Yazar,
Türk köy edebiyatının öncüsü (D. 30 Haziran 1933, Demirciköy / Gülağacı /
Aksaray – Ö. 10 Ağustos 2018, Ankara). Demirciköy İlkokulu (1943), Konya İvriz
Köy Enstitüsü (1947), Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü (1955) mezunu. Aksaray’ın
Nurgöz, Çardak ve Demirci köylerinde öğretmenlik (1947-53), Antakya ve
Ankara’da ilköğretim müfettişliği (1955-64), Kültür Bakanlığında danışmanlık
(1979-80) yaptı. Yazılarında köyün ekonomik ve sosyal yapısını kötü gösterdiği
gerekçesiyle 1949 yılında gözaltına alındı. 1961 yılından itibaren Avrupa’nın
çeşitli ülkelerine inceleme, dil öğrenime ve okutmanlık yapmak üzere çeşitli
gezileri oldu. Emekliye ayrıldıktan sonra yaşamını Ankara’da sürdürdü. Dil
Derneği, Edebiyatçılar Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası üyesidir.
“Toros’un
Eteğinde” adlı ilk şiiri Türk’e Doğru
(Eskişehir, Temmuz 1945) dergisinde yer aldı. Yazıları ayrıca 1946 yılından
itibaren Ülkü, Varlık (1948-2000), Türk Dili, Çağdaş Türk Dili, Türk
Dili Dergisi, ABC dergileri ile Cumhuriyet (1950-2000), Vatan,
Öncü, Ulus, Yenigün gazetelerinde yayımladı. Öğretmenlik yaptığı bölgelerde
gözlemlerini yazıya dökerek Türk edebiyatında toplumcu-gerçekçi ürünlerin
ortaya konmasına katkısı oldu. 1976 yılında Değişenler (Bizim
Köy, 1975) ile Türk Dil Kurumu Ödülünü aldı. Eserlerinin bir bölümü çeşitli
dillere çevrildi.
Köy
edebiyatı akımının başlatıcısı Mahmut Makal, 10 Ağustos 2018 günü sabah
saatlerinde Ankara’da vefat etti.
Mahmut Makal’ın vefatı üzerine eski dostlarından Mevlüt Kaplan üzüntüsünü şöyle paylaştı:
“Biz köyden gelen üç dosttuk.
Yıllarca birlikte aynı konuları
yazdık, yaşadık.
Fakir daha önce gitti, şimdi de
Mahmut Makal yürüdü yıldızlara.
“Bizim Köy”ün başı sağolsun,
ışıklar içinde yatsınlar.”
Hakkında Ne Dediler:
“Mahmut Makal tek değildir. Başkasınınkine benzemez bir kişiliği var elbette, o ayrı iş. Yalnız bilelim ki edebiyatımızda bir Mahmut Makal’lar çığırı açılıyor. Onların karşısında biz küçüklüğümüzü anlamalıyız. Yurdu da, yurdumuzla birlikte edebiyatımızı da bugünkü gençler, bu Mahmut Makal’lar kuşağı kurtaracaktır. Gerçeği onlar getiriyor edebiyatımıza. Hepsi de yurda değinir değinmez en güzel dili, en temiz dili buluveriyorlar.” (Nurullah Ataç)
***
“Bizim
Köy 1950’de bir başyapıttı. 1995’te de bir başyapıt. Anlatılan nesne ya da
olayın kendisi sanılacak ölçüde yalın anlatımıyla, sıradanı şiire dönüştüren
gözlem gücüyle, yoksulun o soylu ve varla yok arası gülümsemesiyle donanmış
genç anlatımcının duyarlı olduğu kadar da nesnel yaklaşımıyla, Bizim Köy
yazınımızda bir doruktur...” (Prof. Tahsin Yücel)
***
“Ciddi görünüşü ve ateşli anlatımı, sözündeki doğruluğu ve sakınmazlığı ile Makal, kolayca boyun eğecek kişilere benzemiyor. Doğru bildiğini söylemeye, cehalet ve yoksulluğa karşı savaşına devam ediyor. Durmadan yazıyor, kitapları İngilizce, Rusça, ve Fransızca dillerine çevriliyor.” (Sophie Lannes)
***
“Bizim
Köy’ün sanatsal yanına gelince, denebilir ki, Makal, gerçekçi Türk yazınının
duygusal yaklaşımından eylemci işleve geçişiminde tohumu çatlatmayı başarmış,
ardından Talip Apaydınlar, Başaranlar, Fakir Baykurtlar, Dursun Akçamlar...gelmiştir.
