Yazar,
editör. 18 Ağustos 1987, Adana / Seyhan doğumlu. İlköğrenimini Turgut Reis
İlköğretim Okulu’nda, ortaokulu Şükran Çobanoğlu İlköğretim Okulu’nda,
liseyi Adana Kurtepe Anadolu İmam-Hatip
Lisesinde okudu. Yükseköğrenimini Çukurova Üniversitesi Radyo-Tv Yayıncılığı ve
Öğreticiliği Bölümü’nde yaptı…
Eda
Bildek; bilgi-işlem sorumlusu olarak Fetih Temizlik Şirketi’nde (2010), “belletmen”
olarak Hüdai Vakfı’nda (2003-06), sosyal aktivite sorumlusu olarak Moral Kültür
Merkezi Kültür Dershanesinde (2007-08) çalıştı. 2008-11 tarihleri arasında
ilköğretim ve lise düzeyi öğrencilerine özel dersler verdi. 2013 yılından
itibaren de İstanbul’da Paradoks Yayınları’nda editör ve genel yayın yönetmeni
olarak görev aldı.
Eda
Bildek’in, “Temiz Hava Alabileceğim Bir
Dünya Düşlüyorum” başlıklı ilk denemesi 2002 yılında, Adana Meteoroloji İl
Müdürlüğü’nün yayın organı “Kültür Çalışması”nda
yayımlandı. Daha sonra yazıları; “Akseshaber”,
“Yığılcanın Sesi”, “İslam Medya” gazeteleri ile “Kentsel Life” dergisi ve çeşitli
Internet sitelerinde yayımlandı. Geliri kimsesiz çocuklara aktarılan
“Kırlangıç Ağıdı” (Konya 2014)
usta-genç 78 yazardan yapılan deneme-öykü derleme çalışmasının projelendirilmesini
yaptı ve yayına hazırladı. “Aşkın
Peygamberi Hz. Muhammed” adlı romanını Barış Fm Radyo’da,aynı roman ile “Aşkın Mührü Kimya” tasavvufî romanını
Nurstv’nin “Vakt-i Muhabbet Programı”nda seslendirdi.
Eda
Bildek; Adana Meteoroloji İl Müdürlüğü
“Olağanüstü olayların insan yaşamı üzerine etkisi” adlı Deneme Yarışması
3. Lük, 2014 “1. Uluslararası Ankara Kültür Sanat Şöleni Başarı-Onur Ödülü,
Kahramanmaraş İl Kültür Müdürlüğü Şiir Yarışması “Antoloji Ödülü”nün sahibidir.
Çukurova’nın sıcağında dünyaya gelmiş olsa da kendini
bildi bileli yağmura, uçuşan sonbahar yapraklarına, gökyüzünün lacivert teninde
gezinen sonbaharın puslu nefesine hayran oldu. İkindi vaktinin söylediklerine
kulak kesildi, günlerden Cuma’ya, aylardan Nisan’a, renklerden yeşile müptela
oldu. Mor rengin rüyasında imtihana tutuldu. Kimliklerin ardından seslenen
insana dudak büktü her daim, insan olmaktan daha büyük bir gayeye; Allah’a kul
olabilmekten daha büyük bir makama inanmadı. Peygamber soyunu taşımak
yazgısıyla sorumluluğu daha da çoğaldı.
Çukurova’da doğmuş olsa da; köklerine sımsıkı bağlı
olup Siirt Tillo’ya sevda duydu. Arap Azeri kökenini kalemine de yansıttı.
Katsayının gölgesinde Anadolu İmam Hatip Lisesi
öğrencisi oldu; Çukurova’nın kalbinde Baraja karşı Radyo TV yayıncılığı ve
öğreticiliği okudu. Kalbi Edebiyata dönük olduğu için mutmain olmadı.
Şimdilerde Anadolu üniversitesi Sosyoloji bölümü okumakta… Tefsir, Değerler
Eğitimi, Fıkıh, Siyer, Pedagoji ve Divan Edebiyatı üzerine eğitim aldı.
Osmanlıca, Arapça, İngilizce dilleri üzerine yoğunlaştı. Çeşitli haber
sitelerinde kelam nakşedip, editör olarak yayınevlerinde kelimelerin dilini
çözmekle meşgul ve yazmak tek rüyasıydı, şimdi o rüyanın içinde ölene kadar
kelimelerin kalbinden süzmeye niyet ediyor kâinatı. Altı araştırma dönem
romanı, 3 sosyal sorumluluk projesi, 1 deneme kitabı olmak üzere yayınlanmış 10
esere imza attı. 11. Kitabı olacak olan Hz. Yusuf üzerine çalışmasını peygamber
serisinin 2. Cilti olarak yayına teslim etti. Şimdilerde Hayat Yayın Grubunun
yazarı olarak; İnsanlığa Işık Saçanlar projesi olan Peygamberler Serisini
yetişkinler için; Medeniyet Mimarlar serisi adı altında gençler için değerli
İslam bilim adamlarını edebiyat dünyası için hazırlamakta. 7 yıldır profesyonel
olarak 4 farklı yayınevine yaklaşık 4000 kitabın redaksiyon ve proje
koordinatörlüğünü gerçekleştirdi. Hala çocuklar için yardım ve kitap kampanyası
üzerine Haydi Tut Elimi Derneği ile çeşitli çalışmalar düzenlemektedir.
Psikoloji alanında ‘Yüz-Mimik analizleri’ ve ‘Dokuz Mizaç Haritası (Eneagram)’
eğitimleri almaktadır.
Eda Bildik kendisini şöyle tanımlıyor:
"Ben kimlerden miyim? Onların toplumsallaştramadıklarından!..
Hiç'liğinin farkında. Aklı terkine aldı, yolda bıraktı. Sormayı, Sokrat'ı,
Hallac'ı, Nesimi'yi, Arabi'yi sever. Mısri’de yanar… Yol sırrı yolculukta,
şifası derdinde olanlardan biriyim. Nakşi olup İsmail Fakirullah Hazretlerinin
torunlarından Ayşe Eda Fakirullah’ım!"
Organizasyon:
• Kırlangıç Ağıdı Ahde Vefa Gecesi (2015-Mayıs) (Uluslararası
Biruni Üniversitesi Rektörü tarafından Onur ve Takdir ödülü takdim edildi.)
• Mutlu Çocuklar Mutlu Gülüşler (2017- Şanlıurfa
Siverek Belediye Başkanı Hasan Karakış tarafından takdir ve sorumluluk ödülü
aldı)
Katıldığı Tv Programları:
Nurs TV, Üsküdar TV (İstasyon), Akdeniz TV, Tv 5 Moral
FM.
ESERLERİ:
Roman: Aşkın
Peygamberi Hz. Muhammed (Siyer - roman, 2011), 1453 Fetih (Tarihî roman, 2012), Çöle İnen Rahmet (Siyer-roman, 2012 ), Aşkın Mührü Kimya (Tasavvufî roman, 2012), Mor Rüya Yedi Uyurlar (Dini-edebî-tarihî roman, 2013), Narçiçeği Yılın İlk Güneşi (2016),
Deneme:
Allah'a
Havale Ettim (2016),
Derleme: Kırlangıç Ağıdı
(Kollektif Konya 2014), Sırat-ı Aşk (Öykü, Kollektif, 2014), Yaşanmış Aşklar Üzerine (2014), Cennet
Kadınları (Kollektif, 2014).
Çocuk-Genç
Edebiyatı: Evliya Çelebi (Roman), Mimar
Sinan (Roman).
KAYNAKÇA:
Lokman Koyuncuoğlu / Üç Güzel Kitap (Yenişafak, 2012), Arzu Konan / Aşkın Mührü
Kimya (Yeniasya, 2012), Ziya Gündüz / Aşkın Peygamberi Hz. Muhammed (Vuslat
Dergisi, 2011-2013), Ayşe Funda / Mor Rüya Yedi Uyurlar (Kadının Gazetesi), Mor
Rüya Yedi Uyurlar - Allah’ın Sırdaşı (Bizim Aile), Uğur Canpolat / Kırlangıç
Ağıdı (HaberTürk), Sırat-ı Aşk ( HaberTürk, Yenişafak), Uğur Dede / Aşkın
Peygamberi Hz. Muhammed (Haber Gazetesi.com), Aşkın Peygamberi Hz Muhammed - 1453
Fetih (İslam Medya gazetesi), İhsan Işık / Resimli ve
Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (C. 12,
2018).
Dinle
ey zakir!
Adımların
çöle değince değişir kalbin kimyası…
Lisanın
ötelere uzanır,
Boşalır
gözlerinden özlem dolu sevda.
Sabahı
bulur varlığın çölün kutlu anıyla
Dinle
ey zakir!
Kalbin
verd ile meşgul olunca,
Dünyanın
yüzüyle yanan kalbini
Serinletir
verd!
Dilinde
Muhammed hâsıl olunca,
Bir
çöl anından doğma,
Yeşeriverir
kurumuş dudaklarında bir dua!
Bin
bir fettah. Bin bir vedud. Bin bir nur,
Muhammed
Mustafa adıyla!
Bir
türlü kalbi terk etmemiş bir aşk yazısı bin bir kere tekrar edilince nasıl
olurda hala yetersiz kalır anlaşılmaya? Yok, mümkün değil harflerle anlaşılır
kılınması, aşk Muhammed’e duyulunca! Söz onu anlatmaya her yeltenişinde, onu
tarif edememenin ezikliği ile kaldı yürekte… Yine de yürek kavrulurken aşkıyla,
yokluğundan kıvranırken yeryüzü, yıldızlar onu işaret ederken, mümkün değil
sözlerin onun için dile gelmemesi!
İki
medeniyet arasında yitmenin öyküsü kadar görkemli, iki damar arasında yol kadar
uzun değil bu metin! Her sevdalının yüzünden okunabilecek kadar sade. Bir büyük
sesleniş! Sadece bu. Gün gelir Muhammedi bize hasret bırakan ölüm, İsraillin
suru ile ezeli aşkı bize sununca gözlere sevgili değer! O vakit her şey tersine
döner… Özlem yükünü yüklenen, taşıdığının, yükleyebileceğinden fazlası
olmadığını idrak eder! Kalp dünyaya sürgünlüğün, özlem ateşinin, nefsi
sınanmanın karşısındaki ödülün şahitliğiyle kaybeder kendini…
Oysa
biz Muhammed’i idrak edememenin cehaletinden kaybediyoruz çoğu zaman! Rıza
gösteremememizden, aşka teslim olmamamızdan kirleniyoruz an be an! Kılavuz o
iken biz rehberi izlemekten alıkoyuyoruz varlığımızı. İşte bu yüzden kalp ile
görmeyi unuttuk, unuttuk vefa ile sevmeyi, aşk derken Muhammed’i dillendirmeyi!
Kalp vefakâr olsaydı hiç unutur muydu, sevgiliyi?
Yine
de ey sevgili! Ey tek bir adı ile günahkâr kullara kurtuluş kapılarını
aralayan,
Ey
gözlerinden mehtaba renk, gülüşünden ışık saçan! Kalp, ömrünün üzerinden geçen
ömürlerin her defasında varlığına değerek seni çoğaltınca dudaklar adına
değiyor, kalp varlığına tutunuyor ne olur unutkan olan ama her defasında seni
bulan bu aciz ümmetinin aşkına dokun!
Sussa
olmadı kalp susmasa olmadı… Her uyanış da Muhammed, hani onun adı ile iştiyaklı
gözyaşı! Ve nerde Muhammed denilince kalbi duracakmışçasına şiddetle atan âşık?
Kalp Muhammed ile atmayı öğrenince dünyaya aldanmayı bıraktı.
İlkin
üzerinden soyundu aldanış giysisini, yerine beyaz bir hırka giyindi…
Değdi
ayakları çölün Muhammed’den yanan kalbine, hisseti sonsuzluğu ve bildi
sonsuzluğun anahtarının aşk olduğunu! Unuttu menfaat aynalarına kaydettiği
görüntüleri, utandı O’nsuz geçen günlerin biriktirdiği sefillikten! Ama yeni
giysiler giymiş iken ve dil tövbe-i Nasuh ile başlamışken adımlamaya hayatı,
umut etti kendinden! Hayır, umudu kendinden değildi, kalbinde adını zikrettiği
sevgilidendi!
Yine
de dinle zakir!
Yazgını
adının manasından alan! Neydi zakir? Zikredici! Sen, onu anmak için var
edildin! Bu sensin zakir, ama onu anmadığında muzdaripsin. Sende kalbinsin. Ama
sen kimsin? Sen yeryüzünde var edilen tüm Muhammed âşıklarından birisin!
Gece
biter… Gün ağarır! Zakirler değişir!
Ama
bitmez, susmaz zakirin dudaklarında zikredilen aşk! Yaşar, ebede kadar
kaydedilir mevlanın katında ve rahmet rahmet serinletir zakiri, günahlarından!
Öyleyse ne güzel şey Muhammed diye zikre katılmak! Bil zakir! Zihninde
olmayanın, dilinde karşılığı yok! Dilinde olmayanın kalbinde ateşi yok… Öyleyse
dokun yüreğindeki Muhammed aşkına ve dökül onun adıyla ötelere! Dökül ki
çoğalsın kalplerde Muhammed, arınsın varlıklarımız, nefsimiz soyunsun, dünyadan
ve adımız zakir olmanın yazgısına yaraşsın!
Aşk
adına, Allah adına!
Zeytin
ve incir adına! “Sen olmasaydın dünyayı yaratmazdım.” denilen kutlu anın adına!
Toprağa
düşen tohum adına, yeni doğan cennet kokulu bebek adına, Kur’an adına! Yaralı
turnaya dokunan Rahman adının tecellisiyle titre zakir! Titre onun varlığıyla
ve aç ellerini cenneti ala da Ahmed yeryüzünde Muhammed diye anılan sevgilinin
hatırıyla! O’nu an ki O da seni ansın! O ki arayan için kalp de, kalp ki ebedi
olan!
Hisset
zakir ve zikret!
Muhammed:
bir aynada iki görüntü; hem suret hem gerçek
Bir
beden de iki yürek; bir edalı, bir gökçek…
Muhammed:
kalp de renk; beyaz ve berrak…
Bir
turnada iki kanat; merhamet ve şefkat…
Dudaklarda
dua; sonsuz ve kurtarıcı…
Kalpler
de selam, zakir için aşkın adı!
Es-Selam
ey sevgili!
Aşkın
ile zakir kıl bizi!
…
Hiçbir
şeyin tek başına önemi yok;
Verebileceğim
hiç bir şey yok daha!
Özgür
kalabilmek için bir sana ihtiyacım var.
Nesnelerinde
önemi yok, insanlarında…
Hepsi
fazlalık gibi sanki
Eksikliğim
bir tek sensin!
Kayıp
bir kent gibiyim;
(Ya
da içimde kayıp bir kent var.)
Ölümcül
bir kayıp…
Nesneler,
insanlar, sahip olduğum her şey;
Daha
da yalnızlaştırıyor kayıp olan yanımı.
Duramam
hissettiğim bu cehennemde!
Daha
da büyürken alevler;
Üstelik
gidecek yerimde yok.
Kayıp
olan her şeyim sende kendini buluyor.
