Rıfat Ilgaz

Şair ve Yazar, Mizah Yazarı

Doğum
07 Mayıs, 1911
Ölüm
07 Temmuz, 1993
Eğitim
Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü (Ankara Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türkçe Bölümü)
Burç
Diğer İsimler
Mehmet Rıfat Ilgaz

Şair ve yazar (D. 7 Mayıs 1911, Cide / Kastamonu - Ö. 7 Temmuz 1993, İstanbul). Tam adı Mehmet Rıfat Ilgaz. Döneminde altı yıllık ilkokulun ilk beş yılını Cide’de, son yılını Terme’de, ortaokulu Kastamonu’da (1924) okudu. Lise öğrenimini yarıda bırakarak yazıldığı Kastamonu Muallim Mektebinden (Öğretmen Okulu) 1930 tarihinde mezun oldu.

Bir süre Bolu, Gerede, Akçakoca ve Gümüşova’da ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümünü (1938) bitirdi. Adapazarı’nda ortaokul Türkçe öğretmeni olarak göreve başladı. Yükseköğreniminin son yıllarında yakalandığı verem hastalığı ilerleyince bir süre İstanbul Süreyya Paşa Sanatoryumunda tedavi gördü. Hastaneden çıktıktan sonra İstanbul’a atandı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Karagümrük Ortaokulunda ve Nişantaşı Lisesinde Türkçe öğretmenliği yaptı.

1944’te yayımlanan Sınıf adlı şiir kitabı nedeniyle tutuklandı. Hapisten çıktıktan sonra atandığı Boğazlıyan / Yozgat’ta görev yaparken yeniden rahatsızlanarak İstanbul Validebağ Sanatoryumuna (1946) yattı. 1947 yılında öğretmenlik görevinden alındı ve sanatoryumdan da çıkarıldı. Bu tarihten sonra bir daha mesleğine dönemedi.

Yazıları ve kitapları nedeniyle pek çok kez kovuşturmaya uğradı, yaklaşık beş buçuk yıl hapis yattı. Aziz Nesin’le birlikte çıkardıkları Markopaşa adlı mizah dergisinde, bu derginin kapatılması üzerine çıkardıkları Malumpaşa, Merhumpaşa, Hür Markopaşa dergilerinde yazarlık ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1952 yılında Adembaba dergisini çıkarmaya başladı. Dönemin mizah dergileri olan Dolmuş, Taş, Karikatür ve Şaka’da mizah hikâyeleri yazdı. Yeni Gazete, Yenigün, Yeni Ulus ile Cide ve Bartın gazetelerinde köşe yazarlığı yaptıktan sonra Yenigün gazetesinde çalışırken emekli (1974) oldu.

Ölümüne kadar yazmayı asıl işi olarak sürdürdü. Mezarı Zincirlikuyu / İstanbul’dadır.

Kendisi ile yapılan bir söyleşide, edebiyat zevkini Kerem ile Aslı, Zeycan ile Asuman gibi halk hikâyelerinden aldığını söyler. Ancak edebiyat dünyasına şiirler yazarak girmişti. Henüz on beş yaşındayken yazdığı ilk şiir olan Sevgilimin Mezarında, Kastamonu’da çıkan Nazik dergisinde (1926) yayımlandı. Bundan iki yıl sonra Açıksöz gazetesinde çıkan Sazını Çalana adlı şiiri, o günlerde Kastamonu’ya giden ve dönemin önde gelen şairlerinden olan Faruk Nafiz Çamlıbel tarafından övgüyle karşılandı. Bu tarihten sonra Güneş, Çığır, Oluş, Yücel, Varlık, Hamle, Uyanış ve Yeni İnsanlık dergilerinde yayımlanan şiirleriyle (1928-39) tanındı. Eski şiirin ölçü ve uyak kalıplarını başarıyla kullandığı ilk dönem şiirlerinde ağırlıklı olarak romantik bir bireyin gündelik sorunlarını işledi. Bu şiirler, daha sonra temsilcileri arasında yer alacağı toplumcu gerçekçi anlayış çizgisine uzak şiirlerdi. Bu dönem şiirlerinde Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Kutsi Tecer, Halit Fahri Ozansoy gibi hececi şairlerin etkisinde kaldığı görülür. Asım Bezirci bu konu ile ilgili olarak şöyle der:

“Rıfat Ilgaz’ı çoğumuz oldum bittim ‘toplumcu’ bir şair diye tanırız. Uzun bir süre ‘toplumcu olmayan’ şiirler de yazdığını bilmeyiz. Çünkü, bu tür şiirler eski dergilerin sayfaları arasında kalmıştır. Ilgaz onları hiçbir kitabına almamıştır. Bundan ötürü de, oldum olası, toplumsal konuları işleyen bir şair sayılmıştır. Oysa, Ilgaz’ın toplumcu bir şair olarak başarı kazanmasında bu şiirlerin de bir payı vardır.”

Asıl şiir çizgisini temsil eden ilk kitabı Yarenlik’le (1943) birlikte halktan kişilerin yaşamına yönelen Ilgaz, bilinçli bir seçimle toplumcu gerçekçi sanat anlayışına bağlı şiirler yazdı. Yarenlik’te yer alan şiirlerinde ağırlıklı olarak iş başında sakatlanmış işçiler, geçim sıkıntısı çeken memurlar, emekliler, kapıcılar, mahalle sakinleri, sanatoryum köşesinde ölen yoksullar ve kimsesizler, tatlı hayallerle avunan küçük insanlara yer verse de, sınıf çatışmasının ilk yansımalarını alttan alta sezdirmeye çalıştı.

Halk şiiri geleneğini sürdüren nitelikte şiirlerin yer aldığı bu kitapta mizah öğesi toplumsal bir içerik kazanarak yergiye dönüşmüştür. Yarenlik’te şiir dilinde varetmeye çalıştığı toplumsal muhalefet özelliğiyle ‘Garip’ hareketinden ayrı kanallarda akan bir şair olma kimliğini kazanan Ilgaz’ın, ele aldığı kesimin insanlarına nesnel ve eleştirel bakabilmesi ve toplumun sorunlarını gerçekçi bir yaklaşımla ele almasıyla da ‘1940 Kuşağı’nın diğer şairlerinden ayrılır.

