Necip Tosun

Deneme Yazarı, Öykü Yazarı, Yazar

Doğum
10 Eylül, 1960
Eğitim
Gazi Üniversitesi
Burç

Öykü ve deneme yazarı. 10 Eylül 1960, Kırıkkale doğumlu. Rasattepe İlkokulu (1972), Karşıyaka Ortaokulu (1975), Kırıkkale Ticaret Lisesi (1978) ve Gazi Üniversitesi (1983) mezunu. Devlet Su İşleri ve Tarım Kredi Kooperatiflerindeki (1984-88) çalışmalarından sonra 1988’de Sayıştay’a geçti. Bu kurumda başdenetçi ve uzman denetçisi olarak görev yaptı.

İlk öyküsü “Yangın”, Aylık Dergi’de (Şubat 1983) yer aldı. Daha sonra öykü ve yazılarını Mavera, Dergâh, Yedi İklim, Hece, Heceöykü ve Eşik Cini dergilerinde yayımladı. Zengin betimlemelerle ve geçmişe özlem duygusuyla ördüğü öykülerinde şiirsel bir anlatıma ulaştı. Öyküde bilinçaltı tekniğini modern öykünün temel biçimi olarak kullandı. Öykülerini olay ve diyaloglardan uzak bir iç sesle oluşturdu. Temada geleneğe yaslanırken biçimde arayışlar içinde oldu.

Öykü yazarlığının dışında; başta Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Memduh Şevket Esendal, Tomris Uyar, Nezihe Meriç, Füruzan, Adalet Ağaoğlu olmak üzere çağdaş Türk öykücüleri üzerine incelemeler yapan Tosun, Rasim Özdenören ve Mustafa Kutlu öykücülüğü üzerine bağımsız kitaplar yazdı. Yazınsal bir tür olarak öykü üzerine de çalıştı, öykünün kuramsal temellerine eğildi. Bu bağlamda yazılarında öykünün, ritim, şiirsellik, kurgu, dil, görüntüleme gibi temel öğe ve sorunlarını işledi.  

Sinemayla da ilgilenerek, çeşitli gazete ve dergilerde sinema üzerine eleştiriler ve kuramsal yazılar yayımladı. Sonsuz Kare dergisinde düzenli sinema yazıları yazdı (2005-2006). Radyo Birlik’te 1987’de bir yıl süreyle “Sinema Notları” adlı programı hazırlayıp sundu. Yönetmen yardımcılığı da yapan Tosun, Devlet Bakanlığı bünyesindeki çalışmalarında, pek çok dizi filmin ve sinema filmlerinin senaryo danışmanlığını ve yapımcılığını üstlendi. Otuzüçüncü Peron adlı öykü kitabıyla 2005 Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Hikâyecisi Ödülünü aldı. Düzyazı Defteri ve Hece dergileri öykücülüğü üzerine bölümler düzenledi.

Modern Öykü Kuramı’nda  öykünün gelişimini, dönüşümünü, yeni yönelimlerini belirlemeye çalıştı. Öykü adına ortak bir bilinç ve bellek oluşturmak amacıyla, öykü sanatının poetik alt yapısını anlama, çözümleme ve tespit etmeyi hedefledi. Öykünün yapısını, tarihsel serüvenini, anlatım imkânlarını ve karakterize olduğu özellikleri tartıştı.

“Necip Tosun, kişisel hislenmelerle, çevresinde olan bitenlerden etkilenmeyle öykü yazan biri değil, sahici öyküyü ciddiye alan ve onda ısrar eden bir öykücü.” (Ömer Lekesiz)

“Necip Tosun, öykü üzerine de yazıları olan az öykücüden biri. Hayatın savurduğu, kimini intihara kadar sürüklediği insanlara kulluk bilinciyle ve hakikat ışığıyla eğildi. Bol imgeli, bol simgeli bir dili tercih etti.” (Necati Mert)

“Necip Tosun dilin imkânlarını zorlayan, kendisine göre dil, üslûp oluşturmuş bir öykücümüzdür. Dile özenle yaklaşır, öykülerinde gereksiz cümle ve sözcüğe rastlayamayız. Öykü dili şiirsel bir dildir. Necip Tosun dile dikkat çeken, Türk öykücülüğünde dil izleği oluşturan yazarımızdır; Feyyaz Kayacan, Bilge Karasu, Vüsat O. Bener, Hasan Ali Toptaş gibi. Necip Tosun öykülerinde neyi anlatırsa anlatsın dilinin o müthiş büyülü atmosferine kapılırız. Sanki öykünün konusunu değil de dilini okur, dile yoğunlaşırız. Edebiyat da zaten dile yaslı bir sanat değil midir?.. (Bünyamin Hazar)

ESERLERİ:

DENEME-İNCELEME: Türk Öykücülüğünde Rasim Özdenören (1986), Hayat ve Öykü (1999), Türk Öykücülüğünde Mustafa Kutlu (2004),  Film Defteri (2005), Modern Öykü Kuramı (2011).

SÖYLEŞİ: Mesut Uçakan’la Sinema Söyleşileri (1992).

ÖYKÜ: Küller ve Uçurumlar (1998), Otuzüçüncü Peron (2005).

KAYNAK: Ömer Lekesiz / Öykücüyü Bilmek (Yeni Şafak, 5.8.1996), Mustafa Kutlu / İki Hikâye Kitabı (Yeni Şafak, 28.7.1998), Süleyman Çelik / Küller ve Uçurumlar (Düş Çınarı, Temmuz-Ağustos 1998), İhsan Deniz / 98’den Birkaç Hatırlatma (Yeni Şafak, 22.2.1999), Rasim Özdenören / İki Kuyu ya da Niçin Yazıyoruma Bir Cevap Denemesi (Yeni Şafak, 2.12.1999), Hüseyin Su / Necip Tosun’la Söyleşi (Dergâh, Eylül 2004), Elif Yıldız / İdeolojimi Kaybettim Hükümsüzdür (Yeni Şafak Kitap, 31.1.2006). 

AYNALAR VE SIRLAR

Boğaz’daki renk ve ışık oyunlarını, kıyıdaki mevsim değişimlerini gözlemeyi severdi. Burada bahar, insanın içini coşturan oynak bir şarkı gibi gelir, mor salkımlara, manolyalara, çitlembiklere, fıstık çamlarına değer, hemen orada erguvanları tutuşturur, kırmızı ateşler, yeşil cümbüşler, kahverengiler, Boğaz’ı boydan boya kaplardı. O güzelim bahçelerde evler, renkler arasında yiter giderdi. Ardından sonbahar gelir, bu görüntüler solar, solar, her şey yağmurlara teslim olur, dökülen sararmış yapraklar yol mazgallarını tıkar, insanın içinde bir şey kırılır, giden bir trenin ardından ne yapacağını bilemeyen bir yolcu gibi uzak ve derin bir boşlukta asılır kalırdı bakışlar. Tıpkı bir canlı gibiydi manzara. Doğan, büyüyen, nefes alan bir canlı. Yıllarca, bu nefes alışlara, doğum ve ölüme, kayboluş ve ortaya çıkışlara şahit olmuştu.

Doğadaki bu değişimleri resme aktarmak, ondaki ritmi, canlılığı yakalamak için çırpınıp durmuştu. Tuvalin başına geçer, uğultulu ormanları, sararmış buğdayları, dumanlı dağları çizer, çizerdi. Nehirler, göller, sis basmış ovalar onu coştururdu. Oraya, tuvale bir ışık çizmek istiyordu. Kimi zaman ürperten, kimi zaman hayal âlemlerinde gezdiren bir ışık. Yıllarca leylâkların, turkuazların, pembelerin peşinden bu ışığı yakalamak için koşmuştu. Elini ışıl ışıl yapraklara, çiy tanesine uzatıyor, saatlerce derenin uğultusunu dinliyordu. Doğanın ritmi onu şaşkına çeviriyordu. Ama yıllar geçmiş, rengi, ritmi, o ışığı tuvale aktaramamıştı bir türlü. Oysa o, eşyaların, bitkilerin, doğanın üstünden örtüyü kaldırmak ve ışığı ortaya çıkarmak istiyordu. Ne var ki ortaya ışık değil, cırtlak renkler ve kaba saba doğa taklitleri çıkıyordu. Canlılık ve gerçeklik yoktu resimlerde. Artık fark etmişti: tabiat izah edilemezdi. Çünkü her şey akıyordu doğada; renkler, gölgeler, ışık. Tutmak ne mümkündü? Bir yaprak sabah başka, öğle başka, akşam bir başka renge giriyordu. Yaptığı enstantaneye bir kuş giriyor, bir çocuk çıkıyor, her şey yeni bir şekil alıyordu. Çerçeveliyor, ten orada kalıyor, tam karşısında, tuvalde ona bakıyor ama ruh onu bırakıp gidiyor, ortada malzemeden, boyadan bir yığın renk kalıyordu. Canlılık, ritim gidiyor, ten orada çırılçıplak ona kalıyor, o ruha değemiyordu. Hayır, ruhu boyayamıyor, çırılçıplak açıkta kalıyordu.

Yenildiğini anlamıştı. Renk oyunlarından hayata geçmek, eşyanın, insanın ruhuna değmek, bütün gizleri keşfedip ışığı yakalamak istiyordu. İnsanları bulmalıyım diyordu, yaşanmışlıkları. Onların acılarına dokunmak, neşelerine ortak olmak istiyordu. Eski olan her şey onu artık daha bir hüzünlendiriyordu. Onun için hiçbir zaman bir şapka, bir eldiven, bir palto, sadece giyilmiş bir eşya değildi. Her biri, ruhu, hayatı temsil eden, nefes alan, hisseden varlıklardı. Bu yüzden giyilmiş eşyaları yeniden satın alan insanlara hayret ediyor, onların duyarsızlıklarına, acımasızlıklarına inanamıyordu. Çürümüş evleri, ıssız sokakları, sahafları bunun için geziyor, buralarda onu hayata, atladığı bir şeye bağlayacak bir koku, bir iz arıyordu. Bu dolaşmalarında en çok da bir tanıdığa rastlamaktan korkuyordu. Onu düşlerinden, kendinden koparacak bir başkasıyla karşılaşmak istemiyor, hep kendisiyle olmak, içinin, hislerinin, gönlünün sesinin peşinde, o kokularda yitip gitmek istiyordu. Dost sohbetlerindeki kelimelerin içi boş çınlamalarından, tuvaldeki renklerin ruhsuz, derinliksiz, sahte parıltılarından bıkmıştı. Hayır, bütün bunlar onu hiçbir yere götürmemiş, soluksuz, nihayetsiz yollarda yapayalnız bırakmıştı.

Galata’ya tünelden geçmezdi. Daracık, yüksek merdivenli ara sokaklardan Kuledibi’ne çıkardı. Bankaların, işyerlerinin arasına sıkışmış çeşmeleri, sebilleri, yıkılmaya yüz tutmuş evleri tek tek bilirdi. Renkleri ve canlılıkları kaybolmuş çeşmelerin, camilerin, kiliselerin yanından geçerken, tarihin gizine, ruhuna değdiğini duyumsar, çeşmelerin kitabelerine dokunur, bir çocuğu şefkatle seviyormuşçasına parmaklarını yazıların kıvrımlarında, süslemelerin çizgilerinde gezdirir, sisli, bulanık hülyalara dalardı. Sıkıştırılmış o tarihi, yaşanmışlıkları, yeniden, bir kez, bir kez daha yaşardı. Her tarafından kablolar sarkan, çürümüş, kararmış evlerin önünden geçerken, artık çoktan yitirilmiş bir maziyi yeniden bulacakmış, eteklerini savurarak giden çocukları, okul önünde bekleşen sevgilileri görecekmiş, kaybettiği oyuncaklarını bulacakmış gibi bir duyguya kapılırdı.

İşte yine o havaya girmişti. İlk kez görüyormuş gibi, hüzünle evlere bakıyordu. Balkonlarında çeşit çeşit çiçeklerin dizili olduğu bu evlerin dış işlemelerinden, özenli, gösterişli işçiliklerinden, bir zamanların gözde yapıları olduğu belliydi. Ama şimdi eskimiş, yıpranmış, kararmış, çoktan gözden düşmüşlerdi. Odalarından sokağa kahkahaların taştığı günler çok gerilerde kalmıştı. Tam bir sessizlik ve kimsesizlik içinde yıkılacakları zamanı bekliyorlardı. Çürümüşlük ve küf kokusu her yanlarını kuşatmıştı. Binaların camları bile delik deşikti. Belli ki çoktan terk edilmişlerdi.

Bir an içinden bu binaların örümcek bağlamış odalarında dolaşmak, kaybolmuş sevinçlere, çığlıklara, hüzünlere dokunmak, onları yakalamak, yeniden hayata kavuşturmak, donan resimleri yeniden canlandırmak geldi. Sanki rastgele bir eve girse, orada tozlanmış piyanoyu, etrafa saçılmış taş plâkları, çeşit çeşit şapkaları aynen bulacaktı. Buradan görüyordu; billur avizeler naylona sarılmıştı. Bu konağa, bu ahşap konağa girse, merdivenleri gıcırtıyla çıksa, cumbadan meydana baksa, çiçekleri sulasa, albümlerin tozunu alsa, sanki her şey canlanacaktı. Kim bilir hangi aşklara, hangi kırılmışlıklara değecekti. Sonra aşağı bodrum kata inip bir köşede karyolada iniltilerle yatan beyaz saçlı madamın yanına sokulsa, tutup ellerini öpse, o mutlaka şöyle diyecekti: “Gün soldu. Işık bitti.” Perdeyi sonuna kadar açsa, ışıkları yaksa, elini madamın beyaz saçlarına doğru uzatsa, arkasındaki kirli tül perde havalansa, ihtiyar kadın kedisine sarılsa... Evet, içeri girse mutlaka her şey canlanacaktı.

 

(Otuzüçüncü Peron, 2005)

RİCAT

Masada yarısı boş duran bardağa dokununca çayın soğumuş olduğunu anladı. Yine bir şeylere dalıp gitmiş, çayı unutmuştu. Son günlerde hep böyleydi. Bir boşluğa düşer gibi, bir sesin, bir görüntünün, bir rengin peşinde yitip gidiyordu. Bardağı ileri doğru itip ayağa kalktı. Koltuğun rahatsız edici gıcırtısı bir süre kitapevinin sessizliğinde yankılanıp, kayboldu. Terlemişti. Yıkanmaktan eprimiş gömleğinin yakasını açıp, derin derin nefeslendi. Dışarı, sokağa bakmak, içindeki sıkıntıyı dağıtmak istiyordu. Vitrine doğru yürüdü. Kasvetli, ağır bir hava vardı dışarıda. Kapkara bulutlar şehrin her yanını kuşatmıştı. Sanki birazdan sağanak boşanacaktı. Zaten öğleden sonra da hafif hafif yağmur serpiştirmişti. Sokak lambaları her zaman olduğu gibi yine hava kararmadan yanmıştı. Sokak boyu dizilmiş seyyar satıcılar gelen yağmura hazırlık yapıyor, tezgahlarının üstünü naylonlarla kapatmaya çalışıyorlardı. Rüzgar, cami avlusundaki akasyaları sallıyordu. Minareden sarkan kablolardan ve hoparlörlerden yine rahatsız oldu. Birkaç güvercin şadırvanın kubbesinden aniden gökyüzüne doğru fırlayıp minarenin etrafında uçmaya başladılar. Bir süre onları izledikten sonra derin bir iç geçirip “günden güne azalıyorlar,” diye mırıldandı. İçeride kimse yoktu, ama yine de sesli söylemişti. Sesi kırık ve boğuktu. Sigara yakıp dumanını buğulanmış cama doğru üfürdü. Görüntüler bulanıklaştı, güvercinler kayboldu.

Tekrar yerine geçti. Koltuğun o bildik sesi bir kez daha duyuldu. Saate baktı. Altı olmuştu. Memurlar ve öğrenciler çoktan çıkmışlardı. Ama bu gün de kimse uğramamıştı. Bu saatten sonra da kimse gelmezdi zaten. Başı ağrıyor, alnındaki ateşi hissedebiliyordu. Dün gece yine uyuyamamıştı. Masanın çekme çekmecesinden aspirin çıkarıp soğumuş çayla içti. Ellerini başının arkasında kenetleyip, sanki son kez bakıyormuş gibi, dokunaklı ve kırık gözlerle kitapevinin içinde göz gezdirdi. Bu arada döner koltuğu ayaklarıyla yavaş yavaş döndürüyordu. Tam karşıda kaç kez derinliğinde yitip gittiği, renklerinde dünyalardan dünyalara geçtiği lale desenli ebru, köşede kufi yazısıyla bir ayet, raflarda artık kimsenin dönüp bakmadığı mahzun ve masum kitaplar; kim bilir hangi sayıda kalmış, sararmış, solmuş edebiyat dergileri, köşede üst üste yığılmış koliler, paketler. Kitapevi hiç bu kadar dağınık, bakımsız olmamıştı. Her taraf, nem, toz, küf içindeydi. Son günlerde ne gelen paketleri açıyor ne de kitapları düzenliyordu. Vitrine aylardır elini vurmamıştı. Artık ipin ucu iyice kaçmıştı. Oysa hep pırıl pırıl olurdu buralar. Her gün yerleri yıkar, camları silerdi. Kitaplara toz kondurmaz, onları kutsal bir nesneye dokunur gibi okşardı. Yeni dergileri, kitapları günü gününe getirtirdi. Vitrini sürekli değiştirir, en yeni kitapları o sergilerdi. Ama artık o günler çok gerilerde kalmıştı. Sigarasından derin bir nefes daha çekip dumanını üfürdü. Dumanın havada oluşturduğu şekilleri izledi. İçerisi kararmaya başlamıştı. Kalkıp düğmeye bastı. Lambanın aydınlığında titreşen toz zerreciklerini görebiliyordu. Yeniden yerine oturdu. Gözü birden girişteki duvarda asılı duran postere, posterde yürüyen üstada, onun elindeki sigaraya dalıp gitti. Üstat tam burada, bu pamukları çıkmış koltukta oturmuştu. Bir konferans için şehre gelmiş, kitapevine uğramıştı. Zaten şehre gelen bütün yabancılar önce buraya uğrarlardı. O gün kitapevi hınca hınç dolmuştu. Üstat bir ara tok bir sesle kül tablası istemiş, o hemen koşup getirmiş, titreyen eliyle masaya bırakmıştı. Saygısı ve utancından yüzüne bile bakamamıştı. Ama o kül tablasını kullanmamış, küllerini avucunda biriktirmişti. Üstat o gün kitapevinde neler konuşmuştu, nelerden bahsetmişti hiçbir şey hatırlamıyordu. Geride sadece kullanılmamış bir kül tablası kalmıştı. Yıllardır kitapevinden bir parça olan poster artık yıpranmış, renkleri solmuştu. Ama gerçekti. Üstadın, hayat çizgileriyle dolu yüzü öylece ona bakıyordu. Orada, elin de sigarası karanlıklar içinde yürüyordu. “Üstat iyi ki bu günleri görmedi,” diye düşündü, iyi ki görmedi. Neredeyse öldüğüne sevinecekti. İçi burkulmuş, boğazına bir şeyler düğümlenmişti. Güçlükle yutkunabiliyordu. Gözleri doldu. Bu anlarda hep yaptığı gibi sigarasından derin bir nefes daha çekip göz kapaklarını hızla açıp kapayarak kendini tuttu.

Tam bu sırada yılışık bir garson neredeyse elindeki askılığı sallayarak gelip önüne sert bir şekilde çay bıraktı. Camla kaplı çıkan ses içini kaldırmıştı. Tabak çayla dolmuş, şekerler erimişti. Garsona baktı. Müstehzi bir tavrı vardı. Boş bardağı da aynı gürültüyle alıp çıktı. Garson gitmiş ama o aldırmaz tavrı ve müstehzi suratı öylece karşısında asılı kalmıştı. Sinirlenmiş, bir an arkasından bağırmayı düşünmüş ama vazgeçmişti. Kimseyle uğraşacak gücü kalmamıştı. Belki garsonun pervasızlığı da bundandı. Artık buraya, bu sokağa ait olmadığının farkındaydı. Bunu çevresindeki bakışlardan, tavırlardan, değişen sokaktan apaçık hissediyor, günden güne etrafının boşaldığını görüyordu. Erimiş şekerin bir kısmını çaya kattı. Çayını yudumlarken, yorgun ve sönük gözlerle kapıya doğru baktı. Hâlâ birilerini bekler gibiydi. Oysa dışarıda yağmur başlamış, herkes evine çekilmişti. Kim gelecekti ki? Eski dostlarından biri “şuraya bir fotokopi makinesi al,” demişti, “okullara yakınsın, iyi iş yapar.” Ama dinlememişti. Çünkü onun işi kitaplaydı. Onun için de adı kitapeviydi. Çevre de herkes kırtasiyeye, bilgisayar malzemelerine dönmüş ama o kitapta direnmişti. Onun işi parayla değildi, kitapla, davayla, hizmetleydi. Hiçbir zaman burayı bir ticarethane olarak görmemişti. Burası başka bir şeydi. Burası akıp giden kirli ve yalan hayata karşı bir sığınaktı. Aynı düşleri gören çeşit çeşit insanın buluşma, paylaşma, dayanışma yeriydi. Herkes burada bir yanlışı, bir korkuyu yener, sokağa yenilenmiş, bilenmiş çıkardı. O en çok gençleri severdi. Ceplerinde atlas, içlerinde ateşlerle gelirler, kitapevinin içindeki kederleri, sıkıntıları dağıtırlardı. Ellerinde sonsuzluk tarifleri, sokaklara sığmayan vücutlarıyla coşkun bir ırmağa benzerlerdi. Kahkaha atmaya utanır, gözleriyle gülerlerdi. Kitapla yollarını bulur, kitapların arasında umutlarını, düşlerini, kaderlerini ararlardı. Onlarla her şeyini unutur, coşkularına yaslanır, kalbi göğüs kafesine sığmazdı. Ama artık onlardan ne bir iz, ne bir koku kalmıştı. Bir tören provasında gürültülü cümbüşlerle geçip gitmişlerdi sahneden. Sis, duman içinde gelmişler, bir an patlayıp dağılan havai fişekler gibi gecenin karanlığına karışıp kaybolmuşlardı. Ama o hep beklemişti. Aynı hız ve arzuyla yeni kitaplar, yeni dergiler getirip her gün kitapevinin yeniden o coşku dolu günlere dönmesini beklemişti. Kitaplar vitrinde sararıp solmuş, ama o günler geri gelmemişti. Herkes, her şey dağılmış, kaybedilen şeylerin acı tortusu onun kucağında kalmıştı. Çünkü onun gideceği yeri, çekeceği perdesi yoktu. Her şeyi yıkıp gelmişti bu şehre. (…)

(Otuzüçüncü Peron, 2005) 

NECİP TOSUN BİZE NE SÖYLEMEK İSTİYOR?

Necip Tosun, yaklaşık 25 yıldır sabırla yazan bir öykücü. Bütün söyleyeceklerimin toplamı olabilecek cümleyi baştan söyleyerek devam edeyim: Çok iyi bir öykücü.

Bu yıl Yazarlar Birliği’nin hikaye ödülünü alan “Otuzüçüncü Peron”la ilgili gazetede yazdığım değinmede şöyle demiştim: Necip Tosun, dikkatimizi küçük insanlara, küçük ilişkilere yönelten ve bunları yapar görünürken de aslında o devasa “insan” sorunsalı üzerinde düşünmemizi sağlayan bir öykücü.

Bu son derece muğlak ve izaha muhtaç cümlenin anlatmak istediği şey ne olabilir? Birincisi, Necip Tosun küçük insanı yazıyor. Bildiğimiz, tanıdığımız, çevremizde sıkça gördüğümüz, hatta bizden/kendimizden izler taşıyan insanı. Bu insanın sıkıntılarını, kaygılarını, gündelik hayat içindeki devinimlerini, aşklarını, özlemlerini...

Bir “özlem yazarı” dense yeridir Tosun için.

Eski güzel günlere, yitirilmiş zamanlara, bir daha dönülmeyecek gerçekliklere duyulan özlem. Ve Necip Tosun bunu son derece başarılı bir dille; zengin, şiirsel, çağrışımlara açık bir dille yapıyor.

İkincisi, Necip Tosun bildiğimiz, tanıdığımız, çevremizde sıkça gördüğümüz insanları anlatırken/anlatır görünürken de, aslında temelinde “insan” bulunan meseleler (bazı sorunsallar) üzerinde düşünmemizi sağlıyor: Varolmak, yok olmak, gitmek, kalmak, uzaklaşmak, özlemek, dönmek gibi... Bunlar, hiç kuşkusuz, değişen, dönüşen, giderek çürüyen çağımızın, yani modern zamanların meseleleri... Ciddi meseleler.

Peki, Necip Tosun bize ne söylemek istiyor?

Bunu, aynı zamanda öykülerin alt izleğini oluşturan meselelere bakarak cevaplayabiliriz. Kahraman eskiden yaşadığı kente döner. Kahraman sıkılır. Kahraman büyük kente tutunmaya çalışır. Kahraman yaratmak, varolmak ister (“Aynalar ve Sırlar” öyküsü). Kahraman bulunduğu kentte/kasabada mutlu değildir. Kahraman uzaklaşamaz. Kahraman “ideolojisiz zamanların” travmasını yaşar, eskiyi özler, hep bırakıp gitmeyi kurar (“Ricat” öyküsü). Kahraman ne zaman bir yol görse gitmek, gitmek, durmaksızın gitmek ister, çünkü “dursa yakalanacaktır.”

Kitaba adını veren öyküde (“Otuzüçüncü Peron”) ve birçok öyküde kendisiyle, çağıyla, yaşadığı kentle/kasabayla, ilişkide bulunduğu insanlarla sorunlu kahramanı hep bir seyyalite halinde görürüz:

Kenti dolaşır, çevreyi izler, nesnelere dokunur, bir kıyı kahvesinde oturur, bir çayevine girer, sigara yakar, yürür, insanlara bakar, anahtarla kapıyı açar, bir otel odasının sessiz soğukluğuna sığınır, içedönüktür ve hep acı çeker.

Necip Tosun, seçtiği sözcüklerle, yaptığı benzetmelerle, yarattığı atmosferle “acı” duygusunu çok iyi yansıtıyor. Hem Kafkaesk, hem lirik bir dili var. Roman için de son derece elverişli bir dil bu.

Fakat, nereye giderse gitsin, kahraman sonunda kendine dönecektir: Çünkü “hayat sonuna kadar sarılan bir makaraya” benzemektedir; “günün birinde makara boşalır ve insan başladığı yere döner”; bu yüzden, nereye, hangi yöne giderse gitsin, sonunda hep “kendisi” (kaçtığı kendisi) çıkmaktadır karşısına.

Doğrudan bir benzerlik yok ama, ne zaman bir Nuri Bilge Ceylan filmi izlesem, aklıma Necip Tosun’un yazdıkları üşüşüyor. Tersi de geçerli bunun. Bir Nuri Bilge Ceylan filmi izlediğinizde, Necip Tosun’un öyküsünden yara bere içinde kalkmış gibi oluyorsunuz. İkisi de “sıkıntıyı” anlatıyor. Çok iyi anlatıyorlar üstelik. İkisi de yaralıyor.

Başta da söylediğim gibi, Necip Tosun çok iyi bir öykücü. “Otuzüçüncü Peron” da, son yıllarda karşılaştığımız en güzel şey. Kitabı okuyup bitirdiğinizde (Füsun Akatlı’nın söyleriyle söylersek) edebiyata saygınıza bir kez daha su serpiliyor.

 

(Yeni Şafak Kitap, 31.1.2006)

Yazar: AHMET KEKEÇ
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör