Türkiye Asıllı İngiliz Yahudi Yazar (D. 1935, Ankara - Ö. 5 Mart 2019). Ailesi Sefarad Yahudisi olan Moris (Musa) Farhi, İstanbul Robert Kolejinde okudu. Edebiyat Fakültesi’nden 1954’te mezun olduktan sonra İngiltere’ye eğitimini sürdürmek için gitti. Londra'da Tiyatro Sanatları Kraliyet Akademisi'nde (Royal Academy of Dramatic Art - RADA) eğitim gördü. 1956 yılında mezun oldu ve Londra'da yaşamaya devam etti. Kısa bir aktörlük kariyerinden sonra yazmaya başladı.
Uluslararası
PEN Kulübü'nün 1994-1997 yılları arasında Hapishanedeki Yazarlar Komitesinin
(Writers in Prison Committee) İngiltere yöneticisiydi ve International PEN'in
1997-2000 yılları arasında Yazışma Komitesindeydi. 2001 yılında Kraliçe
Elizabeth II adına İngiltere hükümeti tarafından Moris Farhi'ye MBE unvanı
verildi.
Yazmaya
1960’larda başladı. Pek çok sayıda televizyon oyunun yanısıra kısa hikâyeler ve
şiirler de yazdı. 1972’de ilk romanı ‘The Pleasure of Your Death’ yayımlandı.
İkinci romanı ‘The Last of Days’den sonra televizyon için yazmayı bıraktı.
Yabanda Yolculuk (Journey Through the Wilderness) 1989 yılında yayımlandı.
1970’lerin
ortalarından bu yana İngiliz PEN derneğinin bir üyesi olarak da çalıştı.
1988'den
itibaren Cezaevindeki Yazarlarla ilgili olarak çalıştı ve çeşitli konferanslara,
toplantılara katıldı. Avrupa, Afrika ve Kuzey ve Güney Amerika'ya uzun
gezilerde bulundu.
5
Mart 2019 Salı günü hayatını kaybeden Moris (Musa) Farhi, 2001 yılından beri
Uluslararası PEN Kulübü'nün başkan yardımcılığı görevini sürdürüyordu.
Moris
Farhi, ilk şiir kitabı “In Songs from Two Continents”ın tanıtımı, 30 Eylül 2011’de, Londra Yunus Emre Türk
Kültür Merkezi’nde gerçekleşmişti.
Ödülleri:
Children
of the Rainbow adlı romanı iki ödül almıştır: İtalya'da Associazione Them
Romano'dan "Amico Rom" ödülü (2002) ve Almanya'da Kültür ve Bilimler
Akademisi'nden "Özel" ödülü (2003).
Türkçe
Yayımlanan Eserleri:
Yabanda
Yolculuk (1998, Çev. Enis Üser), Genç Türk (2005, Çev. Niran Elçi),
Gökkuşağının Çocukları (2005, Çev. Niran Elçi), Atanmış Erkek (2010, Çev. Atanmış
Erkek), Türk Yahudi Göçmenlerin Yeni Vatan Yaşam Hikayeleri – IV (Derleyen: Rıfat
N. Bali, 2019).
KAYNAKÇA:
Yazar Moris Farhi’den ilk şiir kitabı (eurovizyon.co.uk, 30 Eylül 2011), Yazar
Moris Farhi hayatını kaybetti (hürriyet.com.tr, 06.03.2019), Moris Farhi:
Ankara'dan Londra'ya "Çoğulculukla" Yoğrulmuş Bir Yaşam (Çeviri:
Renata Katz, bianet.org, 9 Mart 2019), Moris Farhi kitapları (1000kitap.com, kitap.ykykultur.com.tr,
17.03.2019).
MORİS FARHİ:
ANKARA'DAN LONDRA'YA "ÇOĞULCULUKLA" YOĞRULMUŞ BİR YAŞAM
Çeviri: Renata
Katz
Farhi,
2008’de Şalom Gazetesi’nin 60. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlediği, “Doğu
ve Batı arasında sıkışmış bir kimlik: Dünümüz, bugünümüz ve yarınımız” konulu
panele konuşmacı olarak katılmıştı. “Cennette bir evlilik? Ülkeler ve
azınlıkları” başlıklı sunusu Farhi’nin nasıl bir kültürel ortamda yetiştiğini
ve dünya görüşünü yansıttığı kadar otobiyografik özellikler de taşıyor.