Yaşar Kemal bir konuşmasında, ‘Ve kendimi Mahmut Makal dışında, romancı olan
ilk Türk köylüsü olarak görüyorum.’ diyerek bu gerçeği içtenlikle dile getirir.
Yaşar Kemal bu saptamasıyla Makal’ın öykülerine, anlatı gücüne ilgiyi çekiyor.
Makal, ancak Çehov gibi öykücülerde görülen alaycı gücüyle, ‘küçük öykü’ dediğimiz
türün ustalarından biri sayılmalıdır. Genel kanı, Makal’ın yazdıklarının birer
‘köy notu’, izlenimsel gözlemler olduğu yolundadır. Bu kanıyla, çokları onun
Bizim Köy’den sonra yazdıklarını pek önemsememiştir. Kaldı ki, Bizim Köy’ün her
parçası küçük bir öyküdür.” (Adnan
Binyazar)
***
“Köyün
içyüzünü olduğu gibi aksettiren bu yazılar köy davasını ele alacak olanlar için
bir ayna vazifesi görecek, onları yanlış yollara sapmaktan kurtaracaktır. Bu bakımdan
çalışmaların, memleket için çok hayırlı olacaktır. Gerçeği olduğu gibi görerek
buna dayanan işler yapılırsa çetin zannedilen sorunları çözmek kolaylaşır.
Yazılarında birçok insan için yüzyıllar boyunca meçhul kalmış ve bu nedenden çözülmez
bir düğüm sanılan sorunları açık açık arka arkaya dizişin, köylerin kalkınması
hesabına iş yapmak isteyenlere büyük kolaylıklar hazırlamaktadır. Bu yazılarda,
ayrıca bizim henüz pek alışık olmadığımız bir üslup ve eda şekli vardır ki, köy
dilinin ulusal edebiyatımıza mal olması için böyle yazılara pek muhtacız. Onun
için bu bakımdan da hizmetin büyüktür.” (İsmail Hakkı Tonguç)
ESERLERİ:
Bizim
Köy (1950), Köyümden (1952, Hayal
ve Gerçek adıyla, 1957), Memleketin Sahipleri (1954), Kuru Sevda
(1957), 17 Nisan (1969), Köye Gidenler (1959), Kalkınma Masalı
(1960), Eğitimde Yolumuz Nereye (1960), İplik Pazarı (1964), Kamçı
Teslimi (1965), Ötelerin Havası (1965), Yer Altında Bir Anadolu (1968),
Bu Ne Biçim Ülke (1968), Zulüm Makinesi (1969), Kokmuş
Bir Düzende (1970), Açlık Pınarı (1973), Bizim Köy 1975 (Değişenler,
1976), Karanlığı Zorlayanlar (1976), Köy Enstitüleri ve Ötesi
(1979), Bir İşçinin Günlüğünden (1980), Hayal ve Gerçek-Değişenler (1987),
Ağlattı (1989), Anımsı Acımsı (1990), Faust’un Dediği (1990),
Deli Mehmet’in Türküsü (1993), Bozkırdaki Kıvılcım (1992), Ötelerin
Havası (gezi, 1994), Memleketin Sahipleri (1995), Yeraltında Bir
Anadolu (gezi, 1995).
KAYNAKÇA: Sophie Lannes (Sante du Monde, Aralık 1966), İhsan Işık
/ Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) –
Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü
Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of
Turkey’s Famous People (2013), Tahsin Yücel (Cumhuriyet, 5.9.1995), Mehmet Cimi
/ O Yıllar Dile Gelse (1997), Tansu Bele / Yazarlığının 50. Yılında Bir Köy
Enstitülü (Cumhuriyet Kitap, 18.4.1998), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda
İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), İsmail Hakkı Tonguç (Bizim Köy, iç kapak,
2004), “Bizim Köy” için Türk ve Dünya Basınında Neler Dediler? (Damar, Ocak
2004), Alper Sezener / Elli Beşinci Yılında ‘Bizim Köy’ (Cumhuriyet Kitap,
17.2.2005), Köy edebiyatı akımının
başlatıcısı Mahmut Makal vefat etti (sozcu.com.tr, 10.08.2018).
Kimi
liseyi, kimi Öğretmen Okulunu, kimi de eskiden Köy Enstitüsü denilen kurumları
bitirip bu yüksek okulun çeşitli bölümlerine yeni girmişlerdi. Kendileri gibi
ülküleri ve heyecanları da taptazeydi. Hepsi de, bu güzel, her yönden
"zengin ve bakir" yurdun bir köşesine gidecek, orada her türlü
zorluklarla savaşacaklar. Çok ilerlediğini kabul ettikleri ülkenin daha da
ilerlemesine, kalkınmasına emek vererek huzurun doruğuna çıkacaklardı.
