Şair ve yazar, siyaset adamı (D. 23 Haziran 1901, Şehzâdebaşı / İstanbul - Ö. 24 Ocak 1962, İstanbul). Soyadı kanunundan önce Mızrakçıoğlu lakabını kullandı. Babası devletin çeşitli livâ (mutasarrıflık) ve vilâyetlerinde kadılık yapan, Antalya kadısı iken emekli olan Hüseyin Fikri Efendi, Annesi Nesime Bahriye Hanım’dır.
Çocukluğu
İstanbul’da geçti. İstanbul’da, Ravza-i Maarif İptidaî Mektebinde (ilkokul)
başladığı öğrenimine Sinop ve Siirt rüştiyelerinde (ortaokul) devam etti.
Siirt’te, Katolik Dominicain misyonerlerinin yönettiği Fransız mektebinde de
bir yıl kadar okudu. Ortaöğrenimini Vefa, Kerkük, Antalya sultanîlerinde (lise)
okuyup tamamladıktan sonra, bir yıl Baytar Mektebine devam etti.
1919’da
girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesini “Şeyhî’nin Hüsrev ve
Şîrin’i” adlı tezi ile 1923’te bitirdi. Fakültedeki hocaları arasında Cenap
Şahabettin, Yahya Kemal, Necip Asım, Rıza Tevfik, Fuad Köprülü, Ferit Kam,
Yusuf Şerif Kılıçel, Ali Ekrem Bolayır, Hüseyin Dâniş de vardır. Hasan Âli
Yücel, Mustafa Nihad Özön, Halil Vedat Fıratlı, Necmettin Halil Onan, Rıfkı
Melûl Meriç, Mehmet Halit Bayrı sınıf veya devre arkadaşlarıdır.
Erzurum,
Konya, Ankara liseleri, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü ve İstanbul Kadıköy
Lisesinde edebiyat, Güzel Sanatlar Akademisinde estetik ve mitoloji, Üsküdar
Amerikan Kolejinde edebiyat öğretmenliği yaptı (1923-39). İbnülemin’in konağına
devam etti. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsüne atanan (1939) ilk profesör oldu. 1940’ta
Kırklareli’nde topçu teğmeni olarak yaptığı askerlik görevinden sonra yeniden
üniversiteye döndü. Maraş’tan milletvekili seçilerek 1943-46 yıllarında
parlamentoda yasama görevi yaptı.
Samed
Ağaoğlu’nun aktardığı bir konuşmasına göre politikaya girişinden memnun
değildir:
“Bak
Samet. Ben Büyük Millet Meclisine değil, bir tekkeye girmişim meğer! Postnişin
bir şeyh, çevresinde derece derece rütbeli şeyhler, sonra yine derece derece
rütbeli müritler. Şeyh ve yanındakiler koridorların ortasında, başları dimdik,
gözleri dört yana fırıl firıl dönerek dolaşıyorlar. Müritler de yine
derecelerine göre duvar diplerine yakın sıralar hâlinde. Benim gibi yeniler ise
duvarlara hemen hemen sürünerek, başları eğik yürüyorlar, daha çok kaş göz işaretleri
ile konuşmağa çalışıyorlar. Niye girdim bu tekkeye? Niye girdim?”
1946
yılındaki seçimlerde aday gösterilmedi. Bir müddet Millî Eğitim Bakanlığı
müfettişliği (1946-48) ve 1948’de Güzel Sanatlar Akademisinde hocalığının
ardından eski görevi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı profesörlüğüne
döndü (1949). Son Çağ Türk Edebiyatı Kürsüsündeki bu görevini ölümüne kadar
sürdürdü.
1953
yılında altı ay, 1955’te filoloji kongresine katılmak için üç hafta, 1959’da
bir yıl kalmak üzere üç defa yurtdışına çıktı. Paris, Fransa’nın diğer
şehirleri, Belçika, Hollanda, İngiltere, İspanya, Portekiz, İtalya ve
İsviçre’yi gördü. 23 Ocak’ta kalp krizi geçirdi, Haseki Hastahanesine
kaldırıldı, ertesi sabah, ikinci bir krizle vefat etti. Mezarı
Rumelihisarı’nda, hocası ve dostu Yahya Kemal’in mezarının yanıbaşındadır.
Mezar taşında “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında” yazmaktadır.
Hiç evlenmedi.
Edebiyat Çalışmaları:
İlk
şiirleri 1921-23 arasında Dergâh dergisinde yayımlandı. Daha sonra
Millî Mecmua, Hayat, Görüş dergilerinde şiir yayımladı. 1932 yılından sonra
yazdığı şiirleri Varlık, Ağaç, Görüş, Oluş, Ülkü, İstanbul vd.
dergilerde yayımlandı. Şiirlerinin küçük bir bölümünü ölümünden bir yıl önce
kitaplaştırdı. Şiirlerinden çok romanları ve edebiyat tarihi araştırmalarıyla tanındı.
Ahmed
Hamdi Tanpınar eserleriyle, kişiliği ve kültürüyle önemli bir yazardır.
Edebiyatın roman, hikâye, deneme, şiir, tenkit, inceleme, edebiyat tarihi
alanlarında eser verdi. Önce hocası, daha sonra dostu olan Yahya Kemal’den Batı
edebiyatı ve divan şiirinin zevkini, millet ve tarih hakkındaki görüşlerinin
temelini, edebî eserin dille ilgisini ve dili kullanma sanatını aldı. Onun
öncülüğüyle, öğrenciliğinde Baudelaire, Verlaine, Mallarmé, Anatole France,
Goethe, Dostoyevski’yi yoğun olarak okudu.
Güzel
Sanatlar Akademisindeki estetik ve mitoloji hocalığı sırasında plastik
sanatlarla olan yakınlığı, ileride edebiyatla, şiirle ilgili yazılarına
yansıdı. Lanson, Brunetiére, Thibaudet gibi Fransız eleştirmen ve edebiyat
tarihçilerini; Freud, Jung ve Bachelard’ı okudu. Türk musikisi de yoğunlukla
ilgilendiği bir alan oldu. Zaman duygusunu, mazi düşüncesini ve rüya estetiğini
eserlerinde sıkça işledi ve eserlerinin dokusuna kattı. N. Gürbilek’in deyimiyle akmakta olan zaman, erkek; geçmiş, kadındır onda.
Psikolojik
tahlillere geniş yer verdiği hikâye ve romanlarında batılılaşma ve gelenekler
arasında kalarak arayışlar ve tıkanmalar içinde bunalan kişileri anlattı.
Romanlarının temel sorunsalı, Türk toplumunun yaşadığı Batılılaşma değişimi ve
dönüşümüdür. 1948’deki tefrikası geliştirilerek yayımlanan Huzur’da,
Cahit Tanyol’un ifadesiyle “Yahya Kemal’in dev kanatlarından sızan ilhamlı ve
bereketli ışığın bir taşıyıcıs, bir işçisi” olan Tanpınar, bizi “hakikat”le yüz
yüze getirmiştir.
Saatleri
Ayarlama Enstitüsü’nde ironi yoluyla
devrinin keskin biçimde eleştirisini yaptı. Mahur Beste, tefrika
edildiği biçimde yayımlanmış, aslında tamamlanmamış bir romandır. Bu roman,
kökleri Osmanlı modernleşmesi içinde yer alan bir ailenin tarihini, uç
bireylerin tasvirleri eşliğinde anlattı. Aynı zamanda o dönemin ilmiye
sınıfının çöküşü de romandaki bazı figürler aracılığıyla ikinci bir tema olarak
anlatıldı.
Tanpınar’ın
ilk iki hikâyesi, “Geçmiş Zaman Elbiseleri” ve “Erzurumlu Tahsin”dir.
İlk hikâyesinde olay rüya gibi bir dekor içinde geçer. Hikâyelerinde rüya
temasını sıkça işledi. “Abdullah Efendinin Rüyaları” tamamen bir rüya
hikâyesidir. “Rüyalar Hikâyesi”nde ise bu doğrultuda çok yönlü
açıklamalar ve yorumlar getirdi. Yazarlık hayatı boyunca toplam on dört öykü
yayımladı.
Öykülerinde,
rüya, gerçek ve zaman kavramlarını tartıştı; onları, psikolojik yoğunluk,
şaşırtıcı semboller ve soyutlama yaklaşımlarıyla ördü. Öykülerinde hep bir
“güzellik yaratmak” peşinde oldu; çünkü ona göre öykü, hayat güzelleşsin diye
yazılmalıdır. Anlattığı her şeyi folklor olmaktan çıkarıp sembollerle sanat
katına çıkarttı. Öykülerinde sağlam, üzerinde inceden inceye düşünülmüş bir
yapı kurdu. Tanpınar’ın öyküleri, Hüseyin Su’nun ifadesiyle “bütün
yazdıklarının iklimini, birikimini, paylaşmalarının yanında, dili ve üslûbu,
kurduğu tahkiye dünyası, zaman, rüya, musıkî, kadın, ölüm, hayat, ikinci hayat
ve ikinci ben… gibi kendine özgü anlatım renkleri açısından da sanatçı
kişiliğinin romancıdan sonra gelen sıfatı olmuştur.”
Sınırlı
sayıda şiiri vardır. Son yıllarında serbest şiir denemeleri oldu. Fakat onların
mükemmeliyetinden hep şüphe etti. Altı adet olan serbest şiirlerinde sesi ihmâl
etmedi. Kafiye yoksa bile asonanslardan, mısra başlarında veya aralarında küçük
ses unsurlarından vazgeçmedi. Hece ile yazdıklarında zaman zaman duraksız
mısraları denedi. Aruzu hiç denemedi. Ancak, bir çok şiirinde bu veznin
kalıplarından çeşitli sesler getirdi. Divan şiirine de Batı şiirine de açık bir
şiir ortaya koydu.
Halk
şiirine ve folklora ilgi göstermedi. Şiirlerinin temaları olan zaman, rüya,
müzik ve sonsuzluğu; tabiat, ölüm, korku, ışık ve renk gibi motiflerle işledi.
Onun şiirle ilgili amacını, “şiirde dolayısiyle kendimin, hikâye ve
romanlarımda kendimle beraber mümkün olduğu kadar hayatın ve insanların -benden
başkalarının- peşindeyim.” cümlesi açıklar. Şiirde en büyük amacı onu
içeriği, dili ve şekliyle mükemmeliyete ulaştırmaktır. Şiir için, “dilde rüya
hâlini kurmak”tan söz etti. Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın şiirlerini gençlik, olgunluk
ve serbest nazımla yazılanlar olmak üzere üç döneme ayırır. İlk döneminde
karamsar, çaresiz ve hüzünlüdür. Genel olarak şiirinde, ölüm gerçeğinden sanat
ve güzelliğe sığındı.
Bilinen
ilk düzyazısı 1928’de Hayat dergisinde yayımlanan “Bugünkü Edebiyatımız
Hakkında Birkaç Düşünce”dir. Daha sonra yazdığı “Şiir Hakkında” yazısında,
daha o yıllarda Türk şiirinde vezne ve kafiyeye karşı başlamış olan husumeti
eleştirdi. Ona göre vezin, kafiye, şekil vs. arızî unsurlar “şiirin nizâmını,
mükemmeliyet dediğimiz kıvılcımı çıkartmak için, zekânın madde ile mücadelesini
temin” etmekteydi. 1930’da Şiir Hakkında adı altında peş peşe makaleler
yayımladı. Ayrıca, tarih, estetik, müzik, şehir, hüsn-i hat ve resim
konularında deneme yazdı. Denemeleri, Türk nesrinin zengin, derin ve güzel
örnekleri oldu.
Tanpınar İçin Ne Dediler?
“Bursa’da
Zaman şiirinde hem kozmik âlemi, hem tarihî zamanı bir arada kavrayan, millî
tarihle kendi şahsî hayat macerasını birleştiren, hayata karşı derin hayranlık
duygusu ile beraber, ‘bir rüyadan arta kalmanın hüznü’nü ve ebediyet iştiyakını
bir musiki parçasının çeşitli sesleri gibi birbiri içinde eriten Tanpınar,
kompleks duyuş tarzına uygun gene kompleks bir üslûp vücuda getirmiştir. Hiç
şüphesiz o, Cumhuriyet devrinin en derin şairlerinden birisi olduğu gibi, aynı
zamanda dili de en ustaca kullanan bir sanatkârdır.” (Mehmet Kaplan)
***
“Tanpınar,
rüya, gerçek, zaman olgularının tartışıldığı öykülerini, psikolojik yoğunluk,
şaşırtıcı semboller ve soyutlama yaklaşımlarıyla, derinlikli, çağrışımı bol bir
alana yerleştirir. Elbette bütün bunlar sanatta peşinde olduğu ‘rüya estetiği’
anlayışının bir tezahürüdür. O öykülerinde hep bir ‘güzellik yaratmak’
peşindedir. Çünkü ona göre öykü, hayat güzelleşsin diye yazılmalıdır. Rüyanın,
masalın, korkunun hatta yalanın sanatı güzelleştiren unsurlar olduğunu düşünür
ve öyküsünü bu öğelere yaslar. Anlattığı her şeyi (hayatın kendisini) folklor
olmaktan çıkarıp sembollerle sanat (öykü) katına çıkartır. Ama bu güzellik her
zaman yoğun bir dikkatin ve bir düşüncenin dışlaşmasıyla oluşur. Öyküleri
öylesine sağlam, üzerinde inceden inceye düşünülmüş bir yapıdadır ki, sanki her
satırına tüm düşünsel, sanatsal, felsefi görüşlerini sığdırmaya çalışır.” (Necip Tosun)
***
“Özellikle
musikinin, Tanpınar’ın yaşadığı günden uzaklaşmasına ve mâziye sığınmasına
zemin hazırladığı zaman zaman öne sürülmüşse de, eserleri dikkatle
incelendiğinde, onun mâziye sığınmaktan ziyade, mâziden bir nevi güç alarak,
içinde yaşadığı zamanın meselelerine eğilen ve bunlara yeni çözümler bulmaya
çalışan bir fikir adamı olduğu da kolayca fark edilebilir. (…)
“Tanpınar’ın
Türkiye’nin siyasi ve ideolojik bakımdan büyük çalkantılar geçirdiği 70’li
yıllardan sonra, Türk tarih ve kültürünü alışılmışın dışında, daha farklı bir
gözle tanımak isteyen değişik kesimlerde ilgiyle okunmasının, fikirleri
üzerinde değişik değerlendirmeler yapılmasının, hatta teklif ettiği çözüm
yolları itibariyle bazı çevrelerde münakaşa edilmesinin sebebini, onun büyük
bir kültür birikimiyle birlikte, meselelere alışılmışın dışında, değişik
açılardan bakışı ve çok farklı bir duyarlılığa sahip olmasında aramak gerekir.”
(Abdullah Uçman)
ESERLERİ:
Şiir: Şiirler (1961; yeni bas. daktilolu
manüskrisi kitaba eklenmiş olarak 2000),
Bütün Şiirleri (1976), Seçmeler
(Enis Batur tar., 1992).
Hikâye: Abdullah Efendi’nin Rüyaları (1943), Yaz Yağmuru (1955), Hikâyeler (1983, ilk iki kitap ve
bunun dışında kalanlar).
Roman: Huzur (1949; 22 Şubat-2 Haziran 1948 Cumhuriyet gazetesinde tefrika), Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1961), Sahnenin Dışındakiler (1973;
tefrika 1950), Mahur Beste (1975;
tefrika 1944), Aydaki Kadın (1987).
İnceleme: Tevfik Fikret Hayatı Şahsiyeti Şiir ve
Eserlerinden Parçalar (1937),
Namık Kemal Antolojisi (1942),
19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi I (1949, gen. 2. bas., 1956), Yahya Kemal (1962), Edebiyat Üzerine Makaleler (yay.
haz. Zeynep Kerman, 1969),
Mücevherlerin Sırrı (1928-60 arası gazete ve dergilerde yayımlanmış ama
kitaplarına girmemiş yazı, röportaj ve anket cevapları; yay. haz.: İlyas Dirin,
Turgay Anar, Şaban Özdemir, 2002),
Edebiyat Dersleri (Ders notları, haz. Abdullah Uçman, 2002).
Deneme: Beş Şehir (1946), Yaşadığım Gibi (1970).
Mektup: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mektupları (Zeynep
Kerman tar., 1974), Tanpınar’dan
Hasan–Âli Yücel’e Mektuplar (haz. C. Y. Eronat, 1997).
Senaryo: İki Ateş Arasında (1998).
Çeviri: Alkestis (1943) - Elektra (1943) - Medeia (1943)
(Euripides’ten), Yunan Heykeli (Henri Lechat’dan, Zühdü
Müridoğlu ile, 1945).
Eserlerinin
yeni baskıları Dergâh Yayınlarınca ve daha sonra da YKY tarafından yapıldı.
KAYNAKÇA:
Tahir Alangu / Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman (c. 3, 1965), Orhan Okay /
Bir Monografi Denemesi I-VIII (Dergâh, sayı: 25-33, 1992), Mehmet Behçet Yazar
/ Edebiyatçılar Alemi-Edebiyatımızın Unutulan Simaları (yay. haz. Mustafa
Everdi, 1999), Mücevherlerin Sırrı-Derlenmemiş Yazılar Anket ve Röportajlar /
Ahmet Hamdi Tanpınar / Hazırlayanlar: İlyas Dirin, Turgay Anar, Şaban Özdemir /
(Cumhuriyet Kitap, 31.1.2002), Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı (Hece, sayı:
61, Ocak 2002; İçinde bibliyografya), Beşir Ayvazoğlu / Tanpınar ve Siyaset
(Zaman, 10.3.2002), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) -
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi,
C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013).
Sevdiğim bir muharrir “Aşk, ölümün
gülümseyen yüzüdür” der.Bu mes'ut cümleyi her hatırladıkça, onu kendim
söylememiş olduğuma müteessir olurum. Çünkü, bu iki mefhumdan birini, ötekini
hatırlamadan hiçbir zaman düşünmedim; hattâ onlar benim için eş doğmuş
mefhumlar değil, birbirini tamamlayıcı yegâne hakikatlerdir. İnsan zekâsının bu
ikiz kanadı, hayat aynasında daima yanyana çırpınırlar. Büyüğe, bütüne, kemale
ancak onlara eriştiğimiz, bu tecrübeleri nefsimize mal ettiğimiz zaman vâsıl
oluruz. Şiirin, san'atın tebessümü ancak bu iki müntehanın arasında doğar,
Hakikî hayat, Hayyam'ın şiirlerindeki destiler gibi ölümün elinde yoğrulur,
aşkın ateşinde pişer ve tam kıvamını bulduğu zaman yine ölüm onu ebediyetin
kucağına atar. Eğer san'at ve hayatın gayesi, zamanı yenmekse, biz bu tecrübeyi
ancak bu sanatkârın elinde ve bu ocakta yaparız. Aşk, ruhun ebediyete doğru
yaptığı geniş hamlede kendi kendisini ikrarı, zamanı yenmek için insan
iradesinin muhtaç olduğu teksif kudretine ve iradeye erişmesidir; ölüm bu merhalede
bir kemalin, bir tamamiyette bekçisi olur. Birincisinden yorulunca öbürüne,
ikincisinden korkunca birincisine sığınanlar, bu ikiz tecrübenin verebileceği
mazhariyetlerin eşiğinde kalmış olanlardır; fakat her ikisini birden kendimizde
topladığımız gün, kâinat karşısında hakikî vaziyetimizi almış oluruz; yâni
Yahya Kemal 'in dediği gibi bir ilâh oluruz.
Aşk
bize münferit ve dağınık dünyayı bir bütün halinde verir; zekâyı ihsasların
yalancı cennetinden ve dar müfredatından, aklın gülünç ve sıkışık hesaplarından
kurtararak bir ebediyetin aynası yaptığı içindir ki, biz onun vasıtasıyla arızî
olan her şeyi yeneriz.
Dağınık kâinat unsurları, eski zaman portrelerinin o
sihirli peyzajları gibi, ancak seçilmiş bir çehrenin etrafında toplandıkları,
bu saçların gecesinde veya altın şafağında, bu gözlerin tılsımlı zümrüt
büyüsünde ve dudakların dargın kıvrımı veya âşinâ gülüşü üstünde dolaşan
parıltı ile aydınlandıkları zaman hakikî mânâ ve nizamını bulur, oluşun
fantezisinden sıyrılır, bizde yeni bir şekilde teşekkül eder. Nasıl dış âlemin
doğması için güneşin yaratıcı teması lazımsa, bu âlemin kendimize, sathî bir
temasın dışına çıkan bir zenginlikle ilâve edilmesi, bizimle kaynaşması, bizim
olması için de bu derunî aydınlığa ihtiyacımız vardır. Onun sayesindedir ki,
büyük hakikatleri kavrarız, mevsimler bize güler, eşyada uyuyan gurbetzede ve
sâkit ruh bizimle konuşur, zaman sırrını açar ve derin bir anlaşmada bütün
uzaklıklar silinir; bütünün terkibi kendiliğinden kurulur. Bu ilâveyi yaptığımız
zaman, biz, alelade fani taliinin üstüne çıkarız, mukadderatın sofrasında
zarımız oynar ve ellerimize yaratıcılığın nefhası sinmiş olur. O zaman
insanoğlu, biricik vasfı yaratıcılık olan zekâ hayatına hakikî manâsıyla doğar.
Ötesi bulunmayan aşk, müteakip tecrübelerde gölgesini eşyanın ve maddenin
tenevvü'üne emanet ettiğimiz, yahut ateşini hâdiselerin veya tarihin akışına
geçirdiğimiz ilk ve en büyük, yegâne ibda'ımızdır.
Nasıl severiz? Filozoflar ve fizyoloji âlimleri bu muammayı halletmeye
istedikleri kadar çalışsınlar; bizim için esas olan, hilkatin bu mevhibesini,
bu büyük ve cömert kudreti kanımızda taşımamızdır.
İhtimal ki o alelâde bir tesadüfün derinleşmesi, etrafa kök, budak
salmasıdır; ihtimal ki çocukların zıpzıp oyununa benzeyen diğer tesadüflerden
çok başka türlüdür. Ve arkasında irsiyetin, cinsin, bin türlü bilinmez,
çetrefil muayyenleri saklıdır ve biz dinlerken ürperdiğimiz bir seste veya
dalgın bir hayranlıkla temaşasına koyulduğumuz bir çehrede tanımadığımız bütün
bir cedler silsilesinin, asırlarca süren bir irsiyet ıstıfasının güzellik,
hasret ve rüyasını tatmin ederiz. Bunun gibi o, şüphesiz tabiatta mevcut hayat
ve yenileşme iradesinin gizli bir tuzağı da olabilir. Fakat herhangi şekilde de
olsa biz, istikrarı, bütün bu olan ve olurken değişen ve ademin girdabına doğru
giden akıcı selden bir an dışarıya fırlamamız imkânını, zaman denen sarhoş devi
saçlarından yakalayıp kendimize muti kılmamız fırsatını hep onda buluruz;
ferdiyetimizi onunla idrak eder, imkânlarını onunla yoklarız.
Günlerin çamurunu bir elmas yığını haline koyan, tenin cifesini
ilâhî bi şafağın aydınlığında yıkayan, ademin meyvası olan ruhu, bir ezeliyet
şarabı haline getiren odur.
O, ruhun muayyeniyet kazanması için biricik nizamdır. Ve bizi
ömrümüzde bir defa ve bir tek insan için ziyaret eder ve bir defa koklandıktan
sonra unutulmayan bir gül gibi bütün bir ömrü lezzet hatırasıyla doldurur. Veyl
o ânı kaçıranlara!..
Onlar, arzunun cehenneminde, şifasız bir boşluğun kırbacı altında
bütün ömürlerince sürüneceklerdir. Hayat onlar için manasız bir seyahat, ölüm
sadece bir yokluk korkusudur.
Don Juan'ın bütün eksikliği buradadır. Hayat ve ihsasların kadehini
birbiri ardınca boşaltan ve daha birini bitirmeden öbürüne saldıran bu
kahramanın mağrur susuzluğunu, belki de bir keyfiyet yokluğunun bir kemiyetle
hiçbir zaman telâfi edilmeyeceğini anladığım için olacak, hiç kıskanmadım. O,
bütün ömrünce, her boşalttığı kadehin dibinde aynı gül rengi ifritin alaycı
gözleriyle karşılaşmaya mahkûmdu. Hakikaten, bütün kadınları, bütün içkileri
ve bütün lezzetleri bir ömür boyunca ve birbiri ardınca tatmaktan ne çıkar?
"Bu olsa olsa, bir ormanın bütün ağaçlarını teker teker tanımaya
benzer." Bize bu sayışın ilâve edeceği hiçbir şey yoktur.
Böyle bir seyahat hiçbir susuzluğu teskin etmez, sadece hilkatin en
cibillî âfetini, korkunç ifrit can sıkıntısını her adımda karşımıza çıkarmış
olur, her adımda bir mücevher diye koşup elimize aldığımız parıltının,
omuzlarımızın üstünde esen bu siyah rüzgârla bir yığın toprak haline geldiğini
görürüz ve bu acı tecrübe ile ademin kapısından geçeriz. Ölmeyiz, can
sıkıntısı bizi yutar.
Şüphesiz ki ihsaslar ve mukadder akıbetin yanıbaşımızda her an
bulunuşu, bizi zamandan istifadeye davet eder. Fakat bu davete bu tarzda
icabet, bizzat zamanı muti kılacağı yerde, onun mahkûmu olmamız demektir.
Bir kere bunu anladık mı, o zaman hakikî
varlığımıza ereriz.
Varsın sonunda bizzat yarattığımız bu eser bizi inkâr etsin. Yolun
yarısında bırakmış olsa bile o yine bizimdir -tıpkı bizim, onun olduğumuz
gibi-; üzerinde şekil verici elimizin izi, gözlerinde bizden aldığı hayat
ateşinin alevi vardır. Onu, kâinatın geniş tenevvü'ü içinde en küçük
eczasından tanırız. Bunu bildiği için, seven insan, aklın kendisine verdiği
kısır nasihatlere güler. Şe'niyetin ilcalarını, hattâ zaruretleri sathî bulur.
İstedikleri kadar perestiş ettiği mahlûkun kendisi gibi aynı tesadüflerin
mahsulü olduğunu söylesinler, yıpratıcı ihtiyarlıktan, korkunç ölümden
bahsetsinler, tenin ve arzunun ağları İçinde bu ruhun ve çehrenin alacağı
korkunç manzarayı hatırlatsınlar! Bütün bunlara güler; çünkü o, kadim efsanenin
bilmecesini çözmüştür. Bütün bu hakikatlerin yanında ve hepsinin üstünde
Havva'nın, Âdem'in yaratıcı rüyasından bir altın meyva gibi fırladığını bilir.
Hiç ihtiyar kadınların, ömürlerinde bir kere sevmiş olmanın gururuyla
gözlerinin nasıl parladığına dikkat ettiniz mi? Bütün bir harabı içinde gülen
bu yıldızların acaip ışığını bir defa için olsun yaşayanlar, ıztıraplarının
tesellisini bulurlar; ve o zaman kendi içimizdeki ateşin, ruha bir kere
geçtikten sonra ebediyet boyunca orada sönmeyeceğini anlarlar.
Benim için en büyük sanatkârlar, kendi mütevazı ve isimsiz
ömürlerinde aşkın cennetini yaratmak suretiyle ölümü iradelerine muti
edenlerdir. Biz her açılan bahar gülünde onların ruhunu koklar, her şafakta
onların rüyasının yenileştiğini seyrederiz.
Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar...
Yahya Kemal'in hakkı var. Ömrün büyük ve dağdağalı
gecesini bir aşkın yıldızlı uykusu yapanlar, bir ebediyet bahçesi olan bir ölümde
uyanırlar.
(Yaşadığım Gibi, 1996)
Bir gül, bu karanlıklarda
Sükûta kendini mercan
Bir kadeh gibi sunmada
Zamanın aralığından.
Başında bu mucizenin
Sesler kokular ve renkler,
Ebediyet kadar derin
Ve uzak hayali bekler.
Ve diyor fecirden berrak
Sesiyle her ürperişte,
Geceyi yumuşatarak;
“Bütün göz yaşların işte!...
Serinletmesin ne çıkar
Bu ümitsiz yalvarışı,
Hiçbir meyva, ne de pınar,
Ne de günlerin akışı!”
“Yetmez mi bu müjde sana,
Aydınlaştırsam alnını,
Ben her rüyayı zamana
Taşıyan yıldız kervanı!”.
(…)
Felaketim
şu ki, ben zaman zaman kendimi bulan adamım. Niçin gülüyorsunuz? Beni bir
budala zannetmeyiniz. Bu gülüşümden sizin bu azabı tanımadığınız anlaşılıyor.
Kendi kendini bulmak... Bu hakikaten korkunç bir şeydir, fakat aynı zamanda
güzel ve dikkate değer bir eğlence de olabilir. Bir sarhoş tasavvur ediniz ki
kadeh elinde ve sofra başında birdenbire uyanıyor, kendisini ve etrafını
görüyor, eşya ile, zaman ile kendi arasındaki alakanın istihzasına geçiyor; bu
bedbahtı zannetmem ki bir daha kolay kolay kendinden geçirebilesiniz, elveda
alkolün unutturucu cenneti... Bu uyanış şüphesiz ancak bir dakika veya bir
saniye içinde olabilir, fakat bu saniye, bir uçurum başında birdenbire gözleri
açılan bir adamın ürpermesiyle doludur.
Bakınız,
bu ilk önce nasıl oldu: daha henüz çocuğumuz ölmemişti. Bir kış gecesi karım ve
çocuklarımla beraber oturuyorduk. Ben yazı yazıyordum, oğlum ayaklarımın
dibinde oynuyor, karım biraz ötede, zannedersem, bir şey örüyordu. Küçük kızım
onun dizlerine abanmış, elinin hareketiyle beraber gidip gelmeğe çalışıyordu.
Odamız sıcak ve sakindi. Bu aile ve ev dediğimiz acaip kuruluşun o cins
anlarından biriydi ki dışarıdan aydınlık ve buğulu penceremize, odanın içinde
arasıra gidip gelen gölgelerimize bakan her hangi bir yolcuya ufak bir
kıskançlık hissi verebilir ve boş geçmiş ömrü için onu acı acı düşüncelere
daldırabilirdi.
Nasıl
oldu ben de bilmiyorum; birdenbire olduğum yerde çok uzun bir uykudan uyanmış
gibi doğruldum ve etrafıma şaşkın şaşkın bakmağa başladım. İnsan, eşya, bütün
etrafımdakiler benimle alakalarını kesmiş gibiydiler, her şey, hepsi bana
yabancı oluvermişti. Bu kadar senelik karımı, kendi çocuklarımı, evimi, odanın
her bir vaktinde hayatımın bir hadisesi olmuş eşyasını, velhasıl elimdeki işe
ve üstümdeki elbiseye kadar hiç bir şeyi tanımıyordum. O anda bir aynada kendi
yüzümü görsem belki onu da tanıyamazdım. O kadar kendi hakikatimde, rüyalarımın
hakikatine uyanmıştım. Bu ne Baudelaire'in çift odasına, ne de Quincey'nin
afyonun cennetinde gördüğü rüyalardan realiteye dönüşüne benziyordu. Bu daha
sade bir şey, uzun gafletinde birden uyanan ruhun kendi kendisine tertip ettiği
bir nevi cürmümeşhuttu. Hakikaten bütün bunların benim içimle, günlerin
sefaleti altında haberim olmadan için için kaynayan asıl benliğimle ne alakası
olabilir? Bu siyah, uzun saçları geçmiş güzelliğinden muhteşem bir yadiğar gibi
duran bitkin yüzlü kadın kimdi? Bununla beraber onun kendi karım olduğunu, bu
çocukların kendi çocuklarım olduğunu biliyordum. Kendi kendime mütemadiyen
koskoca on seneyi, bu kapanık odada, bu acaip ve manasız eşya arasında, bu
şimdi bana yabancı birer sembol gibi görünen çehreler arasında nasıl
geçirdiğimi soruyorum. Nihayet dayanamadım, lalettayin bir mazeret uydurarak
sokağa fırladım. Bugün olmuş gibi hatırımdadır; soğuk, aydınlık bir kış
gecesiydi, sokaklarda hemen hemen kimse yoktu, durmadan dinlenmeden, kendi
kendime "Niçin, niçin böyle oldu, niçin böyle olsun?" diye sora sora
yürüyordum. Bir müddet sonra yoruldum, küçük bir kahveye girdim. Tanımadığım
birtakım adamlar tütün ve nefes kokan bulanık hava içinde gülerek bağırarak
konuşuyorlar, oyun oynuyorlardı. Ben de bir köşeye çekildim. O zamana kadar
gece vakti evimden dışarıya ancak sinema, tiyatro gibi şeyler için çıkardım.
Zaten böyle bir itiyadı bir türlü anlıyamamıştım. Fakat şimdi yadırgamıyor,
hatta bir nevi sıcaklık duyuyordum. "Burası bizim (rafımız olsa
gerek..." diye düşündüm, sonra yavaş yavaş etrafımdakilere bakmağa başladım.
Bir insan yüzünün en manalı bir alem olduğunu ben o geceye kadar
anlıyamamıştım. Hayat dediğimiz o girift oyunun, aktörlerini bu kadar kuvvetle
benimseyeceğini, onların her hal ve tavrına kendi akışının damgasını bu kadar
kuvvetle vuracağını hiç düşünmemiştim. Yüz buruşuğunun, göz altındaki her hangi
bir çizginin, dudak kenarındaki bir kıvrımın, ne bileyim, konuşmadan evvelki
bir saniyelik bir tereddüdün, küçük bir el işaretinin, manasız ve ehemmiyetsiz
bir bakışın, her gülüşün, bir omuz düşüklüğünün bütün bir ömrü en ince, en
karışık, en nüfuz edilmez taraflarından anlatacak birer emare, birer işaret
olduğunu hiç düşündünüz mü?
Karşımda
bana arkasını dönmüş, tavla oynayan bir adamcağız vardı. Orta boylu, zayıf,
başı tepesine doğru açılmış otuz, otuz beş yaşlarında bir insan; her gün
sokakta, dairede, lokantada rastladığımız insanlardan biri. Başı biraz kalkık
omuzlarının arasına sonradan yapıştırılmış gibi gömülü, sırtı biraz öne bükük,
ikide bir kontrolsüz bir hareketle sağ elini alnına doğru kaldırıyor, sanki
görünmeyen zehirli bir böceği kovalıyordu. Bu sinirli, zayıf el ile beraber bu
kemikli başın ikide bir böyle arkaya doğru gidişi ne korkunç, ne zalim bir
şeydi! Bir iki defa yanındakilerle konuşmak için yüzünü benden yana doğru
çevirdi.
Ne
karışık bir çehresi vardı. Geniş alnı, gözlerinin ve dudaklarının kenarı,
kırışık ve çizgi içindeydi. Bununla beraber yalnız bir bakışını tuttuğum
gözleri ne kadar genç ve iri idi. Müthiş bir hareket bolluğu içinde kızararak,
konuşarak, şansa lanet ederek oynuyordu. Birdenbire zarları bıraktı. Müthiş bir
şey olmuş gibi bir an durdu, düşündü. Sonra hafif bir omuz kaldırışıyla ayağa
kalktı, yukarıda bahsettiğim el işaretiyle fikri sabitini bir kere daha koğdu.
Oyun arkadaşıyla hesabını görerek, yine başı omuzlarına gömülü, kendi içine
katlanmış hüviyetiyle, fakat bu sefer nisbeten daha sakin bir yüzle kahveden
çıkıp gitti. Niçin oyun ortasında zarları bıraktı? Ayakta neyi düşündü ve neye
karar verdi? Niçin bir dakika evvel omuzları o kadar çökük ve mahkumdu ve neden
kahveden çıkarken bütün hüviyetinde bir nevi sükunet ve kayıtsızlık vardı?
Muamma.
Tam karşımda ayak ayak üstünde oturan bir başkası hiç durmadan sol ayağını
sallıyor, bir taraftan da mütemadiyen tırnaklarını kemiriyordu. Ne garip bir
adamdı bu! Küçücük yüzü insana bir çekmece hissini verecek kadar kilitli idi.
Kim bilir kaç uzun tahammül ve zillet senesi bu yumruk kadar küçük yüzden, bu
acayip ve sır sızmaz maskeyi çıkarmıştı. Bir başkası konuşurken ellerinin ve
kollarının mübalağalı işaretleriyle kendisini adeta dört bir tarafa dağıtır
gibiydi. (…)
(Hikâyeler, 1983)
Bursa’da bir eski cami
avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdayan
su;
Orhan zamanından kalma bir
duvar...
Onunla bir yaşta ihtiyar
çınar
Eliyor dört yana sakin bir
günü.
Bır rüyadan arta kalmanın
hüznü
İçinde gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin
serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarîlerin en ilâhisi.
Bir zafer müjdesi burda her
isim:
Sanki tek bir anda gün, saat,
mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş
zamanın
Hâlâ bu taşlarda gülen
rüyanın.
Güvercin bakışlı sessizlik
bile
Çınlıyor bir sonsuz devam
vehmiyle.
Gümüşlü bir
fecrin zafer aynası,
Muradiye
sabrın acı meyvası,
Ömrünün timsali beyaz Nilüfer,
Türbeler, camiler, eşim
bahçeler,
Şanlı hikâyesi binlerce erin
Sesi nabzım olmuş
hengâmelerin
Nakleder yâdını gelen geçene.
Bu hayalde uyur Bursa her
gece,
Her şafak onunla uyanır,
güler
Gümüş aydınlıkta serviler,
güller
Serin hülyasıyla
çeşmelerinin.
Başındayım sanki bir
mucizenin,
Su sesi ve kanat
şakırtısından
Billûr bir âvize Bursa’da
zaman.
Yeşil türbesini gezdik dün
akşam,
Duyduk bir musikî gibi
zamandan
Çinilere sinmiş Kuran sesini.
Fetih günlerinin saf neşesini
Aydınlan buldum tebessümünle.
İsterdim bu eski yerde
seninle
Başbaşa uyumak son uykumuzu,
Bu hayal içinde... Ve
ufkumuzu
Çepçevre kaplasın bu ziya, bu
renk,
Havayı dolduran uhrevî âhenk.
Bir ilâh uykusu olur elbette
Ölüm bu tılsımlı ebediyette,
Belki de rüyâsı büyük
cetlerin,
Beyaz bahçesinde su
seslerinin.
Her şey yerli yerinde; havuz başında servi
Bir dolap gıcırdıyor uzaklarda durmadan,
Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan,
Sarmaşıklar ve böcek sesleri sarmış evi.
Her şey yerli yerinde; masa, sürahi, bardak,
Serpilen aydınlıkta dalların arasından
Büyülenmiş bir ceylân gibi bakıyor zaman
Sessizlik dökülüyor bir yerde yaprak yaprak.
Biliyorum gölgede senin uyuduğunu
Bir deniz mağarası kadar kuytu ve serin
Hazların âleminde yumulmuş kirpiklerin
Yüzünde bir tebessüm bu ağır öğle sonu.
Belki rüyâlarındır bu tâze açmış güller,
Bu yumuşak aydınlık dalların tepesinde,
Bitmeyen aşk türküsü kumruların sesinde,
Rüyâsı ömrümüzün çünkü eşyaya siner.
Her şey yerli yerinde bir dolap uzaklarda
Azapta bir ruh gibi gıcırdıyor durmadan,
Bir şeyler hatırlıyor belki maceramızdan
Kuru güz yaprakları uçuşuyor rüzgârda.
Adamı yanında hissediyor, yüzüne bakamıyor, fakat bunu
tabiî buluyordu.
- Hayır... Çünkü o zaman etrafına kendi benliğinin
arasından bakıyordun. Kendini seyrediyordun. Ne hayat, ne eşya bütün değildir.
Bütünlük insan kafasının vehmidir.
- Peki şimdi benim benliğim yok mu?
- Yok. O benim avucumda. İnanmıyor musun? Bak işte.
Avucunu Mümtaz'ın burnuna doğru uzattı. Küçük ve acaip
bir hayvan, kabukla meşin arasında tanımadığı bir teşekkül bu avucun içinde
küçük tekallüslerle kımıldanıyordu...
"Demek benliğim bu imiş!" diye düşündü.
Fakat ona söylemedi. Çünkü adamın eli onu şaşırtmıştı.
Mümtaz bu kadar güzel şey hiç görmemişti. Ne billûr,
ne elmas bu içten parıltıyı verebilirdi. Bu donuk, hiç kamaştırmayan, sadece
kendisi için bir aydınlıktı ve bu aydınlık avucunun içinde küçük yengeç biçimli
bir hayvan, söylendiğine göre kendi benliği, küçük tekallüslerle bir damar
gibi, açılıp kapanıyor, içten içe işliyordu.
Korka korka sordu:
- Bana tekrar vermeyecek misiniz?
- Neyi?
Mümtaz çenesinin ucuyla bir işaret yaptı:
- Onu, benliğimi, yani benliğim dediğiniz şeyi.
- İstersen al. Tekrar tecrübeye girmek istersen al ve
el tekrar çenesinin hizasında açıldı, fakat Mümtaz'ın gözleri bu sefer de elin
kendi parıltısında kaldı. Mümtaz, yanıbaşındaki adamın Suad olduğunu, böyle bir
şeyin bütün imkânsızlığına rağmen biliyordu. "Ölüler böyle sokakta
dolaşırlarsa hayatın tadı kalır mı?" diye düşündü ve yan gözle,
"hakikaten o mu?" der gibi yavaşça baktı. Evet Suad'dı. Fakat ne kadar
değişmişti? Olduğundan çok büyük, çok güzel âdeta muhteşem bir Suad'dı bu.
Hattâ birkaç saat evvel rüyâsında gördüğü Suad'dan daha güzel daha muhteşemdi.
O gün apartmanın holünde, yüzünde seyrettiği o her şeyi, bütün hayatı kötüleyen
sırıtma bile şimdi derinlerden gelen ve sanki bilinmeyen tabakaları aydınlatan
zengin bir tebessüm olmuştu. Ellerinde, boynunda ve yüzünde ki yaralar da böyle
parıldıyordu. "Zalim ve güzel..." Birdenbire şaşırdı ve ellerini
uğuşturarak düşünmeğe başladı:
"Fakat ben ne yapacağım şimdi?" Onunla behemahal
konuşmalıydı. Halbuki bu kadar güzel ve büyük bir Suad'la konuşabilir miydi?
"Acaba bütün ölenler böyle güzelleşiyorlar mı?" Suad, ölümden ve
ölmekten iğrendiğini söylemişti. "Sade güzel değil, kuvvetli de..."
Evet kuvvetliydi; içinden bir şey mütemadiyen ona doğru akıyor, kendisini
çekiyordu. Konuşacaktı. Yavaşça fısıldadı:
- Suad, dedi, niye geldin? Niçin beni bırakmıyorsun?
Bütün gün ve gece benimle uğraştın! Yeter artık! Beni bırak. Konuştukça
ürkekliği gitmiş, onun yerine garip bir isyan hissi geçmişti.
- Bırak beni artık! Sonra bir ölüye bu kadar sert
hitap ettiğinden pişman oldu.
- Niye gelmeyeyim Mümtaz? Ben zaten senin yanından hiç
ayrılmadım!
Mümtaz başını salladı:
- Evet, hiç ayrılmadın, âdeta bana musallat oldun
fakat dünden beri başka türlü. Dün akşam üstü o yokuşta seni gördüm. Bu gece de
rüyam da fakat ne garipti biliyor musun? Bu geceki rüyamdan bahsediyorum. Bir
akşamı seyrediyordum. Daha doğrusu akşam olacakmış da onun hazırlığını
yapıyorlardı. Mor, kırmızı eflâtun, pembe, tahtalar, kalaslar getirdiler. Ufka
yığdılar. Sonra iple güneşi çektiler. Fakat biliyor musun, bu güneş değildi,
sendin. Yüzün şimdiki gibi güzeldi, hattâ daha mahzun olduğun için daha
güzeldin. Sonra seni oraya bir İsa gibi gerdiler... Birdenbire kahkahalarla gülmeğe
başladı. Ne kadar tuhaftı bilsen, senin öyle mahzun olman; ve İsa gibi çarmıha
çekilmen... sen, hiçbir şeye inanmıyan, her şeyle alay eden insan...
Tekrar uzun uzun güldü.
Suad, gözlerini üzerine dikmiş, onu dinliyordu.
- Dedim ya... Seni hiç yalnız bırakmadım. Hep
yanındaydım!
Mümtaz hiçbir şey söylemeden bir müddet yürüdü. İçinde
fecirden ziyade yanıbaşındakinin pırıltısı içinde yürüyormuş duygusu vardı. Ve
bu, Mümtaz'a çok azaplı geliyordu.
- Peki, benden ne istiyorsun? Bu ısrarının sebebi ne?
- Israr değil... Vazife. Vazifem seninle beraber
olmak. Şimdi senin koruyucu meleğin oldum.
Mümtaz bir daha güldü; fakat gülüşünün çok sinirli
olduğunu da farketti.
- Bu olmaz! dedi. Sen bir ölüsün. Yani insansın tekrar
düşüncesini tahsis etmek ihtiyacını duydu. "Ölülerle konuşmak o kadar güç
oluyor ki..."
- Yani insandın, ne demek istiyorum. Halbuki bu iş
asıl meleklerin işidir.
- Hayır, artık yetişemiyorlar. Son zamanlarda dünya
nüfusu çok arttı. Her tarafta nüfusu attırma politikası var. Melekler
yetişemiyor; şimdi ölülere gördürüyorlar bu işi...
Mümtaz ilk önce hiçbir cevap vermedi. Sonra birdenbire
isyan etti:
- Yalan söylüyorsun! dedi. Sen melek olamazsın.
İmkânsız. Sen şeytanın kendisisin! ve bir ölü ile bu tarzda konuştuğu için
kalbi burkuldu. Bununla beraber sözlerine devam etti:
- Sen beni aldatmak için kendini böyle süsledin.
Oyununu biliyorum.
Suad onun yüzüne hüzünle baktı:
- Şeytan olsam, senin içinden konuşurdum, beni
göremezdin.
- Ama, diye Mümtaz söze başladı. Bilir misin ki, seni
gördüğüme çok memnun oldum. Hattâ sevindim. Sonra tekrar onun yüzüne korka
korka baktı?
- Ne kadar güzelleşmişsin!... Hem çok, çok güzel
olmuşsun... Bu hüzün sana yakışıyor. Bilir misin neye benziyorsun?
Betticelli'nin meleklerine... Hani o Passion'da İsa'ya üç çiviyi verene...
Suad sözünü kesti:
- Bırak bu mânasız bensetmeleri... Bir şeyi öbürüne
benzetmeden konuşamaz mısın? Bu fena huylar yüzünden işleri ne kadar
karıştırdığını hâlâ anlamadınız mı?
Mümtaz çocuk gibi yalvardı:
- Beni azarlama... O kadar sıkıntı çektim ki. Ben hiç
de fena bir şey yapmadım; seni sadece güzel buldum. Niçin bu kadar
güzelleştin?...
- Bir zihinde yaşıyanlar daima güzeldir.
Mümtaz ilk önce, "Ya demin, şeytan olsaydım senin
içinden konuşurdum, diyorsun!" diye itiraz etmek istedi; fakat kafasına
birdenbire başka bir fikir gelmişti "Fikirlerimi takip edemiyorum... ne
fena!"
- Ama ben seni şimdi gözlerimle görüyorum. Sonra,
seninle konuşuyorum da...
- Evet, gözlerinle görüyorsun! Konuşuyorsun da...
Mümtaz'ın aklından şimşem hızıyla bir düşünce geçti:
- Elimle de dokunabilirim, değil mi?
- Tabiî... Suad bu sefer öne geçmiş, kollarını sanki
muayene et, der gibi havaya kaldırmış, uzviyetinden taşan parıltılar içinde ona
gülüyordu. Mümtaz kamaşan gözlerini ondan öteye çevirdi.
- İstersen, ve korkmazsan!
- Niçin korkayım? Artık hiçbir şeyden korkmuyorum.
Fakat ellerini ona doğru uzatmaktan çekindi: "ne olur ne olmaz! der gibi
cebine soktu. Suad, o gece Emirgân'daki gülüşlerinden biriyle güldü:
- Korkacağını biliyordum... dedi. Bari hammala söyle
de o gelsin yoklasın, yahut Mehmede, Boyacıköyündeki kahveci çırağına! Bugün
ölüme gönderdiklerine.
Mümtaz tâ içinden sarsıldı:
- Onların ne işi var aramızda?
- Onlar senin yerine bana dokunurlar.
- Ben onları yalnız göndermiyorum, kendim de
gidiyorum...
- Fakat öleceğini hesaba katmadan. Onların ölümüne
muhakkak gibi bakıyordun ve ölmeğe kandırıyordun!
- Hayır, hayır...
- Evet öyle... Suad, çok zalim bir tebessümle üstüne
eğilmiş gülüyor, onu hırpalıyordu.
- Yahut hamalın kırısı. O senin yerine dokunsun.
- Hayır diyorum sana. Ben de gidecektim. Gideceğim.
Onları kendimden ayırmıyorum.
- Ayırıyorsun, küçük beş, ayırıyorsun. Ölsünler diye
pazarlık ediyordun. Kandırmağa çalışıyordun!
- Yalan... yalan söylüyorsun.
Birdenbire kendine geldi. Bu münakaşa beyhudeydi.
Üstelik evde ihsan vardı. Bir çocuk gibi yalvardı:
- Suad, dedi. İhsan çok hasta. Bana müsaade etsen de
şuradan ve gitsem artık!
Suad kesik kesik gülüyordu:
- Benden ne çabuk bıktın?
- Hayır bıkmadım. Fakat evde hastam var. Ben de
yorgunum, sonra... sen artık bizden değilsin. Demin sana yalan söyledim. Senden
korkuyorum. Hem sen de çekil git. Nerede ise sokaklar kalabalıkla dolacak!
Yaşıyanların dünyasında garip oluyorsun; o kadar ayrısın ki, ne lüzum var
aramızda dolaşmana? Kendimizden çekitğimiz yetmiyor mu?
- Daha dün beraber değil miydik?
- Evet ama, sen artık güneşin malı değilsin!
- Onu hiç merak etme. Dün akşamdan beri ölüler
meydanda.
Mümtaz titreyerek sokağa baktı. Evlerinin yirmibeş,
otuz adım ötesindeydiler.
- O niçin; ne faydası var sanki? Bu yaşıyanların
dünyası. Her şey burada hayat için! Yakamızı hiç olmazsa siz sırakın!
- Olmaz, dedi. Seni bırakamam. Benimle geleceksin.
Keskin bir istihza ile konuşuyordu.
- Nuran'sız, bu kadar sefalet içinde... olmaz.
Ve kollarını açmış açmış onu kucaklamağa çalışıyordu.
Mümtaz bir adım geriye çekildi.
- Gel... Hem onu çağırıyor, hem de kan dondurucu bir
gülüşle gülüyordu.
Mümtaz:
- Bari gülme! N'olur, gülmekten vazgeç! diye yalvardı.
- Nasıl gülmiyeyim? Her şeyi o kadar kendi hadlerine
indirmiş, o kadar kendine benzetmişsin ki... O kadar küçücük varlığınla, onun
hesaplarına bağlısın ki. Sonra o yaşama iptilân, ölçülü merhametin, küçük
ızdırapların, ümitlerin, o kaçışlar, tapınmalar...
Mümtaz kollarını sarkıttı.
- Zalim olma Suad, dedi... Çok ızdırap çektim.
Suad tekarr o geniş kahkahayla gülmeğe baladı:
- Peki, öyle ise haydi gel, seni kurtarayım.
- Gelemem, yapacağım işler var.
- Hiçbir şey yapamazsın! Benimle gel. Hepsinden
kurtulursun. Bunlar senin taşıyamayacağın yükler...
Mümtaz, yolun ortasında bir daha durdu ve Suad'a
baktı:
- Hayır, dedi. Ben yükümün derecesine yükselebilirim.
Yükselemezsem altında ezilmeğe razıyım. Fakat seninle gelemem.
- Geleceksin!
- Hayır, alçaklık olur.
- Öyle ise kal mezbelende...
Suad kollarını açtı ve onun yüzüne şiiddetle vurdu.
Genç adam sendeleyerek yere düştü.
Kalktığı zaman yüzü, gözü kan içindeydi ilâç şişeleri
avucunda kırılmıştı. Bununla beraber yüzünde garip, çok ince bir tebessüm
vardı. Yen pencerelerden birinde bir radyo Hitler'in o gece verdiği hücum
emrini tekrarlıyordu. Bütün macerayı unutmuştu.
- Harp başlamış... dedi. Ve hâlâ kırık şişe
parçalarını tuttuğu avuçlarını açarak yaralarına baktı. Sonra yavaş yavaş eve
doğru yürüdü. Yoldan geçenler, bu erken saatte kanlar içindeki bu yüzde
dudakların garip tebessümüne hayretle bakıyorlardı.
Kapıyı cebindeki anahtarla açtı. Taşlıktaki ayna,
sabahla tabiî halini bulmuştu. Bir lâhza kendi yüzünü seyretti. Sonra yavaş
yavaş merdiveni çıktı.
Macide doktorla sofada oturmuş radyo dinliyordu.
- Aman Allahım! Mümtaz, bu ne hal?...
Mümtaz acıyan ellerini pencerenin önünde tekrar açıp
kapadı.
- Sorma, dedi. Şimdi büyük bir kaza geçirdim.
Dudaklarında hep o garip, insanda bir ömrün üzerine vurulmuş kilit hissini
bırakan tebessüm vardı.
- İlâçlar da kırıldı! dedi. Sonra doktora döndü:
- Nasıl... dedi.
- İyidir, dedi. İyidir. Hiçbir şeye ihtiyacı kalmadı.
Havadisi duydunuz mu?
Fakat Mümtaz dinlemiyordu. O, bir köşeye çekilmiş
avuçlarına bakıyordu. Sonra birdenbire yerinden fırladı, merdivene doğru
yürüdü.
Fakat merdivene çıkmadı. Orada ilk basamakta elleri
başının arasında oturdu. Doktor, "artık benimsin, sade benim!" der
gibi ona bakıyordu. Macide gözlerini silerek ona doğru yaklaştı. Radyo evin
sessizliği içinde tek başına, hâdiselerin gür sesiyle, herkes için konuşuyordu.
Her
büyük şehir nesilden nesile değişir. Fakat İstanbul başka türlü değişti. Her
nesilden bir Parisli, bir Londralı, doğduğu yaşadığı şehrin otuz kırk yıl
önceki halini, yadırgadığı bir yığın yeni âdet, eğlence tarzı, mimarî üslûbu
yüzünden hüzün duyarak hatırlar.
Baudelaire
en güzel şiirlerinden birinde "Eski Paris artık yok, ne yazık, bir şehrin
şekli bir fâninin kalbinden daha çabuk değişiyor'' diyerek, galiba bütün
Fransız şiiri boyunca bir iki şairinden biri olduğu Paris'in değişmesine
döğünür.
I.
Dünya Harbinden sonraki Fransız nesrinde hemen on yıl önceki Paris'in hasreti
belli başlı bir temadır.
İstanbul
böyle değişmedi. 1908 ile 1923 arasındaki on-beş yılda o eski hüviyetinden
tamamiyle çıktı. Meşrutiyet inkılâbı, üç büyük muharebe, bir biri üstüne bir
yığın küçük, büyük yangın, mâlî buhranlar, imparatorluğun tasfiyesi, yüz yıldır
eşiğinde başımızı kaşıyarak durduğumuz bir medeniyeti nihayet 1923'te olduğu
gibi kabullenmemiz onun eski hüviyetini tamamiyle giderdi.
1908'den
önce bütün cenub Akdeniz'in bir islâm çevresinde zevk, sanat içinde yaşamak
isteyen zenginleri İstanbul'a gelirlerdi. Rumeli ve Arabistan vilâyetlerinin
zengin çiftlikleri, büyük, verimli toprakları, Çamlıca'nın, Boğaziçi'nin sonraları
Kadıköy ve daha ileri taraflarının köşklerini, yalılarını beslerdi. Büyük bahçe
ve korularını yeşertirdi. Yangınlar yüzünden otuz kırk senede bir şehrin yeni
baştan yapılmasını temin eden şey bu servetti. Bilhassa Tanzimat'tan sonraki
devirde bu akın daha artmıştı. Hele nispeten Avrupa usulleri ile istismar
edilen Mısır'ın servetinin mühim bir kısmı Abdülmecit, Abdülaziz ve Abdülhamit
devirlerinde İstanbul'a akıyordu ve bu yalılar, bu köşkler, şehir içindeki
konaklarla beraber, henüz çok yerli bir zevk, hattâ müstebit denebilecek bir
örfle çarşıya, asıl şehrin temelini kuran yerli esnafa bağlıydı.
Bugün
Saraçhane, Okçular, Sedefçiler, Çadırcılar gibi sadece bir semti gösteren adlar
bundan yetmiş seksen yıl önce bile arı kovanı gibi intizamla işleyen, şehrin
hayatında, refahında mühim bir yer tutan, titiz el işleriyle gündelik eşyaya
bir sanat çeşnisi veren bir yığın küçük sanatın hususî çarşı ve atelyeleriydi.
Çoğu kendimize mahsus yaşama şekillerine bütün bir cevap veren bu çarşılar
şehrin asıl belkemiği idi. İstanbul'u onlar besliyor ve yine onlar şehrin iç
çehresini yapıyorlardı.
Kapitülasyonların
ardına kadar açtığı gümrüklere rağmen imparatorluk bu çarşıların sayesinde
ayakta duruyordu. Büyük Çarşı ve Bedesten bu faaliyetin toplandığı hazne idi.
Avrupa 1 7. asırda Galland'ın dilinden Binbirgece'yi tatmadan önce bu Çarşı ve
Bedesten'de onun havasını, hayata sindirilmiş, gündeliğe indirilmiş rüyasını
yaşıyordu.
Bu
çarşılarda çok değişik kıyafetlerinin aralarındaki mezhep, dil, ırk, hattâ
kıt'a ayrılıklarını ilk bakışta kavranacak hâle getirdiği rengârenk bir insan
kalabalığı akardı. Bütün eski şark bu sokaklarda idi. Seyrek, çember sakallı,
çıkık elmacık kemikli, yüzleri riyazet ve takva ile süzülmüş, elleri uzun kollu
şal hırkalarında kilitli Türkistanlılar, kim bilir kaç senesinin Hac
kervanından -tıpkı sürüsünden ayrılmış hasta bir leylek gibi- bu şehrin bir
köşesinde kalıvermiş. Ayvan-saray'da veya Hırkaişerif'te evlenmiş, çoluk çocuk
sahibi olmuş, bizim kıyafetimizi uzviyetlerinin itiyadı hâlâ yadırgayan Çin
Müslümanları, siyah kalpaklı, belleri gümüş tokalı kemerlerle sıkılı
Kafkaslılar, beyaz harmanilerine bürünmüş endamlariyle eski hacılara Arafat'ı
hatırlatan Yemenliler, nihayet biz yaştakilerin çoğunun hayatına bir ikisinin
şefkati ve esirliğinin acıklı masalı behemahal girmiş bir yığın zenci...
Çocukların "Gündüz feneri" diye uzaktan alay ettikleri, fakat garip
bir tezatla evlerde en fazla bağlandıkları kalfalar, harem ağaları, lalalar,
hülâsa, kimi Türkçeyi bir hindi edasiyle gırtlaktan yumurtlayan, kimi yarım
yamalak öğrendiği her kelimeyi genzinin mengenesinde ezip büzdükten sonra iplik
iplik ortaya atan, kimisi memleketinin dilinden başka hiçbir dil bilmeden
sadece büyük şehirlerin verdiği o acayip imkânla aramızda geçinip giden,çoğunun
hakiki hemşerisine ancak pazarlarımızda yahut o zamanın zengin kuşçu
dükkânlarında tesadüf edilen bir kalabalık.
Eskiden
İstanbul'da orta sınıf evlere varıncaya kadar hemen her yerde tesadüf edilen
zenciyi şimdi garp hayatının bir icabı gibi büyük otel kapılarında, cazlarda
görüyoruz; hayatımıza yabancı modalarla beraber ve yeni baştan girdiği için
üzerimizde çok lüks bir ithalât malı tesiri yapıyor.
Daha
garibi her büyükçe evde hanımları ve çocukları eğlendirmek için sık sık oynanan
ve oynayanların ırktan gelen o korkunç, insana hurafevî korkular veren, cezbesi
tutmasın diye çok defa yarıda bırakılan oyunlarına benzeyen rakısları şimdi
para ile dans hocalarından öğreniyoruz.
Hayır!
Eski hayatımıza Afrika bugünden çok başka şekilde ekliydi.
Beyazıt
sergisi bu kalabalığın senede bir ay en feyizli şekilde birleştiği yerdi.
Sarığın, kalpağın, fesin her çeşidi, en yenisi Sargon kabartmalarıyla yaşıt bir
yığın kıyafet ve her dilde şakıyan bütün bir şark Babil'i burada, birbirine
karışan bin türlü bahar kokusunun kurduğu âdeta metafizik bir Şark ve Asya
havası içinde birbirine kenetlenmiş çalkalanırdı.
Bu
alaca kalabalığı sadece ' 'pittoresque'' bir unsur diye kabul etmemelidir. O,
şehrin iktisadî imkânlarına dayanıyordu. Arkasında dünya ticaretinin büyük bir
parçası vardı. Bütün Akdeniz, Karadeniz kabara kabara İstanbul'a geliyordu.
Hattâ 1900 yılına doğru bile İstanbul dünyanın birinci sınıf limanlarından biri
olarak tanınırdı. Bütün Boğaz, Marmara açıklarına kadar her cinsten ve her
bayraktan gemi ile dolu idi. Devrin bütün seyyahları İstanbul limanından
bahsederken Londra'yı hatırlarlar, onunla ölçerlerdi. Lamartine 1833'te,
İngiliz seyyahı Delahey 1850'de bu benzetişte ısrar ederler.
Bütün
bunlar, arkalarındaki hususî medeniyetle birlikte çekilince, İstanbul gerektiği
gibi düzenlenmesi zaman isteyen bir istihsal hayatiyle geçinmeye başladı.
Kısacası, büyük müstehliklerin şehri, küçük müstahsilin şehri oldu. Yarınki
İstanbul bu istihsalin şartlarına, şekillerine bağlıdır. Yurttaki gelişmelerin,
kendi toprak ve imkân zenginliğinin, coğrafya vaziyetinin bu şehre yepyeni bir
hayat, hür çalışma zevkini almış insanların hayatını vereceği muhakkaktır.
Bugünün İstanbul'u oldukça uzun süren bir geçiş devresinden sonra bu hayata
adımını atmış sayılabilir. Ama istediğimiz gibi geniş, verimli çağını idrâk
ettiği zamanda da eskiyi tamamiyle unutmuş olmayacağız. Çünkü o bizim ruh
maceralarımızdan biridir. (…)
(Beş Şehir, 1946)
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpâre, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.
Bir garip rüyâ rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
Başım sükûtu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
ANNEM İÇİN
Issız
bir mezarlık, kimsesiz bir yer
Gölgesinde
ulu, loş bir mâbedin
Bir
yığın toprakla bir parça mermer
Sırrıyla
haşr olmuş orda ebedin.
Bir
yığın toprakla bir parça mermer,
Üstünde
yazılı yaşınla, adın;
Baş
ucunda matem renkli serviler
Hüznüyle
titreşir sanki hayatın.
Seni
gömdük anne yıllarca evvel
Göz
yaşlarımızla bu ıssız yere
Kimsesiz
bir akşam ziyaya bedel
Matem
dağıtırken hasta kalblere.
Kimsesiz
bir akşam, ezelden yorgun
Hüznüyle
erirken Dicle de sessiz,
Öksüzlük
denilen acıyla vurgun
Bir
başka ölüydük bu toprakta biz
BAŞIMIZIN
ÜSTÜNDE BİR BULUTUN
Başımızın
üstünde bir bulutun
Güneşe asılmış gölgesi,
Uzakta toz halinde dağılan
Yoğurtçu sesi,
Gün bitmeden başladı içimizde
Yarınsız insanların gecesi.
BÜTÜN YAZ
Ne güzel geçti bütün yaz,
Geceler küçük bahçede…
Sen zambaklar kadar beyaz
Ve ürkek bir düşüncede,
Sanki mehtaplı gecede,
Hülyan, eşiği aşılmaz
Bir saray olmuştu bize;
Hapsolmuş gibiydim bense,
Bir çözülmez bilmecede.
Ne güzel geçti bütün yaz,
Geceler küçük bahçede.
EŞİK
Bu yekpâre
akış, durgun, derinden…
Her aynada yalnız kendi görünen
Bu yüz ve şifasız hüznü eşyanın
Kendi cevherinde mahpus bir ânın
Dağıttığı dünya hep yaprak yaprak,
Dalgın, unutulmuş sesleri uzak
Bir uykudan bana tekrar dönenler,
İçimde, dışımda hep aynı çember!
Bin elmas parıltı oyun ve halka
Küçük ve hiç değişmez dalgalarla
Bende bana meçhul akşamlar yoklar!
Gülen ve gömülen gölge ufuklar
Acayip davetlerin rüzgârında
Her lâhza yine kendi sularında!…
Uzakta, aya
çok yakın bir yerde,
Çılgın ve muhteşem harabelerde,
Büyük sükûtların fırtınası var.
Mermer duvarlarda kırılmış sazlar,
Çok genç uçuşunda ve hangi haşin
Yıldıza gülerek çarptığı için
Alnında bir siyah nokta geceden
Kovulanlar ışık bahçelerinden,
Bütün ayrılıklar hepsi orada
Bu çıplak, ümitsiz ve saf duada.
Ve bir kadın beyaz, sakin, büyülü
Göğsünde kanıyan bir zaman gülü
Mahzun bakışlarla dinler derinde
Olup olmamanın eşiklerinde.
Garip
telâşını, binlerce fecrin
Ocağında
nezir güvercinlerin
Hülyâm
o kıvılcım ve kül yağmuru
Çırpınır
bu beyaz mahşere doğru!
Ey
hiç şaşmayan göz, büyük atmaca
Gölgesi
güneşin üstünde uçan
Dişi
kuyruğunda ebedî yılan,
Ve
üstüste rüyâ!
Bir
ses yavaşça,
Bir
ses, bin uykudan mahmur ve zengin
Zümrüt
usaresi maviliklerin
Suların
üstünde arar kendini
Yoklar,
ömrün bütün sahillerini
Çizgiler
silinir, ufuk bir beyaz
Çin
kâsesi olur, toprak, yosun, saz
Hep
birden tutuşur, nârin kemerler
Alevden
sütunlar, altın, mücevher,
Ah
bu çılgın yağma…Orman çatırdar
Ve
çıplak aynası ufkun tekrarlar
Büyük
masalını aydınlıkların.
Elele
bir oyun bugün ve yarın
Bütün
pınarlara koştum cevap yok
Tekrar
bana döndü her attığım ok
Her
çığlık önümde tutuştu, yandı
Tahtayı
kurt oydu, taş yosunlandı,
Yabanî
otlarla örtüldü duvar…
İlhamlı
çehresi hilkatin sular
Kaç
kere değişti önümde böyle,
Birbiri
ardınca gün ve mevsimle…
Ve
kaç kere bahar güldü derinde
Güllerin
kanıyan bekâretinde
Taze
gülüşüyle toprağın suyun…
Tılsımlı
kadehi her susuzluğun
Ey
şafaktan, sırdan, arzudan hayâl
Yıldızların
bize ördüğü masal
Kaç
kere yarattım tenhada seni
Beyaz
kollarını, sıcak buseni…
Bakışın,
gülüşün, neş’en ve hüznün
Ay
altında bir gül nağmesi yüzün…
Evet
çok bekledim, kaç kere hazan,
Dinç
atlar koşturdu boş ufuklardan
Yeleler
alevli, ağız köpüklü,
Bulutlar
bir kanlı hiddetle yüklü
Geçtikçe
batıya doğru önümden
Zâlim
ümitlerle ürperirdim ben,
Duyardım
her an uzlette bir yeni
Âlemin
yıkılıp devrildiğini
Çılgın
mahşerinde ses ve renklerin…
Benden
sor sırrını mesafelerin
Benden
sor ve benden dinle akşamı…
Rabbim
bu sonsuzluk ve onun tadı…
Bir
ses yavaşça der, bırak yalvarsın,
Hayat
bu kapıda…ne çıkar varsın,
Nakışlar
gülmesin beyaz taşında
Ölüme
benzeyen bu susuzluğun
Çağlayan
hayâller yeter başında…
Bir
fikir, bir şekil dalında olgun
Bu
ağır sallanan hazan meyvası,
Gurbet,
mendillerin çırpınan yası,
Yüzler
ki bir uzak müjdeye benzer,
Her
türlü ışığa kapanmış gözler,
Her
şey, hepsi, gülen, susan, kamaşan
Rengiyle
toplanır bende ve akşam
Rüzgârla
tarümar, mevsimle sarhoş
Gelir
ta kalbimde düğümlenir…
-Boş…
Boş
ve ümitsizdir akşamın hüznü
Bu
tenha çeşmede bir an yüzünü
Seyredenler
altın sazlar içinde
Ruh
muammasının ürperişinde
Kaybolmuş
sanırlar kendilerini…
Bırak
bu tesadüf bahçelerini…
Hakikat
çok uzak, karanlık, derin
Bir
dille konuşur, büyük köklerin
Toprakla
ezelden karışmış dili!
Geceyle
ölümdür asıl sevgili
Bu
ikiz aynada toplanır yollar
Karanlık
yaratır, ölüm tamamlar.
Kaçalım
seninle biz de geceye
Ölümün
kardeşi saf düşünceye…
Yeter
büyüsüne aldandığımız
Güneşin…biraz
da yalnızlığımız
Kendi
aynasında gülsün, gerinsin
Güvercin
topuklu sükût gezinsin.
GÜNLERİMİZ
Ahmet
Hamdi TANPINAR
İçlenme, beyhudedir, maziyi sakın
anma!
O vefasız yavruya benzer ki günlerimiz.
Kendini yuvasından bırakır ki akşama
Benzeyen göle, sessiz…
Ruhundaki susuzluk engin
mesafelere
Duyurmadan ne anne ne bir yuva hasreti,
Narin kanatlarıyla uçar orman, dağ, dere
Ve bir gün bir çukurda bulunur iskeleti.
Sen akşamlar kadar büyülü, sıcak,
Rüyalarım kadar sade, güzeldin,
Başbaşa uzandık günlerce ıslak
Çimenlerine yaz bahçelerinin.
Ömrün gecesinde sükun, aydınlık
Boşanan bir seldi avuçlarından,
Bir masal meyvası gibi paylaştık
Mehtabı kırılmış dal uçlarından.
Mavi, maviydi gökyüzü
Bulutlar beyaz, beyazdı
Boşluğu ve üzüntüsü
İçinde ne garip yazdı…
Garip, güzel, sonra mahzun
Işıkla yağmur beraber,
Bir türkü ki gamlı, uzun,
Ve sen gülünce açan güller,
Beyaz, beyazdı bulutlar,
Gölgeler buğulu, derin;
Ah o hiç dinmeyen rüzgâr
Ve uykusu çiçeklerin.
Mor aydınlıkta bir çınar
Veya kestane dibinde;
Mahmur süzülen bakışlar
İkindi saatlerinde…
Birden gülümseyen yüzün
Sabahların aynasında
Ve beni çıldırtan hüzün
İki bakış arasında.
SABAH
Serin
rüzgârlara pencereni aç!
Karşında
fecirle değişen ağaç,
Bak,
seyret ağaran rengini ufkun
Mahmur
gözlerinde süzülsün uykun.
Bırak
saçlarınla oynasın rüzgâr.
Gümüş
çıplaklığı bir başka bahar
Olan
vücudunu ondan gizleme.
Ne
varsa hepsini boyun, saç, meme,
Esîrden
dudaklar okşasın sevsin
Mademki
geceden daha güzelsin!
Selâm olsun bizden güzel dünyaya
Bahçelerde hâlâ güller açar mı?
Selâm olsun sonsuz güneşe, aya
Işıklar, gölgeler suda oynar mı?
Hepsi güzeldi kar, tipi, fırtına
Günlerin geçişi ardı ardına.
Hasretiz bir kanat şakırtısına
Mavi gökte kuşlar yine uçar mı?
Uyu! Gözlerinde renksiz bir
perde,
Bir parça uzaklaş kederlerinden.
Bir ruh gülümsüyor gibi derinden,
Mehtabın ördüğü saatler nerde?
Varsın bahçelerde rüzgar gezinsin,
Yağmur ince ince toprağa sinsin,
Bir başka alemden gelmiş gibisin,
Dalmış gözlerinle pencerelerde.
(…)
Tanpınar’ın
roman ve hikâyelerinin önemli temalarından biri de zaman’dır. Bunda da, ustası
olarak kabul ettiği yazarlardan Proust’un tesirini hatırlamak lâzımdır. O da,
onun gibi bir “geçmiş zamanın peşinde”dir. Bu geçmiş ya ferdî plânda olur
(kendi hatıraları ve bu hatıraların romanlara geçişi yahut roman
kahramanlarının hatıralarının vak’a içindeki önemi) yahut da millî târihimiz
içinde (Huzur, Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler gibi yakın devir tarihi ile
içiçe romanlarda). Fakat zaman, Tanpınar’da asıl bir roman tekniği olarak önem
kazanır. Huzur, yirmi dört saat içine sığdırılmış olduğu hâlde geriye
dönüşlerle genişletilmiştir. Böylece romanda zaman, hatıraları aktüel zamana
taşıyan, bu vasfıyla da eserin hem muhtevasını, hem tekniğini idare eden bir
mekanizma olur. Diğer romanlarında da bu gidiş gelişler vardır. Hattâ isminden
de anlaşılacağı gibi Saatleri Ayarlama Enstitüsü aynı temaya, fakat bu defa
ironik bir tarzda yaklaşmayı verir.
Her
romancıda olduğu gibi, Tanpınar’ın roman ve hikâyelerinde de kendi hayat
tecrübeleri yer alır. Bu sebepten, bilhassa Huzur ve Saatleri Ayarlama
Enstitüsü’nde, tenkitçiler hayattaki gerçek şahsiyetleri aramak istemişlerdir.
Roman ve hikâyelerinin çoğunda, arka planda da olsa, kendi isimleriyle devrin
ve geçmiş devrin tarihî şahsiyetleri otantik birer isim olarak geçer. Yazarın
Antalya, Kerkük, Sinop, Erzurum hatıra ve intibaları küçük metin parçaları
olarak eserlere girer.
Tanpınar’ın
romanları için birer kültür romanı demek doğrudur. Hemen her eserinde, bazan
kahramanların diyalogları, bazan da figüratif elemanlar hâlinde, yakın devrin
tarihî, mimarî, resim, hat, doğu ve batı mûsıkîsi ve felsefî görüşler
sergilenir. Bu yüzden romanları bu kültüre yabancı olmayan dikkatli okuyucu
ister.
Ahmed
Hamdi Tanpınar’ın edebî tenkitleri ve bütün olarak 19. Asır Türk Edebiyatı
Tarihi, zengin ve teferruata dayanan bir vesika tarihçiliği ile şahsiyet ve
metinlerin san’atkârca yorumunun sentezi karakterini taşır. Metodu, sosyal ve
psikolojik şartların, sanatkârın ve edebî eserin teşekkülünde ihmâl edilmemesi
esasına dayanır. Yazılarında, şark medeniyetinin en büyük eksiklerinden birinin
tenkîd olduğunu birkaç defa tekrarlayan Tanpınar’ın edebiyatla ilgili yazıları
Edebiyat Üzerine Makaleler, diğer tenkîd ve denemeleri Yaşadığım Gibi, edebiyat
ve sanat üzerine bâzı görüşlerini de ihtiva eden hususi mektupları Ahmed Hamdi
Tanpınar’ın Mektupları adlarıyla, hepsi ölümünden sonra olmak üzere
yayınlanmıştır.
Nesirleri
arasında olduğu kadar, bizde şehir monografileri arasında da özel bir yeri olan
Beş Şehir, gerek nesir sanatı, gerekse muhtevası bakımından dikkate lâyık
eserlerindendir. Bursa, Ankara, Erzurum, İstanbul ve Konya yazılarını içine
alan bu kitabın iki temel motifi, kendisinin de önsözde belirttiği gibi,
“hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı
beslenen iştiyak”tır. Fakat yazarının mizacının tabii bir neticesi olarak
birinci motif dâima ön plânda kalır. Bu beş şehrin hikâyesi, eskinin büyük
değerleriyle geleceğe uzanan Türk şehirlerinin tarihî ve kültürel maceralarını
ve ümitlerini aksettirir. Böylece Ankara’da Roma İmparatorluğu’ndan Selçuk ve
Osmanlı’ya, Erzurum’da yakın tarihimizden günümüze, Konya’da Selçuklu’dan
Osmanlı’ya, Bursa’da Osmanlı’dan aktüel tarihe, nihayet İstanbul’da Bizans’tan
Osmanlı’ya, sürekliliğini kaybetmeyen ve kopmayan bir gidiş-geliş, bütün bu
medeniyetlerin sanat eserlerinin, hayat tarzlarının, kültürlerinin,
insanlarının mukayese imkânını verir.
(Büyük Türk Klasikleri, 2004)
(…)
Türk
Edebiyatı'nın Cumhuriyet döneminde öne çıkan isimlerinin başında gelen
Tanpınar, reel hayatı, yazı ve şiirlerine yansıtır. Tanpınar, şiirlerinde
kullandığı sembol ve niteliklere ait ipuçlarını romanlarına taşır. Okuyucu,
onun bu tutumunu farkettiği noktadan itibaren yazarı daha iyi kavrar ve
çözümler. Eserleri arasında, bütünlük kadar şiirin imkânları dışına taşan
özellikleri roman türüyle açığa kavuşturan Tanpınar, bir yandan da okuyucunun
işini kolaylaştırmış olur. Yazarın şiir anlayışının büyük bir bölümünü ortaya
koyan Antalyalı Genç kıza Mektup'ta hayata oldukça yakın durduğunun
işaretlerini verir. 'Sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o lodos
dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan meyva
bahçelerinde dolaşırken yavaş yavaş bir hülya adamı oldum.' diyen şair,
gençlik, şimdiki vakit, hülya adamı ifadelerinde reel hayatı özümseyerek
yaşadığını hissettirir. (...) Şair, sanat anlayışında, estetik kadar hayatı
algılama biçimini de ortaya koyar. Hatta her ikisini aynı pota etrafında
birleştirir. Bütün bunların oluşumunda, etkilendiği sembolist şairler,
empresyonist ressamlar, Doğulu ve Batılı bazı sanatçılar ile Bergson, Schopenhauer
ve Nietzsche'nin rolü vardır. Hayat içerisinde duran rüya meselelerinde ise
Freud ve bazı psikanalistlere müracaat eder. Tanpınar, nesrin pek çok açıklama
gücünün olduğunu ancak şiirin yetersiz bir çerçeve içinde kaldığını söyler.
Bundan dolayı, romanlarında ve denemelerinde sosyal problemleri derinliğine ve
genişliğine ele alan yazar, şiirlerinden toplumu çıkarır. Sosyalin yerinin şiir
olamayacağından hareketle şiirlerine toplumu almayan şairde bir kabuğuna
çekilme ve kendi kendisiyle baş başa kalma havası vardır. Rahatça
söyleyebiliriz ki Tanpınar'ın şiiri toplumsal değil ferdîdir. Dolayısıyla,
metafizik karakter taşır. Konularını hayat, tabiat, ölüm, aşk ve sanat
oluşturur. Bunlar da din, felsefe ve sanatın ortak paydasında birleşir. (…)
(Hece, Kasım 1999)
Ahmet
Hamdi Tanpınar’ın aylardır yayımlanacağı bildirilen Şiirleri nihayet basılabildi. Otuz yedi şiiri içine alan
kitabı (ne yapayım bir türlü betik diyemiyorum) bir solukta okudum. Sembolist
şiirlere düşkün olan ilk gençliğim gözlerimde yaprak yaprak canlandı.
Mallarme'yi, Verlaine'i, Verhaeren'i saatlerce okuduğum hülya dolu geceleri
hatırladım. Çünkü Tanpınar'ın şiirlerinde sembolizmin dünyasını; Güvercin
kanadının köpükten çırpınışı, günlerin kızıl meyvası, çelik gagasında fecri
taşıyan mavi kartalı, akşamın mercan dalları, kanlar içinde çırpınan güneşi,
yıldız kervanı, büyülenmiş bir ceylan gibi bakan zamanı, tutuşmuş mercan
rüyası, gül yangını, güvercin bakışlı sessizliği, gümüşlü fecri, mücevher
kanatlı kuşları ile bulmamaya imkân yoktur. Bu bakımdan mütareke yıllarında
ilk şiirlerini yayımlayan ve bugün hak ettikleri üne ulaşmış şairler arasında
gençliğine en bağlı kalan odur. Mütareke'nin acı yılları Kurtuluş Savaşı ile
sonuçlanıyor, yeni bir devir açılıyor, İkinci Dünya kasırgası kopuyor, bir
dünya batıyor, bir dünya çıkıyor. Tanpınar bu olaylar arasında “Tel qu'en luimême”,
gençliğini büyüleyen bir rüya ülkesinde “Mavi, masmavi bir ışık ortasında”
yüzerek, bir kuyumcu titizliği ile mısralarını işliyor.
Çoğunu bildiğim, seve seve defalarca
okuduğum bu şiirleri bir arada görünce Tanpınar'ın gönül verdiği kelimeler,
sık sık kullandığı benzetmeler, vezinler daha iyi kavranıyor. Kitaptaki
şiirleri okursanız dikkatinizi ilk çekecek özellik, şairin ve bağlacına
gösterdiği düşkünlük olacaktır.
Okuyun, “Yavaş Yavaş Aydınlanan”
başlıklı şiirin yedinci dörtlüğünü:
Ve hangi el boş geceden
Uzattı bu altın tası,
Sızdıkça bir düşünceden
Günlerin kızıl meyvası?
İlk mısraın başında bulunan ve, başımızı
başka bir yöne çevirmemiz için verilmiş bir işarete benziyor, dörtlükte de
önemli bir unsur oluyor. Ama aynı şeyi öbür ve'ler için söyleyebilir miyiz?
Tanpınar bu bağlaç sözcüğüne öylesine gönlünü kaptırmış ki, çoğu zaman onu
anlamsız olarak kullanmaktan kendini alamıyor:
Ve yanık türküsü dalda, bülbülün
Ateşten çemberi üstünde gülün.
“Uyanma”
Deniz
ufkunda batan güneş
Ve keskin çığlığı kuşların;
“Deniz
Ufkunda'
Ve gülünç kuşlar
dallarda
Kırpıyor kirpiklerini
Yüzler asılı dallarda
Küçük, sıska, kandil yüzler,
Onlar ağlıyor kemanda
Ve üzüntü dolu gözler.
“Sabaha
Karşı”
Ve dersin yavaşça
kendi kendine:
ömrün çemberinden kurtuldum yine.
“Siyah Atlar”
Ve birden değişen
yüzün
Arzunun uzaklarında,
O çılgın bitiş, kayboluş
Göğsünde ve kollarında.
Ve açık pencerelerden,
Mavi gökle giren rüzgâr
“Başka
Bir Yıldızda”
Ve diyor fecirden berrak
Sesiyle her ürperişte,
Geceyi yumuşatarak:
“Bütün gözyaşların işte.”
“Bir Gül Bu
Karanlıklarda”
Yırtılan
yelkenler gibi
Enginle
baş başa kalsak
Ve bir
şafak serinliği
İçinde
uykuya dalsak.
“Rıhtımda Uyuyan Gemi”
Bir
altın uçurum derinleşmede
Ve
meçhule doğru süzüldü kervan
“Musiki”
Bazan
bir tebessüm, tutuşmuş mercan
Rüyasıyle
sanki kanlı bir çiçek,
Ve
saçlar ümitsiz öyle yüzecek
Olgun
akşamların ağırlığından.
“Ayna”
Bir
türkü ki gamlı, uzun,
Ve sen
gülünce açan güller,
Ah o
hiç dinmeyen rüzgâr
Ve
uykusu çiçeklerin.
Ve beni
çıldırtan hüzün
İki
bakış arasında
“Mavi, Maviydi Gökyüzü”
Ovanın
yeşili göğün mavisi
Ve
mimarîlerin en ilâhisi,
“Bursa'da Zaman”
Her
bahçenin yabancısı
Ve her
ümidin üstünde,
“Dönüş”
Çok
güzel bir uykudan uyanmış gibi mahmur
Ve hâlâ
eşiğinde yarım kalmış rüyanın.
“Deniz”
Ve gülümseyerek öyle derinden
Her lâhza başka şey ve hep kendisi,
Bir başka yıldızdan veya alevden
Ânın ve hareketin mucizesi,
Ve ümitsiz avı bin sonsuzluğun;
“Raks”
İşte mısra başlarına yerleşmiş yirmi
tane ve. Daha başkaları da var. Mısra ortalarında olanlar da ayrı. Ataç, sağ olaydı
da bu ve'leri böyle bir arada göreydi. Kim bilir gözleri nasıl fırıl fırıl
dönerdi.
Sizlere ve'leri gösterirken
Tanpınar'ın şiir dünyası hakkında da bir fikir verdiğimi sanıyorum. Gerçeği
söylemek gerekirse, bu ve'li mısralarla ilk karşılaşma insanı sarmıyor değil.
Ama bunlar, birbiri arkasından karşımıza gelip dikilince mısraların güzelliğini
görmemize engel oluyorlar. Böyle olmasaydı, hangi mısralar ve ile başlıyor,
diye uğraşıp durur muydum?
Bu özelliğin yanı başında
Tanpınar'ın kitabında, müselles, sükût, şahit, meçhul, iğva, merhale, nağme,
kâinat, mabude, hicran, mücevher, nur... gibi bugünün kuşaklarına artık hiç
seslenmeyen kelimeler de görülüyor. Bilmem bunlara gösterilen sevgiyi de
gençliğe olan bağlılığa mı vermeli?
Tanpınar'ın kitabından söz ederken
çok önemli bulduğum bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim. Bir şiir kişiliğini
buluncaya kadar, başka deyişle, şair duyduğuna kendini saran bir hava içinde
son biçimini verinceye kadar çalışır, yazar, çizer, bırakır, yeniden alır;
olmazsa bir süre ara verir. Sonunda, çoğu zaman, beklenmedik bir ânda şiir
kendini bulur ve şairden kopar. Artık o, şairden ayrı düşmüş hür bir varlıktır.
Böyle olunca, şairin onu yıllar sonra yeniden ele alması, yıllar öncesinin
sıcaklığını yeniden yaşamaya kalkışması olur ki, bunun da imkânı yoktur.
Yaşanmış olan ân, artık bütün özü ve özelliğiyle yok olup gitmiştir. Bir
bakıma, şiir de, bir defa daha yaşanmasına imkân olmayan bir duygulanma ânını
ebedileştirmek değil midir?
Tanpınar'ın yıllar Öncesi yazıp yayımladığı
bir iki şiirini yıllar sonra değişik mısralarla kitabında görmeseydim bu
satırları yazmazdım.
"Mavi, Maviydi Gökyüzü" nü
birlikte okuyalım:
Mavi, maviydi gökyüzü
Bulutlar beyaz, beyazdı;
Boşluğu ve üzüntüsü
İçinde ne garip yazdı...
dörtlüğü ile
başlayan bu şiir şöyle bitiyor:
Kim bilir şimdi nerdesin?
Senindir yine akşamlar;
Merdivende ayak sesin
Rıhtım taşında gölgen var.
İlk dörtlüğün üçüncü mısraı ilkin:
Dalgaların üzüntüsü
idi. Açıklamaya
çalıştığım sebeplerden dolayı, sonucun bu değişiklikten yana olduğu söylenemez
elbette. "Boşluğu ve üzüntüsü" ile "Dalgaların üzüntüsü"
mısralarını yüksek sesle okuyunuz. Anlamın da değişmiş olduğunu farketmeniz bir
yana, birincide dilinizin nasıl güçlükle kıpırdadığını duyacaksınız.
Şiirin zararına olan böyle bir
değişikliği "Gül" başlıklı şiirde de görüyoruz. İlkin, Sanat ve Edebiyat dergisinin 22 nci
sayısında, 1947 mayısında çıkmış olan Gül'le, iki mısra değişerek kitapta yer
alan Gül'ü karşılaştırınız. Şiirin neler kaybettiğini göreceksiniz.
Kesin biçimlerini bulduktan sonra
yaratıcısından kopan, yani yayımlanan mısralara yıllar sonrası dokunmamak.
Bunlar, mısralara can vermesiyle yok olması bir olan tek ânların anılarıdır;
üstelik, yaratıcısı ile değil, artık okuyucuyla baş başadır. Yaratıcının
yapacağı şey, onların, sadece, bir okuyucusu olmaktır.
Tanpınar'in şiirlerini severek okudum. Nasıl sevmeyebilirdim ki,
bana ilk gençlik yıllarımı hatırlattı.
(Bir Gül Bu Karanlıklarda-Tanpınar
Üzerine Yazılar, 2002)
Ahmet
Hamdi Tanpınar’la ilk kez 1955 yılında, Varlık Yayınevi'nde karşılaşmıştık.
Hangi nedenle, anımsamıyorum, benim bakımsız odama gelmişti. Beş on dakika
süresince, Fransız yazınından, özellikle de Nerval'den sözetmiştir. Bana o gün
imzaladığı Yaz Yağmuru'nun üzerine
“Tahsin Yücel Beye, genç meslektaşım, beraberce Nerval'dan konuşalım.
Sevgilerle” diye yazmıştı. 1961'de, Edebiyat Fakültesi'nde asistan olarak
göreve başlamamdan sonra, daha sık görmeye başladım onu. Hocalarımın, Süheyla
Bayrav'ın, Nesterin Dirvana'nın, Adnan Benk'in yakın dostuydu, sık sık bizim
bölüme uğrardı. Bir gün, elinde birkaç Saatleri Ayarlama Enstitüsü'yle geldi, uzun sunuşlarla imzalayıp
verdi dostlarına. Yanıbaşında dikiliyordum.
“Hocam, bana yok mu?” diye sordum.
Rahatsız olmuş gibi görünmedi.
“Kusura bakma, Remzi ne cimri adamdır,
bilirsin; elinden kitap alamıyorum ki” dedi.
Şeytan dürttü.
“Yazık, ben de Varlık'a bir yazı yazacaktım” dedim.
Ahmet Hamdi Bey kolumdan tuttuğu gibi
Türkoloji Bölümü' ndeki odasına götürdü beni. Bir dolap açtı, burada üst üste,
yan yana dizili yetmiş seksen Saatleri
Ayarlama Enstitüsü'nden birini çekti, adıma imzalayıp verdi. Doğrusunu
söylemek gerekirse, kitap üzerine bir yazı yazmayı düşünmüyordum. Yazık ki
aradan iki hafta bile geçmeden Ahmet Hamdi Bey öldü: yazıyı yazdım, ama bir
borcu yerine getirmekten çok, içten bir hayranlığı dile getirdim sanırım.
Şimdi, bunları yazarken, biri belleğimde, biri
gözlerimin önünde duran iki görüntü içimi sızlatıyor. Birincisi,
Süleymaniye'nin avlusunda, Ahmet Hamdi
Bey'in cenazesinde, sevgili hocam Sabahattin Eyuboğlu'nun anlatılmaz bir
acıyla gülümseyen yüzü; ikincisi, bunca yıldan sonra, ancak şimdi, şu anda
ayrımına vardığım bir ayrıntı: Ahmet Hamdi Beyin bana imzaladığı Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün üzerine
koyduğu tarih: 10.2.1962. Unutulmaz usta 24 Ocak 1962' de öldüğüne göre,
ölümünden 17 gün sonrasının tarihi, nerdeyse aşağıdaki gençlik yazısını
yazdığım tarih.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü okumaya başlayan okurun, sayfaları
çevirdikçe bir kararsızlık, bir duraksamadır başlayacaktır içinde; bir tuhaf
rahatsızlık duyacaktır. Kitabın Öyle güç anlaşılır, güç okunur bir roman
olmasından değildir bu. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın hangi eseri sıkıcıdır ki Saatleri
Ayarlama Enstitüsü de sıkıcı olsun! Bu kararsızlık, bu duraksama, bu
rahatsızlık romandan çok, okurun kendisiyle ilgilidir. Bütün bunların sebebi,
okurun roman karşısında kendine belirli bir nokta seçememesi, daha açık bir
deyimle, romana hangi açıdan bakması gerektiğini tam olarak kestirememesidir.
Esere belirli bir açıdan bakmak, okura bir kolaylık sağlar. En basitinden bir örnek
vereyim: okunan roman gözler önüne olayları oldukları ya da olabilecekleri
gibi gösteren ya da göstermek isteyen bir eser midir, yoksa gerçek olamayacak
olaylardan, kişilerden sözeden bir eser mi, okur bunu kolayca görebilir,
gördükten sonra da romanı değerlendirmesi, romanla kendi arasında daha sıkı
bir yakınlık kurması kolaylaşır. Ama Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün okuru, onu bu iki sınıftan
birine yerleştirmekte güçlük çeker. Seyit Lütfullah'ın, Aristidi Efendi'nin
garip dünyaları, tam mezara gömüleceği sırada tabutundan başını kaldırıp
dosdoğru eve götürülmesini söyleyen, alkışlar, ıslıklar arasında evine geldikten
sonra sağlığa kavuşarak bambaşka bir ömür sürmeye başlayan ihtiyar hala,
Avrupa'da okumuş bir hekimden beklenmeyecek derecede sakat ruh hekimi Ramiz,
sonra her yanıyla Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı kurum. Bunlar da, bunlara
benzeyen başka birçok şeyler de, ilk bakışta gerçekle ilgisi bulunmayan bir
hayal ülke, bir hayal oyunu izlenimi bırakıyor. Buna karşılık, yalnız yazarın
ustalığından, inandırma gücünden gelmeyen romanın her satırına sinmiş bir
gerçeklikle karşı karşıya gelirsiniz durmadan. Kitaba gerçek açısından mı,
hayal açısından mı bakacağınızı kestiremezsiniz. Bir karara varmak için biraz
daha beklemek, biraz daha ilerlemek, düşünmek gerekir.
Gerçek ile hayalin basit birer örnek
olduklarını yukarıda belirtmiştim. Tanpınar'ın romanı da çok güzel gösteriyor
basitliklerini. Gerçekten de, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün okuru, bu iki açıdan birini
benimsemeye kalktı mı, büyük bir yanlışlığa düşmekle kalmaz, romanı anlama
imkânını da yitirir. Çünkü Tanpınar'ın anlattığı ne dar ve geniş anlamlarıyla
gerçek, ne de dar ve geniş anlamlarıyla bir hayal dünyadır. Elbette hayalden,
hayal oyunundan çok, bir gerçek söz konusudur, ama bu gerçek Ahmet Hamdi
Tanpınar'ın kişiliğiyle zenginleşmiş, “gerçek” kelimesinin kapsayamayacağı
kadar genişleyip yoğunlaşmış bir gerçektir. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın gördüğü,
duyduğu, hatırladığı, düşündüğü gerçektir, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi “içli”,
son derece bilgili bir sanatçının süzgecinden geçip roman olmuş, çok yönlü bir
gerçektir. Böyle yazıyorum ya fazla bir şey anlatamamanın, konunun Özüne
varamamanın sıkıntısı içindeyim, bütün bunların hemen hemen bütün gerçek
sanatçılar için söylenebilecek şeyler olduğunu da iyi biliyorum. Belki de bütün
güçlük bu “gerçek” kelimesinden doğuyor. Çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar'ın
anlattığı, bir gerçekten çok, bir düşüncedir, bir fikirdir. Ne var ki hayatla,
hayatımızla ilgili bir fikir ya da fikirler söylenmesi, bu fikirlerin de
olaylarla, kişilerle verilmesi, fikri gerçekle iç içe, üst üste getiriyor.
Karışıklık da bundan doğuyor.
Yakından bakılınca görülebilir: Ahmet Hamdi
Tanpınar'ın anlattığı o unutulmaz, ama gerçek olamayacak kadar benzersiz
kahve, gerçek bir kahve değildir, Tanpınar'ın kahve fikridir. Doktor Ramiz
yalnız budala, tuhaf bir hekim değildir, Tanpınar'ın bir takım ruh hekimleri
üzerindeki fikridir (onlarla alayıdır da.) Saatleri Ayarlama Enstitüsü de, onu
kurup sürdüren insanlar da, Tanpınar'ın çağımız, memleketimiz üzerinde, çağımızın,
memleketimizin insanları üzerinde görüşleri, her şeyi her yanıyla kavrayan
düşünceleridir. Romanın başlıca kahramanı Hayri İrdal da herhangi bir roman
kahramanı olmaktan çok, Tanpınar'ın insan üzerindeki, insanın durumu üzerindeki
fikri, bir canlılık, bir kişilik kazanmış görüşüdür. Bu örnekler alabildiğine
çoğaltılabilir.
Bir
romanda kişilerin, olayların her şeyden önce belirli bir fikrin anlatılması
için kullanıldıkları çok görülmüş bir şey. Ama Tanpınar bu kadarla yetinmiyor,
bir yeri, bir insanı doğrudan doğruya bir fikir, bir düşünce, bir görüş olarak
sunuyor. Soyut düşünceleri, duyguları, kavramları somutlaştırarak, bir yerin,
bir insanın, bir olayın biçimi, rengi, kokusu, hareketi içinde veriyor. Her
fikir, her kavram, her duygu canlı varlıkların ya da nesnelerin biçimine,
rengine, kokusuna, sıcaklığına bürünüyor Tanpınar'ın son romanında. Okura da
bu somut şeylerden öze, kaynağa, yani fikre gitmek düşüyor. Meselâ, romanın
bir yerinde, Tanpınar kumar oynayan birinden şöyle sözediyor: “Oyun, dışardan
yaptığı bir hareket değildi; onun içine girmiş, bütün vücudunu ayrı ayrı
çalıştırıyor, birşeyleri didikliyor, gagalıyordu. Yamalı kundurasından
çorabının yırtığı görülen sağ ayağı masanın altında bir dikiş makinesinin kolu
gibi işliyor, gırtlağı durmadan etrafa hücum ediyor, parmakları çengel gibi
muttasıl birşeylere takılıyor, birşeylere asılıyor; dudakları etrafı somuruyor,
çene onların sömürdüğünü kusuyor ve burun acayip homurtularıyla bütün hayatı
korkutmaya çalışıyordu.” Açıkça görülüyor: oyun canlı bir varlık oluvermiş,
kumarcı da kumar oynayan bir insandan çok farklı, nerdeyse bir garip canavar
diyeceği geliyor insanın. Bunun böyle olması, kumar oynayan adamın burnunun
burundan farklı bir şey, çenesinin çeneden farklı bir şey olması, bu burnun, bu
çenenin bir fikrin, bir görüşün resim halinde, görüntü halinde birer unsuru
olmasındandır. Tanpınar'ın bu tutumu, Saatleri
Ayarlama Enstitüsü'nün sayısız kişilerinden biri olan Madmazel Afroditi'nin
portresinde elle tutulacak derecede belirli bir duruma geliyor:
“Afroditi,
sımsıkı bir ten, her ağzını açışta bir ispirto alevi gibi parlayan otuz iki
diş, uzun kirpikleri arkasında telkinleri bir ufuk gibi derinleşen bakışlar, konuştukça
sizin boğazınızda düğümlenen, İtalyan babasından kalmış ağdalı, hardal gibi
sert ve dik, yine de son derece tatlı bir ses, isteyerek çolpalaştırdığı hareketleriyle
bir örümcek gibi dört bir tarafınızı saran eller, bir yığın cazibe ve dostluk,
hulâsa belki de farkına varmadan hareket ve hücum halinde bütün kadınlıktı.”
Afroditi, belki söylemek bile fazla, Madmazel Afroditi olmaktan çok, sımsıkı
bir ten, otuz iki diş, tatlı bir ses, insanın dört bir yanını saran iki, belki
de birçok el, bir yığın cazibe ve dostluktur. Bütün bu özellikler, nitelikler,
daha doğrusu çizgiler, daha başka çizgilerle de birleşerek “bütün kadınlık”
oluyor. Afroditi adıyla, sımsıkı bir tenle, parlak dişlerle, hardal gibi sert
ve dik bir sesle, bir yığın cazibe ve dostlukla somutlaşan, bir cisim olarak
çizilen kadın fikri oluyor. Bu örnekler de alabildiğine çoğaltılabilir.
Ama bütün
bunlar gelişigüzel yığılmış, iş olsun diye sıralanmış fikirler, görüşler,
duygular, izlenimler değil. Romana adını veren Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün
pek de fazla bir yer tutmaması,bu garip enstitüyle o kadar ilgili gibi
görünmeyen olayların, insanların daha geniş bir yer tutması bizi yanıltmamalı.
Her şey bir ana fikrin çevresinde belirli bir denge içinde yer almakta, her şey
bu ana fikrin, anlamsız insan, anlamsız dünya fikrinin birbirlerini tamamlayan,
ayrı ayrı yanlarıdır. Tanpınar çağımızın başlıca konularından biri olan bir
fikri, insanın, dünyanın, hayatın anlamsızlığı fikrini, günümüz insanının
artık yeterli bulmadığı, anlam bakımından da pek yoksun görünen bir çevrenin
iki ayrı çağı içinde ele almakta, sanatının aynasından gözler önüne sermektedir.
Bu ana konunun çevresinde Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dünya görüşünün gözlerimiz
önüne serilmesi, beklenmedik ölümünün uyandırdığı büyük acı karşısında son kitabını
bizim için küçümsenmeyecek bin avuntu haline getiriyor.
(Bir
Gül Karanlıklarda-Tanpınar Üzerine Yazılar, Haz. Abdullah Uçman-Handan
İnci, 2002)