İlk işaretlerini Yarenlik’le veren bu eleştirel ve yergici tutumu, onun daha sonraki yıllarda mizah yazarı kimliğiyle bütünleşir. Şiire Dair başlıklı bir yazısında yeni sanat anlayışını şöyle özetler: “... Sanatkâr her şeyden önce muhitini, cemiyetini kavrayabilecek ileri bir düşünce sistemine sahip olmalıdır.”

Bütün bu söylenenlere karşın, yine de güçlü etkiler uyandıracak bir şiir çizgisi yakalayamadığı söylenebilir; daha çok mizah kitapları ve oyunlarıyla anılan bir yazar oldu. Düzyazıya, bir süre yazı işleri müdürlüğü görevini de üstlendiği, Yürüyüş dergisinde yayımladığı yazılarla (1940) başladı. Toplumcu gerçekçi anlayışın sözcülüğünü üstlenen Yürüyüş, 1940 Kuşağı şair ve yazarların etkili muhalefet yürüttükleri bir dergiydi. Dergi 1943’te kapatıldıktan sonra Ilgaz, yazmaya başladığı Markopaşa dergisindeki yazılarında mizah estetiğine ağırlık verdi. Bu yazılarında Sabahattin Ali ve Aziz Nesin ile birlikte iktidara karşı etkili bir muhalefet yürüttü. İlhan ve Turhan Selçuk kardeşlerin birlikte yayımladıkları Dolmuş dergisinde Stepne imzasıyla yazdığı Hababam Sınıfı ve Bizim Koğuş dizileriyle büyük ilgi gördü.

1952-60 yılları arasında Tan gazetesinde hem düzeltmenlik yaptı hem de imzasız olarak fıkralar yazdı, röportajlar yaptı. 1961’de Demokrat İzmir gazetesinin, 1963’te Akbaba dergisinin sürekli yazarları arasında yer aldı, Vatan gazetesinde fıkralar, May ve Türk Solu dergilerinde şiir ve mizah yazıları yayımladı.

Türk mizah edebiyatının klâsikleri arasında anılan Hababam Sınıfı adlı romanının kazandığı başarı nedeniyle, aynı espri ekseninde gelişen bir dizi oyun yazmaya yöneldi. Oyunlarının sahnelenmesi, bazı hikâye ve romanlarının filme aktarılması, ülke çapında ün kazanmasını sağladı. Ancak bundan sonra da toplumsal eleştiri öğesinin altını çizmeyi ihmal etmeden yeni eserler yazmayı sürdürdü.

Yıldız Karayel adlı eseriyle 1982 Madaralı Roman ve 1982 Orhan Kemal Roman ödüllerini, Ocak Katırı Alagöz ile 1987 Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülünü aldı. 1984 yılından itibaren ailesi ve Cide Postası gazetesi tarafından adına Rıfat Ilgaz Edebiyat Ödülü verilmeye başlandı. Ayrıca, “martıların gagasından düşen bir tohumdan” oluştuğunu söylediği Cideli hemşehrileri, her yıl onu anmak için bir şenlik düzenliyor.

 

Hakkında Ne Dediler?

 

“Ilgaz her şeyiyle ‘yerli’ bir yazardır. Dili, konuları, mizahı ve yerel renkleriyle Hüseyin Rahmi’yi ya da Ahmet Rasim’i hatırlatan, ama dünya ve sanat anlayışıyla onlardan ayrılan bu yerlilik, şiirleri(ni) daha bir ilginç kılar. Şiirlerle okurlar arasında daha bir yakınlık, bir kaynaşma doğurur. Ayrıca Ilgaz’ın da halkın dışında değil, içinde yaşaması, ‘halktan biri’ olması bu kaynaşmayı pekiştirir.” (Asım Bezirci)

 ***

“1940’lı yıllardan ölümüne kadar toplumsalcı bir şiir tavrının temsilcilerinden biri olan Ilgaz, şiir dilini oluşturmaya başladığı 1927-1940 arasında yazdığı şiirlerin hemen hemen tümünü uyak ve kafiyeye yaslayan bir yapıda yazar. Gerçi, Ilgaz, toplumsalcı bir şiiri ve toplumcu bir siyasal duyarlılığı bu süreçten sonra üretimin kopmaz parçası gibi düşünse de, geleneksel formda yazdığı ve kitaplarına almadığı birçok şiirinin aslında sıkı örülmüş, usta işi gençlik şiirleri olduğunu kolayca söyleyebiliriz. Özellikle ilk iki kitabı Yarenlik ve Sınıf’ta yer alan serbest formda usta işi ürünlerin arkasında kitaplaşmayan şiirlerinin önemli bir payı olduğunu vurgulamakta yarar var.” (Orhan Kâhyaoğlu)

 

ESERLERİ:

 

Şiir: Yârenlik (1943), Sınıf (1944 - Sınıf ‘ve Dosyası’, 1989), Yaşadıkça (1947), Devam (1953), Üsküdar’da Sabah Oldu (1954), Soluk Soluğa (yeni şiirleri ve önceki kitaplarından seçmeler, 1962), Karakılçık (1969), Uzak Değil (toplu şiirleri, 1971), Güvercinim Uyur mu? (1974), Kulağımız Kirişte (1983), Bütün Şiirleri: 1937-38 (1983), Ocak Katırı Alagöz (1987), Seçme Şiirler (1998), Bütün Şiirleri: 1927-1991 (2003).

Roman: Hababam Sınıfı (1957), Bizim Koğuş (Pijamalılar, 1959), Meşrutiyet Kraathanesi (1974), Karadeniz’in Kıyıcığında (1969), Karartma Geceleri (1974), Sarı Yazma (1976), Yıldız Karayel (1981), Hababam Sınıfı İcraatın İçinde (1987).

