Orhan Kemal

Roman Yazarı, Öykü Yazarı

Doğum
15 Eylül, 1914
Ölüm
02 Haziran, 1970
Burç
Diğer İsimler
Mehmet Raşit Öğütçü

Öykü ve roman yazarı (D. 15 Eylül 1914, Ceyhan / Adana - Ö. 2 Haziran 1970, Sofya / Bulgaristan). Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü’dür. Orhan Kemal adını ona Kemal Sülker verdi (1942). Hayrullah Güçlü, Orhan Raşit, Raşit Kemali, Reşat Kemal, Rüştü Ceyhun, Ülker Uysal, Yıldız Okur adlarını da kullandı. Kastamonu milletvekillerinden Abdülkadir Kemal’in oğludur. Babası, Adana’da kurduğu (1930) Ahali Cumhuriyet Fırkasının kapatılması üzerine Suriye’ye kaçınca, Orhan Kemal  ortaokul son sınıfta öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. Bir yıl Suriye’de kaldıktan sonra Adana’ya döndüğünde (1932) çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık ve kâtiplik yaptı (1932-37). Askerliği sırasında yabancı bir rejimi övdüğü iddiasıyla yargılanarak Ceza Yasasının 94. maddesine muhalefetten beş yıl hapse mahkûm oldu (1939); Kayseri, Adana, Bursa cezaevlerinde kaldı. Bursa Cezaevinde iken Nâzım Hikmet’le tanışması, şiirler yazarak başladığı sanat hayatında bir dönüm noktası oldu. Nâzım Hikmet’in yönlendirmesiyle şiiri bırakarak öykü ve roman yazmaya başladı. 1943’te cezaevinden çıktı ve Adana’ya döndü; sebze nakliyeciliği ve Verem Savaş Derneğinde kâtiplik yaptı. 1950’de, eşi ve çocuklarıyla birlikte İstanbul’a yerleşerek hayatını kalemiyle kazanmaya çalıştı. 1970’te Bulgaristan ve Romanya Yazarlar Birliğinin davetlisi olarak gittiği Sofya’da beyin kanamasından öldü. Cenazesi İstanbul’a getirilerek Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi. Altı çocuk babasıydı. Ölümünden sonra, 1972’den başlayarak, ailesi tarafından anısına her yıl verilen Orhan Kemal Roman Armağanı kuruldu.

Kayseri Cezaevindeyken hece ölçüsüyle yazdığı ilk şiiri “Duvarlar”, Reşat Kemal imzasıyla Yedigün dergisinde (25 Nisan 1939) çıktı. İlk hikâyesi, Yürüyüş dergisinde yayımlandı. Yedigün, Ses, Yürüyüş ve Yeni Mecmua’da (1939-40) çıkan  ve hece ölçüsüyle yazdığı ilk şiirlerinde Reşat Kemal, Raşit Kemali; serbest ölçüyle yazdığı ilk şiirleri ile ilk hikâyelerinde (Yeni Edebiyat, 1941) Orhan Reşit imzalarını kullandı. Şiir ve hikâyede Orhan Kemal adını 1942’den itibaren (Yürüyüş dergisi) kullandı. Sonraki ürünleri çoklukla Varlık, Yığın, İkdam, Gün, Genç Nesil, Yeni Ses, Yurt ve Dünya vd. dergilerde yayımlandı. Demokrat Parti iktidarı döneminde (1950-60) sürekli olarak polis takibi altında tedirgin bir hayat yaşarken geçimini sağlamak üzere aralıksız yazmaya devam etti; Vatan, Dünya, Cumhuriyet, Milliyet gazetelerine tefrika romanlar, oyunlar ve Yeşilçam sineması için senaryolar yazdı. İlk romanı Baba Evi (1949) ile ün kazandı.

Eserlerinde, yaşadığı ve tanıdığı çevreleri biçim ve süs kaygısı gütmeden doğal ve sürükleyici bir anlatımla yansıtarak geniş bir okur kitlesi buldu. Kardeş Payı ile 1958’de, Önce Ekmek’le 1969’da Sait Faik Hikâye Armağanını F. Baysal ile paylaştı ve Türk Dil Kurumu 1969 Hikâye Armağanını kazandı. Asaf Çiğiltepe’nin 1967 yılında Ankara Sanat Tiyatrosun (AST)’da sahneye koyduğu 72. Koğuş adlı oyunuyla aynı yıl Ankara Sanatseverler Derneğince yılın en iyi oyun yazarı seçildi. Murtaza romanı 1952’de Ulvi Uraz tarafından “Bekçi Murtaza” adıyla tiyatroya uyarlanarak sahnelendi. Romanlarından Suçlu, Atıf Yılmaz tarafından (1960); Devlet Kuşu “Avare Mustafa” adıyla Memduh Ün tarafından (1961; “Devlet Kuşu” adıyla ikinci kez 1980); Sokakların Çocuğu “Üç Tekerlekli Bisiklet” adıyla Ömer L. Akad tarafından (1962); Murtaza, T. Başaran tarafından (1965); “Bekçi” adıyla A. Özgentürk tarafından (1984); El Kızı, N. Saydam tarafından (1966); Sokaklardan Bir Kız, N. Saydam tarafından (1974); Bereketli Topraklar Üzerinde, Erden Kıral tarafından (1979); Kaçak, Memduh Ün tarafından (1982); 72. Koğuş, E. Tokatlı tarafından (1987); Eskici ve Oğulları, Ş. Gök tarafından (1990); Tersine Dünya, E. Pertan tarafından (1993) filme çekildi.

Orhan Kemal’e göre edebiyat, dünyayı değiştirmenin araçlarından biridir. Ama dünyayı değiştirmek yalnızca edebiyatla sınırlı değildir. Bu yüzden Orhan Kemal’in romanlarında keder kadar neşe de vardır. Trajik öykülerin yanı sıra Tersine Dünya gibi komik eserleri de vardır. Murteza’da olduğu gibi yapıtlarında hicvi kullanmakta sakınca görmemişti. Kendi sözleriyle o, “İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilmesi çabası adına sanat” yapsa da edebiyatın çok işlevliliğini hiçbir zaman göz ardı etmedi. Türk edebiyatının “diyalog ustası” olarak değerlendirildi. Klasik anlatım tarzı bakımından Ömer Seyfettin’e, toplumsal içeriği bakımından Sabahattin Ali’ye yakın bulundu. Orhan Kemal, çağdaş Türk roman ve öykücülüğünde toplumcu gerçekçi akımın en etkili adlarından biri olarak kabul edildi. Orhan Kemal’in temaları; yazarın kendi hayatı, Çukurova öyküleri ve İstanbul’un yoksul insanları olmak üzere üç grupta toplanabilir.

Orhan Kemal, otobiyografik nitelikli ilk romanları Baba Evi ve Avare Yıllar’da çocukluk ve gençlik yıllarını, ortak bir çevreyi paylaştığı insanların yaşam mücadelesi ekseninde küçük hayatlarını, gündelik sorunlarını konu edindi.

Daha sonra Çukurovalı ırgatları, zanaatçıları, köyden kente göçüp evsiz barksız, zor durumda kalmışları yazdı. Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Bereketli Topraklar Üzerinde romanları bu dönemde yazılmıştır. Bereketli Topraklar Üzerinde’de, iş ve ekmek peşinde önce verimli topraklara, daha sonra da kentlere doğru başlayan göçü gözlemlere dayanarak, dramatik bir kurguyla başarılı ve çarpıcı bir dille verdi. Gerçekçi tutumunun doğrudan yansıması olarak ele aldığı bu romandaki tipler kendi bireysel kurtuluşlarını ararlar. Vukuat Var, Hanımın Çiftliği, Kanlı Topraklar, Kaçak adlı romanlarında büyük toprak sahipleri ile tarım işçileri arasındaki sorunlu ilişkiler anlatılır. Orhan Kemal bu kitaplarında mirasyedisinden küçük memuruna, ırgatbaşlarından ustabaşlarına, sıtma ve trahom hastalığına yakalanmış küçücük çocuklardan artist olma özentisi içindeki genç kızlara kadar alabildiğine geniş bir panorama çizdi.