Sende
var oluyorum…
Bir
bilinmezlik içinde eriyen ruhum;
Yeniden
sende ete kemiğe bürünüyor…
Sadece
seni düşlerken kendimi buluyorum.
Boşluk
beni ıstıraba dolduruyor,
Çoğalıyor
eksiklerim…
Herkese
yabancıyım, herkese fazla;
Ya
da herkes bana fazla…
Ben
bendim ama sen gittin;
Yetişemedim
gidişine,
Tutunamadım
giden yanına…
Tek
değil kendimi kurtarmam;
Ama
çok geç…
Kavgalıyım
her şeyle; hatta kendimle!
Bir
tek senle barışığım; bir tek seninle…
Şimdi
düşünemiyorum;
Neden
düşünmem gerektiğini bile…
Sadece
yazıyorum ve eksilen yanlarımla
Bir
tek seni sevmeyi başarıyorum…
…
Ben sustum
Sustum, ama içimde
bir can feryat ediyor
Yükseliyor arşa
kadar harflerim…
Yüreğim daralıyor,
Sen uzağıma düştün,
ama uzağım olamadın
İçimde sana yakın
sevda büyüyor…
Çare olamayınca
hiçbir şey halimize,
Sustum…
Sustum, ama içim
sözlerle çoğalıyor!
Bir kıyamettir
kapımda bekliyor,
Asam yok ama
dilimde aynı dua:
“ Rabbim gönlüme
genişlik ver”,
“Dilimden şu bağı
çöz ki anlasınlar”.
Acıma susmak da
yetmiyor…
Ben sustum, sustum
ama tüm azam çırpınıyor
Söz…
Söz ki beni
tanımlıyor,
Sözlerim sana
kaçıyor…
Susmak her zaman
çare değilmiş,
Her susuş anlamlı
gelmiyormuş insana
Yetmiyormuş olanı
değiştirmeye,
Susunca
açılmıyormuş kapanan kapılar,
Susmak her zaman
olgunluk değilmiş…
Söz birikince
susmak feryadın gölgesine siniyor,
“Gene de sen söyle
“ demiyor mu Mevlâna?
Susma!
Gene de sen söyle
sevgilim!
Acıyor zaten her
bir yanım,
Harflerine
muhtacım…
Çare olmasa da
sözlerin,
Sesinle daha
güçlüyüm ben!
Söz…
Bulmak ve yitirmek
bazen,
Dağıtmak ve
toplamak kimi zaman,
Söz aşk, söz savaş,
söz acze,
Yine de söz
kurtuluş, nefes, yarın
Söz işte…
Âşık her defasında
söz arıyor,
Sevgilinin
sözleriyle tamamlanıyor…
Ben sustum…
Sustum, ama sana
çoğaldım,
Artık suskunluğun
daraltıyor!
Ben senin güzelin
değil miyim?
Söyle artık, niyaz
edeyim!
Sustum, suskunluğum
gözlerimden boşalıyor
O vakit sığındım
söze:
“Yalvararak ve
ürpererek yüksek olmayan bir sesle”
Sana seslendim
ötelerden
Ne olur, ne
olur konuş benimle!
…
Mualla!
Hüznün rengi çökmüş
gül yüzüne
Aynalara kederli
bakan sen misin muallâ
Bak nasılda geçmiş
zaman
Sevdalar yalan…
Hayat yalan…
Dostlar yalan…
Koca kalabalığın
içinde
Bir tek sen misin
muallâ yalnız kalan?
Rüzgâra savururdun saçlarını
Gülüşünü bulutlara
Bir yetime
kahkahaydı bakışın
Şimdi neden bunca
keder muallâ?
Gözlerin dalgın bir
bahar rengi
Yeşil mi sana
sevdalı sen mi yeşile
Ah… Mualla ah…
Dinlemedin ki beni
Sandın ki her yürek
sen gibi yaşar sevgiyi!
Kızım muallâ!
Sende kabul et
artık…
Keder yağdı ömrüne
Hayalleriniz vardı
dostlarınızla
Hani hep birlikte
olmak adına
Bir ömür dostluk
türküsünü yazmak adına
Her biriniz
dağıldınız ayrı bir mekâna
Kızım muallâ
Hayalleri sandığa
sizde sarmaladınız
Bak nasılda
sırıtıyor zaman
Düşlemek güzeldi
bir vakit
Yoksa yaşamak
karanlık be muallâ
Hayal kurmak
yetmiyor,
Umut etmek, dilemek
kâfi değil anla
Ne dostlar kaldı
karanlığında
Ne aşklar ne de
yangınlar
Ölürüm diyen
ölmüyor anladın mı sonunda?
Zaman önünüzde dev
bir canavar
Ah muallâ… Ah!
Seni en iyi ben
anlarım
Sevdalandın mı
birine
Ellerin
titreyiverir birden
Gözlerin ağlamaklı
bakar dünyaya
Bilirim sevdalısın
birine
Bilirim yine
olmayacak birine
Kızım muallâ
Sende hep olmayacak
birine vurulursun be
İllâ itiraf mı
istiyorsun
Aynaya bak ne
kalmış senden geriye
Yüreğin yanar
bilirim
Ama güçlü kızsındır
be sen muallâ
İllâ itiraf mı
istiyorsun
Aynaya bak ne
kalmış senden geriye
Yüreğin yanar
bilirim
Ama güçlü kızsındır
be muallâ
Biz seninle nelerin
üstesinden gelmedik ki
Bak solgunca
bakıyor
Lise defterimin
arasından bir gül resmi
Biraz olsun
anlasana ümitsizliğimi
Koy ellerini
yüreğine
Saçların savrulmasa
da olur
Bırak bakışların
umut olmasın bulutlara
Sen yinede dokun
hayata
Ne o ağlıyor musun?
Bak yine bir veda,
Yine hıçkırıklar
boğazında
Bilirim sevdalısın
be muallâ
Hüznün rengi çökmüş
gül çehrene
Aynalara kederli
bakan sen misin?
Bak nasıl da geçmiş
zaman
Nasılda derinden
sarsarak
Ah… Mualla ah
Sıyrıl duygulardan
aşk sana göre değil
Mualla;
Hüzünlere boyanmış
sevdaların
Sana seslenen bir
yabancı değil
Ruhunu sığdırdığın
bedenin
Mualla duy sesimi
Sakın kötü bir şey
getirme aklına
Bilirim sevdalısın
bir yabana
Ama ne olur duy
sesimi!
Aşk sana göre
değil…
Gözlerin dalgın bir
bahar rengi
Yeşil mi sana
sevdalı sen mi yeşile muallâ!
Kızım muallâ!
Aşk sana göre
değil…
Kim bilir daha kaç
yangın bekler seni?
Bakma öyle uzaklara
Sana seslenen bir
yabancı değil
Hayatını adına
yükleyen kişi
Bilirim sevdalısın
be muallâ
Ama aşk sana göre
değil
Ayrılmak, biraz
da ölmektir/ayrılık küçük bir ölümdür
I/ İÇ SES BU
BAHSİ KAPA
Aşkın
onarılmaz yarasından geçiyordum. Ahlar ağacının feryatlarının arasından. Kan
revan güllerin saldığı baş döndürücü kokuların arasından kıvrılıyordum adanın
sonbahar yaprakları ile kaplanmış yollarına… Deniz kokusu, çimen kokusu, belli
belirsiz acı çığlıklar atan vapur sesi ile karışarak dökülüyordu gönlümün
kıyılarına…
Çıplak
ayakların yapraklarda beliren gözyaşlarını öptüğü yerde kanıyordu mazi. Belli
belirsiz, bir fısıltı gibi, sanki yerin yedi kat dibinden yükselen bir feryat
gibi sarsıyor, çıldırtıyor, telaşa kapılan bir kalp gibi yerinden
çıkacakmışçasına çarpıyordu yüreğime. Soluk soluk bir kıskançlık krizinin acı
kokusu yakıyordu yüreğimin genzini.
Oysa
ben bin dokuz yüz on altılı yılların, ince parmakları ile nazenin dokunuşlarla
duygularını tuvalin beyazlığında resmetmek için önce beyazlığın kirletilmesi
gereken o yegâne bezin nakkaşına dokunacaktım. Kim bilir yine hangi rengine takılıp, hangi çizimini sermaye ve nakkaşın ruhunu
bahane edip ruhumdan söz açacaktım ki Yahya’ya takıldım.
Yahya…
Soluksuz
mısraların şairi…
Nakkaşın
kalbinin fatihi…
Önce
tıkanıp kaldım. Sonra irkildim yapraklar düşerken adanın koynuna, kalbimi bu
hikâyeden başka hiçbir dekorla süsleyemediğim için yiterek ve eskiyerek Celile
yerine bir kez de ben dokundum Yahya’ya!
Bilmiyordum
acının ertesi bir vaktin, asırları aşıp da iki bin on dörtlü yılların alnından
damlayıp gönlümü esir alacağını. Celile’yi yakan vedanın hesabını soracağımı.
Yahya’yı çıldırtan ayrılığı mazur göreceğimi... Aşkı katleden tüm yanları ile
saracağımı… Aşkın tüm naz makamının yaksa da yüreği ‘aşkın sıratı ateşle beslenir’ diyerek hoş göreceğimi… Sonra bu
aşkın bana, ruhuma, alnıma, bahtıma kıvrıla kıvrıla giden aşkları
yazdıracağını… Bilmiyordum içimde bir Celile taşıyacağımı… Adanın ayaz bir
gecesiyle karşılaşıp da Yahya’nın asırlar önceki soluksuz nefeslerini ensemde
hissedeceğimi… Nefesimi tutup da içime Yahya’yı çekeceğimi… Her çekişte âh ile
kıskançlık ile felç olan Yahya’nın kaderine ineceğimi, git derken öldürdüğünün
Celile değil de kendi varlığının olduğunu idrak edeceğimi ve bu bilinçle
Yahya’ya soracağım hesaptan döneceğimi… Bilmiyordum…
Ama
bildim elbet bilmediklerimi… Ada sonbaharı yaşarken, acı acı martılar
İstanbul’un işlek caddelerinden süzülüp denizin üzerinden yükselerek Celile ile
Yahya’nın bin dokuz yüz on altı yıllarındaki o soluksuz gecesine doğru
kanatlanırken bildim. Güzel bir kadını taşımak şair yüklü bir adamın kalbine de
ağır gelirdi. Kıskançlık kuyusuna bir şairde düşerdi. Hem de nasıl bir düşüş…
Yağmur
ince ince düşerken yüzüme, tenime rüzgârın elleri bir dokunup bir geçerken,
ağaçlar yapraklarını dökerken ben de gönlüme döküyordum Yahya’nın yüreğini,
Celile’nin gidişini… Belki de gidemeyişini… Şimdi ben kelama meftun olan
yanımın esaretini en kadim özgürlüğüm bilip taşırken alnımda, ellerim titreye
titreye bir nakkaşa ve bir de içli şiirler yazan bir şaire mi kelam
akıtıyordum.
Geceye
süzülüyordum. Hafif üşüyerek, içim titreyerek. Yağmura imrendiğimden olsa gerek
ağlayışlarımın eşiğinde aşka mütemadiyen eriyerek bir sevdaya dokunuyordum.
İncitmeyi istemeyerek, aşklarının yarasını elmas bir kolye gibi avuçlayarak…
Kanıyordum, yanıyordum, soluksuz kalıyordum. Kimselere söyleyemediklerimin
yükünden olsa gerek bükülüyordum ve sonra daha da sokuluyordum bu iki yüreğin
hatırasına. Onlarda gördüklerimi hiç anlatamayacakta olsam onları anlatacak
olmanın ferahlığı gibi bir ferahlıkla dinginleşiyordum.
Bulanır
gibi oluyor gök, içine kapanıyor. Bulutlar lacivertten siyaha doğru olan tonunu
giyiniyor. Deniz hırçınlaşıyor. Bir fayton geçiyor önümden, yetişemiyorum giden
yanına. Ürperiyorum. Uçuşan elbisemin içinde titrek bir gül gibi direniyorum
soğuğa. O vakit tüm heybeti ile Yahya beliriyor gözlerimin önünde. Heyecana
kapılıyorum. Isınır gibi oluyorum.
Gözleri
bir gidişten kalma kısık ve karanlık… İçinden derin şiirler kanatlanıyor Celile
kokuyor her mısra… Hep bizi feda ediyorsun, diyor mısraları. Mazi kanıyor.
Sesini ilk kez duyuyorum, gözlerine ilk kez bakıyorum, bakışlarını sakınıyor.
Belki de Celile’nin gözlerinden hayâ ediyor. Sana bakınıyordum diyorum utangaç
ve istekli ‘ Tabi bir hikâye uğruna, değil mi’ diye ilave ediyor. Duruluyorum,
sonra çarpılıyorum. Yahya neden git der bir adam öteki yarısına diyorum, bu kez
o burkuluyor. İçim acıyor, çok acıyor; Hikâyeden başka ne var ki kalbi
anlayacak, diyorum da ışıldıyor.
Yok,
olmadığınızı ispat etmek için ve benim de yok olmadığımı kendime ispat için,
hikâyeden daha ciddi ne var ki diyorum? Ve hikâye çok çetin diyorum, aşk
sıratta ve gönül çok kırılgan… Ben ki aşkın onarılmaz yangınlarında yolumu
kaybettiğim vakitten bu yana adalara doğru sürüklenen incinmiş kâtibe, yolum
sana çıkınca şiire dönüşüyorum. Şimdi anlıyor musun beni, sakındığın
bakışlarındaki kadını en iyi ben anlıyorum. Şimdi inanıyor musun bana, ayrılığı
yutkunamıyorum.
Ben
ki hesap sormak için gelmiştim kapına, bir kez Celile için bin kez asırlardır
ayrılıkla sınanan ve ellerini bırakan sevdiklerinin acısını taşıyan tüm
kadınların adına. Ama bakınca gözlerine, düşünce hatırana bir kez de Celile’ye
kızıyorum. Kadın yanımıza, bırakan elin peşinden savruluşumuza kızıyorum.
Hissediyor musun şimdi beni, eyy Yahya, sevdiği dilbere emsalsiz şiirler yazan
Yahya! Şüphe ve aşkta gidip gelen kalbine tutsak, kıskançlığına eğilen Yahya,
bıraktığın Celile’yi kalbinden söküp atamadığına yeminle tanık oluyorum.
Yahya
gözlerimden kaçırdığı bakışlarını adanın denizlerine çevirerek fısıldıyor,
öyleyse şimdi de kendini feda et ve göster hikâyenin değer olduğunu diyor. Asıl
peşinde olduğunun bende gördüğün kalbinin olduğunu kendine itiraf et diyor.
Ürküyorum, kalbindekini affedersen beni de affedersin diyor, bu hikâyenin
peşine düşüşünün kalbindeki sınanışın olduğunu gör diyor.
Nasıl
diyorum, yaşa diyor inanılmaz bir kararlılıkla. İnanılmaz bir acımasızlıkla.
İçimden yükseliyor kızgınlık… Celile isyanın içinde iken onun yanından çekip
gittiği gibi şimdi de bana içimdeki acıyla yaşamamı söylüyor diye öfkeye
kapılıyorum. O ısrar ediyor gözlerimde yanıp sönen kızgınlığa takılmadan,
Celile’den aşina olmalı ki hoşuna gidiyor kızınca gözlerimde beliren
yıldızların varlığı. İlk kez bakıyor yüzüme “Yaşa!” diyor. Süzülmelisin aşka,
ölmek bize düşüyor diyor. Bu kez utanıyorum. Celile yaşasın diye ölmeyi tercih
ettim mi demek istiyor bana diye yaklaşıyorum bir adım daha siluetine ve bin
adım daha hikâyesine. O bir nehir gibi anlatıyor. Yargılanan da bizdik, kanayan
da. Git diyen de bizdik gidemeyen de. Ayıplanan ve hor görülen… Mısraları
büyütüp de vuslata erişemeyen de bizdik, terk etti diye ilan edilen de… Hep
bizdik sevdaları yarım bırakan adamlar kervanının en kadim ismiydik; güçlü
kadınları sevince belki ürktük. Şimdi kalbini görecek kadar ve gidene rağmen
yaşayacak kadar güçlü olduğunu göster. Al artık rolünü üzerine, Celile gibi
yutkun acını ve şuh kahkahalar at. Yargılanmayı âdeme bırak. Hadi al öykümü,
yaz; git derken ölen yanımı yaz; terk ettiğimin asıl kendim olduğunu yaz! Bir
de Celile’nin ömrüm boyunca sevdiğim tek kadın olduğunu yaz.
Bir
kez de o kendini kurban ediyordu.
Bir
kez daha feda oluyordu.
Gece
ilerliyor, zaman geçmişe; o geceye akıyor. Yahya kıskançlıkla deliye dönüyor.
Ben üzerimdeki bu güne dair kıyafetlerden 1916’lı yılların kıyafetlerine
bürünüyorum. Saat sevdayı kıskançlık geçiyor.
Yahya deliye dönmüş şekilde adadan gidecek bir vapur arıyor. Sokaklar
karanlık, hava soğuk ve sisli. Geçimsiz düşlere düşüyor, şüphe içini bin dirhem
kemiriyor.
Her
şey hiç geçmemiş gibi canlanıveriyor. Her şey yitik noktasından akıyor,
canlanıyor. Bu güne dair her şeyi birer birer yok ediyorum. Bana bir tek Yahya
ve Celile kalıyor. Sesi, sesi kıskançlık girdapların da Yahya’nın... Celile
sevdiği adamın sokaklara düştüğünü bilmiyor; muhtemelen geceyi tuvaline
nakşediyor.
İç ses bu bahsi
kapa diyor,
yanarsın! Gönlüm ille de yaz diyor; aklım unut! Ben ki gönlü akıldan üstün
tutanım. Bu yüzden aklımı devirerek, iç sesime sus korkma diyerek; gönlümün
elimden tutup o geceye yürüyorum.
İşte
Yahya, gecenin ellerinde… Titreye, üşüye. Celile’nin peşinde bir şairin en deli
tonuna bürünüyor.
II / Gönül
gördüklerinden razı
…
O
ki hep öznesi oldu ömrümün, eylemlerim ona yönelikti. Ben Yahya! Sağın ve solun
çatıştığı noktada solun bünyesinde açan eşsiz resimler çizen ve dönemin en güzel
kadınlarından Celile’ye mahkûm şair. Şairliğimi anlamak isteyen en çok o kadını
bilmeli, bilmeli ki şiirlerimdeki gel
sesini işitmeli. Bilmeli onun için kıvrandığımı, davamın içerisindekilerin
hayıflanmalarına, davama karşıt olanların kabullenmediği aşkımı dillerine
dolamalarına aşk uğruna katlandığımı idrak etmeli.
Sevmenin
şefkatli elleri ile okşanırken yüreğim, kabul görmeyen aşkın sorgulamalarında
adımın nasıl lime lime edildiğini anlamalı bana bakan yürekler. Ben ki gururlu
olan yanımı sevdiğim kadının oğlu olan öğrencime dahi çiğnetecek kıvama gelecek
kadar aşka tutulan adamın ta kendisi… Tutuluşuma isyan ederken dahi bu aşk için
yandığıma ve bin duaya kapıldığıma bin kere tanık olmalı beni bilen yürekler.
Bilmeli,
1900 yıllarında dillere destan güzellikte bir kadın olup da Osmanlı’nın meşhur
valilerinden Nazım Paşa’nın oğlu Hikmet Bey ile evlenen ve ona iki evlat veren
yetenekli, güzel ve camiada göz kamaştıran Celile’ye yıllar sonra adımın
eklendiğini… Evliliğinde şiddetli sorunlar yaşadığı günlerde öğrencim Nazıma
ders vermek için evlerine doğru akan kaderimin bir süre sonra Celile ile
kaynaşan ruhumla aşkın ateşine kapılıp da adımızın bir, ruhumuzun bir olduğu
bir yazgıya dönüştüğünü anlamalı bize bakan yürekler. Celile benden önceki
hayatındaki zincirlerini koparıp zaten sarsıntı da olan nikâhın gölgesinden
azat olunca benimle kadere dönüşüyordu.
Tutkuyla,
aşkla, kıskançlıklarla dolu aşk ile tarihin sayfalarına karışıyorduk. Celile
oluyordu adım, şiirlere dönüşüyorduk. Ayaklanmalar arasında aşkı yaşıyorduk;
bizi birbirimize bıraksalar elbet akacaktık sonsuzluğa yahut tahammül
edebilseydim bir yanı şüphe diğer yanı teslimiyet olan bu aşkta vuslata
erişebilirdik de tutamadım Celile’yi bahtımda. Sonsuzluğa akan iki nehir
gibiydik usulca…
Usul
usul Celile’nin şefkatli ruhunda doruklara yükselirken varlığım, Celile’nin
uğruna eğiliyor, eziliyordum başkalarının önünde. Bu eğilişle kanıyor, aşk
kalbime sığmıyor, doruklar kalbime tırnaklarını geçiriyordu. Uzun bir süre
dedikodular öğrencilerimin diline kadar düşünce görev yaptığım okula
uğramadım. Görevden kaçılmazdı ya en
sonunda ayaklarım geri geri de gitse düştü öğrencilerimin yoluna. Okulun
koridorlarından süzülürken varlığım, ben de Celile kokusu ile heybetli bir aşk
taşıyorken okula gitmediğim günlerin ertesinde şimdi yeniden adımlıyordum
koridorları. Bir anda karşımda öğrencim Necip Fazıl belirdi. Yüzünde şahı mat
edecek bir gülümsemenin tesiri ile araladı dudaklarını:
“Hocam, kibrit
suyu içerek intihara kalkıştığınızı duyduk… Sınıfın bu durumdan duyduğu derin
üzüntüyü size söylemek isterim…” deyiverdi de içimdeki aşk gururumu
zedeleyip, varlığımı sarsıp, gözlerimden ateşler fışkırtarak beni ele geçirdi.
Nasıl olurdu da deniz harp okulu öğrencisi olan bir bahriyeli için kabul
görseydi bu alay?! Öğrencim Necip Fazıl “Bu aşk ilişkisini alaycı bir şekilde
ima eden” sözleri nedeniyle “Kodes” adı verilen tahta dolabın içinde cezaya
gönderilirken ben de içim burkula burkula da olsa aşkıma kaldığım yerden
tutunmayı seçtim. Yine de gururumun isyanını işitmeden edemedim. Ah Celile
senin yüzünden incindim.
Ben
Yahya; bir aşk için bin kişi ile güreştim de kalbimdeki şüpheye yenildim. Ağır
ağır ve aralıksız iniyordu aşkımıza darbeler. Günlerden bir gün elimi siyah
pardösüsümün cebine bırakılan bir nota değdirdim. Ellerime aldığım notun
kalbime indireceği darbeden habersiz kelamın çetinliğine değdim. Önce bir
çırpıda sonra yavaş yavaş ve defalarca okudum da bir türlü sindiremedim.
Sevdiğim kadının oğlu, talebem bana meydan okuyordu. Bunu kendime yediremedim.
“Hocam olarak
girdiğiniz bu eve ikinci kez babam olarak giremeyeceksiniz!” diyordu da
Nazım, aşkım içleniyor, takatim kesiliyor, sevdiğim kadın yüreğime oturuyordu.
Uzunca bir müddet gidemiyordu ayaklarım o eve, talebem beni gönlüne
sindiremiyordu. Annesinin yanında istemiyordu. İstenmiyordum. Sevdiğim kadın
şen şakrak gülüşlerle evlilik hazırlıkları yaparak benle muştu hayalleri
kurarken ona akan her zerremin hatrı uğruna ölüme bile koşacakken Nazım ile
güreşmeye cesaret edemiyordum.
Celile’m…
Güller kadar, ahular kadar, sular kadar güzel iken; yüreğime adını nakşetmişken
ve ben hiç kuşkusuz ona ait iken onun evlilik için ısrarlarına yönelemiyordum.
O İstanbul’un dillerine düşmüş adını umursamadan bana evet demişken ben onu
deli gibi kıskanan ben onunla gönül nikâhı hak olan yanıma bir de ömür nikâhını
hak kılmak için adım atmaya yönelemiyordum.
Ben
Yahya!
Kimse
kınamasın beni; ben ki bir başka göze bakmadım yemin ki…
Yahya
tıkanıyordu. Sular seller gibi geçerken büyük aşkının hatıralarından bir öyküye
sığamayacak kadar derin olan ömrünün Celile kısmından tıkandığı yerleri
haykırırken, ben aşkın şüphe yanına takılıyordum. Elim göğsümde nefes alsam
kurtulacaktım, alamadım… Gök karardı, gece ilerledi… Sahi biz o gecedeydik
değil mi? Niye daha öncesine gitti Yahya! Belki de o geceden öncesini anmadan
edemedi… İlk kez Yahya’nın git deyişine sitem etmeden bakıveriyorsam şayet
bilin ki seven bir adama git demeyi yakıştırdığımdan değildi… Yeminle Yahya’nın
Celile’yi sevdiğinden şüphe etmediğimdendi.
…
Ben
Yahya! Celile’yi deli gibi kıskanan şairin ta kendisi! 1916 yılından 1919
yılına kadar bir kadına deli gibi âşık oldum.
Bu
kadın yazın adada otururdu.
Ben
de orada idim. Deli divane olmuştum.
Sonbahar
’da Nişantaşı’ndaki evini düzenlemek için İstanbul’a inerdi.
1916
Sonbaharında yine İstanbul’a iniyordu.
Ben
müthiş muzdariptim.
Artık
vapur giderken iskeleden mendil sallamalar, ağlamalar…
O
gidinceye kadar Ada dopdolu idi.
Gider
gitmez benim için boşalıverirdi.
Tam
o günlerde Berlin Büyükelçisi Hakkı Paşa İstanbul’a dönecek lafı çıktı.
Hakkı
Paşa, benimkinin uzaktan akrabası oluyordu ve İstanbul’a geldiğinde geceler
düzenler, İstanbul’un bütün güzel kadınlarını çağırırdı.
Benimki
de oralara gidecek diye içim burkuluyordu.
Hatta
kendisine bu endişemi söylemiştim.
Gitmeyeceğine
yemin etmişti.
Bir
gece Ada Oteli’nde otururken, yandaki iki kişinin ‘Berlin Büyükelçisi bu gece davet veriyor… İstanbul’daki bütün güzel
kadınlar davetli’ lafını ettiklerini duydum.
Müthiş
bir acıyla yerimden kalktım.
İskeleye
doğru gittim. Son vapur çoktan kalkmıştı.
Sert
bir lodos esiyordu. Deniz karmakarışıktı, ancak ne olursa olsun, sandalla
Maltepe’ye geçmeye karar verdim.
Sandalcılara
gittim, yanaşmıyorlardı.
Çok
para verince biri ikna oldu.
Açıldık,
bir süre sonra lodos büsbütün arttı.
Denizde
çalkalanıp duruyorduk. Sandalcı bana küfretmeye başlamıştı.
Ölmek
üzereydik, ama ben sadece sevgilimin katıldığı geceyi düşünerek müthiş bir
kıskançlık duyuyor ve bir an önce orada olmak istiyordum.
Sırılsıklam
Maltepe’ye gelebildik.
Hemen
bir kahvehaneye gidip, araba bulmaya çalıştım.
Yoktu…
Bunun
üzerine Maltepe’den Bostancı’ya yürümeye karar verdim.
Tren
yoluna çıkarak koşmaya başladım.
Maltepe-Bostancı
arasının bu kadar uzun olduğunu o zamana kadar fark etmemiştim.
Ben
Yahya, yeminle Celile’yi çok sevmiştim. Ona değecek gözleri içimde
katletmiştim. Onsuz gecelerin zehri ile artarken kıskançlıklarım haşin bir
adama dönüşmüş ama vallahi de onu çok sevmiştim.
Kan
ter içinde Bostancı’ya geldim.
Vakit
hayli geçti.
Karakola
gittim. ‘Bana bir araba bulunuz hastam var’ dedim.
Aradılar
taradılar birini buldular.
Yine
bir sürü para verdim. Arabayla yola koyuldum. Kadıköy, oradan Üsküdar… Karşıya
geçtim. Doğru Nişantaşı!.. Sevgilimin oturduğu apartmanın kapıcısı ahbabımdı.
Penceresine vurarak onu uyandırdım. ‘Benimki evde mi’ diye sordum?
Adam
hâlime bakıp şaşırdı: ‘Evde, bu akşam hiç çıkmadı!’ dedi, ‘Ne diyorsun?’ diye
bağırdım. Bütün katettiğim mesafe sanki başıma yıkılmıştı. Eve kaçta geldiğini
araştırttım.
Sözüne
inanamıyordum. ‘Çık bir bak! Evde mi?’ diye adamı zorladım.
Adam
apar topar çıktı. Bir münasebetle hizmetçisine sormuş uyuyor! Demiş… Geldi
haber verdi. Sanki dünyalar benim oldu.
Apartmanın
karşısında bir arabacı mekânı vardı. Orada sabaha kadar vakit geçirdim.
Sabahleyin, doğru eve çıktım. Benim hâlim berbat. Toz toprak içinde olduğumu
görünce şaşırdı ve hemen anladı. Sarmaş dolaş olduk.
Billahi
de Gönül gördüklerinden razı… Gönlüm Celile’ye seyyare… İçim bir hoş, Celile
o sabahta çok güzeldi, diğer tüm sabahlar gibi… Ve ben bir tek onun gözlerinde iken
şüpheden ırak, aşka meftun, kelama tutkundum.
Ve bilin ki kalbime onsuzluk en büyük vurgun!
…
Görüyordum
ki Yahya’nın yüzünde aşkın şüphesinden teslimiyetine gidişler med-cezir
misaliydi. İçinde bir volkan taşıyordu ve o volkanın lavları sızdıkça yüreğinden
aklına, akıl onu olmaza sürüklüyordu. Yahya dedim, gecenin en karanlık
noktasında, üstü başı kir içindeyken, yorgunluktan bitap düşmüşken Celile’ye
inansaydın şayet düşmeseydin gecenin bir yarısı yollara daha dingin, uysal
yaşanmaz mıydı bu sevda! Sustu, bu soruyu kendisine defalarca sormuş olacak ki
tıkandı.
O
vakit anladım aşkı sınayan kapılardan biri de şüpheydi, en çetiniydi. Teslim
olacakken geri durduran, sevgiliyi yiyip bitiren şüphe… Sol elimi kalbimin
üzerine koydum, sağ elimin şehadet parmağını göğün yedi kat üzerine yönelterek
dedim ki “Ya Hay, şüphe ile sınama! Bana aşk kalsın. Yahya’nın düştüğü kuyuya
düşürme, bana umut kalsın”… O vakit Celile’ye sarıldığı an dinginleşen Yahya’yı
gördü gözlerim. İçimden dingin denizler aktı. Bu kez teslimiyetle dedim ki “Ya
Rab, aşk ile sınanışta yolum şüpheye varacaksa da şüphemi yârin kollarında
erit”… Başka da bir şey demeye dilim varmadı.
III. / Elveda
Sevgilim elveda
Ayrılmak, biraz
da ölmektir
…
Öykünün
bu kısmına uğramayı yeğlemezdim. Nazenin bir sevdanın tüm iniş çıkışlarını hıfz
edip de yok oluşuna tanıklık etmeyi dilemezdim. İçimde büyüyen emsalsiz
şiirlerin deva şairinde sevdiği kadına ‘git!’ diyişini işitmeyi hiç istemezdim.
Git, gittt derken gitmeye dönüşen
fısıltıları işitmeseydim Yahya’yı asla affedemezdim. Celile de işitmiş midir ki
diye düşlerken Yahya’dan İbrahim’e akan kaderini görmeyi dilemezdim. Celile’yi
hep Yahya ile aşka dönüştüren kaderin, ondan başkasına eş kılan tahtını içime
sindiremezdim.
Celile
hanım oysa ne kadar da güzelsiniz , Yahya’nın ellerinde şiire dönüşürken mi
sadece güzelsiniz ve o sizi severken mi duru bir su çiçeğisiniz?! Bilseydiniz
kaderinizin ayrılığa dönüşeceğini yine de sever miydiniz?! Hiç kuşku yok ki
severdiniz, bu yüzden siz ve sizin gibi kadınlar göğsünde yarasını elmas bir
kolye gibi taşırken gülümsemeyi ve yeniden yola koyulmayı, git diyişlere razı
olarak aşkın selâsını içinde hıçkırıklara boğup iki kere kadın olmayı
öğrenirler. Ben öğrenmeyi dilemezdim. Ben iki kere kadın olmak yerine sırtlanmayı
tercih ederdim… Eder miydim ki?! Edemezdim!!! Etmiş olsaydım adanın yollarına
düşüp de Yahya’yı o geceye bir kez de ben getirir miydim ve sana hiç dokunmayı
ister miydim?
…
Ben
Celile!
Şair
Nazım’ın annesi, Oktay Rıfat’ın Teyzesi; yaşadığı dönemlerde ruhunu tuvalin
beyaz deryasında raks ettiren, kadınlığının girdaplarından beslenen kadın, yani
Şair Yahya’nın sevdalısı! İçim içime yetmiyorken, Nazımın babasının itelediği
kadınlığımın tutsaklığını, beni gör diye çırpınırken eşimin beni görmeyişinin
buhranlarını nakkaşlığımın içinde büyütüp tuvalime damıttığım fırça darbeleri
bile yok etmeye yetmediği günlerde Yahya’nın şairane yüreği ile karanlığı
güneşe dönen kadının ta kendisi oldum. Yahya karanlık günlerimin dostu,
zincirlerimi kırdığım günlerin ertesinde en büyük aşkım!
Yahya
ki kadınlığımı keşfettiren keşif; ruhumu şiirleştiren şair, ayaklarımı yerden
kesen ve bana hayata meydan okutturacak kadar çılgın bir aşkı hissettiren
sevdanın öteki yarısı… Ahh, ne çok isterdim onunla bir bütün olmayı lakin
Yahya’nın içini kemiren şüphelerin ve evlilik korkusunun mağduru oldum. Severdi
oysa beni, bir çiçeği okşar gibi itina ile okşardı yüreğimi. Yağmurda ıslanır gibi ıslanırdı sevdamın
göğünün altında. Hiç şikâyet etmezdi. Gözlerime bırakırdı gözlerini, bir başka
kadına göz ucu ile bakmazdı. Adımı tarihe deli gibi kıskanılan kadın olarak
yazdıracak kadar kıskanırdı beni.
Öyle
ki o kıskançlıkların eşiğinde bizi yorar, bu yorgunlukları ertesinde
suskunlaşır, içine kapanır benden kaçar sonra derin acılar çekerdi. O günlerde
evimde büyük evlilik hazırlıkları yapıyor, Yahya ile kuracağım evliliğin her
bir detayı için koşuşturuyordum. Zira Yahya benim aşk yanımdı. Hayalini
kurduğum adamın ta kendisiydi. Günlerdir görmüyordum onu, içime şüphe girsin
istemiyor ve sorgulamıyordum onu. Ama onu görmemek içimi kemiriyor, yokluğu
dayanılmaz sancılar çektiriyordu bana.
Bir
şaire mektuplar yazıyordum titrekçe… Sonra özlemle gönderiyordum. Yahya
benimdi, sevdiğimdi, kaçsa da benimdi. Diyordum ki “Bugün Pazar belki gelirsin diye üç vapurunu pencerede bekledim…
Gelmedin mahzun
oldum…
Verdiğin
konferansa gelmedim, kalabalıktır memnun olmazsın diye, fakat hep aklım sende
idi…
Çok çok
göreceğim geldi…
Beni niye
aramadın…
Sana gücendim
canımın içi, pek göreceğim geldi… Ben o günden beri yani Salı gününden beri
evdeyim, dikiş dikiyorum… Evimiz için çalışıyorum…”
Yazdım
ağladım, ağladım yazdım. Gönderdim yüreğimi zarfa koyup oysa Yahya kayıp gitti
kalbimden bir yıldız gibi, o kayarken onu diledim de yine de bana gelmedi. O evlilik
benim bahtıma onun katında saadete erişmedi.
…
Şimdi
bu hikâyeyi tamda burada yeniden gözden geçirmeliyim belki de. Bekletilen tüm
kadınlar adına. Yitip giden tüm adamlar adına. Korku ve şüphenin esareti olan
tüm adamları bir kez daha aşkın tahtına oturtup gözyaşları dinmeyen kadınların
adına bir kez daha tanımalıyım! Kalbim yerinden çıkacakmış gibi dur demeliyim,
Celile adına Yahya’ya! Söylesene Yahya, söylesene özlemlerin şairi nedir senin
aşka ettiğin? Nedir senin canımın içi diyen Celile’ye ettiğin?! Yahya kimden
kaçıyorsun? Sen kaçınca aşkın diner mi sanıyorsun!?!Neden öykümün tamda özlem
kısmında bu evlilik hiç gerçekleşmedi dedirtiyorsun! Yahya sen bana niye bu
ayrılığı yazdırıyorsun?!
Bu
kez bir mektup da Yahya yazıyor, kim bilir nasıl yazıyor. Saman rengi bir
kâğıda aşkının olmazlarıyla harfleri düşürüyor, harfler kâğıda düşerken
kalbinden aşk düşüyor. “Üzgünüm, beni
affet seninle evlenemeyeceğim!” diyor Yahya! Mektup Celile’nin ince
parmaklarının arasına dokunuyor. Sevdiği adamın kalbini okumak adına açarken
aklıyla karşılaşıyor. Ahh akıl kaçıp gidesin diyor, yitesin diyor; Celile’nin
gözlerinden Yahya akıyor…
Ne
demek şimdi bu?!
Bu
şu demek!
Yaşamayı
tümden iptal etmek demek.
Tanımsızdır
üstelik aşka akıl ermez.
Aşkı
yüklenmenin sorumluluğu akıl gibi densize verilmez!
Gönlün
taşıyacağını akıl yerle bir ederken;
Kalp
akıldan davacı olmadan edemez.
Günaydın
sevgilim, günaydın; bu aşk gitmekle bitmez!
Bin
ayrılıkla sınan yazana ayrılığın felsefinden söz edilemez.
Şimdi
önümde Celile’nin valizini toplayışı, Yahya’nın aklının yitirip de onun
ardından koşuşu ama korkularına yenilip de ardından kal diyemeyişi… Celile,
Yahya’nın onunla asla evlenmeyeceğini anlayınca duramaz onunla aynı şehirde.
Toparlar dağınıklığını, dağıtır yüreğinin eteğinden gözyaşlarını Paris’e doğru
uzaklaşır… İçine gömer sevdiği adamı, gömmeyip de ne yapsın; her güçlü kadın
gibi sırtlanmayınca sevdiği adam tarafından, iner aşkın tahtından akıp gider
yokluğa… Yahya’nın ellerinde Celile kokusu taşıyan bir mektup ve sevdiği kadının
göğsünden aldığı bir çiçek… Yeter mi seven adama; yetmese de git derken hak
etmiştir yetinmeyi!
Celile
uzaklara, çok uzaklara gider… Yahya’nın aklı uzaklara çok uzaklara kaçar…
Gecedir, anılar süzülür ikisinin arasından yokluğa. Aşk terbiye eder, aşk sınar,
aşk çıldırtır ama aşk kayıp giderken dahi silmez isimlerini… Ve Yahya denize karşı, yüreği aşka telaşlı,
aklı kaçık bir hâlde mırıldanır Celile’nin ardından mısra mısra yüreğini… Ve
yüreği Celile’ye dökülür.
Artık
demir almak günü gelmişse zamandan…
Meçhule
giden bir gemi kalkar bu limandan…
Hiç
yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol…
Sallanmaz
o kalkışta ne mendil ne de bir kol…
Rıhtımda
kalanlar bu seyahatten elemli…
Günlerce
siyah ufka bakar gözleri nemli…
Biçare
gönüller!.. Ne giden son gemidir bu…
Hicranlı
hayatın ne de son matemidir bu…
Dünyada
sevilmiş ve seven nafile bekler…
Bilmez
ki giden sevgililer dönmeyecekler…
Birçok
gidenin her biri memnun ki yerinden
Birçok
seneler geçti dönen yok seferinden…
…
Yahya
gitme deseydi, bir kez olsun gitme deseydi; Celile gidebilir miydi?! Elbet
gitmezdi. Sessiz gemi böyle içlenmezdi. İki bin on dörtlü yıllardan bir yazar
rıhtımda oturup da bu öyküyü yazmak için bu şiiri dinlemezdi…
Elveda sevgilim, elveda; ayrılmak biraz da ölmektir…
IV / SON BÖLÜM
&TOPARLAN KALBİM AŞKA
"Ne Me
Quitte Pas / Beni bırakma!”
…
/ Yahya
bir öykü kahramanına dönüşeceğini bilmiyordu oysa. İstanbul’da ölürken
hikâyesinin peşine düşecek bir kâtibeye; harfler bırakacağını da…”
Yapraklar
geçmişten bu güne yeniden savrulurken, açık penceremden içeri rüzgâr şarkısını
süzerken içli bir keman sesi gecenin matemini daha da derinleştirirken Yahya
toparlayıp şiirlerini, yüreğinden öpüp Celilesini bana bir öykü bırakırken
gözlerimden kırkikindi yağmurları kâğıdın ak gerdanına doğru kıvrılırken ben
seni bağışlıyordum Yahya! Ve şimdi daha bir derinden anlıyordum Celile’yi.
Aşkın sıratının çetinliğini, lime lime burkulan yüreklerinizin menkıbesini
artık daha bir derinden biliyordum.
Bir
yangın ki hiç bitmeyecek. Bir şarkı ki hep dillenecek… Celile giderken içinden yükselen "Ne Me Quitte Pas / Beni bırakma!” feryadı
hep işitilecek ama yine giden gidecek, kalan yitecek ve yazan öykücü bu kısma
gelince içlenecek… Yine de söylemeden edemeyeceğim Yahya, ne olurdu bırakmasaydın
sevdanın elini, tutsaydın ve sarsaydın… Geçemediğin yüreğine ömrü vuslat
kılsaydın. Sıratı tartsaydın, yangını avuçlasaydın. İbrahim gibi teslim olup da
ateşin güle dönüşen dansıyla anılsaydın… Şimdi ayrılık ile ölüm arasındayım…
Her ayrılık küçük bir ölüm… Öykünün tamda bu kısmına gelince anlamış olmalıyım,
ayrılık ölümden de acı, yine de taşımalıyım!
Ölümünün
ertesinde evraklarının arasında içinde iki yapraklı kurumuş bir çiçek ile
beraber bir de mektup bulunan zarfa gelince heyecana kapılmalıyım. Ve şu
cümlelere gelince sizin adınıza bir kez daha ağlamalıyım “Bu zarfın içindeki hatıra, 19 Ağustos 1930’da Sirkeci garında gece saat
10’da veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçektendir. Koparıp verdiği bu
iki yaprağı daima muhafaza edeceğim…” Şimdi biraz da hesap sormaya
yeltendiğim için utanmalıyım. Yine de git diyebildiğin için sevdiğin kadına
hayıflanmalıyım.
Artık
geçmişi getirmenin mümkün olmadığını bilmenin acizliğiyle toparlanmalıyım. Bir
aşk kaldı geriye. Bir de büyük boşluk. Ve bütün bunları,
bulutların ufukların üzerinde süzüldüğü güz akşamlarında, adadan İstanbul’a
sevdiği kadını görmek için koşan şairi dalgalara söyleyen öykücü kaldı geriye…
Beni bırakma! Tüm lisanlarda beni bırakma… Tüm tehlikelerde beni bırakma. Aşkın
şüphe ve korkularında beni bırakma… Çıldırtan engellerinde beni bırakma… Beni
bırakma… Bırakma beni… Bı-rak-maaa biziiii… Bizi bırakmaaa…
Kumsalın
gecesi bitiyor. Ada sessizleşiyor. Önümden bir fayton geçiyor, yetişemiyorum.
Üzerime ince bir yağmur yağıyor. Kıyıdan bir vapur kalkıyor. Birçok giden
memnun ki kalanı düşlemek kuşlara kalıyor… Nakkaşı hiç görmedim, şairin gözleri
dışında… Şair o nakkaş için eriyor, bin kere yemin ederim ki Yahya Celile’yi
seviyor, deli gibi seviyor.
Peki,
ama kim onların aşkını bozmakta?
Burası
kalbime ağır geliyor…
Bozanlara
vebal ekliyor…
Hani
onları bir araya getiren ışık aşkın ellerindeydi.
Aşk
ayrılıkla ışığı katlediyor.
Tümden
iptal artık neşeleri…
Nakkaş
yok. Şair yok.
Yahya
yok. Celile yok.
Ve
dahi aşk yok!
İnanma
okuyucu onlar ayrılıkla tükenmiyor. Gör, hala Yahya, Celile ile anılıyor.
Öyleyse gitmekle aşk bitmiyor, git demekle vazgeçilmiyor. Işığı yakıyorum, aşk
görünür kılınıyor. İnanmazsanız bakınız: Ressam Celile Hanım! Daha da ikna
olmadıysanız bakınız: Şair Yahya Kemal Beyatlı! Ve tekrar bakınız: Onların
hayatları! Ve asla bakmayınız: Ayrılıkları (Ayrılıklar göründüğü gibi değildir
her zaman)
Ve şimdi
toparlan kalbim aşka iskeleden sessiz bir gemi kalkıyor…