Evet,
çoğu öğretmen olacak, vatanın geleceği olan gençliğin kuvvetli yetişmesi için
ellerinden geleni yapacaklardı. Vatan sevgisi, millet sevgisi nedir, yılmadan,
usanmadan öğrencilerine kavratacaklardı. Dersler yetmezse, dersdışı her yerde,
törenlerde hazırlayıp söyleyecekleri söylevlerle işi pekiştirip her fırsatta
görevlerini tamamlamaya çalışacaklardı. Tıpkı kendilerini yetiştirenlerin
yaptıkları gibi...
Buraya
girerken kompozisyon sınav sorusu olarak "bir öğretmenin beş özelliğini
yazın!" diye sorulmuştu, Şimdi hepsi, soruya verdikleri yanıtları
birbirine aktarıyorlardı. Her ne kadar,
"Günlük
bir gazete izlemelidir."
"Görevine
vaktinde gelip, vaktinde gitmelidir"
"Çocukları
dövmemelidir."
"Not
verirken tarafsız davranmalıdır."
"Çevresindekilerle
iyi geçinmelidir." biçiminde özellikleri saptayarak öğretmene beş
"nitelik" yakıştırmaya çalışanlar olmuşsa da; sonuçları incelemiş
olan Amerikalı test şefi Dr. Preskot'un dersliklerde yaptığı açıklamaya göre,
en çok aşağıdaki özellikler olması uygun görülmüş verilen yanıtlarda.
Öğretmenlerimizin ve kitaplarımızın etkileri sonunda öğrencilerin kafalarında
yerleşen gerçekleri açıklaması yönünden de önemlidir, saptanan özellikler:
Bir
öğretmen:
"Milliyetçi
olmalıdır."
"Güleryüzlü
olmalıdır."
"Cumhuriyetçi
olmalıdır."
"Çocukları
sevmelidir."
"Vatansever
olmalıdır."
Gerçi
test şefi bu yanıtları çok beylik buluyor ve "bunlar hepinizin niteliği
olmalıdır; öğretmen olmayanların da..." diyordu. Hatta ileri giderek;
"bunların yerine, bir öğretmen;
"İzmir'den
gelmelidir."
"Bayan
olmalıdır."
"Yirmi
beş yaşında olmalıdır"
"Sarışın
olmalıdır."
"Uzun
boylu olmalıdır."
deseniz
daha iyi olurdu; özgün olması bakımından,.." diye işi sakaya boğarak
gerçeği anlatmaya çalışıyordu. Bizim eğitimimizdeki parlak lâf merakını ve
onları ezberletip her kapıya uydurarak, yetişmekte olanların kendi kendilerine
düşünüp bir sonuca varma yeteneklerinin geliştirilmediği, öldürülmeye
çalışıldığı gerçeğini.
Bir
öğretmende bulunması gereken ve yanıtlarda da en çok yazılan yukarıdaki beş
özellik, şüphesiz şimdiden, yarının öğretmenleri olacak bu öğrencilerde de
vardı: Milliyetçi, güleryüzlü, cumhuriyetçi, vatansever... Bu aşk iledir ki,
bu özelliklerin herhangi birinden yoksun olanlar, bunların arasında
yaratılamazdı. Özellikle "milliyetçilik" diye bir hava çevreyi
sarmış, milliyetçi olmayan var mı diye arayıcılık başlamıştı. Pekâlâ aralarında
bulunanlar olabilirdi öylelerinden. Arayıcılar içinde, "Milliyetçiler Derneği"nin
üyeleri vardı. Bu ülkeden habersiz gafiller olmasa bu demek kurulur muydu?
Gafilleri aralarından bulup çıkarmakla işe başlamak gerekiyordu. Kolaydı gerisi:
Nasıl hareket ettiklerini, nereye gittiklerini, ne okuduklarını ve kimlerle
değeyde bulunduklarını saptamak kalırdı.
