
çıkarak, sonuçta temel bir soruya cevaplar bulma ve cevapları birer çare olarak
üretme çabasında olmuşlardır.
Aslında soru tekti ve şu idi:
İslam dünyasının içinde bulunduğu büyük bunalımın
sebepleri nelerdir? Bu bunalımı nasıl aşabiliriz?
Yani Necip Necip Fazıl’ın ferdi planda sorduğu:
“Ben neyim ve bu
hal neyin nesi?”
Sorusunun toplumsal ve evrensel planda aradığı
cevapları bulmaktı.
Elbette bu soruyu bahane eden sömürgeci Batılılar da,
bizim akıl tutulmamız nedeniyle yaptığımız davetler üzerine, İslam ülkelerine
gelip “sizin probleminiz bu” diyerek, çare diye daha fazla sömürülme ve batış
yollarını öğütlemişlerdir.
Sezai Karakoç, ortaya koyduğu diriliş perspektifiyle,
kendisinden önce oryantalistler, Batıcı aydın ve devlet adamları tarafından,
Müslüman düşünür ve devlet adamları tarafından ortaya konulan soruları ve
cevapları, kendi cevaplarıyla birlikte yeni bir tarih muhasebesinden geçirerek,
kendi döneminin en ileri sonucuna ulaşmıştır.
Sezai Karakoç, “Düşünceler-
Sezai Karakoç’un cevabı, kendi medeniyetimize güven ve
sorunlara çözümü bu medeniyetin referanslarıyla üretmektir. Kendisi bunu şöyle
ifade etmiştir:
“Bugün, İslâmın
dirilişi diyorsak, bu medeniyetin tozlarından arınıp, silkinip uyanacağını ve
tüm insanlığa ışığını yeniden saçacağmı söylemek istiyoruz.
Diriliş tezi,
birçok açılardan ele alınan İslâmı, tarih ve medeniyet persfektifinden
açıklıkla ortaya koyma çalışmasıdır. İslâm medeniyetinin yeniden doğuş yolunu
arama denemesidir bu tez. Bir çağrıdır aramaya ve bulmaya ve araştırmaya. Bir
duadır, ilhamım lutfetmesi için Ulu Tanrı'ya.” (Düşünceler-1)
Sezai Karakoç, yaşanan iki boyutlu evrensel bunalımdan
çıkışın ancak donanımlı yeni kuşaklar tarafından gerçekleştirileceğini
belirterek şu değerlendirmeyi yapar:
“İslâm dünyası,
medeniyet açısından ölüm sularında yüzüyor:
Yeni bir
medeniyet atılımı gerekli. Bu, ruhun dirilişiyle olacaktır. Bilim aşkıyla, yeni
baştan klasikleri aşkla, sevgiyle gündeme getirmekle olacaktır. Yeni bir aydın
tipi belirmelidir, yeni bir düşünce ve idealist hayat tarzı benimsenmelidir.
Bütün sorunlar bir bir ele alınmalıdır. Geniş bir kültür planı ve programı
gereklidir.
Diriliş tezi,
bu yolu açmanın tezidir. İslâm ülkelerinde aydınların medeniyet fikrine bu
fikrin gerçeğine dönüşü için yeni bir özveri yolu. Manevi yolda, erdem yolunda
ilerleyen kuşaklar, bilim, edebiyat ve sanatın doğu ve batı envanterinden
hareket edip yeni çığırını bulacak çilekeş düşünürler, bilginler yazarlar,
şairler ve sanatçılar kuşağı ufukta gözükmelidir.” (Düşünceler-1)
Karakoç’a göre, gerçek manada tek medeniyet vardır ve
o da peygamberlerin ışık tutuğu “Hakikat
medeniyeti”dir. Müslümanlar bu medeniyeti unutmanın, Batılılar ise inkâr
etmenin bunalımını yaşamaktadır. Bizim yapmamız gereken, bir yandan “Hakikat
medeniyeti”ne yeniden ulaşmak için muhtaç olduğumuz dirilişi gerçekleştirmek;
bir yandan, Batılıların bizden ödünç aldıklarını onlardan geri almaktır.
"Hakikat medeniyeti" nedir ve bu medeniyete
ihtiyacımız nereden kaynaklanmaktadır? Sezai Karakoç’un cevabı şudur:
“İnsan, ancak
Tanrı'yla varolur. Bu bakımdan insanın ideali ve amacı, ilâhî kaynaklıdır. Bu
amaç, "Tanrı'nın istediği yaratık" olmaktır. Medeniyet de insanın,
bu amacını, en üstün planda gerçekleştirmesi onu sürekli kılması faaliyetleri
ve bunun anıtlaşması, kurumlaşması, kalıcı kılınmasıdır. Bu yüzdendir ki, biz,
medeniyetin en gerçek anlamını ve kaynağını vahiyde buluyoruz; öbür medeniyet
türlerinden ayırmak için buna vahiy medeniyeti, hakikat medeniyeti diyoruz;
öbür medeniyetler, buna yaklaştığı ölçüde, medeniyetin asıl amacına yaklaşmış,
bundan uzaklaştığı ölçüde de uzaklaşmış olurlar.” (Düşünceler-1)
Peki, İslam toplumları, “Hakikat Medeniyeti”ne yani “İslam medeniyeti”ne yeniden nasıl sahip olacak; bu amaca ulaşmak için insanlar ne yapmalıdır?
Bu soruya cevap olarak Karakoç, doğru yaklaşımın ne olabileceğini bir şiirinde şöyle ifade eder:
“Evrim akan sularla
Devrim irinle kanla
Bizse kurtuluşu istiyoruz
Bengisu bengisu kayna ve çağla” (Gün Doğmadan)
Bu ses, Yunus’un sesine ne kadar benziyor, değil mi? Sade, gösterişsiz, ama içi dopdolu. Tıpkı varoluşunun bilincindeki Müslümanın şahsiyeti gibi.
Sezai Karakoç’un bu manifestovari şiirinde kullandığı iki önemli kavram ve simge olan “kurtuluş” ve “bengisu”, bize onun düşünce dünyasının iki önemli anahtarını vermektedir.
“Kurtuluş”, Müslümanların “Ezan”ında günde beş defa tekrarlanan “felah” kavram-kelimesinin karşılığıdır ki, “Allah’a dönüş”ü, kurtuluşun Allah’a, İslamın çağrısına yönelişte olduğunu ifade etmektedir. Bu kavram, her türlü zorluk ve sıkıntılardan kurtulma yolunun ancak Allah’a iman ve onun bildirdiklerine riayetle mümkün olabileceğinin hatırlatılmasıdır. Karakoç, bu kavrama dikkate çekerek “öze dönüş”ün tek çare olduğunu vurgulamış olmaktadır ki, kendi çağdaşları arasında çeşitli sorunlara çeşitli …izm’lerle çare arayan ve nerdeyse tamamı Batıcı zihniyetlere sahip olanların çağrılarına değil, “felah” a yönelmeyi işaretlemiştir.
Şiirde, neredeyse son söz olarak vurgulanan “Bengisu” ise İslam tasavvufunda Allah'ın “el-Hayy” isminin tecellisi anlamındaki “âb-ı hayat” (can suyu) demek olup, tasavvuf edebiyatımızda sık tekrarlanmıştır ki; Allah’la var olmak, Allah’ın varlığına iman şuuruyla hayat bulmak, can bulmak, Allah’ın rızasına ulaşmak anlamlarına gelmektedir. Örneğin Nizami'nin İskendername’sinde, Ali Şir Nevai'nin Sedd-i İskenderi'sinde de bu anlamda geçen “Bengisu”, özellikle canlanmanın, dirilişin içerde, iç dünyada başlayabileceğini, dirilişi önce içinde gerçekleştiren, böylece nefs ile mücadelede cihad-ı ekber’i başaran, içindeki ikiliklere son veren, şirki yıkıp tevhidi gerçekleştiren müminlerin dirilmiş olabileceğini, toplumsal ve siyasal diriliş hedeflerine ulaşmak isteyenlerin de önce içlerinde bu varoluşu gerçekleştirmeleri gerektiğini ifade etmek istemiştir.
“Diriliş”in İki Boyutu
Sezai Karakoç’un eserlerinde en çok kullandığı “Diriliş” kavramı, dünya görüşünün tek kelimeyle ifadesi olarak düşünülmüş olmalı ki, 16 Aralık 1963’ten itibaren çeşitli periyodlarla çıkardığı derginin de kurduğu siyasi partinin de adı olmuştur.
Sezai Karakoç’un şiir ve düzyazı eserlerinde ortaya koyduğu diriliş perspektifinin açılım noktası, İslam inancının amentüsüdür. Müslümanlar, yaratıldıktan sonra yok olmayacaklarına, bu dünyadaki geçici ömürlerini tamamladıktan sonra dirileceklerine, yeni bir dünyaya, bu defa sonsuzluk dünyasına uyanacaklarına inanır.
Dolayısıyla “Diriliş” algılaması, Müslümanın hayatının bir parçasıdır, yabancı kültürden bir aşılama, ona yabancı bir eklemleme, kendine yabancılaşma, bir alinasyon değildir; 1789 Fransız veya 1917 Ekim devrimi gibi esintilerden değil, ilhamını tümüyle İslamın temel referanslarından almıştır.
Nedir “Diriliş” perspektifi? Diriliş, Müslümanların, ilhamını sonsuzluk dünyasındaki “Ba’sü b’adel mevt”inden alan, bu dünyadaki “ba’su ba’del mevt”idir. Aslında bu kavram insanımıza daima yakın olmuştur. İnsanımız hergün tekrarladığı kelime-i şahadette öte dünyadaki dirilişi hatırlarken, aynı imanın bugüne de ilişkin olduğunu nedense fazla düşünmemiştir.
Müslümanların bu dünyadaki “ba’su ba’del mevt”i, yani dirilişi; insanlık tarihindeki yüzyıllar boyunca sürmüş parlak başarılarla dolu, sonra gevşeme ve gerileme dönemlerinin ömrünü tamamlayarak, yeniden görkemli bir döneme başlamasıdır. Bu diriliş, Müslümanların yüzyıllarca insanlık tarihine önderlik ve öncülük ettiği İslam medeniyetinin yeniden tarih sahnesine çıkışı ve yeniden doğuşunu müjdelemektedir.
Diriliş Muştusu
Sezai Karakoç’un “Diriliş” perspektifinde ikinci temel olgu ise, diriliş düşüncesinin özünde yatan müjdeye dikkat çekmesidir. Bu olgunun önemi, Batı sömürgeciliğinin psikolojik bir bozguna uğrattığı İslam ümmetinin yeniden ayağa kalkacağına, teknoloji ve enformasyon çağının tıkandığı ve çürümeye başladığı yerde çıkış yolunu göstereceğine duyduğu inanç ve güveni İslam dünyasına hatırlatmasındadır.
Sezai Karakoç’un insanlara anlattığı diriliş bir muştudur. Sıkıntılar, korkular içinde bunalan insana güzel bir haber, yepyeni bir ümittir. Diriliş bir muştudur, çünkü alemlere rahmet olarak gönderilen peygamberin verdiği müjdenin ta kendisidir. Bu diriliş, bunalan ruhların dirilişi, sorunları giderek artan toplumun dirilişi, Batı saldırılarıyla ayaklar altında kalıp çiğnenen İslam ümmeti onurunun direnişi ve hepsine verilen bir müjdedir.
Karakoç, “Unutuş ve Hatırlayış” isimli risalesinde bu müjdeyi şöyle açıklar:
“Sen, dirilişi hatırladığın zaman, aczin, eksikliklerin, noksanlıkların, kayıpların, dalga dalga bulut bulut çekip giderler. Ne kadar yoğun olsalar da, onları yaracak bir şimşek vardır. Ve onlar bu şimşekle yarılmaya görsün, birden şarıl şarıl yağan sağnaklar halinde boşanan güzelim yağmurlara dönerler. Sıkıntı bulutu gider, rahmet yağmurlarının kaldırdığı güzelim baharın toprak kokusu gelir. Ve arkasından çiçekler, çiçekler, çiçekler. Ve arkasından meyveler, meyveler, meyveler..” (Unutuş ve Hatırlayış, s. 17)
Konuşmamı, büyük düşünür, değerli hemşehrimiz Sezai Karakoç’un, “Diriliş Mektubu” adlı yazısının son bölümüyle tamamlamak istiyorum.
Bize şöyle sesleniyor Sezai Karakoç:
“Ruh kalesini yeniden inşa edelim. Tarihin en zalim zelzelesiyle yerle
bir olmuş gerçek medeniyet sitesinin yeniden kurulmasına taş taşıyalım.
İnsanlığın fizikötesinden başlayarak her plandaki depreminin sebep
olduğu yıkılışları onarma planında elimizden geldiğince bir katkıda bulunalım.
Cezbemiz, şuurumuz, kötülük izinde değil, iyilik çığırında olsun.
Tutkumuz, gerçek medeniyetin dirilişi doğrultusunda olsun. Göğsümüz
ideal âlemin soluğuyla dolsun. Ruhumuz kutlu ruhla güçlensin, desteklensin.
Tarih, tabiat, zaman ve insan ilişkileri, yeniden, hilkat ve fıtrat kanunlarına uyacak şekilde düzenlensin tutumumuzla. Aşkımız Nemrud’un ateşine ateş değil, Hz. İbrahim’in gül bahçesine su taşımak aşkı olsun.” (Unutuş ve Hatırlayış, s. 63)
_______________
(*)
5-7 2012 tarihinde Diyarbakır Dicle Üniversitesi Kongre Merkezinde gerçekleşen
"Sezai Karakoç Sempozyumu"nda yaptığım konuşmanın tam metnidir.
KAYNAKÇA:
Sezai Karakoç, Unutuş ve Hatırlayış, gen. 2. bas., 1998, İstanbul; İsmail Kara,
Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi (c.3, s. 380-393; s. 428-435; 1994, İstanbul),
Sezai Karakoç, Düşünceler-1
(s. 7-21, 1986, İstanbul), TYB Akademi – Said Halim Paşa (Yıl: 1, sayı: 3,
Eylül 2011), Sezai
Karakoç, İslâm’ın Dirilişi (6. bas. s. 17-37, 43-47, İstanbul
1986); Sezai Karakoç, Gün Doğmadan (2000, İstanbul),
Sezai Karakoç, Kalem Yazmak Zorundadır 1 ve 2, Babıalide Sabah, 11-12 Aralık
1967).
Biz mahcup ve onurlu çocuklarız (…)
Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız
Sezai Karakoç
Onu İstanbul’un kalabalık caddelerinden birinde yürürken görmeniz gerekir. Başı önüne eğik, boynu omuzlarının arasına gömülmüş, dalgın ve derin gözleri karşıdan bakıldığında görünmeyen, ama daima bir hüznü, bir kederi, bir derdi taşıyor duyumunu uyandıran, bu kısaya yakın orta boylu adamın, usul ve kısa adımlarla yürüyüşü, beyninde yüklendiği fi krin ağırlığını kaldırmakta zorluk çekiyormuş izlenimini verir. Tabloyu daha da somut bir mekânda tasavvur edebilir ve onu Cağaloğlu Yokuşu’nu tırmanırken izleyebiliriz: bir kolunun altında tuttuğu fermuarlı, kara renkli, belki biraz yıpranmış bir çanta; sigara içtiği günlerdeki kipi içindeyken işaret ve orta parmaklarının ucunda iğretice tuttuğu sigarası ağzına yaklaştırılmış, omuzları eğik ve bütünüyle dalgın bir hava içinde yürüyen bir adam... Elbisesi de yıpranmıştır. Pantolonu hemen hemen ütüsüzdür. (…)
O, kendisine rastladığınızda, adres sormaktan çekinmeyeceğiniz tipteki insanlardan biri izlenimini uyandırabilir. Dahası, eğer sorduğunuz adresi biliyorsa, ince ayrıntılarına değin size orayı eksiksiz biçimde anlatma cehdini gördüğünüzde, onun, oralarda sanki birinin ona adres sorması için beklediğini bile düşünebilirsiniz: öylesine mütevazı, öylesine hizmete hazır ve sunduğu hizmeti öylesine canla başla yerine getirme hevesi ve gayreti, onunla böyle sokakta buna benzer bir konumda karşılaşan birinin aklından geçirebileceği ilk izlenimler, ilk etkilerdir. O, bu hizmeti lâf olsun diye yapmaz. Gerçek bir hizmet aşkıyla yerine getirir. Sorulan adres karışıksa, onu da basite indirgemesini bilir ve soran adamın anlayabileceği bir dille onun kafasına yerleştirmesini başarır.
Gündelik ilişkilerin sıradanlığı arasında, karşınızda duran bu adamın sıradan görünüşü kimse için, hiçbir özel anlam ifade etmez. Ne zaman ki, onunla entelektüel bir zeminde karşılaşırsınız, o zaman, bu, her yanıyla mütevazı görünüşlü adamın beyninden fi kirler, imajlar, buluşlar, benzetmeler, görüşler, kuramlar fışkırdığını görürsünüz. Kafasının soyut düşünceye anadan doğma hazır bulunuşu, onu, gördüğü her özgün fikri yakalamaya ve hakkını vermeye yöneltir. Fikir, onun kafasında salt fikir olarak da kalmaz, fikir onun kafasında imgelerle, simgelerle, benzetmelerle, alegori ile zenginleşir, çoğalır. Ve onun ne denli mahir bir polemikçi olduğunu onunla polemiğe girmeyi denemiş olanlara sormalı...
Daha, Maraş’ta ortaokul öğrencisiyken gördüğü bir afiş yazısı, onun kafasını allak bullak etmeye yetmiştir. Evet, daha ortaokul sıralarındadır. Yatılı öğrencidir. Okulun paydos olduğu bir saatte, okuldan çıkmış, kent içinde gezinirken, birden bir duvar afi şi üzerinde gördüğü bir slogan (veya slogan gibi bir bildiri) onu can evinden yakalar. Gördüğü tanıtım ibaresinde Büyük Doğu’nun “nârı beyza” hâlinde çıkacağı yazılıdır. Bekler. Bu bekleme esnasında, bu ibare onun kafasında büyür, zenginleşir, çoğalır. Daha Büyük Doğu dergisini görmeden, tanıtım bildirisindeki ibare onun vurulmasına yetmiştir. Çünkü o, bir fi kre salt fikir olarak bakmıyor. Onun şair kafası ve imge dünyası, kafasında Büyük Doğu’nun, Büyük Doğu’dan farklı bir imgesini hâsıl etmiştir bile. Sonra dergi çıkar. Haftalık derginin her sayısını satır satır okur, sindirir, kafasına yerleştirir. O tarihte henüz on üç, on dört yaşlarındadır. Ama kafası, rüştünü çoktan kanıtlamıştır.
Dersine çalışmakla yetinmez. O sıralarda (194O’lı yılların ortaları) Milli Eğitim Bakanlığı klâsik eserlerin çevrilmesine başlamış, Doğu’dan, Batı’dan belli başlı eserler bir uçtan Türkçeye kazandırılmıştır. O, usanmaz ve doymaz bir heves ve sabırla bu eserleri hatmetmeye girişir. Klâsiklerden okumadığı, en azından göz atmadığı, az çok bilgi sahibi olmadığı hiçbir eser bırakmaz. Bir gün Türkçe hocası, onu, arkadaşlarına işaret ederek: “Bu arkadaşınıza dikkat edin çocuklar, o, ilerde büyük adam olacak” uyarısında bulunur. Ama acaba o sınıfta, hocanın bu uyarısını kale alabilecek dikkat sahibi bir arkadaşı var mıydı, bilemiyoruz. (…)
Onun kafa yapısı aslâ görünüşle yetinmeye razı olmaz. Daima görünenin altını ve arkasını araştırır. Görünürdeki fenomenin mutlaka bir numeni bulunması gerektiğini düşünür. Onu kurcalar, o fi kirle usanmadan oynar, evirip çevirir ve sonunda kendine göre bir karara ulaşır. Ama o karara ulaşıncaya değin kafasını patlatasıya direnir, diretir. Ve bir kez bir karara ulaşınca da, o karar, onun kafasında bir ilke hâlinde yer eder ve artık onun vazgeçilmezleri arasında yerini alır.
Dış çizgileriyle bakıldığında hayatının hiçbir girinti çıkıntısı yoktur. Zahiren girintisi çıkıntısı gözükmeyen bu hayatın sahibi, içinde amansız fırtınaların karambolünü, tayfununu yaşadı. Ama bu çalkantılardan kimseye haber vermedi. Ruhunun hangi fırtınalardan geçtiğini anlayabilmek için onun fakülte yıllarında yazdığı şiirlere müracaat etmemiz gerekir. Bu şiirler, nerdeyse baştan başa gizli bir aşkın terennümü, hatta feryadı gibidir: (…) Aslında bu mısralar onun ruh çalkantısından minicik ip uçları yerine bile geçmez. O şiirlerin oluşum süreci düşünülürse, o süreç esnasında yaşanan ruh burkuntularının, beklentilerin, umutların, umutsuzlukların, kabullenişin ve vazgeçişin envai çeşidinin nasıl iç içe yaşandığını tahmin ve tahayyül etmek kolaylaşır. (…) Zekâsının bir kılıç denli keskin oluşu, fakat aklının ağırbaşlı telkininin baskısına boyun eğişi, onu işkilli ilişkilerden korumaya sevk etmek ister. Aklıyla zekâsı, onun bütün ilişkilerinde bir muharebeye girişmiş hâlde bulunur. Zekâ, aklın otoritesine boyun eğer; ne var ki, bu boyun eğiş, hiç de huzurlu bir ruh ortamı hazırlamaz ona. Belki başka yerlerde de zikretmişimdir, eserini aşan ve eserinin gerisinde kalan yazarlar, şairler vardır.
Sezai Karakoç, eserini defalarca aşan simalardan biridir. Eserinin çapı göz önüne alınırsa, ne demek istediğim anlaşılır. Eseri, dehasının ürünü olması gereken birikimin az bir kısmıdır: keyfi yet olarak değil, kemiyet olarak... 1962 yılında, henüz 29’unu süren genç bir insan. Alnına yerleşmiş derin düşünce çizgileri insanda saygı uyandırıyor. Daha ilk cümlelerinde, bu cümlelerin onun kafasında çoktan hazırlanmış olduğunu, o anın çağrışımlarına uyarak konuşmadığını anlıyorsunuz. Hazırlanmış, üzerinde düşünülmüş, hesabı verilmiş düşünceler. Birkaç saatlik konuşma esnasında şiirden, siyasetten, edebiyat ortamından, güncel olaylardan konuşuldu. Dikkatimi çeken husus şuydu: bütün bunlar, daima aynı görüngüden değerlendiriliyor, çarpıcı benzetmelerle, mukayeselerle ve özgün bir ifade biçimi kazanmış bir üslûpla vazediliyordu.
Adnan Menderes’in orduyu jandarma ile karıştırdığına ve bu yüzden darbeci güçlere kolayca teslim olduğuna ilişkin tespiti, o an için çarpıcıydı. Keza İkinci Yeni şiirini İkinci Dünya Savaşı sonrası şartlarıyla açıklayan yaklaşım tarzı da benim için yeniydi. Aynı yıl, onun sayesinde tanıyacağımız Üstad Necip Karakoç göz önüne alınarak derginin yayımına ara verildi. 2. Diriliş dergisi ikinci dönem: Mart 1966-Ocak / Şubat / Mart 1967: 12 sayı. Sezai Karakoç, 1965 yılında memuriyetten istifa etti; fakat umduğunu bulamadı. Ekonomik sorunlar yüzünden memleketi Ergani’ye dönmeye karar verdi. Bir arkadaşının Sezai Karakoç’u bu kararından vazgeçirmek için Diriliş’in tekrar çıkmasını sağlamasıyla memleketine dönmek fikrinden vazgeçti. 3. Diriliş dergisi üçüncü dönem: Ekim 1969 / Temmuz 1970: 12 sayı. Ekim 1970 / Ocak 1971: 4 sayı: Toplam 16 sayı. Dergi 16 sayı çıktıktan sonra dönemin karışık toplumsal olaylarının elvermemesi ve Karakoç’un iki kitabının yasaklanması sebebiyle bir kez daha kapandı. 17 Ekim 1967’de İslâm’ın Dirilişi hakkında toplatma kararı çıktı. Sezai Karakoç bu kitabı yüzünden İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesinde 163. maddeden yargılanmaya başladı. Aynı yıl, bu davayla uğraşırken bu sefer Yazılar adlı kitabı toplatıldı. Bu kitabı hakkında da İstanbul 3. Ağır Ceza Mahkemesinde 163. maddeden dava açıldı. Kitap İslâm, Farklar ve Dirilişin Çevresinde adlı kitapların tek ciltte toplanmasıyla oluşturulmuş, borca karşılık bir defaya mahsus olmak üzere basılmış bir kitaptır. Sezai Karakoç, İslâm’ın Dirilişi adlı kitabı sebebiyle sekiz yıl mahkûmiyetle yargılandı. İlk başta tutuklu olarak yargılandığı için bir süre sokağa çıkamadı. Sonradan tutuksuz yargılanmasına karar verildi, davalarına gidip gelmeye başladı.
Bu davalardan dolayı Sezai Karakoç, zor günler geçirdi. Davalar (namı diğer “Diriliş Davaları”) 1967’den 1974’e kadar sürdü. İslâm’ın Dirilişi kitabından dolayı bir yıl, bir ay, on gün hapis, bir yıl da sürgün cezası aldı. Yazılar kitabından da altı ay hapis cezası alan Sezai Karakoç’un bu cezası paraya çevrilip tecil edildi, 1974’teki genel afla da düştü. Davaların neticelenmesinden sonra Diriliş Yayınlarını kurup kitaplarını yeniden çıkarmaya başladı. 1974 yılından önce Diriliş Yayınları başlığıyla bir iki yayın yapıldıysa da bunlar düzenli olmadı. Bu yüzden Diriliş Yayınlarının asıl kuruluş tarihi 1974 kabul edilebilir. Bu tarihten itibaren Sezai
Karakoç’un kitapları düzenli bir şekilde sadece Diriliş Yayınlarından çıktı. 4. Diriliş dergisi dördüncü dönem: Eylül-Ekim 1974 / Şubat 1976: 18 sayı. 6 Mayıs 1976 / 3 Ağustos 1978: 42 sayı: Toplam 60 sayı. Diriliş dergisi bu dönemde 19. sayısından itibaren haftada iki gün (Pazartesi ve Perşembe) yayımlanan bir günlük gazeteye dönüştü. Bu dönem dergide İsmet Özel’in de dört şiiri yayımlandı. “Edebiyat dünyasında, ismen tanıyıp şiirine büyük değer verdiğim bir Sezai Karakoç vardı. Onunla tanışmanın yolunu arayıp buldum.” diyerek Sezai Karakoç’a gelen İsmet Özel, hayatındaki yeni dönemin ilk şiiri olan “Amentü”sünü de Diriliş’te yayımladı. 5. Diriliş dergisi beşinci dönem: Ekim 1979-Eylül 1980: 12 sayı. 6. Diriliş dergisi altıncı dönem: 7 Ocak 1983-16 / 17 Haziran 1983: 161 sayı. Diriliş bu dönem günlük gazete olarak çıktı. 7. Diriliş dergisi yedinci dönem: 23 Temmuz 1988 / 5 Şubat 1992: 133 sayı. Diriliş dergisi, son diyebileceğimiz bu döneminde, haftalık dergi olarak yayımlandı. Derginin bu döneminde Sezai Karakoç’un hatıraları da yer aldı. Bu dönem, 5 Şubat 1992’deki 131-132-133. birleşik sayıyla son buldu. (...)
Sezai Karakoç, tanıdığım ilk bilge insandı. Ve ilk düşünür... Eski düşünürlerin, filozofl arın eserlerinin, herhangi bir arkadaşının düşüncelerini eleştirir gibi eleştirmesi benim için, şaşırtıcı bir olaydı. Onda fikir, bazen aniden fışkırır, bazen de uzun bir gelişme süreciyle ortaya çıkar. Yazmaya karar verdiğinde zorluk çekmez. Zengin bilgi birikimi ile geniş imajinasyon dünyası, yazılarında onu fi kirden fi kire koşturur. Gazetelere günlük yazı yazdığı sıralarda yanında bulunduğum olmuştur. Bir defasında, İstanbul’da bir kahvede yazısını hazırlamak üzereydi, fakat ne yazacağına henüz karar vermemişti.
“Üç Türkiye diye bir yazı yazayım” dedi ve sesli düşünmeye başladı: “Bir, bizim Türkiye’miz; iki, onların Türkiye’si...” dedi ve bana bakarak: “Peki üçüncü Türkiye kimin Türkiye’si?” diye sordu. Bana bakarak soruyordu, ama benden cevap beklemediğini biliyordum. “Bir de, dedi, bir Türkiye var, kendi kendisi olan bir Türkiye!” Ve yazısını bu temel üzerine kurup yazdı.
Onunla konuşmalarımızda uçsuz bucaksız bir tahlil seline kapılıp gittiğimiz çok olmuştur. Bir fikri, bir fenomeni öylesine parçalara ayırarak didik didik eder ki, bir daha o parçaların bir araya gelmeyeceğini sanırsınız; ama sonunda, bu tahlil yavaş yavaş bütünleşir ve bir terkip hâline gelir. O, esas itibariyle diyalektik düşünce tarzına sahiptir. Aristo mantığını kullandığı olur kuşkusuz; ama kendi özgün düşüncesi temelde diyalektik üslûba dayanır.
Düşüncelerinde aceleci değildir, ihtiyatlıdır. Belli bir sonuca birdenbire atlamaz, adım adım oraya yaklaşır. Bu yüzden sohbetleri zevkli ve öğretici fi kir ziyafetlerine, bir şölene dönüşür. Düşüncede ayrıntıya son kerte dikkat ve riayet eder. Başkası için bir hiç sayılabilecek minicik bir ayrıntı, yeri geldiğinde, onun düşüncesinin bel kemiğini oluşturur. (…) Düşünce dünyasının, onun gündelik pratik hayatına ayak bağı olduğunu ileri sürmek de mümkündür. Öylesine düşüncesinin (buraya şiirinin de dâhil olduğunu söylemeye gerek var mı?) surları arasına gömülmüştür ki, nerdeyse onun için bir dış dünya yok hâline gelmiştir.
Memuriyetten ayrılmaya karar verdiği ve ayrıldığı günde, aslında ne yapacağını, nasıl geçineceğini nerdeyse hesaba bile katmamıştır, diyebiliriz. Nasıl geçineceğine ilişkin soru, herkes gibi elbette onun da sorusudur. Bu sorunun ona ayak bağı olmadığını anlatmak istiyorum. Sonradan çektiği sıkıntılar, onun “geçim dünyası”na ne kadar hazırlıksız bulunduğunu göstermeye yeter. Necip Fazıl, bir defasında, içinde bulunduğu sıkıntıyı ifade sadedinde şöyle söylemişti: “Necip Fazıl’ı bir gün Yeni Cami duvarının dibinde bir boyacı sandığının önünde görürseniz, bundan doğacak mahcubiyetin mecmuu ondan başka herkese racidir!” Necip Fazıl, ayakkabı boyacılığı yapmadı. Ama Hatıralar’ında, okuduğumuz kadarıyla Sezai Karakoç, evinde, açlık sınırlarına teğet geçti. (…)
(Hece Dergisi Sezai Karakoç Özel Sayısı, sayı: 73,
Sezai Karakoç, modern Türk şiir piramidinin
zirvelerinden biri, belki de birincisidir. Sadece şiiriyle değil, fikir adamı
cephesiyle de bu böyledir.
Sezai Karakoç, modern şiirimizde birçok yönüyle bir
ilktir. Şiirinin geleneğe bağlanan damarı, süreklilik ve içerik plânında Yahya
Kemal ve Necip Fazıl’dan daha derindir. Çünkü şiirimizin evrimi, ilk defa
onunla ciddî bir metafizik açılım kazanır ve Şeyh Galip’e bağlanma imkânı
bulur. Böylece modern şiirimiz, bir ölçüde geçmişiyle arasındaki mesafeyi,
fetreti kapamış olur.
Karakoç, şiiri yaşanmış olandan (insanlık tecrübesi)
ve kendi hayatından (şahsî tecrübe) süzer. Popülizme ve ideolojik olana kapalı
durur. Şiirle kavga vermez, ama şiiri kavgasını yüklenir. Sonuçta insanlığın
ortak tecrübesine bağlanabilecek bir şiir ortaya koyar.
Şiirimizin baştan beri temel meselelerinden biri olan
insan meselesi, onun şiirinde yaşayan, tarihi olan, inançlı, ilkeli, idealist,
misyon sahibi vb. nitelikli bir insan şeklinde açılım gösterir. Bu yönüyle
günümüz şiirinin önünde durur. Bununla birlikte sadece kendinden sonrakileri
değil, kendinden önceki ve kendi kulvarının dışındaki şairleri de etkileyebilen
nadir sanatçılarımızdan biridir. Modern edebiyatımızda Karakoç boyutunda başka
bir şair hemen hemen yok gibidir.
Modern şiirimizin en büyük atılımı kabul edilen İkinci
Yeninin belirleyici ve öncü şairlerinden biri Karakoç’tur. Ece Ayhan’a göre
Turgut Uyar’la Edip Cansever ara kuşaktandır ve her ikisinin de bir yarıları
bir bakıma hep Garipte kalmıştır. Sezai Karakoç’la Cemal Süreya ise İkinci
Yeninin merkezindedir. (1) Aslında İkinci Yeni için bir merkez aranacaksa bu
tek başına Karakoç olmalıdır. Çünkü Cemal Süreya’nın da ilk çıkışında,
özellikle ironik söylem ve dili kullanma yönünden Gariple gizli bir akrabalığı
vardır.
Bütün bunlar Sezai Karakoç’un şiirini okuma
denemelerinde önümüze çıkacak ana duraklardan birkaçıdır. Şimdi ilk şiirlerine,
Monna Rosa’ya dönebiliriz.
Monna Rosa,
Diriliş Yayınlarının 52. kitabı olarak Ağustos 1998’de yayımlandı. 9 şiirden
oluşan bir ilk şiirler toplamı ve Karakoç’un kitap olarak yayımlanan 9. şiir
kitabı. Şiirlerden 7’si Hisar ve Mülkiye dergilerinde yayımlanmış
(1951-1954). 2’si yazıldıkları tarihte yarım kalmış ve tamamlanarak ilk defa bu
kitapta gün ışığına çıkıyor. Böylece Monna Rosa, bir efsane şiir olarak
yaklaşık yarım asırdır koruduğu gizlilik sırrını bozuyor ve okuyucuyla
buluşuyor.
Yıllar önceydi; Monna Rosa’nın elden ele
dolaşan bir nüshasıyla karşılaşmıştım. Zaman içinde başka nüshalarla da
karşılaştığım oldu, ama hiçbiri diğerini tutmuyordu. Ankara’da fakülteye
başladığım yıllardı. Kütüphanelerden Hisar ve Mülkiye dergilerini
buldum ve kendime ‘sahih’ bir nüsha edindim. Mutluydum ve isteyen arkadaşlarıma
bu nüshanın fotokopisini veriyordum. Şimdi Monna Rosa’yı, hâlâ elimde
mevcut olan bu nüshayla karşılaştırarak yeniden okumaya çalışıyorum.
Cemal Süreya, Edip Cansever’in “Nerde Antigone” adlı
şiirini, ilk yayımlandığından otuz yıl sonra bütün şiirlerine alırken yapmış
olduğu ekleme ve çıkarmaları onaylamayıp, bir şairin kendi şiiri üzerindeki
“tasarruf” hakkının sınırlarına değinir. “Dize atmaya, belki evet; ama çok
yerde ana gövdeye dizeler eklemeye kesinlikle hayır! Hele şiirin üzerinden
yıllar geçmişse, şiir kitaplaşmışsa ve üst üste baskılar yapmışsa... Dahası o
şiir bir kuşağın, bir akımın duyarlığını, belli bir tarih noktasındaki dil,
düşünce, özlem, imge, vb. konumunu gösteriyorsa...” (2) Bu sebeple bir şairin,
yayımlanmış şiirine sonradan yapabileceği herhangi bir değişiklik, belki sırf
şairini ilgilendireceği, kuşağının dil ve şiir özelliklerini yansıtmayacağı
durumlarda mümkün olabilir. Yayımlanan bir şiir, başarısı ve zaaflarıyla ait
olduğu dil ve kültüre mal olmuş demektir. Ancak “çok özel” durumlarda belki
kısmî bir müdahale söz konusu olabilir. Gelgelelim edebiyatımızda bu soruna
takılmayan kaç şairimiz vardır?
Sezai Karakoç, yaklaşık yarım asır sonra ilk
şiirlerini kitaplaştırırken onlar üzerinde bu anlamda ana gövdeyi sarsabilecek
çok büyük değişiklikler yapmaz. Yaptığı sadece bazı dizeleri yeniden düzenlemek
veya bir kelime eklemek ve bir ek çıkarmaktan ibaret bir değişikliktir. Bunun
da şiire yeni bir ses rahatlığı getirdiği söylenebilir. Meselâ “Ürkek ürkek
bakar tavşanlar dağa.” dizesi, “Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.” ve “Kalbimi
bin parçaya böldü bir divane sır,” dizesi ise “Bin parçaya böldü beni bir
divane sır,” şeklinde düzenlenmiş. “Rüyasında örümcek başlarsa ağlamağa,”
dizesine “bir” kelimesi eklenmiş; “Rüyasında bir örümcek başlarsa ağlamağa,”
olmuş. “Pişmanlık ve Çileler”de 6 defa geçen “Annesi” kelimesinin eki düşmüş,
“Anne” diye genellenmiş. Yine aynı şiirden “Bir güneş toprağı yarıp çıkacak.”
dizesiyle başlayan bölümün önünden “Sineklerin kanadını ısıtan” dizesi atılmış.
“Yağmur Duası”ndan da bir dize değişikliğe uğramış; “Bir kadın gömleği
giydirmiş bana.”, bu dize “Afsunlu bir gömlek giydirmiş bana.” olmuş. Bunları,
şiirlerin yayımlanmış ilk biçimlerini doğru varsayarak tespit ediyoruz. Yoksa
bunlar, yayımlanmış bir metnin tashihi olarak da düşünülebilir.
Monna Rosa’da
6 defa geçen “Geyve” yer isminin “Gülce” olarak değiştirilmesi, Monna Rosa’nın
okunuş şekliyle (Mona Roza) yazılışından vazgeçilmesi, ayrıca “Aşk ve
Çileler”deki bölümlerin yerlerinin değiştirilmesi suretiyle akrostişin
bozulması şiirin yapısını etkilemez. Kaldı ki gerçek okuyucu, işin magazin
tarafıyla ilgilenmez ve sanatçının mahremiyet anlayışına saygı duyar.
Karakoç Monna Rosa’da dikkate değer üç
değişiklik yapar. “Aşk ve Çileler” ile “Pişmanlık ve Çileler”deki birer bölümü
yeniden yazar.
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığına,
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatır her zaman bana.
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi...
Bu bölüm yeniden şu şekilde yazılır:
Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan...
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.
Yine “Pişmanlık ve Çileler”deki;
Benim de boyum ufak, onun da ufaktı.
Kıvırcık saçlarından öpemediğim için onu,
Onun bu ocakta yanan toprağı
Her gece rüyamda avuçlarımı yaktı;
Benim de boyum ufak, onun da ufaktı.
bölümü, şu şekilde yeniden yazılır:
Gönüller yanarak kavuşacaktı;
Yüzdeki ıstırap, çile ocağı,
Onun bu ocakta yanan toprağı,
Bir gece rüyamda avuçlarımı yaktı,
Gönüller yanarak kavuşacaktı,
Bir de “Aşk ve Çileler”deki bir kelime, “deli”
kelimesi önemli bir değişime uğrar: “Anla Monna Rosa, ben öteliyim...”; “ben
bir deliyim” idi. Evet, “deli” ile “öteli” kelimelerinin ses ve şiirdeki
biçimiyle anlam yakınlığı olsa da Cemal Süreya’nın işaret etmiş olduğu “şiirin
belli bir tarih noktasındaki imge konumu”na denk düştüğü söylenemez. Deli ve
meczup kelimelerinin öte olanla, metafizikle elbette bir yakınlığı vardır. Ne
var ki Monna Rosa’nın bütününe hâkim olan beşerî aşk duygusudur. Burada
“öte” imgesi bize “ilâhî” aşkı çağrıştırıyor. “Elma” imgesi için de aynı şey
söylenebilir. Monna Rosa tipi, söylencelerde adı Züleyha ya da Zeliha olarak
geçen Yusuf Peygamber kıssasındaki kadınla zaman zaman benzeşiyor. Tabi böyle
bir çağrışım şiirin atmosferini ilk şeklinden uzaklaştırıyor ve başka
atmosferlere doğru açıyor. Belki bunları gerçek bir “müdahale” sayabiliriz.
Sezai Karakoç şiire nasıl başlamış ve şiirinin
kaynakları nelerdir? Bu soruların cevabı büyük ölçüde Monna Rosa’da
gizlidir.
Karakoç, şiire Garipten, Hisarcılardan, hatta
hececilerden bir iz taşımadan girer. Onun şiire girişi, doğrudan doğruya
herhangi bir etkiye bağlanamaz. Daha ilk şiirlerinde; “Rüzgâr” ve “Yağmur
Duası”nda (1951) yakalamış olduğu duyarlık ve sembolik ifade gücüyle kuşağının
yazdığı şiirin önüne geçer. Belki Türk ve batı şiirinin ustalarını iyice özümseyerek
şiire girmiştir, denilebilir. Bu da onun şiire sağlam bir yerden başladığını
gösterir.
Bu çerçevede Monna Rosa’da Charles Baudelaire
(1821-1867)’in; özellikle “Balkon” şiirinin havası estiği, bu iki şiirin ses ve
yapı yönünden benzerlikler çağrıştırdığı söylenebilir. Cahit Sıtkı Tarancı’nın
çevirisiyle “Balkon”dan bir bölüm:
Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece.
Seçerdim o karanlıkta gözbebeklerini
Mest olur, mahvolurdum nefesini içtikçe
Bulmuştu ayakların ellerimde yerini.
Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece.
Bu da Monna Rosa’dan bir bölüm:
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir, söndü lâmbalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.
Elbette Karakoç ile Baudelaire arasında önemli bir
izlek farkı vardır. Baudelaire’in şiirindeki melânkoli, bireysel tecrübeden
beslenir ve bireysel kalır. Karakoç ise duygularını belli bir kültür dünyasının
atmosferine bağlı kalarak dile getirir. Anadolu’nun yüzlerce yıllık aşk
geleneğini içselleştirmeye çalışarak yeni imkânlar arar. Yani yerinin ve
duruşunun bilincindedir.
Monna Rosa’da
yoğun bir semboller dünyası vardır. Bunlardan “gemi” sembolü, sanki Yahya
Kemal’le aynı denizlere yelken açar gibidir. Ölüme adım adım yaklaşıldığı bir
bölümde, şairle sevgili arasındaki o trajik diyalog, Yahya Kemal’in “Sessiz
Gemi”deki betimlemelerini yakından dolaşır:
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Bîçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.
(Sessiz Gemi)
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;
İnce yelkenleri alıyor yeller.
Titretir kalpleri ve bayrakları
Gemiden toprağa uzanan eller.
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı,
Bir yosun köküne hasret kalacak
Gizli hazineler, su yılanları...
İnce yelkenleri alıyor yeller;
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı.
Beyaz pelerinli hür tayfaları
Kendine bağlıyor siyah kediler;
Titriyor gönüller ve kara bayrak,
Bir yosun köküne hasret kalacak
Gemiden toprağa uzanan eller.
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı.
(Ölüm ve Çerçeveler)
Ebubekir Eroğlu, “Duyarlık, Sezai Karakoç şiirinin her
zaman önemli eksenlerinden biri olmuştur.” der ve bunu, onun ilk şiirlerine, Monna
Rosa’ya bağlar. “Monna Rosa ilk
gençlik tutkuları ile örülü bir aşk şiiridir. Ama tek bir olgunun yüceltilmesi
değildir. Duyarlık ve coşku birbirine eklenerek ve düşsel unsurlarla da
beslenerek şiiri oluşturur.” (3)
Sezai Karakoç, Monna Rosa’da rahat bir söyleyiş
ve güçlü bir semboller ağıyla unutulmaz tablolar çizer:
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;
Bakıyor ateşe, küle böcekler.
Köpekler parçalıyor kanaryaları,
Mektupları bir boz ağaç kurdu yer.
Baykuşlar ötüyor harabelerde;
Yanıyor lâmbalar, hafif ve sarı.
Bir kaza kurşunu bulur her yerde
Süvarisiz şaha kalkan atları...
Bir ruhun ışığı vardır göklerde,
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;
Ötüyor baykuşlar harabelerde.
Bunun yanında;
Benim gözlerim yeşildir, onun gözleri kara;
Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara.
dizelerindeki anlam kırılmaları ile
Kediler halıları parçalıyor,
Kırmızı bir ışık düşüyor yere.
(...)
Rüyasında bir örümcek başlarsa ağlamağa,
İçine gül koyduğum tüfek ölmeğe başlar.
(...)
Bu erkekler kokuyu kediler gibi alır
Ve kediler her gece sürünür yastıklara.
(...)
Bir geyiğin gözleri düşer eriyen kara
(...)
Ve toprağın rüyaya yılan gibi girişi.
dizelerindeki imgelem, güçlü bir İkinci Yeni şiirinin
habercisidir.
Artık ben gideceğim, ata eğer vuruyorlar.
Hatıralarımı birer birer yakacağım.
Entarimi parça parça edip
Zehirli kirpilere bırakacağım.
Beyaz bir kayanın üstüne çıkıp
Göğsüme siyah bir gül takacağım.
Batan güne doğru kurşunlar sıkıp
Kendimi boşluğa bırakacağım.
Bu bölümdeki ‘intihar’ izleği finale doğru bir çeşit
aşkın intiharına dönüşür ki, bu da trajik bir sır olarak şiirin bütününe siner.
Aşk+Ölüm=Yaşamak:
Ve sonra bir köşede öldürmek ölmeyeni
Ve son vermek bitmeyen, bu bitmeyen şarkıya,
Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni.
Sezai Karakoç’un şiir serüveninin Leylâ ile Mecnun’a
açılımı buradan başlar. Onun şiirlerindeki vect hâli ve metafizik olana
bağlanma bizzat yaşanılarak ulaşılan bir olgudur. O, hayatını şiire koymakla
bize bahşedilen bir hayatın şiirini yazar!
Monna Rosa
çağdaş bir aşk manifestosudur. Sırrını şairinin masalından alan bir efsane
şiir! Ece Ayhan, bir yazısında kendine özgü o “sıkı” üslûbuyla bu sırrı ifşa
eder: “Sezai Karakoç sürmeli gözleriyle bir başına ve yalınayak yürümeyi seçti
kızgın çöllerde, pingponglu bir aşk kırgınlığı onu Mecnun kıldı. (‘Mona Roza’;
bu şiiri hemen hemen bütün Boğaziçi Üniversitesindekiler çok severler.)
Kafasındaki kıza ihanet etmemek, derviş olmak için hiç evlenmedi.” (4)
Evet, Monna Rosa, modern Türk şiirinin en uzun soluklu aşk şiirlerinden
biridir. Bir ilk şiir olarak Sezai Karakoç şiirinin sonuncu kitabı; onunla
başlayıp tekrar ona dönen bir süreç! Uzun bir yarım yüzyıl! Sonuç: “Bitmeyen
bir şarkı”!
1. Ece Ayhan, Şiirin Bir Altın Çağı, Yapı Kredi
Yayınları, 1993.
2. Cemal Süreya, “992. Gün”, Gösteri, S. 102,
Mayıs 1989.
3. Ebubekir Eroğlu, Sezai Karakoç’un Şiiri,
Bürde Yayınları, 1981.
4. Ece Ayhan, “Sıkı Şairlerden Turgut Uyar ya da Sivil
Şiir”, Ludingirra, S. 3, Güz 1997. Nitekim “Aşk ve Çileler”deki
akrostişte şifrelenen Muazzez Giray (Akkaya), yıllar sonra ortaya çıkar ve
kendisiyle yapılan bir söyleşide, Sezai Karakoç’un öğrencilik döneminde
kendisine duyduğu ilgiyi hissettirdiğini, ama kendisinin ondan elektrik
alamadığını söyler. “Çok şiirler verdi, ne bileyim yazılar verdi, kitaplar
verdi, ama yakınlık duyamadım.” diyerek şöyle bir açıklama yapar: “Çok fazla
üzerime düştü. Bilmiyorum, biraz tutku hâlini aldı. Onun da bu şeye
saplanmamasını arzu ederdim. Saplantı hâline gelmemesini isterdim. Kendisi bir
hayat kursaydı daha mutlu, huzurlu olurdum.”
Eğer Muazzez Giray gerçeği saptırmıyor ve doğru
söylüyorsa Sezai Karakoç karşılıksız bir sevgi/aşk yaşamış demektir. Söyleşinin
bütününden onun, Sezai Karakoç’tan çok farklı bir dünyanın insanı olduğu;
duygusal ve entelektüel hiçbir yönünün bulunmadığı; para pul, makam mevki
hesabıyla bir evlilik gerçekleştirdiği ve düz/tipik bir devlet memuru olarak
sıradan bir hayat yaşadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda Sezai Karakoç’un
ilgisinin karşılıksız kalması gayet doğaldır. Artık Sezai Karakoç için olay,
geçmişte kalmış bir parantezden ibarettir. Onun yolu ve dünyası başka ve büyük
bir mecrada seyretmektedir.
Bizim için ise esas olan şiirdir. Bu bağlamda
karşılıksız bir aşkın ürünü olan Monna Rosa,
bir efsane şiir olarak Türk edebiyatındaki seçkin yerini korumaya devam
etmektedir. Esasında Muazzez Giray’ın (Akkaya) 60 yıl sonra kendini ifşa
etmesinin Sezai Karakoç’a, şiire ve aşka saygısızlıktan başka bir anlamı
yoktur. İçerik olarak bu söyleşi, Sezai Karakoç’un büyüklüğünü ve Muazzez
Giray’ın (Akkaya) sıradanlığını gösterir. Yani o, duruşuyla ve ilgisizliğiyle
böyle bir şiirin muhatabı olmayı hak etmemektedir. (“Adına Şiirler Yazılan
Geyveli: Muazzez Akkaya”, söy. Fahri Ersavaş-Şeref Elma, www.geyve.com, 6 Aralık 2011)
Eleştiri
Denemeleri (2014)
VE MONA
ROSA, SEZAİ KARAKOÇ'U ANLATTI
Türk
Edebiyat ve fikir dünyasının anıt isimlerinden Sezai Karakoç imzalı Türk Edebiyatı'nın şiir anıtlarından Mona Rosa'ya konu olan Muazzez Akkaya konuştu:
Sezai
Karakoç'un 14 kıtalık "Mona Rosa" şiirinin kıta başlarındaki
harflerin yan yana getirilmesiyle ortaya çıkan "Muazzez Akkaya'm"
akrostişi, 56 yıldır edebiyat çevrelerinde cevabını arıyordu. Efsanenin
kahramanı Muazzez Akkaya o günleri anlattı.
Şehir
efsaneleri diyordu ki: "Sezai Karakoç bir kıza aşık olur,ama bunu ne o
kıza ne de başka birine anlatabilir. Kız bir şeylerin farkındadır ama emin
değildir. En yakın arkadaşı Sezai Karakoç'un şiire olan merakını biliyordur ve
bir davete katılması için ısrar eder. O da kıramaz ve katılır.programı sunan da
o arkadaşıdır. Gecenin sonuna doğru söze başlayan arkadaşı,aralarında da güzel
şiirler yazan birinin olduğunu söyler ve Sezai Karakoç'u sahneye davet eder.
Sıkıla sıkıla çıkar Karakoç ve Mona Roza’yı okumaya başlar. Kız da ordadır ve
nişanlanmıştır. Emindir artık emin olamadıklarından. Bakışırlar bir süre,sonra
Karakoç daha fazla dayanamaz ve koşarak sahneyi terk eder. Kız arkasından koşar
hemen. Yetişir Karakoç'a. Parmağındaki yüzüğü göstererek der ki; "bir tek
sözüne bakar,çıkarıp atarım".Sezai Karakoç da "artık senin aşkın
benimkine yetişemez" der. O gece kız intihar eder.Sezai Karakoç hala
evlenmemiştir..."
Oysa
Muazzez Erkaya'nın ölmediği ve yaşadığı biliniyordu. Ancak kapılarını kimseye
açmıyordu. Bir yerel site, ulusal medyanının başaramadığını başardı ve Türk
Edebiyatının şiir anıtları arasında yer alan Mona Rosa'ya ilham kaynağı olan
Mona Rosa ile sohbet gerçekleştirdi...
Muazzez
Akkaya'nın aile dostu Geyveli şair Fahri Ersavaş ve Eşme köyü web sitesi editör
ve geyve.com yazarı Şeref Elma Muazzez Akkaya (Giray)'ı ziyaret etti.
Muazzez
Giray, iddialara ve anlatılanlara cevap verdi. İşte o röportajdan önemli
satırbaşları ve söz konusu röportajın tamamı:
Kendinizi
kısaca tanıtır mısınız?
-1930
yılında Akhisar'da (Pamukova) doğdum. Babam memur, reji diyorlar sonra Tekel
oldu. Türkiye'nin nüfusu az olduğu için, çocukları büyüdükçe ortaokullu bir
şehre, mesela ablam liseye başlayınca lise olan bir şehre tayinini istedi.
Hemen Eskişehir'e yolladılar, üniversiteye gelince Ankara'ya tayinini istedi ve
oraya yolladılar.
İlkokul
3'e kadar Sögütlü'de, 4 ve 5. sınıfı Eskişehir'de okudum. Ortaokulun ilk
senesini yine Eskişehir'de okudum, sonra babam Ankara'ya tayin oldu. Ortaokulu
Ankara Anafartalar Ortaokulu'nda okudum oradan mezun oldum.
Bir
arkadaşım bahsetmişti Leyli meccali (Fransızca: yatılı okul) imtihanına niye
girmiyorsun diye... Ve oraya girdim, tesadüfen İstanbul Kandilli Kız Lisesi'ni
kazandım. Orada 3 sene en büyük zevk-i tahsilim, en güzel arkadaşlıklarım, tüm
anılarım hala devam ediyor, buluşuyoruz görüşüyoruz. Yatılı okul olunca kardeş
gibiyiz. Sonra bir arkadaşım vasıtasıyla, abisi hariciyeci imiş, Siyasal
Bilgilerin imtihanına girelim dedi. O kazanamadı, ben kazandım. Yıl 1950 ve 4
sene de orada okudum. 1954'te mezun oldum.
Sonra
Maliye Bakanlığı'nda, bir ara DSİ'de, tekrar Maliye Bakanlığı'nda çalışırken
eşim Orhan Giray ile tanıştım. O da Umum Müdür Muavini idi, orada tanıştık.
Sonra ben onu ziyarete geldim ve arkadaşlığımız devam etti. 1958 yılında da
evlendik. 4 çocuğum oldu, 2 kız, 2 erkek... Ayşegül, Ela, İhsan, Özgür Sinan,
... Hepsinden memnunum, hepsi aklı başında çocuklar, yüksek tahsillerini yaptı.
Eşimin
esas görevi Maliye Müfettişi iken evvela Kıbrıs'a Maliye Ateşe olarak tayin
oldu, orda da 1963 olayları çıktı. Hemen yanıbaşımızda Rum komşularımız vardı,
orada doktorun ailesini katlettiler... Oradan İsrail'e Telaviv'e tayin oldu. 2
sene orada kaldık. Ve 1966 yılında Türkiye'ye döndük.
Ben
daha önce Hukuk imtihanını da vermiştim. O arada gizli gizli staj da yaptım. Ve
hazinede, Hazine Avukatlığı yapmaya başladım. Ama Telaviv'e giderken
dondurmuştuk. Dönüşte tekrar Ankara Muhakematı'nda başladım. Eşim de döndükten
sonra Devlet Malzeme Ofisi'nde (DMO) Umum Müdürlüğü yaptı. 1967'den 1973'e
kadar 5-6 yıl görev yaptı. Daha sonra Anadolu Bankası Umum Müdürü olarak
İstanbul'a geldik. 2-3 sene de burada görev yaptı. Sonra başka tayinler çıktı,
O da Marmara Transport diye bir gemi tersaneciliği vardı, orada Murahhas üye
olarak devam etti. Sonra da bir hevesle inşaat işine kalkıştı. Eskiden beri
inşaata hevesi vardı. Kozyatağı'nda bir arsa almıştık orada biraz inşaata
girişti, diğer işleri bıraktı. Zaten yaşlanmıştı, o inşaatı bitirdikten sonra
oğlumuz İhsan'a devretti. İçerenköy'de inşaat yaptı. Ve sonrada böbrek
yetmezliğinden hasta oldu. Diyalize girdi, gerçi çok fazla giremedi ama... 6 ay
kadar ancak dayandı. 2006'da vefat etti.
Ben de
kızım Ela ve torunum Deniz'le birlikte üçümüz beraber yaşıyoruz. İyi ki varlar,
5 tane torunum var, 6'ncı da yolda. ... kardeş geliyor. (Bu arada İdil'i
kastederek kıskançlık başlar mı diye soruyoruz) Hayır abla olacak, (Gülüşmeler)
sanmam...
Pabucu
dama atılmayacak değil mi?
-Yok
yok, mesela en büyük torunum Deniz, Marmara Maliye Bölümü'nü bitirdi master
yapmaya gidecek, O'nun pabucu dama atılmadı. Arkalardan geldi hepsi mesela...
Her yeni gelen seviliyor.
Geyve'de
nerede oturdunuz, komşularınız ve hatırladığınız isimler kimlerdir?
Geyve'de
Gazisüleymanpaşa Mahallesi'nde eski yazlık sinemanın olduğu yerde oturduk.
Yanımızda
dava vekili Şefik Bey vardı, çocukları Dilaver, Sezai, Gülen, torunları
Menderes İstanbul'a yerleşti. Diğer komşularımız Saatçi Fahri, Şaziye Hanım ve
kızları Nuray, Ayşe, Fatma. Sakibe Hanım ve kızı Keriman. Karşımızda Rüştü Bey
vardı. Diğer hatırladıklarım Sadettin Enişte, Mehmet Dinçer öğretmen. Asiye
Karabaş ve kızı Sinem ve Serdar Geyve'de kalan akrabalarımız.
Bu
arada biraz geriye dönerek, masa tenisi (ping pong) şampiyonluklarınız varmış,
biraz bahseder misiniz?
-Mülkiyedeyken
(Siyasal Bilgiler) Ülker Akçakoca (Köksal) diye bir arkadaşım vardı. Onunla
beraber ping pong oynayalım dedik, 1-2 ping pong oynayan arkadaşlarla
birlikte... derken ilerlettik bunu. Bu sefer fakülteler arası ping pong
müsabakaları oldu. O zamanlar tabi bu kadar spor yapan ve ping pong oynayan
yoktu. Fakülteler arası Dil Tarih'te oynayan bir asistan vardı. Oraya
çağırdılar, benim daha önceden haberim yok, 'Haydi Muazzez maça' dediler.
Gittik orada, işte 5-6 kişiydik sanırım iştirak eden, orada 1.'lik aldım.
Tesadüfen yendim hepsini.
Arkadaşlarınızı
not almışım, onlarla sağ olanlarla görüşür müsünüz hala?
-Cengiz
Aren vefat etti sanırım. Ülker ile görüşüyorum mesela. Neriman ile Burhaniye'de
yazlığa gittiğimde görüşmüştüm. Ülkü ile mezun olduktan sonra eşi çimento
fabrikasında vazifeliydi, bir ara görüşmeler olmuştu sonra dağıldık. 2004'te
Mezuniyet
fotoğrafında yoktu... Siz ne diyorsunuz o güne?
-İnek
Bayramı, özel bir gündür.
Siyasal
Bilgilerin özel Bayramı mıdır?
-Evet,
okulun en sonunda bir inek getirirler. O sınıfın da ineğini seçerler. O, ineği
gezdirir böyle. Yani çok çalışan, iyi notlar alan öğrenci, okulun etrafında
böyle dolaşır, işte şarkılar söylenir, marşlar söylenir. O arada salonda da
toplantılar yapılır, şiirler okunur, çok güzel geçer...
Eşinizle
nasıl tanıştınız?
-Maliyede
çalıştığım dönemde tanıştık. Ben Maliyede çalışırken O'da Hazinede Genel Müdür
Yardımcısı idi. Ve onun bürosunda çalışmaya başladım. O İstanbul'a döndü.
İstanbul'a dönünce telefon ettim... koşarak geldi. Ondan sonra arkadaşlığımız
devam etti. Bir-bir buçuk sene arkadaşlığımız oldu, sonra evlendik.
Sizin
bir Avukatlık süreciniz var ondan bahseder misiniz?
-Benim avukatlığa başlamam 1960 yılında
oldu. Baş Hukuk Müşavirliğinde avukat olarak başladım, eşim Kıbrıs ve Telaviv'e
atanınca ücretsiz izin aldım. Dönüşte, baş hukuk müşavirliğinde değil de,
Ankara Muhakemat'ta başladım. Orada da çok iyi arkadaşlıklarımız oldu. 10 kadar
avukat arkadaşımla hala görüşürüm.
DSİ'de
de görev yaptınız...
Evet,
avukatlığa başlamadan önce Devlet Su İşleri'nde çalıştım. Şakir'de (Eşmeli) orada
çalışıyordu. Sonra avukatlığa geçmek için ordan ayrıldım.
Şimdi
en kritik soruları başlayacağız ancak sizi rahatsız etmeden soracağız. Şimdi
sınıf arkadaşınız Sezai Bey'le (Karakoç) olan şiirle ilgili... Siz bu şiirin
farkına ne zaman vardınız?
-Ben o şiiri... Yazılmış benim hiç
haberim bile yoktu, hatta Altan Öymen'in eşi Aysel bir sınıf aşağıdaydı
sanırım. O söyledi 'Sınıfınızda çok güzel şiirler yazan birisi var' diye. Ben
de öyle şiirlerle falan aram yoktur, matematiğe daha ilgiliydim. Derken açığa
çıktı. Çok fazla üzerime düştü bilmiyorum, biraz tutku halini aldığı, onun da
bu şeye saplanmamasını arzu ederdim. Saplantı haline gelmemesini isterdim...
Kendisi bir hayat kursaydı daha mutlu, huzurlu olurdum.
SEZAİ
KARAKOÇ İLGİSİNİ NASIL HİSSETTİRDİ?
Öğrencilik
döneminde ilgisini size hissettirdi mi, yoksa siz bunu daha sonra mı
öğrendiniz?
-Hissettirdi
tabii... Çok şiirler verdi, ne bileyim yazılar verdi, kitaplar verdi, ama
yakınlık duyamadım.
Kısaca
elektrik alamadınız..
-O'nu
diyorsanız evet elektrik alamadım.
Bu
şiir (Mona Roza) daha önceleri hiç bir yayınevi tarafından yayınlanmamış, o
güne kadar (internet dönemi) teksirle fotokopiyle çoğaltılarak okunmuş ve belli
kesimler tarafından bilinirdi. İnternetin ortaya çıkmasıyla 2002'de dikkat
çekmiş, gençler arasında paylaşılarak daha bir önem kazanmış... Şiirin en
önemli özelliği mısralarının baş harflerini birleştirdiğimizde (akrostiş) sizin
isminiz yazıyor. Kamuoyunda bilgi kirliliği var, bir sürü hikayeler,
uydurmalar, şehir efsaneleri söz konusu. Bilinmeyenler ne kadar açığa çıkarsa,
yalan yanlış bilenen herşey ortadan kaybolur. Sizin üzerinizden dedikodu
üretilmektedir. Bu anlamda bizi ilgilendiren kısmı Geyveli olmanızdan ötürü
Muazzez Akkaya'nın kendisidir. Muazzez Akkaya ne düşünüyor, onun yaşamı
nasıldır, meslek hayatı iş hayatı nasıldı, kimle evlendi, çoluk-çocuk durumu
nedir vs... Bizi en fazla rahatsız eden kısmı sizin üzerinizden dedikodu
üretilmesidir. Mesela, Cemal Süreya'dan bahsederler...
Hiç
size bu konuyla ilgili bir bilgi geldi mi?
-Cemal
Süreya'dan nasıl bahsediyorlar?
İnternette
dolaşan bahse göre, çok enteresandır Cemal Süreya, Sezai Karakoç ve siz Siyasal
Bilgiler'de sınıf arkadaşısınız... Cemal Süreya ve Sezai Karakoç size ilgi
duymakta, kendi aralarında sizin gönlünüzü kazanmak için farkınızda olmadan
iddiaya girerler. Size yakınlık kurmaya çalışırlar...
-Cemal
Süreya'dan... Şimdi açınca... Ben de konuyu açayım. Kendisi hiç belli etmedi
hakikaten. Ama ne zaman sınıfa girsem, tahtaya şiir yazardı. Bir de mantomu
aşağıda hocaların olduğu yere asardık ve orada cebime hep şiirler gelirdi. Ama
kim olduğunu bilmezdim. Ve aynı yazı tahtada da görünce onları Perihan diye bir
arkadaş vardı, hatta ona da 'Bak aynı çocuk' falan diye... Sonradan kafama
jeton düştü... Çünkü 1-2 defa Todori'de karşılaştık, ilk zamanlar maliyenindi
orası. Orada evliliğimi sorardı, ben de 'Gayet iyi gidiyor' falan deyince,
'Benim de iyi gidiyor neden iyi gitmesin' diye... O yazdıklarını biraz
hissetmiştim ama şimdi daha iyi anlamış oldum. Bak ben bunu bilmiyordum. Kimden
duydunuz?
İnternette
okumuştuk veya bir dost meclisinde konusu geçmiş olabilir tam hatırlamıyorum.
Ama çok öne çıkan bir bilgi bu... İnternette buna benzer pekçok iddia var. Bir
tanesinde sizin intihar ettiğinizden bahsediyor.
-Evet
onları yazdı Ahmet Hakan...
Bizim
esas amacımız, sizin bir kişiliğiniz var, siz bir Muazzez Akkaya olarak, sizin
hakkınızda bir sürü dedikodular üretiliyor ve bu dedikodular karşısında biz de
bir Geyveli olarak ister istemez sorumluluk duyuyoruz. Amerika'daki kızınızın
Ahmet Hakan'la yaptığı görüşme çok yararlı oldu.
Bir
iddiada konferans salonunda size karşı şiir okuduğu, sizin ağlayarak salonu
terk ettiğiniz söyleniyor...
-Şiir
gününde çıktı okudu gerçekten...
Bu
şiiri mi okudu? Mona Roza'yı mı okudu?
-Vallahi
şu an onu bile hatırlamıyorum, hangisini okuduğunu... Ben de okul gecesi olduğu
için gitmiştim, ama ne kaçtım ne de bir şey yaptım, sakin sakin oturdum.
Sizin
için Grace Kelly gibiydi diyorlar...
-Yok
kadıncağız mezarında ters dönecek (gülüşmeler)... Sanırım bir-iki kişi iltifat
olsun diye söyledi ama alakası yok tabii.
Cemal
Süreya konusuna dönecek olursak eksik olan kısmını tamamlayayım. Cemal Süreya
ve Sezai Karakoç sizin kalbinizi kazanmak için iddiaya giriyor. İddia sonunda
kaybeden hayatının sonraki aşamasında bir iz taşıyacaktı. Anlatılana göre Cemal
Süreya iddiayı kaybeder ve 'Süreyya' olan soy isminden bir tane 'y' harfini
nüfustan sildiriyor.
-Hımmm
o sebeple sildiriyor öyle mi?
Evet
-Allah
Allah (ben neymişim dercesine gülüşmeler)
Böyle
bir silinme olayı var mı?
-Var.
Tabi Süreyya idi bizim zamanımızda
Silinme
hikayesini biliyormuydunuz?
-Yok
hiç bilmiyordum, ama Cemal Süreyya idi, 'y' harfini sonradan kaldırdığını
biliyorum.
Ne
olarak kaldırmış olabilir?
-Hiç
bilmiyorum.
Bakın
burası çok enteresan, ben 'y' harfini kaldırdığını bilmiyordum. Ancak siz bu
olayı onaylıyorsunuz...
-Evet
evet Süreyya idi 'y'yi kaldırdı.
Çünkü
orada iddiayı kaybettiği için...
-Ama
ikiside kaybetmiş oluyor o zaman...
Hayır
kendi aralarındaki iddianın farkında değilsiniz... İddiayı kaybeden Cemal
Süreyya soy isminden bir tane 'y' harfini kaldırıyor. Bakın o dönemdeki
anlayışa Eğer doğru ise bugün böyle bir iddiayı günümüzde kim yerine getirir
ki...
Tabi
bu iddia olayı kulaktan dolma bir bilgi de olabilir... Olay şöyle devam ediyor,
Sezai Bey'in size olan sevgisini aşkını iddiaya kurban etmesinden dolayı onunla
olan ilişkinizi kesmişsiniz, hiç konuşmamaya başlamışsınız...
-Bilemiyorum,
Allah Allah (gülüşme)
Bu
olaydan sonra Sezai Bey içine kapanmış, hiç evlenmemiş vs... Halbuki siz bu
yaşanan olayların hiç farkında değilsiniz
-Evet
hiç farkında değilim..
Hatta
sizin ping pong'a olan ilginizden dolayı bir şiiri var
-Evet
öyleymiş, onu da Ahmet Hakan'dan öğrendim.
O
dönemde okul yaşantısı, arkadaşlıklar nasıldı?
-O dönemde
erkek arkadaşlar çoktu. O yüzden biz kız arkadaşlar daha fazla birbirimizle
kaynaşıyorduk. Ama ben daha çok Ülker Akçakoca ile takılırdım. Beraber
Suriye'ye Lübnan'a, Kıbrıs'a seyahatlerimiz olurdu. Sömestr Şubat tatilinde
okulca sınıfta da 8 kızdık. Sınıfımızda güzel güzel kızlar vardı ama neden bana
yazılmışlar bilmiyorum. Üniversiteye başlayan genç delikanlılar, onun için
yakınlarında kim varsa veyahut hoşlarına gidin başka bir yerde olsaydı
başkasına ilgi olacaktı. Çok şükür fakülte hayatımız çok güzel geçti. Ping pong
oynamamız da devam etti bizim, 4 sene boyunca... Güzeldi bilmiyorum...
Hocalarımızda gayet iyiydi... Coşkun Bey vardı, Bülent Bey vardı, Fadıl Bey
vardı...
New
York'ta kızınızda ne kadar kaldınız? Gelip gitme mi oldu?
Evet
gelip gitme oldu. Devamlı kaldığım olmadı. En çok 3 hafta kalmışımdır. Ama
torun doğduğunda bir 25 gün olabilir.
Üniversite
döneminde öne çıkan arkadaşlarınız var mıydı?
Atilla
Karaosmanoğlu vardı, Planlama Teşkilatının başına geçmişti, İlhan Evliyaoğlu
milletvekili olmuştu, Ümit Özkan vardı... Erkek arkadaşlarla fazla da
bağlantımız olmadı. Ülker ile birkaç toplantılara gittik, sonra baktık onlar da
rahat konuşamıyor bir daha katılmadık.
Eşinizden
bahsedecek olursak, O'nu da rahmetle analım, ona olan ilginiz, kısaca onu nasıl
anlatırsınız? Herkesin peşinde olduğu Muazzez Akkaya'nın gönül verdiği insan
nasıl biriydi?
-Orhan
Giray çok efendi, saygılı birisiydi. Hani eskiden söylerlerdi ya İstanbul Beyefendisi,
şimdi bilmiyorum, sanırım onun devreleri de öyleydi. Sınıf arkadaşlarının
arkadaşlıkları da seviyeli saygılı kişilerdi. Belki o devrin yetiştirdiği
insanlar, Atatürk devrinin insanları oldukları için hem kadınlara saygılı, hem
etraflarına saygılı... Tabi aramızdaki sevgi çok kuvvetliydi, zaman geçtikçe
yerleşti. Tabi çocuklarımız olunca onu perçinlediler... Çok güzel, huzurlu bir
48 sene geçirdik beraber. Güzel bir evlilikti bizim için.
Bize
kapınızı açıp, vermiş olduğunuz bilgiler için çok teşekkür ederiz. Umuyoruz,
bilinmeyen merak edilen pekçok konu sizin açınızdan aydınlığa kavuşsa da bazı
yaşanmışlıklar gizemini korumaya devam edecektir. Size ve çocuklarınıza,
torunlarınızla birlikte sağlıklı bir ömür dileriz.
KAYNAK: Ve Mona Rosa, Sezai
Karakoç'u anlattı (http://www.haber7.com/unlulerin-dunyasi/haber/826246-ve-mona-rosa-sezai-karakocu-anlatti,
04 Ocak 2012).
SEZAİ KARAKOÇ
FARKI
Prof. Dr. Mehmet
GÖRMEZ
Diyanet İşleri
Eski Başkanı
"Diyanet
İşleri Başkan Yardımcısı iken Sezai Karakoç'u ziyarete gittim. 'Üstadım,
Diyanet olarak sizi hacca davet ediyoruz.' dedim. Sezai Bey, 'Bana hac henüz
farz olmadı. Farz olduğu zaman giderim inşaAllah' dedi."
Ben
tekraren, 'Efendim, Diyanet olarak sizi biz hacca götürmek istiyoruz' deyince
'Ben milletin parası ile hacca gitmem' diye cavap verdi.
Bunun
üzerine ben kendisine tekraren, 'Üstadım! Bu ümmeti bir Arafat manifestosundan
niçin mahrum ediyorsunuz' deyince Sezai Bey: 'Hoca! Arafat'a manifesto
yazılmaya gidilmez, Vakfe'ye durmaya gidilir' dedi."
Prof.
Dr. Mehmet Görmez (@DIBMehmetGormez)
Kültür
Sanat Büyük Ödülü Sezai Karakoç`a verilmiş. Amenna. Amenna diyoruz biz buna.
Bir büyük şair bu ülkede büyük bir ödül alıyor. Buna bin defa amenna. Yeter mi?
Yetmez. Ödül dolayımında söylemiyorum, yetmez diye. Ödülün, ödüllerin canı
cehenneme… Sezai Bey zaten bir ödüle bin soykırım türetme haysiyetsizliğine
asla bulaşacak tabiatta değil. Buna ihtiyaç duysa `diriliş`le değil
konformizmle evlenirdi. Şair Arif Ay `Müslümanların Nobel ödülü olsaydı onu
alırdı` demiş. Buna da amenna. Ahmet Oktay ise, `Sezai Karakoç gerek şiirleri,
gerek yazılarıyla son dönem Türk edebiyatı içinde çok kendine özgü bir yere
sahiptir. Dolayısıyla bu ödülü kendi akranları arasında en çok hak edenlerden
biridir.` demiş. Soru şu: kendi akranlarından olmayanlar içerisinde durum nasıl
acaba?
Ahmet
Oktay`ın bu tahdidini nasıl okumalı? Üstad Sezai Karakoç`un ne şiiri
tefekküründen büyük ne tefekkürü şiirinden. O diriliş neslinin Sezai
Ağabeyidir. Şiiriyle ise yeni bir dönemin, İkinci Yeninin tam da merkezinde
durmuştur. Kendisi İkinci Yeni`den değilim dese bile, İkinci Yeni`nin
poetikasını dillendirmek ve akımsal niteliğin inşasını başlatmak ona kalmıştır.
Müslümanlar /özellikle şair ve düşünürler/ise Sezai Karakoç`un İkinci Yeni ile
ilişkisini metinler doğrultusunda gözden geçirmek konusunda çalışkan
davranmayıp hamasetle iştigal etmiş olmalarını pahalıya ödemiş görünmekte. Oysa
ki Sezai Karakoç`u bütün tanımlamalarda metafizikçi şiir ile ilintilendirip
orada bırakma hatasını yine galiba kendimiz yaptık. Elbette metafiziksel şiir
kıvamı onda en başat şey ve fakat sadece bu değil Karakoç`u tanımlayabilecek
şey… En azından tek şey bu değil…
Sezai
Karakoç üzerine yazılmış yazıların en iyilerinden biri de şüphesiz Eser Gürson`a
ait. O da Sezai Karakoç`un metafizikçi şiiri üzerine yazmış Edebiyattan
Yana`sında. Ama nasıl? Poetik eleştiri alanında yerli yerince bir yazı. O
yazıya şapka çıkartmamak mümkün değil.Bir de Cemal Süreya`nın Sezai Karakoç
için söylediklerini hatırlayalım. `Bulgucu adam. Belki de ülkemizde tek
bulgucu. Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif`in tinsel görüntüsüyle adamakıllı
dürüst bir Necip Fazıl`ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç
fotoğrafı elde edersiniz` Aynı yazının son bölümünde de `Öyle bir Müslüman ki
Marx da bilir, Nietzsche de bilir, Rimbaud da bilir. Salvador Dali de sever.
Nazım da okur. Sıkışmış, sıkıştırılmış deha. Alçakgönüllülükle katı yüksek
uçuyor. Şemsiyesi yok.` (99 Yüz, İzdüşümler-Söz Senaryosu) diyor.
Son
dönem içerisinde ise Sezai Karakoç üzerine en ciddi sözü şair Osman Özbahçe
söyledi, söylemeye devam ediyor. Özbahçe, Sezai Karakoç`un İkinci Yeni`nin
merkez şairi olduğu konusunda ısrarlı. Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut
Uyar, Ece Ayhan kenarda Sezai Karakoç tam merkezdedir Özbahçe`ye göre. Bir de
Edip Cansever`in ilk dönemde /yani İkinci Yeni`nin tepki topladığı zaman
içerisinde/İkinci Yeni`ye karşı çıkmasını ve sonradan buraya katılışını
düşününce bilinenlerin aksine bir resim çıkmıyor değil. Modern Türk Şiirini iyi
okuyabilmemiz için orijinal açılımlar içeren bir çıkış bu. Kanımca derli toplu
bir vurgu.
Sezai
Bey denince lakayt birkaç söz söyleyip geçiştirmenin önünü de alacak bir
düşünüş kanısındayım, Özbahçe`nin gür sesle söylediklerinin… Sezai Bey
nihayetinde ödüllerden almıyor gücünü. Yeni zamanlara mertçe erdemlilik
teklifiyle girmesinden anlıyoruz onun büyüklüğünü. Diriliş Neslinin
Amentüsü`dür ondan duyduğumuz kudretli ses. Ne direnmek diyor ne de devirmek.
Diriliş diyor ya bunun bünyesinde olmayan has davranış var mı acaba? Mümkün
değil. Diriliş ile ünsiyet kurmadan ne zaman direnmeye kalkışsak ne zaman
devirmek diye bir yapaylığın lakırdıdan müteşekkil zehabına kapılsak
tökezlemiyor muyuz.
kaynak:
milligazete.com.tr
https://dirilisyazilari.wordpress.com/2007/01/10/dirilis-neslinin-sezai-beyine-odul/
–
Sezai Karakoç’la ilgili bir kitabınız yayımlandı. Kitap raflarda yerini aldı ve
okuyucuya ulaşacak kadar zaman geçti. Okuyucunun kitabınıza ilgisini nasıl
değerlendiriyorsunuz? Olumlu ya da olumsuz ne gibi tepkiler aldınız?
–
Kitabı satın alan okuyucunun ne düşündüğünü bilemiyorum. Sosyal medya denilen
olguyla da bilinçli olarak ilgilenmiyorum. Gazete ve dergilerde ise neredeyse
yok gibi. Dolayısıyla bu mecralarda nasıl görüldüğünü bilemeyeceğim. İlgi
bağlamında beni asıl üzen şey şu: Tanıdığım herkesi kitaptan bir şekilde
haberdar ettim. Bazı arkadaşlarım da ta telif aşamasında olaydan haberdardı.
Yirmi otuz sene önce olsaydı inanılmaz ses getirirdi bu çalışma. Ancak bugün üç
beş kadim dostumun dışında hiç kimse ilgi göstermedi kitaba. Sadece benim
kitabımla ilgili değil, genelde kitap, düşünce, eleştiri, farklı yorum
hayatımızdan çıkıp gitmiş. İnsanlar kendi gölgelerinden korkuyorlar. Akademik
camiadan söz etmiyorum, onları zaten hayatım boyunca ciddîye almadım. Eskiden
bir araya geldiğimizde mangalda kül bırakmayan, onu bunu eleştiren, hiçbir şeyi
beğenmeyen, lâf ile dünyaya nizamat vermeye kalkanlar var ya bu kitap, benim
gözümde onların ipliğini pazara çıkardı ve samimiyetsizliklerini ortaya serdi.
Bu kişilerin “şeytanî ilgisizlikleri” üzerine çok şey söyleyebilirim ama bu
durumdan sonra bunu yapmayacağım. Onları kendi hâllerinde bırakıp seyretmek
daha anlamlı ve ibretli geliyor bana. Bu sebeple biz işimize odaklanmalıyız.
Kim ne demiş, ne yapmış çok önemli değil. Gün doğmadan neler doğar! Her kitabın
bir kaderi vardır; biz istesek de istemesek de onu yaşayacaktır. Hiçbir şey
inandığımız şeyleri yapmaya engel olmamalı ve haricî moral bozuklukları edinip
de mücadeleden vazgeçmemeliyiz. “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız
mutlaka siz üstün geleceksiniz.” (Âl-i İmran suresi 139. ayet) Ben, bütün
kalbimle buna inanıyorum.
–
Son yıllarda kültür ve edebiyat hayatı dibe vurdu. Bunu neyle açıklıyorsunuz?
–
Kuşkusuz bunun birçok sebebi vardır ama bizce asıl sebep siyasal iktidarların
basiretsizliğidir. Bu konuda iktidar sahiplerince zaman zaman öz eleştiri
mahiyetinde sarf edilen sözlerin hiçbir anlamı ve değeri yoktur. Bir ülkenin
kültür hayatını sloganlarla yönetemezsiniz. Siz, sloganların büyüsüne kapılıp
giderken altınızı boşaltırlar, anlamazsınız bile. İşte eseriniz ortadadır.
Bina, tablet, internet, bedava kitap, uzaktan eğitim vs. tamam da muhteva
denilen bir şey yok mu? Hani uğrunda ölmeye can attığımız davamız nerede? Evet,
sabır bir güçtür fakat sabır, basiretsizliğin mazereti olursa zillettir.
Siyasal iktidar ne yapsın, biraz da bizde olmalı, diyemeyiz. Neyin heyecanını
yaşarsanız/yaşatmak isterseniz ona ulaşırsınız. Siyasal iktidar muhtevayı
küçümsedi. Suyu başka tarafa akıttı. Muhtevada ısrar edenleri eski kafalılıkla
suçladı. Sonra ortaya çıkan ucubeyi kendisi de tanıyamaz oldu. Tabiî iş işten
geçti artık. Köprünün altından çok sular aktı. Dibe vurmadan, bütün kapılar
kapanmadan yeni bir kapı açılmaz. Dua edelim de Allah bize merhamet etsin ve
ilâhî tokadı yemeden yolumuzu bulabilelim. Bugün kültür ve edebiyat
hayatımızdaki yoksulluk ve yoksunluktan ziyade kaybolan inanç değerlerimizi,
ahlâkımızı, kişiliğimizi ve dava şuurumuzu konuşmalıyız. Kaygılarımızın
merkezinde bunlar olmalı. Milletçe zor günler bekliyor bizi; çok zor günler!
–
Peki, ne yapmalıyız?
–
Bugünkü siyasal iktidarın en büyük eseri gençleri olmayan bir ülke inşa etmiş
olmasıdır. Gençlik bir istatistik veri veya çocuklukla olgunluk arasında
sosyolojik bir grup değildir. Gençlik bir varlıktır. Eğer bir ülkenin gençleri
varsa geleceği de vardır. Gençlik adam yerine konulduğunda var olur ve nefes
alır. Bugünkü siyasal iktidarın sahipleri zamanında gençliğini öyle ya da böyle
yaşamıştı, oralardan bugünlere geldiler. Acaba onların öz çocukları kendileri
gibi bir gençlik yaşadı mı? Neden yaşayamadı? Eksik olan şey neydi? Eksik olan
terk ettiğimiz ilgilerdi. Sorun, terk ettiğimiz ilgilerin yerine koyduklarımızdır.
İktidar sahiplerinin bunu görmesini beklemek safdillik olur. Onların gözleri
artık perdelenmiştir. Büyüklerin, önceki kuşakların görevi iktidarlardan
bağımsız olarak gençleri keşfedip sahaya çekmektir. Gençleri toparlamalıdır.
Sonra onları kendileriyle baş başa bırakmalıdır. Helâl süt emmiş gençlik kendi
yolunu bulur. Bu sebeple bu ülkenin önce gençleri bir araya gelmelidir.
Sorunların çözümü gençlerdedir. Gençler olarak Anadolu’nun küçük kasaba ve
şehirlerinde küçük gruplar hâlinde bir araya gelip meselelerimizi yeniden
konuşmalıyız. Büyük şehirlerden, büyük merkezlerden fayda yok; insanların
üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi. Veya büyük şehirlerin küçük ve az bozulmuş
mahallelerinde aynı şeyi yapmaya çalışmalıyız. Bir zamanlar Anadolu’daki kitapçı
dükkânları, gençlik dergileri, küçük sohbet mekânları ülkenin gidişatını ve
hayatını değiştirmişti. Müthiş bir aşk, enerji, samimiyet, dayanışma ve ilgi
yoğunluğu vardı buralarda. Günümüzde vitrindeki birçok kişi buralardan
geçmiştir. Bu tür mahfilleri yeniden canlandırmak, dava ateşini yakmaya
çalışmak ve yüz yüze gelip konuşmak lâzım. Sanal ateşlemeler saman alevi
gibidir, daha çok anlık sonuç almak isteyenlerin işine yarar. Bizim davamız
sabır, çile ve aşkla yoğrulmalıdır.
Edebiyat,
kitap, dergi, sohbet, çay, bölüşülen simitler, selâm, musafaha, ezan sesleri,
cemaatle namaz vb. kaybettiğimiz güzellikleri ve değerleri birer birer geri
kazanmalıyız. Bunlar olmadan dava olmaz, dava olmadan mücadele olmaz, mücadele
olmadan da tek millet, tek bayrak, tek vatan ve tek devlet olmaz. Ben böyle
düşünüyorum.
–
Günümüzde gençlerin ilgisini çekecek cemaat ve topluluklar da kalmadı. Bir çatı
kuruluş olmadan bu işler nasıl olacak?
–
Çatı kuruluş denilen şeyin bir cemaat veya yapı olması gerekmiyor. Ortak değerler,
ortak meseleler ve aynı hedefe yönelik ortak mücadeleler bir çatı kuruluş
görevi icra eder. Türkiye’de cemaat ve yapılar, fikir ve mücadelenin yasak
olduğu ya da geri plânda kaldığı dönemlerde palazlandılar. Bir yerde fikir,
aksiyon ve mücadele varsa orada cemaat denilen yapılanma tarzları olmaz. Bizde
cemaat tek tipçiliktir; düşünmeyeceksin, gözünü kapatıp itaat edeceksin çünkü
en iyisini ağabeyler ve büyükler bilir!
Sezai
Karakoç’un dinî grup ve cemaatlere bakışı çok açıktır: “Kendilerine ‘cemaat’ adını
veren birçok grup ortaya çıkmıştır ki bunlar da medeniyetimizin ne uzak
geçmişinin ne de yakın geçmişinin değerlerini kabul etmektedirler. Bunlar,
sadece bağlı oldukları bir kişiyi aşırı yücelterek İslâm için çalışmış tüm
büyükleri silip süpürme boş gururu ve sevdasına kaptırmışlardır kendilerini.
Elbette ki bunların da sonu yoktur. Ancak belki genç nesilleri bir süre
şaşırtıp hakikî bir formasyona ermelerini engelleyebilir ve geciktirebilirler.”
(Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi III)
İddia
ediyorum ki Türkiye’de İslâmî düşünce ve hareketin gelişmesinin önündeki en
büyük engel bu tür dinî grup ve cemaatlerdir. Türkiye’de hemen hemen bütün dinî
grup ve oluşumların nihaî amacı İslâm davası değil, devlet kurumlarına sızarak
onu içeriden ele geçirmek, siyasî ve ekonomik rant elde etmektir. Onlara göre
buna ulaşmak için legal ve illegal bütün yollar mubahtır. Biz, cemaatten
ülkemiz bağlamında sadece cami cemaatini anlamalıyız. Camiye namaza gelen ve
bunu şiar edinen herkes kardeşimizdir. Cami cemaatinin dışında cemaat görünümlü
diğer hareketler istismar ve çıkar örgütleridir. Bir de azınlık cemaatleri
vardır. Aslında bunlar biraz da onlara benziyor. Millet nazarında 15 Temmuz
2016’da meydana gelen darbe girişimi tecrübesinden sonra bu tür yapıların var
olma şansı kalmamıştır artık. Ellerindeki imkân ve güçlerle belli bir süre daha
varlıklarını sürdürebilirler belki ama yeni nesilleri ikna edip kendilerine
çekmeleri çok zordur. Bu sebeple gençlik üzerine başka ayartıcı oyunlar
kurgulanıyor/kurgulanacak. Bunları da bozmanın yolu, dediğimiz gibi
kaybettiğimiz güzellikleri ve değerleri birer birer geri kazanmaktır. Bir araya
gelmek, birlikte olmak, meselelerimizi kendimiz konuşmak ve bütün Müslümanların
dertleriyle hemhâl olmaktır. Bu coğrafyada yaşamanın elbette bir bedeli
olacaktır. Bin yıldır bedel ödeye ödeye bugünlere geldik. Düşman uyumadı ve pes
etmedi. Biz de uyumayacağız ve pes etmeyeceğiz. Bugüne kadar hep biz kazandık,
bundan sonra da inşallah kazanan biz olacağız.
–
Kitabınızın bir yerinde “Nefsini esaretten kurtaramayan kendini bir davaya
adayamaz. Bir davası olmayanın da verdiği mücadele beyhudedir, böyle bir
mücadelenin sonu ise felâkettir. Nice büyük iddialarla yola çıkan, belli bir
yere gelen ve kendini dev aynasında gören kişilerin akıbeti hep yıkım olmuştur.
Sözde başarılar ve makamlar, hem kendilerine tuzak olmuş hem de beklenti ve
umutları boşa çıkarmakla, zamanı ve imkânları israf etmekle başkalarının ve
kendilerinden sonrakilerin haklarına tecavüz etmişlerdir. Böyle kişiler, kaçamayacakları
ağır bir hesapla karşılaşacaklardır.” diyorsunuz. Burada “Sözde başarılar ve
makamlar, hem kendilerine tuzak olmuş hem de beklenti ve umutları boşa
çıkarmakla, zamanı ve imkânları israf etmekle başkalarının ve kendilerinden
sonrakilerin haklarına tecavüz etmişlerdir.” cümlesi ürpertici geldi bana. Bu
şekilde düşünmeye hangi örnekler sevk etti sizi?
–
Bu cümleler, Sezai Karakoç’un düşünce ve yorum ufkunda gezinirken zihnimizde
şekilleniverdi. Onun bakışıyla yaşadıklarınızı ve tanıklıklarınızı değerlendirdiğinizde
bu sonuca ulaşıyorsunuz. Geldiği makam ve mevkileri kendi başarısı olarak gören
insanlar ne zavallıdır! Bir gün onları kaybettiğinde dünyaları yıkılacaktır.
Oysa makam ve mevkiler hizmet için vardır. Bugün var, yarın yoktur. Zamanı, imkânları,
fırsatları doğru değerlendiremeyenler sadece kendilerine zarar vermekle
kalmıyorlar, başkalarına ve gelecek nesillere de zarar veriyorlar. Bu, bir
vebal ve zulümdür. Bunun için bütün imkân ve fırsatları kendi tatminsizliğine
harcayanların geleceğe dair söz söyleme hakları yoktur. Geleceğe dair söz
söyleyenler ancak kendini aşabilenlerdir. Bu sebeple Sezai Karakoç’un
öngörüleri bizim için son derece kıymetlidir.
–
Kitabınızın başka bir yerinde “Sezai Karakoç’un kavramlar dünyasında gezinip de
ruh dünyasına giremeyen bazı siyasetçi ve yazarların temel sorunu samimiyet ve
kendi değerlerine içeriden değil, karşıdan, eklektik ve sentezci bir yerden
bakmalarıdır. Medeniyet kavramı sadece bir kıyas kıstası değil, aynı zamanda ve
her şeyden önce bir inanç ve gelecek perspektifidir. Bu çerçevede samimiyeti ve
derinliği kıyaslamalardan çok iman ve Müslümanca duruş ortaya koyar. Samimî ve
yalın bir reddediş, zengin gerekçeli ama bulanık karşı oluştan çok daha
hayırlıdır. Bu sebeple İslâm medeniyeti ve İslâm milleti üzerine söz söylemek
isteyenler önce arı duru bir bakış açısına sahip olmalıdır. Aklından ya da
karnından değil, kalbinden konuşmalıdır. Yapacağı tasvirlerden ziyade
teşhisler, tanımlamalar ve teklifler şarkiyatçılardan farklı tezgâhların ürünü
olduğunu göstermelidir. Yoksa Batıyı eleştirirken Batı ahlâkının ikiyüzlülüğüne
düşmekten kimse koruyamaz onları. Meşrutiyet aydını işte böyle bir şeydi.”
diyorsunuz. Kimleri kastediyorsunuz, açar mısınız?
–
Elbette açarım. Ahmet Davutoğlu, Yasin Aktay ve İbrahim Kalın gibi kişileri
kastediyorum. Bunlar, Sezai Karakoç’u okumuş gibi yapıp da onu okumayan ve
dolayısıyla anlamayan kişilerdir. Bunların medeniyet babaları Şerif Mardin’dir.
İslâm medeniyetine ve Osmanlı Devletine Şerif Mardin’in baktığı yerden bakarlar.
Durdukları yer İslâm ve Müslümanların birliği meselesi değildir. Medeniyeti bir
kültür hâdisesi olarak değerlendirirler. İslâm soslu şarkiyatçı bir bakışları
vardır! Bunlar, Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” dediği şeyin
aksülâmelleridir. Bu zihniyet, Türkiye’de Meşrutiyet aydını tipinin son
versiyonudur. Üst üste koyamadan ve yan yana dizerek konuşurlar, anlatırlar.
Çok şey bilirler ama temel meselelerin hiçbirinde berrak ve samimî düşüncelere
sahip değildirler. Örnek mi istiyorsunuz? Onların gözünde Batı karşısında
Müslümanların yeri neresidir? İslâm milleti, İslâm ülkesi, İslâm medeniyeti ve
İslâm devleti ne demektir? Dünya Müslümanlarını tek devlet çatısı altında nasıl
birleştirebiliriz? Bu konularda ne düşündüklerini anlayan ve bilen var mı?
Bunlar, Müslümanların meselelerine kalpleriyle yaklaşamazlar. Zira kalplerinde
başka şeyler vardır. Şerif Mardin gibiler de bunların meşruiyet zaafları
üzerinden projelerini uygular. Bu yüzden o paragrafta bunlar betimlenmektedir.
Bunları iyi tanımak ve cilâlı sözlerine aldanmamak gerekir. Çünkü bunlar, ağacı
kemiren kurt gibidir!
–
Kitabınızla ilgili sizinle yapılan bir söyleşide “Şimdi anlıyorum ki üstadın
şiirine verdiğimiz değeri düşüncesinden esirgeyerek ona haksızlık etmişiz.
Benim gözümde mütefekkir Sezai Karakoç, şair Sezai Karakoç’tan daha büyüktür
artık.” diyorsunuz. (“Sezai Karakoç, Çözüm Odaklı Düşünen Bir Aydındır”,
www.yorungedergi.com, 17 Eylül 2021.) Ne oldu da düşünceniz bu şekilde değişti?
–
Sezai Karakoç’un ileriye bakan yönü, düşünce ufukları, düşünce karakteri ve
öngörüleri üzerine bir şeyler yazmaya karar verip bütün kitaplarını baştan sona
okuyunca ve daha da önemlisi bütün konuşmalarını sırayla dinleyince (Yüce
Diriliş Partisinin internet sitesinde yer alan toplam 250 saat civarındaki 198
konuşma) böyle bir düşünceye vardım. Genel olarak da Sezai Karakoç şair
kimliğiyle tanınıyordu. Bu, mütefekkir Sezai Karakoç’a bir haksızlıktı. Bunu
fark ettikten sonra sebebini anlamak zor olmadı. Çünkü her düşünce bir
sorumluluğa davettir. Sezai Karakoç’un düşüncesi sıradan sorumluluklar
içermiyor; insan ve Müslüman olmanın sorumluluğuna davet ediyor bizi. Bunun ne
kadar ağır bir yük olduğunu tahayyül edemezsiniz. Dinî, felsefî, siyasî,
ekonomik ve kültürel anlamda çok ağır bir yüktür bu. Böyle olunca üstadın şair
tarafıyla ilgilenmek işimize/kolayımıza geliyor; sorumluluktan kaçıyoruz.
Sorumluluklarımızdan kaça kaça dünyayı kendimize dar ediyoruz. Oysa sorumluluk
sahibi olmak, sorumluluklarımızı yüklenmek varoluşumuzun gayesini ortaya
koymaktır. Allah’a kul olmak, Müslümanlara kardeş olmak ve insanlarla barış
içinde olmaktır. Kimliğini bulamayan veya yitirenler ve kişiliksizleşenler
temelde sorumluluktan kaçanlardır. Sorumluluk sahibi olmak insanı kimlik ve
kişilik sahibi yapar. Sezai Karakoç, düşüncesiyle bizi meselelerimize sahip
çıkmaya, doğru yerde durmaya ve Müslümanların birliği için gece gündüz
çalışmaya davet ediyor. Bu davete icabet etmek bir görevdir.
–
Günümüz şiirini takip edebiliyor musunuz? Bunu şunun için soruyorum: Sezai
Karakoç’un şiiriyle günümüzde yazılan şiir arasındaki makas ne kadar açıldı
veya Sezai Karakoç’un şiiri günümüz şairlerince izleniyor mu?
–
Günümüz şiirini kısmen takip edebiliyorum. Daha doğrusu hepsini değil,
önemsediğim bazı şairler üzerinden takip etmeye çalışıyorum diyeyim.
Dolayısıyla onunla ilgili belli bir kanaatim var ancak bütünü hakkında
konuşamam. Öte yandan bir metin şiir katına çıkmışsa o artık eskimez. İlgiler
değişebilir çünkü onlar görecedir fakat şiir değerini hiçbir zaman kaybetmez.
Sezai Karakoç’un çoğu şiiri zaman duvarını aşmayı başarmıştır. Güzelim Türkçe,
konuşulup yazıldıkça bunlar okunmaya devam edecektir. Evet, Sezai Karakoç’un
şiiriyle günümüzde yazılan şiir arasındaki makas açılmıştır ve gün geçtikçe
daha da açılacaktır. Bu doğaldır ve taraflar için bir nakısa değildir. Zaman
değişiyor, insan değişiyor, şartlar değişiyor, sorunlar değişiyor, bakış
açıları değişiyor, bunlara ve daha birçok şeye bağlı olarak elbette şiir de
değişecek. Önemli olan şiir değişirken değerini koruyabiliyor mu? Bütün mesele
budur. Sezai Karakoç’un şiirinin arkasında insan ve medeniyet var. Medeniyet
unsuru şiirin damarlarında kan olup dolaşırsa o şiir uzun ömürlü olur. Salt
insan unsuru, zaman ve bireysel tecrübe bu bağlamda şiiri çağlar ötesine
taşımaya yetmeyebilir. Bunun çok az istisnası vardır. Doğudan Ömer Hayyam ve
Batıdan William Shakespeare gibi şairler bu istisnaya örnek gösterilebilir.
Bunlar, bireysel tecrübeyi medeniyet unsuruna tam yaklaştırdığı ya da medeniyet
değerlerini kişiselleştirmeyi ustalıkla başardığı için böyle bir özelliğe
sahipler. Biçim, biçem ve izlek açısından toptan/genel bakıldığında Sezai
Karakoç’un şiiri günümüze göre kısmen mevzi kaybetmiştir denilebilir. Ancak
günümüz şairi bir edebiyat mühendisi tavrıyla değil de salt bir şiir olarak
onun şiirine yaklaştığında inanılmaz derecede öğretici, besleyici ve etkileyici
bulacaktır onu. Zira Sezai Karakoç’un şiirinde insan tamdır. Geçici ve görece
olan hususlar aşılmış, zaman kuşatılmış, sorumluluklar yüklenmiş, şuur
kuşanılmış, değerler manzumesi yerli yerine oturtulmuş, söz açık ve yalın,
coşku kıvamında vs. Daha ne olsun? Biçim değişse de, tarz farklılaşsa da,
konular çeşitlense de insanın hayat karşısındaki konumu hep aynıdır. Günümüz
şiiri, güncel değere sahip olduğu için önemlidir ama şiir her zaman hatta çoğu
zaman güncele hitap etmez. Onu da alır, başka şeyleri de alır, kendi zamanına
katar ve insanlığa sunar. Öyleyse şiiri değişen yönleri üzerinden değil de
hiçbir zaman değişmeyecek olan yönleri üzerinden konuşmalıyız. Böyle yaparsak
günümüz şiirine katkımız olur, böyle yaparsak eskimeyen şiirimizle aramıza
mesafe koymamış oluruz.
–
Son olarak Anadolu’da çıkan kültür ve edebiyat dergilerini takip edebiliyor
musunuz? Bunlarla ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
–
Maalesef eskisi kadar takip edemiyorum. İtiraf etmeliyim ki sebep ne olursa
olsun suç bendedir. Üstelik zamanında ben de böyle bir dergi çıkarıp yönetmiş
ve bu tür bazı dergilere öncülük etmiş birisi olarak bugün Anadolu’da çıkan
kültür ve edebiyat dergilerini takip edemez hâle gelmişsem bu, gerçekten üzüntü
verici bir durumdur. Bunu anlamaya çalışmak için kafa patlatmak gerekmez,
mazeret üretip işin içinden çıkmaya çalışmak da tam manasıyla batmaktır. Hele
nostalji yaparak konunun üzerinden geçmek son derece yanlıştır ve umutsuzluğa
yol açar. Durum ortadadır ve yapılması gereken bellidir. Nerede kalmıştık,
demeliyiz.
Bu
bağlamda bir zamanlar, özellikle Kahramanmaraş, Bursa, Konya, Adana, Kayseri,
Erzurum, Trabzon ve Rize’de çıkan dergileri özenle takip ederdim. Sonra onların
bir kısmı kapandı, çıkan yenilerini ise takip edemedim. Ancak Anadolu’dan bir
dergi haberi aldım mı hemen heyecanlanıyorum. Orada geleceğe dair güzelliklerin
yeşereceğini düşünüyorum. Aklıma Cemal Süreya’nın otuz küsur sene önce bizim
çıkardığımız dergiyle ilgili ve onun üzerinden söyledikleri geliyor: “Ayane
dergisinin 4. sayısı geldi. Yönetim yeri Rize’de, yazışma adresi Ankara’da olan
bu küçük yayın organını seviyorum. Özellikle şiirde savsız bir kıpırtı içinde.
Yazılmakta olan şiiri temel almıyor, ondan kaçmıyor da. Nuri Pakdil’in
Edebiyat’ını anımsatıyor biraz. Taşra dergisi değil ama yerel yetenekleri
değerlendirmeye çalışıyor. Bu tür küçük dergilerin çoğalması edebiyatımızın
altından nicedir kaymakta olan alt yapıyı yerine getirir umudundayım.” (Cemal
Süreya, 999. Gün: Üstü Kalsın, Broy Yayınları, 1991.) Alt yapı meselesinin
ciddiyetini ta o yıllarda gören büyük usta, meselenin çözümü için de Anadolu’da
çıkan dergileri işaret etmiş olması çok anlamlıdır. Bugün biz, sorunların
çözümü gençlerde diyorsak, gençler olarak Anadolu’nun küçük kasaba ve
şehirlerinde küçük gruplar hâlinde bir araya gelip meselelerimizi yeniden
konuşmalıyız diyorsak aslında aynı şeyleri söylüyoruz. Aklın yolu birdir. Bu
milletin hangi konuda olursa olsun darda kaldığında gideceği yer Anadolu’dur.
Ne varsa Anadolu’da vardır. Bunun için sizin çıkardığınız dergi gibi dergilerin
çoğalmasını, uzun ömürlü olmasını ve gençlere mektep olmasını diliyorum.
Anadolu’dan ayağa kalkmak ve Anadolu’dan çoğalmak gerekiyor.
NOT:
Üstat Sezai Karakoç, 16 Kasım 2021’de İstanbul’da yalnız yaşadığı evinde 88
yaşında vefat etti. Cenazesi, Şehzadebaşı Camii haziresine defnedildi. Allah
rahmet eylesin. Şaban Abak, 26 Kasım 2021’de Twitter’dan “Üstat Sezai
Karakoç’un vefatından hemen sonra odasına girip yanında diz çökerek Yasin-i
Şerif okumak nasip oldu. Masasında gözlüğü, ilâçları ve okuduğu son kitaplardan
Mehmet Erdoğan’ın Sezai Karakoç’un Düşünce Ufukları kitabı vardı.” bilgisini
paylaştı. Onu bir daha göremeyeceğim için son derece mahzun oldum.
KAYNAK:
Söyleşi: Mehmet Oğuzhan Çağlar (Şahsiyet Mecmua, S. 9, 14 Ocak 2022)