Gönül Özgül

Roman Yazarı, Öykü Yazarı

Doğum

Öykü ve roman yazarı. 1947, Hasköy / İstanbul doğumlu. İki yıl devam ettiği Nişantaşı Kız Lisesindeki öğrenimini bitiremeden ayrıldı. Ziraat Bankasında beş yıl memurluk yaptıktan sonra Almanya’ya gitti. 1973 yılından itibaren Frankfurt kentinde yaşadı. Uzun yıllar bu kentteki bir telefon firmasında gezici işçi olarak çalıştı ve buradan emekli oldu.

Gönül Özgül, sonraki yıllarda tüm zamanını edebiyat çalışmalarına ayırdı. 208 rakamının hayatındaki yerini ve sırrını çözmeye çalıştı. Öyküleri; Varlık, Türk Dili, Çağdaş Türk Dili gibi edebiyat dergilerinde yayımlandı.

ESERLERİ:

 

Öykü: Geminin En Altındaki (1991),

Roman: Lise Defterleri (1995), Lise Defterlerinden Sonra (1996), Lise Defterlerine Veda (2000), Dereiçi Sokağı (1995), Yetmiş Altıncı Kış (1998), Sevdalıydın (1999), Menekşe (2003), Sevgili Geçliğim (2005), Göz Yağmurları (2006), Leman'la Lijin  (2019).

Anlatı: En Kötü Anneyi Bile Ararsınız  (2002), Aralık 1999 (2004).

Öykü: Gönülce Öyküler (2019)

 

 

Gönül Özgül İçin Ne Dediler?

 

Türkiye’de ve yurtdışında insan manzaralarından kesitler sunan öykü kahramanlarına okur çabucak ısınıp; onların özlemlerini, ayrılıklarını, yalnızlıklarını kendisi de yaşıyor sanki.” (Nuray Özyer)

 

***

 

Mevlâna, bir dörtlüğünde ‘Nice insanlar gördüm / Sırtlarında elbise yok / Nice elbiseler gördüm / İçlerinde insan yok’ demiştir. Gönül Özgül de çevresindeki insanları bu anlayış içinde ele alıp değerlendirmiştir.” (Muzaffer Uyguner)

 

KAYNAKÇA: Aydın Yeşilyurt/ Hüznün Öyküleri (Milliyet, 3. 5. 1991), Vitrindekiler (Cumhuriyet Kitap, 3.6.1999), Muzaffer Uyguner / Bir Gençlik Aşkının Romanı: Sevdalıydın (Cumhuriyet Kitap, 18.11.1999), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007).

TELEVİZYONA KAYIT OLAN DÜŞÜNCELER...

Uyuyamıyordun.

Bütün gece susmayan sokak köpeklerinin ne suçu vardı ki. Kalbinin gürültülü atışına, gövdenin kaşıntısına, rahat nefes alamayışınla şiş ayaklarının üşümesine yeniliyordun. Uyku hapın bile yetersizdi artık.

Sabaha doğru sesleri çoğalan köpekleri meraklanıp kalktın. Perdeyi biraz aralayarak dışarıya baktın. Arka sokaklardaki köpeklerle sizin sokağınkiler bir aradaydı. “Neyin toplan- tısı bu...” derken iki köpeğin üst üste çıktığını gördün. Öbürleri uluyarak yanlarında duruyordu.

Köpekler sevişirken yoldan geçen bir adam taş atarak ayırmaya çalıştı. “Siktirin ulan, defolun!” diyerek öyle bir bağırdı ki, birkaç pencere açıldı. Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes köpeklerin sevişmesini ayıplıyordu.

Köpekler keyiflerini hiç bozmadı...

Sonra penceredekiler içeri çekildi. Perdeler kapatıldı. Sen de, dağılan köpeklerin ardından boş sokağı gözlemeyi bırakıp banyoya gittin. Aptes alırken köpekleri aklından çıka- ramamıştın. Zavallılar evsiz, barksızdı. Sokaklarda birbirlerini canları çekiyordu. Ama biraz düşününce, kendi hayatının daha acıklı olduğu sonucuna vardın. ‘Köpeklerin keyfi aslında bende yok,’ diyerek evin içinde dolaşıp birkaç kez mutfağa girip çıktın. Gençliğindeki alışkanlıkla tencerelerin kapaklarını açıp dün pişirilen yemeklerin donmuş, portakalrengi yağına baktın. Karının kırk beş yıldır yemeklere doldurmaktan vazgeçemediği bu yağ tabakalarına harcanan paraya da için acıyarak, onunla en son kaç yıl önce yattığını anımsamaya çalıştın. Mutlaka çalıştığın yıllardaydı. Çünkü iki yıldır bekâr gibiydin evde...

Namazdan sonra yatağına girdin. Canın nasıl da çay istiyordu. Eskiden sabahları kalkınca demlerdin. İki bardak çay içmeden çıkmazdın evden. İnsanın kendine kahvaltı hazırlayıp kimseye bağımlı olmadan çay içmesinin büyük bir mutluluk olduğunu şimdi anlıyordun. Kahvaltıdan sonra kapıyı çekip duraklara koşmanın, otobüslere binip insanlarla itiş kakışta sohbet etmenin de... Sonra akşama değin çalışmanın, para kazanmanın da... Bunlarmış seni ayakta tutan. Ne tuhaf, yeni öğrenmiştin bunu.

Gözlerin az sonra işe gitmek için kalkacakmışçasına yarım kapanıyor... Kapalıçarşı’daki dükkânını hayal ediyorsun. Bir an çıkaramıyordun ki aklından. Şimdi hayalin hayalini kurarken bile yaşadığını hissettiriyordu sana...

Çok değil, iki yıl öncesine değin Kapalıçarşı’nın bir parçasıydın. Ölümden başka hiçbir şeyin seni oradan ayıramayacağına inanırdın. Tarihi eski takvime göre yazılmış nüfus kâğıdın makinenin çekmesinde dururdu hep. (Çünkü makinenin tekeri dönerken ölebilirdin bir gün. Sadece onun başında, o ayaklı makinende çalışırken ölümden korkmuyordun. Yanıbaşındaki dükkân ortağının arada bir sinirlenip makinenin sesine küfredişi de öldürebilirdi seni. Belki şu çekilmez kadının hayatını cehenneme çevirdiği akşamların, gecelerin, onunla geçen yıllarının kaybı yüreğine indirebilirdi. Sen, bütün acılarını makinene anlatırken içinden, orada işte ölebilirdin belki. Korkmadan... Makinenin sevgisiyle bütünleşerek... Kendini hiç de yalnız hissetmeyerek... Bunun için sanki, yaşama gücünü, onun ardından gelecek o kaçınılmaz ölüm anını, en mutlu olduğun yerde yakalamak istercesine, adeta uçardın dükkânına.

O zamanlar Kapalıçarşı’nın bütün gün açık kapılarından kimilerinin bomba koymak için girmediği dönemlerdi. Sadece o rüya aleminde dolaşmak için, alışveriş için turistlerin girdiği kapılarından, senin gibi emekçilerin sabahın ilk saatlerinde selamlaşarak içeri seğirttikleri yıllardı...

Eminönü’nde otobüsten iner inmez caminin önündeki kuşlara gülümserdin hep. Onların da sana gülümsediğini, kanat çırptıklarını görürdün. “Hayırlı işler” derlerdi, bilirdin. “Günaydın” da derlerdi, anlardın. Hepsinden iyisi, “Güle güle, akşama yine bekleriz...” diyerek yolcu ederlerdi seni oradan, hissederdin. Karından duymak istediğin bu sözleri güvercinlere söyletirdin... Çünkü karın, kırk beş yıl bütün sabahlarda ne kahvaltını hazırlamıştı, ne de seni kapıdan yolcu etmişti. Yatmıştı hep... Sen, güvercinleri yüreğinde taşıyarak, onlarla birlikte sanki Sultanhamam’dan Mahmutpaşa’ya yürürdün. Sağdaki soldaki işportacılarla, kimi tanış satıcılarla, dükkânları önünde çay içenlerle selamlaşarak, yokuşu nefesin tükenmeden çıkardın...

Sonra rutubet kokusunu dünyanın hiçbir çiçek kokusuna, kadın parfümüne değişmeyeceğin Kapalıçarşı’nın loş sokaklarını yıldız yıldız parlatan dükkânlarını, altın vitrinlerini, çantacıları, terlikçileri, deri giysileri, halılarla kilimlerin önünde toplanan turist kadınların kısa pantolonlarından fışkıran kalçalarını da gözleyerek dükkânına giderdin. O eğri büğrü, dar, iç içe, arka arkaya, yan yana sıralanmış sokakların hepsinde merhabalaşacak insanların vardı. Şimdi bu insanların, bütün o insanların ekmek parasını kazandıkları o dükkânların, sokakların hayalini kurmaktan başka ne yapabiliyordun ki... Üstelik, Kapalıçarşı’nın senin bıraktığın gibi içinde korkusuzca gezilen, camisine, tuvaletlerine çekinmeden girilen, saatlerce satıcılarla pazarlık edilen o eski Kapalıçarşı olmadığına da üzülüyordun. Televizyon gösteriyordu... Biliyorsun ki bu ülkenin birçok yerinde olduğu gibi orada da bombalar patlıyor. Kötü huylu insanlar bu ülkeyi yakıp yıkmakla, insan kanı akıtmakla akılları sıra iş yapıyorlar. Parçalayacaklarmış bu ülkeyi. Hayır. Buna izin veremez yüreğin. Acıyor canın. Ama bunun için de elinden hiçbir şey gelmiyor ne yazık. Gücün kuvvetin olsa, sözün geçse, önce kendi evinde düzeni kurar, barışa çevirirdin yaşantınızı. Çeviremedin. Ne gençliğinizde... Ne de şimdi... İlk gecenizden beri cehennemdi hayatın. Şimdi kaçıp kurtulacağın ne o dar sokaklarıyla, müzikli köşeleriyle her yanını özlediğin, halıların, kilimlerin nakışlarını evinde hayal ettiğin Kapalıçarşı’ya gidebiliyorsun, ne de çalışabiliyordun. Ne çarşının kahvecisiyle, elbisecileriyle, ne senin gibi terzileriyle sohbet edebiliyordun artık. Ne turistlerin de gelip çay içtiği masaları renkli örtülerle süslü o küçük kahve, ne altınların aydınlattığı vitrinler, ne makinenin teker sesi var artık... En çok “Günaydın”, “Allah'a ısmarladık” demeyi özledin. Oradan ayrıldığından beri ağzından çıkmıyor bu sözcükler.

Başka sözcükler de çıkmıyor ağzından. Karın ağzını açtırmıyor ki senin. Kendisi zaten “Günaydın” sözcüğünü hiç kullanmaz. Düşmancasına başlayan sabahlar, düşmanca bakışlarıyla, küfürleriyle, edepsizliğiyle sürüp gidiyor. Sen bu eve çivilendiğinden beri iyice kötüleşti. Bir savaşa girmiş sanki. Ölümle sonuçlanacağı kuşkusuz bir savaş bu. Tek yanlı hem. Bir mahkûm gibisin. Çalışabildiğin o eşsiz yılların özgürlüğünmüş meğer. Dükkân ortağının geçimsizliği, yollardaki, otobüslerdeki hırsızlar, paranı ödemeyen müşterilerin çekilebilir dertlermiş meğer. Uyuyamadığın gecelerde, bitmeyen gündüzlerde karınla aynı tavan altında olmak, katlanılacak bir ağrı değilmiş. Ölünceye dek çekmek zorunda olduğun.

Herkes biliyor. Tanıyanlar, onca yaşında işe gittiğin için otobüslerde seni “maskot” yapan gençler, hatta şu geçimsiz karın, ne çok çalışkan olduğunu biliyor... Bir evin dört duvarı arasında kalacak adam değildin sen. Yetmiş üç yaşına değin havasını ciğerlerine çektiğin dükkânın penceresiz olsa da “Off’ demeden çalışıyordun. Yaz aylarında biraz sıkıntı çeker, terlerdin. En sonunda Almanya’daki kızın bir vantilatör getirmişti. Vantilatöre karşın bir gün nefes alamadın dükkânında. Bayıldın. Kalbin durmuştu sanki. O günden beri çalışamıyordun işte. O gün insanlar kapının önünü tıkamasalardı, belki bugün hâla çalışıyordun. Ortağın müşterileri hava almanı engellemişlerdi. Herkes para kazanma telaşındayken, bayıldığını fark edemediler... Ortak eski elbise alıp satardı. Pazarlık uzun sürerdi. Hem salt ortağın müşterileri miydi kapının önünü kapatan... Gelen geçen turistler de merakla bakarlardı, seni görünce durup fotoğrafını çekerlerdi. Ülkelerinde senin yaşında ak sakallı bir terzi yok muydu acaba?

KAYNAK: Gönül Özgül / Yetmiş Altıncı Kuş (ilk bölümden, 1998).

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör