Gazeteci, yazar. 8 Mayıs 1943,
Ankara doğumlu. TED Ankara Koleji ile Ekonomi Fakültesi’ni bitirdi ve kitle
iletişimi üzerine yüksek lisans yaptı. 1962 yılında, Antalya’da yayımlanan “İleri” gazetesinde muhabir olarak
çalışırken 1966 yılında TRT’ye geçti ve 1980 yılına kadar burada çalışarak çok
sayıda televizyon haber programı yaptı. 1974 yılında, Kıbrıs Barış Harekâtı’nı
TRT muhabiri olarak izledi. “Savaş Muhabiri” sanı aldığı için devlet tarafından
“Gazi”lik unvanı ile ödüllendirildi. Kıbrıs Barış Harekâtı’yla ilgili olarak
gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı.
TRT Kurumu adına birçok kurs, seminer ve uluslararası toplantılara
katıldı. TRT muhabirleri için düzenlenen
“hizmet içi eğitim” alanında birçok mesleki kitapçık hazırladı, eğitim uygulama
çalışmalarını yönetti. Anadolu Üniversitesi Basın-Yayın Yüksek Okulu’nda
radyo-TV haberciliği ve TV yapım tekniği konularında dersler verdi, Gazi
Üniversitesi’nde konuk öğretim görevlisi olarak çalıştı.
Selim Esen, 1989 yılında Radyo ve
Televizyon Yüksek Kurulu’na atandı. Burada çalışırken, alanıyla ilgili
araştırmalar yapmak üzere ABD’ye gönderildi ve Ağustos 1992 ayında RTÜK’ten
emekliye ayrıldı. Aynı tarihte Anadolu Ajansı'nda çalışmaya başladı ve Kasım
1993'te buradaki görevinden ayrıldıktan sonra yayın kuruluşlarına danışmanlık
hizmeti vermeye başladı. Genel Başkanlığını yürüttüğü Türkiye Gaziler Vakfı’nın
yayın organı olan “İlk Hedef”
dergisinin iki yıl kadar sahipliğini ve başyazarlığını üstlendi. Basın Konseyi,
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Parlamento Muhabirleri Derneği, Edebiyatçılar
Derneği ve Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin üyesi ve gazi kimliği ile “sürekli
basın kartı” sahibidir. Pek çok radyo ve televizyon yapımı olan Esen,
Kuşadası’nda düzenlenen “Kuşadası’nda Öykü ve Şiire Yolculuk” etkinliklerinin
2004 yılından itibaren organizasyonunda görev aldı ve etkinlik kitaplarını aynı
adla yayına hazırladı.
Birçok ödülün yanı sıra TGC 2016
Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü ile aynı yıl İletişimliler Vakfı’nın (İLEV)
Meslekte 50 Yıl Onur Ödülü’nün de sahibi olan Esen, Basın Konseyi, Türkiye
Gazeteciler Cemiyeti, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Parlamento Muhabirleri
Derneği üyesi. Çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları yayımlanıyor.
ESERLERİ
Araştırma- İnceleme: EBU Avrupa Yayın Birliği (1974), Avrupa’da TV
Haberleri (1974), 25 Yılda EBU ve Haber Yayınlarında Gelişmeler (1975), Kitle
İletişim Araçları ve Kırsal Kooperatifçilik: Radyo ve Televizyonun Kullanımı
Açısından (1978), TV’de Yönetimin Ana İlkeleri (1979), Televizyon Haberciliği
ve Televizyon Yapım Tekniği (1984), Yayıncılık Eğitimi Rehberi (1986), ABD’de
TV Yayınları: Kuruluş-Sistem-Denetim (1990).
Seçki-Derleme: Kendileri (2007), Kuşadası Öykü ve Şiir Seçkisi
(2009), Ada Öyküleri (Mucize Özünal ile, 2009).
KAYNAKÇA: Selim Esen Kitap Yazdı
(Dünya, 16.9.1975), Prof. Dr. Aysel Aziz / Radyo ve Televizyona Giriş (1976),
Elektronik Yayıncılıkta Temel Bilgiler (1989), Tahrip Edilen Bir Kurum “TRT”
(1981), TRT’de Trafik Yoğunlaştı (Vatan, 5.4.1976), İsmail Soysal / Tanıtma ve Türkiye’nin Tanıtılması
(1978), Esen Ünür / Nerede O Eski Günler?
(Tv’de 7 Gün, 19.1.1981), TRT’nin İçinden (Tv’de 7 Gün, 15.2.1984), Bir
Zamanlar Maziye Bak (Tv’de 7 Gün, 11.10.1982), TRT’nin Gazileri (Hürriyet,
18.5.1984), AA Elektronik Yayıncılıkta
(Milliyet, 5.7.1993), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Gaziler
Federasyon Olmak İstiyor (Türkiye, 27.9.2003), Dinçer Sezgin / İzmir Esintileri
(Radikal, 23.10.2004), Doğan Hızlan / İnsan Kendini Ne Kadar Anlatabilir?
(Hürriyet, 27.08.2007), Semra Çelik / İşte Onlar: Kendileri (Günlük Evrensel,
23.01.2008).
SELİM ESEN
VARİL
Anadolu’nun
ta bağrından kopup gelmişti. Kolay mı, çocukluğunu, evin yamacından akan suları
serin deresini, itiş kakış oynaştıkları ilk gözağrısı Güllü’yü ve de onca
davarı bırakıp da İstanbul’a gelmek?..
Köy
Muhtarı Sülü Ağa, “Köyden bi yol ayrıldın mı, dönüşü yoktur gayri…” demişti de,
tınmamıştı Ramazan… Ramazan ayının ilk kandil gecesi, eşeği Kadife, can dostu
Hayri ve de yavuklusu Güllü’yle vedalaşıp gecenin karanlığına karışıvermişti.
Gün
ağarırken, İkitelli’de otobüsten indiği anda kendisini, başka bir dünyaya
gelmiş gibi duyumsadı. O kente; kentliler de, ona yabancı… Köyden ayrılırken,
hiçbir plan, program yapmamıştı. Nerede yatacak, ne yiyecek, ne içecek, ne
yapacaktı? Davar gütmenin dışında bildiği bir iş de yoktu görünürde. Davarı da
yoktu… Tek güvendiği, beş yıl önce, köyden kente göçen çocukluk arkadaşı
İsmail’di. O, kanına girmeseydi, İstanbul’a geleceği de yoktu…
Poturunun
cebinden, dört bir yanını düğümlediği küçük çıkınını çıkardı, açtı. Paraların
arasından, İsmail’in adresinin yazılı olduğu buruşuk kâğıt parçasını ayırdı.
İndiği otobüs yazıhanesine seğirtti. Bilet satan genç kıza, kâğıdı uzattı.
-
Bi yol bak bacım neredir burası?..
Kız,
kâğıda kısa bir göz attıktan sonra, eliyle ileriyi işaret etti:
—
Çok yakın… Garajın dışına çık, sağa dön. Yüz metre sonra ‘Çağla Sokağı’nı sor.
Aradığın yer 35 numara.
Ramazan
“Sağ ol bacım!”, diyerek yola koyuldu. Çok zorlanmadı, buldu adresi. Kapıyı
çaldı. Karşısında duran, İsmail’e pek benzemiyordu. Onun saçları dikine değildi
ki! Ayrıca, bıyıksızdı İsmail. Gözlerini birbirlerine dikmiş bakarlarken,
karşısındaki, sinsi sinsi sırıttı. Ramazan söze girdi:
—
Hemşerim, dedi, İsmail’i aramıştım!
—
Tam karşında, dedi İsmail. Lan çoban, tanımadın mı, deyince
kavuştular
birbirlerine. İçeri girdiler. Hoşbeşten sonra, İsmail, “Sen şimdi eylen. Ben
işe gitçem. Akşama gelirim, uzun konuşuruz.” dedi, çekip gitti.
İsmail,
amelelikle başladığı çalışma yaşamında, önce duvarcı çıraklığına, sonra
kalfalığa yükselmiş, son iki aydan bu yana da, usta olmuştu. Çabuk kavramıştı.
İşin ucunu bırakmamış, mesleği öğrenmişti. Bununkisi usta-çırak öğretimiydi.
Mektepliler kadar olmasa da, becerikliydi. Şantiye Şefi yeri geldiğinde, ondan
hoşnutluğunu belirtiyor, hep kendisi gibi doğru, çalışkan insanlara ihtiyacı olduğunu
söylüyordu. Fırsat bu fırsattı. Bugün Ramazan’dan söz etmeliydi. Öğle yemeğini
yedikten sonra, şefin bürosuna yöneldi. Her zamanki saygı gösterisiyle
karşısına dikildi. Ayaklarını bitiştirdi, ellerini önünde kavuşturdu, başını
hafifçe sağa, sonra öne doğru eğdi, özünden gelmeyen ince, yalvarırcasına bir
sesle;
—
Şefim, dedi, doğru, çalışkan insanlar aradığınızı söylemiştiniz. Öyle birisi
var…
—
Kim, diye sordu şef. Sonra ekledi: İşten anlar mı?
—
Şefim, dedi, köylümdür. Doğru, temizdir. Yeni geldi. İş bilmez ama tez zamanda
yetişir.
Şefin,
bir görelim demesinden sonra, yine aynı saygıyla odadan ayrıldı. Eve
döndüğünde, Ramazan’a müjdeyi verdi:
— Bak çoban, dedi, yarın şefe varacaz.
Ağzından çıkana mukayet ol! Şef, oyuna gelmez.
Ertesi gün, şefin karşısına çıktıklarında,
Ramazan, heyecandan tır tır titriyordu. Şef;
—
Rahat ol koçum, dedi babacanca! Adın ne senin bakıyım?
—
Ramazan!
—
Duvarcılık yapabilecek misin?
-
!..
—
Anlar mısın maladan falan?
-
!..
—
İsmail kefil oldu neyse! Birkaç gün sonra görüşürüz. İsmail’e döndü: Arkadaşını
yetiştir bakalım. Sonra görüşürüz. İsmail, başıyla “peki” işareti yaptıktan
sonra, Ramazan’ın arkasından iteledi, dışarı çıktılar.
Ramazan,
şefin dediği gibi, birkaç günde değil, fakat kırk günde öğrendi işi. O arada,
yarım yevmiye verdiler Ramazan’a. Şef onayladıktan sonra da, aylığa bağladılar.
Artık, bir mesleği vardı Ramazan’ın. Arkadaşları ve en başta şefi tarafından
seviliyordu. Kısa zamanda vazgeçilemez olmuştu. Derken, bir gün, başına öyle
bir iş geldi ki, belki de, o meslekte kimsenin başına gelmemiş, kendisi de, bu
yaşına kadar, böyle bir şey yaşamamıştı! Şefi başından geçenlere inanmamış,
anlattıklarını yeterli görmemiş, bir de, yazılı bildirmesini istemişti.
Ramazan,
hastanede canıyla didişirken, nereden çıkmıştı bu yazılı ifade?.. Sonra, nasıl
yazacaktı? Okuma yazması, durumu kurtarmazdı! Ziyaret saatinde, hastaneye gelen
İsmail’e sordu:
—
Ne yapacaz?
İsmail;
—
Hele hastaneden çık da, bi yolunu buluruz, dedi.
Üst
üste ameliyatlar geçiren Ramazan, yaklaşık bir ay sonra, başı sarılı, koltuk
değnekleriyle hastaneden ayrıldı. Ertesi gün de, Pansumancı Yasin’in kayınçosu
Çankırılı Arzuhalci Hüsnü Ağa’nın karşısına dikeldi. “Beni Yasin yolladı” dedi,
“derdim var. Bi yol dinle de, yazıver amca.” Başından geçenleri soluksuz
anlattı.
Ak
saçlı, deneyimli arzuhalci, duyduklarına inanmamışçasına ve kabahat
savarcasına, “Kime yazcaz?” diye sordu. “Şantiye Şefi’ne” karşılığını aldıktan
sonra, daktilosunu takırdatmaya başladı:
“Sayın Şantiye Şefim,
İş kazası tutanağına, planlama hatası
deyivermiştim. Bunu yeterli görmeyerek ayrıntılı anlatmamı istemişsiniz.