Şalom
Gazetesi’nde Renata Katz çevirisiyle yayınlanan yazıyı yayınlıyoruz:
***
Ben
Ankara’da gençken, Yenişehir adlı bir semtte yaşıyordum. O günlerde Ankara,
benim gibi eskilerin hatırlayacağı üzere yeni yeni gelişmekte olan bir şehirdi
ve Yenişehir de adından anlayacağınız gibi Ankara’ya yeni eklenen bir bölgeydi.
Şehrimizin ucunda “Bomonti” adlı bir bira fabrikası vardı, yanlış
hatırlamıyorsam. Onun ardında ise Çingenelerin yaşadığı bir yer vardı.
Çocukluğumun bir kısmını orada, Çingene çocuklarla oynayarak geçirdim.
Günümüzde Çingeneler kendilerine “Roman” olarak hitap edilmesini tercih
ediyorlar; ancak benim bildiğim ve beni kardeş bilen Çingeneler, bu eski ada
bağlılıklarını koruyorlar. Onlar için “Çingene” adı, İkinci Dünya Savaşı’nda
Nazilerin öldürdüklerine bir saygı duruşu gibidir. Hâlâ Çingeneler ayrıma
uğruyorlar, birçok Avrupa ülkesinde bildiğiniz gibi, zulüm görüyorlar. Bu
sözcük, bu kişiler için bir selam anlamına geliyor.
Çingene
arkadaşlarımdan birinin babası benim amcam oldu ve o, her işe yatkındı.
Elektrik işlerinden marangozluğa, halı dokumacılığına kadar elinden her şey
geliyordu. Barakasının ardında bir hurda yığını vardı ve bana Aladdin’in
hazinesini andırırdı. Burada çok farklı malzeme vardı ve o, onlardan bir yedek
parça üretebilme yeteneğine sahipti. Dostum ve ben büyülenmişçe saatlerce
karşısında oturup, onun yaptığı işleri izlerdik. Kendisi genel olarak, orada
oturanların ihtiyaçlarına cevap veriyordu. Bir gün bir telgraf sistemi icat
etti, böylece dostum ve ben Mors Kodu’nda, 20 metrelik bir mesafe üzerinden
birbirimize mesajlar gönderebilmiştik.
Ona
o kadar hayrandım ki, şunu sordum: “Bu sayısız becerileri nereden öğrendiniz?”
Üstünde
durmadan şunu söyledi:
“Benim
babam bir Çingene’ydi ve bana at eğitmeyi öğretti. Bir Yahudi elektrik
konusunda, bir Ermeni makinelerle ilgili, bir Rum marangozluk, bir Azeri dikiş
ve dokuma, bir Kürt tuğlacılık, bir Laz ayakkabı tamirciliği, Arnavutluk’tan
gelen bir kişi kaynak yapmayı, Sudanlı bir kişi yağmurda dansı ve bir Çinli
bana nasıl yaylı enstrümanlar yapılacağını öğretti.”
Sonuncusu
beni çok şaşırttı. “Türkiye’de Çinliler var mıydı?”
Gülümsedi
ve dedi ki “Neden olmasın, burada Tanrı’ya şükür diğer bütün halklar var. Benim
tanıdığım Çinli, Liverpool, diye bir yere doğru gidiyordu. Bilmiyorum neden;
ama eminim ki onlara da yaylı çalgılar yapmayı öğretecektir.”
Bu
yanıtı asla unutmadım. Onun altında yatan mesaj “çoğulculuk” ve “beraber
yaşamanın mucizelerinin” bizi sadece zenginleştireceğiydi. Tüm gençliğim
boyunca bu aklımdan hiç silinmedi. Bu şekilde farklı ırk, din ve uluslardan
gençlerle arkadaşlık kurdum.
İstanbul’a
geçtiğimde Robert Kolej’e gittim ve ondan sonra bir erişkin olduğumda da bu
öğretiyi, hayatımın en önemli dersi olarak benimsedim. Bugün “çoğulculuk”,
azınlıkların refahı ve onların kültürlerinin korunması, benim en önemli
inancımdır. Buradaki insanlık, dincileri ve milliyetçileri utandırmaktadır.
Bütün bu doktrinler, bazı güçlerin eline geçtiğinde savaşa neden olur, oysa
çoğulculuk asla savaşa neden olmaz. Eğer cennete yapılan evlilikler varsa,
bunun ilk örneği çoğulculuktur, diye düşünüyorum. Çoğulculuk, bence
demokrasinin de ön koşuludur. Daha da önemlisi içinde yaşadığımız parçalanmış
dünyada, ki burada inançlar, ırklar, bayraklar, kültürler ve zenginlik oluşan
delinmeler çoğulculuğa büyük zarar vermektedir. Refahımıza büyük zarar
vermektedir. Çoğulculuk insanlığın sürdürülmesi için, bu durumda son derece
önemlidir. Türkiye’de, Avrupa Birliği’nde çoğulculuk önemlidir. Türkiye bu
noktada aslında, AB’nin parçası olmalıydı, diye düşünüyorum. Çoğulculuk, bana
kalırsa diğer birçok ülkeye göre Türkiye’de daha kuvvetlidir. Çok kültürlü
insanların beraber yaşaması etiği, aslında Osmanlı İmparatorluğu’nda
gelişmişti. Çoğulculuk İslam’ın Altın Çağı’nda ortaya çıkmıştı ve daha sonra
Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi sınırları altında, birçok millete davranışında
çoğulculuğun yansımasını gördük. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ilkelerinden
biri haline geldi. Osmanlı İmparatorluğu’nun ve daha sonra Türkiye’nin, nasıl
zulüm gören kişilerin kurtarıcıları olduğunu örneklerle açıklamak isterim:
Osmanlı,
14. yüzyılda Bizans İmparatorluğu’nun zulmettiği Romanyotları, 15 ve 16.
yüzyılda Beyazıt bildiğiniz gibi Yahudi ve Müslümanları konuk etti. Onlar,
engizisyondan kaçıyorlardı. Sonraki yüzyıllarda zaman zaman farklı Avrupa
ülkelerinden kaçan Yahudiler, Osmanlı İmparatorluğu’na geldi. 17.- 18. yüzyılda
Habsburg İmparatorluğu, Sırbistan ve Bulgaristan’ı işgal ettiğinde oradan kaçan
Yahudiler ve Müslümanlar bu ülkeye geldi, Ukrayna’dan da geldiler. 19. yüzyılda
ise Yunanistan, Romanya, Sırbistan ve Bulgaristan gibi yeni bağımsızlığını
kazanmış ülkelerden kaçan Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanları aldılar. Ondan
sonra Orta Asya’da Rusya’dan kaçan insanları konuk etti. Kuzey Afrika, Mısır ve
Bosna’dan ki bunlar Fransa, İngiltere ve Avusturya tarafından işgal edilmişti,
halklarını konuk etti. Avrupa’nın pek çok kısmından gelen Hıristiyanları da
1815 ve 1848’de liberal baskıların kurulmasından sonra konuk etti. 1881’de
Rusya’daki pogromlardan kaçan Ruslar da sığındı.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun 1912’de Selanik’i Yunanistan’a devretmesinden sonra oradan
kaçanları, 1917’de Bolşevik Devrimi’nden sonra Rusya’dan ayrılanları ve Nazi
Rejiminden kaçan Yahudileri kabul etti. Bosnalılar, Arnavutlar ve Iraklı
Kürtler de 1990’ların çalkantılı günlerinde Türkiye’ye gelebildiler. Sadece I.
Dünya Savaşı’nın karanlık günlerinin gölgelediği, çok güzel bir sicil bu.
Hem
Türkler hem de azınlıkları bu gidişattan büyük fayda gördüler, beraber
yaşadılar. Türkler ve azınlıklar aynı yatağı paylaşarak, sadece birbirlerinin
yaşama kültürü ve biçimini zenginleştirmekle kalmadılar, aynı zamanda bu ülke
biraz daha fazla bilinseydi, beraber yaşamaları bir umut ışığı olacaktı. Ne
yazık ki Avrupa ülkelerinde İslam’a karşı bir önyargı var ve aşırıcılık,
güçlülerin yönetimi, sömürgecilik ve dünya hakimiyeti hırsının kutsal
politikalar haline geldiği ve Avrupa’nın birçok tarafında hâlâ yüceltildiği bir
ortamda bu önyargı da devam ediyor. “Oryantalizm” denir, “Levantenizm” denir,
“Balkancılık” denir. Bunlar, Avrupa sömürgeciliğinin ve Avrupalı olmayan
kültürleri küçümsemenin bir sonucudur. Aslında bu görüş insanlığın kan
kardeşliğini yüceltir. Hayvanlar ve bitkiler gibi çoğuluz, farklıyız ama bu bir
yere kadar güzel. Birbirimizin sanat ve kültüründen zevk alabilir ve
birbirimizin tapınaklarına gidebiliriz. Çingenelerin size söyleyeceği gibi,
“Tanrı tüm tapınaklarda mevcuttur.” Budist tapınaklarından Grek tapınaklarına
kadar. Bu ruh hali içinde yaratılışın güzelliklerini kutsayabilir ve pozitivist
bir ruh hali içinde bu gizemleri araştırabiliriz.
Son
derece farklı bir dünyada yaşadığımızı bilmeliyiz. Çoğulculuğun tersi olan
tekilcilik (singularism) hiç bir zaman yaratıcı olamaz. Tekilcilik, hiç
değişmeyen klonlar üretmekle kalır. İnsanlık, kurgusal bir zenginlik arkasında
aslında yoksullaşır. Tekilcilik bir ölüm fermanıdır. Bunu uygulayan bir ülke,
ne başka ülkelerle olumlu ilişkiler kurabilir ne de kendi sınırları içinde
özgürlük, eşitlik ve rahatlık sağlayabilir. Tekilciliğin ulaşmaya çalışan, her
strateji ve siyasi sistemin elindeki ilk araç dışlayıcılıktır. Onlar bu ideolojinin
esnek olmayan, sınırları içine girmeyen her konuyu dışta tutmak isterler.
Aslında tekilcilik kendi haklarına güç, onur ve şeref kazandıracağını
düşünürler ancak tekçiliğin yandaşları, bizim içimizdeki en kötü yanların
ortaya çıkmasına neden olur. Tekçiliğin var olması için kurbanlar oluşturulur,
yabancı figürler ortaya çıkarılır. İçimizdeki kötülükleri bu yabancının sırtına
atarız. İçimizde etik bir kimlik vardır ve bu etik kimlik içimizde bir kötülük
olduğunu kabul etmek istemez. Bundan kurtulmak için de tekilciler, bunu
başkasının üstüne yıkarlar.
Ayatollah
Khomeini’nin Salman Rushdie adına çıkarttığı ölüm fermanını ben eleştirmiştim
ve bu metinde Cristopher Hering adlı psikanalistin yazısına değinmiştim. Orada
“alien (yabancı)” sorunundan söz ediyordu yazar, “alien” bilim kurgu filmine ve
onun devamına değiniyordu. Psikanalist Hering şunu diyordu, “Duygusal faşizm
diye bir şey vardır” ve “eğer yaşamı tehdit eden bir güç, en büyük düşman
olarak efsaneleştirilirse o zaman psikotik kurgu da gerçek olarak yayılabilir.
Yayılınca da, o zaman içimizdeki en yıkıcı güdüler tolere edilir, hatta
bunların bir kurtuluş yolu olduğu düşünülür. Dolayısıyla, şefkat, ilgi ve itina
etme gibi duygular devreden çıkarılır. Böyle bir psikotik kurgunun son adımı da
başka halkları yok etmektir. Bu da kurgu içinde rasyonel, uygun ve
meşrulaştırılabilir bir hedef ve hatta ahlaki bir kurak olarak görülür.”
Psikotik kurgu, dışlayıcılık ihtiyacından kaynaklanır ve nerede dışlayıcılık
görürsek orada insan haklarının çiğnendiğini fark ederiz. Zira dışlayıcılık,
biz olarak görülmeyen herkesin, insanlığından çıkarılması demektir. Bu talihsiz
insanlar, yabancı, alien, dokunulmaz olarak algılanır.
Çingeneler
için Nazilerin kullandığı bir terminolojiyi ele alırsak, “bizim gibi olmayan,
bize benzemeyenler yaşamaya değmez. Bunlar olmasa da olur yaşamlardır.”
