Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Roman Yazarı, Diplomat, Öykü Yazarı

Doğum
Ölüm
19 Mayıs, 1927
-
Eğitim
Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi)
Diğer İsimler
Alparslan, Sezaizade Abdülhakim Hikmet, Yavuz

Hikâye ve roman yazarı, diplomat (D. 1870, İstanbul - Ö. 19 Mayıs 1927). Alparslan, Sezaizade Abdülhakim Hikmet, Yavuz imzalarını da kullandı. Basılmamış bir Divan’a sahip olan şair Yahya Sezai Efendinin oğludur. Süleymaniye Mahalle Mektebinde, Dökmeciler’deki Taş Mektepte, Aksaray’daki Mahmudiye Vakıf Rüştiyesinde (ortaokul) ve Soğukçeşme Askerî Rüştiyesinde okuduktan sonra girdiği Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi)’den 1888’de mezun oldu. Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı)nde görev alarak Pire, Marsilya, Poti ve Kreç’te konsolos kâtipliği (1889-96) yaptı. Yurda dönüşünden sonra Dışişlerindeki görevini sürdürürken Galatasaray Lisesinde Türk edebiyatı, Darülfünûn (İstanbul Üniversitesi)’da Alman ve Fransız edebiyatı dersleri okuttu. Bir süre Nafia Nezareti Ticaret Müdiriyeti Umumisi (Bayındırlık Bakanlığı Ticaret Genel Müdürlüğü)’de çalıştıktan sonra yeniden Hariciye Nezaretine döndü ve Peşte Başkonsolosluğu (1912-18) yaptı. 1918’de İstanbul’a döndü ve önce Abdülmecit Efendinin Serkâtipliğine (başkâtatip) atandı. 1926’da Ankara’da Dışişleri Bakanlığı Konsolosluk Hizmetleri ve Ticaret Genel Müdürlüğüne getirildi ve aynı yıl içinde Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığına atandı. Anadolu - Bağdat Demiryolları ile Elektrik Şirketi İdare Meclisi üyeliklerinde bulundu. Karaciğer kanserinden öldü ve Maçka Şeyhler Mezarlığında toprağa verildi.

Müftüoğlu, edebiyat dünyasına Servet-i Fünûn dergisinde yayımladığı bir hikâye ile girdi. İlk hikâyelerinde Servet-i Fünûn topluluğunun dil ve edebiyat anlayışını benimsedi. Daha sonra Türkçülük ve Yeni Lisan akımlarını benimseyerek hikâyelerini millî konularda ve sade bir dil kullanarak yazdı. Türk Derneği ve Türk Yurdu (1911) dergilerinin kurucuları arasında yer aldı.

ESERLERİ:

HİKÂYE: Leyla yahut Bir Mecnunun İntikamı (1891), Haristan ve Gülistan (Dikenlikler ve Gül Bahçesi, 1901-1900 ekte), Çağlayanlar (1922).

ROMAN: Gönül Hanım (tefrika, 1920, bas. 1971).

HAKKINDA. İsmail Hikmet Ertaylan / Ahmed Hikmet, İsmail Safa, Koca Ragıp Paşa ve Fitnat (1933), Fethi Tevetoğlu / Müftüoğlu Ahmet Hikmet (1951), Cevdet Kudret / Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman (1971), Fethi Tevetoğlu / Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Enis Behiç Koryürek, Ömer Naci (1987), Ömer Lekesiz / Yeni Türk Edebiyatında Öykü - 1 (1997), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).

 

BAHAR

-Pencereleri açın! Hava girsin! Akan rüzgâr, bu odanın kokusunu, hayalâtını, hatıratını, sürsün götürsün! Güneş girsin! Yağan ışık, köşelerin gölgelerini bozsun silsin!
Pencereler açıldı. Hava bürüdü. Güneş yürüdü. Hayalât, hatırat, siyah düşünceler sürüldü, silindi. Ve ben de beraber..

Fesim bükülmüş, boynum bükülmüş, boyun bağım bükülmüş, belim bükülmüş. Ölü küçük dalgalar gibi gayrı muntazam mavi, tümsek kaldırım taşları üstünde, batıp çıkan bir çürük sandal acziyle, sallana sallana ilerlemek istiyordum, yürüdüm. Sahile kadar geldim. Haraptım. Issız viranedeydim. Mavi deniz önümde, mavi gök üstümde idi. Taze baharın serin, serptiği ışıklara sarılmıştım.

Deniz kenarında idim. Arzın kenarında idim. Dalgalar taşlara çarparak sinelerini yırttıkça ipliği kopan inci gerdanlık gibi göz yaşlarım göğsüme dökülüyordu.
Bugün hava pek tatlı, güneş şakrak, gök pek açık, saçıktı. Fakat ben kahrolmuş, ben mahvolmuş, ben bitmiştim. Bir taşın üstüne yığıldım. Şakaklarımı avuçlarımın içine aldım. Nazarlarımın siyah nuru, denizin mavi atlası üzerinde kara lekeler bıraka bıraka uzanıyor. Karşı sahilin minarelerini kucaklıyor, kubbelerini öpüyor. Onlara gizli gizli veda ediyor ve "Sizi Allaha ısmarladım! Sizi Allaha ısmarladım!" diyordu.

Biraz ötede, döne döne, ağır ağır kalkan tozların arasından zayıf dermansız bir genç hayalî koltuk değneğine dayanarak ağlıyordu.

Uzaktan bir ses kaynaşan güneşin arasında süzülerek bize doğru erişti:

-Bahar kokuları, bahar kokuları!..

Bir sepetin içinde sünbüller, fulyalar, zerrinler, menekşeler, şebboylar dalga dalga renkler, damla, damla rayihalar sıralanmıştı.

Çiçekçi tâ yanımızdan geçiyordu. Dikkat ettim; genç hasta da gözlerini kapamış, başını arkaya bırakmıştı. Vatanın bu tatlı kokularını titreyen dudaklariyle emmek, öpmek istiyordu. Bu kokular bana ve ona ne müdebdep ve muhteşem tarih sahifeleri, ne mutantan ve muazzam zafer levhaları gösteriyor ve ne rakik ve ulvî ve hayat neşideleri okuyordu. Mevkiim Sarayburnunun en muallâ bir noktası idi. Sinan Paşanın Muradı Salis için yaptırdığı "İncili Köşk"ün viranei zaili üstünde idik. Sanıyordum ki bugün baştan başa vatan, evlâtlarının kan ve yaşlariyle yakut ve incili bir kâşanedir. İkimiz de içinde iki ufak bürkân gibi tutuşan kalplerimizi örten sinemizi Kâbetullaha çevirdik. Bu rayihalara bürünen ruhlarımız sanki güneşten kanatlar takınarak sahibi Kur'an'ın eşiğine çarpa çarpa erimek için bizden ayrıldı.

O dakika o da, ben de o mertebe masivadan ayrılmış, o mertebe fenafillaha ermiş.. Ben bir tayf, o bir zıl olmuştuk. İkimiz de birbirimize yaklaştık.

-Ey genç adın nedir?

-Mazlum!

-Bak bahar nefhaları, güneş renkleri, nesim rayihaları bütün önüne dökülmüş. Daha ne istiyorsun? Neden mahzunsun?

Sepette ne kadar çiçek varsa aldım. Gencin kucağına, etrafına yığdım.

-Bak! Bu kokular, senin harîm rayihalarındır. Saraylarının, pınarlarının, kulübelerinin, ninelerinin, mihraplarının kokularıdır. Münkesir kalbini bu çiçeklerin özleriyle peçinle!
Mazlûm önünde bir sahife gibi açılan Topkapı sarayının etrafına solgun bakışlarını gezdirdi. İçini çekti, kolları, birer kırık dal gibi, kıvrıldı ve yanına düştü.

-Hayır, dedi, bütün kokuları bir siyah tül ile örtülü sanıyordum. Lâle bir açık yara, konca bir kan pıhtısı, sünbül çitişmiş bir hasta saçı, menekşe, mavi gözlerin damla damla yaşı..

-Bütün bir senenin fecri bahar! Bak, sana ne neş'eli dakikalar vadediyor.

-Bende şimdi bir zevk kaldı. Ağlamak zevki!.. Bir ümit kaldı: mahşer ümidi.

-Baharın minesi yağmurdur. Babası güneş. Bütün bunlar aile efradını sana, senin saadetine hasrettiler.

-Nesim esareti, kuşlar enini, kokular buhuru matemi telkin ediyor. Bence şimdi gök bir türbe, güneş bir kandil.

-Görüyorum ki hem hastasın, hem meyus. Benden gizleme, söyle niçin meyus? Neden hastasın?

-Peki dinle: benim bir sevgilim, sevgili zevcem vardı. Güzel, gürbüz çocuklarım vardı. Babam ve üvey anam sevgilimin kıymetini bilmediler. Onu sevmesini bilmediler. Biçâre kadın bu ihmale dayanamadı, öldü. Sonra çocuklarım da öldü. Sonra evim de yandı. Servetim de mahvoldu. Sonra işte ben de bittim. Bahar! Bahar! Ben baharımı mezarımda açılacak dikenlerde görüyorum.
                                                                               (Çağlayanlar, 1968)

 

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör