Hikâye, roman
ve deneme yazarı, bürokrat, DPT eski Genel Sekreteri (D. 20 Mayıs 1940,
Kahramanmaraş - Ö. 23 Temmuz 2022, Ankara). İstanbullu mühendis Hakkı Özdenören
ile Kahramanmaraşlı Ayşe Hanım'ın oğlu olarak 1940'ta Maraş'ta dünyaya geldi. Şair
Alaeddin Özdenören’in ikiz kardeşidir.
İlkokula
Kahramanmaraş Sakarya İlkokulunda (1947) başladı. Üçüncü sınıfa geçtiğinde
babasının tayini üzerine Malatya’ya göç ettiler. İnşaat mühendisi olan babası
Bayındırlık İl Müdürlüklerinde fen memuru olarak çalıştı. Rasim Özdenören,
babasını 25 Mayıs 1982’de, annesini 6 Şubat 2002’de kaybetti. İlkokul
öğrenimini Malatya Cumhuriyet İlkokulunda (3. ve 4. sınıflar) ve Gazi İlkokulunda
(5. sınıf) tamamladı. Ortaokula 1952’de aynı ilde başladı. Ortaokul üçüncü
sınıfa geçtiği yıl, babası Tunceli’ye tayin edildi. Ortaokulu Tunceli’de
bitirdi. Bir yıl sonra babası emekliye ayrıldı ve Kahramanmaraş’a döndüler.
1955’te
başladığı Maraş Lisesinden 1958’de mezun oldu. Aynı yıl üniversite öğrenimi
için İstanbul’a gitti. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik
Enstitüsünü (1964) ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini (1967) bitirdi.
Avukatlık stajını Ankara Barosunda yaptı. 1967 yılında DPT’ye uzman yardımcısı
olarak girdi. Bu görevini sürdürürken kalkınma ekonomisi konulu yüksek lisans
programını tamamlamak için Amerika’ya gitti. 1970-71 yıllarında ABD’nin çeşitli
eyaletlerinde ekonomik konularda araştırmalar yaptı. Eylül 1971’de yurda döndü.
Haziran
1975’te Kültür Bakanlığına bakanlık müşaviri olarak atandı. Aynı bakanlıkta bir
yıl da müfettiş olarak çalıştı (1977-78). 28 Eylül 1971’de Ayşe Çalkaya’yla
Kahramanmaraş’ta evlendi. Bu evlilikten Ömer Umran (23 Şubat 1973) ve Merve (13
Haziran 1974) adlarında iki çocuğu oldu. Ekim 1972’de Bursa’da yedeksubay
personel okulunda altı ay eğitim gördü. Eğitimini tamamladıktan sonra kışla
görevi için Mart 1973’te Şırnak’a gitti. Askerliğini 1974 Şubat’ında tamamladı.
Mayıs 1978’de, Kültür Bakanlığındaki görevinden ayrıldı. 1980 Mayıs’ında
yeniden DPT’ye döndü ve bu tarihten sonra gazetedeki yazılarını oradan
ayrıldığı 1983 yılı Mayıs’ına kadar A. Gaffar Taşkın imzasıyla sürdürdü.
Devlet
Planlama Teşkilatına bu ikinci girişinden sonra sırasıyla uzman (1980), Yayın
ve Temsil Dairesi Başkanı (1981), Genel Sekreter Yardımcısı (1984-88), Genel
Sekreter (1988) ve Müşavir (1990) olarak çalıştı. 20 Mayıs 2005’te DPT’den
Genel Sekreter iken emekliye ayrıldı.
Rasim
Özdenören, lise öğrenciliği sırasında edebiyatla yakından ilgili bir arkadaş
grubunun içindeydi. Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Alaeddin Özdenören ve
Mehmet Âkif İnan’dan oluşan bu grup bir yandan Türkiye’nin önde gelen edebiyat
dergilerini izliyor, bir yandan da yerel gazetelerde sanat sayfaları
düzenliyordu. Aynı çabalarının uzantısında, o dönemde yayınına ara verilen
Maraş Lisesinin yayın organı Hamle dergisini tekrar çıkardılar (1958).
Lisedeki
grubun içinde hikâyeyle ilgilenen tek kişi Rasim Özdenören’di. O yıllarda
yazdığı hikâyeleri Varlık, Seçilmiş Hikâyeler, Türk Sanatı,
Dost dergilerine gönderdi. İlk hikâyesi “Akarsu”, Varlık
(1 Ocak 1957) dergisinde çıktı. Bu hikâyeden sonra Varlık’ta iki
hikâyesi daha çıktı: “Kasap” (1 Mart 1957), “Bayır Dereden Öyküler” (1
Haziran 1958). Aynı yıllarda Türk Sanatı (1957-58) ve Arayış
(1958) dergilerinde de hikâyeleri yayımlandı. Soraki yıllarda Yeni Devir gazetesinde
“Notlar” başlığı altında günlük yazılar yazdı (Nisan 1977-Mayıs 83).
Özdenören,
1962 yılında Sezai Karakoç’la tanıştı. Bu tanışma sanat hayatının ve düşünce
dünyasının şekillenmesinde etkili oldu. 1962-65 yılları arasında yaklaşık üç
yıl yazı yazmadı. Sezai Karakoç’un isteği üzerine tekrar hikâye yazmaya
başladı. 1964-65 yıllarında haftalık Yeni İstiklâl gazetesinin sanat
sayfasını yönetti. Bu sayfada 1950’li yıllarda yazdığı on hikâyesini yayımladı.
Rasim Özdenören’in Yeni İstiklâl’de yayımlanan hikâyeleri şunlardır: “Eskiyen”
(30 Eylül 1964), “Oda” (7 Ekim 1964), “Yolda” (17 Mart 1965, “Yol Ötesi” adıyla
Mart 1958’de Türk Sanatı dergisinde de yayımlandı); “Kan Otları” (14 Nisan 1965), “Mani
Olunmuş Adam” (26 Mayıs 1965), “Ricat” (7 Nisan 1965), “Çark”
(24 Şubat 1965), “Sabah” (24 Şubat 1965), “Koridor” (21 Nisan
1965), “Düğüm” (4 Ağustos 1965, Mahmut Çukuroba adıyla). Yeni
İstiklâl’in sanat sayfasında, başta Cahit Zarifoğlu olmak üzere, Alaeddin
Özdenören, Erdem Bayazıt, Mehmet Âkif İnan gibi şairlerin eserlerini yayımladı.
Özellikle Cahit Zarifoğlu, ilk kitabı İşaret Çocukları’nın on üç şiirini
bu sayfada yayımladı.
Rasim
Özdenören, 1967 yılında ilk kitabı Hastalar ve Işıklar’ı çıkardı. Daha
ilk kitabıyla kendine ait bir hikâye dili kurmayı başardı. Bireyi merkeze alan
bu hikâyelerinde toplumsal bağlarından kopartılmış insanın trajedisini anlattı.
Kendine ve çevresine yabancılaşmış, hayatta karşılıksız kalmış kişilerin
kendileriyle ve çevreleriyle yaşadıkları çatışma, hikâyelerinin değişmez
konularından biri oldu. Hastalar ve Işıklar’da her şey bireyin etrafında
döner. Yer yer düş ile gerçek birbirine karışır. Çevresince anlaşılamayan birey
gittikçe hastalıklı bir duruma sürüklenir. Dramatik bir son neredeyse
kaçınılmazlaşır.
İkinci kitabı
Çözülme’de (1973), günümüz insanının içine düştüğü bunalımlar, öz
değerlerinden çözülmeyle birlikte gelen sorunların aileye yansıması üzerinde
durdu. Çözülme, edebiyat çevrelerinde, Türk edebiyatındaki en dikkate
değer uzun hikâyeler arasında gösterildi. Ülkemizdeki sosyal değişimi aile
üzerinden yansıtan bu hikâyelerde bireyin devindiği çevre, ilk kitaba nazaran
oldukça genişlemiştir.
Üçüncü kitabı
Çok Sesli Bir Ölüm (1974), bireyin bilinçaltına, ruhsal sorunlarına
ilişkin açılımlarıyla dikkat çekti. Dış dünyayla uyuşamayan insanın trajedisini
kültürel ve ekonomik temelleriyle birlikte verdi. Rasim Özdenören’in Çok
Sesli Bir Ölüm (1984) ve Çözülme (1973) adlı hikâyeleri aynı adlarla
TV filmi yapıldı. Çok Sesli Bir Ölüm, Prag’da yapılan Uluslararası TV
Filmleri Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü’nü kazandı (1978).
Dördüncü
kitabı Çarpılmışlar (1977), her şeyden önce biçimsel özellikleriyle
dikkat çekti. Kitapta baştan sona hiçbir hikâyede noktalama işaretine yer
verilmedi. Böylelikle bilinç akışının, duygu ve düşüncelerin kesintisiz akışı
amaçlandı. Kültür bağlarından koparılmış insanların yaşadıkları açmazlar bir
sanatçı dikkatiyle gözler önüne serildi.
1979 yılında
yayımlanan Gül Yetiştiren Adam romanında Türkiye’nin girdiği Batılılaşma
sürecinden sonra ortaya çıkan yeni durum, meselenin yeni kuşaklara yansıması
ele alındı. Tek parti döneminin bir Anadolu şehrinden görünüşü başarıyla
anlatıldı. 1984 yılında yayımlanan Denize Açılan Kapı’da toplumsal
dönüşümlerin, kültür krizlerinin, büyük şehrin içine sıkışıp kalmış insanların
sükûnet arayışlarına yer verildi. Ağırlıklı olarak tasavvufun işlendiği kitap
Özdenören hikâyesinin yeni bir yönelimi olarak algılandı. Bireyin içine düştüğü
yabancılaşmanın, yakın çevre ve toplumla yaşanan uyuşmazlıkların çaresi olarak
beliren sükûnet arayışı kitabın ana dinamiği oldu.
Rasim
Özdenören, Denize Açılan Kapı’dan sonra uzun bir süre hikâye
yayımlamadı. On beş yıl aradan sonra 1999’da Kuyu’yu çıkardı. Kuyu’nun
ana ekseni yine tasavvuftu. Tek hikâyeden oluşan Kuyu’da çıkış noktası
Hz. Yusuf kıssasıdır. Ansızın Yola Çıkmak’ta (2000) tasavvuf konusunu
sürdüren Özdenören, bu kitabında acemi dervişlerin hikâyesini yazdı. Bireyin iç
çatışması, kendisi ve çevresiyle hesaplaşmaları anlatıldı. Arayış ve kendini
aşma çabalarıyla birlikte dünyaya direnme kitabın ana eksenini oluşturdu. Bu
kitabın ardından gelen Hışırtı’da (2000) evlilik ve aşk konularına
eğildi. 2002’de yayımladığı Toz’da bir kargaşa ortamına atılmış
insanların açmazları anlatıldı.
Türk
hikâyesine getirdiği yerlilik unsuruyla, sağlam kurguyla birlikte işlettiği son
derece rafine diliyle Türk hikâyesinde ayrı bir önem kazanan Rasim Özdenören
1969’da Nuri Pakdil, Mehmet Âkif İnan, Erdem Bayazıt ve Alaeddin Özdenören’le
birlikte Edebiyat dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Edebiyat
dergisinden sonra Aralık 1976’da Cahit Zarifoğlu, Mehmet Âkif İnan, Erdem Bayazıt
ve Alaeddin Özdenören’le birlikte Mavera dergisinin kurucuları arasında
yer aldı. Hikâye ve yazıları bugüne değin Varlık, Türk Sanatı, Arayış,
Hamle, Dost, Soyut, Yeni İstiklâl, Diriliş, Edebiyat,
Mavera, Yeni Devir, Yeni Zemin, Yedi İklim, Kaşgar,
Hece, Zaman, Yeni Şafak, Yeni Dönem dergi ve
gazetelerinde yayımladı.
Rasim
Özdenören, hikâyesini, Cumhuriyetle başlayan köklü kültürel dönüşümlerin
insanımızda açtığı yaralar üzerine kurdu. Modernizmin, büyük şehir olgusunun
Türk insanının hayatına yerleşmesini dikkatle izledi. Yakın tarihimizde önemli
bir yer tutan, köyden şehre göç olgusunun getirdiği sorunlarda bir yandan şehre
tutunmaya çalışan insanların yaşadığı değerler çatışmasını izledi, bir yandan
da bu sorunların arka plânındaki ekonomik sorunlara dikkat çekti. Bu çerçevede,
içine düştüğü bunalımı aşamayan tedirgin ruhları anlattı. Köklü dönüşümlerin
yaşandığı evrelerde sanatıyla tarihten süzülüp gelen değerlerimize sahip çıktı.
Kendisini bu dönüşümlerin yol açtığı krizlerin içinde bulan insanımızın kendine
ve çevreye yabancılaşması, Rasim Özdenören hikâyesinin vazgeçilmez konularından
biri oldu. Silinen toplumsal hafızaya geri dönüş isteğinin ortaya çıkardığı
açmazlar, Anadolu insanının yaşadığı geçim sıkıntısı, büyük şehrin dağdağasında
kaybolan sıradan insanlar gerçeğe en yakın şekliyle hikâyelerinde yer aldı. Öz
değerlerimize sahip çıkışıyla kendisine kadar gelen hikâyecilerden farklılaştı.
Hikâyelerinde öz değerlerimizi savundu; fakat bunu yaparken hikâyesini
ideolojik baskı altında tutmadı; yaşanan trajediyi didaktizme ve retoriğe
düşmeden anlatmayı başardı. Hikâyelerindeki titiz dil işçiliğiyle dikkat çekti.
Yer yer şiirsel bir eda takınan dili sadelikten ayrılmadı. Ayrıntılara verdiği
önemle, bilinçaltının gelgitlerini metne yansıtmadaki başarısıyla ayrıca dikkat
çekti. “Roman bir savaş alanıdır, oysa hikâye bir düellodur,” diyen Özdenören,
bir kesitin sunumuna dikkat kesildiği hikâyelerinde kısa hikâyenin en başarılı
örneklerini verdi.
Özellikle
1983’ten sonra düzyazıya yönelen Özdenören denemelerinde özgün tespitleri ve
kendine özgü üslûbuyla haklı bir üne kavuştu. İki Dünya adlı deneme
kitabıyla Türkiye Millî Kültür Vakfı Fikir Ödülünü (1978) aldı. Denize
Açılan Kapı ile Türkiye Yazarlar Birliğinin hikâye (1984), Ruhun
Malzemeleri ile de deneme (1986) ödüllerini kazandı.
Vefatı:
Türk edebiyatının usta
yazarlarından Rasim Özdenören, 23 Temmuz 2022 Cumartesi günü 82 yaşında iken, tedavi
gördüğü Ankara Tıp Fakültesi Hastanesi'nde vefat etti.
Vefat haberini duyuran Sağlık
Bakanı Fahrettin Koca, Twitter'daki hesabından yaptığı açıklamada, "Ankara
Tıp Fakültesi Hastanesi’nde tedavi görmekte olan yazar, öykücü ve düşünür Rasim
Özdenören aramızdan ayrıldı. Ağabeyimizi kaybettik. Üstadımızı kaybettik. O,
'Yedi Güzel Adam'ın bu hayattaki sonuncusuydu. Hepimizin başı sağ olsun.
Kendisine Allah’tan rahmet diliyoruz" dedi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan
da Twitter'daki hesabından Rasim Özdenören için başsağlığı mesajı yayımladı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Edebiyatımızın büyük ustalarından, Cumhurbaşkanlığı
Kültür Sanat Büyük Ödülü sahibi, 'Gül Yetiştiren Adam' Rasim Özdenören’in
vefatını teessürle öğrendim. Sayın Özdenören’e Allah’tan rahmet niyaz ediyor,
ailesine, sevenlerine ve tüm edebiyat camiasına başsağlığı diliyorum"
ifadelerini kullandı.
AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik de
sosyal medya paylaşımında "Bugün bizim için gerçekten acı bir gün… Çok
değerli bir ağabeyi, çok güzel bir insanı ve usta bir kalemi kaybettik… Gül
yetiştiren adam Rasim Özdenören rahmete kavuştu... Mekanı cennet, makamı âli olsun."
dedi.
Özdenören'in
cenazesi, 24 Temmuz 2022 Pazar günü İkindi namazını müteakip Diyanet İşleri
Başkanı Ali Erbaş'ın kıldırdığı namazın ardından Şule Yüksel Şenler, Ahmet
Kekeç, Yavuz Bahadıroğlu ve Mehmet Nuri Güleç'in de metfun bulunduğu, Eyüp
Sultan Mihrişah Valide Sultan Haziresi'nde hazırlanan kabre defnedildi.
İkindi
namazını müteakip düzenlenen cenaze törenine, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan,
TBMM Başkanı Mustafa Şentop, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, Sağlık
Bakanı Fahrettin Koca da katıldı.
Cenaze
törenine katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, cenaze namazının kılınmasının ardından
yaptığı konuşmada, Rasim Özdenören'in "Yedi Güzel Adam"ın sonuncusu
olduğunu hatırlattı.
Özdenören'i
hep birlikte Hakk'a uğurladıklarını belirten Erdoğan, şöyle konuştu:
"Rabbim
bizleri sevgili habibinin 'liva-ül hamd' ismiyle müsemma sancağı altında haşrü
cem eylesin. Tüm ailesi, tüm onun izleyenleri, okurları, hep birlikte
tezkiyemizi yaptığımız gibi inşallah Rasim Ağabeyimizin ebedi alemde birlikte
olmak, onun eserleriyle onu yaşamak, bizler için çok daha farklı olacak,
bizlere ayrı bir güç katacaktır, buna inanıyoruz. Çok çok farklı bir insan,
adeta medeniyetimizin inşasında ayrı bir konumu, ayrı bir yeri olan insan.
Böyle bir ağabeyimizi, böyle bir büyüğümüzü bugün hep birlikte Hakk'a
uğurluyoruz. Sizlerin buradaki tezkiyesi zaten onun için her şeyi ifade ediyor.
Çok fazla söze hacet yok."
Cumhurbaşkanı
Erdoğan, konuşmasının ardından Özdenören'in tabutuna omuz verdi.
Rasim Özdenören İçin Ne Dediler?
“Hastalar ve Işıklar, kendine gerçekçi adını veren, bol örnekli, çok propagandalı, röportaj
benzeri bir öz taşıyan, san’at
katına bir türlü varamamış hikâyecilik akımının, neorealist diyebileceğimiz İkinci Yeni hikâyeciliğinin ve bir türlü
yerleşememiş, yabancılıktan
kurtulamamış varoluşçu hikâyeciliğinin gelip de tıkandığı, söndüğü, son sınırlarına varıp ufukta netliklerini kaybettikleri bir dönemde
yayımlanmış, çıkmış bulunuyor.”
(Sezai Karakoç)
***
“Rasim Özdenören hikâyesiyle bize Anadolu
kasabasında yaşanılan ‘zaman’ın trajik gerçeğini ve şiirini duyurmaya
çalışır.” (Mehmet Kaplan)
***
“Rasim Özdenören’in Türk hikâyeciliğine
kazandırdığı en somut unsur ‘yerlilik’
olayıdır. Özdenören bu ‘yerlilik’ yaklaşımıyla
Türk hikâyeciliğine yepyeni bir hava, yepyeni bir soluk getirmiştir.” (Necip Tosun)
***
“Rasim Özdenören 1967’de yayımladığı Hastalar ve Işıklar’la, yani daha işin başında, bir hikâye dili koymuştur ortaya.”
(Âlim Kahraman)
***
“Rasim
Özdenören, öykülerinde bizim insanımızı ve onun iç dünyasını dile
getirmektedir. İki asırdır aslından uzaklaştırılan insanımızın, bunalmış,
tedirgin ve kültürel erozyona uğratılmış insanımızın toplumsal değişme ve
çözülmesini bunların sebep ve sonuçlarını ele almaktadır.
“Onun öykülerindeki bu çileli insanlar bütün
olumsuzluklara rağmen, tevekküllü kişilerdir.
“Yazarın eserlerine dil ve teknik bakımından
zengin, akıcı ve canlı bir üslup hakimdir. Sezai Karakoç’un deyişiyle ‘Rasim
Özdenören’in hikâyeleri toplumuzun derinliğindeki tarihî - metafizik acıyı
yansıtan örneklerdir’.” (Remzi Matur)
ESERLERİ:
Hikâye: Hastalar ve Işıklar (1967), Çözülme (1973), Çok
Sesli Bir Ölüm (1974), Çarpılmışlar
(1977), Denize Açılan Kapı
(1983), Kuyu (1999), Hışırtı (2000), Ansızın Yola Çıkmak (2000), Toz (2002).
Roman: Gül Yetiştiren Adam (1979).
Deneme: İki Dünya (1977), Müslümanca
Düşünme Üzerine Denemeler (1985), Yaşadığımız
Günler (1985), Ruhun
Malzemeleri (1986), Yeniden
İnanmak (1987), Kafa Karıştıran
Kelimeler (1987), Çapraz
İlişkiler (1987), Yumurtayı
Hangi Ucundan Kırmalı? (1987), Müslümanca
Yaşamak (1988), Red Yazıları
(1988), Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti (1996),
Ben ve Hayat ve Ölüm (1997), İpin Ucu (1997), Acemi Yolcu (1997), Kent İlişkileri (1998), Yüzler (1999), Köpekçe Düşünceler (1999), Eşikte Duran İnsan (2000), Yazı İmge ve Gerçeklik (2002), Aşkın Diyalektiği (2003), Düşünsel Duruş (2005).
Çeviri: Hayvan Çiftliği (George Orwell’dan, 1964), İslâm’da Devlet Nizamı (Mevdudi’den,
1967), İslâm Devletinde Mali Yapı (Dr. S.A.
Sıddıkî’den, 1972).
KAYNAKÇA: Muzaffer Uyguner / Hastalar ve Işıklar (Varlık, 15.10. 1968), Sezai Karakoç / Sütun-I (1969), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007, 2009) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Fomous People (2013), Selim İleri / Modern Türk Edebiyatında 99 Hikâyeciden 99 Hikâye (1997), Mustafa Kutlu / Niçin Çarpılmışlar (Hisar, Mart 1978), TDE Ansiklopedisi (C. 7, 1990), Yedi İklim dergisi Rasim Özdenören Özel Sayısı (Şubat-Mart 1999), Ömer Lekesiz / Yeni Türk Edebiyatında Öykü IV (2001), Mehmet Kaplan / Hikâye Tahlilleri (10. bas. 2004), Ali Haydar Haksal / Rasim Özdenören: Ruh Denizinden Öyküler (2008), Rasim Özdenören Kitabı (2011), Bir Biyografi denemesi – Çok Sesli Bir Yazar Rasim Özdenören (K. Maraş Belediyesi, 2011), Usta yazar Rasim Özdenören hayatını kaybetti (DHA - hurriyet.com.tr, 23 Temmuz 2022),Yazar Rasim Özdenören son yolculuğuna uğurlandı (haberturk.com, 24.07.2022), Medeniyet davasının abide ismi Rasim Özdenören’e veda! (sabah.com.tr, 24.07.2022), Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rasim Özdenören'in cenaze törenine katıldı (milliyet.com.tr, 24.07.2022), 7 Güzel Adam'ın son temsilcisi yazar Rasim Özdenören, Erdoğan'ın katıldığı törenle toprağa verildi (sondakika.com, 24.07.2022), Selçuk Türkyılmaz / Rasim Özdenören ve okurları (yenisafak.com.tr, 25.07.2022).
Güneşin
sıcak, parlak ışıkları kalabalığın üstüne sızıp kalmıştı. Büyümemiş, genç
kestane ağacının gölgesi mermer gömüt taşlarının üstünde kıpırdamadan
duruyordu. Güneş yakıcıydı. Her yerden gelmiş cenaze töreninin küçük kalabalığı
iki musalla taşının bulunduğu caminin ön tarafındaki küçük bölmenin gölgesine
toplanmış, sıkışmıştı.
Kan
ter içinde gelmişti oraya. Uzak bir kentten.. Yetişeceğini biliyordu. Ve
yetişmişti. Gözleri çabucak kalabalığı taradı. Çevresindeki birkaç kişinin
arasında hemen ayrımsadı onu: ıslak, kızarmış gözleriyle ve isyan dolu
bakışlarıyla oydu, oradaydı.. Oğulları da oradaydı. Oğulları! (Bir onlar
anımsatıyor aradaki pürüzsüz, yılların doldurduğu boşluğu: kendinden olabilirdi
bu oğullar, kendi dölünden gelebilirlerdi.) Gönül kırıklığı. Ne kadar zaman
geçmişti aradan? Kaç yıl? Soluk bir pardesü vardı üstünde. Yoksa kendisine mi
öyle gelmişti? Bir an.. bakışları karşılaştı. Cesaret edebilecek miydi ona
yaklaşmaya? Kör bakışlarla baktılar birbirlerine. Kaç yıl geçmişti?
Bunu
kim bilebilir? Yıllar önce bu tabloyu -işte tam bunu- kim bilir kaç kez
yaşatmıştı düşüncelerinde, düşlerinde? Ölen onun kocasıydı. Kendisiyse eski
sevgili.
Dağılıp
toplanıyorlardı onun çevresinde. O, hâlâ uzağındaydı onun.
Gömüt taşlarının arasından bakımsız otlar
fışkırıyordu.
Güneş olağanüstü parlak bir fanus gibi
ışıklar ve ateş saçan gövdesiyle bir kubbenin tepesine asılıp kalmıştı.
Kalabalığın ortasında bir başına, kararsız,
yapayalnız duruyor, isyan eden sesi bir tıslama hâlinde, göğün enginliklerine
doğru kırık dökük dağılıyordu: yankısız, yansımasız, yanıtlamasız. “Öldüğüne
yanmıyorum, nasıl acı çekti, nasıl hırpaladılar onu, bilemezsiniz.”
Mırıltıları doğaçlama bir ilâhi, sessiz bir
şivan gibiydi.
İçinde bulundukları oda dünyanın öteki ucuna
fırlatılmışçasına
uzaktı, bir mutluluğun çığlığı uzayın izbe yerlerinden ikisini de
kuşatmıştı. Kıskançlık nedir bilmiyordu daha. Kıskançlığın, aşkın yemişi, aşkın
doğal türevi olduğunu bilmiyordu. Aşk yalnızca özlemle karışık bir mutluluktu
daha, sürekli özlemdi. Yoksul bir odanın kilimi üstünde ya da bir bahçenin
çimenlerinde yan yana uzanmışlarken terli avuç içleriyle onun çıplak omuzlarını
okşamak ve kelimesiz süren konuşmaları boyunca birlikte olmak, bir başına bu, bütün
bir gençliği
ömür boyu yaşamak kadar değerliydi. Ama çıkılan bir yolculukta sarp yollardan geçmek de
vardı: bu da bir yazgı olarak kabul edilmeliydi. Ve gelip dayanılıyordu geçit
vermeyen
boğazlara. Geriye dönmek yok. İleri geçmek yok. Ne olursa orada, o
dorukta olacaktır. Kenetlenmiş ellerde artık birbirini tutacak güç kalmamıştır.
İkisinden biri, kadın ya da erkek, uçurumdan sarkmaktadır, tutuşan elleri gitgide mecalsizleşmektedir,
istenç boşunadır, eller birbirini bırakacaktır. İçinde alev alev yanan kıskançlık tohumları
gürleşirken, tutuşan eller birbirinden boşanacaktır. Kıskançlık, geçen zaman içinde
ilkin acıya dönüşecek, sonra da küllenmiş bir hüzün tortusu yüreğinin diplerine çöküp
kalacaktır.
Ama daha bilmiyordu bunları, hiçbirini.
Günü geldiğinde bilmediği bir adam, bilmediği
dilde bir haberi
verdi ona. Bütün bu bilinmezliklerden çıkarılan açık bir anlam vardı,
anlamıştı. Çimenlerde gezinmekten inciniyordu. Yalnızlıktan kahroluyordu. Kelimeler.
Verilmiş sözler. Hepsi gerçekliğini yitirmişti. Bunlar sanki hayatında hiç olmamıştı. Bir tek
şey kalmıştı geriye: acı.
Bir başınaydı orada, gömütlerin arasında.
Kalabalık dağılıyordu. Güneş çarpması gibiydi, başı dönüyordu. Bir gömüt taşının
üstüne çöktü, başını koluna yasladı, öylece kaldı. Taze ölü biraz ötesindeydi,
gömülmüştü. Taze toprak tümsek yıkılmış bir duvar gibi serilip kalmıştı öylece. Bir bir
geçip gittiler önünden, yanlarından. Telâş bitmişti. Adımlarının sesi bu koca
kentin beyaza kesmiş göğünün parlak, duru maviliklerinde eriyip gidiyordu, ölgün, baygın
bir sessizlikle, yankısız çınlamalarla.
Az önce tırmandığı yokuşu inmeliydi.
Gitmemişlerse eğer, onu, orada, cami kapısının önünde oğullarının arasında bulacaktı.
Yol boyunca dilenen çocuklar ve paçavralara
sarılmış insanlar çevirdi önünü. Aşağılardan taş ve demir külçelerinin boğuk gürültüleri
duyuluyordu. Durgun ayak sesleriyle bir yere doğru ilerliyormuş gibi değil de, ricat
eden bir insanın taşıdığı umutsuzluk duygusuna kapılmış, yürüyorlardı. Alanda kimsecikler
yoktu. Yıkılmış ve henüz yapılmamış alanın şantiye görüntüsünde, yoğun, bunaltıcı,
sevimsiz ışık, insanları çekip gitmeye, ortalığı bomboş bırakmaya zorlamıştı. Garip, derin,
başdöndürücü bir terkedilmişlik devrilip kalmıştı ortalık yerde. Kestane ağacının
oraya doğru yürüdü.
Oradaydı! Oydu! İçi titredi. Oğullarının
arasında, bir başına, yıkık ve şaşkın, eşarbı başından savrulmuş duruyordu. Yıllardır kurduğu
karşılaşma gerçekleşiyordu. Ama beklediği bu görüntü olamazdı. Bu kadın o değildi,
kendisi o adam (yoksa delikanlı mı demeli? Ama hani o istekler, pişmanlıklar, geceler boyu
ağlamalar -umarsızlıktan değil, hayır, dolu dolu yaşamaktan- bin yılı bir âna
sığdırabilen gizil, gizemli güç, iliklerinden fışkıran dirim, coşku selleri..
nerde? Bir
kez daha ele geçiremeyeceği o kutsanmış gece nerde? Hani sevgilisiyle aynı
yatağı paylaşıp da, tanrısal bağ olmadığı için ona el sürmediği, süremediği
gece?) değildi. Kurguları, tasarıları uçup gitmişti, dağılıp gidiyordu. Ona
diyecekti ki.. hayır hayır, ona hiçbir şey söyleyemezdi artık: o yaşananlar, o geçmişte duyulan
özlemler başka bir dünyaya aitti ve o dünya artık yoktu, belki de hiç olmamıştı.
Karşılaştıklarında, güya, seni seviyorum, diyecekti, ama artık bir yalandan
başka bir şey olmazdı bu. Öylece durup kalmışlardı. Geveleyebildiği birkaç
avuntu sözüne, kadın nice sonra, boğuk, tıkanık, kurumuş bir sesle: “Nasıl eziyet
çekti, ah, kimse bilemez, inlemeleri kulağımdan gitmiyor" diye cevap verdi. Bu
sözler, bu
yakınma, o kendisi olduğu için değildi, karşısında kim olsa ona söylenecekti. Dalgın
bakışları birbirine takıldı. Son bir kez. Görmeden baktılar birbirlerinin
gözlerine. Adam, mendiliyle alnının terini sildi, nice sonra garajlara doğru
yürümekte olduğunu ayrımsadı, yerde ezilmiş bir çiçek sürünüyordu, tozlu
ayaklarla üstüne basılmış.
(Hışırtı, 2001)
Elimizdeki görkemli eserin "Türkiye Edebiyat, Bilim ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi" ile devam edeceğini, müellifin önsözünden
öğreniyoruz. Böylece isim sayısı da onbin dolaylarına yükselecektir.
İhsan Işık, elimizdeki eserinde de yazar tanımını geniş tutmuş,
şimdiye kadar alışılagelen ve "yazar" tanımını yalnızca edebiyat
alanına (şiir, öykü, roman, deneme, eleştiri, araştırma, inceleme, oyun)
inhisar ettiren anlayışı aşma cesaretini göstermiştir. Böylece eserde, edebiyat
alanında ürün vermiş yazarlardan başka, düşünce, felsefe, tarih, sosyoloji,
ekonomi, politika, din, dil, folklor, sanat tarihi vb. alanlarda ürün vermiş
imzalara da yer verilmiştir. Bunun nasıl bir boşluğu doldurduğunu erbabı takdir
edecektir.
Esere eklenen "Ek Bölümler"den biri Edebiyat ve
Bilim-Sanat Ödülleri başlığını taşıyor. Bu başlık altında197 kuruluşun verdiği
ödüller, ödüllerin kime verildiği belirtiliyor. Öteki bölüm Türk Dünyası
Yazarları başlığını taşıyor ve bu bölümde de Türkiye Türkçesi dışındaki
lehçelerde eser veren 200 dolayında şair-yazar hakkında bilgi veriliyor.
Rakamları, biraz da mahsus zikrediyorum. Baş döndürücü olduğunu
bildiğim ve eserin rakamsal değerinin konuyla ilgisi olmayanlar tarafından da
seçilmesini istediğim için...
Müellifin, Önsöz'de vurguladığı çağrısını buraya aktarmak
istiyorum, şöyle söylüyor: "Bu Ansiklopedi, yazarının kısıtlı maddî
imkânları ölçüsünde hazırlanan, bir bakıma 'terceme-i hal yazarlığı' geleneğini
devam ettirmeyi amaçlayan, hesabî değil hasbî bir çalışmadır. Birçok eleştirmenin
belirttiği gibi yeni basımlarla kapsamının genişleyip içeriğinin zenginleşmesi,
21. yüzyıl Türk edebiyatı, düşüncesi ve bilim hayatını oluşturan insanları
toplu biçimde bilinmezden bilinir kılmaya dönüştürmek gibi önemli bir sonucu
ortaya koyacaktır. Okuyucularımızın, özellikle yazarlarımızın eleştiri ve uyarıları,
eksiklerimizin giderilmesine ve yanlışlarımızın düzeltilmesine kıymetli katkılarda
bulunacaktır. Her alanda olduğu gibi, biyografik bilgiler ve sunumuna ilişkin
ciddi eleştiri yazılarına her zaman ihtiyaç vardır. Bu yazılar ile ne kadar
tanıtılır, eksiklerimiz ve yanlışlarımız ne kadar düzeltilirse bundan o kadar
mutluluk duyacağım."
Aslında, bir heyetin, hatta bir enstitünün üstesinden gelebileceği
bir işi (ki onların bile böyle bir eser için ne kadar zorlandıklarını
uygulamadan biliyoruz), tek başına üstlenen ve başarıyla yürüten tek kişinin,
ne çetin zorluklarla karşılaştığını, karşılaşacağını tahmin etmek zor değildir.
Bu itibarla, sunulacak önerilerin ne kadar işe yarayacağını kestirmek zor
olmasa gerek. Eksiksiz ve yanlışsız bir eserin, bir müracaat kitabı olarak
kitaplığımızda yer almasını sağlamakta, demek ki, her birimize görev düşüyor.
Ben, bu azim işin üstesinden başarıyla gelmek için elinden geleni esirgemeyen
İhsan Işık'a içten tebriklerimi iletiyorum.
KAYNAK: Rasim ÖZDENÖREN / Emeğin somut hali: Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi
(yeni Şafak, 14.08.2004)
Rasim
Özdenören’in yeni yayımlanan Hastalar ve Işıklar adlı hikâye kitabı için
yazdığım uzun bir inceleme yazısının özetini burada sunuyorum.
Kitapta,
hikâyecimizin daha önce dergilerde yayımlanmış on beş hikâyesi bir araya gelmiş
bulunuyor.
Hastalar
ve Işıklar, kendine gerçekçi adını
veren, bol örnekli, çok propagandalı, röportaj benzeri bir
öz taşıyan, san’at katına bir türlü varamamış hikâyecilik akımının, neorealist
diyebileceğimiz İkinci Yeni hikâyeciliğinin ve bir türlü yerleşememiş,
yabancılıktan kurtulamamış varoluşçu hikâyeciliğinin gelip de tıkandığı,
söndüğü, son sınırlarına varıp ufukta netliklerini kaybettikleri bir dönemde
yayımlanmış, çıkmış bulunuyor.
Hastalar ve
Işıklar, bütün hikâyelerinde hep aynı insanın
yaşama serüvenini anlatıyor. Kitap bir bütünlük gösteriyor bu bakımdan. Bu
insan, güneş ışıklarını sırtında bir “kamçı” gibi duyan, ışıkların bile
hırpaladığı, örselediği bir çocuktur başlangıçta. Sürekli olarak korkuyla
çevrilidir. Eşyayla olan belli başlı ilgisi korkudur. Sürekli olarak bir
yıkıntının tablosudur eşya. Bu eşyanın sembolü, “temelinden insafsız bir
kazmayla sallanan”, “her yanından fare tıkırtılarına benzeyen çürüyüşün keskin
uçları”, “çöküntünün çınlayan sesleri” duyulan “ev”dir. Anne ve baba, evin
diyalektiğidir. Diyaloğun sert ucu, mahkûm eden ucu baba, koruyan yumuşak ucu
anadır. Kahramanın ilk bakışta mahkûm eder göründüğü baba, aslında en karanlık
ve bu bakımdan en şanssız adamıdır bu hayatın. O, hiçbir zaman içini
açıklayamıyacaktır. Onu ancak bir doğum ansızın ışıtıyor. Bir de ölüm, halanın
ölümü babanın bu sert kabuğunu kırıyor. Anne, hep evin içinde olduğundan, eve
karşı bir nevi bağışıklık kazanmıştır. Fakat gerek baba, gerek dayı, yani evin
erkekleri, evin sızıltısını ve içe işleyen çöküşünü, dış dünya idrakleriyle
olan çatışmasından ötürü keskince duyarlar. Baba, en yalnız kişisidir kitabın.
Dayıyla yeğen arasındaysa, bir nevi, aynı kaderi paylaşmaktan gelen bir
arkadaşlık kurulmuştur. Dede, büyükanne, büyükhala katına çıkınca, onlar, ayrı
bir dünyanın adamı gibidirler artık. Onların yalnız ölümü anlatılır. Ve burada,
dar bir çerçeve içinde, tarih sızar hikâyelere. Dedenin ölümünün anlatıldığı
“Pus” hikâyesinde, dede ölürken, kahramanımıza bir tabanca bırakmaktadır. Bu,
“artık kullanılmayan, paslanmış, işe yaramaz bir tabanca”dır. Hayatın sembolü
ve sırrı gibi bu armağanı bırakmıştır dede. Dede bir şeyler anlatmak istemiştir
bununla. Fakat onun ülkesi bir sis, bir pus altında kaybolmaktadır. “Yankı”
hikâyesinde anlatılan halanın ölümündeyse, ev halkı, bir tarihî şuuraltındaki
folklor sızıntısıyla, dedenin ölümündeki tabancanın simetriği olan, yumuşak bir
yankıyla yüz yüze geliyorlar.
Kitap
ilerledikçe, ışıkların büsbütün kaybolduğu akşama ve geceye doğru hızla
geçildiği görülür. “Sabah”la başlayan hikâyeler, bir gece kundağıyla son
buluyor. Korkular vizyona ulaşıyor. Korkunun, yalnızlığın, içe kapanışın, evden
kaçış ve dönüşlerin son ucuna vardığı “Kundak” hikâyesinde, bu vizyon, “şeytan
görüntüsü”ne kavuşuyor.
Tek çare olarak
sığınılan dost, İlyas da, o da kahraman gibi ruhça yaralı olduğundan, bir fayda
sağlayamaz. Dost gerçeği ve korku vizyonu, sonunda bir sese dönüşür.
Bu hikâyeler,
sanki bütünüyle bir paniğin romanıdır. Tarih mirasının çökerttiği bir evin, bir
insanın kader trajedisidir. Bir ruh yaralanışının, tarihin karanlık baskısı
altında, metafizik bir varoluş bunalımına çıkışının hikâyesi. Hastalar ve
Işıklar, Türk hikâyeciliğinde, toplumumuzun derinliğindeki tarihî-metafizik
acıyı yansıtan, yeni bir yön ve alan gösteren, önemli bir hamledir.
(Sütun-I, 1969)