Hikâye ve Roman Yazarı (D. 1969, Cennetpınarı köyü / Çayırlı / Erzincan – Ö. 21 Mayıs 2019, Erzincan). İlkokulu kendi köyünde okudu. Kars-Susuz Kazım Karabekir Öğretmen Lisesi, Erzincan Eğitim Fakültesi ve Açık Öğretim Fakültesi’nden mezun oldu.
1991
yılında Adıyaman’da öğretmen olarak göreve başladı. On iki yıl görev yaptığı bu
şehir onun yazarlık hayatına bir başlangıç oldu. İlk öykülerini Adıyaman’da
yazdı. Daha sonra Tekirdağ- Çerkezköy’de iki yıl görev yaptıktan sonra kurumlar
arası geçiş yolu ile Erzincan Kız Yetiştirme Yurdu’na öğretmen olarak atandı.
İki yıl müdürlüğünü de yaptığı bu kuruluşta sekiz yıl çalıştıktan sonra yine
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı Engelsiz Yaşam Merkezine öğretmen
olarak atandı. Vefatına kadar hayatını Erzincan’da sürdürdü.
İlk
öykü çalışması 1991 yılında kaleme aldığı ''Teşi'' öyküsüdür. Hikâye ve roman
çalışmalarının yanı sıra, yerel bir gazetede köşe yazılarına da devam etti. Bir
memur sendikasının düzenlemiş olduğu anı yarışmasında bir kez birincilik, bir
kez de jüri özel ödülü aldı. İlesam ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesi ve Erzincan
Şube Başkan Yardımcısıydı. Evliydi, bir oğlu var.
Hamdi
Ülker, kanser hastalığına yenik düşerek, 21 Mayıs 2019 Salı günü Erzincan
Binali Yıldırım Üniversitesi Mengücek Gazi Eğitim ve Araştırma Hastahanesinde vefat
etti. Cenazesi, aynı gün öğlen namazına müteakip Erzincan Camii Kebir’de
kılınan namazdan sonra Terzibaba Mezarlığına defnedildi.
Kitapları:
Bedel
(Roman, 2010; Sarıkamış - Ölümsüz Kar Çiçekleri adıyla 2014), ), 1914 - 90000
Sarıkamış (2011), Bana Aşkı Anlatır mısın? (Roman, 2014), Son Cemrem (Öyküler, 2014),
Dergah - İçimdeki Eşkıya (Roman, 2017), Gökmavi (Roman, 2015), Kardelene
Mektuplar (Öyküler, 2015), Kanayan Çiçekler Zamanı (2017), Yedi Levin Akşamı
(2017), Doğu
Ekspresi (Öyküler, 2019),
KAYNAKÇA:
Hamdi Ülker ile söyleşi (elestirihaber.com, 21.11.2017), Hamdi Ülker kitapları
(tilkikitapyayinevi.com,.kulekitap.com, sozcukitabevi.com, idefix.com,
21.05.2019).
HAMDİ ÜLKER İLE
SÖYLEŞİ
Hikâyelerine
İlham Veren Kardelene Hasret Bir Gönül Ehli Hamdi Ülker’le “Gökmavi” Altında
Söyleşi…
Fatma TÜRKDOĞAN
Bu
ayki konuğum eğitimci-yazar / hikâyeci / romancı / şair / gazeteci /eleştirmen
Hamdi Ülker. Doğduğu topraklara duyduğu vefayı, yaşadığı coğrafyanın kültürel
değerlerini eserlerine yansıtıp kültür elçiliği yapan güçlü bir kalem…
Müsaadenizle sohbete başlayım.
Hamdi
Ülker Hocam, kişinin kendisini anlatması zordur. Ziya Paşa; “Âyinesi iştir
kişinin lafa bakılmaz” der. Adettendir
yine de soralım kimdir Hamdi Ülker?
Erzincan’ın
Çayırlı ilçesine bağlı Cennetpınar Köyü’nde atmışlı yılların son senesinin bir
bahar gününde dünyaya gelmişim. Anneme göre yağmurun, çamurun gırla gittiği bir
ilkyaz günü, babama göre ise “ne bileyim oğlum, bir bahar günüydü işte” dediği
gibi gün… Doğumumdan akıllarda kalanlar bunlar. Lakin bir gerçek vardı ki doğum
zamanımı yıllar sonra evdeki eski kitapları karıştırdığım zaman görmüştüm. Ben
doğduğum zaman ilkokula giden ağabeyimin raftaki tozlu kitaplardan birisinin
arka sayfasına alfabenin çocukçası ile yazdığı tarih ile birlikte “bir kardeşim
oldu” adlı nottu.
İlkokulu
kendi köyümde okudum. Kars-Susuz Kazım Karabekir Öğretmen Lisesi, Erzincan
Eğitim Fakültesi ve Açık Öğretim Fakültesi’nden mezun oldum. 1991 yılında
Adıyaman’da öğretmen olarak göreve başladım. On iki yıl görev yaptığım bu şehir
benim yazarlık hayatıma bir başlangıç oldu. Zira ilk öykülerimi Adıyaman’da
yazdım. Daha sonra Tekirdağ- Çerkezköy’de iki yıl görev yaptıktan sonra
kurumlar arası geçiş yolu ile Erzincan Kız Yetiştirme Yurdu’na öğretmen olarak
atandım. İki yıl müdürlüğünü de yaptığım bu kuruluşta sekiz yıl çalıştıktan
sonra yine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı Engelsiz Yaşam
Merkezine öğretmen olarak atandım. Halen aynı kurumda öğretmen olarak görevimi
sürdürmekteyim. Hikâye ve roman çalışmalarımın yanı sıra, yerel bir gazetede
köşe yazılarıma da devam etmekteyim. Bir memur sendikasının düzenlemiş olduğu
anı yarışmasında bir kez birincilik, bir kez de jüri özel ödülü aldım. İlesam
ve Türkiye Yazarlar Birliği üyesiyim. Evliyim bir oğlum var.
Yayınlanmış
her eserinizle ilgili bilahare sorular yönelteceğim size, bir de sizden
öğrenmek isterim eserlerinizle ilgili kısa kısa bilgileri.
İlk
eserim dedemin hayatını konu alan
“Bedel” adlı romanımdır. Daha sonra “Sarıkamış” olarak yeniden basıldı.
Sırasıyla:
Dergâh
“İçimdeki eşkıya”, Roman
Bana
Aşkı Anlatır mısın? Roman
Son
Cemrem, Öyküler
Kardelene
Mektuplar, Öyküler
Doğu
Ekspresi, Hikâye
Gökmavi,
Roman
Duygu
ve düşüncelerinizi, yüreğinden taşıp gelen sözcüklerinizi ilk kez ne zaman
kâğıda döktünüz? Edebiyatın hangi türüne daha yakındınız o zamanlar? İlk ciddi
öykü çalışmanız 1991’de kaleme aldığınız “Teşi” adlı hikâye ile başladığını
biliyoruz. Nedir sizi hikâyeye iten güdü?
Ülkemizin
ufuklarında haşin postal seslerinin yankılandığı seksenli yıllar benim Kars
Öğretmen Lisesi’nde okuduğum yıllardı. Bir kış akşamının yorgun ve hayata
küsmüş karanlığında, üzeri kirden ve yağdan katman bağlamış muşamba örtülü
masada birkaç arkadaşımla birlikte zoraki olarak karnımızı doyurmaya
çalışıyorduk. Statükoya olan isyanımız her nedense hep o saatlerde depreşir,
asi duygularımız yine o saatlerde ayyuka çıkar, içimizde biriktirdiklerimizi
hep o saatlerde dışa vurmayı tercih ederdik. Zira akşamın karanlığında
kusurlarımızı gizleyecek ve işlediğimiz her cürümden sonra kolayca sırra kadem
basacağımızı zannederdik.
Bir
akşam yine isyana müsebbip bir yemek menüsü olmasına rağmen hiç kimse sesini
çıkaramıyor ve bulaşık suyundan az hallice çorbaya kaşıklar aheste aheste
batırılıp çıkarılıyordu. Hemen karşımdaki boş masada elindeki sopanın üst
kısmını avucunun içerisine saplamış ve çenesini de onun üzerine koyarak
gözlerimin içine manalı bakışlarla bakan Edebiyat Öğretmenimiz Mustafa Terzi
duruyordu. Onunda bu tür şeylere karşı tahammülü olmadığını çok iyi biliyordum
ama nöbetçiydi ve kuralları uygulamakla mükellefti. Onun manalı bakışları
eşliğinde tabağa batırıp çıkardığım kaşığı bir parça kepekli ekmekle birlikte
zoraki olarak ağzıma sokuyor, arada bir de yanmış salça ile karartılmış
makarnadan bir parça alıyordum. Mustafa Hocam ise bıyık altından gülümseyerek
beni ifrit etmeye devam ediyordu. Bir ara yanıma doğru yaklaşıyor ve kulağıma
doğru eğilerek “nimete kusur bulmak doğru değildir,” diyor ve yanımdan
uzaklaşıyordu. O akşam bütün bakışlarım Mustafa Hocamın üzerindeydi ve ağzına
bir şey koymadan yemekhaneden çıkıp gitmişti. Biz biliyorduk ki İstanbul’dan
sürgün gelmiş, evi barkı olmadığı içinde arada bir bizimle yemek yiyordu. Tabiî
ki güzel yemek olduğu zamanlarda…
Bana;
“nimete kusur bulunmaz” diyen adam nimete kusur bulmuş ve o akşam bir şey
yemeden çıkıp gitmişti. Fakat kendisine olan saygım ve sevgim ,“Abıhayat” adlı
kısa taşlamalı öykümü yazmama mani olamamıştı. Onun nimet diye tabir ettiği bir
kepçe bulaşık suyuna benzer çorba ve bir parça kararmış burgulu makarnadan
başka bir şey değildi ve bir akşam vaktinde, henüz delikanlılık çağına yeni
adım atmış gençlere yemeleri için diretiliyordu.
O
akşam ikinci mütalaada, hiçbir işe yaramayacağını ve başıma bela açacağını bile
bile akşam yemeğinde içtiğimiz çorbayı hicveden “Abıhayat” isimli kısa öykümü
kaleme alıyordum. Tabiî ki çok geçmeden yakalandım ve yine disiplin cezası
almaktan da beni Mustafa Terzi Hocam, yazının edebi değerini öne sürerek
kurtarıyordu.
Lise
yıllarımda başlayan bu yazma serüvenim öğretmenliğe başladığım zamanda Gökmavi
adlı günlüğümle devam etti. Her nedendir bilmem ama kendimi hikâyeye daha yakın
görmüş, her zamanda hikâyeyi önemsemiştim. O merakım öğrencilik yıllarımdan
beri devam ede gelmiştir.
İlk
hikâyem olan “Teşi” yi 1991 yılında yazmıştım. Görev yaptığım köye gidebilmek
için bindiğim köy minibüsü yolun kaygan olması sonucu kayarak yoldan çıkmıştı.
Arabada bulunan bir kadın ise elindeki teşi denilen aletle yolculuk boyunca
yünden ip eğirmeye devam ediyordu. O nasıl bir sevdaydı anlamak mümkün değildi.
Araba kaza yapmış, herkes arabadan aşağıya inmişti. Lakin o hâlâ arabanın
içerisindeydi ve hâlâ ip yapmaya devam ediyordu. Bu manzara beni çok etkilemişti
ve gidip ilk fırsatta ajandam Gökmavi’nin, Denizkızı’na ayırdığım temiz
sayfalarına yazmıştım. O hikâye ile hikâyeciliğim resmi olarak başlamış oldu.
