Öykü ve
roman yazarı (D. 5 Haziran 1928, Diyarbakır - Ö. 24 Mayıs 2011, Diyarbakır). Tam
adı Aydın Esma Ocak’tır. Diyarbakır eşrafından Nakipzade Baha Ocak’ın
eşi; şair, milletvekili Osman Ocak Nakiboğlu dayısı, Av.
Canip Yıldırım ağabeyidir. Okuldan alınarak evlendirilmesi nedeniyle lise
öğrenimini yarım bıraktı. Yaşamını ve yazı çalışmalarını tümüyle Diyarbakır’da
sürdürdü. Evlilik sonrasında kadınların köy yaşamını çok net biçimde inceleme
fırsatı buldu, bu izlenimlerini yazıya döktü. Böylece Türk edebiyatında önem
verilen kayda değer eserler verdi. Çocukluğundan beri şiir ezberlemeye
başladığı için en az üç bin civarında şiiri ezbere bildiği tahmin edilmektedir.
Berdel adlı eseri, 1990’da
Atıf Yılmaz tarafından sinemaya aktarılarak Berlin’de Uluslararası Sanat
Sinemaları Konfederasyon Ödülünü aldı; ayrıca yedi ülkede uluslararası ödüle
daha layık görüldü. Berdel ve Yeni Çardak öyküleri ayrıca
tiyatroya uyarlandı. Diyarbakır’ı Tanıtma Kültür ve Dayanışma Vakfı Başkanı,
Türkiye Yazarlar Sendikası ve Edebiyatçılar Derneği üyesiydi. 25 Mayıs 2011
tarihinde Diyarbakır'da vefat etti. 26
Mayıs Perşembe günü Diyarbakır Beraat Camiinde kılınan ikindi namazı sonrası Mardinkapı
Mezarlığında toprağa verilmiştir.
Esma hanımın sağlığında, Dört
Ayaklı Minare civarındaki tarihî Diyarbakır evlerinden biri
satın alınarak "Esma Ocak Müzesi" olarak müzeye dönüştürülmüş, ancak
vefatından sonra ilgisizlikten harabeye dönmüştür.
“Çoğu
sanatçı sanat çevrelerinde boy atar. Çıraklık yılları vardır. Dergilerde
öyküleri yayınlanır. Basın dünyasının kıyısında köşesinde dostluklar, bağlar,
ilişkiler kurarlar. Yavaş yavaş oluşur; tanınır, tanıtılır. İlişkiler örgüsünün
bu gelişmede azımsanmayacak ölçüde payı vardır. Kimi de bütün bunlardan uzakta
kendi kozasını kendi ören ipekböceği gibi çalışır; Güneydoğu Anadolu’nun bir
yerinden fışkırıverir; kişiyi şaşkınlığa düşürür. Berdel “ilk öykü kitabı”nın
orantılarını aşmış bir yapıt...” (İlhan
Selçuk)
ESERLERİ
(Öykü ve Roman):
Berdel (1981, Almancaya çevrildi ve Almanya’da basıldı), Kırklar
Dağının Düzü (1982), Kervan Servan (1983), Sara Sara
(1987), Kuyudaki Ses (1990), Muş Gürcüsü Destanı (1991), Surlu
Kentin Sır Suyu (1994), Kadınlar Mektebi (1995), Duvar İçindeki
Diyar / Diyarbekir (1998).
HAKKINDA: İlhan
Selçuk / Berdel (Cumhuriyet gazetesi, 16.3.1981), Remzi İnanç / Berdel Üstüne
Esma Ocak’
- Diyarbakır’ı tarihten değil,
Tarihi Diyarbakır’dan
öğrenebilirsiniz. (Tarihçi sözü) -
Eski tarihlerin birinde, Diyarbakır’ın güneybatısını genç mi genç, yeşil
mi yeşil bir dağ kaplar, bağrından püsküren lavların karattığı bazalt taşların
altından, yanından yöresinden sular fışkırırmış. Altına güneş geçirmez
sıklıktaki ağaçlarla kaplı bu yeşilli karalı dağın adı Karacadağ’mış.
Eteklerine konup kalkan aşiretlerin, yaylasında otlayan sürülerin, yamaçlarında
yayılan atların, düzlüğüne çöküp kalkan develerin ağaçları arasında tur atan
kuş çeşitlerinin oğul veren arı kovanlarının haddi var, hesabı yokmuş.
Yüzyıllar boyu sürdüre geldiği misafirperverliği gereği, sonu gelmez
kervanlara, tilki, geyik, kurt, kuş katarlarıyla, yaban keçisi sürülerine kol,
kucak açar, doruklarında uçuşan bulutlara baş değdirebilmek sevdasıyla
dinçleştikçe dinçleşirmiş. Amma ve lâkin günün birinde görkemine göz diken
azılı bir canavar, varlığını yok etmek ihtirasıyla üstüne doğru yürüyüp,
dipten doruğa yalayıp yutmak suretiyle, bugünkü duruma düşürmüş zavallıcığı.
Asırlardan beri az ötesindeki toprakların altında yatıp uyuyan bu
canavarın adı bakır madeni, dürtükleyip uykudan uyandıranı da, devletmiş. Eşe
deşe devire, çevire altım üstüne getire kazmalaya damarına parmak basınca, öyle
bir öfkeyle silkinip, başını topraktan çıkararak kükremiş ki, korkudan ödü
kopan Karacadağ, olduğu yere sinivermiş. Nasıl sinmesin ki? Boynuna geçirdikleri
kemendi ellerinde tutan devlet adamlarının, bu canavarı hale yola sokmak için
yakmayı planlayıp, altına verilecek odunu kendisinden temin etmeye
kalkışabilecekleri korkusuna kapılmış. “Aman! yaman” diyemeden de korktuğuna
uğramış.
Devrin boş beyinli idarecileri kafa kafaya vererek, bir sürü
istişarede, fikir alış verişinde bulunduktan sonra, akıl almaz bir sorumlulukla
katline ferman hazırlamışlar. Koca Karacadağ’ın.
Bulunan madeni eritip bakıra dönüştürmek için, o bölgeye bilmem kaç
katır yükü odun getirecek olanların askerlikten affedilecekleri yasasını
çıkarmışlar. Yasa ilan edilir edilmez, eli balta tutan herkesle birlikte, çevre
kent, ilçe ve köylerden akın akın, ordular halinde gelenlerin tecavüzüne
uğramış. O devletten bu zillete, o bekaretten bu saldırıya uğrayışa nasıl
dayansın cömertliği, mertliği, güzelliği ile göğsünü bir kalkan gibi sivriltip
duran Karacadağ? Kahrından, utancından yerin dibine girmek istercesine suyunu
selini kamına çekip, ölüm gibi ağır bir uykuya dalmış.
İsterseniz biz sizinle Karacadağ’m bu günkü hallere düşmeden önceki
yıllara doğru şöyle hayali bir yolculuk yapıp, tarih ve edebiyetamıza
damgasını vuran bir olayı birlikte yaşayalım.
1554 yılında İran seferinden hasta olarak dönen Muhteşem Süleyman o
hükümdarlar hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman, konaklamak üzere, otağını
Karacadağ’in eteğindeki ormanlığa kurdurtarak istirahate çekilmiş,
ciğerlerinden rahatsızmış. Yorgunluğuna, stres ve heyecanlarına eklenen terleyip
üşümelerden, iştahsızlıkla yoklayan ateşlerden zayıflayıp bitkin düşen bu
ülkeler fatihi dev yürekli, narin yapılı hünkarın gönlü, ölüme yenik düşerek
bu güzelim dünyayı, bu koca imparatorluğun hükümdarlığını bu yaşta ve böyle
feci bir şekilde bırakıp gitmeye razı gelmediğinden, Azraille cedelleşmeye
başlamış. Tutuştukları güreşten yenik çıkmak üzere olduğunu algılayınca,
zaptettiği kalelerin, kazandığı zaferlerin, sahibi bulunduğu debdebe ve daratın
tümü nazarında sıfıra inmiş. Müthiş bir yıkım içine girdiğinden, yüzüne, acılı,
hüzünlü, sert çizgiler oturmuş. Başucunda bekleyen hekimlerinin önerileriyle
yapıp sundukları ilaçları reddeder bir umutsuzluk içinde yıkılıp kaldığı
yatağında ateşin etkisiyle sayıklayıp, öteki dünya seferine hazırlanırken,
ilerleyen günlerin, ciğerlerini zorlayan nefesine rahatlamaya benzer bir
hafiflik getirdiğini sezgileyerek, cılız da olsa yaşama dönebileceği gibi bir umuda
kapılmış.
Bu Karacadağ’ı kuşatan ağaçların salgıladığı oksijeni soluyup, eşi
benzeri görülmemiş kalitedeki Hamravat suyunu içerek, şifalı otlarıyla
beslenen koyunların yağından, yoğurdundan, arıların çiçeklerinden derledikleri
baldan az az da olsa yiyebilmenin sağladığı iyiye doğru gidiş, Hükümdara
önceden verdiği yola devam emrini erteletmiş kararı aldırmış.
Bir rivayete göre kırk gün, diğer bir söylentiye göre de iki ay burada
kalarak, iyiden iyiye sağlığına kavuştuktan sonra yol hazırlıklarını başlatmış.
Geçirdiği hayal kırıklığıyla dolu ateşli, acı veren evreler, sağlığın,
hatta bir tek soluk alıp verişin bile hiç bir görkem, hiç bir şan ve şöhret,
hiç bir rütbe ve varlıkla kıyaslanamayacak değerde bir nimet olduğunu ruhuyla
benliğine çok etkileyici bir biçimde yerleştirmiş olacak ki;
"Halk içinde muteber bir
nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda, bir
nefes sıhhat gibi."
Dizelerini atlattığı bu badireden sonra Karacadağ eteklerinde yazıp
söylemiş.
Tamamen sağlığına kavuşup İstanbul’a döndükten sonra, kendisine yeni bir
hayat bahşeden Karacadağ’la, bağrından fışkırttığı suya karşı duyduğu minneti
ödemek kadirbilirliğiyle, baş ustalarından Kasım Çelebi’yi Diyarbakır’a
gönderip, ilkel, uyduruk arklar, su yollarıyla kente ulaşan Hamravat suyunu
mazbut ve gizli kanallarla bir yere kadar getirttikten sonra, yaptıracağı su
kemerlerinin üstünden sur içindeki depoya ulaştırmak suretiyle kent halkını çok
temiz ve sağlıklı bir suya kavuşturması göreviyle vazifelendirmiş.
Kanuni Sultan Süleyman hazretlerinin emri şahaneleriyle iki buçuk üç yıl
içinde yaptırılan su kemerleriyle kanalların böyle hoş bir anısı vardır.
KAYNAK: Esma Ocak / Surlu Kentin Sırlı Suyu (Öyküler, 1994-1995)
Dört-beş yaşından beri şiir ezberlemeye başlayan yazar, en az üç bine yakın eseri hafızasında taşıdığı bilinir. Edebiyat hocası olmak en büyük idealiydi.
Diyarbakır merkezden 1950'lerde Kazancı köyüne yerleşen sanatçı, köşk yaşantısını bir yana bırakıp elektriksiz ve susuz köye ayak uydurmaya çalışır.
Güç koşullar altında hayatlarını süren kadınlarımızın yaşantısına tanık olunca, onları kalemiyle işlemeye başlar. İz bırakan öyküleri de böylece doğmaya başlar.. Günün birinde Ağabeyi Av. Canip Yıldırım Ankara'dan geldiğinde bu öyküleri gözden geçirir. Çok ilginç bulunca da görüşlerini almak için değerli ozanımız Ahmed Arif'e götürür. Her öyküyü titizlikle inceleyen Arif, altlarına not yazarak önemli bulduğunu ve devam edilerek geliştirilmesini belirtir. Ahmed ARİF ve daha sonra dosya halinde Esma Ocak'ın yazılarını irdeleyen Veysel Öngören, yazmaya tüm gücüyle devam etmesi için onu yüreklendirip teşvik ederler. İşte; Tarık Aakan ve Türkan Şoray'ın başrollerini oynadıkları "Berdel” böylece, ortaya çıkmış olur.
Daha sonra, 1962 de eşini kaybeden yazarımız, köydeki tüm işleri kucaklamaya çalışır. Ekinlerin kaldırılması için Biçerdöverlerin bile peşinden koşturmak zorunda kalır. Hasat bitince de Çınarcık’taki yazlığına gidip oradan İstanbul'a uzanır. Burada edebiyatçılarla bir araya gelip fikir teatisinde bulunma fırsatını elde eder. Bir ayını da Ankara'daki ağabeyinin evinde geçirdikten sonra hemen Diyarbakır'a dönen Esma Ocak, doğruca köyünün yolunu tutar. Besicilik, Sera, Bağ bahçeyle uğraştıktan sonra, her sabah erkenden uyanıp işlerini halledip bu kez saatlerce masanın başına oturup kağıt kalemle başbaşa kalır. Yazamadığı zaman da kendinde büyük eksiklik hissedip adeta hasta olur.. Üretip tüketemeyen Anadolu Kadınını, daha doğrusu "İnsan'ın kendisini konu olan Esma Ocak, 'Berdel’den sonra 'Kırklar Dağı' , 'Kervan Servan' ve 'Sara Sara'yı oluşturur.
Diyarbakır Çocuk Esirgeme Kurumu'nun 20 yıldan fazla Başkanlığını yapan yazarımız, Berdel eserinden elde ettiği gelirden buradaki çocuklarımıza büyük miktarda para yardımı yapar."
KAYNAK:
Çaba Özel / Diyarbakır’dan Bir yıldız Kaydı – Esma Ocak Aydınlığın Yüzü İdi
(Sayı: 71, Mayıs-Ağustos, 2011).