Akademisyen, Eğitimci, Şair ve Yazar, STK Yöneticisi, Konferansçı. 25 Aralık 1960 tarihinde Kars’ın Sarıkamış ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve Ortaokulu Sarıkamış’ta, Lise’yi Kars İmam-Hatip Lisesi’nde okudu. 1978 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü’ne (şimdiki adıyla Eğitim Fakültesi) girdi.
1980 yılında bu okuldan ayrıldı ve aynı yıl Ankara
Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’na (şimdiki adıyla İletişim
Fakültesi) girdi. 1984-85 öğretim yılında bu okulun Gazetecilik ve Halkla
İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Bir yıl sonra Selçuk
Üniversitesi SBE’de “Türkiye’de 1990-95 Yılları Arasında Sünnet / Hadis
Konusunda Yayımlanmış Eserlerin Değerlendirilmesi” konulu yüksek lisans
çalışmasını tamamladı.
1986 yılına kadar serbest çalıştı. Bu arada kısa bir
süre bir özel şirkette Arapça mütercimlik yaptı.
Aralık-1986 – Nisan-1987 tarihlerini kapsayan askerlik
dönüşü bir süre yine serbest çalıştıktan sonra 1989 yılından 1993 yılı sonuna
kadar Türkiye Diyanet Vakfı’nda yayın editörlüğü yaptı.
Doç. Dr. Ebubekir Sifil, evli ve 3 çocuk babasıdır.
Arapça ve İngilizce bilmektedir. Türkiye Yazarlar Birliği
üyesidir.
Akademik Hayatı
1993-1996 arası Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’nde (Van) ve 1998-1999 arası Osmangazi Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’nde (Eskişehir) Araştırma Görevlisi olarak çalıştı; her iki
görevinden de kendi isteğiyle ayrıldı.
Hadis Bilim Dalı’nda yaptığı Yüksek Lisansını (Konya
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi) 1996, Doktorasını 2006 yılında bitirdi.
2017’de Doçentlik unvanını alan Ebubekir Sifil, halen
Yalova Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak
çalışmaktadır.
1999-2000 arası Yeni Mesaj gazetesinde,
2000-2013 yılları arasında Millî Gazete‘de günlük yazılar yazdı.
İlmî ve Edebî
Çalışmaları
– 1989 yılından itibaren Girişim, Kitap
Dergisi, İlim ve Sanat, Bilgi ve Hikmet, İslamî Araştırmalar, İslami Edebiyat,
Beyan, Altınoluk, Semerkand gibi dergilerde yazıları yayımlandı. Halen
sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni olduğu 3 aylık RIHLE dergisinde yazmaktadır.
– Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi adıyla başlattığı bir seri
çalışmanın ilk ürünü (Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün görüşlerinin ele alındığı
cilt) Mayıs 1997 tarihinde (4. baskı Nisan 1999), Fazlur Rahman’ın görüşlerinin
ele alındığı cildin 1. kısmı Ocak 1998 tarihinde (2. baskı Ocak 1999) ve 2.
kısmı Aralık 1999 tarihinde Kayıhan Yayınevi tarafından neşredildi. Bu seri
farklı ilim adamlarının görüşlerinin kritiğine tahsis edilecek çalışmalarla
devam edecek.
– Yukarıda adı zikredilen dergilerde yayımlanmış
bulunan yazılarının bir kısmı ile neşredilmemiş bazı makaleleri Çağdas
Dünyada İslamî Duruş adlı kitapta (Rıhle yayınları, 1999, RıhleKitap,
2010) bir araya getirildi.
– Modern Fetvalar Çağdaş Hurafeler adıyla
Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün görüşlerinin eleştirisine tahsis ettiği bir seri
çalışmanın ilk ürünü Alperen yayınları arasında (Aralık-2001) yayımlandı.
– Arapça’dan çevirdiği Makâlâtu’l-Kevserî adli
eserin ilk cildi RıhleKitaap yayınları arasında neşredildi (Temmuz-2014)
– Arapça’dan yaptığı bir çeviri Risale Yayınları
arasında İhtilaftan Rahmete adıyla 1989 yılında neşredildi.
1997 yılında bu çalışmanın ikinci baskısı (Mezhep Meselesi ve Fıkhî
İhtilaflar adıyla) yapıldı. 2012 yılında bu çeviri RıhleKitap
yayınları arasında neşredildi.
– Millî Gazete yazılarını İslam ve Modern
Çağ adıyla neşredilen (Kayıhan yayınları-2005, RıhleKitap, 2011) 3
ciltlik seride bir araya getirdi.
–İstikamet Yazıları adlı iki ciltlik kitabı da yeni
gazete yazılarından erlenerek oluşturuldu (RıhleKitap, 2012).
– Çeşitli ilmî dergiler tarafından neşredilen akademik
makalelerini İslamî Bilincin İhyası (RıhleKitap, 2010) adlı
kitapta bir araya getirdi.
– Yine akademik formattaki diğer bir kısım
makaleleri İdrak ve Tasdik isimliyle neşredildi (RıhleKitap,
2010).
– Rıhla Dergisi’nde neşredilen makaleleri İhya
ve İnşa adlı eserde bir araya getirildi (RıhleKitap, 2014)
– Doktora tezi, Hz. Ömer ve Nebevî
Sünnet adıyla basıldı (Kayıhan, 2007; RıhleKitap, 2010).
– Çeşitli yayın organlarında neşredilen
mülakatları Sözü Müstakim Kılmak adlı kitapta (RıhleKitap,
2011) bir araya getirildi.
– Gerek internet üzerinden, gerekse yazılı basında
İslamî ilimlerin hemen her dalıyla ilgili olarak kendisine sorulan sorulara
verdiği cevaplar Sana Din’den Sorarlar adıyla basıldı
(RıhleKitap, I. Cilt: 1. baskı, 2009, 3. baskı, 2012; II. Cilt: 2014).
– Muhtelif tarihlerde kaleme aldığı Tasavvufî
ağırlıklı yazılar Hikemiyyât adıyla neşredildi (RıhleKitap,
2014)
– Türkiye Diyanet Vakfı tarafından neşredilmiş
olan İslam Ansiklopedisi‘nde 20 civarında madde telif etmiştir.
Telif ettiği maddeler, adı geçen ansiklopedinin XIV. cildinden itibaren
neşredilmiştir.
– 1980 yılından 1993 yılına kadar yazdığı
şiirler Mavera, Dergâh, Yedi İklim, İslâmî Edebiyat, Kayıtlar,
Güneysu dergilerinde yayımlandı.
– 2011-12 yıllarında TVNet kanalında Talha Hakan
Alp’in sunduğu İlm-i Hâl isimli ilmî programa daimi konuk olarak katkı verdi.
– 2012 tarihinden bu yana İSEGAH (İslamî İlimler
Eğitim Araştırma ve Hizmet Vakfı) bünyesindeki Sahn-ı Seman İslamî İlimler
Eğitim ve Araştırma Merkezi’nde çok yönlü ilmî çalışmalarına devam etmektedir.
– Sayıları 100’ü geçmiş bulunan radyo-televizyon
programları ve yurt içi ve yurt dışı konferansları devam etmektedir.
Telif Eserleri:
Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi (1997, 4. baskı
Nisan 1999, 2019),
Çağdas Dünyada İslamî Duruş (Rıhle Kitap, 1999, 2010),
Modern Fetvalar Çağdaş Hurafeler (Aralık-2001),
İslamî Bilincin İhyası (Rıhle Kitap, 2010),
İdrak ve Tasdik (RıhleKitap, 2010),
Hz. Ömer ve Nebevî Sünnet (Doktora tezi, Kayıhan,
2007; Rıhle Kitap, 2010),
İslam ve Modern Çağ (3 cilt, Kayıhan Yayınları-2005,
Rıhle Kitap, 2011),
Sözü Müstakim Kılmak (2 Cilt, Rıhle Kitap, 2011),
İstikamet Yazıları (2 cilt, Rıhle Kitap, 2012),
Böyle Seslendiler - Allah Rasulu ve Hulefa-i
Raşidin'den Hitabeler (2012)
İhya ve İnşa adlı (Rıhle Kitap, 2014),
Sana Din’den Sorarlar (Rıhle Kitap, I. Cilt: 1. baskı,
2009, 3. baskı, 2012; II. Cilt: 2014),
Hikemiyyât (Tasavvufî ağırlıklı yazılar, Rıhle Kitap,
2014),
Müslümanca Bir Hayat İçin (2017),
Muvatta Nüshaları Muhteva Analizi (2017),
Nüzûl-i İsa - Bir İtirazın Tahlili (2017),
Ehl-i Sünnet Akaidi - Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi
(2018),
İstanbul Celseleri – 1 – Peşaver Gecelerine Reddiye
(2018).
Çevirileri (Arapçadan):
İhtilaftan Rahmete (Risale Yayınları, 1989; 2. Bas. 1997,
Mezhep Meselesi ve Fıkhî İhtilaflar adıyla, 2012),
Makâlâtu’l-Kevserî (Rıhle Kitap Temmuz-2014).
Mezhep Meselesi ve Fıkhi İhtilaflar (Ebu'l-Feth
el-Beyanuni’den, 2017)
KAYNAKÇA: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2007), Ebubekir
Sifil ile Röportaj (seriyyedergisi.org, 8 Ocak 2019), Hakkında (ebubekirsifil.com,
30.11.2019), Doç. Dr. Ebubekir Sifil hocanın tüm eserleri (rihlekitap.com, 30.11.2019),
Yazar Ebubekir Sifil ile Rektör
tartıştı (turkiyemtv.com.tr, erişim, 30.11.2019).
ben
sabâ bir ney gibi ağlaç
kendi sürgününde büyüyen sancı,
bir yıkımın süregen ritmiyim yaşadıkça.
insanlara uzanan elleri bilmek,
kement üretimini, sigara molalarını
solgun güzelliğime birşey kazandırmıyor.
ne çocukluğumun kirli ve soyuk
dizleri dirsekleri
amme cüzü taşımalarım koltuğumda
ne şimdi yumruklarımda biriken sonra çözülen
kin yetiyor dağıtmaya çehremde
biriken karanlığı.
gençlik eğreti bir gülüştür
sakallarım gibi yüzümde, ağrıyan bir gülüş.
ben
yanlış soruların çarpık cevabı çünkü
konuşunca korkunç elleri oluyor çocukların
birbirlerine yürüyorlar,
gözleri oyulmuş bir ceset buluyorum her sabah
kapı önümde susunca.
her tren kalkışınca yıkılırım baştan başa
kendime kısılır kalırım dağılır bütün kuşlar
herşey yeniden biter.
her seferinde terk edilmenin girdabında
bırakır beni yolcular -ki siyah ve sessiz-
yolcular
neden yardan bir selam değilsiniz.
Kıymetli Hocam. İlminizden, eserleriniz ve
çalışmalarınız vesilesiyle istifade ediyoruz. Allah razı olsun… Ama sizinle
bugün için daha çok İslamî ilimlerin mücadele sahasındaki neşv-ü neması temelli
bir sohbet yapmak istiyoruz. Kuran, hadis, tefsir, fıkıh, vesair… İslamî
limler, mücadele sahasına istifadesi kolay kapsüller halinde indirilebiliyor
mu? Malumunuz yıkmak kolay ama yapmak zordur. Üstüne bir de yıkanlar bugünün
Türkiye’sinde sistemli saldırıyorlar. Bütün halde İslam mevzuunda Müslümanları
yönlendirecek bir devlet nizamı da maalesef ortada yok. Tersinden bazı mühim
yıkımlara da öncülük ediyor. Kadın erkek aynı safta karışık namaz, kadın
vaizlerin camilerde erkeklere vaaz vermesi, adeta promosyonlar yapılarak kadının
iş hayatına çekilmeye çalışılması, vesair... Böyle bir ortamda sizce
Müslümanlar müstakil planda, müstakil mukavemet göstererek davayı akamete
uğratmış olmuyorlar mı? Namus günü hissiyle ehl-i sünnet hassasiyeti taşıyan
Müslümünların toplu kalp atışlarıyla bir araya gelmeleri ne kadar mümkün sizce?
Bunun için neler yapılabilir?
EBUBEKİR SİFİL: Bismillahirrahmanirrahim.
Elhamdülillahi vessalatü vesselamü ala seyyidina Muhammed.
ebubekir sifil roportaj1Arkadaşlar… Özellikle
Tanzimat’tan bu yana, ağırlıklı olarak da hilafetin ilgasından sonra,
Cumhuriyetle birlikte gerek Türkiye gerek İslam dünyası hiç yaşamadığı farklı
bir tecrübe yaşamaya başladı. Daha evveli yok bunun. Daha evvelinde Müslümanlar
Moğol istilası döneminde üç sene kadar halifesiz yaşamışlar. O dönemde halife
yok, ordu yok, asker yok, ricâl-ü devlet yok… Buna rağmen, ümmeti ayakta tutan
temel müesseseler devrede olduğu için ümmet küllerinden yeniden doğabilmiş.
Nedir onlar? Başta ilim müesseseleri ve alimler, arkasından İslamî ilimleri toplumla
buluşturan ara mekanizmalar… Bunlar çok önemli... Sosyolojik olarak bunlar
ayakta durduğu sürece, devrede olduğu sürece, bu ümmet sarsılır belki ama
yıkılmaz… Şimdi bir alimler kadrosu var, ilim müesseseleri var… Bunlar
berhayat, bunlar devrede… Buralarda üretilen ilimleri topluma, sokaktaki insana
aktaran ara müesseseler var. Daha doğrusu İslamî kimliği, şuuru, hassasiyeti
bütün olarak topluma yayan ve bunu devamlı kılan ara müesseseler, sosyal
müesseseler, dini müesseseler, vakıflar, tarikatlar var… Mesela bunlar
hayatta... Dolayısıyla sokaktaki insanın İslamî ihtiyacını, bilgi ihtiyacını,
motivasyon ihtiyacını, ahlak ve ibadet yönünden takviye ihtiyacını bu
müesseseler karşılıyor. İlim adamı, tabiri caizse, arka planda işin teorik
boyutunu üretiyor. Oradan bir şeyler alıp bunu somuta, müşahhasa aktararak
topluma mal eden bu ara müesseselerdir ve o an için devrededir. Alim kolay
kolay sokaktaki insanla muhatap olmaz. Onun ürettiği bilgi bir tık
hafifletilerek, belki biraz kolay anlaşılır hale getirilerek vaizler tarafından
dergahlarda ve sohbet halkalarında basitleştirilerek topluma anlatılır. Bu
mekanizma çok canlıdır. Ve bu çok canlı olduğu için biz geçmişte kolay kolay
yıkılmamışız. Yani çözülmemiş toplum… Toplumun İslamî kimliği, şuuru, algısı filan
ciddi bir zaafa uğramamış. Bugün gördüğümüz, yaşadığımız belayı sıralayacak
olursak;
1-) İlim adamları dediğimiz sınıfı yetiştirecek
müesseselerimiz yok. Yani ilim adamlarımız yok!..
2-) Üretilen bilgiyi topluma, onun anlayabileceği
şekilde aktaran ara mekanizmalarda ciddi sıkıntılar var.
3-) Toplumun kendisine o ilim adamından ve ara
mekanizmalardan önce ulaşmış, toplumu büyük ölçüde dönüştürmüş ya da dönüşüme
hazır hale getirmiş, küresel propaganda yapan enformasyon merkezleri var.
Dolayısıyla asimetrik bir durum var yani… Bir tarafta
devletler üstü müesseseler, Rockefeller vakıfları var. Her yerde isyanlar
çıkartıp devlete karşı, turuncu devriminden, sarı yeleklilere kadar
ayaklanmalar gerçekleştiren ve bunları örgütleyen ciddi devletler üstü vakıflar
var. Bunların emrinde televizyon kanalları var. Bunların emrinde sosyologlar,
siyaset bilimcileri ve antropologlar var. Bunların emrinde İslam bilimciler
var. Bunlar ha bire bilgi üretiyor, ha bire topluma ürettiği bu bilgileri
pompalıyor. Siz arkasından yetişmekle meşgulsünüz. Bugün birisi ortaya yeni bir
iddia atacak, hadi siz buna ne diyeceksiniz? Bununla meşgulsünüz ama bir
öncekini halletmediniz ki daha... Bir önceki, toplumun gündeminde duruyor.
Dolayısıyla, belki size garip gelecek ama benim şöyle bir tespitim var. Biz,
bizi devlete taşıyacak, Müslümanları İslam devletine taşıyacak mekanizmaları
göz ardı ederek doğrudan doğruya devleti hedeflersek biraz patinaja mahkum
oluruz. Çünkü devlet, Marksist literatürle söylersek eğer, üst yapıdır. Bu üst yapının
üstünde şekilleneceği, üstüne oturacağı bir zemin, bir temel, duvarlar vesaire
olacak ki devlet onun üstüne otursun. Şimdi, hemen şu anda Müslüman bir kadro
iş başında diyelim ki... Bu iş başındaki kadro, devleti nasıl İslamlaştıracak?
Milletini, İslamî kimliğini koruyacak bir kıvama nasıl getirecek? Yöneticinin
işi değil ki bu. Bu, ilim müesseselerinin, irşat müesseselerinin işi… İlim
adamlarının, gönül adamlarının işi... Peki bunlar yoksa ne yapacaksınız? Bugün
temel sıkıntımız bu… Onun için ben diyorum ki, bir öncelikler sıralaması yapın.
Listenin en başına İslamî ilimlerin ihyâsını, inşâsını, idâmesini koyun.
Siyasete harcadığımız enerjinin, paranın, vaktin başka hususlara harcadığımız
enerjinin, paranın, vaktin en azından önemlice bir kısmını bu alana
yoğunlaştırıp buradaki bu boşluğu dolduramazsak eğer, birileri İslam adına da
bir şeyler üretmeye devam edecek. İnsanımızın kimlik unsurlarını tahrip etmeye,
bu alanla da devam edecek. Biz de dediğim gibi sürekli arkadan koşturmanın
derdinde olacağız…
Mesela PKK’nın çeşitli isimler alan partileri tam da
bu kimlikleriyle meclise dahi giriyorlar. On binlerce insanın katili olan
terörist başına özgürlük isteyebiliyorlar. Bütün zift halleriyle,
ziftliklerinin aynen arkasında durmalarının onlara neler kazandırdığı da
ortada. Kaybeden de biz oluyoruz tabi. Hâl böyleyken, siyaset sahasına giren
Müslümanlar üstelik vatanın ekser çoğunluğuna müstenit iken, seküler nizamın
kalıplarına girmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Buna taktik, strateji
deniyor ve Anadolu insanından böylece alınan avansla bir şekilde yürünüyor.
Geldiğimiz nokta itibariyle eğilip bükülmektense aynen ortaya çıkmak daha çok
ve gerçek kazanımlar getirecek gibi görünüyor. Çünkü yapanlar, eğilip bükülme
yollu davranışlarıyla bir süre sonra yıkmaya başlıyorlar. İnanmadıkları şeyi
yaşadıkça yaşadıkları şeye de inanmaya başlıyorlar. İslam davasını Anadolu
insanına yaslanarak zümresinde aynen tebellür ettirecek ve umumun hissiyatına
tercüman olabilecek bir siyasi, içtimai, fikri yapılanmayı istikbalin
Türkiye’sinde görmek mümkün müdür? Bunun için izlenmesi gereken metotlar
nelerdir?
EBUBEKİR SİFİL: Elbette mümkündür. İmkan, mevcuttur...
İmkansız değil, muhal değil... Ama tabi bunun lazımeleri var. Tekraren
söyleyeyim. Bir baba evladının, çoluk çocuğunun ikbali söz konusu olduğunda ne
düşünür? Der ki; benim evladım iyi bir tahsil görsün, okusun, üniversite
bitirsin, mümkünse yüksek lisans, doktora yapsın, iyi bir dil öğrensin, iyi bir
işi olsun, kariyeri olsun, evi olsun, arabası olsun, iyi bir de eşi olsun…
Bundan iyisi Şam’da kayısı… Burada bitiyor... Her ana babanın tabii beklentisi
budur. Bunu anlarım ama arkadaşlar biz kolektif düşünmüyoruz… Yani… Bu alanda
bizim Yahudilerden öğrenecek çok şeyimiz var. Yahudiler kolektif düşünen bir
toplum. Belki azınlık olmaları itibariyle, belki kapalı devre çalışmaları
itibariyle, belki başka unsurların etkisi var bilmiyorum ama kolektif düşünen
bir toplum… Tevrat’ın Tekvin bahsinde mi, Tesniye bahsinde mi, bir yerde
geçiyor ama tam hatırlayamayacağım şimdi. Bir erkek kardeş ölüp geriye bir dul
eş bıraktığında, dul kadınla evlenip onu sahipsiz bırakmamak bekar erkek
kardeşin vazifesidir. Eğer o bunu reddederse -Tevrat’taki ceza olarak onun bir
teknik adı da vardı ama hatırlayamadım- dul kadın, ölen kocasının kardeşini
halkın huzurunda, toplumun ileri gelenlerinin önünde birtakım ritüeller de
yaparak orada rezil eder. Böyle bir müeyyidesi var. Neden? Kolektif düşünüyor
çünkü... “Ben sana emanettim. Sen şimdi bana sahip çıkmıyorsun. Gidip başka
biriyle evleneceksin. Oysa ben senin kardeşinin soyunu devam ettiriyordum. Bana
ilgisiz kaldın. Şimdi başka bir yere yöneldin.” der… Hiçbir Yahudi -Ortodoks
Yahudilerden bahsediyorum- evlendiğinde bu evliliği kendi şahsi işi olarak
görmez. Bu, Yahudi ırkının, Yahudi milletinin bir müessesesidir. Ben burada
Yahudi yetiştireceğim diyor. Bu şuurla, bu algıyla, bu motivasyonla evleniyor
bir Yahudi… Biz bunu kaybettik, çözüldük... Osmanlı’dan sonra bizi bir arada
tutan, görünür-görünmez ne kadar bağ varsa hepsi çözüldü… Dolayısıyla bir arada
düşünemiyoruz, kolektif düşünemiyoruz... Tam tersine, yani birbirimizden
uzaklaşmak için her türlü gerekçemiz mevcut... İki Müslüman şu ülkede bir araya
gelsin, misal, biri A cemaatinden, diğeri B fraksiyonundan olsun. Bunlar bir
araya geldiğinde önce ihtilaflarını konuşup çatışıyorlar. Bunu tercih
ediyorlar. Çünkü kimlik bilinci böyle oluşmuş. ‘’Benim durduğum yer en
doğrudur. Hakikat burasıdır. Sen de buraya gelmemekle şöyle şöyle yanlıştasın,
ihanettesin, zarardasın!..” diyor… Karşısındakini bulunduğu yere gelmeye ikna
etmek için çalışıyor. Oysa bir araya geldiğinde ittifaklarını konuşsalar… Başta
amentümüz, bu milletin mensubu olmamız, kültürümüz, tarihimiz… Ne kadar ittifak
alanımız var diye bunu konuşmaları gerek. Arada bir muhabbet oluşacak, bir
ülfet oluşacak… Belki o ihtilaflar da bir süre sonra anlamını kaybedecek. Ama
bunu yapamıyoruz. Çünkü bize; giydirme, sunî, yapay kimlikler oluşturulmuş...
Her birimizin böyle bir giydirme kimliklerimiz var ve bunları asıl yerine
koymuşuz. Bizim için orası olmazsa olmaz hale gelmiş. Orada yetişmişiz…
Müslümanlığımızı, İslamiyetimizi, kişiliğimizi orada bulmuşuz… Öğrendiklerimizi
orada… Doğru, bunların bir ehemmiyeti var... Ama kardeşim bunlar asıl değil ki,
bunlar sonradan edinilen şeyler... Ve bunlar bizi parçalıyorsa, özellikle bunu
oturup bir konuşmamız lazım… Yani bu kadar tarihi tecrübemiz var, bu kadar
ortak ilkemiz var, umdemiz var… Buna rağmen bizim insanımız bir araya gelip
birlikte bir şey yapamıyor. Yani bir araya gelme kültürü yok... Bunu nerede
arıyoruz? Bunu siyasette arıyoruz… İşte Türkiye’de bir Ak Partililer kitlesi
var şu anda. Öyle veya böyle, bir ülkü etrafında, belki bir menfaat etrafında,
bir siyasi proje etrafında birleşmiş insanlar bunlar... Bir süre sonra Allah
göstermesin bu siyasi kadro dağılır da bıraktığı bu boşluğa başkaları üşüşürse,
felaket bir şey çıkacak ortaya... Olması gereken neydi? Olması gereken, az önce
bahsettiğim o alt yapıda oluşmuş bir şuur, bir bilinç, bir kültür… Bunun
üzerine siyaset, bunun üzerine devlet, bunun üzerine iktidar… Bu olmadığı için
orada o oluyor. Biz aşağıda öbürünü sağlayamadığımız için yukarıda onlar
oluyor…
ebubekir sifil roportaj2Tam da bu noktada Hocam,
Kur’an ve sünnetten süzülmüş, ehl-i sünnet çizgisinde bir dünya görüşüne
ihtiyacın elzemliği tebellür etmiyor mu sizce?
EBUBEKİR SİFİL: Ediyor tabi ki, hiç şüphesiz!.. Fakat…
Ben size bir şey söyleyeyim arkadaşlar... Bugün şu ülkeyi bize versinler. Ehl-i
sünnet olmayı önemseyen insanlara, kadrolara bu ülkenin yönetimini versinler…
Ne yapabiliriz? Din alanında yetişmiş insanımız yok!.. Ekonomide yetişmiş
insanımız yok!.. Sosyal bilimlerde yetişmiş insanımız yok!.. Siyasette yok,
uluslararası ilişkilerde yok!.. Yok, yok, yok… Ne yaparız ya? Ben bilmiyorum.
İşte bugün görüyorsunuz hâli. Bu ülkenin belli sinir uçları hala direniyor...
Bu zulmü Müslümanlara reva görenler, ihtiyacından
bahsettiğimiz kadroların oluştuğu andan itibaren aslında fikren, siyaseten
kendilerini tehlikede hissedeceklerini önceden kestirdikleri için, bu kadroları
yetiştirecek müesseselerin zuhurunu da bir şekilde farklı metotlarla
engellemeye çalışıyorlar diyebilir miyiz hocam?
EBUBEKİR SİFİL: Bu dediğiniz şey ispat edilmiş bir şey
midir? Bir tahmin midir? Bir tercih midir? Bunu bilemem... Ama benim bildiğim
şu: Hiç öyle lafı eğip bükmeden açık ve seçik bir şekilde soralım. Türkiye’de
Müslümanlar Ak Parti iktidarları süresince ne kadar İslamî çalışmaya
yöneldiler? İslamî ilimlerin öğrenilmesi, öğretilmesi konusunda neler yaptılar
da Ak Parti buna engel oldu? Benim şahsen böyle bir tecrübem yok. Olanlar varsa
da bilmiyorum… Ama sanki şöyle bir durum var. Biz Ak Parti’den başlangıçta çok
şey bekledik... Fakat bir süre sonra baktık ki bu beklentilerimiz boşmuş, bu
parti bunları karşılamak niyetinde değilmiş… Buradan kaynaklanan bir hayal
kırıklığıyla biraz tepkisel davranıyoruz. Ak Parti’nin bu ülkeyi İslamlaştırmak
diye bir derdi olmaz ki… Böyle bir projeyi Ak Parti’den beklemek doğru olmaz
ki... Bir siyasi kadro, dünyanın bu ahvalinde, Türkiye’nin içinden geçmekte
olduğu kritik sürecinde hangi kadro olursa olsun “Ben Türkiye’ye İslam’ı
getireceğim arkadaş!” diyemez yani… Bu niyeti taşısa bile bunu kuvveden fiile
çıkaramaz. Buna imkan yok... Ama kaldı ki bir siyasi iktidardan ben bunu niye
bekleyeyim ki? Türkiye’de Müslümanların neyi yok? Neyimiz eksik bizim? Ben
Müslümanım diyen, ben ehl-i sünneti önemsiyorum diyen kesimlerin neyi eksik?
Parası mı eksik? İmkanı mı eksik? Müessesesi mi eksik? Hayır! Hiçbirisi eksik
değil!.. Ama biz doğru yerde, doğru zamanda, doğru yatırımı yapmıyoruz… Bu
yüzden de bu arıza tekerrür edip gidiyor. Arkadaşlar! benim şahsen -detaylarına
girmek istemem- yaşadığım öyle enteresan tecrübeler var ki... Yahu bu ülkede,
ben bir imam hatip lisesi, bir cami, bir Kur’an kursu yaptıracağım diye elinize
bir koçan makbuz alıp sokağa çıkın, altı ay sonra yaparsınız bunu… Bu ülkede
yaşayan insanlar hayırsever, İslamî hassasiyetleri öyle ya da böyle var… İçki
içeninde bile var... Bu adama gidip “Ben cami yaptıracağım, para ver.” Deseniz,
hemen verir... Fakat arkadaşlar, biz bu ülkede İslamî ilimler öğrenen, öğreten
müesseseler kurmak gibi bir şeyi gündemimize alıp, bunu sahip olduğumuz
imkanlarla mütenasip bir şekilde dışarıya taşıdık mı ki? Bunu yapmadık ki…
Sultan Fatih zamanında gerçekleşen bir divan toplantısında
devlet-i âliyyenin bütçesi konuşuluyor. İşte askeriye, kalemiye, seyfiye… En
son ilmiye sınıfının bütçesi konuşulacak… Şeyhülislam oturuyor orada... Padişah
bir kağıt çıkarıyor kuşağından, üstüne de bir rakam yazıp oraya koyuyor. Sonra
da Şeyhülislam’a dönüp, “Evet” diyor, “Lala sizin durumunuz ne, ihtiyacınız
ne?” Sultan Fatih döneminden bahsediyoruz bakın… Lala diyor ki:
“Sultanım! Oraya yazıp koyduğunuz rakamı gördüm. Eğer
onu bize takdir etmeyi düşünüyorsanız, bu ümmetin parasıdır, yazık buna… Bu
bize çok fazla.”
Sultan da diyor ki:
“Bu ülkede okuyan medrese talebelerinin yüzde onu alim
oluyor mu?”
Lala, “Evet. Ancak yüzde onu alim oluyor.” diyor.
Sultan da bu cevaba karşılık şöyle diyor:
“Biz o yüzde on için kalan yüzde doksanı beslemek
zorundayız. Bu rakam fazla değil.”
Şimdi arkadaşlar, takkeyi önümüze koyup düşünelim… Bu
ülkede ilmî müessese kurmak ve yaşatmak için ne yaptık? Herkes kendi vicdanında
bunu sorgulasın. Ne yaptık?
Bakın günümüzden bir örnek vereyim size… KURAMER
(Kur’an Araştırmaları Merkezi) diye bir müessese var. Diyanet Vakfı
destekliyor… Bazı firmalar destekliyor... Bu müessese Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın, 29 Mayıs Üniversitesi’ne bağlı bir Kur’an Araştırmaları
Merkezi... Burada görev yapan akademisyenler var. Geçen sene mi, evvelki sene
mi duyduğum rakam, tahkik etmedim, sadece duyum, bunun altını çizerek
söyleyeyim, o akademisyenlere KURAMER binası içinde geçirdikleri her saat için
takdir edilen miktar o zaman 300 liraydı. Bir akademisyen KURAMER’e gitse, 3
saat otursa, bir günlüğü 1000 lira... Otuz gün yapsa bunu 30.000 lira... Bu
adam niye öğretmesin ki kardeşim? KURAMER’e niye çalışmasın ki? Ayda 30.000
lira para geliyor oradan adama... Ki bu, bizim gördüğümüz... Arkadaşlar, o
baştan adını andığım uluslar üstü vakıfların, müesseselerin akıttıkları paranın
haddi hesabı yok!.. Türkiye’nin gündemi niye böyle? Cumhurbaşkanı niye falan
falan konularda bizi rahatsız eden şeyler söylüyor? Niye söylemesin ki?
Cumhurbaşkanının yanına vazgeçemeyeceği, müstağni davranamayacağı kaç kişi
koyduk da, onlar da ona doğruyu gösterdi de buna rağmen Cumhurbaşkanı yanlışta
ısrar etti? İtham etmek kolay, biraz iğneyi kendimize batıralım... Ben bunun
derdindeyim… Yahu hakikaten benim gecem gündüzüm bu mesele… Ne yaptık bu ülkede
biz? Tarikatlarımızın gündemine bakın. Hiç böyle bir gündemleri yok…
Cemaatlerimizin gündemine bakın. Vallahi hiç böyle bir gündemleri yok!..
Cumhurbaşkanından istediği an randevu alıp hemen ertesi gün yanına gidebilen
birisi –ben çok biliyorum böyle insanları- gidiyor Cumhurbaşkanının yanına –bu
insan bir tarikat şeyhi arkadaşlar- ve şunu söylüyor: “Efendim! Allah sizi
muhafaza etsin, başımızdan eksik etmesin... Dün gece bir rüya gördüm. Başınıza
bir kaza geliyordu. Aman helikoptere binmeyin!..” Cumhurbaşkanından ben randevu
talep edeceğim, tak diye bana verecekler randevuyu, gidip bunu söyleyeceğim
öyle mi? Ayıptır yahu!.. Bu ülkenin başka bir meselesi yok mu yani?
Cumhurbaşkanının gündemine bu ülkenin acil ve aslî ihtiyaçlarını sokacak bir
kadro… Bunu yapmamız lazım arkadaşlar... Bunu biz geçtiğimiz 80 sene boyunca
yapmadık, yapamadık, öyle oldu böyle gitti… Yahu bugün yapalım bunu ya!.. Bugün
böyle insanlar yetiştirmek için elimizde imkan var. Elimizde imkan var ama hâlâ
aynı ihmali devam ettiriyoruz… Bunun hesabını Allah bizden sorar… Bu işlerin
olmazsa olmazı var. Yani müstağni ilim adamları lazım… Bakın arkadaşlar, bu
ümmeti ayakta tutan sınıf dedik ya; eğer bir ilim adamının devlete karşı
istiğnası yoksa, sermaye sahiplerine karşı istiğnası yoksa, halka karşı istiğnası
yoksa, yani tam bağımsız değilse, bu ilim adamı ilim öğretemez, öğretemez,
öğretemez!.. Kendisini finanse eden cemaatin hassasiyetlerini yayar... O
cemaatin gündemine dahil olur, orada erir ve kaybolur gider... İmam Malik (RAH)
ne yapıyordu? Allah rahmet eylesin… Medine valisi kapısına geldiği zaman
hizmetçisi çıkıyor ve buyurun diyor. Vali:
“Kızım git de ki, Medine Valisi falan kişi gelmiş.
Mümkünse izin istiyor, içeri girecek...”
Hizmetçi gidip tekrar geliyor ve:
“İmam ne istediğinizi soruyor?’”
diyor. Dikkatinizi çekerim arkadaşlar… Kapıdaki insan
Medine’nin valisi... Böyle adamlarımız olacak bizim arkadaşlar... İlimin
izzetini, ufkunu, hassasiyetini gözetecek ilim adamlarımız olacak… Onlar
vazifelerini yapacaklar… Buna rağmen yukarıdaki rical-i devlet bir şey
yapmıyorsa ondan sonrasını oturup konuşalım...
Ama biz -hakikaten ben bu konuda mutmain değilim-
üstümüze düşeni yapmıyoruz. Başkaları etkiliyor kardeşim!.. Cumhurbaşkanı,
başkalarından huzur dersleri alıyor… Onu başkaları birife ediyor... Dolayısıyla
ortaya çıkan manzara bu... Bilmiyorum katılır mısınız, katılmaz mısınız? Benim
kanaatim bu...
Kıymetli Hocam! Ülkenin istikbalini, özellikle
İslam’ın istikbalini ilgilendiren her seçimde her şeye rağmen, ne pahasına
olursa olsun desteğimizi açık bir şekilde belirttik... 15 Temmuz darbesinde
sayın Cumhurbaşkanımızın milletimize seslenerek “Sokağa çıkın!” çağrısından
yaklaşık üç saat önce vakfımızın genel merkezinde, sosyal medya hesaplarımızdan
“Öfkeliyiz, silahlanıyoruz, darbecilerin başını ezeceğiz!..” diye ilan ettik…
(ES: Eyvallah, eyvallah…) Darbenin başarılı olduğu takdirde de ülkenin
Müslümanlar açısından açık hava hapishanesine dönüşeceğinden hiç şüphemiz yoktu
çünkü… Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin önüne ilk giden kadrolardandık... Hocam bütün
bunları, hassasiyetimizin yalnızca bu ülkenin istikbali ve İslam olduğunu
belirtmek için söylüyoruz… Az evvel konuştuğumuz hususta da Müslümanların
beklentilerinin istismar ediliyor olabilmesi düşüncesi de ister istemez
rahatsız ediyor Müslümanları…
EBUBEKİR SİFİL: Eder, etmelidir de... İstismar
edilmediğini de söyleyemem…
Evet…
EBUBEKİR SİFİL: Olabilir, mümkündür, ediliyordur,
doğrudur... Ama yani işte ben dönüp aynı şeyi tekrar söyleyeceğim… Yahu bu
ülkede bir ilahiyat fakültesi hocası çıktı ve “Kuran’da değiştirilmesi gereken
ayetler var!” dedi. Kimsenin çıtı çıkmadı... Bir başkası çıktı ve “Kuran’da
Allah bazı şeyleri allamış, pullamış, söylemiş... Bunların birçoğunun aslı
yok!..” dedi... Yine kimsenin çıtı çıkmadı… Ama bir hoca çıksın ve “Yahu
arkadaş! Bir kızla, bir oğlanı ergenlik çağına gelince evlendirin. Bunun
işlediği günah anasından, babasından, sizden, bizden sorulur!..” desin. Erkekse
bunu bir desin göreyim hadi! Ertesi gün kızılca kıyamet kopar!.. Peki niye
böyle? Hakikaten niye böyle? Biz bu etkiyi oluşturabildik mi ki? Bakın bunu
söyleyenler akademisyen… İlahiyat fakültesi hocası vasfı var bu insanlarda…
Peki bunların karşısında, bunların gösterdiği etkiyi gösterebilecek kaç tane
üniversite hocamız var? Yani işte kamuoyu ortada! Geçen gün bir özel sohbette
şöyle dedim:
“Yahu hele bir sayalım… Bu sapık fikirli adamlar
diyoruz ya, bunlar kaç kişi?”
Bir saydık, 15-20 kişi çıkıyor... “Bunların karşısında
konuşanları sayalım.” dedim… Bunlar kaç kişi? Sağdan saysak üç kişiyiz, soldan
saysak beş kişiyiz arkadaş... Bu bile bir göstergedir. Yani ben onu bunu
bilmem... Ben kendime bakıyorum... “Ben nerede ne ihmali yaptım? Neyi daha iyi
ve sonuç getirici biçimde yapabilirdim de yapmadım?” diye kendime soruyorum.
Bunu herkes kendisine sorsun… Ben İslam adına hareket ediyorum ve önümde bir
İslam alimleri grubu var mı yok mu? Bu hareketi planlayan-yürüten kimdir ve
vasfı nedir? Bir İslam alimi midir, siyasetçi midir, teknokrat mıdır, öğretmen
midir, yazar mıdır? Nedir? Bunu sorsun… Bu, pek çok şey söyler bize… Ha bu
demek değildir ki; öldük, bittik, küllüm olduk... Hayır, böyle değil... Bu
hassasiyet çok önemli… Bu ülkenin siyasi geleceği, İslamî geleceği, kültürel
geleceği konusunda gençlerin kafa yorması, endişe hissetmesi önemli bir şey,
hayati bir şey… Fakat bunu doğru bir yere kanalize etmek lazım... Aramızdan
yetenekli, İslamî ilimlere yatkın, dil öğrenmeye yatkın insanları seçip,
fonlayıp, finanse edip İslamî ilimlere yönlendirmemiz lazım. Gitsin öğrensin…
En az bir müsteşrik kadar öğrensin... Biz bu günlere müsteşriklerin çalışmaları
sebebiyle geldik. Ben iğneyi kendime batırmaktan yanayım… Hâlâ aynı şeyi
söylüyorum. Eğer öz eleştiri yaparsak bir yere gideriz… Çünkü bizim
tenkitlerimizle ne Ak Parti siyasetini değiştiriyor ne de başka bir şey
oluyor... Biz kendimizi tatmin etmiş oluyoruz ama biz öz eleştiri yapar da işin
tedbirini alıp pratik sonuç alacak uygulamalara geçersek işte o zaman bir
şeyler değişir, düzelir… Cenab-ı Hakk (CC) da bize, hareketimize rahmet ve
bereket verip önümüzü açar inşaallah…
İnşaallah Hocam… Az önce, ”Hakikati çekinmeden
söyleyen hocaların karşılaşabileceği sorunlar olabilir.” dediniz. Hocam, sanki
bizde şöyle bir manzara var… Kur’an’a ve sünnete doğrudan ya da dolayı olarak
saldıranlar sanki de Abbasilerin Memun, Mutasım ve Vasık ismindeki üç mutezili
halifesi devrinde yaşama rahatlığındalar. Yani Cumhurbaşkanımıza hüsnü
zannınızı hala koruyor olmasanız ve çalışmalarınızı bir lahza daha yüksek bir
tona çekseniz handiyse Ahmet Bin Hanbel Hazretleri gibi kırbaçlara havale
edileceğinizi düşüneceğiz. Bugünün kırbaçları ise o zamanın kırbaçlarından daha
çok acı veren itibar suikastleri. Recep Tayyip Erdoğan’ın yüzde biri kadar
gayret ve çaba göstermeyen bazı kadrolar bir de arkı tıkayan taşlar gibi akışı
akamete uğratıyorlar. Mesela İhsan Şenocak Hoca’nın maruz kaldığı şey…
Kadınların pantolon giyinmelerinin İslam’a uygun olmadığını söyledi ama onu
evvela Müslümanlar linç etmeye çalıştılar. Şimdi, İhsan Hoca ilahiyatçı, fizik
profesörü değil ki!.. Elbette hadisten, sünnetten o da kendisini dinleyene
sohbet edecek. Ama mesela muhafazakar bir gazeteci çıkıp bu hadise üzerine “Ne
yani bizim kadın bakanlarımız da pantolon giyiniyor. Günaha mı giriyorlar?
Saçma!” diyebildi. Allah Resulü’nün (SAV) ruh ve fikir ikliminden bir uzaklaşma
hali var gibi. Bu ahvali toplu halde değerlendirebilir misiniz?
EBUBEKİR SİFİL: Bunu normal görürüm... Yani açıklaması
mümkün anlamında normal görürüm, meşru anlamında değil… Normaldir, yani, Ak
Parti’nin programına, kendini ifade ediş tarzına, icraatlarına baktığımızda
zaten pür İslamî bir hareket olmadığını Ak Parti’nin kendisi söylüyor. “Biz,
muhafazakar demokratız.” diyorlar... Yani bir muhafazakar demokrat partiden
daha fazla ne beklenir? Yani demokrat tarafını ihmal edip, demokrat kelimesinin
içine giren kitleleri ihmal edip, muhafazakar tarafına mı ağırlık vermesini
bekliyoruz? Bu doğru değil. Ama az önce söylediğim şeyi tekrar söylemiş olayım.
Bu hükümet üzerindeki özgül ağırlığı fazla olan kesimler demek ki “Kur’an’dan
falan ayeti değiştirelim.” diyenlere herhangi bir tepki, herhangi bir çıkış
sadır olmasına izin vermiyor. Demek ki böyle bir şey var. Arkadaşlar! Bundan
yüz sene önce bir oryantalistten duyduğumuzda tüylerimizi diken diken eden
şeyler, bu ülkede artık Müslüman olduğunu ifade eden insanlar tarafından
söyleniyor. Oryantalistler, “İslam yanlıştır! İslam eksiktir! İslam
zararlıdır!” diyorlardı da onun için söylüyorlardı bunu… Bunlar da “İslam
doğrudur da, şunları şunları eksiktir, yanlıştır!..” demek için söylüyorlar...
Bunların hükümet ve siyasetçiler üzerinde etkili olması şaşırtıcı bir şey
değil... Çünkü az önce de ifade ettim, biz -yani bu işlerden rahatsız olan
kesimler- bu konuda gerçekten tecrübe eksikliği yaşıyoruz... Ufuk ve basiret
eksikliği yaşıyoruz… Fedakarlık eksikliği yaşıyoruz... Planlı, programlı,
projeli, ses getirecek biçimde bir çalışma stili ve çalışma alışkanlığı henüz
edinemedik. Ak Parti elbette sütten çıkmış ak kaşık değil. Ama şu da var. Ak
Parti bu ülkede muhafazakar kelimesinin içine sokupta oy aldığı ya da o
çerçevede görüp de oy almayı umduğu kesimleri rencide etmekten, karşısına
almaktan da akıllı siyasetin gereği uzak durur. İnanmasa bile bunu yapmayı
yanlış bulur. “Ben oradan oy alıyorum.” der çünkü… Mesele bu… Demek ki biz
henüz toplumla bu anlamda tam buluşamadık, kucaklaşamadık… Toplumsal desteği
temin edemedik... Bir hocanın başına bu tarz bir şey geldiğinde bir toplum,
tepkisini Ak Partinin telefonlarını kilitleyecek şekilde gösterseydi böyle
olmazdı herhalde... Ama sıkıysa karşı taraftan birine bunu yapın!.. Böyle bir
itibarsızlaştırmayı ona yapın, bir göreyim bakayım!.. Bunu göze alamazlar...
Neden? Sayısal olarak değil ama özgül ağırlık olarak bu adamlar fazla da
ondan... Hakikaten fazla... Yani nedir bunu sağlayan bilmiyorum... Böyle bir
etkinliği var onların… Ben de Türkiye’de siyasetçi olsam, o kafada, o formatta
herhalde ben de onları daha çok önemser ve dikkate alırım… Çünkü beri taraf
çantada keklik olarak görülüyor... Gider bir cenazede bir Kur’an okursunuz,
teknolojiler, şehir hastaneleri, savunma sanayiindeki ilerlemeler, yollar,
köprüler, yurt dışı operasyonlar gibi yaptığınız hizmetleri anlatırsınız.
Bunlar da o kitlenin oyunu ve gazını almak için yeterlidir…
Kıymetli Hocam! Bahsettiğiniz şeyleri göz önünde
bulundurursak, Şah-ı Nakşibend Hazretlerine atfen söylenen “Huzur,
huzursuzluktadır!..” sözü ile birlikte reisimiz Servet Turgut’un ‘’Derdi
olmayan adam, derttir!..’’ sözlerinden kastedilen muradın tam olarak bu
toplumda makes bulmadığı anlamına mı geliyor bu söyledikleriniz?
EBUBEKİR SİFİL: Evet, aynen o anlama geliyor…
Hocam bilmem çalışmalarımıza aşina mısınız? Karınca
kararınca “O (SAV) ne diyorsa, o!” sırrınca, kendi devrimizde, Allah Resulü’ne
(sav) her şeyimizle sadakat göstermeye çalışıyoruz. (ES: Allah razı olsun.)
Seriyye kelimesini, havi olduğu mana ile birlikte doğrultma gibi bir niyetimiz
de var. Batı tefekkürü ile ilgili hücum içerikli sohbetlerimiz oluyor birkaç
yıldır. Reisimiz Servet Turgut bunları 5-6 cilt halinde eserleştiriyor, yakında
çıkacak inşallah… (ES: İnşaallah…) Şimdiye kadar üstünde gereği kadar
durulmamış, yanlış ve eksik bir şekilde bizde yer etmiş Batı düşüncesini,
kaynağından irdeliyoruz... Sokrates’in vahdaniyetçi birisi olmadığını, aksine,
putperest ve eşcinsel olduğunu, öğrencilerinin ve o döneme projektör tutan
Batılı felsefe tarihçilerinin eserlerinden öğreniyoruz. Ama gelin görün ki
Abbasiler devrinden itibaren İslam tarihi boyunca Sokrates’in sanki de Yunan
tanrılarına ve putperestliğine karşı çıkan vahdaniyetçi bir mütefekkir olduğu
düşüncesi yerleşmiş. Bizdeki yansıması olarak, misal İbn-i Sina’nın “Maddenin
ezeliliği ve tanrının cüziyatı bilip bilemeyeceği” gibi hususlardaki
düşünceleri, aslında Antik Yunan filozoflarının düşüncesidir. Malumunuz olduğu
üzere İmam Gazali Hazretleri de bu hususlarda İbni Sina ve Farabi’yi Tehafütü’l
Felasife isimli eserinde tekfir etmiştir. Sokrates, Platon ve Aristo’nun
patronajında neşet etmiş Farabi, İbn-i Sina ve İbni Rüşt gibilerin oluşturmaya
çalıştıkları şeye bu yüzden ‘İslam Felsefesi’ değil ‘İslamsı Felsefe’ diyoruz.
Bununla ilgili de birkaç eser yolda inşallah… Bu konu hakkında söylemek
istediğiniz, tavsiyede bulunup, nasihat edeceğiniz hususlar var mıdır?
EBUBEKİR SİFİL: Evet... Teşekkür ederim… Biz, yani
İslamî İlimler ile haşır neşir olanlar -mutlak anlamda söylemiyorum ama genel
olarak- felsefeden ve felsefecilerden uzak dururuz. Etrafımıza da bunu telkin
ederiz. Aslında bu mutlak anlamda doğru bir şey değil. Felsefe yapmış
insanların, felsefecilerin tamamı batılda değil, tamamı yanlış yolda değil, tamamı
küfre bulanmış değil... Bunlar arasında İslam’a ciddi hizmet etmiş olanlar da
var. Mesela bir Fahrur Razi hem bir kelamcıdır hem de felsefecidir. Adı İslam
filozofları arasında geçen birçok kimse daha sayabilirim aynı şekilde… Dikkat
ederseniz Felasife-i İslam kesiminin Ulema-i İslam ile pek bir münasebeti, bir
teması yoktur. Bunlar arasında böyle münasebetleri olanlar da var. Bunları
birbirinden ayırarak götürmeye çalışmak lazım. Felsefenin gücünden, etkisinden
müspet biçimde istifade etmek lazım. Buna bigane kaldığımız sürece, felsefe
üreten ve yapan insanların, ürettiği zararlar ile de mücadele etmek zorunda
kalıyoruz çünkü… Bu önemli bir şey... Ama bu söylediğiniz de doğru. Yani,
felsefenin ve felsefecilerin zararlarıyla o zaviyede mukabele etmek, etkilerini
o zaviyeden dengelemeye çalışmak uzun süredir bizim de -Türkiye için
söyleyeyim- ihmal ettiğimiz bir şey… Bu ülkede aklı başında olup da felsefeyle
ilgilenen kaç tane insanımız var? Hakikaten enteresan bir şey, burası da boş
bıraktığımız bir alan. Biz boş bırakınca Mehmet Bayraktar, Teoman Duralı gibi
adamlar bu alanı dolduruyor. Bunlar felsefeci olarak “Evrim İslam’a aykırı
değil!” deyince mesele bitiyor kardeşim!.. Öbür taraftan Mustafa Öztürk çıkıp
bir tefsirci olarak bunu söylediğinde, diğer taraftan bilmem hangi fıkıhçı bunu
söylediğinde insanımızda oluşan şey “Evrim aslında iyi bir şeymiş de bize
evrimi başından beri kötü anlatmışlar.” oluyor. Yapacak çok işimiz var
arkadaşlar…
Hocam yaklaşık üç yıldır felsefeyle iştigal
ediyoruz... Bu iştigalimiz arttıkça ve mevzular derinleştikçe gördük ki bu
bahsettiğiniz ehl-i sünneti boğmaya çalışan modernistler, motivasyonlarını,
Batı medeniyetini inşa edip ayakta tutan Sokrates, Platon ve Aristo’nun
düşüncelerinden alıyorlar. Bu düşüncelere nispeten bir İslamî (!) düşünce tarzı
oluşturmaya çalışıyorlar. Misal çok… Kamuoyunun da yakından tanıdığı bir hoca
çıkıp İbni Sina’ya kafir deyince bahsettiğimiz kesim tarafından bağnazlık ve
cahillikle suçlandı. Gerek kamuoyunun baskısından çekindiği gerekse bu konu
hakkında yeterli donanıma sahip olmadığı için topu İmam Gazali Hazretlerine
atarak “Ben demiyorum, İmam Gazali diyor.” dedi. Biz bu anlamda, İmam Gazali
Hazretlerinin 12. asırda İslam’ın itikadî, ahlakî, düşünsel ve fikrî anlamda
hukukunu korumak için yazmış olduğu “Tehafütü’l Felasife” isimli eserindeki
muradı 21. yüzyılda da yürütme derdindeyiz... Bahsettiğimiz, rahatsız
olduğumuz, fırsat bulsalar bir bardak, bir kaşık suda bizi boğacaklarından emin
olduğumuz bu kesimler, gerçekten güçlerini oradan alıyorlar. Biz felsefe
okumaları yaparken, hakim kürsüsüne İslam’ı, sanık kürsüsüne ise felsefeyi
koyuyoruz. Zaten fikrimizin de kendisinden neşet ettiği, Büyük Doğu mimarı
Üstad Necip Fazıl Kısakürek “Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu” ismini vermiş
olduğu eserinde de aynı ölçüyü benimseyip felsefeyi sorgulamıştır. Kıymetli
Hocam! Katî bir şekilde müşahede ettik. Bunu net bir şekilde delilleriyle,
ispatlarıyla evrak evrak, sayfa sayfa, kitap kitap listeleyebiliriz. Bu
modernist, ehl-i sünnet muazırı kesim, hakim kürsüsüne, Sokrates, Platon ve
Aristo’nun şahsında Batı düşüncesini, sanık kürsüsüne de İslam’ı oturtmuş ve
bunu da topluma yutturmuş durumdalar. İslam’a nispeten felsefeyi
sorgulamıyorlar da, felsefeye nispeten İslam’ı dizayn etmeye çalışıyorlar...
EBUBEKİR SİFİL: Evet, tekraren söyleyeyim… Kategorik
olarak felsefenin kendisinde bir sorun yok, bir kısım felsefecilerde sorun var.
Mesela Birûni’yi biraz okudum. Birûni’de aykırı bir şey görmedim.
Birûni daha çok bilim tarafıyla bilinir...
EBUBEKİR SİFİL: Evet, ama bu adam bir filozof...
Hakikaten birçok alanla ilgilenmiş. Tıp alanı ile, tarih alanı ile ilgilenmiş…
İslamî ilimlere taalluk eden meselelerde eserleri var. Yani bu işin bizatihi
kendisi felsefe, felsefenin kendisi zaten kötü bir şey değil... Bir kısım
felsefecilerin baskın ağırlığı var. Yani o ağırlıktan kaynaklanan bir felsefe
imajı var. Biz de buradan rahatsız oluyoruz. Yoksa, dediğim gibi biz bunu
İslamî aklın oluşumunda ve çalışmasında pek ala istifâde edebileceğimiz bir
alan olarak istihdam edebiliriz. Yeter ki bu alanda kafa patlatan, bunu bilen,
içinden salim bir şekilde çıkan insanlarımız, kadrolarımız olsun... İşin temeli
yine eğitime dayanıyor. Eğitim, eğitim, eğitim…
Hocam sohbet tatlı, sizi de Allah için seviyoruz… Arzu
ederiz ki sabaha kadar konuşalım. Ama kıymetli vaktinizi de çalmak istemiyoruz…
EBUBEKİR SİFİL: Allah razı olsun, teşekkür ediyorum…
Şeref verdiniz, teşekkür ederim… Hassasiyetler ortak olunca dil de çözülüyor
böyle kardeşim…
Biz sizi Allah için seviyoruz, takip ediyoruz,
destekliyoruz… Eserlerinizden istifade ediyoruz… Bizi zaten Ankara’dan buraya
sürükleyen motivasyon da bu… Allah yar ve yardımcınız olsun, dua edin inşallah
bizlere de kıymetli Hocam…
EBUBEKİR SİFİL: Amin… Allah, cümlemizin ayaklarını
kendi yolunda sabit kılsın. Allah razı olsun kardeşim. Kalp kalbe karşı...
Bereket getirdiniz, hoş geldiniz, sefa geldiniz, gittiğiniz yerlere selam
götürün…
Ve aleyküm selam Hocam. Reisimiz Servet Turgut’un da
sizlere çok selamı var...
EBUBEKİR SİFİL: Ve aleykümselam ve rahmetullah… Sizler
de kendisine selam ve muhabbetler götürün… Allah yar ve yardımcısı olsun…
Sallallahu ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain. El-Fatiha…
KAYNAK: Ebubekir Sifil ile Röportaj (seriyyedergisi.org,
8 Ocak 2019).