Bildiğim
kadarıyla Mola Yayınlarından çıkan “Dergâh-İçimdeki Eşkıya” isimli romanınız
Sinop Cezaevi’nin hücrelerine kapatılmış, ıslahı mümkün olmayan azılı eşkıya
Abbas, hapishaneyi ziyarete gelen dönemin Adalet Bakanı’na sesini zorda olsa
duyurur… Demokrat Parti iş başındadır. Genel af çıkarılmış, tüm mahkûmlar
salıverilmiştir. Gidecek yeri olmayan Abbas kendisini Gümüşhane’deki bir
dergâhta bulur. Mutsuz ve umutsuzdur, kaçıp kurtulmak istedikçe daha da
içlerine dalar… Bir gün tüm endişelerine rağmen memleketine gitmek için oradan
ayrılır. Yol aman vermez… Günahkâr bir katilin inançları ile mücadelesi, Allah
tarafından affedilmeme korkusu ve bir tarikatın iç dünyasını ele alan, sosyal
bir yaraya parmak basan farklı, akıcı bir macera romanı… Bu romanın ne kadarı
gerçek, ne kadarı kurmaca?
Evet,
Dergâh adlı romanımda bu dünyanın bir umutsuzluk yeri olmadığını vurgulamaya
çalıştım. Bir insanın ne kadar günahkâr olursa olsun bir başkasının vereceği
yahut devletin verdiği ceza ile aklanamayacağını, asıl meselenin Allah katında
aklanmak olacağını vurgulamaya çalıştım. Dolayısı ile bu tür bir eseri yazarken
gerçeklerden uzak kalamazdım. Bir eşkıyanın serencamı ve dergâh yaşantıları,
dergâh gelenekleri büyük bir oranla gerçekleri yansıtmakla birlikte kurgu kısmı
da yok değildir. Büyük kısmı hayatın gerçekleri, bir kısmı ise kurgudur.
İlk
eseriniz, daha sonra 2014 yılında Tilki Kitap tarafından basılmış “Sarıkamış”
adlı roman. Kitap; “Askere gitmemek için bedel ödemeyenlere inat, yaşadığı
yetmiş yıllık ömrünü gün gün, saat saat bedel ödeyerek geçiren, hayatının
sonunda ise yakasında bir GAZİ Madalyası bile bulunmayan Dedem Hafız Halil
(Kara Halil) ve bu vatan için bedel ödeyenlerin aziz hatırasına…” cümlesiyle
tanıtılıyor.
Sarıkamış
Dramı; Enver Paşa ile Albay Hafız Hakkı’nın kişisel tutkularının çatışmasından,
çılgınca tutumlarından, gerçekleri görmezden gelerek acımasız emirler
vermelerinden doğmuştur. İki hafta içinde doksan bini aşkın Türk genci; iki buçuk metre kar altında, eksi yirmi beş
derece soğukta, iki bin, üç bin rakımlı yükseklikte –Sarıkamış- yazlık elbiseyle,
yarım çarıkla bir kurşun atamadan donarak şehadet şerbeti içmiştir. Türk Tarihi
açısından bir dönüm noktası olabilecek bu savaş, yapılan hatalar zinciriyle
hezimetle sonuçlanmış, vicdanlarda büyük yara açmış, tarihe kara bir leke
olarak düşmüştür…
Tarihi
Roman yazmak zordur zira konuya hâkimiyet gerektirir. Uzun araştırma ve
inceleme yapılması elzemdir. Bu bağlamda nereden aklınıza düştü böylesine
zahmetli bir kitap yazmak?
Bedel,
yani Sarıkamış benim çocukken dinleyerek büyüdüğüm bir hayat hikâyesidir.
Dedemin o savaşta yaşadığı her şeyi annem ve dayım sürekli anlatırlardı. Sonra
bir gün kader beni oralara sürükledi ve Kars Öğretmen Lisesini kazanıp gittim.
Altı yıl boyunca Sarıkamış’tan her geçtiğim zaman o anlatılanları gözümde
canlandırıp hayal ettim. Lise yıllarımın sonuna doğru o zamana kadar hafızama
yazdığım bu hikâyeyi bir gün yazmam gerektiğine karar verdim. İlerleyen
zamanlarda ise oturup yazdım. Sarıkamış tarihi bir belgeselden ziyade dedemin
hayatından bize yansıyanları anlatmaktadır ve benim ilk eserimdir. Bu romanı
yazdığım zamanlarda tarihi bir roman yazmanın zorluklarını düşünerek ve göze
alarak özellikle askeri arşivlerden yararlanmayı düşünmüştüm. Lakin bu mümkün
olmadı. Çok zorluklarla karşılaştığım için arşivlerden faydalanamadım. Bir süre
yaptığım düşünce etütleri sonucunda benim anlatacaklarımın tarihle ve o
zamanlarla çelişen bir yönü olmadığı kanaatine vardım ve oturup yazdım.
Üçüncü
kitabınız 2014 yılında Mola Yayınlarından çıkan “Bana Aşkımızı Anlatırmısın?”
adlı roman. Şiirlerle bezeli lirik, akıcı ve hazin bir aşk hikâyesi…
Yetiştirilme tarzından doğan birbirine tezat yaşam ve değer yargıları taşıyan
birbirine âşık iki gencin bir türlü engel olamadıkları cinsellikten uzak, temiz
ve saf bir aşkın hikâyesi sizin cümlelerinizle resmediliyor kitapta.
Kitaplarınızı okuduğumda dikkatimi çeken tek şey; mekân, roman- öykü
karakteri- kendi yaşadığınız
coğrafyadan, kendi yaşantınıza yakın yaşantılardan – öğretmenlik, yetiştirme
yurdu- aile büyükleri- yansımalar oldu. Hâl böyle olunca kurgudan ziyade
yaşanmış kadar gerçek olay gibi geçiyor okura.
Realist bir tutumunuz var. Yoksa yaşadığınız veya şahit olduğunuz
olayları mı hikâye ediyorsunuz?
Bana
Aşkı Anlatır mısın? Adlı romanım ülkemizde var olan yetiştirme yurdu gerçeğini
anlatan bir romandır. Yetiştirme yurdunda büyüyen özellikle genç kızların
hayata uyum sürecinde yaşadıkları sıkıntıları anlatmaktadır. Üniversite
bitirmiş ve öğretmen olmuş bir genç kızın bir gazinoda şarkı söyleyen bir
şarkıcıdan para harcamayı öğrenişi gösteriyor ki, yetiştirme yurtları bu ülkede
bir boşluğu doldursa da hayatın her aşamasına yetişmekte eksik kalıyor.
Bu
güne kadar hep karşılaştığım realiteleri ya da bu gerçeklerin etkisinde kalan
olayları yazdım. Bundan sonraki yazarlık sürecimde bu böylece devam eder mi
bilemiyorum.
Şair
Cemal Safi dördüncü kitabınız,“Son Cemrem” adlı öykü kitabının önsözünde şöyle
seslenir okura:“Benim tanıdığım kadarıyla dost yazar Hamdi Ülker dörtdörtlük
bir edebiyat adamı ve eleştirmeni. Daha önce Sarıkamış, Bana Aşkı Anlatır mısın
ve Dergâh adlı romanlarını okumuş çok duygulanmıştım. Türk Dil Kurumu
tarafından yayınlanmış olan “Uzak Uçan Kuşlar” ve “Miras” adlı hikâyelerinin de
bulunduğu on üç eserden oluşan kitabının adı Son Cemre, Tilki Kitap tarafından
yayınlanmak üzere okumak bahtiyarlığına eriştim. Çok etkilendim. O kadar
duygulandım ki keşke ben şair Cemal Safi değil de dost Hamdi Ülker gibi bir
hikâye yazarı olsaydım diyecek kadar imrendim. Bu kitabı okuduğunuzda bana hak
vereceğinizden eminim. Kendisine edebiyat yolunda selamet diler, Türk edebiyatı
adına teşekkür ederken Sâfi sevgilerimle gözlerinden öperim.”
Son
Cemrem, (s. 56) da: “Bir turaç mevsimi daha gelmişti. ‘Çukurova, turaç senin öz
kuşun’ diye mırıldanırdı her sonbaharda. Birçok zevki vardı ama ovalarda turaç
avlamanın zevki onun için bir başkaydı. Yaz boyunca beslenmiş sülün gibi uçuşan
kınalı kuşları görünce dayanamazdı. Sevdiği bütün kuşların seslerini çıkarmak
onun en sevdiği şeylerdendi. Uzun zamandır turaç sesi çıkarmamıştı. ‘Füt…
fütfüt… füt…’ birkaç kere denedi ama artık nefesi yetmiyordu. “En büyük zevkimi
nasıl unuturum?” dedi kendi kendine…” diyorsunuz. Hikâye ve romanlarınızı
okuduğumda buram buram ata toprağı kokusu ve yaşanmışlık kokuyor. Kurmaca
metinleri oluştururken düş gücüne mi yoksa gözlemlerinize mi önem verirsiniz?
Her
ikisi de çok önemli. Düş gücü, gözlemsiz yani hayatın gerçeklerinden uzak
olursa Erzincan’da doğup büyümüş bir insanın Çukurova’yı anlatması mümkün
olmayacaktı. Olsa da gerçeklerden uzak olduğu için okuyucu tarafından ciddiye
alınmayacaktı. Ben o hikâyeyi yazarken Çukurova’da doğup büyümüş bir insanın
anlattıkları ve kendi düş gücümü sentezleyerek yazdım. Bütün eserlerimde
hayatın gerçeklerinin bu zamana kadar bende bıraktığı iz ve hayallerimi olanca
gücümle kullanmaya çalıştım. Bunu şimdiye kadar tam anlamda başarabildim mi,
bilemiyorum ama her geçen gün kafa yorduğum ve üzerine titrediğim bu konu beni
güçlendiriyor. Bu konudaki başarı değerlendirmesini biraz da okuyucuya bırakmak
lazım diye düşünüyorum.
“Kardelene
Mektuplar -Sessiz Dünyaların Sevdası” adlı kitabınızın ilk öyküsü olan, “
Munzur’un Kızı”; “Bir eski zamandı. Çocuktum, toydum. Uçsuz, bucaksız koyakların dağ yamaçlarına
sokulduğu bir noktada beyazlar içinde bir kardelen çiçeği gördüm.” tümcesiyle
başlıyor. Sanıyorum zor coğrafyaların simge çiçeği kardelene meftunluğunuz o
anda başladı ki sonrası içinde yirmi aşk mektubunun bulunduğu “Kardelene
Mektuplar” adlı eserinizin ilk omurgası o günlerden oluştu… Bir söyleşinizde: “
Yazar cesur olmalıdır.” demiştiniz. Zordur en mahrem duyguları faş etmek,
vuslata erişmek için bir türlü geçmek bilmeyen günlerin yakıcı harıyla
kavrulmak… Her ne kadar değişmeceli anlamda olsa da tutkulu aşkınız…
Birbirinden bağımsız gibi gözükse de birbiriyle ilintili yirmi hikâyede
kardelene methiyeler düzüyor, aralara serpiştirdiğiniz şiirlerle yolunu
hasretle beklediğinizi hissettiriyorsunuz okura:
“gel
sımsıkı tut ellerimden kardelen / yüreğim yüreğine kilitlensin / ve yüce
kayalara uzansın bakışlarımız / türküler söyleyelim seninle / içinde nice
baharlara özlem / nice derin gecelere sitem / nice ayrılıklara matem olsun /
gel tut ellerimden sımsıkı / içimizde sadece / taze baharlara susayan /
kardelen hasreti olsun…”
Hemen
hemen her hikâyenin sonuna, “yüreğimin Dede Korkut’u ya da yüreğimin ak
kartalı” olarak nitelendirdiğiniz Bahaeddin Karakoç Üstada ait, “Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman” adlı şiiri
eklemeniz hikâyeye ayrı bir lezzet, letafet katmış…
“Dilimde
sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü / kar yağmış dağlara, bozulmamış ütüsü /
rahvan atlar gibi ırgalanan gökyüzü / gözlerimi kamaştırsa da geleceğim sana
/şimdilik bağlayıcı bir takvim sorma bana / ıhlamurlar çiçek açtığı zaman
Ay,
şafağa yakın bir mum gibi erimeden /
dağlar çivilendikleri yerde çürümeden / bebekler hayta hayta
yürümeden / geleceğim diyorum, geleceğim sana / ne olur
kesin bir takvim sorma bana / ıhlamurlar
çiçek açtığı zaman
Beklesen
de olur, beklemesen de / ben bir gök kuruşum sırmalı kesende / gecesi uzun süren karlar-buzlar ülkesinde /
hangi ses yürekten çağırır beni sana / geleceğim
diyorum, takvim sorma bana / ıhlamur
çiçek açtığı zaman
Bu
şiir böyle doğarken dost elin elimdeydi / sen bir zümrüd-ü ankaydın, elim
tüylerine deydi / sevda duvarını aştım, sendeki bu tılsım neydi? / başka bir
gezegende de olsan dönüşüm hep sana /
kesin bir gün belirtemem, n`olur takvim sorma bana/ ıhlamurlar çiçek açtığı zaman.
Eski
dikişler sökülür de kanama başlarsa yeniden / yaralarıma en acı tütünleri
basacağım ben / yeter ki bir çağır beni çiçeklendiğin yerden / gemileri
yaksalar da geleceğim sana / on iki ayın
birisinde, kesin takvim sorma bana / ıhlamur çiçek açtığı zaman.
Bak
işte, notalar karıştı, ezgiler muhalif / hava kurşun gibi ağır, yağmursa arsız
/
ey
benim alfabemdeki kadim Elif / ne güzellik, ne de tat var baharsız /
güzellikleri yaşamak için geleceğim sana /
geleceğim diyorum, biraz mühlet tanı bana / ıhlamurlar çiçek açtığı
zaman.
Ihlamurlar
çiçek açtığı zaman / ben güneş gibi
gireceğim her dar kapıdan / kimseye uğramam ben sana uğramadan / kavlime
sâdıkım, sâdıkım sana / takvim sorup
hudut çizdirme bana / ben sana
çiçeklerle geleceğim / ıhlamurlar çiçek
açtığı zaman.
Bahaeddin
KARAKOÇ (Uzaklara Türkü)
Olağanüstü
doğa betimleri, ancak karşı cinse hissedilip kaleme alınacak kadar sevgi yüklü
hitapla ismini zikrettiğiniz kardelene hitaben yazdığınız aşk mektuplarının
arasına ve sonrasına uladığınız şiirlerle anlatımı güçlendirip zenginleştirmek,
dinamizm katmak farklı bir anlatım şekli olmalı… Edebiyatın sınır tanımazlığı
içinde, cesur olmaktan kastınız bu muydu Sayın Hamdi Hocam?
Bir
insan; yüreğinde yoğurduğu, mayaladığı duyguları (her ne olursa olsun) korkak
kelimelerle anlatacaksa bunun inandırıcılığı olmaz diye düşünüyorum. Cesur
olmak; tabiri caizse kişinin mahremlerini faş etmesi değildir. Yüreğinde
beslediği sevdayı bir kardelen çiçeğine bezeyip olanca ihtişamı ve inceliği ile
ifşa edebilmektir. Benim de yüreğimde yıllardır bir Anadolu sevdası vardı.
Sevdam vardı ve ben o sevdamı Fırat Nehri’nin sesini dinleyerek, Munzur’un
yamaçlarında yaşamıştım. Kardelen ise; bakışlarımın, yüreğimin meylettiği
maşuktu. Ben bu duyguların naçiz bir bedenle birlikte toprak olup gitmesine
asla göz yumamazdım. Bahsini ettiğim cesaret tamamen kişinin kendisi ile
birlikte yok olup gidecek edebi duygularını ifşa etme cesaretidir.
Başka
bir bakış açısı ile olaya eğilmek gerekirse, ben 657 sayılı Devlet Memurları
Yasasına tabi bir öğretmenim. Yasanın koyduğu ölçüler çerçevesinde özgürüm
yani. İnsanın etrafını ihata eden bu katı devlet ve örfi kuralları örselemek
yahut yıkıp geçmek gibi bir güce sahip değilim. Konulan bu kurallar ölçüsünde
ne kadar özgür olunabilecekse o özgürlük sınırlarını sonuna kadar zorlamak
benim bahsettiğim cesaretin tanımıdır. Özellikle bu yasanın getirdiği
yaptırımlar, bu yasaya tabi insanları bu zamana kadar pusturmuş, susturmuştur.
Son yıllarda yaşanan demokratik ve özgürlükçü gelişmeler umut vericidir. Fikir
özgürlüğü önündeki bütün engeller kalkmamıştır ama insanların önü az da olsun
açılmıştır. Sekiz yıl kadar bir zaman önce gazetede yazmış olduğum bir fıkradan
dolayı almış olduğum uyarı cezası beni korkutsaydı bugün bu satırları karalıyor
olamayacaktım. Bu yüzden de bir nokta da ceza almaktan da korkmamaktı o bahsini
ettiğim cesaret…
“Kardelene
Mektuplar” adlı öykü kitabınızdaki hikâyeleri ben anlatıcıyla anlatıp dururken
yüreğinizdeki aksakallı dervişin, “Yürü dünyam, takip et beni!” repliğiyle kâh
yollara düşüyor kâh hikâyenin bir bölümünü -kayaların mazisini, türkülerin
çıkış hikâyesini, o yörelerde yaşamış zatların yaşamını, kilise ve tapınakların
geçmişini, yöresel efsaneleri, Emir Gülabi Bey’in bedduasını- ona
anlattırıyorsunuz. Yirmi hikâye baştan sona sizi anlatıyor… Aslında yüreğinize
buruk bir ayrılığın tınılı sesi gibi gizlediğiniz karasevdanız kardelene
arzuyla, tutkuyla kavuşmayı beklerken çocukluğunuzdan başlayarak vuslat
mevsimine erişmek olmalı muradınız… Çocukluğunuzun yokluk yıllarını, kendi
yaptığınız oyuncaklarınızı, yüreğini kale surları gibi ihata eden o kalın duvarların
yine yüreğinden süzülüp gelen birkaç damla gözyaşı ile eriyebildiğini yaşayarak
gördüğünüz babanıza yer vermişsiniz hikâyelerinizde. Kars-Susuz Kazım Karabekir Öğretmen Lisesi’ne
gidişinizi, dedeniz Kara Halil’i, yaşadığınız yörenin doğal ve kültürel
zenginliklerini, 26-27 Aralık 1939 tarihinde Erzincan’ı yasa boğan otuz iki bin
dokuz yüz atmış iki canı yitirdiğimiz depremi kaleme almışsınız… Ayrıca
misafiri olduğunuz Zeki Bey’in anlattığı Deliktaş’ın adı geçtiği türkünün ve
Keriman Abla’nın hikâyesi çok etkileyiciydi… “Titreyen Bir Gecenin
Demleri”(s.55) adlı hikâyenizin sonunda; sevgili dostum, eğitimci yazar; şair,
deneme ve hikâye ustası Yegâh Elif Mirzade mahlasını kendisine çok
yakıştırdığım Rana İslam Değirmenci’nin bir şiirine yer vermeniz farklı bir
lezzet katmış hikâyenize:
“(…)güzel
bir şiir istediler, yürek ve gözler bu dem / herhalde şiir yazmanın vakti
gelmiş de ondandır bendeki elem / gözüm gibi koru yüreğimi, ey Mevla’m! / göz,
ağlar mı şu titreyen yüreğime; bilmem ama denerim / ağlamak bedava ya; ağlarım
güzelliğin aşkına vara yoğa / aldırma sen bana / derdimi yürekliye anlat hele,
kalemim…”
Anı-hikâye ibaresi bulunmuyor kitabınızın
üzerinde ama ben öyle olduğunu sezinledim, yanılıyor muyum?
Kardelene
mektuplar, ikinci isminden de anlaşılacağı üzere “Sessiz Dünyaların
Sevdası”dır. Anadolu’muzun beslediği, barındırdığı ve yüreğinde büyüttüğü
sayısız değerlerimiz vardır. Bu değerler bizim kültürümüz, arşivimizdir.
Akademisyen bir dostum ve ağabeyim olan Tahir Erdoğan Şahin Beyefendi ile bir
gün dağlarda, ovalarda dolaşırken bana her gördüğü kayanın resmini çekmemi
söylüyordu. Ben de; “manası olmayan kayanın ne diye resmini çekeyim!” diye
tepki gösterdiğim zaman bana dönerek; “ Bu topraklardaki hiçbir şey manasız
değildir. Hiçbir manası olmasa bile o kaya nice kartallara yuva olmuştur. Belki
nice savaşlarda düşman kurşunlarına göğsünü siper etmiştir. Bu yüzden hiçbir
kaya manasız değildir. Bir de işin şu boyutu var. Sen kaç yaşındasın?” diye bir
soru ile nasihat zincirine bir halka daha ekliyordu. Yaşımın kırk beş olduğunu
söylediğim zaman ise; “ O kaya diye basite aldığın binlerce yıldır yaşıyor.
Bizim kültürümüzde yaşlıya saygı vardır.” Diyordu.
Halikarnas
Balıkçısı’nın (Cevat Şakir Kabaağaçlı) “Koca Yurt” adlı eserinden çok
etkilenmiştim. Ayrıca günümüzün Dede Korkut’u Ak Saçlı Kartal Bahaettin
Karakoç’un özellikle “Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman” adlı şiirinden çok
etkilendim ve ortaya bu mektuplar çıkıverdi.
Bu
değerlerimizi öyküler halinde yazmak, sevda mektupları haline getirmek yahut
şiirimsi cümlelerle anlatmak doğal olarak, kendiliğinden gelişti. Öykü, mektup,
şiir, anı ve deneme karışımı bir eser olarak ortaya çıktığı için üzerine türünü
yazmakta zorlandık. Lakin genel çerçeve itibariyle “öykü” sınıfına dâhildir.
Yaşadığımız
topraklar yani Erzincan depremlerle anılan bir şehir. Depremler olup geçiyor,
en azından yaşamasam da rivayetlerden hafızama yazılmış o kadar deprem
hikâyeleri var ki. Büyüklerimizden dinledik, yaşayanlardan dinledik. 1939
depremini yaşayan büyüklerimden dinledim. 1992 depremini ise askerde olduğum
için yine yaşayanlardan dinledim. Bu yörenin çocuğu olarak bu dramın
hikâyelerime yansımaması mümkün değildi…
Değerli
insan Edebiyatçı- Yazar- Şair Rana İslam Değirmenci’yi ilk önceleri sosyal
medyadan tanımıştım. O aralar Munzur Dağları ile ilgili bir hikâye yazmayı
planlıyordum. Kendisine konuyu açtığımda meğer birçok ortak yönümüz olduğunu
fark etmiştim. O da benim gibi Kars’ta bir süre yaşamış, Munzur’u görmüş bir
insandı. Onun kendisi ile müsemma olmuş ismi ve mahlasının yanı sıra benim de
“Munzur’un Kızı” diye kendisine hitap edişim hoşuna gitmiş ve çok geçmeden bana
bir şiir yazarak göndermişti. Ben de o şiiri Kardelene Mektuplardaki
hikâyelerime eklemiş ve onun jestine karşı bir jest yapmıştım…
“Doğu
Ekspresi” adlı öykü kitabınız; Erzincan iline bağlı, Tercan(Mercan)
İlçesi’ndeki tren garına uğrayan Doğu Ekspresine, Kars- Susuz Öğretmen
Lisesi’nde yatılı okuyan öğrenci Hamdi’nin binme çabalarıyla başlar. Kış
günüdür, tren olumsuz hava koşullarından dolayı gecikmiştir. Oğlunu yolcu
etmeye gelen baba; ömrünce kimseden sevgi, şefkat görmediği için kimseye de
göstermeye pek alışık değildir. Hamdi ilk kez, hırçın dalgaları andıran
mizacının arkasına gizlediği o ince duyguyu, suyunun sert akışını, lakin
yüreğinin bir gül yaprağı kadar narin olduğunu görür babasının gözlerinin
yaşarmasından… Babası köye gidecek tek arabaya yetişmek için acele eder.
Oğluyla vedalaşır ama bir müddet sonra elinde bir yiyecek paketiyle geri döner…
Aradan geçen yıllar içinde Hamdi öğretmen olmuş, yuva kurarak çoluk, çocuğa
karışmıştır. Yine aynı istasyondadırlar, babasını arar gözleri… Babalar
Günü’nde, kaybettiği babası için kaleme
aldığı mektup kulaklarında çınlar…
Hepimizin
çocukluğumuza dair nice yürek burkan anıları vardır. Çocuk gamsızlığıyla
üzerinde durmasak bile zamanla içimize işler o anların ağırlığı. En çok o yaşta
muzla tanışıp nasıl yeneceğini bilmemenize takıldım kaldım. Hatıralar peşi sıra
sürükledi beni… Duru bir Türkçeyle kaleme alınmış, yokluklar içinde var oluş
hikâyesi… Değerli hocam Şeref Yılmaz, “ Şiirin girişi, hikâyenin ise bitişi
vurucu olmalıdır,” der. Kitabınız duygu, hüzün ve hasret yüklü bir finalle
nihayete ermiş… Gerçekten bir çocuk olarak zor günler miydi o günler?
Çok
zordu. Neden diye soracak olursanız, Kars Öğretmen Lisesi’ne yatılı olarak
okumak için gönderildiğim zaman üzerimdeki süveterin boyu, annemin ölçüleriyle
bir karıştı. Yani on iki yaşına yeni girmiş bir çocuktum ve ailemden ayrı kalıp
gurbete gitmiştim. O zamanlarda okuyabilmenin tek yoluydu. Zira köyümüzde yahut
yakın bir yerde okuyabileceğim bir ortaokul ve lise yoktu. Köyde doğmuş,
çocukluk yıllarını köyde geçirmiş bir çocuğun bu süreçte yaşamış olduğu şeyler
kolay şeyler olamazdı. Yatılı okuldaki ilk günlerim aklıma geldiği zaman
burnumun kemikleri sızlar hep. En çok da okula ilk gittiğim günlerde, giyecek
temiz elbisemiz kalmadığı zaman ne yapacağımızı bilemeyip birbirimizle sessiz
cümlelerle paylaştığımız o gizli muhabbetlerimiz aklıma gelince çok
duygulanırım.
Sonra
büyüdük, alıştık, hayatı öğrendik ama babamın gönderdiği mektup ve para ben
okulu bitirinceye kadar hâlâ en asgari yirmi günde elimde olabiliyordu. Bugünkü
şartlarla kıyasladığım zaman “hayli zor bir zamandı” demeden geçemiyorum.
Şimdilik
son kitabınız henüz çiçeği burnunda bir roman olan “Gökmavi, -Bir Sevdadır
Adıyaman; ”Doksanlı yılların başıdır.
Irak – Amerika kavgasının, terör örgütünün özellikle kırsaldaki köyleri
basıp insanları katlederek kendini kabul ettirme çabaları alabildiğince devam
ederken, Adıyaman’da göreve başlayan yirmili yaşlardaki genç bir öğretmen,
hayatı öğrenme ve hayata tutunma çabası içindedir… Mücadele içindeki genç
öğretmeni, devletine küsen bir kesim halkı, nüfusunun büyük bir kısmı ülkesini,
bayrağını seven Kürt vatandaşların oluşturduğu Adıyaman ilinden ülkeye bakışı,
gökyüzünün renginin herkes için mavi olduğunun gizemli sırlarının genç bir
öğretmenin hayallerde kalan aşkı ile karılıp, sonsuza kadar uzanacak umut
ışıklarıyla geleceğe uzanan ve dünyayı çevreleyen ateş çemberine inat
kucaklaşan kültürlerin hikâyesidir, “Gökmavi”
Yine hayatın içinden seçilmiş bir konuyu anlatıyor… Gerçeklerden yola
çıkılarak kurgulanmış, kangren haline gelmiş, kaşıdıkça cerahatlenip baş veren,
cennet ülkemizin Güneydoğu’sunu yangın yerine çeviren hadiselerin ele alındığı gerçek hayatları irdeliyor, “Gökmavi” Tümünü
kurmaca olarak kaleme aldığınız eseriniz var mı Sayın Hocam?
Şu
an için tamamen kurmaca olarak kaleme aldığım bir eserim olmadı. Hikâyelerimin
hepsinde hayatın ta kendisi var. Gökmavi’de bu gerçek hayatın içinden kopup
gelen eserlerimden birisi. Bu eserimin birinci kısmı tamamen kurmaca olsa da
geri kalanı gerçek bir hikâyedir.
Öğretmenliğe
ilk başladığım zamanlarda mavi kaplı bir ajandam vardı ve farklı bir kültürün,
farklı bir hayatın içerisindeydim. Bu yüzden de o günleri kayıt altına almak
gibi bir hayalim olmuştu. Gökmavi’nin, Denizkızı’na ayırdığım sayfaları ilk
önceleri öğretmenlik hayatımın ilk günlerinin güncesiydi. İlerleyen zamanlarda
bu yazdıklarım anılara ve kısa öykülere dönüşmeye başlamıştı. O zamanlarda
görev yaptığım bölge çok hareketli ve sıkıntılıydı. Bu yüzden de sürekli kayıt
altına alabilecek bir olayla karşılaşmak mümkündü.
İki
yılı aşkın bir süredir tuttuğum günlüklerim, yazdığım öykülerim Gökmavi’in
sayfalarında bayağı bir yer kaplamaya başlamıştı. Bu yüzden de Gökmavi’yi
sürekli yanımda taşıma ihtiyacı hissediyordum. Daimi refakatçimdi yani. Bir gün
Sömestri tatilini ağabeyimin yanında geçirebilmek için otobüsle İzmir’e gittim.
Otobüsün bagajına bir valiz bir de el çantası vermiştim. Yolculuk bitip indiğim
zaman o el çantasının olmadığını görmüştüm. Muavin o çantayı yanlışlıkla
Turgutlu’da bıraktığını söylüyordu. Bana birkaç saat sonra çantayı yazıhaneden
alabileceğimi söylemişler ve ben de güvenerek beklemiştim. Lakin o bekleyiş çok
uzun sürmüştü. Hatta aleyhime sonuçlanan bir dava ile Adliyeye kadar sürüp
gitmişti. İşte o yıllar süren bekleyiş bir gün Gökmavi diye bir eserin ortaya
çıkmasına sebep olmuştur.
Henüz
proje aşamasında olan eserleriniz var mı?
Olmaması
mümkün değil. Hani o yatılı okulda bir akşam yemeğinde o bulaşık suyundan az
hallice çorbayı içip sonrasında da elime kalemi alıp “ab-ı hayat” adlı yazımı
yazdığım günden beri sürekli yazmak için bir bahanem oldu. Bu bahanelerim ömrüm
vefa ettiği müddetçe de devam edecektir.
Şu
an için Iğdır yöresinin ananelerinin ve 1915 olaylarının anlatıldığı uzun bir
hikâye çalışmam var. Sonrasında yine roman ve hikâye projelerim var. 657 sayılı
Devlet Memurları Yasasına tabi bir öğretmen olarak zamanın ve mekânın müsaade
ettiği sürece bu devam edip gidecek.
Severek
okuduğunuz, feyz aldığınız yazarlar kimlerdir?
Aytmatov,
Dostoyevski, Balzac, Tolstoy, Steinbeck vb. yabancı yazarlar.
Peyami
Safa, Kemal Tahir, Ömer Seyfettin, Cevat Şakir, Sevinç Çokum, Orhan Pamuk,
İskender Pala… Beğenerek okuduğum yerli hikâye ve roman yazarlarıdır.
Yazmayla
hemhal olan genç kalemlere usta bir kelam üstadı olarak neler önerirsiniz?
Her
şeyin başı okumaktan geçiyor. Merak etmek, o işi dert etmek tabiî ki çok
önemli. Biraz da bir üzüm salkımı misali daha iyi tatlanabilmek için güneşte
yanmak gerekir diye düşünüyorum. Çile çekmeden, emek harcamadan ortaya bir
şeyler çıkmıyor. Çıksa da “eh işte, öylesine,” denilip geçiliyor.
Kimi
zaman hayat bir ajanda sayfasında birbirine ilintilenmeye çalışılan kelimelerle
başlıyor. Zaman geçtikçe üzerine bir şeyler ekleniyor ve git gide bir kule
oluveriyor. Tecrübeler, kelime dağarcığının zenginliği ve yazmaktaki mahareti
insanı ustalaştırabilir. Henüz hayatında okuduğu kitap sayısı ve dağarcığındaki
kelime sayısı sınırlı olan insanların yazdıkları da çok iyi olmayabilir.
Kısacası hikâyecilik hayal etmekle başlıyor ve üzerine koyabildiğiniz her
sağlam malzeme ile yükselip yüceliyor. Gençlerimiz bizim geleceğimiz,
umudumuzdur. Bunun için boynuz kulağı geçmeli ve onlar bizlerden daha iyi
şeyler yapmalılar. Çok çalışmalı, hayatın her safhasını dikkate alıp kayıt
altına almalılar ve dünya edebiyatında söz sahibi olabilecek eserler
üretmelidirler.
Şiir, hikâye,
roman diye sorsam, cevabınız birer cümle olarak ne olurdu?
Şiir;
az kelime ile çok şey anlatabilme sanatıdır.
Hikâye;
gönül okşamalı, yüreklere işlemelidir.
Roman;
yıllar, hatta asırlar sonra bile özelliğinden bir şey kaybetmeyecek kadar güçlü
olmalıdır.
Yaptığım
söyleşilerde klasik hale getirdiğim on kelime ve çağrıştırdıkları bölümünde
vereceğim kelimeler için ne dersiniz?
Sevgi;
güç kaynağı
Çocukluk;
temel taşı
Öğretmenlik;
sadece bir meslek değil
Huzur;
dönüşebilir enerji
Fedakârlık;
İnsan olmanın gereği
Doğa;
gerçek mekân
Kültür;
birikim
Yaşam;
olmazsa olmaz
Yokluk;
tecrübe
Vicdan;
insan
www.elestirihaber.com
takipçileri adına size yönelttiğim sorularımı yoğun edebi ve mesleki çalışmalarınız
arasında, samimi bir lisanla verdiğiniz cevaplar için teşekkür ederim.
Kitaplarınızın yolunuz açık, okurunuz bol olsun Sayın Hamdi Ülker Hocam.
Çok teşekkür ederim. Hazırlık aşamasından
tutun da soruların oluşturulup bana yöneltilmesine kadar tamamen bir emek ve
samimiyet gördüğüm bu söyleşi, edebi kişiliği olan bir insana verilebilecek bir
değerin göstergesidir. Sizi, yayın platformunuzu ve o güzel yüreğinizi bütün
samimiyetimle tebrik eder, başarılı çalışmalar dilerim…
KAYNAK:
Fatma TÜRKDOĞAN / Hamdi Ülker ile söyleşi (elestirihaber.com, 21.11.2017).