Recep Yılmaz (Bolulu)

Şair ve Yazar

Doğum
Eğitim
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonometri Bölümü

Şair ve yazar. 1963, Bolu Göynük Pelitçik köyü doğumlu. İlkokulu köyünde, ortaokulun 1. sınıfını Eskişehir 19 Mayıs Ortaokulunda, 2. ve 3. sınıflarını Sarıcakaya’da, liseyi devlet parasız yatılı lise olarak Eskişehir Atatürk Lisesinde okudu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonometri Bölümünü bitirdikten sonra İ.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsünde mali hukuk dalında yüksek lisansını tamamladı.

Bir süre Maliye Bakanlığında merkezi denetim elemanı olarak görev yaptı. Halen İstanbul’da serbest çalışmaktadır.

Recep Yılmaz’ın ilk öyküsü ile ilk şiiri 1981 yılında Eskişehir’in günlük gazetesi Sakarya’da yer aldı. Varlık, Sincan İstasyonu, Akatalpa, Lacivert, Patika, Kurşun Kalem, Şehir, Ekin Sanat, Sanat Yaprağı, Yaşam Sanat, Tmolos Edebiyat, Berfin Bahar, Galapera Öykü Fanzin gibi bazı edebiyat dergi ve fanzinlerinde yazı, öykü ve şiirleri yayımlandı.      

ESERLERİ:

Deneme: Karanfiller Kanarken (2016).

Öykü: Kül ve Nal (2017).

Şiir: Atlar Ölürse (2018).

KAYNAK: Recep Yılmaz (Bilgi teyidi, Şubat 2018).

ŞİİR ŞAİR, TAŞ TAŞ ÜSTÜNE

                                                                                                            

ŞİİR ŞAİR,  TAŞ TAŞ ÜSTÜNE

 

Recep YILMAZ

 

Anne, baba ve sevgili için başkasının sazından sözünden nefesinden esinle yeni bir şiir yazılmamalı, yazılamaz diye düşünürüm. Anne baba sevgisi her insanın yüreğinde öyle güçlü bir duygudur ki, birbirine benzer görünse de çok özgündür. Yeri geldiğinde herkes dili döndüğünce söyler, bir şekilde anlatır veya yüreğinde öylece taşır. Bunu özgün kılan da herkesin anne babasıyla ilgili birikmiş anılarının, duygularının, paylaşımlarının özel oluşudur. Aksi ise, esinle yazılmışsa kendini hemen belli eder, yapaydır. Okurken duyguların da aklın da damağına batar, ruhu yorar; yaşlı sığır etine benzer, asla iyi piştiği duygusu ve kanısı vermez; ruhun damağını şenlendirmez, çiğdir, içtenliksizdir. Baharatsızmışçasına tatsızlık, çok yenmişçesine baygınlık duyumsatır. Sizin annenize babanıza sevdiğinize yazdığınız bir şiir kamuoyunda öne çıkmış olabilir. Bu böyle diye, annesine babasına sevdiğine şiir yazan bir başkası için sizden esinlendi diye düşünürseniz biraz anlak sorununuz olduğu kuşkusunu da aşan çiğlik durumunuz vardır ve sırıtır. Açıkçası ben geri zekâlı olduğunuzu düşünürüm. Zira her insanda sevme duygusu vardır, özeldir. Değişik veya benzer söylenişlerle dile gelir ama rengi, deseni, kokusu, tadı bambaşkadır.

Şiir yaşamdan tortulanan birikimin, dolayısıyla bir yaşam duygu ve/veya düşünselinin filizlenme biçimi değil midir? Denilebilir ki, her ağacın tomurcuklanması bir başka, çiçeklenmesi, meyvesi bambaşka. Benzerliklerine karşın doğanın güzelliklerinin çeşitliliği şaşırtıcıdır. İnsan sesleri yüzleri de benzerleri olmasına karşın hiçbiri diğerinin aynısı değildir. Aynı şey neden şiirin sesi, çehresi için de geçerli olmasın?.. Yeter ki, şiir, aklın kendine özgü keşifleriyle, duygunun sağlıklı ve kıvamında yansıması, yüreğin sesi, o anlağın şiir evrenindeki birikimlerinin düşünsel yansımasıyla yazılsın. 

Başkalarının yazdıklarının berbat olduğunu eleştirirken bunu şiir bilgisi ve eleştirel metotlarla yapmanız gerekir. Yoksa kıskançlığa veya isim yapmaya dayalı küçümseyişle yapıyorsanız, bu fena. İyi şiir yazmak için başkalarının şiirinin kötü olduğunu geveleyip durmak size ne bir şey kazandırır ne de iyi şiiri yazdırır. Ancak kendinizle didişiyor, şiirinizi beğenmiyorsanız bu sizin iyiye gittiğinizi de imleyebilir. Ama inatla başkalarının şiirlerine mırın kırın edip duruyorsanız ya da birilerine yaranmak için dayanaksız övgüler düzüyorsanız bu da açıkça sizin anlaktan da öte kişilik sorununuz olduğunun kanıtıdır. Yalakalıklar çokça kendini göstermesine karşın, kim nasıl bakarsa baksın, sanat balçıkla sıvanmayan güneştir; zaman bunu kabak gibi önünüze serer, berbat bir yemek ekşisine dönersiniz. Yemek deyince, iyi yemek yapmak da bir sanattır. Malzeme seçimi, bunların ne kadar kullanılacağının ayarı, baharatı. Her evde yemek pişer, iyi kötü lokanta dolu memleket. İyi yetişmiş bir aşçı falan mahalledeki lokantada yemekler çok kötü, ev kadınlarının yaptıkları yemekler berbat dese, söylense dursa, nasıl olur? Siz şiir meydanına çıkmışsanız kişiliğinizle, onurunuzla, bilincinizle yürüyeceksiniz. Sınıf bilinciniz ırkçılık üzerinden değil, düşünsel temelli bilinçle, bütün dünya yoksullarının ezildiği üzerinden olacak. Hiçbir ulus diğerinin düşmanı değildir, düşman emperyalist güçlerdir, insanları düşman eden de… sömüren bütün organizmalardır; bunun bilincinde olunmadan ancak devingen birer acur olursunuz. Sanatın yaşadığı dönemin tanıklığını içerdiği bilincini de taşıyarak, başkalarının ne yaptığına bakarken iyi şeyler üretilip üretilmediğini görebilecek, kendinizi geliştirecek, üretiminizde yaşamın bütün olanaklarından yararlanacak, olumsuzluklardan kamçılanacaksınız.

Günümüzde nesnenin sarıldığı jelatin parlaklığındaki kutusu nesneden değerliyken, insanın kendisi üzerine düşen görevlerden daha önemli değildir. Yani sorun kendinizi parlatma çabanız olmamalıdır. Şairler her zaman düşünsel tavır ve şiir evrenlerinden çok, verdikleri ışıltılar, edindikleri çevreler, birbirlerinin yüzüne muhabbetli görünüp arkalarından yedikleri naneler ve de yerdikleri kadar mı önemlidirler?

***

Çocukluğunuzda siz hızlısınızdır zaman ise yavaş. Ele avuca gelmez devingenliğinizle beklemelerinizde çoğu kere zaman geçmek bilmez, daralırsınız. Belli bir yaştan sonra her şey tersine döner. Siz yavaşlamışsınız, zaman ise sanki anlaşılmadık bir şekilde ivme kazanmış hızlanmıştır. Hep yetişememektendir yakınmalarınız.  Bu tezat görünen durumun zaman diye isimlendirdiğimiz döngüsünde bir değişiklik yoktur aslında. Yalnızca insanın olgunlaşma sürecindeki değişikliğin karakteristik özelliğidir. Şiir algısının gelişme süreci de buna benzer bir özellik gösterir incelendiğinde. Bütün mesele sanırım olgunlaşmada, tıpkı elmada armutta gözlemlediğimiz üzere. Ama elma armut gibi dalından düşmeden…

***

Şiir üstüne yürütülen onca akıl, verilen onca hüküm havanda su dövmenin ötesine nasıl geçebilir? Çok bilirmişçesine edilen sözlerle, düşünsel derinliği olan tümceler eğer dikkat edilmezse karıştırılabilir. Günümüz şairinin, belki de kişinin en önemli sorunu bu. Şiire yapısal güzellik verilirken, bütünlüğü olmayan, işçiliği oldukça zayıf, daha çok söz / sözcük veya tümce oyunlarına başvurulması / yaslanılması bir bakıma şiiri sığlaştırmakta, betimleme ve benzetmeler de ıkınarak oluşmayacağından, okuyanı da derinliklerinde yüzdürüp yepyeni anlamlara sürükleme yerine kendinden soğutarak uzaklaştırmaktadır.

Acaba temelinde içtenliğin yerini yapaylığın alması sorunu olabilir mi?

***

Çoğu kere yaratım nesnenin süreğenliğindeki durumunun herhangi bir kesitinde, o nesnenin farkına varılması şeklindeki anlık algılamayı, sanki “özgün bir bakış” sanma yanılgısından ibarettir. Nesnel açıdan uzak, bozulan ilişkilerin sonucu yabancılaşan insanın tavırlı, bilinçsiz, gitgide yalnızlaşmasının dışarıya yansıması ama aynı zamanda da yaşama bakış biçimi.

Her ne olursa olsun, şiir emek gerektiren bir onarımdır şairin tinsel surlarında…

2018 Şubat

http://www.mevzuedebiyat.com/siir-sair-tas-tas-ustune/

ÇOCUĞUN AKŞAMÜSTÜ HÜZNÜ

ÇOCUĞUN AKŞAMÜSTÜ HÜZNÜ

Recep YILMAZ

 

Suyu azalmış gölde gamlı ördeğim

sıkıntılar serpiliyor kirpiklerime

 

Kuşlardan güceniklik derliyorum akşamüstü 

Kumlu yolda koşup gidiyor içimdeki çocuk

anacığım çağırdı diye düşleyerek   

  

Üşüyen urba oluyorum sağanakta

Aklım paralanıyor neyi düşünsem 

Düşünmesem viranenin camları kırılıyor 

Savruluyorum kupkuru avlularda   

 

Yüzü yüzüme değmediği için bir oğlağın

ömrümden hep fazla geliyor

eksilmelerim    

Ay görünce kederleniyor buluta saklanıyor  

Ağlıyor gecenin içinden geçen bir kadın

Issız kayalıklarıma ışıltılar vuruyor

 

Anneler için bugün de ağladım

yarınsız çocuklar için… 

yaşam için, kendim için…  

ATLARIN RÜZGÂRA KARIŞTIĞIDIR

 

ATLARIN RÜZGÂRA KARIŞTIĞIDIR

 

Recep YILMAZ

 

Gecenin derin mavi gömleğini giyindiği saatlerde ara

Kahrın düşüncelerin çıkmaz sokaklarına girdiğinde

kendini dinleten tanış ayak sesleri gibi uzaklaşır gidersin  

Emekçilerin ağır homurtularla uykularını kovaladığı

yorgun vardiyalarda

Yaşam mutluluğun göz kırpıp aldırışsız geçip gittiğidir

Ondandır, her resimde hüzün en çok atlara yakışır

 

Aslında atların bakışı hayatın lirik gözyaşlarıdır 

 

Gün gülümsemesini bir çocuğun yüzüne serdiğinde

umarsızlığı yere çalar, kötülüğü avlarsın kahkahalarınla 

Hem duru bir aşk değil midir yoncaların göz kırpışı   

unuturken iyiliği ekin bilene denizlerin de tarla olduğunu

Yarasını yeni gerçekliklerle avuturken zamane yoksulu 

kimsesiz çocuklar gibi alır başını gidersin 

 

Aşkı giyinen güzellik atların esip rüzgâra karıştığıdır

Benim için de en güzeli böylesi dersin

KARANFİLLER KANARKEN

KARANFİLLER KANARKEN 

 

Recep YILMAZ

                                                                                     Oğuzhan DURA’nın anısına

 

Nesiller değişiyor nehirlerin ağır, dalgalı, dövünmeli akışıyla. Bir bakıverin hele, tanıdığınız insanlardan kimler geldi kimler geçti. Dünya yaşlanırken doğanın düzeni bozuluyor. Kaynaklar tükeniyor, tatlı sular azalıyor. İnsanlığın hızla açlığa, susuzluğa, hastalıklara doğru gittiği biliniyor. Ama ne yazık ki, yeryüzü güçleri bilime kulak tıkamasalar bile bir halt anlamadıklarından ve bencil akıllarının kıt, hırslarının ölçüsüz olmasından dolayı kısacık sayılabilecek yaşamın huzurla geçmesine engel zenginleşme anlayışlarıyla, zebanilerin sırtında, yularsız dizginsiz, nereye neden gittiklerini kavrayamadan seğirterek, seğirttirerek ilerlemekteler. 

Uysal, saf insanın tek arzusu, isteği, hatta varsıllığı bir avuç huzur. Ama olmuyor. Uyanıkken düşüyor kâbusun içine. İnsan görünümlü zebaninin damarlarında irin, gönlünde lâğım dolaşıyor; görünüşü ise, soğuk, tiksinç, kapkara, fena hâlde ürkünç, tarifsiz çirkin; yaratık işte! Çeliğin, kurşunun, kimyasalların yeryüzüne ölüm saçan kullanımında; kan akıtmada, öldürmede, hayatı parça pinçik etmede, vahşette, acı vermede hünerli. Bakınca insan evlâdı, insan görünümlü, ama yüreğinde öyle insancıl hiçbir değeri yok. Başka hiçbir canlıya benzemiyor. Hayır, canavar değil, o kadar masum değil. Çünkü yaşananlar masal değil, yaşamın tam da göbeğinde.

Fırtınayı ardına almış; Amerika sahralarından, çöl kumlarından savrulup yeryüzüne dehşet saçıyor. Öyle bir vampir ki, güpegündüz insan doğrayıp kan saçıyor; tertemiz insanların kanını. Seyrek kara dişleriyle, kimi parlak suratlı, modern Batılı; kimi çul çaput içinde kıl ve kiriyle iğrenç; irin fışkırtıyor hayata; kahkaha atıyor ölümlerin üstüne cani...

13 Mart 2016. Karanlığın kanlı irinli günlerinden. Yeryüzünün en güzel karanfillerini bir kere daha fena hâlde kanattılar. Buna nasıl can dayanır şaşkınlığıyla donakalsak da, insan olanın yüreği zamanla acılara alışıyor. Umarsızlıkla lânetliyoruz bütün alçaklıkları. Ve kötüye inat diri tutuyoruz yaşama sevincimizi. Bundan böyle de inadına bir iyimserlikle, ümitle sevineceğiz baharın gelişine, ağaçların çiçek açışına. Leylakların sevinçli morunda, kokusunun halesinde Oğuzhan Dura kardeşimin gülümseyen yüzünü, insan kalbini göreceğim. Kim demiş iyi insanlar ölür diye. Onların sevenleri vardır. Yüreklerini mekân eyler, yaşadıkça yaşatırlar. Akasyalar, mimozalar, manolyalar kızlarımın oğullarımın yüzleri olacak çiçek çiçek…

Güvenpark… Ne çok dolmuş  kuyruğunda beklemiştim, Dikmen’deki evimden işe gider gelirken, Kızılay’a inerken. Bütün gün telaşlı insanların uğrağı, güvenli parkı, bakanlıkların dibi. O gün oradakiler kızlı oğlanlı ne kadar da gençtiler, ne kadar da yürek parçası. İlk defa buluşmuşlardı belki. Duygularını dile getirememenin sıkıntısıyla belki, ayın on dördü ışıltılı yüzleri kadar belli belirsiz titrek dudaklarındaki sözcükleri bile utangaçtı. Fakülteli olmanın, başarmanın sevinçli menevişinde gençliklerinin en büyülü anlarını duyumsamaktaydılar. Anne babalarını gönendirmişlerdi. Yarına uzanan tazecik sürgünleriydiler insanlık ormanının.   

Ağaçlar çiçeğe durmuşken; nasıl sıcak kalınabilir ki, bunca ölüme, zulme, kana karşın dercesine havanın yüzü soğuyor. Kanı çekilmiş doğa yasta… Iğıl ığıl yağan gözyaşlarıydı bu sefer yağmur, analarla birlikte ağlarcasına.

Yeryüzünün bütün canlıları olan bitene şaşkın.

Tarlaya zehirli otların dadanmasından ürkerdi yoksul köylü. Birkaç evlek ekini de heba olur korkusuyla. Mor renkli ekin çiçeklerinden yakınan olmazdı; beyazlı sarılı papatyalardan, çan çiçeklerinden, hardal otlarından…  Yaşama armağan bilinirdi bütün renkler.

Keşke kimsenin gönül gözü kör olmasa. Bencilliğin ve aşağılık duygularının, ırkçılığa, inanç tacirliğine yatmış yarım akılların vahşeti aşılarak insan olmanın o incelikli, duyarlı zeminine çıkılabilse. Çiçeklerin renklerindeki o çeşitlilik insanlığını yitirmemiş, hâlâ bir ümit var diyebilen yüreklere taşıdığı anlamı verebilirdi. Doğadaki onca çeşitlilik ve ahenk sürerken.

“Yok!” diyor cellat, “Ben onca silâh yapıp sizlere satacağım. Dünyayı cehenneme çevireceğim.” İğreti suratında canavar çirkinliği… “Buyur ağam! Emrindeyim!” diyor soysuz. Kişiliksiz, alçak. Yüreğini köpekleştirip yularını yeryüzü şeytanına vermiş zavallı. Patlatıyor kendini… Yakıyor masum yüreğini insanlığın.

Bu yıllarda şeytan ne çok piç doğurdu; yeryüzünü sardı binlercesi… Ve nedense, onca peygamber gelmesine, din inmesine karşın o kutsal denilen coğrafyadan petrolden çok zebani fokurduyor. 

Oysa ne de huzurludur, hiçbir rengini esirgemeyen yemyeşil doğanın uzayıp giden gizemli, senfonik müziğinde yaşamak… Düşler kur, imgelem atının çıkar dizginlerini salıver gitsin. Bin bir haz damıtsın gönlün. Kısacık yaşamına kıvamında bir tat olsun diyebilmeliyiz, başka çare yok! Zira, dünyanın altıncı silah alıcısı bir memlekette barış, sevgi, aşk, kardeşlik kavramlarını giyinmiş sıradan birileriyiz. Ama biliyoruz ki, fabrikalar kurulmuyor; borçla, harçla silah alınıyor yoksul ülkelerde, daha çok sömürülmek için. Teröre fıştıklanıyor ırkçılık üzerinden daha ağalarına, şıhlarına hadi lan deyip başkaldıramamış bazı zavallılar. Üretmenin onuruna, bölüşmenin sevincine erişememiş gönül fukaraları… Masum insanları katlederek özgürlük savaşı mı vereceksiniz behey feodalizmin peydahlaması, emperyalizmin beslemesi ırkçılığın ayak kirleri… 

Ve Don Kişot, yel değirmenlerine karşı savaşı güçlenerek sürdürmem gerek diyor. Uzaktaki karanlık yaratıksa, ateşe benzin dökmeyi, Ortadoğu’ya çevirdiği kıçıyla kahkahalar atmayı sürdürüyor. 

Karanfiller her yerde ve durmaksızın kanıyor bugünlerde…

Gelinciklerse bu yaz barışa sallayacaklar kırmızı yazmalarını.

Teröre lânet okuyuştur her çiçeğin rengi, masumun haksızlığa çığlığıdır…

                                                                                                                        Mart 2016

 

 

 

SÖZCÜKLERİN İTİBARI

SÖZCÜKLERİN İTİBARI

 

SÜREYYA KÖLE

 

Okurunun karşısına "tek kullanımlık" çalışmalarla çıkan son dönem yazarlarının aksine, okura duyduğu saygıyı, tekrar tekrar okunabilecek öyküler, metinler yazarak gösteriyor Recep Yılmaz.

 

"Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya" der şair Gülten Akın "İlkyaz" şiirinde. Eklemek gerekir belki de, "Anlatmaya da." O zaman "Kül ve Nal"ın yazarı Recep Yılmaz'a sormalı, "Sahi o kadar çok muydu vaktiniz? Böylesine incelikli cümleler kurabilecek kadar?"

Ne tuhaf günlerden geçiriyoruz. Olması gerekene methiyeler düzmek… Edebiyat dediğin başka ne için yapılır ki? Ne zamandan beri bir yazarın yazdıkları edebi nitelik taşıyor diye övgülere boğularak gazete, dergi sayfalarına taşınır oldu?

Bunun yanıtını geri kalanının yaptığında -ya da yapmadığında aramak gerekir sanırım; bazı yazarlar neyi eksik bırakıyorlar, öncelikle neyin derdinde oluyorlar da Recep Yılmaz'ın yazdıkları daha bir anlam kazanıyor, bunu sorgulamak…

"Kimi yazarlarda ün ve ilgi görme tutkusu çoğu kere eseri de emeği de kat be kat aşıyor," diyor Recep Yılmaz, deneme türündeki bir yazısında; o anda bir yaranın kabuğunu kaldırırcasına, her şeyden çok, yazıdan esirgenen emeğe dikkat çekerek… Nasıl bir çelişkidir değil mi, olay, düşünce, duygu ve hayallerin dil aracılığı ile estetik bir şekilde ifade edilme sanatı olan edebiyatın, günümüzde, bu anlayıştan uzak yapılmaya çalışılması.

İçinde yaşadığımız çağı bir, iki sözcükle tanımlayacak olsak, "Hız" ve "Tüketim" kuşku yok ki açık ara tüm adlandırmaların önüne geçerdi. Durum bu iken, edebiyatın bu gerçeklikten varlığını soyutlaması, gidişattan payına düşeni almaması mümkün mü? Sırf bu nedenle olabilir mi artık edebiyatta yeni başucu yazarlarının çıkmaması, okunup bir kenara atılan bir kitaba dönülüp bir daha bakılmaması.

 

sıradaki lütfen!

 

İyi de bu konuda hırsızın hiç mi suçu yok, denilebilir şimdi. Yazarı birtakım kestirme yollara yönelten, işin avcılığına soyunduran okura ne demeli, diye sorulabilir? İşte bu sorunun yanıtı Emin Özdemir'den geliyor:

"Yazar, neyi anlatırsam, nasıl anlatırsam okurun hoşuna gider; kitabımı ilgiyle okur, sıkılarak elinden bırakmaz, kaygısına kapılırsa, edebiyatın çıtasını aşağı çekmiş olur. Konusal, söylemsel açıdan bir yozlaşma, bir düşüş başlar."

Okurunun karşısına "tek kullanımlık" çalışmalarla çıkan son dönem yazarlarının aksine, okura duyduğu saygıyı, tekrar tekrar okunabilecek öyküler, metinler yazarak gösteriyor Recep Yılmaz. Böylelikle, edebi bir metinde estetik bir yan görme isteğinden sonuna kadar vazgeçmemiş bir okur kitlesinin bu yöndeki özlemini bir nebze de olsa gideriyor.

Sonuç olarak, betimleme ve ayrıntı zenginliği içeren bir öykü kitabı olarak tanımlanabilir "Kül ve Nal". Ülkenin içinden geçtiği siyasi atmosfere sırtını dönmemiş bir yazarın, edebi nitelikten ödün vermemeye çalışarak kaleme aldığı öyküler bütününden oluşan...

çocukluğa yolculuk

Ve elbette duyarlılıklar üzerinden oluşturulmuş bir dil, özenle seçilmiş sözcüklerden yapılı bir yol… Yer yer kitabın yazarının çocukluğuna uzanan…

"Bilirim, bir masaldı çocukluğum. Ben sandığım varlık eksilmelere mi kurguluydu? Bir düşte mi görmüştüm annemi? Babam hangi öykünün düğümünde binip bir buluta çekip gitti? Hangi çınarlar gövdesini acıyla kırarak ve erkenden devrildi içimde? Vakit tamam olunca herkes mi gider bir başka iklime; ömrü boyunca kaç iklimi vardır bir insanın, kaç acısı yangınlar bırakır yüreğinde?" diyor Recep Yılmaz, çocukluğundan söz açıldığında ve ekliyor:

"Kimi zaman genzimde kocaman bir yumru, yüreğimde bir daralma, bir telâş. Bir türkü efkârıyla köpürür de çocukluğuma duyduğum özlemim, hani, bir of çeksem dağları yerle bir edecekmişim gibi gelir. O an tek arzum vardır: Düşsel güzelliklerimin sınırsız coğrafyasına doğru alevli bir rüzgârın öfkesiyle savruluversem, kaybolsam…"

Kül ve Nal'da dikkat çeken bir taraf da yazarın doğayla olan derinlikli ilişkisi kuşkusuz. Okura sunulanın, ansiklopedik aktarım olmadığı, temelinde yaşanmışlık barındırdığı o kadar açık ki.

Bu durum kendisine sorulduğunda, "Toprağı ana bilirdik biz, ekmeğimizi suyumuzu veriyor derdik," diyor Recep Yılmaz ve devam ediyor, "Orman köyünde doğdum. Çocukluğum doğayla iç içe geçti. Küçüklüğümde kuzu, oğlak, buzağı çobanlığı, sonraları sürü çobanlığı yaptım. O hayvanların dostluğunu bilirim. Sıpanın, oğlakların nasıl şakalaştığını, kedilerin, köpeklerin dostluğunu… Sarıbaş öküzümüzün celebin yedeğinde bizden ayrılırken ağlayışına tanık olmak, aklıma kazınmış bir hüzündür. Orman köyünde büyümek dağlarda kuş senfonileri dinlemek demek bir bakıma. Doğadaki çiçek, bitki, hayvan çeşitlerinin bütün bilinçaltımda bıraktığı zenginlikler ister istemez yazılarıma yansıyor."

Kaç zamandır sizi içine çeken -ve bunu salt özenle seçilmiş sözcükler üzerinden başaran- bir öyküyle karşılaşmadıysanız eğer, en kısa zamanda Recep Yılmaz'ın Kül ve Nal'ıyla tanışın derim; has edebiyatın hâlâ birileri tarafından sürdürüldüğünü görün ve sevinin…

Son söz Recep Yılmaz'da:

"Yazmak, bir bakıma yaşıyor olmanın karşılığı. Yaşamın bunca yükünü görüp sancısını dile getirmek. Düzeltemediğimiz bunca olumsuzluk, vahşet karşısında belki bir avuntu, belki bir haykırış. Tinsel bir rahatlama belki."

 

KÜL VE NAL, Recep Yılmaz, NotaBene Yayınları, 119 s.

03.11.217 tarihli Dünya gazetesi Kitap eki 2017 İstanbul Kitap Fuarı sayısında

Yazar: SÜREYYA KÖLE

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör