Yazar, felsefeci, fikir adamı (D. 1948, Bayburt – Ö. 23 Ekim 2010, Ankara). İstanbul Teknik Üniversitesi Elektrik Bölümü (1974) mezunu. 1982 yılında mühendislik mesleğini terk etti ve Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Fizik Bölümü'ne öğretim görevlisi olarak girdi. O tarihten sonra Felsefe'de master ve doktora yaptı, Fizik'te ise master yaptı, doktorasını tez aşamasında bıraktı.
1983 yılında İstanbul Üniversitesi'nde başladığı felsefe kariyerinde önce 1986'da "Descartes'ın Fizik Anlayışı" isimli tezi ile yüksek lisansını, 1986'da ise Marmara Üniversitesi'nde "Tekil Lineer Sistemler İçin Geliştirilen Bir Transformasyonun Yorumu Üzerine" isimli tezi ile fizik yüksek lisansını, 1994'te "Türk-İslâm Düşünce Tarihinde ve Modern Fizik'de Kozmos" isimli tezi ile doktorasını ve tamamladı. Daha sonra Doçent unvanını aldı.
Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fizik Bölümü'nde öğretim üyesi olarak görev yapan ve mültidisipliner bir akademik çalışma kariyeri bulunan Hocaoğlu'nun çalışma alanları Fizik Felsefesi, Bilim Felsefesi, Tarih ve Siyaset Felsefesi olup, muhtelif dergilerde Elektrik Mühendisliği ve Fizik gibi teknik konular yanında Bilim ve Fizik Felsefesi, Tarih Felsefesi, Siyaset Felsefesi, Din ve Laiklik v.b. konularda makaleler kaleme almış; ayrıca, muhtelif akademik toplantılara tebliğler sunmuş ve tebliğ kritikçiliği yapmış, birçok gazete ve dergide sürekli yazarlık yapmıştır. Türkiye Kamu- Sen ve Türk Eğitim Sen’in kurucu üyelerindendi.
Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu, 23 Ekim 2010 günü kalp krizi sonucu İstanbul’da vefat etti. Cenazesi ertesi gün Bostancı Kuloğlu Camisi'nde ikindi vakti kılınan cenaze namazının ardından Karacaahmet Mezarlığı'nda defnedildi.
ESERLERİ:
Laisizm'den Milli Sekülerizme -Laiklik Sorununun Felsefi Çözümlemesi (1995, 2. bas. 2014), Devletçilik Bumerangı (Makale Derlemeleri, 2002), Bir Entelijansiya Kritiği - Düşük Şiddetli Devrim (Makale Derlemeleri, 2002).
KAYNAKÇA: Her Bilimin Arkasında Bir Felsefe Vardır (Açılım Dergisi, Sayı: 10, Kış 2001, s. 20-25), Durmuş Hocaoğlu ile Milliyetçilik Üzerine Söyleşi (Siyaset Ekseni Dergisi, Sayı: 7, 17-23 Ekim 2003), AB üyeliği, bağımsız Türk devletinin sonu olur (röportaj, Zaman Gazetesi, 10.12.2004), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2004) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Burası Bizim İçin Ya İkinci Ergenekon'dur Ya İkinci Endülüs (röportaj, Türk Yurdu Dergisi, Sayı: 232, Aralık 2006), Türkiye Yazarlar Birliği / Türkiye Kültür Sanat Yıllığı (2011), Biyografi - Durmuş Hocaoğlu (durmushocaoglu.com, 24.06.2017).
İdrâk etmiş bulunduğumuz Ramazanda da daha öncekilerde olduğu gibi, Medyanın büyük kısmında İslâm üzerine hayli mürekkepler ve nefesler tüketildi.
Yazılan ve söylenenlerin hemen hemen tamamının ortak noktasının, samimiyet, ehliyet ve liyakat mertebesi ve derecesi ne olursa olsun, İslâm dininin mükemmelliğinin bir kere daha vurgulanması olduğunu söyleyebiliriz.
Bilinçli bir Müslüman olarak bu yazılanlara prensip itibariyle katılmamaklığım elbette söz konusu olamaz; eksiği var fazlası yok diyebilirim. Ancak, çok önemli addettiğim bir hususu burada vurgulamak gerektiğini duymaktayım ki, bu kutlu ay Müslümanlar arasında bir nefis murakabesine, bir “özeleştiri”ye vesile olsaydı, çok daha hayırlı olurdu.
Vurgulayarak belirtmek istediğim husus şudur: “İslâm Dini” -ki ben bunu “Nu-menal islâm” tabir etmekteyim- ile onun yaşanan şekli olarak tanımlanabilecek olan “Müslümanlıklar)” -buna da (Fenomenal İslâm(lar) tabir etmekteyim- arasında çok büyük bir açı ve farklılaşma mevcuttur. Müslüman olmaktan gurur duyan, dinini ciddiye alan bilinçli bir Müslüman olarak bu vaziyetten olağanüstü bir rahatsızlık ve ızdırap duymaktayım; ızdırabım adetâ somutlaşıyor ve bedenimi yakıyor.
Medeniyet savaşında mağlubiyet
Çünkü, öncelikle kabul edilmelidir ki, islâm Dini (Numenal islâm) değil ama Yaşanan (Fenomenal) Is-lâm(lar), veya Müslümanlık(lar), Batının meydan okumasına cevap verememiş olduğu için, tarih çapında büyük bir medeniyet savaşını kaybetmiştir, mağlûptur ve her mağlûbiyet gibi onun da faturası çok ağırdır.
İmdi:
İslâm Dünyası (veya daha sahih bir tabirle: Müslüman Dünya) yeterince bilinçli olmanın çok ötesindedir; “kritik” nedir habersizdir; her kazancını kendi hanesine, her kaybını başkasının hanesine fatura etmektedir.
Müslüman Dünya -söylemekten hazer ediyorum- fevkalade cahildir, öyle ki, “Bilgi”ye, “Bizatihi Bilgi”ye itibar etmemekte, hattâ ona ihtiyaç duymaz, bilgisiz bir hayatın da pekâlâ mümkün ve belki de dahası ve en dehşet vericisi, müreccah olduğunu düşünüyor gibi bir görüntü vermektedir; nitekim, fen, teknik, sosyal bilim alanlarının hemen hemen hiçbirisinde Müslümanların adı yoktur; üzerinde Müslümanların patentini, markasını, imzasını taşıyan ciddi bir zihin (ve emek) ürünü bulmak imkânsız gibidir. İslâmi bilimlerin birçoğunda da vaziyetin pek parlak olmadığını hatırlatmak gerekir.
Akletme ve düşünme…
Müslüman Dünya, iyi düşünebilmekte değildir. Omuzların üstünde duran “kafa’nın çiçek saksısı değil Yaratan tarafından düşünmek için bahşedilmiş en kıymetli ve eşsiz bir cihaz olduğu, Yer’in ve Gökler’in halikı ve sahibi olan Allah’ın Kutsal Kitapta 800’den fazla yerde düşünmeyi hatırlattığı, hattâ emrettiği unutularak akletme, düşünme reddedilmektedir.
Müslüman Dünya cehaletini bazen o raddeye vardırmaktadır ki, handiyse, bir miktar abartma ile, Müslümanların büyük ekseriyetinin bilinçaltlarında, sadece ve yalnız Müslüman olmalarından dolayı Allah’ın kendilerine “özel hizmet” ile memur, hattâ icap ederse bu maksatla eşyanın kanunlarını dahi değiştirmekle mükellef olduğu gibi çarpık ve sakat bir düşünce yattığı dahi söylenebilir.
İktisadi gerilik…
Hemen hemen bütün Müslüman ülkeler iktisaden geridir, bazıları fukaralığın en alt düzeyindedir. Bütün Müslüman Dünyanın ekonomik üretiminin tamamı meselâ bir Almanya’nın topuklarına çıkamamaktadır. Bir kısımları zengindir; ama bunun da membaı artık gitgide değeri düşen Tanrı vergisi Petrolden başkası değildir; Batının zenginliğinin arkasında emek, üretim, bilgi, zekâ, Matematik, Fizik, Kant, Gauss, Newton, Einstein ilh.. yatarken, emek ve zekâ ürünü, üretim sonucu olmayan bu zenginlik ise dünkü deve çobanlarını mide bulandıran görgüsüzce bir israfa sürüklemekten başka bir sonuç vermemektedir.
