Yazar,
Edebiyatçı. 7 Eylül 1963 tarihinde İzmir’de
doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini İzmir’de tamamladı. 1984 yılında Dokuz Eylül
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme bölümünü bitirdi.
Yaşar Holding, Raks ve İzmir Demir Çelik şirketlerinde yönetici olarak çalışırken,
girdiği sınavlarda başarılı olarak “Serbest Muhasebeci Mali Müşavir” oldu.
Üyesi olduğu meslek odasının “Meslek mensubu yetiştirme” programlarında
eğitmenlik, adlî yargıda bilirkişilik yaptı.
Yazarlık
hayatı 2008 yılında ailesinin geçmişinden esinlenerek yazdığı öyküler ile
başladı. Öyküleri ilk olarak İzmir İzmir Dergisi'nde yayımlandı.
Bir
süre sonra gezdiği yerleri paylaşma arzusuyla gezi yazıları yazmaya başladı.
2010 yılında Fotogezgin’in “Gezi Yazıları Yarışması”nda Mardin şehrini
anlattığı “Rivayetler Şehri” adlı yazısı birinci oldu. Aynı yıl İzmir Kent
Yaşam Haber Bilgi Sitesi’nde düzenli olarak köşe yazısı yazmaya başladı.
“14
Şubat Dünyanın Öyküsü” ve “Kurşunkalem” Edebiyat Dergileri’nde pek çok öykü ve
gezi yazısı yayımlandı.
2014
yılından itibaren yazma işine ağırlık verdi.
Nisan
2016’da 88 gezgin yazarın anılarından oluşan “Unutulmaz Gezi Anıları” ortak
kitabında, Aydın’da deve güreşlerini anlattığı “Ege’de Bir Kış Eğlencesi”
yazısı ile yer aldı.
Mayıs
2018’de Adatepe’den Bozburun’a Köy Köy Ege kitabı Yakın Kitabevi,
Mayıs
2019’da Ege’de Bir Tanrıça Şehri Selçuk – Aslında Efes kitabı Heyamola
Yayınevi,
Mayıs
2021’de Elveda Makedonya – Bir Göç Hikâyesi kitabı Yeni Anadolu Yayıncılık
tarafından yayımlandı.
Mayıs
2021’de 42 gezgin yazarın “Aynı Denizin Komşularıyız” ortak kitabında ise İzmir
şehrini anlattığı “İzmir’de Masallar Gerçektir” yazısı ile yer aldı.
Farklı
kültürlere yolculuklar yapan bir gezgin olan Semra Yeşil’in gezi yazıları
Gezimanya, Sözcü Seyahat ve Hürriyet Seyahat’te yayımlanırken, Efesli Leylek ve
Çeşme Life Dergileri’ne de hikâye ve gezi yazıları ile katkıda bulunuyor.
Kendisine
ait web sitesi Yolculuk Hikâyelerim’de de öykü ve gezi yazılarını yayımlayan
Yeşil aynı zamanda Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğrencisi.
Çocuk
yaşlarda başladığı halk oyunlarını uzun yıllar sürdürürken ülkesini çeşitli
ülkelerde temsil etti. Üyesi olduğu ve bir dönem başkanlığını da üstlendiği
İzmir Turizm Folklor Derneği’nin kültürel ve sosyal faaliyetlerinde de aktif
olarak çalışmalarını sürdürüyor.
Şu
anda Kozak’tan Kayaköy’e Köy Köy Ege kitabı Yakın Kitabevi tarafından yayına
hazırlanan Yeşil, “Göç” temalı yeni bir roman için de hazırlıklarını
yapıyor.
Kitapları:
Unutulmaz
Gezi Anıları (Ortak kitap, 2016),
Adatepe’den
Bozburun’a Köy Köy Ege (2018),
Ege’de
Bir Tanrıça Şehri Selçuk – Aslında Efes (2019),
Elveda
Makedonya – Bir Göç Hikâyesi (2021).
Aynı
Denizin Komşularıyız (Ortak Kitap, 2021)
KAYNAK:
Kemal Yalçın (Bilgi teyidi, 23.06.2021).
Önceleri
ormanın içinde bir avlu etrafındaki küçük küçük odaları olan evler yapılmış.
Adına da Rumca odalar anlamına gelen DOMATİA
denmiş. Zamanla Domatça, sonra Doğanbey, daha sonra da Eski Doğanbey olmuş.
Aydın’ın
Söke ilçesine bağlı olan köy, bir zamanlar Thebai kentinin bir uzantısı imiş.
Tarih boyunca farklı zamanlarda burada hüküm sürmüş uygarlıkların kalıntılarını
taşıyan köy, bugün; sessizliği, sakinliği, sadeliği ve huzuru tercih edenlerin,
ruhlarını dinlendirdiği bir cennet köşesi.
Yukarıdan
bakıldığında aşağıya doğru uzanan yemyeşil vadisi, daha uzaklarda Büyük
Menderes’in döküldüğü delta ve deniz manzarası, kaynak suyu, sürekli esen
rüzgârı, ıssızlığı ve sessizliği ile şehir hayatının kargaşasından kaçan pek
çok kişinin tercih ederek yerleştiği bir yere dönüşmüş.
Tarihi
servi ve çınarların, incir ve çamların arasında yemyeşil doğanın kucakladığı
doğa ile uyum halinde yapılmış taş evleri, Arnavut kaldırımlı sokakları yeniden
hayat bulmuş böylece.
Köyde dükkân, restoran, satıcı, hatta bakkal
bile yok. Sadece vadi yamacındaki evlere bakan, köylülerden birinin işlettiği
bir kafe var. Bunun dışında iki butik otel ve bir de pansiyon.
Doğanın sessizliğini dinlemek, yürüyüş yapmak,
şifalı havasını soluyarak yorgunluk atmak için ideal bir yer.
Köyün
girişinde Rumlar zamanında hastane olarak, daha sonraları da ilkokul ve karakol
olarak kullanılmış büyük ve tarihi bir taş yapı var. Restore edilerek, şu anda Dilek Yarımadası
Büyük Menderes Deltası Milli Parkı Ziyaretçi Tanıtım Merkezi olarak
düzenlenmiş. Müzede, bölgede yetişen bitkiler ve yaşayan hayvan türleri
sergileniyor. Domatia’da bir de Osmanlı kıyafetlerinin sergilendiği bir müze ev
var.
Köy,
19.yüzyıl sonlarında uygarlık kalıntılarının üzerine, Abdülhamit tarafından Ege
adalarının ihtiyaçlarını sağlamak amacıyla bir ticari merkez olarak
kurdurulmuş. Bir ferman ile Samos, Kıbrıs, Girit, Kula ve başka yerlerden
ticaret ve sanat erbabı Rumlar yerleştirilerek, 300 hanelik bir Rum köyü haline
gelmiş. 1. Dünya Savaşı yıllarında burada yaşayanlar İngiliz ve Yunan orduları
ile işbirliği yapmışlar. Samos’tan gelen Türklerin ovada yaşadığı köyleri
basarak yakıp, yıkan Yunanlılar burada saklanmış. Çok kanlı çatışmalar olmuş.
Türk ordusu 1922’de İzmir’e girince Rumlar burayı terk etmişler. Sadece birkaç
aile kalmış.
Kalanlar
da gönderilerek, yerlerine Selanik, Bosna ve Arnavutluk’tan gelenler
yerleştirilmiş. Mübadele nedeniyle evlerini, tarlalarını arkalarında bırakıp,
tekrar ana vatanlarına gönderilirken, evlerinde başkalarının oturmasını
içlerine sindiremediklerinden, geriye pek de oturulacak evler bırakmamışlar.
Köye 1925 yılında Şeyh Sait ayaklanmasından sonra Kürtler getirilmiş. Dağlık,
çorak ve rüzgârlı olması nedeniyle gelenler kısa sürede köyü terk etmişler.
Söke Ovası ıslah edilip, tarıma açılınca kalan köylüler tarlalarına yakın
topraklara göçerek, Yeni Doğanbey köyünü kurmuş ve buraya yerleşmişler. Terk
edilen evler daha da harap olmuş. Aradan uzun yıllar geçmiş. Köylüler evlerini
İstanbul’dan gelenlere satmaya başlamış. Böylece köy kısmen ayağa kalkmış. Evler aslına sadık kalmak
koşulu ile restore edilmiş. Burası zamanla tarihi dokuyu korumayı amaçlamış,
doğasever zenginlerin yaşadığı bir köy haline gelmiş. Her yeri
ağaçlandırıp, çiçekler ekerek güzelleştirmişler. Sırtını dağa yaslamış deniz
manzaralı, rengarenk çiçekler ve meyve ağaçları ile bezenmiş, her biri biblo
gibi evlerin hepsi koruma altına alınmış.
Yağmur
sularının akması için, Arnavut kaldırımlı sokakların ortasındaki kanallar hala
işlevini yerine getiriyor. Köyün ortasında da kurumuş bir dere yatağı…
Peki, sizce biz
Domatia’nın yeniden hayat bulmuş, daracık sokaklarında, taş evler arasında
gezip, döner miyiz? Yorgunluğumuzu atmak için ne yaparız? Şöyle bir deniz havası solumak ne güzel olur
değil mi?
Hadi o
zaman yola koyulalım…
Aslında ne
Selçukluydum ne de Selçuk’ta yaşıyordum…
Çok sevdiğim bir
yer olması dışında, başka da bir ilişkimiz yoktu. Ama neden sevdiğimi de oturup
şöyle bir sakince düşünmemiştim bugüne kadar…
Uzun yıllar
benim için bir geçiş istasyonu olması dışında çok önemi yoktu Selçuk’un.
Kuşadası ya da Aydın yönüne giderken geçer, çay ya da çöp şiş molası dışında
fazla da durmazdık. Ama bir festivali vardı ki çocukluk ve gençlik yıllarımda
bazen halk oyunları ekiplerimiz ile davetli, bazen de ziyaretçi olarak
katılırdık. İşte onu unutmak mümkün değildi. Zihnimin derinliklerine kazınmış
güzellikler vardı o günlerde…
Yol üstünde,
tepedeki Keçi Kalesi’ni gördünüz mü, geldiniz sanırdınız. Ama ondan sonra da yol
bitmek bilmezdi. Festival zamanı baharın gelişini müjdeleyen leylekler
karşılardı sizi, şehrin girişinde. Su kemerleri ile evlerin bacalarındaki
yuvalarından selam ederlerdi gelenlere. Onları uçarken görürseniz, bütün yıl
gezeceğiniz için sevinirdiniz. Selçuk demek, leylek demekti bir dönem; sonra
festival demek, Selçuk demek oldu. Turizmi de unutmamak lazım. Ülkemizdeki ilk
turizm hareketlerinin merkeziydi. Gençlik yıllarımızda Efes’in Büyük
Tiyatrosu’nda yapılan konserlere gitmek ise vazgeçilmezlerimizden olmuştu.
Yerli ve yabancı pek çok sanatçının Efes’in o büyülü ortamında verdiği
konserlere bir arabaya doluşarak gidip, ana yoldan tiyatroya kadar, yanımızda
götürdüğümüz içeceklerimiz ve atıştırmalıklarımız ile yürümek biraz zor olsa da
konser ritüelinin bir parçası olduğu için bu bile keyifliydi elbette. O kadar
kalabalık olurdu ki konserler, bazen kapıda kalınırdı. Buna en iyi örnek ise,
pan flüt ustası Zamfir’in konseri idi. Yirmi beş bin kişilik tiyatro dolmuş,
yüzlerce kişi ise kapıda kalmıştı. Önce bir süre protestolar yapılsa da
Zamfir’in o muhteşem flüt dinletisi başlayınca, kapının dışındakiler ile
çitlerin arkasındakiler de bulundukları yere oturarak konseri dinlemişlerdi.
Konser, Efes Büyük Tiyatro’nun izleyici rekorları kıran en kalabalık konseri
olarak tarihe geçti.
Sophokles’in, 2006
yılında, en iyi yapım, en iyi sahne tasarımı, en iyi ışık tasarımı, en iyi
çeviri ve en iyi hareket tasarımı ödüllerini kazanan ve Ankara Devlet Tiyatrosu
tarafından sergilenen “Antigone” adlı oyunu bile Efes’in Büyük Tiyatrosu’nun o
büyüleyici atmosferinde yeniden hayat buldu. Bir kralın hırs ve kibri yüzünden
tüm halkının ve ailesinin düştüğü acı tabloyu anlatan oyunun yönetmenliğini
Ayşe Emel Mesçi yapıyordu. Düşünsenize; oyun bu tiyatro inşa edildikten üç yüz
yıl sonra yazılmış ve iki bin beş yüz yıl sonra burada sergileniyor. Ve ben de
oyunu izleme şansına sahip oluyorum. Bu duygu anlatılabilir mi? İki bin beş yüz
yıl önce yazıldığına göre, mutlaka bu tiyatroda birileri bizden önce de izlemiş
olmalı diye düşündükçe, içimdeki coşku daha da artıyor elbette. Oturduğum
koltukta kim oturmuştu acaba, diye
düşünmekten kendimi alamıyorum…
Elbette
Meryemana da yolunun üstünden geçerken, hayatımın her döneminde uğramaya can
attığım bir yer. Selçuk’ta “Güzeller Güzeli Tanrıça Artemis”ten boşalan “Şehrin
Anası” görevini, yaşadığı dönemde ve sonrasında büyük bir başarı ile yerine
getiren Meryemana, yüksek enerjisi, ana kucağının sıcaklığını duyumsatan ortamı
ile kendimi çok iyi hissettiğim bir yer... Neredeyse sıfır noktasındasınızdır
orada, daha da ötesi yoktur artık hiçbir şeyin…
Şirin mi şirin
Şirince, derin bir tarihi olmasına rağmen benim çok geç keşfettiğim bir köy,
ama şu an başımın tacı âdeta… Doğanın kucağında, yeşilin her tonunun günün her
saatinde kendini gösterdiği, zeytinin, üzümün, yemişin, susamın hayat bulduğu
yer.
Bundan iki yıl
öncesine kadar Selçuk ile ilgili bilgilerim ve ilişkim ancak bu kadarken, ilk
kitabım Köy Köy Ege’nin yazımı
aşamasında bu güzeller güzeli şehrin dört (Belevi, Çamlık, Gökçealan, Şirince)
köyünü kitaba almakla başlayan samimiyetimiz gün geçtikçe artmaya başlamıştı.
Haftanın
neredeyse bir günü mutlaka Selçuk’a gidiyor, Selçuk Köftecisi’nin çok
sevdiğimiz köftelerinden yemeden dönmüyor, peynirimizi, zeytinimizi, ekmeğimizi
alıyor, şehrin buluşma noktası Carpouza Cafe’de saatlerimizi geçiriyorduk.
Günlerden bir gün yine aynı yerde yemek yerken, sahipleri Uzun ailesinin
hikâyesini dinledim ve hemen kaleme aldım. Yazı Selçuk’ta çok ilgi gördü.
Belediye, Ticaret Odası ve Selçuk yerel gazeteleri yazıyı paylaştı. Aradılar,
tebrik ettiler, “Selçuk’umuzu tanıtan başka yazılar da yazabilirsiniz belki”
dediler. Yazmaya devam ettim. Osman Can’ın halıcılık yolculuğunu anlatan “Düğümlerle
Yola Çıkanlar” yazısı da Selçuk’ta oldukça ilgi gördü, Rekorlar Kitabı’na Giren
Deve Güreşi Festivali’ni yazayım derken, bir de bakmışız ki, biz Selçuk’a daha
da sık gider olmuşuz. Kale Mahallesi, 14 Mayıs Mahallesi, Kalesi, Müzesi,
Efes’i gezerken, saatin kayışı koptu, Selçuk’ta yaptırırız, anahtarcı da onun
çok yakınında derken, yolda yürürken esnafa selam vermeden geçmez olmuşuz. Kale
Mahallesi’nde akşamüstü kapılarının önündeki banklarda oturup, sohbet
ettiğimiz, Alasonyalı, Giritli dostlarımız olmuş.
Bu böyle devam
ederken ve neredeyse “Selçuk’a mı yerleşsek” diye düşünmeye başladığımız bir
zamanda Sevgili Fergül Yücel’den gelen bir telefon beni oraya daha da
yaklaştırıyor. Telefondaki ses “Semra’cığım, son zamanlarda Selçuk ile ilgili
yazdığın yazıları okudum ve çok beğendim. Yeniden projelendirdiğimiz “İzmirim
Kitapları” serisi için sen de Selçuk’u yazmak ister misin?” diye soruyor. Hiç
düşünmüyorum bile… Elbette yazarım, diyorum, nasıl altından kalkacağımı
bilmeden. “Nasıl olsa yazın iki ay yazlıktayız, Yoncaköy ise Selçuk’a çok yakın,
her gün gider geliriz, daha çok araştırır, daha çok kişi ile görüşür, daha da
çok okurum Selçuk’u anlamak için” diye düşünüyorum belki de…
İçimde bir
sevinç, bir coşku, bir heyecan…
Böylece yeni bir
kitap yolculuğu başlıyor benim için…
Efsaneler, rivayetler
diyor ki Amazon Kraliçesi Apasas, Bolluk ve Bereket Tanrıçası Kybele, Efes’in
Güzeller Güzeli Ana Tanrıçası Artemis, İsa’nın ve tüm Hristiyan dünyasının anası
Meryem buralarda yaşamışlar. Hepsi birer “Kraliçe Arı” gibi çalışkan ve üretken…
Ben Selçuk’ta
soluduğum her nefeste enerjilerini hissediyorum zaten. Bu süreçte onlar da bana
yardım ederler, başarırım diyorum ve başlıyorum çalışmaya…
Sence Selçuk’u
en iyi ifade eden şey nedir, diye soruyorum kendi kendime…
İlk aklıma gelen
Artemis oluyor. Ama arkasından “leylek”, “Mübadele”, “festival”, “Meryem”,
“kazı”, “turizm”, “köy” derken bakıyorum ki; liste uzayacak, en iyisi sen bu
kitabı onlara yazdır diyorum ve ilk olarak sözü Artemis’e veriyorum. Bakalım
ondan sonra, kim gelecek?
(Ege'de Bir
Tanrıça Şehri Selçuk Aslında Efes kitabı ilk bölüm – Sunuş)
Mart 2018
Yataktan fırlayarak uyandığında kan ter içindeydi.
Hâlâ gördüğü kâbusun etkisinde, “Ben onu vurmak istemedim, önce o bana
silahını doğrulttu,” diye ağlıyordu. Karısı Meryem’in dürtükleyerek, “Ahmet’im
sen kimseyi vurmadın, vurmayacaksın, yine o rüyayı gördün,” sözleriyle
kendine geldiğinde pijamasının ıslak olduğunu fark etti. Bitmek tükenmek
bilmeyen kâbusları uykusuna bu gece de musallat olmuş, bu defa teri yatak
çarşaflarına dahi geçmişti. Oysaki bu
gece iyi uyumak, sabaha dinç kalkmak istiyordu. Zira ertesi gün tarlada çok işi
vardı.
Yatağından kalkıp ışığı yaktı. Dolaptaki çamaşır
çekmecesinden aldığı temiz çamaşır ve pijamayı giyerek yatağa döndü. Bu sırada
karısı da çarşafı değiştiriyordu. Ahmet’in sıklıkla gördüğü kâbusa Meryem de
alışmıştı ama yine de kocasının uykusundan bu şekilde uyanması onu hem çok
ürkütüyor hem de çok üzüyordu.
Meryem’in de işi bitince yatağın kenarına yan yana
oturdular. Ahmet Meryem’in ellerini tutarak, “Karıcığım seni de çok üzüyorum
ama bu korkuyu kafamdan bir türlü atamıyorum. Soyumdan gelen birine silah
çekmek zorunda kalırsam yaşayamam. Bunun olmaması için elimden ne geliyorsa
yapacağım," dedikten sonra Meryem’i öptü ve “Sabah erken kalkacağız,
hadi artık uyuyalım,” diyerek çarşafı mis gibi sabun kokan yatağa uzandı.
GERÇEK
Ahmet, 1935 yılının, sıcak yaz günleri bitip,
sıradağların ardından ılık rüzgârların esmeye başladığı eylül ayının bir gece
yarısında Makedonya’da doğdu.
“Her nerede
ve her ne şartta olursan ol, soyundan gelen bir askere asla silah çekmeyeceksin,”
sözleriyle büyüdü.
Çocukluktan çıkıp, gençliğe adım
attığından beri bu sözler içini kemiriyor, son zamanlarda rüyalarına daha da
sık giriyordu.
Kendisi bu uğurda başına geleceklere katlanmaya
hazırdı da “Ya
sevdiklerime bir şey olursa,” düşüncesiyle kahroluyordu.
Bu kâbustan kurtulmanın bedeli,
“Atalarının yüzyıllar boyunca yaşadığı, emek verdiği toprakları bırakıp gitmek
miydi?”
Aslında onun da sıradan bir hayatı
olabilirdi ama doğduğu coğrafyanın kaderine yazılanları değiştirmesi mümkün
değildi. Zira “Göç” bu toprakların gerçeğiydi...
Rumeli, Osmanlıların Batı’daki
hedeflerinin başında geliyordu. Osmanlı devleti feth ettiği topraklara, sınır
boylarına Orta Asya’dan Anadolu’ya göçlerle gelmiş olan Türkmenleri,
Müslümanları yerleştiriyordu.
Bu şekilde Rumeli’de,
Yunanistan’da, Makedonya’da, Bulgaristan’da Türklerin, Müslümanların yaşadığı
köyler, bölgeler oluştu. Türkler yerleştirildikleri topraklarda yüzlerce yıl
kök saldı, o toprakların yerlileriyle kaynaştı. Dilleri, kültürleri,
gelenekleri, görenekleri, kimlikleri zenginleşti. Bu topraklar onların vatanı,
yurdu haline geldi.
Osmanlı İmparatorluğu Rumeli’ndeki
topraklarını kaybedince bu toprakları kendilerine yurt edinmiş olan Türkler,
Müslümanlar çok zor günler yaşamaya başladılar. Bu insanlar Anadolu’ya çekilen
Osmanlı Devleti’nin ardından çok büyük acılarla Anadolu’ya göç etmeye
başladılar.
Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Yunan Hükümeti arasında “Türk ve Rum
nüfus mübadelesine ilişkin sözleşme ve protokol” Lozan’da 30 Ocak 1923
tarihinde, Lozan Barış Antlaşmasından altı ay önce imzalandı. “Zorunlu
mübadeleye 1 Mayıs 1923’de girişileceği” sözleşmenin 1. Maddesi ile hükme
bağlandı.
1912-1924 yılları arasındaki 12
yılda göç etmiş, yerini yurdunu terk etmek zorunda kalmış Ortodoks Rumlar ile
Müslümanlar “Mübadele Sözleşme ve Protokolu”na dahil edildiler ve kendilerine
“Mübadil” adı verildi. 12 yılda yaklaşık bir buçuk milyon Ortodoks Rum ile altı
yüz bin kadar Müslüman var oldukları topraklardan koparılarak mecburi sürgün
edildiler. Mübadele büyük kopuş demektir.
Makedonya, Romanya, Bulgaristan’a
Osmanlı Devleti’nin yerleştirdiği Türkler ve Müslümanlar “Mübadele Sözleşme ve
Protokolu”nun dışında kaldılar. Bu insanlar uzun yıllar Sırplarla, Hırvatlarla,
Slovenlerle, Bulgarlarla, Romenlerle bir arada yaşadılar. İkinci Dünya
Savaşı’nın ateşi içinde kaldılar. Savaştan sonra Yugoslavya, Bulgaristan,
Romanya’da kurulan siyasi rejimlerin içinde Türk ve Müslüman azınlık olarak
yaşamaya devam ettiler. Çok büyük baskılara, asimilasyona maruz kaldılar.
Bazılarının zorla isimleri değiştirildi.
Makedonya’dan ilk göç hareketi
1924 yılında ülkedeki Türklerin Anadolu'ya göçü ile başlamıştır. İkinci göç
dalgası 1936 yılında, üçüncü göç dalgası Türkiye-Yugoslavya arasında “Serbest
Göç Anlaşması” imzalandıktan sonra 1953 yılında gerçekleşmiştir.
Makedonya’daki Türk soyundan olan
ve kendilerini Türk kültürüne ait hisseden Müslüman Makedonların Türkiye’ye göç
ettikleri bilinmektedir. Makedonya’dan Türkiye’ye yapılan göçler incelendiğinde
ilk kitlesel göç hareketinin 1877-1878’de Osmanlı-Rus Harbi sonucunda, ikinci
göç hareketinin 1912-1913 yıllarında Balkan Savaşları esnasında, üçüncü göç
hareketinin Cumhuriyetin ilanından 1951 yılına kadar süreç içerisinde ve son
göç hareketinin ise 1952-1967 yılları arasında gerçekleşti. 1952-1967 döneminde
serbest göçmen olarak Makedonya’dan 175.392 kişi Türkiye’ye gelmiştir. Bu toplu
göç hareketleri sonrasında da fert ve aile düzeyinde göç hareketleri devam
etmiştir.
Yugoslavya’dan toplam 77.413 aile,
305.158 kişi Cumhuriyet döneminde Türkiye’ye göçmüştür. 14.494 kişiyi devlet
iskân etmiş, kalanları serbest göçmen olarak kendileri Anadolu'ya
yerleşmişlerdir. 1923-1945 arasında toplam 800.000 kişi Balkanlardan Türkiye'ye
göç ettirilmiştir.
Resmi anlaşmalar dışında kalan
birçok Türk, Müslüman Makedonyalı kendi başlarına, çok zor şartlarda, birçoğu
kaçak olarak Türkiye’ye ulaşabildiler. Türkiye’ye ulaşanlara hemen Türk
Vatandaşlığı verilmedi, Türkiye’de bir süre “Haymatlos”, “Vatansız” olarak
yaşamak zorunda kaldılar.
Semra Yeşil, “Elveda Makedonya”
adlı bu kitabında mikro tarih belgesel roman ve öykü tarzında merceğini Makedonya’dan
Türkiye’ye resmi ve kaçak yollardan Türkiye’ye gelen, İzmir-Selçuk’a yerleşen
insanların ve bir ailenin üzerine tutuyor. Bu insanlarla görüşüyor, konuşuyor.
Canlı tanıkların anlattıklarını, mikro tarih belgesel anlatım tarzıyla
öyküleştiriyor. “Elveda Makedonya” işte böyle meydana gelmiş bir göç
hikayesidir.
“Elveda Makedonya” 1923-1945
arasında, “Mübadele Sözleşme ve Protokolu” haricinde Balkanlardan Türkiye'ye
göç ettirilmiş, göç etmek zorunda kalmış olan toplam 800.000 kişiden birkaçının
ibret verici, duygusal, maceralı öyküsüdür.
Türkiye’de toplam on milyon kadar
mübadil evladı, Makedonya, Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Polonya göçmeni
vardır. Semra Yeşil ve “Elveda Makedonya” işte bu on milyondan birkaç damladır.
“Elveda Makedonya” vatan ve yurt
hasretinin, vatan sevgisinin, kardeşliğin, dostluğun, vefanın gerçek öyküsüdür.
Okuyunca kendinize güveniniz artacak, dünyaya daha mutlu, yarınlara daha umutlu
bakacaksınız.
“Elveda Makedonya” kitabını yazan
Semra Yeşil’e çok teşekkür ederim.
Kalemin çiçeklensin!
Bochum, 2 Nisan 2021
Kemal Yalçın
Merhaba.
Kitabı oluşturan yazıların kimilerini zaman zaman
okumuş ve sevmiş, fotoğrafları da paylaşıldıkça görmüş ve beğenmiştim.
Bu tek tek okumalarda ilginç gözlemlerin farkına
varmış ve samimi olarak söylemeliyim ki “vay be” dediğim bile olmuştu.
Lakin yazılarla resimler tek bir kitap projesi olarak
masama gelince harbiden “dur bir dakika” dedim.
Nasıl demiyeyim ki!
Efendim
36 (otuzaltı) yazı 45 köy ve yüzlerce fotoğraf ki bir
arada okuyucuyu adeta çarpıyor. Hele doğma büyüme İzmirli iseniz, yazılardaki
yerlerin (bilgilerin) çoğunu 60’a merdiven dayamışken yeni
okuyor, daha doğrusu yeni fark ediyorsanız…
İzmir’in merkezde olduğu 200 kilometrelik bir
yarıçaplı coğrafyada yani EGE’de meğerse ne hazineler varmış. Hazine dediysek,
hemencecik dedektör arayışına girmeyin. Şaka tabiî ki…
Mitoloji, tarih, arkeoloji, mimarî, tabiat, coğrafya
eksenli insan, yapı, yerleşim ve manzara hazinelerinden bahsediyorum.
Neler kaçırmışım görmemekle…
Neler kaçırmışım gitmemekle…
Ayşe Semra Kadaifçioğlu’nun kitabını okuyunca insani,
marazî bir mahcubiyet sarıyor doğrusu.
Niye mi?
Gitmemiş, görmemişiz efendim… Bu kadar net.
Semra Kadaifçioğlu esasen yaman bir seyyah /gezgin.
Semra Kadaifçioğlu ciddi bir seyahat yazarı. Belki de
Evliya Çelebi ile akraba. Bilemiyorum. Türkiye’de çok az insan gezdiği ve
gördüğünü böyle içten ve ustaca anlatıyor…
Yollar, köyler, çınarlar, zeytinlikler, kahvehaneler,
mor tepeli dağlar, pırıltılı koylar, köpüklü dalgalar, keçiler, kuzular,
çiçekler, böcekler…
Ve çocuklar, kadınlar yani insanlar. Hem de kızlı
erkekli…
İnadına dostluk, inadına komşuluk…
Karpuz kollu yaz entarilerinden, kesme çiçekli
başlıklara, iğne oyalı yazmalara, şalvarlara, kuşaklara, küplere, kazanlara,
narlara…
Ve daha neler neler…
Tanrıçalar, tanrılar, beyler, paşalar, ırgatlar…
Dağ çiçekleri, eşkıyalar, efeler, zeybekler, kızanlar…
Konaklar, yalılar, akarsular, dereler, göller, pul pul
balıklar…
İncirler, üzümler, zeytinler farklı bir ifade ile
Ege’yi Ege yapanlar…
Şaraplar, şuruplar, narenciyeler…
Yosun kokan dalgalar, fısıldaşan taşlar, inci tanesi
kumsallar…
Tapınaklar, camiler, antik tiyatrolar…
Kütüphaneler, mektepler…
“Mutluluk yolu”nun yorgun şimendiferleri…
Türkmenler, Rumlar, Boşnaklar, Pomaklar, Arnavutlar,
Yörükler, İngilizler, İtalyanlar, Levantenler…
Otuz iki kısım tekmili birden Ege, Ege’nin Köyleri.
Okumalı efendim. Sırt çantanızdan, seyahat
valizinizden, arabanızdan eksik etmemeli…
Yollara düşmeden yazarın rotalarından birini seçmeli.
Bir dahaki sefere diğer rota ve rotaları.
E daha ne olsun…
Kalemine, yüreğine, emeğine sağlık Ayşe Semra
Kadaifçioğlu…
Dr. Serdar Şahinkaya