Hastanede yatmama neden olan olaylar, aynen aşağıda anlattığım gibi olmuştur:
Bildiğiniz gibi, ben, yanınızda yetişen bir
duvar ustasıyım. İnşaatın altıncı katındaki işimi bitirdiğim zaman, biraz tuğla
artmıştı. Yaklaşık iki yüz elli kilo kadar olduğunu tahmin ettiğim tuğlaları,
aşağıya indirmek gerekiyordu.
Aşağı indim, bir varil buldum, ona sağlam bir
ip bağladım, altıncı kata çıktım. İpi, bir çıkrıktan geçirip ucunu aşağıya
saldım. Tekrar aşağıya indim ve ipi çekerek, varili altıncı kata çıkardım. İpin
ucunu sağlam bir yere bağlayıp tekrar yukarı çıktım. Bütün tuğlaları varile doldurdum.
Aşağı indim, bağladığım ipin ucunu çözdüm. İpi çözmemle birlikte, birden,
kendimi havada buldum!.. Nasıl bulmayayım? Ben yaklaşık yetmiş kiloyum! İki yüz
elli kiloluk varil süratle aşağıya düşerken beni yukarı çekti. Heyecandan ve
şaşkınlıktan, ipi bırakmayı akıl edemedim. Yolun yarısında, dolu varille
çarpıştık. Sağ iki kaburgamın bu sırada kırıldığını sanıyorum. Tam yukarı
çıkınca, iki parmağım, iple beraber çıkrığa sıkıştı. Parmaklarım da, bu sırada
kırıldı. Bu esnada, yere çarpan varilin dibi çıktı ve tuğlalar etrafa
saçıldı... Varil hafifleyince, bu sefer, ben, aşağı inmeye, varil yukarı
çıkmaya başladı ve yolun yarısında, yine çarpıştık. Sol bacağımın kaval kemiği
de, bu sırada kırıldı. Can havli ile ipi bırakmayı akıl ettim... Başımı yukarı
kaldırdığımda, boş varilin süratle üzerime geldiğini gördüm. Kafatasımın da,
böyle çatladığını sanıyorum.
Bayılmışım,
gözümü hastanede açtım. Cenab-ı Hak’tan, tüm kullarını, böyle görünmez
kazalardan korumasını diler, hürmetle ellerinizden öperim.
Duvarcı
Ustanız Ramazan...”
Yazdıklarını
okudu arzuhalci. Tamam mı, dedi. Var mı eksik?
Tamam,
olmuş, dedi Ramazan.
İş
yerine gitti. Yazıyı şantiye şefine uzattı.
KİMLİKSİZ
Selim
Esen
515 km’lik dairesel yolu kendini
cezalandırmak amacıyla sürekli yineleyen yaşlı adamı, Söke Ovası’nın güney batı
kısımları ile bitişiğindeki Güllübahçe beldesinin sınırlarında herkes tanırdı.
Tepeden tırnağa, kendi elinden çıkmış kaba deriden elbiseler giyen bu garip
adam, gizemli bir kişilikti. Hemen hiç laf etmez, nadiren ağzını açtığı
zamanlarda ise ancak Boşnakça konuşurdu.
Tahtadan biçimsiz ayakkabılarının
tabanları dışında sırtındaki her şey deridendi. Siperli yuvarlak kasketi,
ceketi ile pantolonu hep birbirine deri parçalarından şeritlerle tutturulmuştu.
Ne çorap ne de iç çamaşırı giydiğinden kış günleri buz gibi rüzgâr, deri
parçalarının aralıklarından girer, tenine işlerdi. Ilık havalarda bu garip
üniforması tembel katırın eyeri gibi gıcırdardı. Kendisine elbise vermek
isteyen çok kişi çıkmıştı, ama o, tekliflerin tümünü geri çevirmişti.
Garip adam, omuzuna attığı deri bir
torbanın içinde tenekeden bir kova ile bir tabak, bir balta, uzun saplı bir
tava, bir kunduracı tığı ve yürürken topladığı deri parçalarını taşırdı. Bir
piposu ile bir Kuran-ı Kerim’i de vardı. Boynunda, görünür görünmez bir
ay-yıldız asılıydı.
Ancak 1.60 cm. boyunda olmasına rağmen
geniş ve ağır bir vücut yapısı vardı; garip hayatının çetin koşullarına nasıl
karşı koyduğunu anlamak için bedenine şöyle bir göz atmak yeterliydi. Teni ve
gözleri koyu renk, saçları siyahtı.
Güllübahçe yollarında ilk kez 1960
yılında görülen yaşlı adama önceleri seyyar bir kaçık gözüyle bakılmıştı. Fakat
beldenin sırtını dayadığı dağlar boyunca yolu aştığı ve bu yolu yaz, kış iki
günde tamamladığı dikkati çekmişti. Güllübahçe’ye uğradığı kuzeydeki şehir Söke’ydi.
Bundan sonra tekrar Güllübahçe’ye dönene kadar yol üstündeki beldelere uğrar;
sadece Doğanbey’e girmekten kaçınırdı.
Bu dairesel yolculuğunda, hep aynı
yerlerde dinlenmek, yemek pişirmek ve elbiselerini tamir etmek için konaklardı.
Konak yerleri, yüksekçe bir kayaya, duvara ya da bayıra çalı çırpı ve kalaslar
dayayarak oluşturduğu derme çatma barınaklardı. Yalnız bir yerde, Gelebeç’de
tarihi kalıntılardan bir kulübe yapmıştı. Yine de en sevdiği konak yerleri
mağaralardı.
Yaşlı adam yanında yatak taşımaz,
toprağın üzerinde ya da doğal şiltelerin üzerinde yatardı. Elbiseleri esaslı
tamirat istemediğinde, bir yerde birkaç saatten fazla kaldığı görülmüş değildi.
Herhangi bir nedenle biraz gecikecek olsa, adımlarını sıklaştırır, gideceği
yerlere yine tam zamanında varırdı. Bir defasında Tuzburgazı’na gelişinde dört
günlük bir gecikme olduğu fark edilmiş, ama Güllübahçe’ye vardığında bu farkın yine
kapandığı görülmüştü.
Günde ortalama 16 km. yol alır, işlek
yollardan kaçar, kalabalık bölgelerin etrafında bir daire çizerdi. Zaman zaman,
bazı yerlere uğramak için yolunda ufak sapmalar yaptığı olurdu.
En az ilgilenildiği, fakat kendisine
yiyecek verilen yerlere uğrardı. Arada bir, kapının eşiğinde karnını doyursa da
kimse onu bir eve girmeye razı edemezdi.
Ağzından nadiren çıkan tek tük Boşnakça
kelimelerin dışında karşısındakilerle işaretler ve homurtularla anlaşırdı.
Kimseye merhaba ya da allahaısmarladık demezdi; gülümsediği de hiç
görülmemişti.
Dolaştığı çevre ve kendisine
konukseverlik gösteren insanlarla hiç ilgilenmezdi. Onda görülen yegâne duygu
ifadesi, fotoğrafının çekilmek istenmesi karşısında belirttiği şiddetli
isteksizlikti.
Bir süre sonra Güllübahçe’den birisi, garip
adamın geçmişinin sırrını aydınlattı. Yaşlı adamın turnelerinden birisi
sırasında kaybettiği bir kâğıttan bir ipucu elde ederek adının Faris ve Boşnak
şehirlerinden Tuzla’nın yerlilerinden olduğunu öğrendi. Esaslı bir eğitim
görmüş, lakin sonradan kendisinden üst düzeyli bir kıza, zengin bir deri
tüccarı olan Amar’ın kızına âşık olmuştu.
Baba önce Faris’in evlenme teklifini ciddiye
almamış, sonradan fikrini değiştirerek delikanlıya firmasında bir iş bile
vermişti. İşinde başarılı olduğunda damatlığın yolu açılacaktı.
Genç adam işleri kısa zamanda öğrenmiş,
hatta bir süre sonra firma adına yatırımlarda bulunmaya başlamıştı. Kazancını
katladığını sanan tüccar Amar bunun üzerine delice vurgunculuğa girişmişti. Ne
yazık ki bu sıralarda piyasada bir buhran baş göstermiş, Amar’ın firması iflasa
sürüklenmiş, Faris’in hayatı da böylelikle mahvolmuştu. Aynı zamanda aklını da
kaçıran Faris, şehir şehir gezerek çılgın vurgunculuktan dolayı kendini
lanetlemeye başlamıştı. Sonunda, serbest dolaşması sakıncalı görüldüğünden bir
akıl hastanesine gönderilmişti.
Bir yıl sonra ortadan kaybolduğunda;
akrabalarıyla nişanlısı uzun araştırmalardan sonra Ege’nin doyumsuz
güzellikteki Dilek Yarımadası’nda olduğunu öğrenmişlerdi. Faris’in izini süren adam
onu Güllübahçe’de bulmuş, Tuzla’dan bilgiler vermiş geri dönmesi için dil dökmüştü.
Fakat yaşlı adam “hayır” anlamında başını sallayarak bu duruma düşmesine neden
olan deri elbiseleriyle turlamaya devam etti.
1965’de Dilek Tepesi’nde kopan müthiş
kar fırtınası sırasında, el ve ayak parmaklarının donduğu ve sağlığının da
süratle bozulduğu dikkati çekti. Aralık ayında Söke Devlet Hastanesi’ne
yatırıldıysa da birkaç saat sonra kaçtı.
İzleyen Mart ayında Güllübahçe’de bir
çiftçi Faris’in ağır hasta olduğunu görerek, geceyi ambarında geçirmeye davet
etti. Yaşlı adam bu daveti kabul etmeyerek beldenin sırtlarındaki bir mağaraya
yollandı.
Cansız bedeni günler sonra bulundu.
70’lı yaşlarda olduğu tahmin edilen ve
adli doktor tarafından kimliği belirlenemeyen Faris, Güllübahçe kimsesizler
mezarlığına defnedildi. Mezarının nerede olduğunun yegâne işareti,
bitişiğindeki parmaklıktı. Söke ilindeki anıları, Güllübahçe sakinlerinin
sevgisi, olmayan mezarının baş taşını simgeliyordu.
MEHRÜBA
Selim
Esen
Gün boyu dibi görülen durgun deniz
akşamüstüne doğru birkaç ton koyulaşıp koyu mavi renge bürünürken Park İçi Yolu
üzerinde sıralanan açık körüklü, tekerleği yaldızlı, ateş kırmızısı deri
taklidi döşemeli faytonlar müşterilerini bekliyorlardı…
Karşıyaka’dan saat 18’de hareket eden Bergama
yolcu vapuru tam zamanında Alsancak iskelesine yanaştı. Üstünde ütünün bile
açamadığı sandık vurgunu, içine kapanık ve küskün giysisiyle kalabalığın
arasından sıyrılan soluk suratlı adam, karaya adım atar atmaz aşağıya doğru
yürüdü, Gündoğdu Meydanı’nda ön sıradaki faytona bindi. “Çek…” dedi. Sürücünün
kamçısı boşlukta turunu tamamlamadan devam etti: “1381 sokak…”
O gün 15 Mayıs 2017 Pazartesi günüydü. Yunan,
98 yıl önce bu gün işgal etmiş, yakmış, yıkmış, esir almıştı Ege’nin incisi güzel
İzmir’i. Ancak o kent asla bu esareti kabullenmemiş ve küllerinden doğarak
günümüzdeki saygınlığına ulaşmıştı.
Talat Paşa ve Plevne Bulvarlarının
kesiştiği köşedeki Gazi İlkokulu heybetini koruyordu… Vurgun yemiş kara bir
kütükten filizlenmiş gibiydi tarihi yapı. Gözlerine inanmayarak baktı binaya… Bakmasıyla
da içindeki sevinç bir söğüt dalı gibi kırılıp kaldı. Söylendi kendi kendine:
“Nice uygarlıkların acı tatlı anıları asılı dururdu bu güzelim kentin belleğinde.