Antidemokrasi
Hemen – hemen bütün Müslüman ülkeler, antidemokratiktir ve zulüm idarelerinin pençesindedir. Müslümanlar, bu en güzel dinin, bu özgürlükler dininin müminleri, kendi ülkelerinde siyasi erk konusunda söz sahibi değildirler; hepsinin tepesinde şu veya bu şekilde despotlar, tiranlar, hanedanlar, oligarşiler bulunmakta ve insanlarını adetâ kendilerine secde ettirmektedirler, islâm dünyasında Saddam tek değildir, neredeyse her Müslüman ülkede birer özel Saddam veya Saddamlar vardır, öyle ki, islâm dünyasındaki rejimin genel adının “Saddamokrasi” olarak patent altına alınması dahi kabildir. Fakat belki de en vahimi, Müslümanların kahir ekseriyetinin bu hali meşrûlaş-tırmış olmasıdır; bu islâm dünyasında “özgürlük bilinci”nin çok alt düzeylerde olmasından başka bir anlam taşımaz. Yani şöyle de diyebiliriz: Müslümanların özgürlüksüzlüğü ‘hariçte’ olmaktan ziyade ‘dahilde’, zihinlerin içinde başlamaktadır.
Bütün bunların neticesi olarak, hemen – hemen bütün Müslüman ülkeler, siyaseten güdümlüdür ve hiçbirisinin -bölgesel entrikalar haricinde- dünyada dikkatle kaale alınması zarûri olan, dünya çapında bir ağırlığı, itibarı ve ciddiyeti yoktur.
İslam, Müslümanlara göre algılanıyor…
Müslümanlar hiç düşünmemektedirler ki, diğer insanlar, islâm dini hakkındaki hükümlerini, bütün komplekslerinden arınmış olarak, safı” platonik hakimâne bir hakikat araştırmacılığı ile tetkik ederek vermekte değildirler; Dünyada kaç gayrimüslim böylesine yürekli ve zahmetli bir cehdi göze almakta ve vardığı neticeleri de dürüstçe itiraf edebilmektedir. Hayır! Dünya, “islâm” hakkındaki hükmünü “bizlerden gördükleri” ile vermektedir. Yani bizler nasıl bir manzara resmetmekte isek, diğer tabirle Müslüman Dünyanın Müslümanlığı ne ise, Dünya onu görmekte, onu bilmekte ve gördüğü bu “Müslüman’ı asıl “islâm” olarak algılamaktadır. Daha açık bir ifadeyle: Müslüman ne hal üzere ise, dünyanın gözündeki “islâm” da odur.
Halbuki, Müslümanlığın manzarası hiç de iç açıcı değildir. Müslümanlar, bütün dünyada çok kötü bir islâm manzarası resmetmekte, çok kötü bir islâm tanıtımı yapmaktadırlar. Müslüman Dünya, iyi hal üzre bulunmamaktadır, o sebeple de İslâm’ı temsil etmeye tam olarak ehil değildir. Müslüman Dünya, İslâm’a yakışmıyor…
Hasılı: Müslüman Dünya, İslâm’a yakışmamakta, O’na yazık etmektedir. Çünkü, dünyanın en mükemmel dini dünyanın en mükemmel insanlarının elinde bulunması icap ederken -haydi en geri demeyelim ama-çok geri insanlarının elinde bulunmaktadır. Bu hal, “Müslümanlığın Paradoksudur.
Bu mudur adı güzel kendi güzel Muhammet’in -salât ve selâm O’na olsun-ümmeti!
Müslüman Dünya, kendisinden utanmıyorsa Allah’tan ve Resulünden utanmalı, İslâm’a yakışmanın, ona lâyık olmanın yollarını keşfetmelidir.
İlk teklif benden.
1. Geliniz önce şu aksiyomu kabul edelim: “Kişinin başına ne gelirse hepsi kendi eseridir.”
2. Sonra da şu tespiti reddetmeyelim: “İslâm’a yakışmıyoruz.”
3. Ve şu suale kemali ciddiyetle cevap arayalım: “Nerede hata yaptık ve yapmaya devam ediyoruz?”
Not: Buradaki tenkidin muhatabının, içinde çok değerli birey Müslümanların bulunmasına rağmen bütünü tedvir ve temsil etmesi mümkün olmayan genel Müslüman Dünya olduğuna dikkat edilmesi hassaten rica olunur.
KAYNAK: En Mükemmel Din Çok Geri İnsanların Elinde! – Durmuş Hocaoğlu (turkulkusu.com, 11 Mart 2017).
Kendisi için son umut ve sarılabileceği son bir inançtır belki. İnsanlığın kurtuluşunun bu erdemle olabileceğini düşünür ve umut eder. Filmdeki karakter Alexander hem İbrahim’dir, hem İsmail. Hz. İbrahim de Hz.İsmail de kurbandır aslında. Hz.İbrahim “en sevdiği” oğlunu kurban ederek kurban olur, Hz. İsmail ise nefsini, yani kendini.
Tarih boyunca çeşitli milletlerin bünyesinden zaman zaman, özellikle en çok ihtiyacı hissedilen yahut hiç hissedilemeyecek kadar dahi farkındalığın olmadığı daha kötü anlarda kurbanlar sahneye çıkmıştır. Bir milletin dar zamanında onu toparlayacak olan ya bir kahramandır yahut kurbanlar. Kurbanların kahramanlardan daha yüce olduğuna, ayrıca kurbanların birer isimsiz kahraman olduklarına, kahramanların kurbanlar olmadan bir hiç olduğuna inanırım. Çünkü kurbanlar insanlığın akıncılarıdırlar. Bir daha dönmemek üzere yol ayrımlarına girer, ölüm onları bulmaz ise bu dünyada, ecel vuku bulursa öteki dünyada buluşmak üzere yürürler de yürürler.
Ama illa yürürler. Yürürler mi dedi benim topallayan zihnim! Hayır uçarlar. İsimleri değişir ama misyonları ve yazgıları değişmez. Tarkovsky Alexander der, geleneğimiz İsmail diye adlandırır ama illa geçmişte bir yerde varlığı korunarak. Hep geçmişte! Hakiki anlamda anlayamadığımız ve anlama çabası içinde olmadığımız, bizim için yalnızca zihinlerimizdeki vehmi bir tasavvur olan geçmişe o kadar saplanıp kaldık ki gözümüzün önünde bizlere kendisini feda eden bir kurbanı göremedik. Bu seferki kurbanı görebilmek iki göz ile yapılabilecek bir eylem değil, hassas bir kalb, sağlam bir akıl ve gayret gerektiren bir eylem olduğu içindir belki. Zaman dediğimiz algının hayat şartları ağırlaştıkça kurbanların misyonu da ağırlaşıyor ve daha çok gayretle kendilerini eritip bitirirken daha büyük fedakarlıklar onları bekliyordu. Pek tabi ki O’nu da…
Dücane Cündioğlu Hz.Ebubekir‘in “Ya Rabbi benim bedenimi öylesine büyüt ki cehenneme benden başka kimse sığamasın” sözünü açıklarken “kişinin irfanının büyüklüğü, fedakarlığının büyüklüğüyle aynı nispettedir” diyordu. Büyük fedakarlıkların adamı olan O’nun, irfanının büyüklüğünü gösteriyordu her yaptığı. Yalnız kendisinin değil aynı zamanda büyük bir medeniyetin irfanıydı O. Daha birkaç yıl öncesine kadar o büyük dehası ve cismi ile aramızda olan, talebesi olabilme şerefini kaçırdığımız, ancak bugün yalnızca fikirlerinin mirasçısı olabileceğimiz isimsiz kahraman ve büyük kurban Durmuş Hocaoğlu…
Hayatta olsaydı dahi kendisine talebe olmaya layık olmadığım bu büyük üstadın yazılarının ve fikirlerinin talibi olmayı umarak, şimdiden bu anlatımımın O’nu ifade etmede pek yetersiz, pek sığ ve pek naif kalacağını itiraf ederek başlıyorum.
Toplum içinde her birey hem bireysel manada hem de toplumsal manada bir misyon yüklenir. Birçok kez sebepler zinciri diye ifade etmeye çalıştığım bu olguda, kimisi Hz.İbrahim‘e su taşıyan karınca, kimisi de Ebrehe‘nin ordusunu taşlayan Ebabil kuşuolur. Herkes kuvvetince ve iradesini yönlendirebildiği ölçüde eyleyebilir. Penceremiz dar ise dışarısı hakkındaki malumatımızı dar bir çerçeveden edinebileceğimiz için misyonumuz da çapımızla mütenasiptir. Dolayısıyla büyük adamlar büyük misyonlara sahip olurlar ve bu onlar için kaçınılmaz bir vazifedir. Zaten bu vazifeden kaçmayacak kemale ulaştıkları için vazifelidirler. Ya da ezelden vazifeli oldukları için bu kemaldedirler. İki düşünce de birbirinin kovasına su dökmektedir. Hangisinin diğerinden daha doğru olduğundan çok burada vurgulanması gereken büyük adamların misyon kaçınılmazlığıdır.
Bu soruya en güzel cevabı kendisine yüklenen ilahi misyonu ilk kez öğrendiğinde bu misyonun manevi ağırlığıyla titreyen ve ürperen Resul-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in hal dili verir. Ürpermekten başka yapacak bir şeyi olmayan, yalnız insanların değil alemlerin rahmeti. Peki ya veliler? Ya alimler?
Sanatçılar ya da düşünürler? Şu ana kadar ben artık düşünmüyorum diyen bir filozofa rastlanmadığı gibi, artık eser vermekten vazgeçtim diyen bir gerçek sanatçıya, insanlardan bana ne diyen bir veliye ve umurumda mı ki kainat diyen bir alime de rastlanmaz. Çünkü artık onlar kaçınılmazlığın girdabına teslim olmuşlardır, sonsuzluğun girdabına.
Tarkovsky bu kaçınılmazlık olgusunu sanatçı için şöyle ifade eder: “Sanatçı kendisine neredeyse bir mucize sonucu bahşedilmiş sayabileceğimiz yeteneğinin bedelini ödemek zorunda olan bir hizmetkardır. Günümüz insanı hiçbir şey feda etmeye yanaşmıyor; oysa gerçek bireyselliğe varmanın tek yolu özveriden geçer.”Tarkovsky’nin sanatçı için ifade ettiği bizim genel olarak algılayabileceğimiz böyle kaçınılmaz bir misyonu omuzlarında hisseden bir “adam”, bir “adem” idi Durmuş Hocaoğlu.
Hocaoğlu, fiziğin ve metafiziğin üstadıdır. İhtisasını da bu alanlarda yapmıştır. Eskiler ilimleri üçe ayırırlardı. En üstte, birincil olarak Metafizik, en altta ise Fizik dururdu. Ortada ise matematik olurdu ve el-ilm’ül evsat, ilimlerin ortası olarak adlandırılmıştı. İşte Durmuş Hocaoğlu matematikti, matematiğimizdi her anlamda. Fizik ve metafiziğin tam ortasında, onları birleştiren onları bir arada tutan tutkal yahut onların tam ortasında her ikisine de vakıf, en üst ile en altı yani yer ile gökü birleştiren, bütünleştiren, anlayan ve açıklayan adamdı. Peki matematik köken ve anlam olarak neydi? İşte buydu: “Eski Yunanca matesis kelimesi matematik kelimesinin köküdür ve ben bilirim anlamına gelmektedir.
Daha sonradan sırasıyla bilim, bilgi ve öğrenme gibi anlamlara gelen μάθημα (máthema) sözcüğünden türemiştir. Μαθηματικός (mathematikós) öğrenmekten hoşlanan anlamına gelir. ” Yani tüm anlamlarıyla Durmuş Hocaoğlu idi matematik. Hakikaten “O bilirdi” , tek başına bilim, bilgi ve öğrenmeydi, ayrıca O’nunla öğrenme arasındaki münasebeti hoşlanma ile ifade etmek naif kalacağı için buradaki anlamı ona karşılık getirirsek öğrenmeye aşıktı. Alim idi, tek başına bir alem idi, fizik ve metafiziğin hakimi olup, matematik de kendisi olduğu için alemde bunlardan gayrı bir şey de mevcut değildi zaten. Matematiğimiz bizi terk edince fiziğimiz yetim, metafizik öksüz kaldı, kimyamız ise çoktan bozulmuştu. Kimyası bozulmuş, okumayan bir milleti yazarak uyarmak için gelmişti sanki.
O’nu okusa da anlamayacak olan milletine ve O’nun medeniyetine olan inancı ve saygısından ağır yazıyordu, daha doğru bir ifade ile bizlere ağır geliyordu, kuşlara konuşuyor diyenlere inat medeniyetinin dilini aşağılara çekmeden yazdı. Bakınız Fatih Erdem bu hususta ne diyor:
“Bir
medeniyet sözcüsü! Bu günün tarihinin işçisi ve geleceğinin
tarihinin yazıcısıydı.
O’nun bu ağır kalemi ve çoğu zaman kalabalıklara anlaşılmaz gelen kelamı,
temsil ettiği medeniyetin ağırlığı ve zor anlaşılabilirliğinin eseri idi.
Bundandır ki; Türklerin medeniyetlerini hafife alıp sulandırması kadar O’nu
kahreden ve asabileştiren bir şey daha olmamıştır. Türkler, Müslümanlar ve
dahası insanlık, ‘nasıl olurda bu kadar kandırılabilir’ değil, ‘nasıl olurda bu
kadar kendilerini kandırabilirler’ idi Durmuş Hoca’nın, Durmuş Hocaoğlu’nun
aklının ve kalbinin kaldıramadığı. O, milletinin bütün tembelliklerine ve
ertelemelerine rağmen, Büyük Doğu Medeniyeti’nin koca yükünü zayıf omuzlarında
taşımakla kalmadı yalnızca, bu ağır yük altında bir yandan aynı milleti
uyarırken, bir yandan da Batıdan süzdüğü hakikatleri Rusça’dan Türkçe’ye,
Fransızca’dan Türkçe’ye, Almanca’dan Türkçe’ye, İngilizce’den Türkçe’ye,
Arapça’dan Türkçe’ye, Latince’den Türkçe’ye ama illa Türkçe’ye kavuşturmaktan
da geri durmadı. ”
Medeniyetini ve milletini hiçbir zaman aşağılarda ve aşağılıkların elinde görmek istemediği için aşağılarda ve aşağılara yazmadı hiçbir zaman, çünkü Dücane Cündioğlu’nun deyimiyle “hikmet yanına çağrılan değil, ayağına gidilen, yanına çıkılan bir şeydi”. Yıllar süren uğraşlarının ve çabalarının meyvesini bırak toplamayı, görmeyi dahi göze almayacak kadar idealist olan Durmuş Hocaoğlu’nun “Hangisi Hakkın ve Hakikatin Sesi; Rahmani Olan Hangisi, Şeytani Olan Hangisi?” adlı yazısında çok sevdiği milletine kinayeli bir serzenişte bulunarak bir kez de böyle hakikati göstermeye çalışıyordu. Nasıl mı? İşte böyle:
” …….ne zaman elim yazmağa gitse, içimden bir ses – rahmani mi, şeytani mi, tam kestiremiyorum – “yazdın da ne oldu” diyor ve devam ediyor:
Uğraşma bunlarla, vaktini zayi’ etmeğe değmez; sen çözülme sürecine, ‘haleti nez’e girmiş’ bir kitleye hitap ediyorsun, ama bu, ölümün gölgesi yüzüne düşmüş, yüzünü bu dünyadan öteye çevirmiş can cekişen bir insana hitap etmek, veya bir duvarla konuşmak yahut bir kör kuyuya seslenmek gibi bir şey; feryad ü figan içinde “Ey Türkler! Bu topraklarda boğuluyorsunuz” kabilinden şeyler yazıp durma; seni dinleyen de yok, anlayan da.
Gazete yazılarını akademik makale gibi yazdın da ne oldu? Yazı yazdığın gazete bile artık sana tahammül edemedi.“Kozmopolitanizm” üzerine ardı ardına yazılar yazdın, PKK’nın yirmi beş yıldır bastırılamayan isyanına ve diz çöküp masaya oturma hazırlıkları yapılıyor olmasına rağmen, hala “irtica”yı bir numaralı tehdit konsepti kabul eden, kız talebelerin başörtüleriyle fakülte kampüslerine bile girmesi durumunda darbe ihtarı vermekten çekinmeyen asker zihniyetinin, insanları, dinleri ile devletleri arasında tercih yapmağa zorladığını ve bu zorlamadan vatansevmezliğin felsefesi ve içtimai-siyasi sonucu demek olan kozmopolitanizmin – adıyla sanıyla “Müslüman Kozmopolitanizmi”– doğacağını ve onun da ölümcül sonuçlar yaratacağını, zira kozmopolitanların intikamlarının nasıl da korkunç olduğunu yazdın durdun da ne oldu?
Neye yaradı, söyler misin? Sen onlara, “Ey Türkler! Sadece şunu bilmen dahi AB üyeliğiine kategorik olarak hayır demen için fazlasıyla kafidir:…” diye başlayan kaç yazı yazdın; ne oldu Allah aşkına? Yüzüne kim baktı?