Orhan Kemal, ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleştikten sonra ise büyük kentte yaşayan işsiz, yoksul ya da emeğiyle geçinmeye çalışan insanları konu etti. Bekçi Murtaza, Gurbet Kuşları, Müfettişler Müfettişi, Sokakların Çocuğu gibi eserlerinde fabrika işçilerini, işçi çocukları, açlık, aşk gibi nedenlerle kötü yola düşen kadın ve kızları, toplumsal çelişkilerin acıklı-gülünç yanlarını, insanın sabır, merhamet gibi erdemlerini olduğu kadar bencillik ve kötülüğünü, gücünü ve zayıflığını, dayanışma ve sevme yeteneğini işledi. Çamaşırcı Kızı, El Kızı, Yalancı Dünya, Bir Filiz Vardı, Sokaklardan Bir Kız gibi eserlerinde kadın cinselliğini, kenar mahallede yaşayanları, toplumsal konumundan geriye düşmüşleri, sinema ve eğlence dünyasında sömürülen, kötüye kullanılan kızları ve kadınları işledi.

“Orhan Kemal gerçekçi edebiyatımızın ölümsüz ismi. 25 roman, 11 hikâye, 1 anı, 1 günlük şiir, 2 oyun ile yayımlanacak olan Mektuplar, Senaryo Tekniği Senaryolar, Tamamlanmamış Eserler-Düz Yazılar, Röportajlar ve Hakkında Yazılanlar olmak üzere 44 kitap. Yazdığı senaryoların sayısını yaşasaydı kendisi de hatırlayamazdı sanıyorum. Orhan Kemal bir röportajında şunları söyler ‘Sanat dalları dilediğince çeşitli olsun. Sanatçı ‘tek’tir ve içinde yaşadığı dünyanın, müspet bilimin ışığında, kendince bir yorumunu yapacak, yaygın bir deyimle ‘filozoflaşacak’tır.” (Işık Öğütçü)

 “Edip Cansever’le tavla oynamaları bir alemdi. Tanıdık, yabancı seyirciler kuşatırdı çevrelerini. Çaylar, kahveler, kantlar, oraletler içilirken, oyunun gerilimi karşılıklı sataşmalarla artardı. ‘Sen mi ökesin ben mi ökeyim, şimdi göreceğiz,’ sözleriyle Edip Cansever’in moralini bozmaya çalışırdı. ‘Bugün formumdayım Bay Kansöve, seni çiğ çiğ yiyeceğim.’ Edip Cansever soyadını Fransızcaya çeviren Orhan Kemal’e, onun aşırı neşesini sürekli kılmak isteğiyle ve az rastlanan soyluluktaki gülüşüyle, ‘İnsan yaşlanınca çenesi düşermiş,’ derdi. Orhan Kemal bu cümleyi beğenmemiş gibi yalancıktan yüzünü buruştururdu. ‘Buyruk, işitiyor musun banal sözleri?’ ’Eee, seviye meselesi,’ derdi, ‘o senin gibi, bir milletvekilinin oğlu değil ki...’ Edip Cansever dikkatini zarlara verdiğinden Orhan Kemal’e attığım kamışı sezemez, ‘Allahaşkına kışkırtma şu düğün serserisini,’ derdi. Edip Cansever’in yenilgiye uğratılmasını beklerken kendisine ateş edildiğini toz duman yatışınca anlayan Orhan Kemal başını sallaya sallaya konuşurdu. ‘Dost dediğin böyle olur, sağ gösterip sol vurur.” (Muzaffer Buyrukçu)

“O, alt sınıfın, sokağın dilini, sesini, duygusunu şiirli bir söylem ve kısa, vurucu yeni bir biçemle edebiyatımıza taşımış, halkın sesini yansıtmıştır. Kuşkusuz bu yalın kat, tarafsız bir yansıtma değildir. Orhan Kemal, kendi dünya görüşünden güç alan derin kavrayışıyla hayatı geniş bir biçimde kapsayan eserler üretirken insan olmanın hallerini en yüksek yazarlık vicdanıyla yorumlamıştır. Gerçeği abartmadan, kişilerini gereksiz yere yüceltmeden en önemlisi yaşama sevincini karartmadan. Bu yanıyla, bir yazarın anlattığı insanları oldukları gibi sevmeyi bilmesi gerektiğini bana ve kuşağımdan birçok yazara öğreten de Orhan Kemal olmuştur.” (İnci Aral)

ESERLERİ:

HİKÂYE: Ekmek Kavgası (1949), Sarhoşlar (1951), Çamaşırcının Kızı (1952), 72. Koğuş (1954), Grev (1954), Arka Sokak (1956), Kardeş Payı (1957), Serseri Milyoner (uzun öykü, 1957), Babil Kulesi (1957), Dünyada Harb Vardı (1963), Mahalle Kavgası (uzun öykü, 1963), İşsiz (1966), Önce Ekmek (1968), Yağmur Yüklü Bulutlar (Bütün öyküleri 1, 1974), Kırmızı Küpeler (Bütün öyküleri 2, 1974), Oyuncu Kadın (Bütün öyküleri 3, 1975), Serseri Milyoner / İki Damla Gözyaşı (Bütün öyküleri 4, 1976), Arslan Tomson (1976), İnci’nin Maceraları (1979).

ROMAN: Baba Evi (1949), Avare Yıllar (1950), Murtaza (1952), Cemile (1952), Bereketli Topraklar Üzerinde (1954; genişletilmiş ikinci baskı 1964), Suçlu (1957), Devlet Kuşu (1958), Vukuat Var (1958), Gâvurun Kızı (1959), Küçücük (uzun öykü, 1960), Dünya Evi (1960), El Kızı (1960, televizyon dizisi oldu, gösterildi, 1989), Hanımın Çiftliği (1961), Eskici ve Oğulları (1962, sonra Eskici Dükkânı adıyla, 1970), Gurbet Kuşları (1962), Kanlı Topraklar (1963), Sokakların Çocuğu (1963), Bir Filiz Vardı (1965), Müfettişler Müfettişi (1966), Yalancı Dünya (1966), Evlerden Biri (1966), Arkadaş Islıkları (1968), Sokaklardan Bir Kız (1968), Üç Kağıtçı (1969), Kötü Yol (1969), Kaçak (1970), Tersine Dünya (1986).

OYUN: İspinozlar (3 perde, oyn. 1965, bas. 1965, Yalova Kaymakamı adıyla da oynandı), 72. Koğuş, Bekçi Murtaza, Eskici Dükkânı ve Kardeş Payı hikâye ve romanları sahneye uyarlanarak önce 1967-71 yılları arasında Ankara tiyatrolarında oynandı.

ANI-İNCELEME: Senaryo Tekniği ve Senaryoculuğumuzla İlgili Notlar (1963), Nazım Hikmet’le Üç Buçuk Yıl (1965), İstanbul’dan Çizgiler (Röportaj, çizgi: F. Öngören, 1971).

GÜNLÜK-ŞİİR: Yazmak Doludizgin (günlükler, şiirler, 2002).

ÇOCUK ÖYKÜSÜ: Küçükler ve Büyükler (1971).

HAKKINDA: Tahir Alangu / Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman (1965) - Orhan Kemal’in Romancılığı (Cumhuriyet Sanat-Edebiyat, sayı: 3, Temmuz 1970), Orhan Kemal Özel Sayısı (Yeni Edebiyat, Temmuz 1970), Muzaffer Uyguner / Orhan Kemal’in Öykücülüğü Üzerine (Türk Dili, Temmuz 1975), TDE Ansiklopedisi (c. 8, 1976), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (c. 2, 2001), Adnan Özyalçıner / Yoksullar Parasızlar İşsizler İşçiler Otuz İki Yıldır Onsuz: Orhan Kemal (Cumhuriyet Kitap, 6.6.2002), Orhan Kemal Özel Bölüm (Berfin Bahar, Haziran 2005).

DÜNYADA HARP VARDI’dan

- I –

 

-Sürgünler geldi.
dediler. Zaten bekliyorduk. Koştuk cezaevinin taş merdiveni başına: Ben, Necati, Kosti, Bobi Niyazi.
Dördümüz de hükümlüydük. Necatiyle Kosti bir gece Beyoğlu sinemasının gişesini soymağa kalkıp yakalanmaktan yedişer yıl yemişlerdi. Bobi Niyazi, aslında esrar satmak ama, "arkadaşlar matrağına cebime esrar koymuşlar, polisler kaçak çakmak taşı ararlarken enselediler, adımız esrarcılığa çıktı!" diyordu.

Neyse, koştuk cezaevinin idareye çıkılan taş merdivenlerine.
Bir başka İl'in cezaevinden bizim cezaevine sürgün edilenler, büyük demir kapıdan içeriye ikişer ikişer sokuluyorlardı. Ortadaki kalın, upuzun zencire bileklerinden sıkı sıkıya bağlı cezalılar yüzelli çifttiler, tamam üçyüz kişi!

Yalın ayakları, paramparça üst başlarıyla mide bulandırıcıydılar. Saçları sakallarına karışmıştı. Her içeri giren çift, onları getiren candarmaların önünde duruyor, bileklerini bağlıyan kelepçenin küçücük kilidi açılmadan önce, üçyüz sarı dosya arasından "Şahsi dosya"ları bulunuyor, bizim cezaevi idarecilerine teslim ediliyorlardı.

Ağır ağır, ama gittikçe çoğalan, tehlikeli bir kalabalık birikiyordu cezaevi bahçesinde. Yalın ayaklı, partallar içinde aç bir kalabalık. Önce güneşin altında esneyip geriniyor, sonra da açlık ve uykusuzluklarını belirten gözleriyle çevreye bakınıyorlardı. Cezaevi avlusunun yüksek duvarları diplerinde mısır ekiliydi. Boy atmış mısırlar. Sürgünlerin bir anda bu mısırlara saldırdıklarını, çekirge bulutu çöküp kalkmış tarla gibi, mısırların temizleniverdiğini gördük.

Ufak tefek, semiz bir kedi yavrusunu hatırlatan Bobi:

-Yuuuuh, dedi. Yuh be. Bunlar benden de aç!

O, aç olmaktan çok, açlıktan söz açıp üçün beşin yoluna bakma dümenindeydi. Görüşmecileri gelen tutuklulardan uçlandığı ekmek, zeytin, peynir, tereyağı, helva, ne bileyim yiyecek, giyeceği çabucak paraya çeviriverir, günün birinde dışarı çıkınca geçinebilmek için tutacağı işe para biriktirirdi.
Sürgünler avluda gittikçe çoğalıyordu.

Başgardiyan bir ara düdüğünü sert sert öttürdü, sonra da bağırdı:

-Buraya gelin bakayım. İçtima!

Ellerinde mısır koçanları, çöp tenekelerinden kapışılmış kuru ekmek, zeytin çekirdekleriyle sürgünler Başgardiyana da, düdüğüne de boşveriyorlardı. Zararlı tırtıllar, ya da sürüngenler gibiydiler. Çiğ mısır koçanlarını dişliyor, zeytin çekirdeklerini kırıp içlerini ağızlarına atıyorlardı.
Dünyada harp vardı!

Alman Nazilerinin motörlü birlikleri, tarihsel bir öfkeyle Avrupayı, ne Avrupası, bütün dünyayı bir yandan kuzeyin uçsuz bucaksız bozkırlarına öte yandan Atlantiğin, Akdeniz'in çivit maviliklerine sürüyorlardı.

Dünyada harp vardı!
Türkiye harbin dışındaydı ama, gene de dikenli kabuğuna olanca sinirliliğiyle çekilmiş korkunç bir allerji içinde, bekliyordu.

Şeker beşyüz kırıkbeşe satılıyordu. Kesme şekerin topağı çeyreğe gidiyordu cezaevinde. Kilosunu beşyüz kırkbeşe alan cezaevi karaborsacıları, böylelikle kiloyu sekiz, on hatta hatta on iki, on beş liraya getiriyorlardı.

Dünyada harp vardı!

Sınırlarımızın çok yakınlarından gelip geçiyordu motörlü araçların benzin kokulu homurtusu. Kötü haberler alıyordu dünyadan radyolar. Alman Nazileri, İtalyan Faşistleri, uzak doğuda Japonlar. Fırınlar dolusu yakılan insanların çığlıkları uçuşuyordu havada.

Dünyada harp vardı!

Bir ara Necati:

-A... dedi. Bu sayın bay da kim?
Güneşte kara bir su gibi parlıyan rugan çizmeleri, bal renkli kumaştan külot pantolunu, pırıl pırıl lacivert ceketi, pantolonunun kumaşından kasketi, kara gözlüğüyle gerçekten de bir sayın bay, bir majeste. Belki de, Afrika'da kaplân avına çıkmış bir İngiliz lordu, sömürgelerdeki bitkilerini görmeğe gelmiş bir Belçika, bir Felemenk, bir ne bileyim Fransız, bir İtalyan sömürgeni!
Bilekleri kelepçesizdi, ötekiler gibi zencire vurulmamıştı. Arkasından elleriyle Başgardiyanın yanına gitti, durdu, bir şeyler konuştular.

Beyoğlu'daki sinema gişesinden uçlanacakları paralarla 936 Berlin olimpiyatlarına gitmeyi kurduğu halde felek yar olmıyan Necati:

-Peki ama, kim? dedi.

Necati'nin suç ortağı Kosti attı:

-Memur herhalde.

Bobi kısa kesti:

-Gider öğrenirim!

Hep o besili kedi yavrusu haliyle bir koşu gitti. Terslenmiş, geri döndü:

-Herifte çalım altıdan!

-Yani ne? Mahkum mu? Memur mu?

-Ne bileyim yahu. Azarlayışına bakarsan memur, sarı dosyasına bakarsan mahkum!
Az sonra, ağarmış şakaklarıyla yanımızdan geçti, yüzümüze bile bakmadı.

                                                                              (Dünyada Harp Vardı, 1963) 

ORHAN KEMAL

(…) Orhan Kemal, hangi koşullarda olursa olsun, insana saygılıdır; her şeye karşılık, içlerindeki bozulmamış bir 'cevher'le direndiklerini, yaşamlarının onları bozup çürütemediğini saptamak, vurgulamak onun tek kaygısıdır.

Türk çağdaş hikâyesinin toplumsal gerçekçilik ucu, Orhan Kemal'e kadar toplumun ancak belli bir yerine varabilmiştir. Orhan Kemal, daha da iner basamakları; gözüpektir, indikçe yepyeni, çok değişik, o güne dek hikâyemize girmemiş (...) bir çevreyle o çevre insanına varmaktadır. Bütün toplum dışına itilmişlikleri onlarda, o insanların iyilikçi duygularını yok edememiştir. Zamanla kötü yanlarından arınırlar, coşkulu bir iyilikçi kesilirler. Bu saydıklarımı hemencecik, o hikâyelerin içinde yapmazlar, ama Orhan Kemal sezdirir bize bunu, arada küçük küçük örnekler sunar, güvenimizi pekiştirir.

Orhan Kemal bir bakıma yığınların, kalabalıkların hikâyecisidir. Her şey, hikâyelerine kaynaklık edecek tüm öğeler ona bu yığınlardan sağlanmıştır. Anlatımında sert, acımasız bir eleştirel tutum yoktur. Kişiliğiyle eşdeğerli sertliği, tam kıvamında sulandırılmıştır; gözlemci, anlatımcı (tasvirci) bir gerçekçidir. Biçimi, öz'e rahatlıkla yakıştırır. (...)

Peki, Orhan Kemal'in hikâyelerindeki inandırıcılık, sürükleyicilik nerden çıkagelir? Orhan Kemal'in öncü kuşağın hikâyecilerinden çok ayrı bir yerde olduğu gerçektir. Bunun nedeni, Orhan Kemal'in gerçeği kulaktan duyma, belli bir uzaklık görme, masa başında tasarlama çabaları yoktur. O, hikâyelerini yaşar, yaşamıştır da. Anlatışındaki ilk bakışta çok kolayına getirilmiş izlenimini veren doğallık, gücünü olanca ayrıntılarına kadar yaşamın kendisinden almaktadır. (...)

 Orhan Kemal, her yıl binlerce ırgatın kuzeyden, güneyden ve Orta Anadolu'dan bereketli Çukurova topraklarına inişlerini gözlemlemiştir. Yığınlar halinde gelen bu insanlar fabrikalarda, köy ekonomisinde ya da olsun da nerede olursa olsun diyerek durmaksızın iş ararlar. Bu on binlerce ekmek ırgatı büyük kentlerde (onlara göre büyük kent ekmek kapısı'dır) acı çekerek, umutsuzluktan umutsuzluğa düşerek dört dolanırlar. Sonunda yaşam kaygısı canlarına tak eder ve bir yere kapılanırlar. Burada her şey kötüdür; çalışma koşulları, ücret, konum... Genelde çoğu dayanamaz buna. Kimse de el vurmaz. (...)

Yazarlık uğraşına girişi, Varlık dergisiyledir. 1943 yılında Bursa Cezaevi'nden tahliye olup Adana'ya döner ve şiirin (hâlâ tutkunudur) yanı sıra, hikâyeyazmaya da başlamıştır. Daha önceleri Yeni Edebiyat, Yürüyüş gibi dergilerde şiir ve hikâyeyayımlamışsa da düzenli ve etkin bir havadaki yazarlığı bu Varlık dergisiyledir artık. (...)

Yazarın kaçınamayacağı bir sorudur "bu anlattıklarınız gerçek midir, olmuş mudur?" sorusu. Orhan Kemal de ona bu soruyu yöneltmiş kişiye sorar: "Okuduğunuz şeyler gerçekten olabilir mi? Olamaz mı?"

Okur, çoğu kez (hikâye inandırma gücüne sahipse tabii) "Olabilir" diye karşılık verir. "Şu halde," der Orhan Kemal ona: "Önemli olan, gerçekten olmuş olması değil, olabilip olamamasıdır. Benim bir kitabımı okuyan, yazılanın mutlaka olmuş bulunduğu duygusuna kapılırmış. Ee, tabii, pek öyle değil, olamaz da... Görülmüş ve yaşanmış yanında yazar, kendisini genelleştirmeye götürecek, doğruya benzer olayları da düşünmeli"dir. (...)

Hikâyelerin genelindeki tek ortak yan, kişilerinin konuşmalarıdır. Orhan Kemal, bir anlatıcı olarak kişilerin iç dünyalarına pek sokulmaz; kendisinin anlatması yerine çözümcü olarak yine o kişileri kendi kendilerine aracı yapar. Nasıl bir kişidirler; bunları okura konuşmalarıyla, konuşmalarından çıkarılacak sonuçlamayla aktarır. Bu konuşmalar hikâyenin yapısına bir başka hareketlilik kazandırır. Zaman zaman dilin şive olanaklarından da yararlanmıştır. (Murtaza, o 'mübadele' adamı, o 'görmüşüm kurs, almışım amirlerimden sıkı disiplin' diyerek dili bir başka biçimde kişiliğiyle birlikte kıvraklaştıran "Murtaza"daki başarısını, olanca sevimliliğini buna borçlu değil midir?)

Şive, Orhan Kemal'in seçtiği konularla kişilerin giderek ayrılmaz bir parçası olur. Fakat yine de yazdıklarında bu denli çokça kullanmaz şiveyi: "konunun gerektirdiği yerlerde buna gerçekçi bir vasıta gibi başvurur. Bu yoldaki 'kazancı' onu bir yandan Hüseyin Rahmi gibi halk romancılarının geleneklerine, bir yandan da meddahların halk hikâyeciliği geleneğine bağladığı gözden uzak tutulmamalıdır."

Dili işlerken kişilerin seçip aldığı yığınların kullandığı dili kullanır. Orhan Kemal'in dili, İstanbul şivesine dayanan yazı dilinin de giderek değiştiğini kanıtlar ayrıca. (Alangu, bu noktada şunu ileri sürer: Bir gün gelecek artık yazı dilinin temeli İstanbul şivesidir diyeceğiz.) Orhan Kemal'in dili bu genel akımın tersinedir. Öbür kuşak yazarları gibi İstanbul şivesini Anadolu şivelerine götürmeye değil, dışarıdan aldığı öğeleri İstanbul şivesine uydurmaya çalışmıştır.

Orhan Kemal, onmaz bir tutkuyla hep aynı temayı: insanın ekmek ve iş ile olan kavgasını işlemiştir. Burada yenilgiler kadar yenmeler, arada üstün gelmeler de yok değildir; ama azdır bunlar. Çünkü kendi yaşamında da yenmelerin sayısı o kadar azdır ki. Oysa, Orhan Kemal tıpkı hikâyelerinin başkişileri gibi hep ayakta kalmasını başarmıştır. Onu dimdik ve ayakları üzerinde tutan, geleceğe duyduğu umuttur; insana; topluma, yazar olarak kendi işlevine karşı duyduğu umuttur.

Yazarımız; her zaman ekmeğin ve işin, insanın ve umudun da yazarıdır.

                                                                                       (Edebiyat  Üstüne Narin, 1993)

Yazar: TARIK DURSUN K.

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör