Uzun hikâye niteliğindeki ilk kitaplarında, dinî ve
ahlakî bazı temel kavramları hikâye kurgusu içinde işledi. Edebî ürünler ortaya
koymaktan çok, gençlere yararlı olmak amacıyla yazdı.
ESERLERİ:
ROMAN:
Şebnem (1999), Eski Yara (2007).
ÇOCUK
ROMANI: İbrahim İmanı Öğreniyor
(1996), Ahmet Bey ve Öğrencileri
(1997), Kül Rengi Kolye (2007).
Eylül ayı Yeşim’in oldum olası bu tür yağışlara şahit
olduğu bir mevsimdi. Ne var ki, sıcak geçen bir yazın ardından sonbahar pek
sinsice yaklaşmış, tıpkı körebe oyunundaki bir anilikle kendini pat diye ortaya
atıvermişti. Beklenmeyen her şey gibi, bu beklenmedik güz yağmuru da Yeşim’in
ruhunda derin bir ürpertiye neden olmuştu. Hayallere dalındığı bir sırada,
arkadan gizlice yaklaşıp gözleri kapatan iki yumuşak el insanda nasıl hem tatlı
bir ürperti, hem de nahoş bir irkilme duygusu oluşturursa, bu ani yağmur da
onun üzerinde öyle bir etki bırakmıştı.
Koca bir yaz bitmiş, biterken de insanı tatlı
hülyalarından sıçratarak uyandıran bir sonbahar hüznünü siyah bir şal gibi
yüreğindeki umutlu beklentilerin üzerine örtüvermişti. Yaz umut, sonbahar umut
kırıklığı demekti. Hiçbir makul nedeni olmasa da, bütün güz başlangıçlarında
daima aynı duyguları hissetmişti. Şimdi, günler süratle kısalacak, sokaklar
aşina çehrelerin gece yürüyüşlerinden mahrum kalacak, bahçedeki ağaçlar da
tatlı yaz esintileri yerine, ağlayan, hıçkıran, feveran eden sert rüzgârlara
teslim olacaktı.
Yüreği burkuldu, içine doyumsuz hıçkırıklarla ağlama
isteği çöktü. Artık ne telaş ederek kaçışan insanlar, ne yağdıkça yükünü
boşaltıp güneşe yol veren bulutlar, ne de biraz sonra sükûna kavuşacak olan
caddeler onu teselli edebilirdi.
Eylül’ün on beşiydi ve Sakıp’ın nikâhının üzerinden tamı
tamına üç ay geçmişti. Bu üç aylık zaman dilimi, yüreğinde biriktirdiği kendine
özgü keder türlerinin değişip dönüşüp tek bir keder haline geldiği çok ilginç
bir yaşam dönemi olmuştu. Kendini anlayamıyor, çözümleyemiyor, çok arzu ettiği
halde zihnini rahatsız eden bu keder duygusunu yenemiyordu. Duyguları, uçları
birbirine geçen ve neresi başı, neresi sonu olduğu anlaşılamayan karmaşık bir
ip yığını gibiydi. O ipin ucunu yakaladığını sanıyor, aniden çekip eline
dolamak istediğinde de yanıldığını anlıyordu. Zihninin dolambaçlı
labirentlerinde umutla dolaşıyor, attığı her adımda, erdemliliğinden emin
olduğu yüreğinin çıkmaz bir koridora girdiğini hissediyordu. Tekrar baştan
alıyor, şefkatin, merhametin, koruma ve kollama güdüsünün ışığı altında yeni
bir çıkış hamlesine girişiyordu. “Ah Feriha, beni üzüyor, beni yoruyorsun!”
diye düşünüyordu. “Çocuksuluğun, sorumsuzluğun, serazat güdülerin, hoyrat
davranışların seni kollamam için beni sürekli meşgul ediyor. Sen yetmiyormuşsun
gibi, Cevdet denen şu genç çocuk da sana kapılıp pervanen olacak ve ne zaman
söneceği belli olmayan ışığında her an yanıp kül olacak diye ödüm kopuyor.”
Yeşim, yağmurun ilham ettiği genel bir hüzün duygusunun
döne dolaşa yine aynı noktada somutlaştığını hissedince kendine kızarak pencere
önünden uzaklaştı. Gidip koltuğuna oturmayı denedi. Oturmakla da huzur
bulamayınca bu kez müzik dinlemenin iyi geleceği ümidine kapıldı. Kararlılıkla
yerinden kalkıp plaklarına yöneldi. Hepsi karmakarışıktı. Aralarından zorlukla
bir seçim yaptı ve Frank Sinatra’ya ait bir plağı özenle pikaba yerleştirdi.
Tekrar yerine oturduğu sırada müzik de başlamıştı.
“Strangers In The Night...”
Gözlerini kapadı, başını koltuğuna yasladı, melodinin
ıslak bir çimenlikte yürüyormuş hissini veren hüzünlü tınıları arasında
kendini, yüreğini, özlemlerini, yitirdiklerini, kısacası tüm varlığını aramaya
koyuldu. Soyut duyguları cisimleşmiş sembollere dönüştüren bir zihin yanılsaması
geçirerek garip metaforlar üretmeye başladı. Üzüntü ve kederin soğuk bir demir
parçasına dönüşerek yüreğine oturduğu, umudun ise solmuş, pörsümüş bir nesne
gibi ayakları dibine yığıldığı algısına vardı. Karamsarlık bayıltıcı bir koku
kılığına girerek bütün odayı doldurdu. Öyle ki, bu hissedişlere itiraz edecek
bir parça cesareti bile kalmamıştı.
Yaşadığı yıllar cam misketlere dönüşüp elinden birer
birer dökülüyor, zemin üzerinde zıplayarak her yöne, her yana, düzensiz olarak
dağılıyordu. Yirmi sekiz misket saydı. Yirmi sekiz misket parlak camlar halinde
yere döküldüler, değdikleri zemin üzerinde düzensizce kayarak karmakarışık,
amaçsız ve anlamsız bir tablo oluşturdular. Hepsi birden matlaştılar,
çatladılar, kırıldılar, toz haline geldiler. Yaşanmış yıllar yaşanmamış yıllar
oldular. Sürrealist bir ressamın fırça darbeleri ile çizilmiş bir resim gibi,
bu irrasyonel hissedişler de o an Yeşim için inanılmaz bir iç tecrübeyi ifade
etmekteydi.