…ama derinlerde bir yerden gelen boğuk bir ses de işitiyorum, şöyle diyor galiba, anladığım kadarıyla:
Ben senin içindeki ‘sen’im, senin vicdanınım, boğmağa çalıştığın vicdanın; hani o, derslerde anlattığın, Allah’ın, her kuluna, doğuştan verdiği, doğru ile yanlışı ayırdeden, mıknatısın daima magnetik kuzeyi göstermesi gibi sana hep hakkı ve hakikati gösteren vicdanın. Öteki ses İblis’den geliyor, O’nu değil beni dinle, dinle ki bak ne diyorum: Hani, “burası benim evim”, diyordun, hani “ve bu da demek oluyor ki burada olup biten herşey beni mutlaka alakadar eder” diyordun, işte o ses de benimdi, boğmağa çalıştığın vicdanının yani. Peki, ne oldu şimdi böyle? Sen aslında savaş alanını terk ediyorsun, düpedüz kaçıyorsun ve bu da kaçışını meşrulaştırmağa çalışmaktan başkası değil!
Kaçma, geriye dön ve dövüş, evini terketme; ellerinle dövüş, kaleminle dövüş, eline ne geçerse onunla dövüş, tek nefer kalsan da dövüş, kaçma.”
Kaçmadı! Böyle bir şeyi aklından geçirmesi mümkün değildi de zaten. O sadece kendisine söylermiş gibi yapıyor, yazısını bir anda bir tiyatro sahnesine çeviriyor, kendi yazıyor, kendi yönetiyor, kendi oynuyor ama seyircilere söylüyordu. Hep seyircilere söyledi, bizlere, O’nu seyretmekten başka bir şey yapmayan bizlere. Herkes O’nu seyretse de O yazıp yazmamanın sorgulamasını yapmayacak kadar şuurlu, vazifeşinas ve misyonunun kaçınılmazlığının farkında olan biriydi. Bakın ne diyor:
“Yaratan biz değiliz, bu yüzden meyus ve mesul olacak da değiliz. Kaldı ki peygamber hiç değiliz. Peygamber olsak kaç yazar?
Peşinden gelen kaç kişi oldu ki! Bu sebeple bizim vazifemiz “iyiliği emretmek, kötülükten nehyetmektir” Gerisi Allah’a kalmış. İster yaratır ister yaratmaz. Seni kimse dinlemese de sen yazmaya ve konuşmaya devam et. Çünkü seni dinleyen Rabbin var. Kimselerden sana ne, onlardan mükafat mı bekliyorsun? Bugünküler seni dinlemiyorlarsa, gelecektekiler dinleyebilir. Bugün yaşayanlar seni anlamıyorlarsa bekle gelecek insanlar olacaktır.”
Buna inanarak çalıştı, buna inanarak yazdı, buna inanarak konuştu. Yoksa günde birkaç saat uyku ile bitmek bilmeyen bir enerji ve azim ile çalışmak bizler için konuşulacak bir mevzudur ancak. Ne demişler zenginin malı züğürdün çenesini yorar, ilim ve irfan fakiri bizler kalbiyle ve aklıyla kendisini bizlere feda eden büyük değerin kıymetini bilmeyi bırakın, dinlemedik bile. Talib olmadık O’na, halbuki O talib olanlarına, talib olanlara nasıl da değer veriyordu:
“…benim derslerim talebemin kabusudur ve tabii benim de. Zira, bütün bunlar onlar kadar, ve belki daha da fazla, beni de yoruyor; yoruyor ki hem de nasıl. Bütün gece çalışıp hiç uyumadan – “sıfır uyku” ile – derse gittiğim ve sabahtan akşama kadar kesintisiz ders yaptığım çokça vaki’dir. ”
Son günlerine kadar çalışmaktan geri durmadı. Sapasağlam bir ruha sahipti ancak bedenindeki rahatsızlıklar O’nu yoklamaya başladığında dahi aldırmadan çalışan, kaçmayan, kaçınılmazlığın girdabında olan, kaçmadığı için kaçınılmazlığa layık olan Durmuş Hocaoğlu, bir mektup olarak başlayan ancak bir yazıya dönüşen ulaşabildiğim son yazısında bunlardan bahsediyordu:
” …Sıhhatim için Rabbime şükrolsun, ama bir müddetten beridir, gerçekten ciddi rahatsızlıklarım var; öyle ki, çok kereler, masa başında, artık neredeyse alışkanlık kesbettiğim ağrılarla çalışıyorum. Ancak, asıl rahatsızlığım başka istikametten: Nice kavimleri ve devasa imparatorlukları yutan, bir “kavimler kabristanı” olan bu merhametsiz Anadolu coğrafyasında geleceğimizi iyi seçemiyorum. Anadolu artık Biz Türkler için giderek içinden çıkılması çok müşkil olan ve bu gidişle de muhal olacak bir bataklığa dönüşüyor; ya bir uruc yapıp yeni bir Ergenekon ile yırtıp çıkacağız ya da burada çırpına-çırpına son nefesimizi vereceğiz ” diyor; fani bedenini insanlara kurban etmek uğruna, ruhundaki ızdırablardan kaçamadığı ve öyle hissettiği, öyle inandığı için yazmaya, çalışmaya devam ediyordu…
Cevabı verilmemiş soruların muhatabı oldu her zaman ama cevapsız da bırakmadı hiçbir zaman! Bu yüzden Rabbine olan cevabını dahi düşünüyordu:
” …Yerin Göğün Yaradanı, Din Günü’nün Sahibi, hesap için ayağa kalktığımızda, bana, “Biz ki, Habibimize, “senin ümmetinin ilim adamlarının – kendimi haşa “alim” ünvanına layık addedemediğim için “ilim adamı” bile demekten hazer ediyorum – kıymeti benim indimde şühedadan daha yüksektir” mealindeki hadisin ilhamını verdik, sen nasıl vazifeden kaçarsın ey kulum Durmuş! İlmin sana mes’uliyet yüklüyor, sen ilmin namusunu nasıl kirletirsin ey kulum Durmuş! İn şimdi esfi’s-safiline!” dediğinde O’na verecek adam gibi bir cevabım olması için yazacağım ve ayrıca, bana bu vatanı tertemiz teslim eden ecdada karşı ödenmez sadakat borcumdan ve kendilerine tertemiz bir vatan teslim etmekliğim Allah emri gibi farz olan ahfadıma karşı vazifemden ötürü yazacağım. Bir de şu aralar ağırlıklı olarak akademik çalışmalarım üzerine biraz fazla yoğunlaştım; ama bu çalışmalar hiç bitmez, onunçün, ankaribüzzaman, yazacağım bu sebeple.
İnceliklere vakıf, ince düşünen, medeniyetinin muharreri olan ince bir insandı Durmuş Hocaoğlu. Son zamanlarında “Fizik ve Matematik Felsefesine Giriş” adlı kitap üzerinde çalışıyordu. Yani fizik, metafizik ve matematik. Alem ve kendisi. Halbuki asıl alem olan kendisi!
Yine bizi, bizim kurbanımızı, büyük alim Durmuş Hocaoğlu’nu anlatmaya çalıştım. O’nun şahsiyeti karşısında anlatımım naif kaldı elbette. Ancak bu milletin O’na olan vefasını gösterme çabası içerisinde olarak böyle bir hadsizliğe kalkıştım. Kurban olana kurban olmak, yakınlaşmak istedim. Kurban, kurbiyetten gelir, yani yakınlık demektir. Allah’a yakın ama insanlardan uzak, insanlık adına insanlığa rağmen insanlık için insanlardan uzak. Çünkü insanlar ondan uzak! Tıpkı Durmuş Hoca gibi… Tıpkı İnsan gibi…
(Katkıları, düzenlemeleri ve denetlemesi için teşekkürü borç bilirim…)
KAYNAK: Murat Canver / Durmuş Hocaoğlu’na Bir Fatiha Denemesi: Kurban
(indigodergisi.com, 4 Mayıs 2016.
TÜRKİYE, YA "BÜYÜK TÜRKİYE" OLACAK YA DA YOK OLACAK!...
Mülâkatı Yapan: Hakan Yılmaz Çebi
Yeni bir Kuva-yı Milliye Ruhu'na ihtiyacımız var... Bu ruh halinde; halkını potansiyel bir düşman olarak görmeyen, onun kutsallarıyla oynamayan, onlara saygı gösteren bir devlet anlayışı, milli ve birikimli bir teşkilatlanma (milli entelijansiya) var. Gerçek milliyetçiliği kendisine şiar edinmiş, entelektüel hareketlere ihtiyacımız var. Unutmayalım, bu üzerinde yaşadığımız toprakları da Kuva-yı Milliye hareketiyle kurtardık.
***
- Öncelikli olarak, Siyaset felsefesinin konusu olan ve eski Yunan'dan
bu yana sürekli tarif edilen "devlet" kavramını tanımlayalım. Mantık
silsilesi içersinde anlatmak istediğimiz meselenin iyice anlaşılması için bunun
gerekli olduğunu düşünüyorum. İşin felsefesine girmeden yalnız Aristo'nun
bahsettiği "ideal devlete" vurgu yaparak, olması gereken devleti
açıklayabilir miyiz?..
- Aristo'nun bahsettiği "ideal devlet"e vurgu yapacak olursak; bu çok mücerret bir kavram. Çünkü onun bahsettiği devlet kusursuz bir devlet mekanizmasını işliyor. Tek kusuru vardır; o kadar mükemmeldir ki, yeryüzünde gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Ancak buna rağmen bazı temel prensiplere riayet edilmesi şartıyla bu devletin gerçekleştirilebileceğini Platon, "Devlet" isimli eserinde söylemektedir. Nedir onun kastettiği devlet, kısaca söyleyecek olursak, "devlet yönetiminin filozofların yönetiminde olmasını öngören bir düşünce"dir, Bunun dışında ideal devlet tanımları da yapılmıştır. Ancak konuyu uzatmadan asıl söylenmesi gerekeni söylersek, "ideal devlet, mümkün olduğunca yönetim kusurlarından arındırılmış devlet manasına gelmektedir" diyebiliriz. Tabii bu bağlamda, akla şöyle bir soru gelebilir, acaba şu ana kadar böyle bir devlet modeli geliştirilebilmiş midir? Yaşanmış veya yaşanmakta olan bir örneği var mıdır? İdeal devlet imparatorluk mudur, monarşik veya oligarşik bir yapılanma mıdır, yoksa ulus-devlet midir? Konferedasyon mudur?.. Onlarca soru sorularak cevap aranabilir. Hatta ideal devlet, "Bir kamu mutabakatı sonucunda oluşturulan ve devlet yönetiminin doğrudan doğruya topluma karşı sorumlu olduğu, adına 'enstrümantal devlet' denen, bütün plan-proje, hukuk sisteminin devlet elitleri tarafından değil de 'toplumun erki' tarafından belirlendiği devlet midir?" diye bir soru sorulacak olursa buna da çok kısaca şu cevabı verebiliriz, ki, bu benim kişisel yorumumdur: İdeal Devlet, vatandaşını mutlu eden, taşımış olduğu kimliğiyle, bayrağıyla onur duymasını sağlayan, rencide etmeyen, "emreden değil hizmet götüren" ve "meşruiyetini vatandaşından alan" devlet yapısıdır. Bunun da en iyi örneği demokrasidir. Demokrasi tabiatıyla çok uzun bir tartışma konusudur. Şu kadarını söyleyecek olursak, demokrasi, yönetimin "demos"ta yani "halkta" olması demektir.
İyi bir devletin mutlaka sahip olması gereken en önemli prensiplerden birisi kanaatimce hem tarihe hem de istikbale karşı sorumluluğu olduğunu hisseden, tüm mekanizmalarıyla bu sorumluluk bilincini birincil derecede göz önünde bulunduran bir devlettir. Böyle bir devlet, "ölülerin diriler üzerinde hakkı bulunduğunu, bu ülkenin miras alındığını ve tarihi sürekliliğini devam ettirmek zorunda olduğunu, gelecek nesillere de devralınan devletten daha iyi bir devlet daha iyi bir vatan, daha müreffeh bir toplum bırakmak gibi bir sorumluluk içersinde olduğunu," bilir. Çünkü tarih bir sürekliliktir. Devletler, her sabah kalktığımızda yeniden kurulmaz. Her devlet mutlaka tarihi bir derinliğe oturur.
- Şimdi meseleyi "millet" mefhumuna getireceğim. Ve burada,
"Millet mi devleti, yoksa devlet mi milleti oluşturur?" diye bir soru
soracağım. Çeşidi etnik kimliklerin, kuru kalabalıkların, grupların ayrı ayrı
oluşturulmaya çalışıldığı bu günler de bu kavramları tekrar yerli yerine
vasıflarıyla birlikte oturtmamız gerekiyor...
- Efendim, tarihi hiyerarşi içersinde adeta "Tavuk mu yumurta dan, yoksa yumurta mı tavuktan çıkmıştır?" muhabbetine benzer "Devlet mi yoksa millet mi daha önceliklidir?" şeklinde ciddi tartışmalar yaşanmıştır. Şurası muhakkak ki, devlet adını taşısın taşımasın, devlete benzer, devletin fonksiyonlarım ifa eden organize olmuş siyasi kurumlar, insanlığın en eski dönemlerinden beri vardır. Çün kü siyaset iki kişinin bir araya geldiği anda oluşan bir olgudur. Tarih boyunca devlet yönetiminin devlet organizasyonu şeklinde örgütlenmesinin, toplumun teşekkül etmesiyle aşağı yukarı eş zamanlı olduğunu düşünebiliriz. Ancak, devlet şeklindeki siyasi örgütlenmelerin bariz bir şekilde ortaya çıkışı toplumların teşekkülünden sonra karşımıza çıkmaktadır. Ancak, milletin içtimai varoluşu için mutlaka devlet şarttır. Millet, halktan, ahaliden, veya yığınlardan farklı olarak çok daha örgütlü, organize, temasını kapsayıcı bir kimlik al tında toplayabilen içtima bir organizasyondur. Millet kavramı, halk kavramının üstünde olan bir kavramdır. Tarihi bir derinliği vardır. Bu tarihler içerisinde "milletin devlet tarafından inşa edilen bir sosyal varlık" olduğunu görüyoruz. Yani devleti olmayanların millet haline gelmesi mümkün değildir. Millet tarih içersinde devlet tarafından inşa edilir...
-Peki, devletin yapısını, şeklini, ufkunu millet mi çizer; yoksa
milletin yapılanmasını, reflekslerini bir plan altında devlete hakim olan
değişken iktidarlar mı? Yani kim kime nasıl şekil verir?..
-Tek taraflı bir etkileşimden ziyade, karşılıklı fonksiyonel bir iletişim olduğunu gözlemliyorum. Toplum devleti meydana getirir, fakat, zaman içersinde o toplum millete dönüşür. Mesela biz Türklerin millet haline gelişinin en önemli sebebi devletimizin oluşudur. Bizim dışımızda diğer devletler için de bu geçerlidir. Zira, Çin devleti olmasaydı Çin milleti olmayacaktı. Çin halkları olabilir, Çince konuşan insanlar olabilir, ama bunlara Çin milleti diyemeyiz. Aynı şey Türkler ve bir başka millet için de geçerlidir. Biraz evvel milletlerin oluşma sürecinde devletin çok belirgin bir rolü olduğunu söylemiştik. Ayrıca, devletini kaybeden toplumların ileriki zamanlarda bu kaybettiği devleti yeniden tesis edemedikleri takdirde tarihten silindiklerini binlerce örnekten biliyoruz. Mesela eski Mısırlılar çok yüksek bir medeniyet kurmuş, çok uzun ömürlü bir devlet olmuşlardı. Ancak, Mısır devletinin ortadan kalkışından sonra bir daha bağımsız bir devlet olarak toparlanamadıkları için Mısır halkı çok radikal bir değişime uğrayarak soyunu, dilini dahi kaybetti. Zamanla Arapça konuşmaya başlamışlar ve Araplaşmışlardır. Bütün bunları göz önüne aldığımızda, devlet mi millet mi daha ehemmiyetli şeklindeki bir soruya kesin bir cevap verilemez. Her ikisini de ayrılmaz bir bütün olarak sosyal bir bütünlük içersinde değerlendirmek gerekir.
-Anladığım kadarıyla "devlet" ve "millet"
kavramları içeriğiyle birlikte "su"yu oluşturan elementler gibi.
Hidrojeni ayrıştırdığınızda oksijen, oksijeni ayrıştırdığınızda, hidrojen
ortada kalıyor ve su gibi bir "hayatiyet maddesi" ortadan kalkıyor...
Peki bu ayrılmaz bütünlük içersinde "vatan"ın yeri neresidir?
-Vatan, milletin ve devletin oluşmasında fiziki bir şarttır. Çünkü insanlar balıklar gibi sularda yaşamıyorlar. Vatan, dünyadaki kara parçalarından biri olup, belirli bir hududu, bu hudutlar içersinde devlet müeyyidelerinin uygulandığı, içersinde milletin yaşantısını idame ettirdiği birçok açıdan kutsiyeti olan toprak parçadır. Ama eğer ehemmiyetler hiyerarşisi bakımından, devlet ve millet kavramlarının yanında yeri nedir derseniz; benim felsefeme göre devlet vatana göre daha ehemmiyetlidir. Devletin önemi ise millete yapışıktır. Devlet kesinlikle vatana göre daha önceliklidir.
DEVLETSİZ BİR MİLLET TARİHİN MEZARLIĞINDA GÖMÜDÜR
Efendim bu hayati kavramları bir yere düğümlememiz gerekiyor; çünkü
ortak aklımızdaki (millet şuuru) yerine sarsılmaz bir mantıkla otursun. O
amaçla biraz karmaşık gözükse de sormak istiyorum: "Devletsiz bir millet,
vatansız bir devlet, hem vatansız hem de devletsiz bir millet olabilir mi?..
- Devletsiz bir millet olabilir, ama bu tarihi süreç arz eden bir durum değildir. Evet, var olan bir devletin çeşitli sebeplerden ortadan kalkmasıyla tebaası olan millet bir anda ortadan kalkmaz. Eskisi kadar olmasa da bir müddet aidiyet duygusu içersinde varlığını devam ettirebilir; ancak üstünü bin kere çizerek söylüyorum: "Devletsiz bir millet tarih içersinde yaşayamaz." Devletsiz kalan bir millet eğer devletini yeniden tesis edemezse tarihi süreç içersinde silinir. Milletsiz bir devlet zaten düşünülemez. Çünkü devlet dediğimiz şey sosyolojik olarak insanlardan ve insani ilişkilerden teşekkül eder. Haliyle bu varlık ortadan kalkacak olursa tabiatıyla devlet de ortadan kalkacaktır. Ancak, tek bir milleti olmayan devletler vardır. Mesela imparatorluklar, mültinasyonel dediğimiz çok milletli bir siyasi yapı taşırlar, bu siyasi yapıda bir imparatorluğun bünyesinde muhtelif milletler yaşayabilir ve bunların birkaç tanesinin ortadan kalkmasıyla o devlet ortadan kalkmaz. Ama onların bütününün ortadan kalkması gibi bir durum söz konusu olduğunda devlet de kendiliğinden yok olacaktır. Çünkü devlet boş arazide kendiliğinden biten tek başına ağaç değildir.
Küreselleşme: Milletin Elinden Vatanını Alma Oyunu
Buradan "vatansızlık" meselesiyle alaka kurmak için küreselleşme konusuna geçecek olursak, küreselleşmenin birkaç veçhesi var ki, bunlardan biri, milli devletleri ciddi manada tehdit ediyor. Çünkü küreselleşme "sınırsız bir dünya" ve "bir "tek dünya" devleti tasarımına kadar götürülebiliyor. Malezya Başbakanı Mahatır Muhammed'in bir konuşmasında söylemiş olduğu çok dikkat çekici bir cümle vardır. Diyor ki: "Küreselleşme, bize sınırsız bir dünya vaat ediyor, aslında bu üstü kapalı çok ciddi bir tehlike. Eğer, benim vatanımın sınırları olmayacaksa haliyle bu benim ülkem de olmayacak demektir." Hasılı kelam küreselleşmenin, böyle, tehditten öte yıkıcı bir durumu var. Ayrıca küreselleşmenin ne derece tehditkar olduğunu ifade etmek amacıyla kullanılan birkaç kavram daha var. Bunlardan birisi "saldırgan küreselleşme, yırtıcı, agresif küreselleşme" türüdür ki, bugün küreselleşmenin bu safhası tatbik ediliyor. Bugün bu tür küreselleşmenin başını, liberal-kapitalist bir düzenle hareket eden endüstrileşmiş ülkeler tatbik ediyor. Bu kolonyalist birkaç ülke, dünyada siyasi ve ekonomik oyunlarla geri bıraktıkları ülkelerin maddi ve manevi zenginlikleri yağmalıyorlar. Onları kültürel olarak deforme ederken, ciddi manada ortadan kaldıracak kadar ileri gitmektedirler. Sırf bu sebeple dahi olsa, her milli kimlik taşıyan hareketin, bu küreselleşmenin önünde durması milli bir görevdir, diye düşünüyorum.
"Atlantik Çatlağı" Global Yağmacıları Birbirine Düşürecek
-Yeri gelmişken bu konuda söylenen "laf oyunlarına"
değineyim. Deniyor ki: "Milli devletler, milli kültürler ortadan kalkacak.
Dünya, 'tek dünya'' hakimiyetine girecek ve milli bayraklar da dahil olmak
üzere 'milli kimlikler' birer 'folklorik' malzeme haline gelecek."
- Küreselleşmenin en uç noktalardaki hedefi tahakkuk edebilir mi?.. Bunu ben iki âlem gözüyle de mümkün görmüyorum. Her halükârda Cenabı Hakk'ın bütün küre-i arzı bir tek kişinin veya gücün eline vereceğine sanmıyorum. Bu, yaratılış kanunları dediğimiz "fıtrat kanunları"na uygun değil. Ayrıca, fizik âlemde de mümkün değil. Zaten, "küreselleşme, son gelişmeler incelendiğinde, tek merkezden idare edilmekten de çıkıyor ve farklı küreselleşme merkezleri doğuyor." Bu küreselleşme merkezleri çok dikkatli bakabilen araştırmacılar tarafından fark edilebiliyor. Bu durum ileride çatışma alanlarına dönüşecektir. Bu çatışma alanlarıyla ilgili olarak en ciddi analizlerden birisi Huntington'un "medeniyetler arası çatışma" nazariyesidir. İkincisi de yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan ve "Atlantik Çatlağı" kavramı adı altında yaşanan gelişmelerdir. Bu kavramla kastedilen ise şu: Biliyorsunuz ikinci Dünya Harbi'nden sonra Avrupa bir güç birliğine giderek Avrupa Birliği'ni oluşturdu. Bu birlik ile ABD, Rus tehdidi karşısında birlikteliğe gitti ve adına "Atlantik İşbirliği" denen bir kuvvetler birliği gerçekleştirildi. Ancak, Rus tehdidinin ortadan kalmasıyla haliyle Soğuk Savaş dönemi de nispeten sona erdi. Adına Atlantik İşbirliği denen bu kuvvetler birliği de ortak çıkarların ortadan kalkmasıyla yavaş yavaş içlerine attıkları bazı sorunları dillendirmeye başladılar. Böylelikle buzdolabından çıkarılıp masaya konulan bu ihtilaflar gün geçtikçe ABD ile Avrupa ülkeleri arasında şu anda kontrollü ama zamanla kontrolsüz olabilecek sürtüşmelerin doğmasına sebep oldu ki, bugün bu duruma "Atlantik Çatlağı" adı veriliyor...
VE "BATI'NIN SONU"
"Atlantik Çatlağı" terimi, Jeoloji ilminden alman bir terimdir. Bu konunun ciddi manada üzerine giden yayınlar da var. Bunlardan biri Kupchan'ın makalesi. Kupchan, "BATI'NIN SONU" başlıklı bu makalesinde özellikle şöyle diyor: "Huntington ve benzeri düşünürler, Batı ve dışındakiler arasında bir 'medeniyetler çatışması' öngörmekteyken, bizler ise bu çatışmanın Batı ve dışındakiler arasında değil de Batı ve içersindekiler arasında olacağını düşünüyoruz." diyor.
Şahsi fikrimi söyleyecek olursam; hakikaten bu durum böyle olacağı gibi bana göre işin içersine bir de ABD girecek. Batı ve Batılı devletler hatta halklar kendi aralarında birbirleriyle hesaplaşacakları gibi işin içersine ABD de girecek ve hepsi bir arada yeni bir çatışma dönemini, hesaplaşma dönemini başlatacaklar. Neticede bugünkü saldırgan küreselleşmenin getirmiş olduğu özel bir durum var; bu durum da: "Dünyanın Yağmalanması." ilk defa 1960'larda gündeme gelen ve sonradan da popüler bir kavram olarak kullanılan "global köy", içersinde gizlediği asıl anlamına rücu ederek "global yağma"ya dönüşmüştür. Şimdi dünyada global bir yağma var...
Biliyorsunuz, fakir dediğimiz endüstriyelleşememiş ülkelerin büyük yeraltı ve yerüstü zenginlikleri var. Ormanlarından tutun da doğal kaynaklarına, petrollerine, uranyum, bor madenlerine kadar adı duyulmuş veya duyurulmamış binlerce zenginlik Avrupa ülkeleri ve ABD tarafından 18. yüzyıldan bu yana hayvanlarda dahi olmayan bir hırsla yağmalanıyor. İşte bu global yağma hırsı, "19. yüzyılda kolonyolistler arasında dünyanın kolinize edilmesi, paylaşımı sırasında çıkan çatışmaya benzer yeni bir çatışma ortamı doğuracaktır."
AB'DEN "AVRUPA BİRLEŞİK DEVLETLERİ"NE
Avrupa Birliği, İkinci Dünya Harbi'nden sonra darmadağın olan Avrupa'nın prestijinin korunması, toparlanması için kurulmuştur. Siyasi bir düzenlemesi, bir tarihi, bir felsefesi vardır. Bu projeyi önemli ölçüde gerçekleştirdiler. Muhtemelen, kısa bir zaman sonra da adı "Avrupa Birleşik Devletleri" olarak ilan edilecektir. 15 ülkenin katılımıyla nüfusu takriben "500-550 milyon"a çıkacak, milli gelir olarak "ABD ile atbaşı" olacak, belki de onu geçecek; "7,5 milyon kilometrekare yüzölçümü" ve şimdiden temelleri atılan "2 milyon askere" sahip Avrupa Birliği Ordusu'na sahip bir Avrupa Birliği, koloniler yağmasında ABD ile çatışmaya girecektir.
- Az evvel bir "düşünceye" binaen, "Devlet, Millet,
Vatan" kavramlarını irdelemenizi istemiştim. Bugün, Avrupa Birliği
kapısında bekletilen bir Türkiye var ve "AB dayatmaları" ülkemizde
vatan, millet ve devlet kavramlarını sorgulatır hale getirdi. Şimdi de, kendi
içinde ve ABD ile çatışmaya girecek bir AB'den bahsediyorsunuz. Yani Türkiye,
şimdilik bir güçmüş gibi görünen ama birkaç yıl sonra birbirine düşecek bir
AB'ye mi sürükleniyor. Yani "mandacılar" için de çok hevesli bir
durum ortada yok demeye getiriyorum...
- Bir kere şunu iyi belirlemek lazım... Türkiye'nin AB'den umduğu ne? Belirsiz!.. Evet belirsiz... Türkiye'nin politikasına yön veren insanların "derin bir cehalet", hatta "hıyanet" içersinde olduklarını söyleyebilirim. Bunu açıklıkla söyleyebilirim! Dış mihraklı ve "örtülü gövdeye" göre yön çizen medya organları vasıtasıyla Türkiye politikaları belirleniyor. Türkiye ne umuyor Avrupa Birliği'nden?.. Eğer umduğu bir şey varsa, Türkiye siyasetine yön veren insanların yazılarından, beyanatlarından, dış ve iç ilişkilerinden bunu anlamamız, görmemiz lazım. Hayır!., Niye hayır, Türkiye'nin en cahil insanları siyaset haremine dolmuş da ondan. Adeta küçük çocukların "lolipop" sevdası gibi "Avrupa Birliği'ne girersek bize para gelecek, Türkiye de refah toplumu olacak" şeklinde kalıbı çıkarılmış cümlelerin dışında ortada bir şey yok. Tabii Avrupalılar aptal, çalışıp Türklere yedirecekler! Bu cehaletten de adi bir görüş. Halbuki bu zatı namuhteremler, şöyle bir tarihe dönüp bakabilseler - nerede o entelektüel bakış - Avrupalıların hiçbir zaman almadan vermediklerim göreceklerdir. Avrupa kolonyolisttir, sömürücüdür... Avrupa Türkiye'ye 10 milyar dolar verirse mutlaka karşılığında 100 milyar dolar alır. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girişi tam manasıyla bir intihar girişimidir.
ALT KİMLİK OLMAK "UŞAK ZİHNİYETLİLER"E YAKIŞIR
Lütfen kimse beni kibir ve enaniyet içersinde biri olarak görmesin, buna hakları yok... Şahsım, yıllardır Avrupa Birliği'ni inceleyen, bu konuda incelenmeye layık eser bırakmamaya çalışan biri olarak, bırakın akademisyenliği, en azından bu canım vatanın bir vatandaşı olarak sorumluluğumu yerine getireceğim ve düşüncelerimi ifade edeceğim. Avrupa Birliği'nin içersine giren her devlet bağımsız kimliğini, hürriyet ve istiklalini zaman içersinde yitirecektir. Türkiye için de aynı son kaçınılmazdır. Bu kapsamlı, elitist, jakoben siyaset projesi içersinde her gün eritilen bir Türkiye görmek istemiyorum. ABD'de bir eyalet ne anlama geliyorsa Türkiye de AB içersinde bağımlı ve güdümlü bir eyalet haline getirilecek. Ve Türk milleti de mevcut plan içersinde oluşturulmaya çalışan sözde "Avrupa Milleti" içersinde bir alt kimlik olarak yaşamak zorunda bırakılacaktır... Türkiye, AB'ye üyelik belgesini imzaladığı an kendi eliyle bağımsızlığını da teslim etmiş olacaktır.
- Bakın efendim, az evvel bir mantık silsilesi içersinde meseleleri tam
"anlayabilmek" ve "anlatabilmek" amacıyla devletini
kaybeden milletlerin zaman içersinde yok olmasından bahsetmiştik. Devletsiz bir
milletin tarihten silindiğini söylemiştiniz. Şu anda da, AB içersinde "alt
kimlik" olarak yaşatılacak Türk milletinin düşünülen müstakbel akıbetinden
bahsediyoruz...
- Bu konu o kadar derin ki... Şimdi, AB'ye girmiş bir Türkiye dediğimizde: "Tarihin en derinliklerinde başlayan Selçuklularla dallanan, Osmanlılarla zirvelere ulaşan, binlerce yıl Türklüğün ve İslamlığın bir tek vücutta temsilcisi ve taşıyıcısı olmuş, bugün de Türkiye Cumhuriyeti devletiyle Edirne ve Ardahan'a sıkışan bir devin yüzüstü yere kapanmasından bahsediyoruz, demektir; ama bu geleneğin devamı olarak Türklüğü ve İslamlığı yücelten ve onları kolonyollere karşı müdafaa eden, Türk devletinin ve Türklerin tarihin sonuna gelmelerinden bahsediyoruz. Ve bu coğrafyalarda bir daha dirilmemek üzere uyuşmaya ve akabinde uykuya geçmesi" demektir. Yapılmak istenen açıkça budur.
TÜRKİYE YA "BÜYÜK TÜRKİYE" OLACAK YA DA YOK OLACAK
- Peki, aydın-ulema dediğimiz, "fizik ve metafizik âlemin"
derinliklerini kavramış, ataların tabiriyle "hikmet" verilmiş,
meseleleri bir arşın önceden hisseden ve analiz eden insanların yönetimde
olduğu 21. asır Türkiyesi neler yapabilir?..
- Şimdi şöyle söyleyeyim. Türklerin yeniden büyük bir millet olarak "var olma ile yok olma çizgisinin" tam ortasında olduğunu düşünüyorum. Türkiye şu anda Ergenekon'dan çıktığından bu yana tarih içersinde karşılaşmış olduğu en güçlü krizle karşı karşıyadır. Ne Moğol İstilası, ne Haçlı Seferleri ve ne de Birinci Dünya Harbinin sonunda işgal edilmiş Anadolu bu kadar feci bir durumdaydı. Bugün bu canım ülke, 1919'un şartlarından daha ağır şartlar altında, üstüne üstlük duyarsızlıklar içersinde bir mücadele veriyor. Neden böyle ağır konuşuyorum. Bana bazıları şöyle diyor: "Hocam bunlar komplo teorileri değil mi?" Ben onlara şunu diyorum, sizin keyif içersinde meselelerin farkına varmadan yaşadığınız anlarda biz bu komplolarla karşı karşıya kalıyoruz. Ayrıca kapınızın önüne gelen felaketi görüp, anlamamak ve korkmamak aptallıktır. Yerinde korku iyidir. "Basiretsiz hayvanlar korkmaz, basiretli insanlar korkar. Korkmalıyız sevdiklerimizi kaybetmekten korkmalıyız, vatanımızı kaybetmekten korkmalıyız. Ayıplı durumlara düşmekten, binlerce yıl dalgalandırdığımız şehit kanlarının boyadığı bayrağımızın folklorik bir flama yapılmasından korkmalıyız." Ancak, bu korkular insanı tedbire ve uyanık kalmaya mecbur eder.
Tabii ki korkacağım, Türkiye Avrupa Birliği'ne yamandığı an milli bütünlüğünü kaybetme sürecine girdi demektir. Hele Türkiye'yi bu mecraya sürükleyenlerin vaziyeti vahametini idrak edemediklerini görünce endişelerim bin kat daha artıyor. Hatta askerlerin bir kısmı dahi olayın vahametini yeterince algılamış değiller. Çekilmeye çalışıldığımız cendere, yarını, kültürel, siyasi fikirlerle hazırlanmış bir Avrupa Birliği projesi! Bu siyasi projeye girmiş Türkiye, eninde sonunda yok edilecektir.
- Peki girmediği takdirde ne olabilir?..
- Peki girmediği takdirde ne olacak? Bunda da gerçekçi tahlillerimiz var bizim. Pembe bir Türkiye vaat etmiyoruz kimseye. Her türlü tahliller gerçekçi olmak zorundadır, girmediği takdirde Türkiye şu olacaktır; "ABD'nin karşısında bir numaralı güç olan, 550 milyon nüfusa, binlerce dolar milli gelire ulaşmış, 2 milyon tam donanımlı askeri bulunan bir Avrupa Birleşik Devletleri'nin hedefi olacaktır." Yani Türkiye Avrupa Birliği'ne girse de girmese de AB'nin en büyük hasmı olacaktır. Bu da bizim çok derin düşünmemizi gerektiriyor. Bir de şu durum var ortada... Neden Türkiye'nin mücadelesi bugün 1919'un şartlarından daha ağır?.. Evet 1918 Kasımı'nda Mondros Mütarekesi imzalanmış, dört yıl süren bir Cihan Harbi' nin sonunda binlerce vatan evladı şehit ve gazi olmuş, devlet işgal edilmişti... "Şimdi hudutlarımız belli, kurumlarımız çalışıyor, o günlerle kıyaslanabilir mi?" diyorlar. Ben diyorum ki; "Söylediklerinizin hepsi doğru; ancak o zaman kaba bir düşman ve o düşmanın karşısında çelik gibi bir milli irade vardı." Şimdi düşman kana karışmış derecede kurum ve kuruluşlara nüfuz etmiş ve karşısında direnen milli bir irade de bulmadan hareket ediyor. O zaman milli bir matbuat vardı, şimdi dış mihrakların yerli işbirlikçisi, partilerin, şirketlerin günlük çıkarların hesabıyla hareket eden matbuatlar var. Bugün Amerikan çıkarlarının savaşı olacak Irak Savaşı'nın borazanlığını yapmak amacıyla satın alınan mahfiller, gün geliyor cepleri Batı tarafından doldurulduğunda AB'yi cennet olarak tarif etmeye başlıyorlar. Milliyetçilik, millet, devlet, vatan da neymiş diyerek bayraklarla alay ediyorlar.
- Ama uluslararası kan emici tröstlerin flamalarını en mahrem yerlerine
diktiriyorlar...
- Tabii, onların zehirlerini topluma akıtıyorlar. Ve toplumu istenilen yere kanalize ediyorlar. Şu anda toplumun bilinci kilitlenmiş durumda. İşte tehlikenin büyüğü burada. 1919 yılında Kuva-yı Milliye Ruhu Türkiye'nin her yanını sarmıştı. 1919'un kahramanları şu anda alay mevzuu ediliyor. Benim korkum şu, birkaç gün önce komplolar sonucu Kıbrıs'ta yaşanan alçakça mitinglerin yakında Türkiye'de tertipleneceği. Ve olacaktır da bu. Hasılı şunu söylüyorum; Türkiye, keşke 1919'da olduğu gibi kaba bir düşman saldırısına maruz kalsaydı, kaba düşman itici bir düşmandır.
En azından hedefini belli eder, merttir...
- Mert veya değil kaba... Şok bir tesir yapar. Ve kendimize geliriz. Şu anda Türkiye, namusunu satarak yaşamaya çalışan müptezel insanlara benziyor. Türkiye neyi sattığının farkında değil. Acilen, fedakar ve şuurlu insanların örgütleyeceği yeni bir Kuva-yı Milliye Ruhu'nu tüm Türkiye'de diriltmemiz lazım. Zira, Anadolu coğrafyası çok tehlikeli bir coğrafyadır, asla zayıflık kabul etmez. Bu coğrafyada zayıf, dirayetsiz bir devletin ayakta kalmasına asla izin yoktur. Bakın, Fransa bin 500 yıldan beri aynı Fransa'dır, İngiltere aynı İngiltere'dir. Ama Anadolu coğrafyasına şöyle bir bakın sadece milattan bu yana eski Frigler'i, Hititler'i, İyonlar'ı, bu topraklardan gelip geçen İskenderleri düşünün, dört cihan impatorluğunu, Büyük Roma, Doğu Roma, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu'nu düşünün, bunlar sadece bakışlarıyla bile dünyayı sarsarken ne kaldı geriye? Bugün, ayaklarının üstüne durmak için IMF'ten, AB'den para dilenen, mahrem teknolojilerini (tanklarını, F4-F5 uçaklarını) İsrail'de modernize ettiren, endüstrisi olmayan, tarımı baltalanan, ancak dünyadaki siyasi dengelerden bir yere yaslanarak ayakta durmaya çalışan, devletiyle milleti arasında güven yerine güvensizlik ihsas eden politikaların hakim olduğu, devletin milleti potansiyel düşman, milletin de devleti kutsallarıyla uğraşan zalim bir düşman olarak gördüğü bir durumda, Türkiye batağa saplanmış bir vaziyettedir. Bu derece güçlü imparatorlukları yutmuş Anadolu, böyle yaşamaya çalışan Türkiye'yi adeta yalamadan yutar. Türkiye'nin yutulması demek Orta Asya'nın, bin yıldır müdafaa edip, bayraktarlığını yaptığı Müslüman âleminin de yutulması demektir.
Türkiye'yi bu hale düşürecek olanlar bu milleti Avrupa'nın alt kimliği olarak, "jandarması, lejyoneri, muhbiri, ajanı" olarak kullanmayı hedeflemektedir. Bu milletin evlatları Avrupa'nın paralı askerleri olarak savaşacaklar. Anzak askerleri gibi emperyalist çıkarlar uğruna masum milletlerin kanına girecek tetikçiler olacaktır. Ve bir zaman sonra kızgın kumun üstüne serpilmiş bir kova su gibi buharlaşacaktır. Bir tek örnek bile yeter; Kuızey'den gelen eski amca çocukları Hunlar, Avarlar, Bulgar Türkleri'nden geriye ne kaldı?..
TOPYEKÛN KUVA-YI MİLLİYE RUHU
- Hakeza, İsrail'deki "Eşkenazi" denilen Yahudilerin, kim bir
zamanlar Hazar Türkü olduklarını iddia edebilir ki? Aslından kesilen süt gibi
dünyanın başına zehir oldular.
- Evet, aynı akıbete uğrarlar. Avrupa Birliğî'nin bir kuşak sonrasını düşünün. O yüzden yeniden çok şuurlu bir Kuva-yı Milliye Ruhu'na, halkını potansiyel bir düşman olarak görmeyen onun kutsallarıyla oynamayan, onlara saygı gösteren bir devlet anlayışıyla, milli birikimli, çok birikimli, çok kapasiteli, omurgalı bir teşkilatlanmaya sahip bir milli entelijansiyaya ihtiyacımız var. Beş paralık parti jargonlarıyla değil gerçek milliyetçiliği kendisine şiar edinmiş entelektüel hareketlere ihtiyacımız var. Unutmayalım bu üzerinde yaşadığımız toprakları da Kuva-yı Milliye hareketiyle kurtardık. Türkiye, bu durumdan daha fazla küçülemez ve milletin meclisinde kanla yazılmış olan "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir." sözünü tatbik etmesi gerekenlerin, bunu yapmadıkları takdirde kendi meşruiyetlerini kendi elleriyle yok edeceklerini bir Türk aydını olarak ifade etmek isterim..
KAYNAK: Türkiye, ya "Büyük
Türkiye" Olacak ya da Yok Olacak!... (durmushocaoglu.com, 23.06.2017 -
Devlet İçin Devlete Rağmen, Truva Yayınları., 2. Baskı, Eylül 2006, İstanbul,
s.305-319).