Oysa
Eski Ahit ne diyordu? İçindeki yabancıyı sev, dolayısıyla yaratılışın bize
verdiği en büyük armağana, yaşama da büyük bir saygısızlık edilmiş oluyor ve
yaşamı aldatmış oluyoruz. Dışlayıcılık olduğu yerde insan haklarının olamaz;
ancak imtiyazlı insan hakları olur. Bu da sadece güç sahiplerinin ve onların
seçkin olduğu düşündüğü kişilerin insan haklarıdır. Evrensel insan hakları, şu
durumda da olamaz: despot siyasetçilerin kendi işlerine gelen siyasetlerini,
ruhsuz generalleri ve aslında Tanrı’ya inanmayan sahte dindarların sözlerini
dinlediğimizde de çoğulculuğa ulaşamayız. Onlar gösterdikleri yoldan çıkan
insanların, marjinalleştirilmesi, sürgün edilmesi veya yok edilmesi gerektiğini
söylerler. Bu dışlayıcılık aslında güya asil bir güdüden gelir. Bu da ütopya
arayışıdır.
Ütopya
için Isaiah Berlin‘in çok güzel bir şekilde söylediği gibi, kabul edilmemesi
gereken bir şeydir. Bir çıkmaz sokaktır. 20. Yüzyılın, dünyayı en kötü çağı
hale getiren kırılımlarının en büyük nedeni insanların kusursuz bir devlete
olan ihtiyacı, ütopyaydı. Mükemmel bir siyasi sistem olabileceğini düşündüler
ve buna “ütopya” dediler. Ancak biz insanların en önemli hakkının “herkes için
kişisel mutluluk” olduğunu düşünürsek o zaman bir ütopya mümkün olamaz ve
herkes dediğimizde bize benzemeyenlerin de kişisel mutluluğunu tanımamız
gerekir. Diğer yandan ütopya, davranış, din ve fiziki görünüş özgürlüğü de
tolere edemez. Kabaca söylemek gerekirse, ütopya konformizm ve aynılık
demektir. Bunlar her zaman baskıya ve en kötü haliyle de Nazizm ve komünizmin
öğelerine yol açarlar. En insancıl toplum eleştirmenlerinin, muhaliflerinin ve
dolayısıyla dışarıdakilerin ve daha yoksul kesimdekilerin sözünü dinleyen bir
devlettir. Dışlayıcılık ise toplumu böler.
Elimizde
bir alternatif de var. İçimizde etik bir kimlik var ve bu temel etik içimizdeki
içgüdülere bir denge ve fren oluşturuyor. Britanyalı psikanalist D. W.
Winnicott’un söylediği gibi insan ne kadar zarar görürse görsün gene sağlığına
ulaşmaya çalışır. Dolayısıyla insanlık da ne kadar kendi kendini yok etmeye
çalışsa bile ayakta kalmak ister. Aslında yaşama saygı duyan bir yaşama biçimi
arar. Ayrımcılık, marjinalleşme, yoksulluk, kıtlık, soykırım, tiranlığa karşı çıkan,
herkesin haklarını savunur. Diğerinin dışlanması üzerine kurulu bir yaşama
biçimi bir çeşit yok oluştur. Bu arada bu tür dışlayıcılık en fazla, kriz
zamanlarında yaşanır; çünkü kriz zamanlarında insanlara yaşama anlam
veremezler, bu çıkmazdan kurtulmak isterler ve ötekine yoğunlaşırlar. Kriz
dönemlerinde aslında çoğulculuk arayışı sekteye uğrar, belirsizlik,
istikrarsızlık ve vahşetin kurbanı olur. Özellikle bu tür kriz durumlarında
çoğulculuk etiğini ve onun getirebileceği zenginliği savunmalıyız. Çok
bildiğimiz bir kriz, değişikliktir. Tabi değişikliğe her zaman güvenilmez. Bu
değişikliğin ilerici mi gerici mi olduğu daha az önemlidir.
Başkaca
görülen bir kriz tarihtir. Öteki, her zaman tarihte mevcuttur. İmparatorluklar
yabancılar tarafından inşa edilmiş ve onlar tarafından yıkılmıştır. Taptığımız tüm kurtarıcılar ve nefret
ettiğimiz şeytanlar dünyada öteki olarak dolaşırlar. Tarih bizi tehdit eder ve
tarih bizim içimizdeki huzursuzluğu ortaya koyar. Bizim etik kimliği inkâr
etmemiz için bizi teşvik eder. Saldırganlık ile fetihte onur ve şeref olduğunu
söyler. Tarih aynı zamanda bizi bir kozanın içine girmek istediğimizde teşvik
eder. Bu kozanın içinde ise sözünü ettiğim psikotik kurgu vardır. Öteki ise
bizi görmeye, düşünmeye teşvik eder.
Wilhelm
Reich şöyle demiştir, “Bu korkudan kurtulmak için yaptığımız şey algılarımızı
körleştirmek ve bu korkularımızı ötekine yüklemektir.” Öteki olmadan ulusçuluk
olmaz. Düşman olarak görülen yabancı, insanlar bir bayrak altında toplanmaya
yöneltir. Aynı şekilde öteki olmadan enternasyonalizm ve kardeşlik de olmazdı.
Kabul edilmeyi bekleyen dışarıdaki ve öteki, aslında tek insanlık ve tek dünya
konseptini ortaya çıkarmıştır. Yabancıdır ve özellikle kendisinin ve
başkalarının gördüğü baskının en çok bilincinde olan yabancılar ve ötekiler,
insanlık bilincinin gelişmesi için mücadeleye devam etmektedirler. Kusura
bakmayın belki ötekinin varlığını tehdit eden teorik esaslardan çok fazla söz
ettim; ancak eğer ülkeler azınlıklarını kucaklayacaklarsa bu durumu göz önünde
tutmamız gerekir.
Her
ülkede sığınmacılar, göçmenler ve yerli olmayan haklar bulunmaktadır.
Dolayısıyla, ev sahibi ülkelerde azınlıklarla beraber yaşamak, çatışmayı
önleyecek tek şeydir. Herkese refah getirecek, demokrasi ve mutluluğu
sağlayacak tek koşuldur bu tür bir beraber yaşamak.
Tezimi
özetleyecek olursam: Dahil etmenin, dışlayıcılığa tezat oluşturan bir şekilde
çok önemli olduğunu düşünüyorum. Üzerinde durmamız gereken nokta şu,
azınlıkların, ötekinin, yabancıların diğer topluma getirdikleri maddi ve manevi
zenginliği hatırlamalıyız. Şarkıların şarkısında olduğu gibi onlar damatları
için ideal bir eştir. Sevgi ve yaşam getirir. Tek beklentilerinin bunun
karşılığın sevgi ve yaşam almaktır. Şöyle fısıldarlar: Sol kolum başımın
altında, sağ kolunla da beni sar. Sevgi ve yaşam çiçek verdiğinde o zaman bu
evlilik cennet tarafından da kutsanır ve yeni bir yaşam doğar. Bu çok büyük bir
katkıdır. Nitekim, kendisi değişirken bizi de değiştirir. Onların güveni
sonucunda insanlık değerlerine olan inancımız tekrar canlanır. Narsisizm,
sinizm, tembellik, dar görüşlülük ve hırsı ortaya koyarlar, bu maskeleri
düşürürler ve yeni derinlikler, iç görüler ve yeni bir şefkati gündeme
getirirler. Öteki, her zaman barışın da en büyük destekçisidir.
Benim
ütopyam ki bu sözcüğü kullanmaktan hoşlanmıyorum ama şöyle diyebilirim:
dünyadaki her ülkenin, farklı ırk, din ve kültürlerden insanları tolere ettiği
bir ülkedir. Rum, Kürt, Laz, Hintli, Çinli, Siyahi, tüm bunların yaşadığı bir
ülkedir benim için ütopya. Böyle bir ülkeyi bulduğumuzda da dünyadaki cenneti
bulmuş olacağımızı düşünüyorum. Bu arada Türkiye’nin hâlâ bu dünyadaki cennet
olma potansiyeli vardır; çünkü dünyadaki herhangi bir ülkeden daha çok Türkiye,
içindeki yabancıyı sevmektedir. (HK)
KAYNAK:
Moris Farhi: Ankara'dan Londra'ya "Çoğulculukla" Yoğrulmuş Bir Yaşam
(bianet.org, 15.03.2019).