Çocuk Kitabı: Halime Kaptan (1972), Kumdan Betona (1976), Cankurtaran Yılmaz Küçükçekmece Okyanusunda (1979), Öksüz Civciv (1979), Bacaksız Kamyon Sürücüsü (1980), Bacaksız Sigara Kaçakcısı (1980), Bacaksız Okulda (1980), Bacaksız Tatil Köyünde (1980), Bacaksız Paralı Atlet (1981), Küçük Çekmece Okyanusu (1983), Apartman Çocukları (1984), Bacaksız / Kutulu Takım (10. bas. 2003)

Mizahi Hikâye ve Roman: Radarın Anahtarı (1957), Don Kişot İstanbul’da (1957 - Palavra adıyla, 1972), Kesmeli Bunları (1962), Nerede O Eski Usturalar (1962), Saksağanın Kuyruğu (1962), Şevket Usta’nın Kedisi (1965), Geçmişe Mazi (1965), Garibin Horozu (1969), Altın Eskicisi (1972), Tuh Sana (1972), Çatal Matal Kaç Çatal (1972), Bunadı Bu Adam (1972), Keş (1972), Al Atını (1972), Hababam Sınıfı Baskında (1972), Hababam Sınıfı Uyuyor (1972), Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (1975), Çalış Osman Çiftlik Senin (1983), Sosyal Kadınlar Partisi (1984), Hoca Nasrettin ve Çömezleri (1984), Rüşvetin Almancası (1988), Başkasın Demokrasi (1988), Şeker Kutusu (1990), Büyükkarı Küçükkarı (1990), Bir Namussuz Aranıyor (1990), Kasabanın Yarısı (1990), Kara Pamuk (1990), Bülbül Düdük (1990), Dördüncü Bölük (1992).

Oyun: Karadeniz’in Kıyıcığında (1965, 1969’da roman olarak çıktı), Hababam Sınıfı Uyanıyor (oyn. 1966, bas. 1967), Abbas Yolagiden (1967), Çatal Matal Oyunu (1969), Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (oyn, 1971, İbiş oyunuyla bas., 1971), Çil Horoz (1971).

Deneme-Anı: Yokuş Yukarı (1982), Nerede Kalmıştık (1984), Cart Curt (1984), Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra (1986).

 

KAYNAKÇA: Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (1960), Asım Bezirci / Papirüs (Aralık 1967), Seyit Kemal Karaalioğlu / Edebiyatımızda Şair ve Yazarlar ( 1968), Hikmet Altınkaynak / Edebiyatımızda 1940 Kuşağı (1977), Atilla Özkırımlı / Türk Edebiyatı Ansiklopedisi (4 cilt, 1982), Doğan Hızlan / Ozan Olarak Toplumla Uzlaşamadık (söyleşi, Gösteri, Temmuz 1982), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (1999), TBE Ansiklopedisi (2001), Orhan Kâhyaoğlu / Rıfat Ilgaz: Bütün Şiirleri (Varlık Kitap, Temmuz 2004).

 

AYDIN MISIN?

AYDIN MISIN?

Rıfat ILGAZ

 

Kilim gibi dokumada mutsuzluğu 
Gidip gelen kara kuşlar havada 
Saflar tutulmuş top sesleri gerilerden 
Tabanında depremi kara güllelerin 
Duymuyor musun 

Kaldır başını kan uykulardan 
Böyle yürek böyle atardamar 
Atmaz olsun 
Ses ol ışık ol yumruk ol 
Karayeller başına indirmeden çatını 
Sel suları bastığın toprağı dönüm dönüm 
Alıp götürmeden büyük denizlere 
Çabuk ol 

Tam çağı ise başlamanın doğan günle 
Bul içine tükürdüğün kitapları yeniden 
Her satırında buram buram alın teri 
Her sayfası günlük güneşlik 
Utanma suçun tümü senin değil 
Yırt otuzunda aldığın diplomayı 
Alfabelik çocuk ol 

Yollar kesilmiş alanlar sarılmış 
Tel örgüler çevirmiş yöreni 
Fırıl fırıl alıcı kuşlar tepende 
Benden geçti mi demek istiyorsun 
Aç iki kolunu iki yanına 
Korkuluk ol

 

 

 

 

KAHVELER GAZETELER

KAHVELER GAZETELER

Rıfat ILGAZ

 

Kimini vurguncu yaptı 39 harbi
Kimini karaborsacı
Laf olur diye dost çayı içmeyenler
Mahkemelik oldu rüşvet yüzünden
Gaz fişi, ekmek karnesi derken
Kimler karışmadı ki piyasaya
"Kimini sefil etti 39 harbi,
Kimini şair etti."

Beni de gazete tiryakisi.
Dadandık kahvelere ajans yüzünden,
Bir bardak ıhlamur bedeline
Yeni nizamdan dem vuran yazılar okuduk
Düştuk eli kalem tutup da
Eli silah tutmayanların peşine,
Cenk meydanlarını dolaştık,
Denizler geçtik dağlar aştık,
Gün oldu kırıldı kanadımız
Kaldık çöllerde.

Gün oldu Urallar'dan vurup
Ulaşmak istedik Kızılelma'ya
Yürüdük şehir şehir,
Bir de ne görelim
Arpa boyu yol gitmişiz!
Düşenin dostu mu olur,
Zafer nerde, biz orda:
"Meserret" de kurtardık Sivastopol'u
"İkbal" de girdik Berlin'e
Atikali kahvesinde patladı
Atom bombası
Pes dediler, bir yaz akşamı
Şehzadebaşı'nda Japonlar,
Çektik zafer bayrağını kapıya!

 

SEN GİDİNCE

SEN GİDİNCE

Rıfat ILGAZ

 

sen gidiyorsun ya işine yetişmek için 
saçlarını, gözlerini, ellerini 
neyin varsa toplayıp gidiyorsun ya 
her seferinde bir şey unutuyorsun sıcak 
termometrede yükselen çizgi 
kimbilir nerelerde soğuyorsun 

senin gözbebeklerin var ya kadın kadın gülen 
insan insan bakan gözbebeklerin 
beni tutsa tutsa gözlerin tutar ayakta 
beni yıksa yıksa gözlerin yerle bir eder 

ne gelirse onlardan gelir bana 
çalışma gücü yaşama direnci 
mutluluk gibi kazanılması zor 
mutluluk gibi yitirilmesi kolay 

bir açarsın ki mutluyum 
bir kaparsın ki herşey elimden gitmiş

 

RIFAT ILGAZ İLE SANATI VE YAŞAMI ÜSTÜNE

Yılmaz Uçar: 1939 yılına kadar yazdığınız şiirleriniz için, Fahir Onger’in bir yazısında belirttiği gibi, “Gözleri kapalı yaşadığım zamanların yazıları” demişsiniz. 1940 kuşağından sonra toplumcu gerçekçi görüşle, eski bireysel düşüncelerinizden sıyrılarak günümüze dek umutlu, dirençli şiirler yazdınız. Bu ayrımı doğuran etkenler nelerdir?

Rıfat Ilgaz: Fahir Onger, toplumcu gerçekçi kuşağa içtenlikle yaklaşan bir eleştirmendir. Bizim yaşamımızı da, yakından izleyen bir arkadaşımız. Genç yaşta aramızdan ayrıldığı için üzgünüm. Beni de yakından izleyen bu arkadaşım, bir gerçeği saptamış oluyor. Evet, 1939’larda, 40’larda bir gerçeğin ayrımına vardığımı da saptamış bulunuyor. İkinci Dünya Savaşı, çalışan her insana bazı gerçekleri algılama fırsatını da vermiştir. Bizim gibi edebiyatı kitaplardan, dergilerden, hocalardan izlemek zorunda olan edebiyat öğrencileri, Türkçe öğretmeni adayları, yaşamla yüzyüze gelmiştir İkinci Dünya Savaşında. Edebiyatın yalnız kitap, dergi, gazete olmadığını anlamışız ve edebiyatın da, sanatın da yazınsal ürünlerin de bu algılama olduğunu saptamışızdır. Öyle bir dönemimde, belki de Fahir’in bir sorusu karşısında, bugüne kadar ben edebiyat olarak hiçbir şeyin ayrımında değilmişim, yeni yeni edebiyatın ne olduğunu anlıyorum, demişim. Edebiyat, insanın yaşamıdır. Yaşamını içtenlikle dile getirmektir. Bu gerçeği saptadığım yıllardır 1940 yılları. Dünya ölçüsünde, dünya çapında büyük bir trajedi ile karşı karşıyaydık. Irkçılık, Turancılık daha yumuşağı Türkçülük diye akımlar vardı. Bu akımlara bel bağlamış olan büyük politikacılar, büyük ekonomistler, askerler yeryüzüne egemendi. Biz bütün bunların büyük gürültülerle duyurduğu, kendilerine göre gerçek dedikleri şeylerin içinde, toplumumuza yakışanları, toplumumuzun gelişmesine en kolay anlatımıyla Atatürkçülüğe aykırı olan şeyleri bulup çıkarmak zorundaydık.  Hele hele bir Türkçe öğretmeni olarak ben, öğretmen olarak, şair olarak, bir mizah yazarı olarak, ki kendimi her zaman mizah yazarlığına aday görmüşümdür; gerçekleri bulmak, çıkarmak ve yaymak zorundaydım. Önce sınıfımdaki öğrencilerden başlayarak yaymak görevinde olan bir kişi bilmişimdir kendimi. Bu bakımdan o sözleri söylemeyi de, bir namus borcu, bir aydın kişi onuru kabul etmişimdir. Çünkü bütün yazdığım şiirlerin, yani 1926 da başladığıma göre 1939’a kadar yazdığım şiirlerin, emekçileri, memleketini seven halkımızı, işçimizi, aydınımızı; gerçek aydınımızı ama ilgilendirmediğini gördüm. Şiirin yerine oturmadığını anladım yazdığım yazılarla. Bunlar biraz da, hani birçoklarının dediği gibi az biraz Fransızca bilmemden de ileri geliyordu. Baudelaire, Paul Valery, Verlaine, Albert Samain, daha sonraları Philippe Soupault’ları, çok daha sonraları Jacgues Prevert’leri inceleyerek vardığım edebiyatçı gerçeklerinden doğuyordu. Bunların toplumumuz için yeterli olmadığını tam algıladığım yıllardır 1940 yılları. Edebiyat, sanat kitaptan öğrenilmez, yaşamdan öğrenilir dediğim yıllar oldu. Şiirlerimin aylak sınıfın beğenisine uğradığını gördüm. Daha da ileri giderek, Nurullah Ataç bile benden söz ettiği halde, bunda bile bir yanlışlık olabileceğini düşündüm. Bu olaylar beni kendime getirdi. Ve hâlâ da aynı doğrultudayım. Gerçekçiliğimi bugünlere kadar sürdürüyorum. Bu en ileri bir dünya görüşü algılamasıdır. Hâlâ değerini yitirmediğine ve bu doğrultuda sanat ürünleri vermenin halkımız için yararlı olacağına inanmamın sonucudur. En son yazdığım bir maden ocağı şiiri bile, bugün “Alişim” şiiri doğrultusundadır. Yanlış yolda olmadığımı görüyorum ve kendime güvenim artıyor…

Yılmaz Uçar: 1940 toplumcu gerçekçi kuşağı benim anladığıma göre, İkinci Dünya Savaşının başlamasına neden olan Nazilere karşı yurtsever direnç şiirleriyle belirdi. 1940 kuşağı engellenmelerine, kitaplarının toplanıp yasaklanmasına karşın 45 yıldan beri varlığını nasıl koruyabildi? Bu gücü nereden aldı? Ve bundan sonraki yıllarda Türk toplumcu gerçekçi sanatının önündeki ödevler nelerdir?

Rıfat Ilgaz: Evet, beni ve benim arkadaşlarımı içine alarak soruyorsun bu soruyu. Güzel. Biz yalnız halkımızdan gücümüzü aldığımız halde bu inanışımızı, bu gerçek saptamamızı ve gerçeği saptamamızı sürdürüyoruz. Neden mi? Doğru olduğuna inandığımız yolu tuttuğumuzdan geliyor bu gücümüz. Kendimize güvenimiz buradan geliyor. Halkımız her vakit suçlanır. Yüzde şu kadarı okuma yazma biliyor, bu kadarı bilmiyor, edebiyat ki daha seçkin kişilerin işidir, halkımız edebiyata daha henüz kendini vermiş değildir, işte kitap satışları ortadadır gibi durmadan halkımızı suçlayacak çıkışlarla karşı karşıyayız. İmza günlerini bile bugün kötüye kullanmaya başlayan gene sanatçı dediğimiz kişiler var. Bunlar kendi başarılarını bile yanlış yorumluyorlar. Halkımız kendinden yana olan sanatçıyı arıyor, el yordamıyla arıyor. Eleştirmenlere başvurarak arıyor.  Gazete yazarlarına, yani köşe yazarlarına güvenerek arıyor. Bulmak üzereyken, bu sefer halkımızın karşısına çıkıyoruz. Bu yaklaşım olumlu bir yaklaşım olmayabilir diyoruz. Halkımızı kuşkulandırıyoruz, ama o gene dinlemiyor. Kendinden yana olan yazarları, imza günlerinde, fuarlarda arayıp buluyor. Eskiden iltifat görenler, matinelerden başlayarak iltifat gören şairler, genç yazarlar bu sefer kuşkuya düşüyor, halk yanlış yoldadır diye. Halk, hiçbir zaman yanlış yolda olmaz, yanıltılmazsa eğer. Halk yanıltılır ama yanıldığının da en kısa zamanda ayrımına varır, gene belli bir doğrultuyu tutturur…

Yılmaz Uçar: Ozanlığınızın yanında mizah yazarlığınız da var. Mizaha nasıl başladınız?

Rıfat Ilgaz: Ortaokul sıralarında şiir yazmaya başladığım zaman, yayınlamayı da hemen o günlerde düşünmüştüm. Yayınlamadıktan, başkasına göstermedikten sonra, neden yazılmalıydı şiir? O günlerde, kitaplarla oynayan, dersten, ders kitaplarından çok romanlar, öyküler, dergiler izleyen bir öğrenciydim. Hani, matematik dersinde sıranın altında roman okunan günler. Dersi dinler gibi yapıp da, arka sıralarda kendi dünyamda yaşadığım o günler 1926-27 yılları. Kastamonu’da o yıllarda, Açıkgöz gazetesi ile birlikte, Çalçene adlı dört sayfalık bir mizah dergisi de çıkardı. Yusuf Niyazi adlı tahrirat kâtipliğinden gelme bir amca, Çalçene’nin yanında bir de Nazikter adlı haftalık gazete çıkarırdı. Yusuf Amcayı tanırdım, Cide’den. Önce şiirlerimi götürdüm. Beğenmiş olacak ki, “Her hafta bir çiçek” başlığı altında, her hafta benden bir şiir yayınlamaya başladı. O günlerde Nazikter dergisine ek olarak Çalçene adlı mizah dergisini de çıkarmaya başlayınca çok düşünmeden mizah öyküleri, mizah şiirleri, fıkralar, güncel olaylardan oluşan küçük öyküler de yazdım. Yusuf Amca, hemen dergisinde bunları da sıraya koydu. Demek senin sorduğun gibi önce şiirle başlayıp, aradan uzun yılların geçmesine zaman ayırmamıştım. Gelgelelim, Kastamonu’daki öğrenim yıllarından sonra, uzun bir süre mizahımsı yazılar yazmadım; ta Markopaşa dönemine kadar… Markopaşa gazetesine gelince (dergisi de diyebiliriz) Esat Adil Beyin Türkiye Sosyalist Partisi’ndeki işçiler bize anımsattı böyle bir mizah gazetesi çıkarmayı. Dokumacı Rızalar, Elektrikçi Zekiler, Hüsamettinler, Markopaşa’nın adını bile onlar koydular. O günlerde Aziz Nesin’le Cumartesi adlı yazınsal bir magazin dergisi çıkarıyorduk. Dergi kapanınca partili arkadaşlar bize böyle bir iş bulmuşlardı. Hemen partinin toplantı odasına duvar yazıları yazıldı, Markopaşa çıkıyor diye. Aralarında para bile topladılar. Tam o sıralarda benim öğretmenliğe döneceğim tuttu. Hasan Ali değişmiş, yerine Şemşettin Sirer gelmişti Maarif Vekili olarak. Doğru Ankara’ya gittim. Bakanın karşısına çıktım. Haksızlığa uğradığımı, öğretmenlikten uzaklaştırıldığımı söyledim. Sınıf adlı bir şiir kitabım yüzünden tutuklanmış, içeri atılmıştım ama doğruyu söylemenin yeri değildi. Bakanlıkça istifa etmiş sayılıyordum okula gitmediğim için. Belki komisyondaki genel müdürler, işin doğrusunu biliyorlardı ama açıkta kalmış bir öğretmene yardım etmeyi daha doğru bulmuş olacaklar ki, beni hemen Boğazlıyan ortaokuluna atadılar. Bugünlerde  Ankara’da bu işlerle uğraşırken, Sabahattin  Ali’ye rastladım. “Sizin Markopaşa’yı ben çıkarıyorum” diye Esat Adil’in partisindeki gelişmeleri bana açıkladı. “Aziz’le birlikte çıkarıyoruz” dedi. Her ne kadar partililer para toplamışlarsa da, o parayla derginin çıkmasına olanak yoktu. Toplanan paraları, partiye gelir olarak verdik. “Gazetenin patronu benim, sen de yazarsın” demişti. Amacım, öğretmenlikten çok Validebağı Sanatoryumunda yatabilmekti. Ciğerlerimdeki hastalık yeniden başlamıştı.  Altı aylık tutukluluk sarsmıştı beni. Durum zaten bakanlıkça anlaşıldı. Altı aylık ödenekle Validebağı’nda yatarken, 4-5 ay sonra taburcu edildim. O taburculuk yalnız hastane için geçerli değildi. Öğretmenlikten de böylece son kez atılmış oldum…

Yılmaz Uçar:  Kişisel mizah anlayışınız?..

Rıfat Ilgaz: Evet, kişisel mizah anlayışım mı? Ben doğma büyüme Kastamonuluyum. Yani o güne kadar İstanbul’da kentsoylular tarafından çıkarılan mizah dergilerinde alay konusu olan Kastamonululardan biriyim. Karagöz’de, Ortaoyunlarında da adımız geçer. Hüseyin Rahmi eserlerinde dara geldi miydi; bizlere “hödük” demekten de geri durmaz. İstanbul sokaklarında yolunu yitiren, tünellere, tramvaylara korkuyla binip, inen hödüklerdeniz biz. İşte böyle bir anlayışta olan İstanbul’un kentsoylularını karşımıza almanın tam zamanıydı. Biraz da bizler, Anadolu’dan gelenler, hödükler bu kentsoylulara takılmalıydık. Yani onların silahını ellerinden alıp, onlara çevirmekti  benim  mizah anlayışım. Alay edenlerle alay etmek biraz da… Bizleri küçük görenlere karşı, sermaye sahiplerine karşı, kavgamızı, çekişmemizi sürdürmek için mizah yazarıyız. 1942 de çıkan Yürüyüş dergisinin “Şiire Dair” adlı önsözünde, biz yalnız şiir anlayışımızı değil, bütün yazınsal türlerdeki görevimizi açıklamak istiyoruz: Toplumcu, Gerçekçi, Devrimci, Marxist Sanat…  Bu yıllarda, 42 yılında Trakya tahkim edilmiş, asker yerleştirilmiş. Koruganlarda askerlerimiz, İstanbul yavaş yavaş boşaltılıyor. Daha sonraları 44’lerde İsmet Paşa savaş ilân etti Almanlara. Hazırlanıyorduk. O yıllarda Almanlar, Stalingrad’lardan yüzgeri Berlin’e kaçarken, ben cezaevindeydim. Sınıf kitabımdan 6 ay yemiş, yatıyordum. Ve 13 kişilik bir koğuştaydım. Bu koğuşta, hapishanenin bahçe kapısı görünüyordu. Ve Turancılardan kimisi gelip buradan bakıyorlardı. Dışarıda canlılık var mı? Hâlâ sırdır. Almanlar hapishanenin bahçesine girmişler. Bahçede tutukluları kurşuna dizmişler. Turancılarımız sabırsızlıkla bekliyorlar. Yanlışlıkla Romanya’yı bombalayan bir uçak, yanlışlıkla bizim sınırımıza girdi. Hapishanenin çevresi makineli tüfeklerle tahkim edildiği, savunulduğu için atışa katılanlar oldu. Bizleri de zincirlere vurarak hapishaneyi boşalttılar. Siperlere ite kaka doldurdular. Şu rastlantıya bakın ki, bizim 60-70 kişilik zincirli grubumuzun komutanı, palaskasız subay Türkeş’ti. Demek ki, Turancılardan yatanlar da, hapishanenin savunmasına yardım ediyorlardı. Ve biz, hapishanenin bahçesinden Alman hastanesinin bulunduğu sırtlara sokak aralarından tahliye ediliyoruz, götürülüyoruz. Türkeş’in bazı hareketleri eşit yaşama örneği olamaz. Bayburtlu Necati olayını herkes biliyor. Bana kitap getirirdi nöbetçimiz. Bunlardan biri ihbar ediyor, kitap getiriyor diye. Çocuğu taş odaya attılar. Ismarladığım kitapla, Gorki’nin bir kitabıyla yakalanıyor. İhbar eden de Turancılardan biri, Türkeş’ti…

Yılmaz Uçar: Türk Mizahının dünü, bugünü…

Rıfat Ilgaz: Markopaşa dergisi 1947-48’lerde 60.000 basıyordu. Cumhuriyet 17.000 basıyordu. Markopaşa’yı o makinelerle bir haftada basardık. Büyük satışlar 3000-4000 o sıralar; 1947-48’deki 60.000, günümüzde 500.000 sayılır. Bugün Türk mizahı, eski hızında değil. Bunun gene toplumsal, siyasal nedenleri var. Halkımız, biraz da gelişen demokrasiden bekliyor. O vakit, muhalefetten beklerdi. En yararlısını mizahla yapardık. Halkımız, mizah dergilerine düşkündü. 1952 de, Adembaba adında bir mizah dergisi çıkardım. İlk sayı ne reklam, ne afiş. Şöyle 20.000 bastım. Geriye bir tek gazete gelmedi…  İkinci sayı daha fazla. 30.000-40.000 bastım. Gene de büyük rakam. Halk, bir parça bir şey bekliyor. Siyasal ortam elverişli değildi. Yine 30.000-40.000 basıyordum. 8 sayı çıkardım. Demek ki, mizah ortamını bulursa halk tarafından geniş ölçüde tutuluyor. Ama siyasal dozu, biraz fazlaca olacak. Halkımız meclisten, partilerden bir şeyler bekliyor. Kimi köşe yazarı arkadaşlar, mizahımsı yazılarla köşe yazılarını sürdürdükleri için, fazla tutuluyorlar. Ama tümü iyi mizah örnekleri değil. Sanat açısından yeterli değil. Ancak muhalefet işini sürdürdükleri için yazıları okunuyor, seviliyor. Çok satan kitapların içinde, iyi mizah örnekleri de istemiyor.  İçinde bulunduğu ekonomik bunalımı dile getiren olayların açığa çıkarılmasını bekliyor. Demokrasinin gelişmesini, insan haklarının yürürlükte olmasını, baskıların, işkencelerin kalkmasını istiyor. Bu işleri de sanatçılardan çok, iyi bir gazeteci olan arkadaşlar başarabiliyor. Halkımızda bunlarla yetiniyor şimdilik… İyi mizah örneklerine nedense rastlayamıyoruz. Gerçeklerle doğrudan doğruya yüzyüze gelmekle yetiniyoruz. Yani gazeteci yazarlarımız, gazetecilik mesleğinden yararlanarak halkın gereksinimlerini yanıtlayabiliyorlar. Mizah sanatı gelişmiyor. Halkımız en kısa yoldan gerçekleri öğrenmek, sıkıntısını, geçim zorluklarının nedenlerini öğrenmek istiyor. Mizah gelişmiyor…

Yılmaz Uçar: Köşe yazarlığınız…

Rıfat Ilgaz: Köşe yazarlığım, İzmir’de çıkan Demokrat İzmir gazetesinde Adnan Düvenci’nin gazetesinde, her gün köşe yazısı yazdım. İstanbul’da çıkan Vatan gazetesinin birinci sayfasında kısa yergiler ve Pazar Yazıları, ki bu yazıları ilerde Meşrutiyet Kıraathanesi kitabımda topladım. Bir de, Ankara’da Yenigün gazetesinde… Bu, biraz uzun sürdü. Buradan emekli oldum. Dergi olarak, İlhan Selçuk’un çıkardığı Dolmuş, Spor gazetesinde, Akbaba, Tef gibi haftalık mizah dergilerinde dizi, köşe yazıları, öyküler, fıkralar, düşsel röportajlar yazdım. Bu dergilerde çıkan dizi yazılarımı kitap olarak topladım.

Yılmaz Uçar: Anılarınız…

Rıfat Ilgaz: Sarı Yazma bir romandır. Tekniği, kompozisyonuyla, biçimi ve biçemiyle anıyla ilgisi yoktur. Anı türü değil, roman türüdür. Anı, daha çok duyguyla başlar. Öykü kompozisyonu değildir. Köşe yazısına yakındır. Ama Sarı Yazma adıyla romandır. Hatta tasarladığım üç romanın ilk cildidir. İkinci ve üçüncüye gerek görmedik. Altın Yayınları’yla anlaştık. Üç cilt. 1950’ye kadar olayları, anılarımın o bölümünü yayınladık. Yayınevi sahibi Turan Bozkurt; “İki cildi basmayalım. Okurlar 50’ye dek merak ediyorlar.” dedi.  Nehir roman dediğimiz dizi roman da böylece gerçekleşmedi. Ve ben de adamı haklı gördüm. Yetindim onunla, gerekli görmedim. Anılar başka, anısal roman başkadır. Eğer anılardan başlamışsa romandır. En belgesel kaynak, anılardır. Ortaya çıkan eser tekniğine, kompozisyonuna göre ancak adlanabilir. Mizah, yazarının mizacından gelen bir çeşnidir. Kimi güleç, kimi çatıktır. Türler ancak, yazınsal tür olarak düşünülür. Mizah, doğayı yorumlar; biçimi, bakış açısıyla. Benim kimi şiirlerim vardır, toplantılarda okunur. Ahmet Gülhan okumuştu  “Mıstabey” başlıklı şiirimi. Millet yerlere yattı. Buna biz mizah türünde bir şiir mi diyelim? Mizah bir tür değil, bir çeşnidir. Bakış açısıdır. Bir algılama, doğayı,  toplumu bir algılama biçimidir. Yazınsal türler bellidir. Tekniği vardır. Kompozisyonu, planı vardır. Bu bakımdan kuralların dışına çıkamayız. Her yazar en canlı, güvenilir kaynak olarak anılarından yararlanır. İster şiir, öykü; ister köşe yazısı, bu anılardan yararlanır. Soyut anı yazarı olmayı düşünmedim. Yararlandım ama, anı yazmak için anılarımı yazmadım. Belki bir gün Reagan gibi başkanlıktan ayrıldığım zaman, anılarımı yazmaya başlayabilirim. Sanatçı en otantik, en güvenilir kaynak olarak ortaya koyduğu yapıtlarda, anılarından yararlanır. Ama anıyı, anı olarak eskitmeye kalkışmaz. Madem ki sanatçıdır; sanatı için anıyı kullanır. Cumhurbaşkanı olarak, bakan olarak değil…

Yılmaz Uçar: Biliyorsunuz, gerçekçilik XV. Yüzyılın sonlarıyla XVI. Yüzyılın başlarındaki Rönesans’tan bu yana gelmektedir. Cervantes’ten Şolohov’a dek 500 yıl diyebiliriz. Öte yandan bugüne kadar, çeşitli sanat akımları (gerçeküstücülük, Dadaizm, fütürizm, varoluşçuluk gibi) çıkıp işlevini yitirdiği halde, niçin günden güne gelişen gerçekçilik (ki günümüzde toplumcu gerçekçilik) tarihten silinememiştir? Sizce, dünya edebiyatında toplumcu gerçekçiliğin önemi nedir?

Rıfat Ilgaz: Şimdi sen bana yönelttiğin soruyla, biraz somutluktan uzaklaşıyorsun, yani soyut bir gerçekçilikten söz ediyorsun Rönesans’tan başlayarak. Bizim gerçekçiliğimiz, daha çok endüstrinin gelişmesiyle ortaya çıkan çelişkilerin gerçekçiliği. Özetlersek sömürü gerçekçiliği… Evet, senin o saydığın sıralama, Cervantes’ten başlayarak toplumdaki değişmeleri gösterir. Feodalizme karşı olabilir Cervantes’in direnmesi. Şövalyelik, asalet anlayışına, aristokrasiye karşı onun hicvi olabilir. Burada bile biraz incelersek, gene bir üretim yanı vardır işin içinde. Belli bir sınıfın palazlanması, sonra çağ değişimi, ortaçağdan sıyrılma, yeni çağlara doğru açılma ve bunun eleştirisi. Cervantes deyip geçmeyelim. Evet, saptadığın gibi önemli kişi Cervantes. Donkişot da çok sağlam bir tip, belli bir dönemin ifadesi. Bugün bile çevremizde Donkişotlar görebiliriz. Bugünün politikacıları bir yerde bakıyoruz, bir çeşit Donkişot. Evet, büyük tip bunlar. Şolohov’un tipleri, belirttiğin gibi onlarda bir uygulamanın yanlış kişileri. Bir partinin yanlış insanları. Başarılı kişileri var onun,  ‘Uyandırılmış Toprak’ da olsun, öbür romanlarında olsun. Ama bizim şöyle 1940’larda elimize aldığımız, konu olarak seçtiğimiz tipler hatta rahatça söyleyebilirim Donkişotlar, başka Donkişotlardı… Hitler, gene bir Donkişot’tur. Bunların benzerleri Türkiye’mizde vardı. Özentileri, onun doğrultusunda gidenleri. Bir hapishane koridorunda bile bunlarla karşılaştık. Daha önce de söylediğim gibi, sabahleyin uyandıkları zaman hapishanenin bahçesine kimlerin girebileceğini, pencereden izleyenleri yakından biliyoruz. O çağları yaşadık. O çağları yaşayan kişi olarak, biz gerçekçiliğin bugünlere doğru uzanmasını, onların yıkılıp gittiğini yani faşizmin başka kisvelerle, giysiler altında, üstelik başka güçlerin kabuğuna girerek, daha çok dincilerden yardım görmeye çalışarak güçlerini sürdürmeye çalıştıklarını görüyoruz. Ve gene görüyoruz ki, bizim dünya görüşüne uygun bir şekilde, ileri dünya görüşüne uygun bir şekilde, görüşlerimizin tutarlı olduğu sonucuna da varıyoruz bunlardan. Emeğin egemen olacağına inanıyoruz. Bir gün emeğinin karşılığını alacak kişilere de inandığımız için, şiirimizi, edebiyatımızı, yazınsal türlerimizden hemen hepsini aynı yöne doğru çeviriyoruz.  Tiyatromuzda, güncel yazılarımızda bile, okurlarımızla özdeşleştiğimizi gördükçe tuttuğumuz yolun doğruluğuna inanmış oluyoruz. Evet, saptadığın gibi gerçekçiliğimizin özünde İkinci Dünya Savaşında faşizme karşı olmak vardı. Faşizm önlendi mi? O zamanki faşizm anlayışına, özetlersek; Tan gazetesinin yazarlarının da özetlediği gibi silahlı sermaye derlerdi!.. Bugün belki o anlamda değil, artık sermayenin silahı bile yok. Yalnız politikası var. IMF’si var, ekonomi bilginleri, uygulayıcıları var. Faşizm kılık değiştirmiştir. Sömürgecilik çeşni değiştirmiştir. Maliye, iktisat yani kapitalizmin biçimleri, faşizmin biçimleri içinde özdeşleşmiştir. Ama İkinci Dünya Savaşı etkilerini arayıp bulmak, sergilemek zorundayız bugünün aydını olarak. Yani 1940 yıllarındaki gibi olmayabilir. Yeni kılıflarla, yeni giysilerle, yeni biçimlerle, yeni bir türde sürüp gidebilir. Şart değil, tanklı tayyareli sürüp gitmesi…

Yılmaz Uçar: Genç toplumcu gerçekçi ozan veya yazarlara, usta bir toplumcu gerçekçi ozan ve yazar olarak önerileriniz neler olabilir?..                                                                                                                                 

Rıfat Ilgaz: Bize kimse öneride bulunmadı. Biz çağımızın gerçeklerini arayıp bulduk. Çağımızın gerçeklerine uygun yazınsal türler gerektiğini bulup çıkardık. Bugünün gençliği de kendi yazınsal türlerini, çeşnilerini kendisi bulup çıkarırsa daha da sağlam bir yere, bir toprağa basmış olur. Yalnız onların bizim yaşamımız, yaşantımız doğrultusunda davranmalarını isteriz. Yani her şeye karşın, sağlığını yitirme karşısında bile olsa, direnebilmek, saptadığı gerçekler karşısında en biçimli uygulamayı, yazınsal uygulamayı başarabilmek, durmadan kendisini yenilemek, böylece toplumu yenilemeyi hedef almak… Özgürlük ve bağımsızlığını yitirmeden, aydına yakışan biçimde savaşmak. Biz kendimize göre şöyle diyoruz: Sanıyoruz yanlış iş yapmadık. Acaba bizim gibi davranırlarsa gençler de yanılmazlar mı?..  Bütün ilerici sanatçılar, önce kendilerine güvenecekler. Fikret ne demiş. Fikret bile yani, bizden en az 20-30 yıl önce konuşan Fikret; “Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin.” demiş…  Kendine güvenmekten başlar. Çevresine güvenmek, çevresindeki kişilere güvenmek, emekçilere güvenmek. Çünkü emekçi  en haklı, toplumun içinde. Üreten kişiye güvenmek.  En haklı insan, bence üretendir. Üretenden yana olmak. Biraz daha yüreklice konuşacak olursak, ki bugün bunu bile söylemek yüreklilik istiyor; işçi sınıfından yana olmak… Onun sorunlarını sanat yoluyla dile getirmek. Sanatın olanaklarından yararlanarak, işçi sınıfının bir kelime ile buyrultusunda olmak. Onun doğrultusunda, onun verdiği  görev ve ödevde yerini almak. Ama her zaman dediğimiz gibi, sanatçının üzerine düşen en büyük iş, bu sınıfın başında bile olsa, o her şeyi değiştirmek, yenilemek, daha ilerisi için hazırlamak; hatta işçi sınıfının başı olarak bile üzerine düşen iş bu. Onun için sanatçı kendi sınıfından kopmuş kişi değildir, kopmuş kişi olmamalıdır. Kendi sınıfının görevinde, işleminde, işlevinde olmalıdır…

Yılmaz Uçar: Geleceğe dönük erekleriniz nelerdir?

Rıfat Ilgaz: Görüyorum ki, devlet tiyatroları kapılarını yavaş yavaş bizlere de açmaya başladı. Bu durumda, toplumumuzdan bir kesit olarak oyunlarımın sergilenmesini isterim. Sık sık konuşuruz. Türk tiyatrosu, Türk yazarıyla başlar diye. Türk yazarı rahatça Türk tiyatrosuna girememiş olacak ki, bu iş geciktikçe gecikti. Bunun için de, demokrasiyi beklememiz mi gerekiyor? Özel tiyatrolar da, nedense devlet tiyatrolarının davranışı ile kendilerini yönlendirmeye çalışıyorlar. Bu olanağın yurdumuzda da yürürlüğe girdiğini görsem, ilk işim oturup bir oyun yazmak olacak… “Efendim, Siz yazın da, sonra oynanır!..” Çağının tanığı olmak böyle mi olur? Bu tanıklığı da sağlığımızda yapamazsak, ömür boşa gitmiş olur?.. 80 yılımıza oturup ağlayalım mı?.. Şunu demek istiyorum: Son yapıtımın, bir tiyatro ürünü olmasını isterim kısaca…

Yılmaz Uçar: Son olarak, Varlık okurlarına mesajınız veya bir öneriniz var mı?

Rıfat Ilgaz: Varlık okurları… 1932’den beri Varlık okuruyum. 1937’lerde, 38’lerde, 39’larda, biraz da 40’larda Varlık yazarı da oldum. Varlık dizeri olduğum yıllar bile oldu. Varlık, Tan’da dizilip basılıyor. Rıfat Ilgaz o sıralarda ne şair, ne yazar, ne de gazeteci. Tan matbaasında, basımevinde entertip ustası. Şefik Ustam sesleniyor bir makine öteden: “Bak Rıfat’çığım adın geçiyor, Varlık müsvetteleri arasında. İsviçre’den gönderilmiş, İsviçreli bir Türkolog, senden söz ediyor. Ama adın karalanmış. Neden karalanmış acaba?..”

Sevgili Varlık okurları, eski bir Varlık şairi olarak artık o dönemler bir daha yokuşumuzda görülmesin diyorum. Hele sanat dünyamızda, bir daha rastlanmasın böyle olaylara. Yazardan çekinilmesin. Sanatçı, sanatçıdan korkmasın. Aydını, aydına düşman etmesinler!..

Varlık Dergisi,  Nisan 1989, Yıl:55, Sayı:979, Sayfa:18-19-20 

Yazar: YILMAZ UÇAR

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör