Düşünür, deneme yazarı. 1942 yılında
Trabzon’un Çaykara ilçesinde doğdu. Lise mezunudur. Eskişehir Belediyesinde
Yazı İşleri Başkâtibi (1967-80) olarak çalıştı. Deneme yazıları 1960 yılından
başlayarak sırasıyla; Yeni İstanbul, Yeni İstiklal, Bugün, Babıâli’de Sabah, Büyük
Doğu, Deneme (Eskişehir), Edebiyat, Yeni Devir, Mavera, Çile,
Girişim, Yeni Zemin, Selam, Sözleşme, Şehadet,
Aylık Dergi’de yayımlandı.
12 Eylül
(1980) sonrasında çalışmalarını serbest yazar olarak sürdürdü. Türkiye ve dünya
Müslümanlarının günümüzdeki sorunlarını irdelediği düşünce yazıları ve bu
yazılardan oluşan kitaplarıyla büyük bir ilgi topladı.
Atasoy Müftüoğlu; Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve daha birçok yazarın ve şairin kuşatıcı bir uygarlık söylemine yöneldiği bir dönemde yetişti. Çocukluk yaşlarından itibaren Sebilürreşad, Büyük Doğu, Diriliş ve Millet gibi yayın ve düşünce çevreleriyle tanıştı. Sağlıklı bir anlayışa ve kavrayışa ancak, İslam ümmetini kuşatan bir perspektif ile ulaşabileceğini düşünerek, ulusalcı düşünce çevrelerine mesafeli durmaya başladı. Edebiyat dergisinde uzun aralıklarla, Mavera dergisinde ise kısa aralıklarla denemeler yayımladı. Daha sonra yazarlık ve yazarlar konusunda farklı bir tavır ortaya koyan Müftüoğlu, düşünsel hareketliliğin yaşandığı dergilerin etrafından uzaklaştı. Bu seçiminden sonra İslam’ın ve Müslümanların üstünlüğü için bir etkinliği fiilen ortaya koyan her düşünceye, her eğilime, her kişiliğe zihnini ve yüreğini sonuna kadar açtı. “Modern tarih Avrupa barbarlığının tarihidir” görüşünde olan Müftüoğlu, 2000 yılında, evinde yasak kitap bulundurduğu gerekçesiyle gözaltına alınarak işkence gördü.
Yüreğine çokça Müslüman adresi ve geniş bir coğrafya sığdıran Atasoy Müftüoğlu, giderek daralan kuşatmanın algılarımızı parçalamasına, bilincimizi yok etmesine ve bütün coğrafyamızı işgal etmesine karşı direnmeyi kendisine şiar (ilke) edinen bir mücadele insanı oldu. Yazıları ve sohbetleriyle İslâm ümmetinin ve insanlığın esenliğini samimi duygularla savunan Atasoy Müftüoğlu, Anadolu’dan gelen davetlere de katıldı. Hayatının her döneminde, insanın ufkunu genişleten ilkeli bir duruş, dervişane bir kişilikle siyasal bir olgunluk ortaya koydu. Bir aktivist olarak, kendisine ulaşan her haberin, her eylemin peşinde koşan, yanında olmak isteyen biri olarak; ülkesindeki bir çevrenin her zaman ufkunu açmış, gönlünü genişletmiştir. Onun heyecanıyla heyecanlanan, onun öfkesiyle öfkelenen bu çevre, İngiltere’den, Çeçenistan’a; İran’dan, Afganistan’a; Somali’den, Bosna’ya kadar geniş bir İslam coğrafyasına duyarlılık gösterdi.
Müftüoğlu, kendine özgü durusu ve söylemi ile Afrika, Kudüs, Kandahar, Moro, Hayfa, İsfahan, Halep, Harlem, Peşver, Keşmir, Taşkent, Grozni, Doğu Türkistan’ı ve daha nice İslam coğrafyasını kelimeleri ile kucakladı. Bununla da kalmayarak, uluslararası konferanslarda ve seminerlerde bildiriler sundu… Bu dönemde yaşanan iki olay onu derinden etkiledi: Bunlardan biri Şeyh Abdülkadir Es-Sufi ile tanışması, öteki ise İran İslam Devrimi. Es-Sufi ve cemaatini tanıyınca öylesine sarsıldı ki, izlenimlerini layıkıyla anlatamamaktan çekindi. Ayrıca İran İslam Devrimi’ni büyük bir heyecanla karşılamakla kalmadı o heyecanı edebiyat inceliği ve inanmış bir adamın dikkatiyle çevresindekilere de taşıdı.
Atasoy Müftüoğlu, kendi kuşağı içinde Rasim Özdenören’le birlikte tercihini net olarak ortaya koyan bir düşünürdür. Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç hemen her alanda ürün verirlerken Rasim Özdenören “öykü”yü, Atasoy Müftüoğlu da “deneme”yi tercih etmiş ve ikisi de tercihlerinde derinleştiler. Öyle ki, Atasoy Müftüoğlu deneme dili ile din dilini birleştiren; üsluptan, mesajdan taviz vermeden yazı serüvenini aralıksız sürdürdü. Uzun yıllar ara verdiği dergi yazılarına Vuslat, Umran ve Bilge Adam dergilerinde yeniden başladı.
Kuşağının moralini ve umudunu diri
tutmaya çalışan Atasoy Müftüoğlu’nun en önemli özelliği okurunu eleştirinin
sonuçlarıyla baş başa bırakması değil, oradan bir adım daha öteye giderek,
çözüm yolu göstererek yardımcı olmasıdır. 2008 çıkan Irmağın İçli Sesi: Atasoy Müftüoğlu Kitabı’nda yazarın hayatı
çeşitli yönleri ile tanıtılmıştır. Müftüoğlu, Vakti
Kuşanmak adlı kitabıyla Türkiye Yazarlar
Birliği’nin 1982 Deneme Ödülünü kazandı.
ESERLERİ
(Deneme):
Firak (1978), Vakti
Kuşanmak (1982), Furkan Günleri (1985), Tevhîdî Gerçekliğin
Işığında (1986), Vahyin Kılavuzluğu Altında (1988), Rahman’ın
Ayetleri Karşısında (1988), Bunca Tuğyan Bunca Issızlık (1989), Söyleşiler
(1989), Ümmet Bilinci (1994), Yeni Bir Tarih Şafağı (1992), Bilinç
Işıklarını Yakmak (1994), Göklerin ve Yerin Dili, İlâhi Şiarları
Özgürleştirmek, Evrensel Vicdanın Sesi olmak, Küresel Kuşatma ve Küresel
İhtiraslar (2002), Barbarlığa Dönüş (2004), Düşsel
Ufuklardan Gerçek Ufuklara (2005), Onurumuzla
Yaşamak Elimizdedir (2007), Yeni Bir
Dilin İnşası (2018).
KAYNAKÇA:
İnsan dergisi (sayı: 13, Ekim 1986), Hüseyin Okçu (Girişim dergisi, Nisan
1987), Kitap dergisi (Temmuz-Ağustos 1987), Türkiye’deki İslâm Düşüncesi Üzerine
Soruşturma (Mavera, Ağustos 1988), Rasim Özdenören (Aylık Dergi; Söyleşiler,
1989), Amerikancı İslâmın Sorgulanması Soruşturması (Şehadet dergisi;
Söyleşiler, 1989), Hasan Erbay (Adımlar dergisi, Şubat 1989), Söyleşi (Yeni
Zemin, Ekim 1993), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü
(1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of
Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve
Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye
Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People
(2013), Kitap Postası (Kasım 2005), Irmağın İçli Sesi: Atasoy Müftüoğlu
Kitabı (2008).
Günümüzde imparatorluk siyasetleri, kanlı siyasetler
ve kanlı oyunlar biçiminde uygulamaya konuluyor. Amerikanın ve İsrail’in kanlı
tarihi, sınırsız bir faşizm ve sınırsız bir katliam tarihi halini almıştır.
Askeri güvenlik politikaları, küstah ve vahşi politikalar somutlaşıyor.
Siyonist cellatların, haydutların, planlanmış katliamları sıradanlaşıyor,
yargısız infazlar, keyfi tutuklamalar olağan hale geliyor. Filistin halkı
teslim olmaya zorlanıyor. Filistin’de İslami hareketin, İslami siyasetin,
İslami yönetimin kesin bir şekilde başarısızlığa uğratılması için küresel
ölçekte çok kirli bir dayanışma sergileniyor. Bu dönemde, maalesef, Filistin’de
toplumsal bütünlük bozuluyor ve ortak bir strateji geliştirilemiyor. Siyonist
faşizm insanlık vicdanına, insanlık değerlerine meydan okumaya devam
edebiliyor.
Filistin, Irak, Afganistan, Çeçenistan kendi
kaderlerine terkedilmiş bulunuyor. Bu ülkelerde hayat, tam anlamıyla bir kabusa
dönüşmüştür. Bu ülkelerde silahsız, eylemsiz siviller, çocuklar, kadınlar
sistematik bir katliama tabi tutulmaktadır. Bütün bu olup bitenler karşısında
İslam toplumları sessizliğini koruyor. Bu durum, İslam dünyası siyasal
rejimlerinin köleleştirilmiş olduğunu gösteriyor. İslam dünyası ülkelerinde siyasetin
dışarıdan yapılandırıldığını, belirlendiğini, çok açık olarak görebiliyoruz.
Küresel karşılıklı bağımlılıklar yeni gerçeklikleri ortaya çıkarıyor. Bu
sürecin en tahripkar yanı, bütün toplumları yoğun bir şekilde
dünyevileştirmesidir. Dünyevileşen toplumlar hızla çözülüyor, her alanda
yapısal çözülmeler yaşanıyor. Bu çözülmenin boyutlarını iğrenerek kitle
televizyonculuğunda görebiliyoruz. Kitle televizyonculuğu kitlesel
bayağılığı, kitlesel bayağılık da kitle televizyonculuğunu besliyor. Müptezellik
toplumların yeni kültürü haline geliyor. Gençlik üzerinde toplumsal denetim yok
artık.
Bugünün mücadelesi, petrol, doğal gaz ve su
kaynaklarına el koyma mücadelesiyle birlikte bir hayat tarzı mücadelesidir.
“Terörle savaş” modern zamanların en büyük kandırmacasıdır, aldatmacasıdır,
yalanıdır, en sahte maskedir. Bugünün tarihi, teknolojinin, imha’ya, yıkım ve
zorbalığa yönelik iradesinin tarihidir. Bugünün tarihi dokunulmazlık
kazandırılmış modern kavramların, keyfi tiranlığın tarihidir. İslam dünyası
toplumları yerel tiranların zulmünden çektikleri yetmiyormuş gibi; şimdi de
küresel tiranların zulümleriyle karşı karşıyadır. Müslüman halklar; halkı,
toplumu, koruyup gözetmeyi değil de; devleti gözetmeyi esas alan otoriter bir
zihniyetin, devlet güdümlü düşüncelerin, devlet güdümlü kaygıların baskısı
altındadır. Toplumlarımıza mitselleştirilmiş bir devlet anlayışı egemendir. Bu
anlayış kesinlikle sorgulanamamakta, aşılamamaktadır. Devletlerin kimi
kaygıları adına gerektiğinde utanç verici milliyetçilikler icat
edilebilmektedir. Bu durum toplumlarımızda kimi dramatik süreçlere, kriminal
siyasal maceralara yol açabilmektedir. Toplumlarımıza, tarihten, kültür ve
uygarlık birikiminden kopmuş, devlet tarafından üretilen köksüz ve temelsiz
kimlikler dayatılmaktadır.
Batı dünyası toplumlarımıza yönelik olarak, her zaman
tehditkar bir dil kullanmaktadır. Toplumlarımızda Batı’nın çıkarları ve
mukaddesleri adına hareket eden, sömürgeci zihniyet ve kadrolar, tüm İslami
yönelişleri marjinalleştirmeye, toplumsal planda etiketlemeye ve
yalnızlaştırmaya çalışıyor. Bu çabaların bir sonucu olarak, İslami ilgi,
kişisel dindarlık biçimlerine dönüşüyor. İslam’ın, İslami hareketlerin, İslami
mücadelelerin tanımı Evangelist ideolojilerin temsilcileri Theo-con’lar
tarafından yapılabiliyor, ebedi değerler bu doğrultuda değersizleştirilmeye
çalışılıyor. Batı’lı kavramsal çerçevelerin/tanımların, tarihsel kültürel
bağlamları, kökenleri dikkate alınmadan, bu çerçeveler, toplumlarımızda
tahakküm aracı olarak kullanılabiliyor. Entelektüel dünyamız, sömürgeci
zihniyetin kalıplarını kıramıyor, ideolojik fanatizmin takıntılarını
sorgulayamıyor, putlaştırılan ideolojik imgelerle gereği gibi savaşamıyor.
Amerikan kültürü küresel ölçekte bütün değerlerin yozlaşmasına neden oluyor.
Derin dejenerasyon hayatın kendisi oluyor. Para için her türlü hayasızlık
sergilenebiliyor. İçerisinde yaşadığımız süreçler kültürleri türdeşleştiren
süreçler olarak yayılıyor.
Küresel fanatizm ve zulme direnebilmek için, küresel
bir cemaat olmanın bilincine varmak gerekir. İşgal altında bulunan
toplumlarımızın maruz kaldığı büyük/sınırsız trajediler insanlık vicdanında
gereği gibi yankılanmıyor. Faşizme ve zulme doğrudan maruz kalan
toplumlarımızla, faşizme ve zulme kültürel bağlamda maruz kalan toplumlarımızda
birbirinden çok farklı hayatlar, ilgiler, etkinlikler yaşanıyor. Askeri anlamda
işgal altında yaşayanların gündemleri arasında uçurumlar var. Bizler, kültürel
anlamda köleleştirildiğimizi, işgal altında tutulduğumuzu fark etmeyecek ölçüde
duyarsız hale geldik/getirildik. Her şeyin güllük-gülistanlık olduğunu
düşünenler gibi, dayanılmaz tekdüzelikler, dayanılmaz tekrarlar, dayanılmaz
ilgisizlikler içerisinde yaşıyoruz. Hesap kültürü hepimizi kuşatıyor. Dar
ufuklu yerelliklerle sınırlanmış durumdayız. Düşünce dünyasında temel kaygı,
büyük satış kaygısı haline gelmiştir. Dostluklarımız ve arkadaşlıklarımız
maalesef gündelik tanıdıklıklara dönüşmüştür. Ahlaki kayıtsızlıklar
çoğalmaktadır. Kötülükler ve haksızlıklar karşısında düşünce hayatı, sanat ve
edebiyat hayatı da bir kayıtsızlık sergiliyor. Entelektüel tepkiler çok
yetersiz tepkiler. Anlaşılamaz, çok tuhaf bir suskunluk içerisindeyiz. Hemen
her gün bir yerlerde bütünüyle estetik nihilizmi yansıtan şiir günleri
düzenleniyor, ancak, daha çok şuur günleri düzenlemeye ihtiyacımız olduğunu
akletmiyoruz. Büyük bir tıkanma durumu yaşadığımızı itiraf etmeli, yeni
çözümlemeler için, yeni çabalar üretmeli, farklı tarzlar, yöntemler üzerinde
çalışmalıyız. Her geçen gün daha çok büyüyen çürümeler ve yetersizlikler
karşısında sorumluluklarımızın farkına ve bilincine vararak, sorumluluk alarak
yaşamaya özen göstermeliyiz. Her alanda sorumluluk alarak yeni bir başlangıç
yapılmadığı takdirde, hiçbir alanda yeni bir iyileşme sağlanamaz.
Hayatımızı, aklın, hikmetin, vicdanın, cesaretin bütünlüğü
içerisinde sürdürmeliyiz.
Değişimi dış etkenler dayatmamalı, değişimi kendimiz
düşünmeliyiz.
Gerçekliklerimizi yeniden tanımlayacak bir dile ve
çözümlemeye ihtiyacımız var.
Her konuda İslam dünyası çapında öncelikle bir
entelektüel dayanışmaya ve alışverişe yönelmeliyiz.
Her durumda, hepimizin ufku evrensel İslam ailesini
içerisine alan bir ufuk olmalıdır.
(Bilgi ve Hikmet dergisinden)
ATASOY MÜFTÜOĞLU İLE SÖYLEŞİ: TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA İSLAMCILIK
RUŞEN ÇAKIR
Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer
Merhaba, iyi haftalar, iyi günler. Stüdyoda çok önemli bir konuk
ağırlıyoruz. Eskişehir’de yaşıyor Atasoy Bey. Atasoy Müftüoğlu Türkiye’de İslâmî
hareketin önde gelen isimlerinden birisi, ama biraz medyadan uzak duran birisi.
Onun için ben de nasıl ikna edebildiğime şaşıyorum. Atasoy Bey, hoşgeldiniz.
Teşekkür ederim.
Bu arada tabii ben gazeteci olarak İslâmî hareketler üzerine 30 yılı
aşkın süredir çalışıyorum ve Atasoy Bey’le de ilk defa tanışmak nasip oldu.
Ayağınıza sağlık.
Estağfurullah, teşekkür ederim.
İddialı gibi, ama mütevazı bir başlık seçtik; “Türkiye’de ve dünyada
İslamcılık” diye. Bildim bileli siz, İslâmî hareket içerisinde yazan; kendi
başına, bir grubu veya bir cemaati olmadan yazan birisiniz. Sadece Türkiye ile
değil, dünyayla da çok ilgili birisiniz. Atasoy Müftüoğlu olarak şu anda 70’i
aşmış durumdasınız.
75.
75 yaşında nasıl bir bilanço çıkartıyorsunuz? Baktığınız zaman. Bu genellikle
hep şöyle konuşulur, biliyorsunuz: yükseliyor, geriliyor, güçleniyor vs.. Ama
bir bütün olarak baktığınız zaman, Türkiye’de ve dünyada İslamcılık yarım
yüzyılda ne yaptı?