Allah
gönüllerine göre veriyor olmalıydı. Yurttaşlık Bilgisi öğretmeni Seyfi Bey'in
yardımıyla, "solcu" denip de ne olduğunu daha fazla düşünmedikleri
kimseleri tanımakta güçlük çekmediler. Seyfi Bey, derste söz bu milliyetçilik
konusuna gelince, bu gibilerin nasıl tanınması gerektiğini, kısaca anlatmış,
hattâ kendisinin böylesini gözbebeğinden tanıdığını söylemişti. Gözünden
tanıdığı bir solcu çocuğu attırmıştı bile. Öğüne öğüne söylüyor, destekle
dinleniyordu... Eklediğine göre, gayet basitmiş tanınmaları; öğrenci olur,
dersleriyle değil, gider yol dâvası, kültür dâvası, din dâvası gibi tehlikeli
(!) sorunlar üzerinde kafa yorar, kitap okur, tartışırlarmış... Sorsan Mehmet
Emin’in herhangi bir şiirini ezbere bilemezmiş, Seyfi Bey'in "ben öylelerini
gözünden tanırım" demesi üzerine, köylü olduğunu bildiğimiz bir çocuk şunu
anlatarak yanaşmış oldu:
Kıymetli
millî şairimiz Mehmet Emin Yurdakul saylavken Adana'ya gitmiş ve orada,
şiirleri gibi söylevler çekerek, şöyle asarız, böyle keseriz diye haykırmış.
Atatürk'ümüz bunu işitince, şaire bir sürpriz yapmak geçmiş içinden: Çağı
gelmiş olan küçük Yurdakul'u, yani şairin oğlunu askere çağırmalarını buyurmuş.
Buyruk yerine getirilince, babasına tel çekmiş oğlu. Kendisinin askere
çağırıldığını, Ata’ya tel çekerek bu işin çaresine bakmasını ve askere alma
emrinin geri alınmasını sağlamasını yalvarmış. Oğlunun dileğini yerinde bulan, iyi
karşılayan büyük Yurdakul, Ata'ya bir tel dilekçe çekerek, oğlunun yakasının
bırakılmasını istemiş. O vakit Atatürk:
"Takın
bu teli dosyaya" demiş, "ne vakit haykırırsa sürün önüne...
İşte,
kimbilir nereden öğrendiği bu olayı anlatan da, gözüne gerek kalmadan diliyle
anlatmıyor muydu ne olduğunu? Sessiz, kendi halinde bir çocuktu oysa. Hepsi
gibi derslerine çalışıyor; girip çıkıyordu. Ama ok yaydan çıkmış, hikâyeyi
anlatmıştı bir kere. Keşke anlatmaz olsaydı. Hakkında bir dedikodudur başladı.
Yataklıklarda, yemekliklerde ondan, anlattığı bir olayla kendisinin ne mal
olduğunu meydana vurmuş olduğundan, milliyetçiliğinden şüphe edebileceğinden
dem vuruluyordu. Derslerde bile ondan söz açıp tartışıldığı oluyordu. Derken
çocukcağızın köylünün sefaletini anlatan bazı yazılar yazdığı da yayıldı mı
sana! Çık işin içinden çıkabilirsen.
Derslerin
birinde değil, ikisinde değil, sözü getirip getirip oraya dayıyorlar:
Yönet
der: "Memleketi batırdı."
Önder
der; "Yazıları mükemmel propaganda vasıtası..."
Duru
Bey der "Alet oluyor bu yazılarıyla. Kendi yazdığı da şüpheli..."
Bir
gün değil, beş gün değil, böyle uzayıp gitti. Önder yürüyünce toplumun koşası tutarmış.
Onun gibi, öğretmenler böyle deyince, kolalı yakaların içinde boyunları ayna
gibi parlayan delikanlılarımızla dışları kadar kafalarının içi de tertemiz
kızlarımız o gelip geçerken hep birbirlerine dürterek:
"A,
vasıta olmuş, âlet olmuş kardeş."
"Para
için mi yaptı ki?"
"Yalancı,
iftirayı basmış…"
"Yokmuş
kardeş, onun dediği gerilik, sefalet,"
"Neden
alırlar buraya böyle soysuzu..." biçiminde konuşuyorlar, diş biliyorlardı.
Bu millet sevilmeyecek, iftira edilecek bir millet mi? Böyleleri nasıl olsa
harcanacaklar bir gün. Şaziye Hanım'ın dediğini hepsi duyup benimsemiş:
"Şaşıyorum, nasıl oluyor da hâlâ dışarda gezdiriyorlar bunu?"
Evet,
nasıl oluyor da...
Böyle
böyle iki yıl geçti. Okul bitecek, yurdun dört bucağına giderek çalışmaya
başlayacak gençler, millete ve vatana yararlı olacaklar. (…)
(Köy Enstitüleri ve Ötesi)