Önce Osmanlı, sonra Yunan, sonra kendi
içinde ona gâvur diyen densizler çoğalıyordu ortalıkta…”
İç konuşmaları birbirini kovalıyordu. Ağzında
köpüren sözcükler dudaklarından dökülüyordu. Birbiriyle savaşan, boğuşan, arapsaçından
daha güç çözülür sözcükler... Zaten iki dudağı birbirine bitişik hiç
görülmemişti ki… Bir süre sustuktan sonra; “Elin oğlu, gülü tango yaparken
ağzında tutuyor, biz kasap vitrinindeki koyunun kıçına takıyoruz ne anlamı
varsa! Hala bizden romantizm bekleniyor” diye mırıldandı.
Uzun kollu, İspanyol model hâkim yakalı
bir gömlek; siyah renk pantolon, yelek ve London model şapkası olan sürücü, nal
sesleri arasında gizemli yolcusunun söylenmelerine anlam veremiyordu. Zaman
zaman arkasına dönüyor, dudaklarını okumaya çalışıyordu. Yol üzerindeki parkta çocuklar
kırık dökük oyuncaklar arasında koşuşup duruyorlardı. Bir köşede tahterevallinin
havadaki ucu yere değmiş, yerde yapışmış gibi duran ve hiç yükselmeyecekmiş
sayılan öbür ucu havaya fırlamıştı! İşte bu sosyal bir dengesizlikti…
Altın yeleli Haflingerlerin çektiği fayton
8 numaralı apartmanın önünde durdu. Uzun zamandır ayak basmadığı ev yabancı
gibi duruyordu karşısında. Çıplak dört duvar, birisi perdeli diğeri perdesiz bomboş
iki oda, tam takır banyo mutfak… Eve hırsız girse, alıp götürecek ne masa, ne
iskemle, ne televizyon buzdolabı ne de radyo vardı… “Dört duvar arasına misafir
mi çağrılır?” dediklerinde, cevabı kısa olurdu: “Olmaz… Kaybolunca, eskiyince,
bozulunca üzüleceğim eşya benim değildir. Eşya beni üzemez, dünya malı bana
hükmedemez…”
Kendi dünyası ona yetiyordu.
Mutfak tezgâhında sıralanmış boş şişeler
arasında üzerinde kapağı olanı buldu, açtı, cehennem sıcağında adeta fokurduyordu
bira.
Düşündü…
Bu yaşamda, bu düzende, ne geldiyse
başına hep o Mehrüba’nın yüzünden gelmişti. Sigaraya içkiye düşkünlüğü, hepsi
hepsi… Ya o geçen yıl birlikte gittikleri Kuşadası’nda başına gelenler…
Sabahın alacasıydı… Akşamdan kalmış,
serin kumların üzerinde sızmış, kalmıştı. Sabahın ışıklarıyla plaj görevlileri koşuşturmuş,
ilk yetişen doktor gereken müdahaleyi yapmış onu bir hayli rahatlatmıştı. Bu
ilk enfraktüsü geride bırakan ikinci belaydı karşısına dikilen. Kirli suratlı
bir odaya almışlardı hastanede. Yatağa boylu boyunca uzanmış, kolundaki serum
hortumuyla cebelleşiyordu. Konuşması yasak, kıpırdaması yasak, hatta düşünmesi
bile yasaktı. Mehrüba yoktu…
Pansiyonda bitişik odada kalan çocukluk arkadaşı
Talat’a haber vermişlerdi. Hastaneye koşturan Talat’ı kapı aralanıp da görünce,
yanındaki doktorun “lütfen” diye önlemeye çalışmasına hiç aldırmadan sesini
yükseltmişti:
“Biliyor musun Talat, gittim ve geldim!
Öbür tarafa bir acının kucağında giderken, bu tarafa bir uykunun koynunda
dönüyorsun. Ne tuhaf değil mi?”
Gözlerini Talat’ın isyan eden gözlerine dikmiş,
yaşadıklarının haklılığını doğrularcasına Müşfik Kenter’in o anlamlı dizelerini
mırıldanmıştı:
Üzülüyorsun, takma diyorlar…
Susuyorsun, iki çift laf et diyorlar…
Konuşuyorsun, muhatap olma diyorlar…
Çekip gidiyorsun, mücadele et diyorlar…
Alttan alıyorsun, tepene çıkardın
diyorlar…
Bağırıyorsun, sakin ol diyorlar…
Aklı başında davranıyorsun, bu kadar
uslu olunmaz diyorlar…
Dikine gidiyorsun, yaşına başına
yakışmaz diyorlar…
Ölünce ne diyecekler? Muhtemelen, “ölüm
sana yakışmadı” diyecekler. Normal tabii… Dirimizi beğenmediler, ölümüzü mü
beğensinler!
Her nefes alışında bir kamyon yük
indirmiş gibi yoruluyor, her nefes verişinde aynı yükü yeniden yüklemiş gibi
oluyordu… Tansiyon aletini koluna takmaya çalışan doktor sessizliği bozdu:
“Koca adamsın be kardeşim… İçkinin,
sigaranın sağlığa zararını bilmiyor musun sen? Bak, ne hale gelmişsin…”
“Doktor, anlaşılan Yeşilaycısın sen.”
“Evet” dedi doktor.
“Peki doktor, insan içmeden ayı nasıl
yeşil görür?”
“???”
“Sonra,
insan tadını bilmediği bir şeye nasıl karşı olur? Önce tadını öğren, sonra
karşı olursun!”
Odayı sessizlik kapladı…
Uzun boyu, ince beliyle yapraklarına gün
vurmuş söğüt fidanı gibi salınarak girdi içeri. Parlayan ela gözleri, kar
altındaki Beşparmak Dağları’nda söze dökülmemiş bir aşk öyküsü kadar güzel
Mehrüba…
“Nasılsın?”
Kalbi kırılmıştı. Kırılmak da değil
paramparça olmuştu… “Üşüdüğümüzde camı kapatmak kadar kolay olsaydı keşke”
dedi, “Sevilmediğimizi anladığımızda o kişiye yüreğimizi kapatmak…”
Devlet Hastanesinin bulunduğu Gazi
Beğendi’ de henüz bir kapının bile açılmadığı o sabah şaşırdı genç kadın. Uykulu
gözler yakışıyordu ona… Üzerinde, hayatından tütünü, tuzu ve yağı çıkarmış,
tütünsüzlüğün saadeti, şekersizliğin rahatlığı vardı. Yedi kat tülbentten süzülmüş
bu hergeleye ne yanıt verebilirdi ki! Kuşadası’na gidelim mi? Dediğinde,
“çeşmeye gidenin bakracı, çamaşıra gidenin tokacı” misali kestirmeden “evet”
demişti. Ya şimdi ne demeliydi! Rahmetli babası, “Sevdiğin ata, kolladığın ite
ve seni ısırmayan bite dokunma” der dururdu. Haklıydı!
Yatağa doğru eğilirken geçmiş günleri
anımsadı… Şeyh-ül muharririn unvanı ile taçlandırılan koca gazeteci Burhan
Felek her ne olmuşsa olmuş, darbeci Evren Paşa’nın elini öpülmeye layık bulup
eğilmemiş miydi! Bir çınarın, kaşınmak için gövdesine sürtünen bir tilkiyi
okşama hevesine kapılarak eğilmesini düşündü bir an için, doğruldu, hafifçe
gülümsedi. Ağzının kenarından yeni protez dişin ışıltısı göz kırpıyordu.
Nefesini ayarladıktan sonra;
“Hasta yatağı yakışmamış sana,” dedi.
Talat’la göz göze geldiler, “İşte böyle…”
der gibiydiler. İsmet Paşa’nın özlü sözü düştü aklına: “Arkasında ne olduğunu
bilmediğiniz kapıyı açmayın!” Oysa o, arkasında ne olduğunu bilmediği kapıları
durmadan hep bir cahil cesareti ile açıp durmuştu.
Anılar dağarcığından sessizce dökülse de
gözlerinde canlılığını koruyordu. Şimdi, 1381 Sokak’taki evde Mehrüba yine yoktu.
Fokurdayan bira şişesini başına dikti…
MESTAN
Selim
Esen
O soğuk ve yağmurlu gecenin sabaha
uzanan saatlerinde, gömüldüğü koltukta limana bağlanmış gemi gibi hareketsizdi.
Ağırlaşan gözkapakları gözünü diktiği duvardaki fotoğrafı görmesini
engelliyordu. Sanki içindeki acı çeken ruhu süzülerek dışarı çıkmış, hesap
soruyordu. Değil mi ki o, pek az kalpte sevgiyle yâd edilecek bir iz bırakmış,
çalkantılı bir ömrün sonuna gelmişti! Artık huzura kavuşma zamanıydı.
Ankara’nın Maltepe semtindeki Havagazı
Fabrikası’nda ustabaşı olarak çalışıyordu. Bilmem kaçıncı eşiyle Altındağ’da köhne
kerpiç bir evde oturuyordu. Sicili bozuktu. Okula gitmemiş, bir baltaya sap
olamamıştı. Ama sevimliydi, dalgacılığı, içkiye ve kadınlara olan düşkünlüğüyle
tanınmıştı. Akşamcıydı, Kızılay’daki Tavukçu meyhanesinde demlenir, parası
suyunu çekince arkadaşlarını evine davet eder, mezeleri hazırlarken alnından
terler süzülür, bir peşkirle yüzünü kurular, çilingir sofrasını kendi elleriyle
kurardı. Sonra üzerinde gazete kâğıtlarının serili olduğu derme çatma masanın
başına geçer, kadehini elinden hiç düşürmeden kendi imalatı olan rakının dibine
vurur, âşık olduğu kadınları ve eski maceralarını ballandıra ballandıra
anlatırdı.
Yaşamın tadını çıkaran keyfli bir adamdı…
İlk eşini PTT’ye radyo ruhsat ücretini
yatırmaya gittiğinde tanımıştı. Sarışın, yeşil gözlü, yüzü rengârenk sıvanmış,
bodur, mini etek tutkunu, 30’lu yaşlarında bir kadındı. Yıldırım nikâhı ile
evlenmişler, çok sürmemiş ayrı düşmüşlerdi. Arkadaşları: “Besbelli, sabah bin
bir zorlukla yaptığı makyajı, akşam hiç üşenmeden silen kadın, seni mi silemeyecekti,”
demişlerdi de dert etmemişti…
Ne işinden ne de aşk hayatından
hoşnuttu. Çocukluk yaşlarında, sünnet düğünü öncesi, annesinin zorlamasıyla çaput
bağladığı dilek ağacının ne bir meyvesi ne de bir yaprağı olmadığını görmüş, “ağacın kendine hayrı yok, bana ne hayrı
olabilir!” diye düşünmüştü.
Meyhane arkadaşlarının aracı olduğu yaşça
geçkin kadını tanıdığında hayatının kadınını bulduğunu sanmıştı. Giderek
şişmanlayan ve hiç susmayan bir kadındı. Çenesi düştüğünde dili ağzına
sığmazdı. Çok değil bir hafta sonra kadeh arkadaşları, “Kaşarlanmış lan bu kadın,”
dediklerinde; “Eee, patlıcanı bile reçel yapan halkımızın, hıyardan beyefendi kaşardan
hanımefendi, yapması çok doğal değil mi!” diye yanıtlamıştı. Erkek milletine bu
büyük kötülüğü kendini çöllere atan Mecnun ve dağları delen Ferhat yapmamış
mıydı? Onlar değil miydi çıtayı böylesine kontrolsüzce yükseltenler…
Tıynetine işlemişti hovardalık… Yine bir
akşam Tavukçu’da toplandıklarında kirli sakallı, çatık kaşlı, çatal dilli
savruk Cemal, uzun uzadıya zamparalığın evlilikte yeri olmadığından söz ettikten
sonra, Veysel’in beytini onun yüzüne okumuştu:
“Tevbe ya Rabbi hata rahına
gittiklerime!
Bilüb ettiklerime, bilmeyüb
ettiklerime!”
Derken bir gün öğle yemeği arasında vermişti
kararını; şom ağızlı kadından kurtulacaktı. Harman gazetesinin manşeti de
yüreklendirmişti onu: ABD’de bir adam baraja işedi diye, 30 milyon litre su
boşaltılmıştı. Bizde olsa… Demişti, belediye başkanı o sudan içer, “bakın
ölmedim!” diyerek halkımızı rahatlatırdı. Boşanma davasına bakacak yurdun
hâkimi neden belediye başkanı gibi düşünmesindi?
Aradan iki yıl geçti geçmedi ortalarda görünmez
oldu. Yakınları, akşamcı arkadaşları merak içinde toplandılar, evine gittiler. Sanki
korkak ve kuvvetsiz bir el çalmakla çalmamak arası kararsız, kapıya dokundular.
Kapıyı, “Sen saraylara layıksın” diye tavladığı, ilk buluşmada “Simit Sarayı”
na götürdüğü son eşi Fetanet açtı. “Mestan nerede, hiç göremez olduk?!” diyecek
oldular, kadın:
“Aaa duymadınız mı? Mestan’ı iki ay önce
kaybettik,” dedi.
Rakı kadehi elinde göçmüş gitmiş...
Yamalı pantolonunda bir mendile sarılmış bir kâğıt ve 50 lira para çıkmış. Kâğıtta
şöyle yazıyormuş:
“Bu benim cenaze param. Bir gün emr-i
hak vaki olursa cenazemi bununla kaldırın. Kimseye muhtaç olmak istemem. Mestan.”
Yıkılıp kalmış kadeh arkadaşları, göz
pınarlarından bir türlü kopmayan yaşlarla uzaklaşmışlar…
SEVGİ
YOLU
SELİM
ESEN
Beş kişiydiler…
Nerede hak hukuk varsa tersyüz eder,
devlete kafa tutarlardı. Şimdi Suriyelileri Hıristiyan dünyasına taşımak üzere
Ege’nin şirin tatil beldesi Kuşadası’nı mekân edinmişlerdi. Davutlar’ da, Sevgi
Yolu’ndaki Balıkçı Barınağı’nda toplanacaklardı.
Çek çek kulübesindeki küçük bir ampul,
alçak tavandan ince bir sicimle asılmış gibi çırılçıplak sallanıyordu. Tekne
bekçisinin kaybolduğu delikten bir ayak sesi duyuldu. Ayağında o zamanın
modasına lüzumundan fazla uygun bir çarliston pantolon, sırtında dik yakalı
fanila ile yarı hamal, yarı panayır boksörü kılığında bir delikanlı göründü.
Siyah saçlarına briyantini o kadar cömertçe dökmüştü ki tavanda yanan yirmi beş
mumluk ampul vıcık vıcık yağa boğulmuş bu bedbaht başı, kalaylı bir tencere
gibi parlatıyordu. Yüzündeki tüm çizgiler aşağıya sarkmıştı…
“Yarın akşam, hazır olun…”dedi.
“…”
Odayı bıçakla kesilmez, düdükle
yırtılmaz bir sessizlik kapladı… Çeneler kilitlenmişti.
Dışarıda ay ışığı altında Beş Parmak
dağlarının öfkeyle solukladığı nefesi Sisam Adası’nın kayalıklarında
parçalanıyordu… Ardından gelen sessizlik bütün ağırlığıyla Davutların üstüne
çöktü. Ortalık ıssızlaştı, güzelim belde boşalmıştı sanki.
Sahildeki Grand Belish Oteline dönen
parlak genç, bodrum katından yukarıya çıkan mermer merdivenlere doğru ilerledi.
Ancak ayağını daha birinci basamağa atmadan geri döndü. Boyasız oda kapısının
yanında duran tozlu tahta bir sandalyenin üzerine atıvermiş olduğu siyah
pardösüsünü aldı. Bu kez mağrur bir tavırla basamakları çıktı. Işıklara
boğulmuş büyük salonda eğlence vardı. Orkestra oynak bir dans havası çalıyordu.
Eğlenenlere umursamaz nazarlarla baktı. Sonra yürüdü otelin kapısından çıktı.
Yağmur başlamıştı, pardösüsünün yakasını iyice kaldırdı. Az ilerdeki Star
Beach’e geldiğinde çek çek kulübesinde toplananlar şimdi kendisini burada bekliyorlardı.
Bir ufak tefek adam öne çıktı, “Hoş geldiniz,” dedi. Kapıdan süzülen deniz
havası mekândakileri rahatlatmaya yetti, gevşediler. Kimileri oturdukları koltuğa
gömüldü, kimileri sigaralarına sarıldı, yüzlerinde gülücükler oynaştı…
Aynı saatlerde Kuşadası Marina’nın
karşısındaki belediye bahçesinde çelimsiz bir adam, karşısında dikilenlere: “Bakınız…”
dedi, “Sahillerimizden denize açılanlar denizin acımasızlığına teslim
oluyorlar, önleyeceğiz bu cinayetleri…” Anlaşılmayan bir şeyler daha söyledi. Dört
kişi kös dinledi, sessizce dağıldılar… Çelimsiz adam kent merkezine, kalmakta
olduğu Derici Otel’e yürüdü, doğru odasına çıktı. Çok geçmeden kapısı iki kez
vuruldu. Bu, parolayla gelen operasyon ortağıydı.
İlk kez karşılaşıyordu onunla… Siyah
takım elbisesi, gri kravatıyla uyumlu gri saçlı, ince yapılı, bilinen ünüyle ilgisi
olmayan uzun boylu yapılı bir adam girdi odaya. İkili şaşkın şekilde tokalaştılar.
Kim bilir neler konuşulacak, yağıp gürleyeceklerdi birbirlerine… İşin özünde
kaçakların önlenmesi vardı. Çelimsiz adamın gözü bir ara pencereden dışarı
kaydığında, içerdeki kasvetli buluşmaya karşın rıhtımdaki parmaklıkların
üzerinde martıların neşeli çırpınışlarını gördü. Güzel bir gece olmasına karşın
Davutlar sahiline akşamın gölgeleri ile birlikte serinliği de inince Sevgi Yolu’
nda yaz aylarında piyasa yapan renkli ve gürültülü kalabalık yerini sokak
köpeklerine terk etmişti…
Grand Belish Oteli’nde eğlence devam
ediyordu. Türk Sanat Müziğine gelmişti sıra… Büyükşehirlerde bile pek
tanınmayan sanatçı elini kulağına atmış, Hamizade İsmail Dede Efendi’nin
şarkısını söylüyordu:
“Cihar attım şeş oynadım, yine felek
yendi beni…”
O, Ankara’nın Hamamönü semtindeki
Karacabey Hamamının ısıtma merkezi olan külhanında barınmış bir kimsesizdi.
Odun kesmiş, kütük istiflemiş, ateş dağıtmış, kül süpürmüş bu adama emeği karşılığında
hamam sahibi tarafından özellikle kış aylarında külhanda barınmasına izin verilmişti.
Şarkı söylemeyi de orada öğrenmişti…
Onun için düzenlenen külhan kabul
töreninde helva karılmış, pilav yapılmıştı. Demirbaş leğenlerden ikisine pilav,
birisine tepeleme helva doldurulmuştu. Külhan sofraya oturmazdı, gelenek
böyleydi… Bir elinde testi diğerinde bardak ayakta dikilmişti. Yemeğin sonuna gelindiğinde
külhanbeyi bir lokma ekmeği üç parmağının arasında tuza banıp, şöyle demişti:
“Bu ocağın adı hakiki külhandır;
Yersize, yurtsuza mekândır.
Nice erler yetişmiştir külhandan
Kim bilir kim bugün nerede pinhandır.
Ana baba kucağına sığmayan
Yavrucaklar bu ocakta mihmandır.
Pirimizdir bizim koca Layhar,
Hak budur kim eşi gelmez sultandır.
Hu çekelim Layhar’ın ruhuna Hu
Onun için bay-ü geda yeksandır.”
Sokakta yaşayan insanların ısınmak için sığındıkları
yerdi külhanlar. Külhanda toplanan insanlar, aralarında gruplaşırlar, grupların
başındakilere “külhanbeyi” denirdi. Ama Karacabey’in tek külhanı vardı, O…
Külhanlar arasında bir anlaşmazlık, çatışma çıktığında olaya el koyardı. Onun
gelmesiyle kavga bıçakla kesilmiş gibi bir anda sona ererdi. Vereceği hüküm,
temyizden geçmiş bir mahkeme hükmü kadar kesindi.
Sahnedeki görünümü farklıydı…
Karakaşlı, kara gözlü, kır saçlı, parlak
adamın başında siyah beyaz desenli, uçları hafif püsküllü kefiye, sırtında koyu
sarı, yarım kol düğmesiz hâkim yaka ipek gömlek, gömlek üstüne kırk düğmeli
siyah parıltılı Halep yeleği, yine ışıltılı parlak Halep şalvarı, belinde beyaz
ipekten kuşak, kuşakta gümüş saplı Çerkez hançeri vardı. Ayağında beyaz çorap,
arkası çek çekli, yumurta topuklu, cilalı parlak postal giymişti. Saçları
düzgün taranmıştı…
O, külhanbeyi geleneğinin Ankara’dan
çıkan son, Kuşadası’na gelen ilk temsilcisiydi. Kendisini topluma kabul
ettirmenin kuralları doğal olarak normal insanlardan farklıydı. Cinayet, ölüm gibi
kavramlar onun günlük yaşantısının değişmez unsurlarıydı. Oysa Karacabey
Külhanında, külhana sığınan çocukları, yaşlıları koruyup kollamayı, gezginci
esnafa ilişmemeyi, hamallara yük indirip bindirirken yardım etmeyi öğrenmişti. Varlıklı
ailelerin çocuklarına, özellikle, lalası, dadısı, mürebbiyesi ya da kölesiyle
gezenlere sarkıntılık yapmak, tulumbacılara bulaşmak, işi tıkırında dükkânlara
musallat olmak da külhanın töreleri arasındaydı. Külhanbeyleri ara sıra kömürcülere,
Yahudilere de sataşırlardı, ama savunmasızlara, biçarelere dokunmazlardı. Ne
var ki bu külhanbeyi, Suriyelileri ölüme götüren kaçakçı çetesinin başıydı…
Çelimsiz adam Derici Otel’deki odasında,
uzun boylu, kar düşmüş dağ zirvesine benzeyen, tuz biber rengi kepekli başı,
uykusuz geçen günlerinin dörtte üçünde düzeni sağlamakla görevli bir ciddiyet
taşıyan çehresi, sert sivri dilli meçhul ziyaretçisini sabırla dinliyordu. Ziyaretçinin
Müthiş bir hafızası, olağanüstü konuşma yetisi vardı… Hafıza ambarından çekip
çıkardığı görev deneyimleri imdadına yetişir, saatlerce konuştururdu onu. Güvenlik
anlamında ne kadar söylenmiş, ne kadar kullanılmış söz varsa, hepsi onun
hafızasındaki çekmecelerde bir gün sarf edilmek üzere sıraya girmiş bekliyordu.
Ertesi gün güneş erken eğildi, topal
oldu. Ardından battı. Gökyüzü yangından kurtulmuşçasına eski mavisine kavuştu.
Sonra karanlık çöktü. Bu süreçte Derici Otel’de bir araya gelen iki kişiden ne
bir ses ne bir seda çıktı.
İlkbaharı müjdeleyen o gece hava ılık ve
sakin hatta sessizdi. Gökyüzü toprağa yakındı, parlak yıldızlar bulutlar izin
verdiğinde Davutlar sahilinin terkedilmiş evlerini bir kandil gücünde
aydınlatıyordu. Sevgi Yolu üzerindeki Gençlik Kampı zar zor seçiliyordu. Özlem
Sitesi’nin arkasındaki Camiinin minaresi, ay ışığı altında nur taşıyan bir fener
görünümündeydi. Sahilde kalabalık bir karaltı göze çarpıyordu.
Yaşlı genç, kadın erkek, çoluk çocuk ellerinde
irili ufaklı poşetlerle küçük teknelere doluşup, Ege’ye açılırken, “Allahüekber,
Allahüekber!” sesleri Davutlar sahilinin ıssız damları üzerinde gökten dökülür
gibi yankılanıyordu. İslamşanlı Camii minaresindeki yetişkin, acılı ses
Tanrının büyüklüğünü sanki bu talihsiz, umarsız insanların üzerine yolluyordu.
(…)
Gün ağardığında Sevgi Yolu sahilinde,
akşamki karaltıların yerini karaya vurmuş cansız bedenler almıştı. Adları Nazikeda,
Bedrifelek, Nurefzun, Bidar, Dilpesend, Emsalinur, Mezide, Nevcedit, Behice,
Müşfika’ydı…