Evet, önce şuradan başlamak gerekiyor: İslamcılık tanımını biz Müslümanlar icat etmedik. Bu bize dışarıdan tahmil edilen bir çerçeveydi. Her konuda olduğu gibi, belirlenmiş bir bilinç, her durumda bir zaafa işaret eder. Sizi belirleyemiyorlarsa o zaman bir varlık belirtiyorsunuz demektir. Ama hangi alanda olursa olsun eğer belirleniyorsanız, o bir soruna, bir patolojiye işaret eder. Ama bu kavramla kast edilen şey, doğrusunu isterseniz bizim de sahiplendiğimiz bir şeydi. Sahiplenmeli miydik, değil miydik? O ayrı bir şey. Sahiplenmemeliydik; kendi kavramsal çerçevemizi kurabilseydik eğer, buna ihtiyacımız olmayacaktı. Her konuda olduğu gibi, biz yine dışarıdan bize yüklenen kavramsal çerçevenin sınırları içerisinde kalarak konuştuk. Ama bu bizi tarif ediyordu. Bizi derken, acaba kimi tarif ediyordu? Ben kısaca şöyle söyleyebilirim: İslam’ın yeniden bir dünya vizyonu kazanmasını isteyen, talep eden, ya da bu misyonu ya da vizyonu yeniden nasıl kazanabileceğimize ilişkin değerlendirmeleri, çözümlemeleri olan bir kesime işaret ediyordu. Ancak bu kesim, sözünü ettiğim anlamda İslam’ın yeniden dünya vizyonu kazanmasını sağlayabilecek tarihsel çözümlemeler yapmayı başaramadılar. Dolayısıyla bu kavramın icat edildiği tarihten itibaren –ki bu kavram daha çok İran’da İslam Devrimi’nin başarıya ulaşmasını takiben güncellik ve yoğunluk kazandı–, kimi zaman bu kavram konjonktürel anlamda çok istismar edildi. Kimi zaman gerçeği yansıtmıyordu. Kimi zaman çarpık bir gerçekliği yansıttı. Kimi zaman çok sansasyonel anlamda kullanıldı. Kimi zaman demagoji anlamında kullanıldı. Ve hiçbir zaman gerçek durumun ifadesi olacak şekilde sağlıklı değerlendirmeler bu kavram etrafında yapılmadı. Onun için İslamcılığın bu son yarım yüzyıl içerisindeki serüvenini değerlendirmesi gereken Müslümanlar ya da Müslüman olmayanların bu konuyla ilgili olarak bir tarih felsefesi perspektifi içinde çok derinlikli çalışmalar yapmaları gerekiyor. Ben bu zaman zarfında şunu gördüm: İslam dünyasında önde gelen konunun uzmanlarıyla ya da konuya ilgi duyan pek çok üstadla görüştüm; farklı dillerde, farklı kültürlerde bu konuya yakınlık duyanlarla da kezâ görüştüm. Bu konunun daha çok istismar edilen bir konu olduğu sonucu ortaya çıktı; çünkü İslamcılık bu konjonktürel çerçevenin dışına çıkma iradesini gösteren büyük, etkili bir sürece dönüşmedi.
Burada demin de bahsettiniz, İran Devrimi sanki bunu yapacakmış gibi
bir hava yarattı. Yanlış hatırlamıyorsam –yanlışsa da düzeltin– sizin de dahil
olduğunuz Türkiye’deki bazı İslamcıları da bayağı bir heyecanlandırmıştı, değil
mi?
Doğrusunu isterseniz ben Devrim’in hemen ilk yılında İran’a giderek bu tercihin tarihin son beş yüz yılının; İslâmî anlamda, İslam dünyasında yaşananlardan hareketle tarihin son beş yüz yılının en özgün, en bağımsız, en etkili hareketi olduğuna inananlardanım. Bu devrim, insanlığın, daha doğrusu modern zamanların, daha doğrusu Aydınlanma mutlakıyetçiliğinin dini ve dinî olanı, mutlak olanı bireyin vicdanına hapsettiği günden itibaren, dinin yeniden tarihe dönebileceğine ilişkin bütün ihtimallerin ortadan kalktığı bir dönemde gerçekleşti. Bu, bu açıdan önemliydi. Çünkü aynı zamanda Aydınlanma mutlakıyetçiliğini ya da Aydınlanma diktatörlüğünü de yalanlamış oluyordu. Devrim o tarihlerde İslam dünyasındaki düşünce, kültür, ilâhiyat hayatı için bir düştü. Sadece bir düşten ibaretti. Bunun bir gerçekliğe dönüşmüş olması kuşkusuz hepimizi heyecanlandırdı. Ancak bugün –yani bendeniz devrimin hâlâ çok önemli olduğuna inananlardanım– ama eğer devrim kendisini Şii ufka ve perspektife kapatmamış olsaydı, oradan yeni bir model çıkacaktı. Bütün Müslümanları içine alan bir model çıkacaktı. Çünkü biz hâlâ, bütün toplumlar, Batı-dışı toplumlar da dahil olmak üzere, Batı modeline bağlılığımız sürüyor. Batı modeli dışında başka bir model konuşuluyor olacaktı. Yeni bir dünya görüşü, yeni bir hayat tarzı, yeni bir ekonomik sistem, yeni bir siyasal sistemin imkânları konuşulacaktı. Ancak zamanla Devrim’in kendisini Şii ufka kapatmış olması sebebiyle evrensel bir model olma ufkunu ve imkânını maalesef kaybetti.
Bir de millîleşti deniyor.
Tabii, bugün İran da aynen Türkiye’de yaşandığı üzere ulus-devlet refleksleri gösteriyor. Zaten İran’da devrimci dil, düşünce ve birikim büyük ölçüde Ahbârî geleneğin baskısı altındaydı. Bugün Ahbârî gelenek yeniden İran’da öne çıkıyor. Ahbârî geleneğin yeniden öne çıkıyor olması İslâmî bağlamda yeni bir işbirliğine imkân vermiyor.
Şunu sormak istiyorum: Devrim’in ilk etkili olduğu 80’li yıllardan
itibaren İran Devrimi’nin bu mezhep boyutu genellikle bypass ediliyordu, çok
önem taşımıyordu ve sanki mezhepler-üstüymüş gibiydi; ama bakıyorduk ki,
Velâyet-i Fakih öğretisi bile doğrudan mezhep referanslı bir şey. Bu olayın,
İran’ın mezhepler-üstü görünümünün aldatıcılığı çok hızlı bir şekilde ortaya
çıktı sanki; ama şu anda bir de çok yaşanmadık, çağdaş bir mezhep gerilimi var.
Hatta İslamcı hareketlerin içerisinde de mezhepler anlamında ayrışma var.
Eskiden birlikte telâffuz edilen, radikal tâbir edilen birtakım İslamcı
örgütler şimdi birbirlerine neredeyse düşman olmaya başladı. Bunu sadece
konjonktürle mi açıklamak gerekir?
Hayır. Bizim
İslam dünyası toplumlarının hepsinin çok hayatî, çok derinlikli yapısal
sorunları var. Bu sorunlar çözümlenmedikçe İslam dünyası toplumları İslâmî bir
gelecekten söz edemezler. Biz zaman zaman kimi sorunlarla karşılaştığımızda bu
sorunların hep dışarıdan kaynaklandığına ilişkin bir yanıt üretiriz. Ve bu bizi
rahatlatır. Sorunların kendi zaaflarımızdan kaynaklanabileceğine ilişkin hiçbir
değerlendirme yapmayız. Çünkü bu bize ağır gelir. Kendi zaaflarımızla
yüzleşmek istemeyiz. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar, İslam’a yönelik
ya da Müslümanlara yönelik dışarıdan yapılan saldırılardan çok, İslam’ın
içeriden mâruz kaldığı saldırılarla yakından ilgilidir. Ve fakat bugün ne
düşünce hayatımız ne kültür hayatımız içeriden yapılan saldırılarla ilgili
hiçbir, tekrar ediyorum hiçbir çözümleme yapma iradesi ortaya koyamıyor.
Bununla neyi kast ettiğimi kısaca arz edeyim: İslam’ın özellikle içe ve geçmişe
kapanarak aklî ilimleri, içtihâdı ve felsefeyi yasakladığı günden itibaren,
İslam dünyası tanımı çok güç ve İslâmî açıklaması olmayan, İslam toplumları
kendisini dine nispet eder, ama İslâmî açıklaması olmayan, örneğin Kur’an’a
dayandırılamayacak bir şey; yani aklî ilimlerin yasaklanmasının hiçbir surette
İslam’a nispet edilmesi mümkün değil. Aklî ilimlerin,
felsefenin ve içtihâdın yasaklanmasıyla birlikte çok büyük bir felâkete dûçar
olduğunu idrak edemedi toplumlarımız. Sonra ne
oldu biliyor musunuz? Bu felâket bir geleneğe dönüştü. Yani felâketin adı
gelenek oldu. Biz bu felâketi sahiplendik,
üstlendik. Sonra bu felâket gelenek aracılığıyla dine dönüştü. Şu anda
biz o felâketi sahiplenmeyi sürdürüyoruz, hem de iftiharla sahiplenmeyi
sürdürüyoruz. Burada vahim bir şey var. Burada bir büyük patoloji var. Ve bu
geçmişle çok ciddi bir hesaplaşma yapmayı zorunlu kılıyor. Geçmişle bir
hesaplaşma yapmak demek geçmişle kavga etmek demek değil. Geçmişte yaşayan
Müslüman düşünürleri, hareketleri, akımlarıyla kavga etmek değil. Eğer sağlıklı
bir irade ortaya koymak istiyorsanız, bir kültürün nasıl bu noktaya geldiğine
ilişkin neler yapmak zorundasınız? Yanıtlar bulmak zorundasınız. Bu şu âna
kadar yapılmadı ve bugün, biz bu geleneğin –felâket olarak tanımladığım
geleneğin– sınırları içinde kalarak konuşuyoruz. Yani
biz İslam’ın daha çok tarihsel tezâhürleri etrafında çözümler arıyoruz, kendisi
etrafında değil. Burası çok önemli ve biz bunu da hiç konuşmadık. Örneğin
ilâhiyat hayatımız, dinî hayatımız, akademik hayatımız… — evet, akademik
hayatın büyük ölçüde sınırları var, çünkü akademik hayat kendisini daha çok
modern, bilimsel rasyonaliteyle konumlandırmak zorundadır; bunları tartışmaya
cesaret edemez. Müslüman bir akademisyen dinin ontolojik meşruiyetini nasıl
kaybettiğini konuşamaz. Nasıl kazanılması gerektiğine ilişkin hiçbir öneride
bulunamaz. Bugün büyük ölçüde Batı modeli kendisini bildiğiniz üzere
Rönesans’ın kurduğu ontolojik düzenle sürdürüyor. O ontolojik düzen temelinde
ne olmuştur? Daha sonra Aydınlanma’yla birlikte Batı, kendi dünya görüşü, değer
sistemi ve algı sistemi temelinde bir evrensellik oluşturmuş ve bu evrenselliği
sömürgecilik yoluyla Batı-dışı toplumlara dayatmıştır. Bu şu demektir — siz de
biliyorsunuz: Dayatılan evrensellik yoluyla Batı,
entelektüel iktidarı, entelektüel egemenliği ve kontrolü ele geçirmiştir. Bu şu
demektir: Bundan sonra zihin dünyamız bu entelektüel iktidarın kontrolü
altındadır. Zihin dünyamızı çerçeveleyen, çevreleyen şeyin sınırlarını bu
iktidar belirleyecektir. Nitekim halen o belirliyor.
Burada yalnız söze gireceğim. Şimdi –her ne kadar güncel meseleler
konuşmama konusunda şey yaptık ama– şimdi bu yayını izleyen birisi şöyle
diyebilir — kabaca söyleyeceğim: “Adama bak! Ne kadar karamsar bir tablo
çiziyor. Halbuki Türkiye’de şu, şu, şu var.”
Şimdi,
umuttan söz edebilmeniz için gerçeklerle yüzleşmeniz gerekir. Umudun bir
içeriği olmalı, umudun bir gerekçesi olmalı. Eğer bugün Batı-dışı
toplumlar –Türkiye de dahil olmak üzere– eğer bu Batı modelinin kavramsal ve
kurumsal çerçevesi içine hapsedilmişlerse –ki edilmişlerdir–; bu çerçevelere
ilişkin herhangi bir şekilde herhangi bir hesaplaşma yapılamamışsa –ki yapılmamıştır,
örneğin kapitalizmle İslam arasında bir bağ kurmak
hiçbir şekilde mümkün değildir, ama bugün kapitalizm ve İslam arasında, daha
doğrusu İslam değil Müslümanlar arasında, yakınlık değil, iç içe geçmişlerdir–,
bu şu demektir: Müslümanlar ahlâksız bir ekonomiye
ikna edilmişlerdir. Halbuki Müslüman bütün tavrını, tarzını, her şeyini ahlâkî
zeminde kurmak zorundadır. Ahlâksız, merhametsiz, vicdansız, sınırsız derecede
sömürgeci, fırsatçı, oportünist bir ekonomik düzenle Müslümanların bütünleşmesinin
kabil-i îzah bir yanı yoktur ve buradan bir umut çıkarılamaz. Kezâ
sekülerizmin Batı toplumlarıyla, Batı tarihsel tecrübesi ve kültürü içerisinde
bir şekilde ilişkisi kurulabilir. Ama şunu hatırlamak gerekir ki semâvî
dinlerin tümü sekülerizme yabancıdırlar. O, Batı’da tarihsel süreçlerin bir
yansımasıdır ve bu anlaşılabilir. Ama sekülerizmin
İslam dünyası toplumlarına ihraç edilmesinin ve onlar tarafından ithal
edilmesinin, kendisini hâlâ İslam’a nispet ediyor olanlar açısından îzahı asla
ve kat’â mümkün değildir. Şimdi… Ve yine tabii devam edelim. Evet,
güncel şeylerden söz etmeyeceğimizi söyledik. Fakat karşı karşıya bulunduğumuz
bu güncel sorunların tarihsel nedenlerini ihmal edersek sorunları biriktirmiş
olacağız. Halbuki bugün bir irade ortaya koyarak, ne yapmalıdır? Eğer entelektüel iddiada bulunan bir kadro
varsa; düşünsel, kültürel, felsefî bir kadro varsa, bunları ne yapabilir?
Bunları tartışmaya açabilir.
Var mı
öyle bir kadro?
Bugün bendeniz doğrusu böyle bir kadro olduğundan şüpheliyim; çünkü bundan bir-iki sene kadar önce Türkiye’de ilâhiyat fakültelerinde felsefe okutulsun mu okutulmasın mı tartışması yapılabilmiştir. Felsefeye hâlâ şüpheli gözüyle bakan bir geleneğimiz var. Sadece felsefeye değil; düşünmeye, düşünceye kapalı bir geleneğimiz var. Artık hepimize modern zamanlar ve geleneksel pragmatizm ne yaptı? Hesap yapan düşünceyi öğretti. Artık her şey hesap yapan düşüncenin sınırları içinde ifadesini buluyor. Yani hakikatin yerine matematik geçtiği günden beri biz hakikate yabancılaştık ve pek çok şeyin bugün mümkün olmayabileceğine, yani dinî olan bir şeyin bugün kamusal planda gerçek kılınmasının mümkün olmayabileceğine ilişkin neredeyse bir özgüven sorunu yaşıyor. Yani buradan şöyle bir sonuç çıkıyor: Müslümanlar bireysel dindarlığa ikna edilmişlerdir sonucu çıkıyor. Bireysel dindarlığa ikna edilmek ne demek? Kamusal alanı kapitalizme bırakmak; seküler, neo-liberal iradeye bırakmak anlamı taşır. Dolayısıyla o belirlenmiş bilinç dediğim şey, sizi bireysel vicdana hapseden irade tarafından teslim alınmışsınız. Yani sömürgeciler İslam dünyası toplumlarını sömürgeleştirmeden önce onların zihin dünyalarını sömürgeleştirdiler. Bu zihnin bağımsız bir bilinç, irade ve tarih üretmesine engel oldular. Bugün biz hâlâ Türkiye’de, ya da İslam dünyasında herhangi bir ülkede, İslâmî anlamda entelektüeller, düşünce adamları, filozoflar olsaydılar, önce onların, şimdi bugün, şu saatte, sömürgeci, koloniyalist bilginin, dilin, tarihyazımının yapısökümüyle ilgili bir çözümleme yapıyor olmaları gerekirdi. Böyle bir yapısöküm çalışması şimdiye kadar yapılmamıştır. Size şunu hatırlatmak isterim: Müslümanların özellikle tarihin son 200 yılı içinde mâruz kaldıkları ötekileştirme, yalnızlaştırma, sessizleştirilme ve sadece istatistik konusu haline getirilmeleriyle ilgili olarak, uygarlık misyonu dili aracılığıyla –ki bu dil insanlık tarihi boyunca üretilmiş en aşağılık dildir, çünkü bu sizi kategorize eder ve sizi barbar olarak tanımlar; sizi medenileştirinceye kadar tarih odasında bekletir, nitekim bekletiliyoruz, her gün aşağılanıyoruz, her gün aşağılanıyoruz – bu sözünü ettiğim, bize dayatılan evrenselliğin gerçekleştirildiği evrensel entelektüel iktidara karşı Müslümanlar bir tek etkili cümle kurmayı başaramamışlardır. Yani biz başaramadık. Burada şu ya da bu kesimi itham etmenin bir anlamı yok. Bunun nedenleri var. Bunun nedenleri dışarıdan dayatılan nedenler değil, içimizden dayatılan nedenler.
Biraz somut birtakım örneklerden gidelim.
Somut bir örnek vereceğim şimdi ben size. Onun için buraya geldim. Bu bizim mâruz kaldığımız serüvene Müslüman olmayan ama İslâmî kültür dünyasının bir parçası olan Edward Said yanıt verdi. Oryantalizm (Şarkiyatçılık, çev: Berna Ülner, Metis Yay.) kırk yıldan beri –bunu siz de biliyorsunuz– dünya akademik hayatını çok ciddi bir şekilde meşgul ediyor. Kırk yıldan beri hiçbir zaman o kitap önemini kaybetmedi. Çünkü kitap ortaya çok niteliksel bir eleştirel dil koyuyordu; çok nitelikli bir dil, derinlikli bir dil koyuyordu. Hamâsî değil, popülist değil, ucuz sloganlara dayalı değil, klişelere müracaat etmeyen bir dil koyuyordu. Bunu şunun için arz ediyorum: Kırk yıl boyunca bu kitap etkisini hâlâ sürdürüyor. Hatta ben geçen bir makalede gördüm. Ilan Pappé –Yahudi bir tarihçi– bir başka kitaptaki bir açıklamaya atfen –muhtemelen Tarihin Küresel Tarihi (çev: Mehmet Moralı, Alfa Yay.) kitabındaki bir açıklama, ki o kitapta 20. yüzyılın en büyük entelektüel olayının, Edward Said’in Oryantalizm’i olduğunu yazıyor– Ilan Pappé de şunu söylüyor: “20. yüzyılın değil, 20 yüzyılın yarısının en önemli kitabıdır” diyor. Asıl burada benim gündeme getirmek istediğim şey şu: Edward Said’in bir Hıristiyan olduğunu, seküler birisi olduğunu, hümanist birisi olduğunu, Amerikan hayat tarzını özümsemiş birisi olduğunu biliyorsunuz. Böyle birisi böyle etkili bir eser yazmayı başardı. Kırk yıldan beri İslâmî düşünce hayatı böyle bir, bu kitabın muadili bir kitap yazmayı başaramadı.
Ben kendisiyle tanışma şansına da
kavuşmuştum. Gerçekten rahmetle analım. Çok önemli. Mesela
bir Arap Baharı oldu ve fiyaskoyla sonuçlandı, hızlı bir şekilde. Şimdi
bunu uzun uzun tartışmak bir yana, ben darbeden sonra, o büyük katliamın
öncesinde, ama darbeden sonra Kahire’ye gittim. Bayağı, 10 gün falan kaldım,
hatta Ramazan’ın ilk günleriydi. Orada o meydanda
Müslüman Kardeşler, İhvan toplanıyordu. Sürekli orada yatıyorlardı,
kalkıyorlardı falan; kendileriyle röportaj da yaptım. Ama şu beni çok çarpmıştı:
Mısır gibi bir ülkede, o kadar dinamik bir ülkede, İhvan yanına kendinden
olmayan kimseyi getirememişti. O meydanda –liberaller şunlar bunlardan
vazgeçtik–, diğer İslâmî gruplar, cemaatler vs. yoktu. Hatta, biliyorsunuz,
Selefiler darbeyi desteklemişti. Bugünkü Mısır İhvan’ı dünyanın en önde gelen,
en köklü hareketlerden birisi. Buradaki sorun onların yöneticilerinin bir
sorunu mu? Yoksa daha temel, ontolojik bir sorun mu?
Tabii daha temel, daha ontolojik bir sorun var. Bu sorunu da bugün biz konuşmalıyız. Yani İslam merkezinde konuşan herkes, kendisini İslam’a nispet eden herkes bundan sorumludur çünkü. Evvela soru şu: Neden her şeye biz mâruz kalıyoruz? Soru bu. Neden mâruz kalıyoruz? Bu bünye neden mâruz kalıyor? Bu konuyla modern tarihte sadece bir kişi ilgilendi: Mâlik Bin Nebî, biliyorsunuz. Mâlik Bin Nebî –Allah ona rahmet etsin– dedi ki “Evet sömürgecilik korkunç bir şey. Gayri insanî, gayri aklî bir şey. İnsanlık-dışı bir şey. Fakat ben size daha korkunç olanını söyleyeyim: Sömürülmeye elverişli olmak.” Bu çözümleme çok önemliydi ve fakat bu çözümleme gereği kadar yankı bulmadı. Buradan şu noktaya geçmemiz mümkün. Biliyorsunuz bütün kültürler tarihte etkili bir rol alabilmek için iki büyük şey yaptılar: Birincisi büyük ölçekli içerik ürettiler. İkincisi, büyük ölçekli bir değişim gerçekleştirdiler. Bize derler ki: “Bir medeniyet doğar, yaşar, ölür”. Bu bir klişeden ibarettir. Bir medeniyet içerik ürettiği zaman boyunca yaşar ve büyük ölçekli değişim gerçekleştirdiği sürece hayâtiyetini sürdürebilir. İçeriden bir yozlaşmaya, bayağılaşmaya neden olduğunda o çöker. Yoksa o dinamik üretkenlik… Üretkenlik çok önemli burada, içerik üretmek. Şöyle bir şey var: Bu bizim medeniyetimizin belki en dikkate değer tarafı budur. İslam tarihe çıktığında bütün kültürlerin ilgisini çekebilecek, dikkatini toplayabilecek kuşatıcı bir dil oluşturdu. Çünkü İslam insanlara hitap ediyor; şunlara bunlara hitap etmiyor, kategorize etmiyor. Etmedi, bu dile ikna etti ayrıca. Bütün kültürlere hitap eden dilin geri çekilmesiyle birlikte, yani o demin sözünü ettiğim içe kapanma ve geçmişe kapanmayla birlikte, tek kültürün, tek mezhebin, tek etnik aidiyetin, tek milliyetin, tek hizbin ya da tek karizmatik figürün ufkuna kapatıldığı gün başladı bizim felâketimiz. Şimdi biz bugün, örneğin Türkiye’de çok sık görürsünüz, her gün İslamcılık iddiasındaki arkadaşlarımız büyük bir medeniyet tasavvurundan söz ederler. Bir medeniyet tasavvurundan söz ederken o insanların şunu düşünmesi gerekir: Dinin ontolojik meşruiyetinin reddedildiği bir yerde siz nasıl medeniyet tasavvurundan söz ediyorsunuz? Bu bir. İki: Yine dinin ontolojik meşruiyetinin tanınmadığı, dinin bireysel vicdanla, ulusal dindarlıkla, ulus-devlet realizmiyle, devlet dindarlığıyla sınırlandırıldığı, kısıtlandığı, kontrol edildiği bir dünyada siz nasıl bir medeniyet kuracaksınız? Bu medeniyet kime hitap edecek? Bütün kültürlere hitap eden bir dile sahip değilsiniz. Çünkü o bütün kültürlere hitap eden dil bugün ne olmuştur? Hizip dili haline getirilmiştir. Paramparça edilmiştir. Ve her parça bugün kendisini çok önemli buluyor, her parça bugün kendi tarzıyla büyüleniyor, her parça kendisi dışındaki hiçbir gerçeklikle ilgilenmiyor, her parça çok bencil, her parça çok narsisist, her parça çok sorunlu. Çünkü parçadan ibaret.
Yani yan yana gelinmesi…
Şimdi İslâmî bütünlüğü kapsayan bir dil…, daha doğrusu o dilin önce ne olması lâzım? Koloniyalist sömürgeci dilden bağımsızlaşması lazım. Çünkü modern zamanlarda hem bilim, hem dil, hem tarihyazımı, sömürgeci amaçlar için araçsallaştırıldı. Eğer araçsallaştırılmamış olsaydı zaten bilimcilik diye bir şey ortaya çıkmayacaktı. Ve biz saf bilimle haşır neşir olacaktık… Bilim ideolojik anlamda istismar edilmeyecekti. Şimdi bugün bu medeniyet tasavvurundan bahsedenlerin önce her şeyi bir kenara bırakarak, bir kere bilgiyi özgürleştirmeleri gerekiyor. İki: Bu hizip dilinin sınırlarını aşması gerekiyor, yerel dilin sınırlarını aşması gerekiyor. Biz ânında evrenselliğin yaşandığı bir dönemde yaşıyoruz, ânında. Yani bu yeni medya teknolojileri aracılığıyla ânında. Bu teknoloji bir tıkla sizin iyilerle karşılaşacağınız gibi kötülerle de karşılaşmanızı, çok etkili düşünce hareketleriyle olduğu gibi çok bayağı hareketlerle de karşılaşmanızı mümkün kılan, çok karmakarışık bir dünyada yaşıyorsunuz.
Peki bu yeni teknolojiler deyince, bunu en çok, en etkili kullananlar
–tâbiri beğenmeyebilirsiniz ama en kullanışlısı o– yeni Selefi Cihadcılık denen
IŞİD, El Kaide gibi yapılar.
Önemli
olan bunları kimin ne kadar çok kullandığı değil. Onların tükettiği içerik çok
önemli.
Peki bu yapılar nasıl çıktı, bu hareketler? Bunu konuştuğumuz zaman, İslamcı iddialı birçok insan hemen bu olayı bir komplo teorisiyle, yok Batı yaptı, CIA yaptı falan diye…
Tabii bizim böyle çok yüzeysel çözümlemeler konusunda çok dikkatli olmamız gerekiyor. Yani hiç kimseye haksızlık etmemek, hakkaniyet sınırları içinde kalmak; ama evvela tabii zamanın, tarihin nabzını tutmak. Bu çok önemli. Mekânın nabzını tutmak, bu çok önemli. Tarihin dinamiklerine ilişkin bir şeye sahip olmak, bir birikime sahip olmak. Kendisini tarih-dışı dünyaya hapseden bir kültürün bugün 21. yüzyılda söyleyebileceği bir şey olamaz. Şimdi, bu hareketlerin ürettiği içerik çok önemli. Bu içerik daha çok hizip adamlarına, yani partizanlara hitap eden bir içerik. Hangi eğilimin partizanı olursanız olun; her partizan sadece klişelerle ve sloganlarla hareket eder. Onlar düşünen düşünceye çok yabancıdırlar. Hiçbir partizanın böyle derinlikli bir düşünceye sahip olduğu görülmemiştir. Çünkü onun ufku tek boyutludur ve her partizanın ufku tek akla dayalı bir ufuktur. Bizim müşavereyi ve müzakereyi esas alan bir kültürün çocukları olarak tek akla, tek yoruma, tek bağlama, tek mezhebe, tek etnik aidiyete, tek otoriteye, ilâ âhir kendimizi kapatmadan, bütün insanlığın ilgisini ve dikkatini çekebilecek bir incelik, nitelik ve derinlik içerisinde, hikmeti de içerecek şekilde… yani İslâmî dil bir bütünlüğün adıdır ve o bütün boyutları bir araya getirmediğinizde tamamlanmış olmaz. Bütün boyutlardan kastım: İslam’ın hukukî boyutu, siyasal boyutu, imana ilişkin boyutu, estetik boyutu, ilâ âhir irfânî boyutu gibi bütün boyutlar. Bütün boyutları bir araya getirmediğinizde o hep eksik kalır. Bir parçadan hareketle, bir parçanın tarzından hareketle onu İslâmî bütüne teşmil edemezsiniz. Parçaları ortaya çıkaran hem iç hem dış nedenler vardır. Bütün bunların iç nedenleri, o bizim tarih boyunca yaşadığımız şey çok önemlidir ve oraya ısrarla vurgu yapmak gerekir; çünkü aklî ilimlere içtihâdı ve felsefeyi yasaklayan zihniyet kadavralardan oluşan bir toplumun ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Kadavraları yönetmek kolaydır. Bugün bir mevzu var, üzerinde durulması gereken bir şey var. İslam dünyası toplumları tarihin son birkaç yüzyılını politik popülizm uyuşturucusu alarak, yoğun bir şekilde dinî popülizm uyuşturucusu alarak geçirdiler. Hâlen aynı noktadalar. Çünkü politik popülizm uyuşturucusuyla dinî popülizm uyuşturucusu arasında organik bir ilişki var. Şimdi bu akımlar, klişeler aracılığıyla pekâlâ ne yapılır? Bugün dinî hayat büyük ölçüde İslam dünyası toplumlarında meczuplar tarafından ele geçirilmiştir. Bendeniz gittim bu dünyanın nabzını defaatle tuttum. Bugün dinî hayatın gündemini konuşmaya cesaret etmeliyiz, Müslümanlar cesaret etmeliler. Kavga etmek için değil; birilerini tahkir etmek, tezyif etmek, aşağılamak için değil. Buradan sağlıklı bir şey çıkarmak için bunu yapmalılar. Bunu yapmak için hem modern zamanlara ilişkin bir çözümleme yapmaları gerekiyor dışa doğru, hem geleneğe doğru, içe doğru bir çözümleme yapmaları gerekiyor. Mesela 1492’den biz sorumluyuz deme cesaretini göstermeleri gerekiyor. 1492 –biliyorsunuz– kabile rekabetleri sebebiyle Endülüs’te İslâmî bünyenin büyük ölçüde zayıflaması sonucunu doğurdu. 1492’de yeni bir tarih başladı. Fakat 1498’den biz sorumlu değiliz. Çünkü 1498’de o dönemin emperyalistleri –Portekiz orada bir metafor– yeni doğan bütün bir Avrupa. 1498, İslâmî egemenliklerle hesaplaşmak için ortaya konmuş, çok büyük projeksiyonu olan bir projedir. Ama biz 1498’i deniz seferleriyle, ticaret seferleri gibi algılarız. Halbuki o aynı zamanda bir misyonerlik hareketidir, İslam’a karşı, Doğu-Batı karşıtlığının temellerinin atıldığı ilk tarihtir. İslam dünyası toplumlarının sömürülmesini ve bütün zenginliklerinin Batı’ya aktarılmasını mümkün kılan bir tarihin adıdır. Şimdi onun için bizim bu hesaplaşmayı yapmak gibi bir sorumluluğumuz var. Bugünün gündeminde bu tür hesaplaşmalar yoktur.
Atasoy Bey, sizi benim hatırladığım, 80’li yıllarda Türkiye’de Gülen
Cemaati –şimdi FETÖ diyorlar biliyorsunuz, o zamanlar Fethullahçılar denirdi,
çok görünmezlerdi vs. ama– sizin de o tarihlerde bayağı bir işkillendiğinizi
hatırlıyorum… yanlış hatırlamıyorum değil mi? Türkiye’nin tarihine bir şekilde
damga vurdu bu hareket, bana göre olumsuz anlamda bir damga vurdu. İşin
“kandırıldık mandırıldık” boyutunu ciddi bir çözümleme olarak almak mümkün
değil.
Hayır, hayır.
Ne oldu? Bu hareket nasıl böyle göz göre göre…, aslında birçok insanın,
sonradan onlarla ittifak yapan insanlar da bu hareketin nasıl bir hareket
olduğunu özünde, üç aşağı beş yukarı biliyorlardı değil mi?
Evet. Şimdi eğer kendimizi tek akla, tek yoruma, tek bölgeye hapsetmemiş olsaydık… Yani şöyle arz edeyim: Dünyada ne olup bittiğini takip ediyor olsaydık; sadece dünya entelektüel hayatının nabzını tutan bir topluluk, bir kadro olsaydı. Siz hatırlayacaksınız, İran’da devrim olduktan sonra küresel seçkinler bir daha devrim olmaması için ne yapmalıyız diye bir tartışma başlattılar. Bu tartışma kesinlikle kapalı kapılar ardında olmadı. Herkesin duyabileceği bir şekilde oldu. Ve fakat biz o tarihlerde daha çok ayrıntılarla, eskilerin diliyle kıylükal dediğimiz bir şeyle meşguldük, ayrıntılarla meşguldük. Esasa ilişkin hiçbir çözümleme yapmıyorduk. Küresel seçkinler önce İran konusunda uzman olan İranlılarla görüştüler. Yani Batı üniversitelerinde çok tanınmış hocalarla görüştüler. Onlar dediler ki bunlara: “Bu devrim en fazla bir yıl sürer.” Daha sonra bunlar bu çerçeveyi daha fazla genişlettiler ve küresel ölçekte bu şeye yanıtlar aradılar: Bir daha devrim olmaması için ne yapmalıyız? Devrimci dili ve duyarlığı, eğilimleri ve kadroları kontrol etmeliyiz. Hatırlarsanız o günlerde Brzeziński, Out Of Control [Kontroldan Çıkmış Dünya, çev: Haluk Menemencioğlu, İş Bankası Yay.] kitabında Amerikan Kongresi’nin bu amaca yönelik bütçe ayırdığını yazdı. Bütçe! Yani yeni bir din dilinin icadı doğrultusunda –miktar hatırımda değil ama arzu edenler kitaba bakabilirler–, orada onu yazdı. Yine hatırlarsınız Kader Üçgeni [çev: Bahadır Sina Şener, İletişim Yay.] kitabında Chomsky bu vâdîde sürdürülen temasları anlattı. Yani Türkiye’de, Mısır’da, Suudi Arabistan’da, İslam dünyası toplumlarında yeni bir devrim olmaması için ne yapmak gerektiği konusundaki ilişkilerin mahiyetini anlattı. Bu küresel seçkinler –bunlar kuşkusuz ideolojik ve ırkçı saplantıları olan seçkinlerden söz ediyoruz– İslam’ın kontrol edilmesi için çok ciddi çabalar harcadılar ve yayınlar yapmaya başladılar. Ve ilgili ülkelerde bu yeni din dilini temsil edecek memurlar aradılar ve buldular. Bu memurlar bulundukları ülkelerde bu misyon adına hareket ettiler. Bendeniz o tarihten itibaren, tam 30 yıl boyunca her ay yazdığım dergilerde Neo-Nurculuk diye bir şeyden söz ettim. Yani bunun bir Amerikan projesi olduğunu yazdım. Defaatle şunları yazdım: Türkiye’den bütün Müslümanların zekât, fitre, sadaka, infak, tasadduk gibi paralarının Amerikalı politikacılara rüşvet olarak dağıtıldığını yazdım. Kitaplarımda var. Kendimden bahsetmekten çok hayâ ederim, ama bunları söylemek zorundayım. Eğer Türkiye’de Müslümanlar, hangi düzeyde olurlarsa olsunlar, bilinç düzeyinde bir İslâmî tercihte bulunmuş olsaydılar, bu harekete karşı teyakkuz halinde olacaklardı ve dikkatli olacaklardı.
Şimdiki teyakkuzu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdiki teyakkuzu ben yeterli bulmuyorum. Çünkü şöyle değerlendiriyorum; âdeta bize şöyle söyleniyor: Şu ya da bu cemaate katılabilirsiniz, ancak bizim bedensel ve fiziksel varlığımıza yönelik katliamda bulunmamak koşuluyla. Yani zihinsel katliamlara devam edebilirsiniz.
Maddî olarak bir şey yapmayın yani.
Bedensel
ve fiziksel varlığımıza yönelik, ya da işte iktidar ortaklığına filan
kalkışmamak koşuluyla deniyor da olabilir. Ama zihinsel, o benim sözünü ettiğim
politik ve dinî popülizm uyuşturucusuna karşı… Çünkü bu hareket ondan
yararlandı; bu hareket tarihte yarın da benzeri olmayacak ölçüde dini istismar
etti, aşağıladı, istiskal etti. 15 Temmuz tarihte benzeri görülmeyen
büyük bir alçaklık. Çünkü ne yapıyorsunuz? Emperyalistler tarafından, onların
amaçları doğrultusunda kurgulanan bir din dili adına onlarla işbirliği
yapıyorsunuz. Onların size karşı şey yaptıkları iktidar ihtirasları adına bunu
kabul ediyorsunuz. Fakat 15 Temmuz’dan sonra Türkiye… Ben
15 Temmuz’da halkın direnişinin de çok anlamlı olduğunu düşünüyorum, takdir
ediyorum. Ama bugün Türkiye’de geldiğimiz nokta şudur: 15 Temmuz’a kadar İslamcılık iddiasında bulunan ne kadar isim varsa
bugün kokuşmuş bir sağcılığın ve milliyetçiliğin hizmetine girmişlerdir.
Burada noktayı koyalım mı? Ama şunu konuşmak isterseniz, şu Suriye
meselesini sorayım mı?
Suriye meselesi çok ciddi. Ben Suriye’yle ilgili çok özet bir şey söyleyeyim size. Bendeniz Suriye’de muhalefetin icat edildiğini biliyorum. Bunu her şartta, her yerde konuşmaya hazırım. Muhalefet icat edilmiştir. Suriye’de olayların başladığı günden itibaren Suriye’de o güne kadar örgütlü bir muhalefet yoktu, bunu biliyorum. Türkiye emperyal bir projeye âlet edilmiştir, bunu biliyorum. Bunları söylemek demek Baas Rejimi’ni desteklemek anlamına gelmez. Ben kendimi hâlâ her şartta İslam’a nispet eden birisiyim. Seküler ve milliyetçi bir rejimi desteklemek gibi bir şeyden beriyim. Söylemek istediklerim bu kadar.
Evet. Atasoy Müftüoğlu’yla bayağı derin bir sohbet yaptık.
Estağfurullah.
Kendisi Eskişehir’de yaşıyor aslında, ama arada İstanbul’a yolu
düştüğünde tekrar konuk ederiz, değil mi?
İnşallah.
Atasoy Müftüoğlu’na çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için
teşekkürler. İyi günler.
KAYNAK: Atasoy Müftüoğlu ile söyleşi: Türkiye’de ve dünyada İslamcılık (Ruşen Çakır röportajı, medyascope.tv, 03.04.2017).
ATASOY MÜFTÜOĞLU: HAKİKAT BİLİNCİNİ KAYBETMESEYDİK
Yazar Atasoy Müftüoğlu, Sakarya'da İkra İlim ve
Kültür Merkezi'nin düzenlediği "Hakikat Bilincinin Kaybı" konulu
konferansta konuştu.
Atasoy Müftüoğlu: Hakikat bilincini
kaybetmeseydik, Müslümanlardaki milliyetçi ve devletçi eğilimlere karşı duruyor
olacaktık
İslami Analiz/Haber Merkezi
Yazar Atasoy Müftüoğlu, Sakarya'da İkra İlim ve
Kültür Merkezi'nin düzenlediği "Hakikat Bilincinin Kaybı" konulu
konferansta konuştu.
Müftüoğlu, Müslümanların Kur'an ve İslam
üzerinde teknik çalışmalar yapmakla yetindiklerini belirterek "Kimse
Kur'an'ın bugünkü dünyada nasıl tecrübe edileceğine ilişkin bir çalışma
yapmıyor" dedi.
Osmanlı'nın çöküş döneminde alimlerin misvağın
fıkhına ilişkin çalışmalar yaptıklarını hatırlatan Müftüoğlu,
"Önceliklerimizi iyi saptamalıyız. Bugün yaşadığımız ülkede İslam'ın
hiçbir rüknü geçerli değildir. Biz bunları geçerli kılmak adına programlar ve
kadrolar oluşturacağımıza mezhep tartışmalarına boğuluyoruz" ifadelerini
kullandı.
15 Temmuz sonrası Müslümanlarda beliren
milliyetçi ve devletçi söylemlere de tepki gösteren Müftüoğlu, "Eğer bugün
Müslümanların hal-i pür melalini doğru tespit edebilseydik, bugün içinde
bulunduğumuz acı gerçekliklerle yüzleşebilseydik 15 Temmuz sonrasında milliyetçi
ve devletçi yönelişlere düşmez, ulus devlet realizmine teslim olmazdık"
şeklinde konuştu.
Türkiye'de 90 yıldır verilen mücadelenin
sonucunda kamusal alanda başörtüsü ve sakal serbestisi elde edildiğini belirten
Müftüoğlu, bunlarla hakikatin perdelenmeye çalışıldığına dikkat çekti ve
ekledi: "Eğer patriotlar bu ülkeye taşındığı zaman Ak Parti değil de başka
bir parti iktidarda olsaydı Müslümanlar protesto eylemlerine koşarlardı.
İslam'ın özüne dair hiçbir şey elimizde yok. Birtakım kuru gürültülerle kendimizi
tatmin ediyoruz. Artık hakikatin bilincine varmalıyız. Bir şeylerin iyiye
gitmediğine kani olmalıyız. Bugün en fazla ihtiyaç duyduğumuz şey iktidarın ve
devletin sınırlarından uzak entelektüel kadrolardır. Hakikat bilincini
kaybetmemiş, siyaset, felsefe vb. alanlarda uzmanlaşmış, bugünün dünyasına
İslam'ı taşımaya çalışan kadrolar şu an her şeyden önemlidir."
KAYNAK: Atasoy Müftüoğlu: Hakikat bilincini
kaybetmeseydik, Müslümanlardaki milliyetçi ve devletçi eğilimlere karşı duruyor
olacaktık (islamianaliz.com, 29.10.2017).
ATASOY MÜFTÜOĞLU: ÖLÜMCÜL ZAAFLARIMIZ
Bugünün dünyası, kapitalist emperyalizmin
küreselleşerek, askerileşerek, bütün toplumları işgal ettiği bir dünyadır.
Böyle bir dünyada, İslam dünyası toplumları, küreselleşmenin derin işgaline
karşı nasıl direnebileceklerine ilişkin çözümlemeler/çalışmalar yapmak yerine,
kendi içerisinde/bünyesinde, çok ucuz, çok bayağı, bencil karşıtlıkları,
rekabetleri, çatışma ve gerilimleri çoğaltıyor. Toplumlarımızda,
zihinsel/kültürel dar görüşlülük bir türlü aşılamıyor. Zihinsel/kültürel dar
görüşlülük, bir sorun olarak görülmüyor. Her eğilim, kendi dar görüşlülüğünü
meşrulaştırmanın yollarını arıyor. Küreselleşmenin işgali altında bulunan
toplumlarımızda, bize dayatılan toplumsal dönüşümle, Müslümanlar olarak bizim gerçekleştirmek
zorunda olduğumuz toplumsal dönüşüm arasında büyük uçurumlar var. Bu uçurumlar,
bir türlü yüzleşemediğimiz, yüzleşemediğimiz için biriktirdiğimiz ölümcül
zaaflarımız, ölümcül yanılgılarımız, yanılsamalarımız sebebiyle oluştu.
Zamanı ve Mekanı Dikkate Alan Söylem
İslam dünyası toplumlarında, ortak insanlık
fikrinin yerine, ortak milliyet ya da ortak mezhep asabiyetinin geçmesiyle
birlikte, büyük bir bilinç tahribatı yaşandı. Ortak milliyet ya da ortak mezhep
kültürü bugün, maalesef, utanç verici bir şekilde taklitçi konformizmlerini
iftiharla sürdürüyor. Ölümcül zaaflarımız sebebiyle bugün ot-çöp gibi bir o
yana, bir bu yana savruluyoruz. Hayatlarımızı hiçbir alanda hiçbir etkisi
olmayan, otoritesi olmayan, otorite iddiası taşımayan zayıf-güçsüz sözcüklerle
sürdürmeye devam ediyoruz. Ekonomik sorunlar siyasal hayatın merkezi sorunları
iken, kültürel sorunlar, felsefi sorunlar, siyasal hayatın kıyısında bile yer
almıyor. Daha çok nicelik merkezli çözümlemeler, değerlendirmeler ve yorumlar
üzerinde yoğunlaşıyoruz. Yaşanan zaman ve mekanı dikkate alan bir dil, söylem,
kültür ve strateji oluşturamıyoruz.
Dünya ölçeğinde yaşanan hızlı-yıkıcı değişim,
geçmişle-şimdi arasındaki süreklilikleri paramparça ediyor. Kapitalist
emperyalizmin küresel işgali karşısında İslam toplumlarının, bu toplumlarda var
olan düşünce-kültür ve ilahiyat hayatının kılı kıpırdamıyor, bu konu etrafında
sistematik hiçbir çalışma yapılmıyor. Bu konu etrafında, sistematik bir çalışma
yapabilecek çapta entelektüel bir topluluk ve kadro oluşturarak eleştirel bir
bilincin, tasavvurun, direnişin, kültürün oluşturulması için ciddi bir çaba
harcanmıyor.
Konjonktürel Tercihler ve Uzlaşmalar
Hayatlarımızı/varoluşlarımızı daha çok, ahlaki
olmayan çıkar-yarar mülahazaları yönlendiriyor, biçimlendiriyor. İktidar
ayrıcalıklarına sahip olmak, ya da iktidar ayrıcalıklarını kaybetmemek için pek
çok ahlaki yanlışa katlanıyoruz. Geleceği nasıl kazanabiliriz konusundan çok,
seçimleri nasıl kazanabiliriz kaygıları taşıyoruz. Etnik-mezhepçi bağlar ve
bağlılıkları ısrarla sahiplendiğimiz için, birleştirici, yüksek-kapsayıcı bir
kültür oluşturma imkanlarını kaybediyoruz. Konjonktürel tercihlerimiz,
uzlaşmalarımız, ahlaki bir duruşa sahip olmadığımızı gösteriyor.
Konjonktürel nedenlerle çift değerli kelimeler-kavramlar
kullanıyor; çift yoruma açık, birbirinden farklı yorumlara açık
değerlendirmeler yapmaktan çekinmiyoruz. İlkesizliğimiz sebebi ile iki farklı
ağızdan konuşuyoruz. Çift değerli kelimeler ve kavramların sıradanlaşması,
siyasal bir hareketin ahlaki boyutunu yok eder. Ahlaki bir duruşa sahip
olamamak, tarihsel vakar ve onur kaybına neden olur.
Maço toplumlar ve maço kültürler daha çok
hamaset söylemiyle yönlendirilir, kontrol edilirler. Hamaset söylemi, nerede
olursa olsun, hep gerçekçi olmayan umutlar üzerinde yükselir. Hamaset
söyleminin katı gerçeklerle yüzleştiği, yüzleşebildiği, görülmemiş ve
duyulmamıştır. İslam dünyası toplumları, dünyaya, akla, bilgiye, felsefeye,
tarihe, değişime yabancılaştıkları ve bütün bunlara şüpheyle bakan bir gelenek
oluşturdukları günden bu yana, bu gelenek aracılığıyla edilginliği ve taklitçi
konformizmi bir kader haline dönüştürmüştür.
Aziz İslam’ın ulusallaştırılması ve
batınileştirilmesi ile birlikte, İslam, dünya vizyonunu/misyonunu, dünyaya
yönelik işlevlerini bütünüyle kaybetmiştir. Bu kayıplar sebebiyle bugün, İslam,
Arap ülkelerinde Arapçılıkla, İran’da Farsçılıkla, Türkiye’de Türklükle bir
tutuluyor, tutulabiliyor. Aziz İslam’ın ulusalcılıklar tarafından
araçsallaştırılması sebebiyle, milliyetçiliklerin kurumsallaşması/resmileştirilmesi
sebebiyle, alt kültür, alt aidiyet kategorilerine hapsedilen Kürt halkına hep
tepeden bakılıyor; Kürtlere hitap edilirken hep âmirâne ve hâkimâne bir
dil-retorik kullanılıyor.
İslami Aidiyeti Konumlandırmak
Aziz İslam nazarında hiçbir şey etnik ve
mezhepçi siyaset kadar İslami ufka yabancı değildir. Etnik ve mezhepçi her
yaklaşım, yorum, tercih, duruş, hangi etnik ve mezhepçi aidiyet adına ortaya
konulursa konulsun, ortak insanlık hassasiyetini/ahlâkını kaybettiğimizi gösterir.
Ortak insanlık fikrine yabancılaşarak, ortak milliyet ve mezhep bağnazlığı
üzerinde yoğunlaşan bir yaklaşım ve yöntemle, asla bir medeniyet tasavvur ve
tahayyül edilemez. Bütün mutlakların ve kutsalların göreli hale geldiği,
getirilebildiği, ahlaki belirsizliklerin, ahlaki başarısızlıkların
derinleştiği, ahlaki belirleyicilerin itibarını kaybettiği bir dönemde, İslami
aidiyetimiz sembolik ve folklorik olmaktan öte bir anlam taşıyorsa eğer,
yirmibirinci yüzyılın aklını ve dinamiklerini çözümleyerek, satılık olmayan
nitelikler inşa ederek, satılık olmayan nitelikler için sonuna kadar mücadele
ederek, uzun bir yürüyüş için, ontolojik İslami özgürlük için, mümkün hedefler
üzerinde çalışmaya başlamak gerekiyor. Satılık olmayan nitelikler üzerinde, bu
nitelikler için mücadele etmediğimiz takdirde, içerisinde yaşadığımız tarihsel
bağlamın farkına ve bilincine varamayacağız.
KAYNAK: Atasoy Müftüoğlu / Ölümcül zaaflarımız
(Yeni Şafak, 30 Ekim 2017).
ATASOY MÜFTÜOĞLU GÜZEL SÖZLERİ
İslâm'ı
yirmi birinci yüzyılda insanlığın dikkatine nasıl kazandırabileceğimize dair
çalışmalar yapmamız gerekirken, İslâm'ı geçmişin duygusal mirası şeklinde
sahiplenmeye ve yaşatmaya çalışıyoruz.
***
'Bir
Müslüman hangi mülahazayla bütün bir ömrünü tek kişinin ufkuna hapsederek
geçirir? Bunun bir cevabı olmalı. O kişi ne kadar âlim, ne kadar fâzıl olursa
olsun, bu soru sorulmalıdır. Çünkü bütün bir varoluş âlemi tek kişinin
bilincine sığmaz. Müşavere bunun için var.
Yıl
1992 olsa gerek, bir arkadaşımla birlikte Eskişehir'e gelmiştim. Merhum Molla
İzettin Yıldırım'ın ikamet ettiği Tanış
sokaktaki dört katlı Risale-i Nur
medresesinde; zat-ı aliniz, Urfalı şair
Atilla Maraş ve o zamanın et ve Balık Kombinası
müdürü Hasan Gençdal da sohbete
iştirak etmişlerdi.
Malumu
olduğu üzere yeme içme bahanedir asıl olan sohbettir. Öyle güzel bir ortamda zat-ı aliniz Risale-i
nur dersini can kulağıyla dinleyip Bediüzzaman Said Nurs'inin yazdığı eserlerin
muhteşem olduğunu ifade ettiniz.
Oslo
görüşmeleri ile başlayan, MİT tırları, ve nihayet onbeş temmuz darbesini yapmak
üzere vahşice kendi insanını bombalayan ekibin o gaddar ve mel'un yapısı gün
geçtikçe Feto ile bağlantılı olarak kabul edilen darbe girişiminden sonra, bazı yazar ve çizerlerin Feto’yu yerden yere
vururken ancak bunu başka bir mecraya sürükleyip ve adeta
fırsat kollar gibi Said Nurs'iyi de bu işin içine çekmeye çalışmak ve
suçlamak gizli bir projenin
parçaları olsa gerek.
Sayın
Müftüoğlu! Nerede ise bir ömür boyu Said Nurs'i hakkında en ufak bir menfi
söylemde bulunmamanız takdire şayan iken, Feto olayından sonra Said Nursi’yi suçlamanız
izahtan varestedir.
Sayın
Atasoy Müftüoğlu! Said Nursi'nin yazdığı
Zülfikar kitabının Hz. Ali (r.a.) tarafından kendisine yazdırıldığını iddia
ederken kitabın hangi bölümünün ve hangi sayfasında böyle bir ifadenin yer
aldığını yazmanız gerekirdi. Doğruyu
bilmek herkesin en tabii hakkıdır.
Bu hususta hiç bir şey belirtmeden sadece kitabın ismini vermek
hakkaniyete asla uygun değildir
Okuyucuyu yanıltmaktan başka..
Eğer
bu gün şeriat mahkemeleri olsaydı böyle bir beyanatın ispat edilmemesi halinde
mahkeme hakkınızda nasıl bir hüküm verirdi dersiniz?
Said
Nursi'nin gerek sağlığında ve gerekse vefat ettikten sonra en az bin defa
eserleri mahkemeye verilmiş din
adamları, uzmanlar, prof.lar tarafından mahkemelere ibraz edilen bilirkişi
raporlarının hiç birinde sizin iddianızı destekler bir tek cümle ye
rastlanmamıştır. Eğer öyle olsaydı rejimin uygulayıcıları yeri göğü
titretirlerdi. Mahkemeler bu eserleri
didik didik etti ve beraat kararı verdiler. Dünyada hiçbir eser bu kadar mahkemeye
sürüklenmedi ve bu kadarda tetkik edilmedi.
Malumunuz
günümüzde güya İslam adına çıkmış silahlı ve gaddar bazı örgütler var. Bunlar çıktı diye haşa
İslam'ı ve Hz. Muhammed’i (a.s.m.) mi
suçlamak gerekiyor?. Bunların
yanlışını İslam'a mal etmek hangi insafın eseri olabilir?
Said
Nurs'i hiç bir zaman Kur'an ve sünnetin
dışında her hangi bir yola gitmemiştir.
Bir
hakim bir dava dosyasını okumadan karar verse adaleti berbat eder. Bir avukat
dosyayı okumadan mahkemeyi takip etse aldığı davanın mahvolmasına sebep olur.
Ne
acı gerçektir ki günümüzün bazı aydınları tenkit ettikleri kitapları okumadan
ve anlamadan o kitap hakkında bazı dedikodularla amel ediyorlar. Eğer bu
hususta ciddi bir araştırmanız var ise,
hangi TV kanalında olursa olsun, Said Nursi'nin kitapları üzerinde
sohbet etmeye sizi davet ediyorum. İddiasını ispat eden haklı, edemeyen haksız
olacaktır. Aydın olmanın gereğini sizden istemek en tabii ve vazgeçilmez hakkımızdır.
KAYNAK:
Abdulkadir İkbal / Yazar Atasoy Müftüoğluna İtiraznamedir (şanliurfaolay.com, 26.12.2018).