Şair, yazar. (D. 15 Haziran 1925, Menemen / İzmir - Ö. 11 Ekim 2005,
İstanbul). Nevin Yıldız, Ali Kaptanoğlu, A. İ. Beteroğlu, Abbas Yolcu,
Ömer Haybo, Tila Han imzalarını da kullandı. İzmir vali muavinliğinde de
bulunmuş olan Muharrem Bedrettin İlhan’ın oğlu, sinema ve tiyatro sanatçısı
Çolpan İlhan’ın ağabeyidir. Karşıyaka
Cumhuriyet İlkokulu ile Karşıyaka Ortaokulunu bitirdikten sonra İzmir Atatürk
Lisesi'ne girdi. Daha birinci sınıfta okurken, bir kıza yazdığı
mektubun içine koyduğu Nâzım Hikmet şiirleri yüzünden Şubat 1941'de komünistlik
suçlamasıyla sorguya çekilip tutuklandı. Yaşının küçüklüğü nedeniyle
cezası ertelendi, ancak okuldan atıldı ve “Türkiye'de okuyamaz” kaydıyla
belgelendi. İki yıl sonra Danıştay tarafından okuma hakkı geri verilinceye
kadar vaktini roman okuyup Fransızcasını geliştirmekle geçirdi. Okuma hakkını
kazanmasına rağmen Atatürk Lisesi eski öğrencisini kabul etmek istemeyince
İstanbul Işık Lisesine girdi ve orayı bitirdi (1946). Bir süre İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesine devam etti. Burada öğrenci iken, Nâzım
Hikmet'i Kurtarma Komitesine katılmak üzere öğrenimini yarıda bırakıp Paris'e
gitti (1949). 1957-58 yıllarında Erzincan'da askerlik görevini
yaptı. Bu arada sinema ve senaryo çalışmalarına ağırlık verdi. Birkaç kez
daha gidip döndüğü Paris'te sanatçı ve bohem çevrelerde bulundu (1951-52,
1962-65). Paris'ten
ilk dönüşünde Türkiye Sosyalist Partisine girmişti. Gerçek ve Demokrat İzmir gazetelerinde
çalıştı, genel yayın müdürlüğünü yaptığı Demokrat
İzmir gazetesinde başyazılar (1965-73) yazdı. 1968'de
evlendi, on beş yıl evli kaldı. 1973'te yerleştiği Ankara'da Bilgi Yayınevinin
danışmanlığını yaptı. 1981'de İstanbul'a yerleşti. Yelken,
Sanat Olayı ve Cönk dergilerini yönetti. Uzun yıllar televizyonlarda
haftalık konuşmalar yaptı, yaşamını son yıllarını serbest yazar olarak
sürdürdü.
İlk şiiri (Balıkçı Türküsü)
1 Ekim 1941 tarihli Yeni Edebiyat, ilk yazısı İstanbul (Ocak 1945) dergisinde; ilk düzyazısı Balıkesir’de
yayımlanan Türk Dili gazetesinde (29
Ekim 1944) çıkmıştı. Yayımlanan ilk şiirinden başlayarak toplumcu gerçekçilikle
bezeli bir şiire yönelir. Dünya görüşünün temeline yerleştirdiği Marksizmi bir
yöntem olarak benimsedi. Marksizmle Kemalizm devrimciliği arasında
paralellikler kurdu ve Mustafa Kemal'in çağdaşlaşmaktan anladığının Batıcılık
olmadığını ispata çalıştı. 1946’ya kadar çoğunlukla Gün dergisinde A. İ.
Beteroğlu imzasıyla şiirler yayımladı. 1946'da Cebbaroğlu Mehemmed adlı
şiiriyle katıldığı Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Şiir Yarışmasında ikincilik
ödülünü kazanmasıyla birlikte dönemin ünlü kalemlerinin dikkatini çekti. İlk
şiir kitabı Duvar (1948) Hukuk Fakültesi öğrencisiyken yayımlandı.
1949'da gittiği Paris’in, kişiliğinin biçimlenmesinde önemli bir yeri oldu.
1950'de yurda dönünce Esat Adil Müstecaplıoğlu'nun yönetimindeki Türkiye
Sosyalist Partisinin yayın organı olan Gerçek gazetesinde gazeteciliğe
başladı. Gerçek’te yazdığı bir yazı nedeniyle kovuşturmaya uğradı,
1951'de yeniden Paris'e gitti. 1952'de "toplumsal gerçekçilik"
düşüncesiyle döndü. Bu düşünce doğrultusunda kaleme aldığı "Kendi Kendime
Sanat Konuşmaları" başlıklı yazılarda, evrende her şeyin değiştiği
düşüncesinden yola çıkarak sanatın toplum, doğa ve insan ilişkileri üzerine
kurulduğunu belirtir. Sanatçının bu ilişkiler ağını sunmada anten görevini
üstlenmesi gerektiği tezini ileri sürer. 1950'li yıllarda
gazeteciliğin yanında sinema eleştirmenliği de yaptı. Bu arada Ali Kaptanoğlu
takma adıyla senaryolar yazdı.
"Bobstil ve alafranga" olarak nitelediği Garipçi’lerin
karşısında yer aldı ve 1954-55 yıllarında yayımlanan Mavi dergisi
çevresinde topladığı genç şairlerle birlikte bu akıma eleştiriler getirdi. Şiirlerini ve
yazılarını ağırlıklı olarak Gün, Genç
Nesil, Adım, Fikirler, Aile, Yirminci Asır, Seçilmiş Hikâyeler, Kaynak, Mavi,
Yeditepe, Dost, Ataç, Yön, Yelken,Varlık, Sanat Olayı gibi dergi ve
gazetelerde yayımladı. Yeni Ortam, Dünya,
Milliyet, Güneş, Meydan ve Cumhuriyet gazetelerinde
köşe yazıları yazdı.
Attilâ İlhan yetişme çağlarında
halk hikâyeleri ile destanlarının ve Dadaloğlu, Dertli, Gevheri, Zihni gibi
halk şairlerin etkisiyle şiirler yazmaya başlamıştı. Nâzım Hikmet'in şiiri
dönemin birçok şairi gibi onu da besleyen bir başka kaynaktı. Parisli yıllar
"yeni bir şiir" oluşturmak için geçmişten yararlanmanın gerekliliğini
daha iyi anlamasına vesile oldu. İkinci Yenicilere karşı çıktığı gibi, şematik
ve kuru yazan toplumcu gerçekçilere de uzak durdu. Türk edebiyatı içinde
kendine has bir üslup geliştiren Attilâ İlhan'ın şiirlerinde heyecanlı, gergin
bir atmosferde korku, gerilim, hayal/kâbus, ayrılık, sarhoşluk ve aşk konuları
çoğunlukla romantik bir bağlamda yerini alır. Birçok şiirinde olayı bir sinema
kurgusunda sunar. Divan şiiri kültürünü kullanarak, okuyucuya en iyi ses ve
görüntüyü verecek kelimeleri özenle seçer. Şiirlerindeki kahramanlar çoğu zaman
başka başka şiirlere konu olur; hatta bu kahramanlar o kadar ete-kemiğe
bürünürler ki, romanlarına kadar uzanırlar. Bütün bu özellikler bir bakıma
Plehanov'un imge kuramını benimsemesiyle açıklanabilir. Hasan Bülent Kahraman’a
göre de; "Marksizm'i düşünsel bir alt yapı olarak kullanıp şiirini
modernizmin belli bir aşamasındaki oluşumlarla bütünleştirir." Büyük şehir
hayatı, günümüz insanının yaşadığı gerilimler ve çelişkiler, şairi toplumsal
gerçekçilik anlayışı çerçevesinde bireyin duygu, düşünce ve yaşantılarını öne
çıkarmaya yöneltmiştir. Şiirinde "ben"in ön plana çıkarılması çok
fazla eleştiri konusu olmuştur. Bu anlayışına, kendisiyle yapılan bir
söyleşide; "Ben, kesinlemelerin, tartışmasız kabullenmelerin en yaman
ilericilik sayıldığı bir dönemde yetiştim. Çağdaş ve Batılı bir aydın olmanın
yolu sözgelişi Türk Dil Kurumu Türkçesine, Köy Enstitülerine, operaya ve klâsik
Batı müziğine, halk şiirine ve türkülerine vb inanmaktan geçiyordu."
biçiminde bir açıklama getirir.
Attilâ İlhan’ın daha çok gizli bir
hece ölçüsü ahenginin hissedildiği ilk şiir kitabı Duvar’da (1948)
semantik açıdan II. Dünya Savaşı'nın insanlar üzerindeki etkisi de yer yer
kendini duyurur. Günlük ve yaşamsal sorunları, özgürlüğe kavuşma mücadelesi,
toplumcu gerçekçi bir sanat anlayışıyla yansıtmaktadır bu kitabında. Bu
şiirlerde toplumcu gerçekçiliğin önemli bir öğesi olan gelecek iyi günlerin
sıcak ve pembe romantizmini de kullanmaktadır. Paris seyahatinin ardından yayımladığı ikinci şiir kitabı Sisler
Bulvarı (1954) bir hayli ilgi toplar. Doğayla savaşımın en güzel örnekleri
yer alır bu kitaptaki şiirlerde. Toplumsal gerçekçilik çerçevesinde
"ben"in, yalnızlığın, yabancı ülkelerin ve insanların konu olarak
işlendiği bu kitaptaki şiirleriyle, onun şiiri yavaş yavaş kendini bulmaktadır.
Bu şiirlerde imge özü belirlemektedir. Fakat hemen bir yıl sonra yayımlanan Yağmur
Kaçağı (1955) aynı ilgiyi görmez. Oysa içtenlikli bir anlatımla, Anadolu
Türkçesinin damıtılmış deyişleriyle örgülenmiştir bu kitaptaki şiirler. Ben
Sana Mecburum (1960) şairin birikimi açısından yeni dönüşümleri birlikte
getirir. 1948’lerde başlattığı, yönetimi Mustafa Kemal’e şikâyet temasını daha
da genişletir. Daha sonra şiirinin vazgeçilmezleri arasına girecek olan Divan
şiiri estetiği ve zevki de belirgin olarak ilk defa bu kitaptaki şiirlerde
ortaya çıkar. Bela Çiçeği'nde (1962) ise modern Türk şiiri ile
geleneksel Türk şiirinin bir sentezini yapma çabası görülmektedir. Daha önceki
şiirini bu kitapta daha da renklendirdiği görülür. Eski şiirle bağı yalnız
estetik düzeyde kalmaz; klâsik şiirin havasını da duyumsatır. Yine ‘şair
beni’ni merkeze oturttuğu şiirlerde korku, kaçış, gerilim gibi temalar bu
kitapta da karşımıza çıkar. Bu temaları ve havayı kısmen de olsa Paris yıllarından
taşıdığı söylenebilir. Kendi şiir oluşumunun özgün sentezinin tamamlandığını
söylediği Yasak Sevişmek’te (1968) Divan şiirinin büyülü havası daha bir
belirgindir. Bununla birlikte bu kitaptaki kimi şiirlerde, yeniden toplumcu
temaya ağırlık verdiği de görülür. Tutuklunun Günlüğü'nde (1973) şairin
Divan edebiyatından yalnız ses olarak değil, nazım biçimi ve kafiye düzeni
bakımından da yararlandığı görülmektedir. Sekizinci şiir kitabı Böyle Bir
Sevmek’ten (1977) sonra yayımladığı şiir kitaplarında "ben" temi
yavaş yavaş azalır. Elde Var Hüzün (1982) Divan edebiyatı sesinin usta
ve modern bir kalemle yeniden yorumlanışı olarak da görülebilir. Korkunun
Krallığı (1987), 12 Eylül (1980) rejiminin toplum üzerindeki baskılarının
yansıdığı şiirlerden oluşur. Bu kitabında da ağırlıklı olarak ölüm teması
işlenmektedir. Ayrılık Sevdaya Dahil (1993) şairin okuyucusuna bir ışık,
renk, ses cümbüşü içinde sunduğu şiirlerden oluşmaktadır. Son şiir kitabı olan Kimi
Sevsem Sensin (2001), artık bilinen Attilâ İlhan şiirinin usta işi
örneklerini çoğaltmanın ötesinde bir özelliğe sahip değildir. Attilâ İlhan’ın
romantik bir şair olduğu kabul görmüş değerlendirmelerdendir. Hüseyin Atabaş’ın
sözleriyle toparlamak gerekirse; “Şiirlerinde, açık olarak dillendirmemekle
birlikte; alttan alta yürüyen yazgıcılığa, bezginliğe, karamsarlığa bulanmış ve
elbette hüzünlü bir şiir havası var. Attilâ İlhan, ‘Sisler Bulvarı’nda
başlayan böyle bir şiir yoluna girmişti. Son kitabı ‘Kimi Sevsem, Sensin’ de içinde olmak üzere, hemen tüm kitaplarının
adlarından bile bunu anlamak olanaklıdır: Sisler Bulvarı, Yağmur Kaçağı, Ben
Sana Mecburum, Bilâ Çiçeği, Yasak Sevişmek, Böyle Bir Sevmek, Elde Var Hüzün,
Korkunun Krallığı, Ayrılık Sevdaya Dahil. Tümünde de; sis, belâ, yasak, hüzün,
korku, ayrılık... gibi söz ve duygu değerleri taşıyan çağrışımlar var. Bunların
tümü de arabeskin değerleriyle örtüşmüyor mu?” Bazı şiirleri bestelenmiş olan
Attilâ İlhan "Ben Sana Mecburum" (Folk Müzik, 1999) adıyla, seçme
şiirlerinden oluşan bir kaset/cd de doldurmuştu.
Attilâ İlhan, romanlarında Osmanlı
devletinin çöküş yıllarından 1960'lara kadar uzanan bir zaman dilimi içinde
şehir insanını, kendisini çevreleyen, toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullar
içinde, ama bireyselliğinden vazgeçmeden vermeyi amaçlamaktadır. İlk romanı Sokaktaki
Adam’ın (1953) kahramanı Hasan toplumsal ve bireysel anlamda iflas etmiş,
"ne istemediğini bilen, fakat ne istediğini bilmeyen" bir tiptir.
Hemen hemen aynı konuların yine şiirsel ses ve duyarlıkla verildiği Zenciler
Birbirine Benzemez’in (1957) kahramanı da "bir kararsızlığın
ağrısını" çekmektedir. Medya, siyasi çevreler, palazlanan burjuvazi ve
özellikle Beyoğlu'nda gelişen eğlence sektörünü irdeleyen Kurtlar Sofrası
(1963), daha sonra "Aynanın İçindekiler" ana başlığıyla yayımlayacağı
romanların tabanını oluşturmaktadır. Kurtlar Sofrası, kurgu tekniği,
üslup, karakterlerin toplumsal ve psikolojik çözümlemeleri gibi pek çok açıdan
ilk iki romanından daha başarılıdır. Nehir roman özelliği taşıyan "Aynanın
İçindekiler" dizisi beş kitaptan oluşmaktadır. Dizinin ilk romanı Bıçağın
Ucu’nda (1973), yakın tarihimizin önemli olaylarından 27 Mayıs’a kadarki
olayları, bu olaylar içinde ağırlıkla iki farklı kesimin tutumunu, söz konusu
süreçteki hayatlarını, gündemi belirleme çabalarını anlatır. Askerlerden ve
solcu aydınlardan oluşan roman kişileri, o dönemin toplumsal sorunlarına karşı,
kendi çözümlerini hayata geçirmeye çalışırlar. Böylece 1960 öncesi Türk solunun
genel bir görünümünü vermeyi amaçlar. Sırtlan Payı'nda (1974), bir
yandan 27 Mayıs 1960 ihtilâli sonrası ortamı, öte yandan geriye dönüşlerle
Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarına uzanır. 1950 Kore
Savaşı yıllarıyla 1960 ihtilalinin öncesi ve sonrasının işlendiği Yaraya Tuz
Basmak'tan (1978) sonra Dersaadet'te Sabah Ezanları (1981) ile
tekrar Kurtuluş Savaşı yıllarına dönülür. Dizinin son romanı O Karanlıkta
Biz (1988) ise 1940'lı yılları ve bu dönemin etkili sol çevrelerini konu
almaktadır. Bu dizideki her kitabın başına; "Bu kitapta anlatılanların
gerçek kişilerle ve olaylarla hiçbir ilgisi yoktur. Onları ben, büyük bir
aynanın içinde gördüm. Üstelik ayna dumanlıydı ve olmayan bir şehirde
geziniyordu." cümlelerini eklemeyi gerekli görür. İzmir ve Paris'te
geçen Fena Halde Leman'da (1980) ve bu romanla bağlantılı olarak kaleme
aldığı, konusu Şam'da ve işgal dönemi İzmir'inde geçen Haco Hanım Vay!'da
(1984) cinsellik, özellikle kadın eşcinselliği -yarattığı tipler edebiyatta
önemli olan inandırıcılık duygusunu pek vermese de- cesaretle ele alınmıştır.
Buna rağmen Attilâ İlhan roman kahramanlarına ayrı bir önem verdiğini söyler:
"Benim romancılığımda bu kahraman işi çok önemli! Nasıl oluyor bilmiyorum,
çeşitli kişilerden toplanmış izlenimler zamanla bir bileşim oluşturuyor, bu
bileşim giderek fizik bir nitelik kazanıyor, o kadar ki oluşma süreci
tamamlandıktan sonra o kahraman benimle birlikte yaşanmış birkaç tipin
bileşkesidir, birisinin sınıfsal konumu, ötekinin cinsel diyalektiği, berikinin
fizik nitelikleri bu bileşkenin içinde erimiş, yeni bir kişiliğin doğmasına
neden olmuştur, ama bir kere bu oldu mu, o kişiler yiter artık, yaşamaya
başlayan kişi kendi kişiliğini ve biyografisini sürdürür." der. Attilâ
İlhan hemen bütün romanlarında, önce bir toplumsal kurum belirler, sonra bu
yerlerle ilgili kahramanlar seçer. Çok iyi bildiği sinema tekniği ile düğüm
olayları çerçeveleyip geriye dönüşlerle, nesnel ilişkileri çözümler.
Bütün bunların sonucunda da
kendisine oluşturduğu dünya görüşü çerçevesinde Mustafa Kemal'in
yenilikçiliğiyle İnönü dönemini birbirinden ayırır. Hemen hemen aynı özellikler bütün düzyazılarında da görülür.
Kendine has bir üslubu vardır. Romanlarında da şiirsel bir anlatımı seçer;
imgeyle birlikte dil ve düşüncenin olanaklarını konunun hizmetine verir.
Böylece okuyucuyu tekdüze bir metin karşısında bırakmamak ister. Çeşitli
çağrışımlarla ve plastik yansıtmalara dayanan bir anlatımla okuyucunun ilgisini
çekmeyi hedefler, yine aynı sebeple çoğu zaman "konuştuğumuz gibi
yazmaya" özen gösterir. İlk iki romanında, Tanzimat'tan bu yana
geliştirilmiş olan düzyazıya sadık kalırken daha sonra cümle üzerinde bir hayli
oynayacaktır. Tanzimat'la birlikte yerleşmiş düzyazı dilini, cümlede fiillerin
sona gelmesiyle oluşan yeknesaklıktan dolayı kusurlu bulur. Bu yeknesaklığı
gidermek için cümlede fiillerin yerini değiştirir; soru ve ünlem cümlelerinden
yararlanma yoluna gider.
Yazarın tek hikâye kitabı Yengecin
Kıskacı (1999) değişik tarihlerde yazılmış dört hikâyeden oluşmaktadır.
Özellikle, kitaba ismini veren son hikâyede, sinema ile düzyazıyı birleştirme
çabası içinde olduğu görülür.
Attilâ İlhan’nın yazılarında da
konu olarak yakın tarih, Osmanlının son yıllarından başlayarak Cumhuriyetin
kuruluşu ve günümüze kadar uzanan dönem, ayrıca dünyada ve bizde görülen sol
hareketler her zaman ilgi alanı içinde olmuştur. Özellikle Mustafa Kemal
döneminden getirdiği örneklemelerle, bugünün sorunlarının çözümlenmesi için, o
dönemden yararlanma çabası içinde olduğu görüldü. Gerek şiirlerinde gerekse
yazılarında yakın tarihi konu alırken bile, Osmanlıcayı ve Tanzimat Türkçesini
tercih etmesi eleştirilere yolaçmıştır. Romanlarında ise dönemin dilinden
yararlanması görselliği en yüksek düzeye ulaştırma çabasıyla yakından
ilgilidir. Şairliğiyle
son dönemlerin en büyük isimleri arasında yer alarak yeni kuşakları etkileyen
Atilla İlhan, düşünce yazılarıyla ilerleyen yıllarda önceki çerçevesini aştı,
görüşleri gündeme oturan önemli bir imza haline geldi.
1950'lerin sonları ve 1960'ların
başlarında Ali Kaptanoğlu takma adıyla yazdığı senaryolar mümkün olduğunca
aslına sadık kalınarak filme aktarıldı. Bir televizyon dizisinin pilot filmi
olarak hazırlanan Paranın Kiri’nin (yön. H. Karakaş, 1979) ilgiyle
karşılanması üzerine, arkasından altı bölümlük Sekiz Sütuna Manşet (yön.
H. Karakaş, 1982) çekildi. TRT dizisi olarak çekilen Kartallar Yüksek Uçar
(yön. H. Karakaş, 1984), Yarın Artık Bugündür (yön. H. Karakaş.
1986), Yıldızlar Gece Büyür
(1992), Kurtlar Sofrası (yön. B. ilhan, 1999) yine ilgiyle karşılanan
kaleme aldığı özgün senaryolardır. Yönetmenliğini Biket İlhan'ın yaptığı ve
özel bir televizyon kanalında yayınlanan Teleflaş’tan sonra O Sarışın
Kurt veYanlış Saksının Çiçeği (yön. F. Motan) filmlerinin
senaryolarını yazmıştı.
Duvar kitabındaki Cebbaroğlu Mehemmed başlıklı şiiri
ile 1946 CHP Şiir Armağanı ikincilik ödülünü, Tutuklunun Günlüğü ile
1974 Türk Dil Kurumu Şiir Ödülünü. Sırtlan Payı ile 1974-75 Yunus Nadi Roman
Armağanı aldı.
“İlhan’ın şiir sürecinde devrimden çok evrim
geçerlidir. Hem çeşitli, hem de belirli yönleri olan bir şiirdir bu. Şairin
durumuna ve ilgilerine göre bu yönlerden bazan biri öne geçer bazan öbürü;
fakat hiçbiri bütünüyle silinmez. Sudaki dalgalar gibi, bazıları açılıp
gelişir, bazıları daralıp sönükleşir, ama onları çevreleyen evren köklü bir
değişme geçirmeden kalır.” (Asım Bezirci)
"Attilâ
İlhan'ın, şiirde gerçekleştirdiği büyük ve etkileyici atılım; aynı zamanda,
dilin, kendi içinde sakladığı bir gizilgücün (potansiyelin) ortaya
salınmasıdır; onun boşalmasına olanak verecek zeminin hazırlanmasıdır. Yani
Türkçenin 'orada' olan, fakat fark edilmemiş bir niteliğinin, bir özelliğinin
ele geçirilmesi, onun bir özgünlükle bütünleştirilmesidir.
"Attilâ İlhan şiiri,
özellikle 1950-70 arasında, dilin yoğun gereksinim duyduğu, bir bireşim olarak
ortaya çıkmış; bir kök-gövdeye dönüşmüş ve bugüne değin hemen tüm açılımları,
belli oranda etkileyerek, varlığını sürdüregelmistir.
"Bu niteliğiyle bu şiirin, yüzyıl içindeki en büyük birkaç yenilenmeden (ötekiler yahya kemal ve nâzım hikmet) birisi olduğunu, rahatlıkla söylemek mümkündür." (Hasan Bülent Kahraman)
“A. İlhan'ın romanda etkili görsellik yaratabilmek için daha çok tiyatroda karşımıza çıkan bir yöntemi başarıyla kullandığını görüyoruz Yazar bir ortamda olan biteni sözcük özcük anlatmak yerine, okuyucuya sanki roman okumuyormuş da bir oyun izliyormuş izlenimi vererek, sahnede ses ve ışıkla oluşturulan efektin yarattığı etkiyi başarılı kişileştirmelerin ve duyu aktarımlarının yol açtığı görsellikle sağlıyor. Zaten aktarılan ortam da bir tiyatro sahnesi gibi gözümüzde canlanıveriyor. Yazar epik tiyatroda yabancılaştırma efekti diyebileceğimiz yöntemi romana uyarlamayı denemiş. Okuyucu konunun içine dalmışken birden bire onu oradan alıp gerçek yerine, okuyucu olduğu noktaya, koyarak elindekinin üretilmiş bir metin olduğunu görmeye zorluyor. Romanın bir yerinde karşılıklı konuşmaların arasına birden bire ‘Takma kirpikler, tırnak törpüsü ve klips.’ sözcüklerinden oluşan paragraf giriyor. Ardından konuşma devam ederken yine bir paragraf ve şu sözcükler: ‘İki tabak, iki dergi, bir çengelli iğne.’ (...) Böylece zaten laf olsun diye söylenen sözlerin can sıkıntısı yarattığını ve oradakilerin söylenenlerden çok, çevrede görülen gereksiz ayrıntılara takıldığını, nesneler, insanlar, konuşmalar arasındaki ayrımın roman kişisi için ortadan kalktığını anlıyoruz. Ayrıca bunu anlamamızı sağlayan ifade biçiminin de farkına varıyoruz!
“Bunlar okuyucuyu tiyatronun
epik biçimindekine benzer bir konuma yerleştiriyor. .Zaman zaman okuyucu
gözlemci durumda bırakılıyor. (...) Böylece yazarın roman kişilerine karşı
mesafesi neyse okuyucu da kendini roman kişilerine karşı aynı mesafede buluyor.
Bütün bunlardan yazarın
romanında etkili bir görsellik yarattığını, bunu yaparken görsel sanatlara özgü
yöntemleri başarıyla uyguladığını anlıyoruz.” (Ayten Esgün)
ESERLERİ:
ŞİİR: Duvar (1948), Sisler Bulvarı
(1954), Yağmur Kaçağı (1955), Ben Sana Mecburum (1960), Belâ Çiçeği (1962), Yasak Sevişmek (1968), Tutuklunun
Günlüğü (1973), Böyle Bir Sevmek
(1977), Elde Var Hüzün (1982), Korkunun Krallığı (1987), Ayrılık Sevdaya Dahil (1993), Kimi Sevsem Sensin (2001).
ROMAN: Sokaktaki Adam (1953), Zenciler
Birbirine Benzemez (1957), Kurtlar
Sofrası (2 cilt, 1963-64), Bıçağın
Ucu (1973), Sırtlan Payı (1974), Yaraya Tuz Basmak (1978), Fena Halde Leman (1980), Dersaadet'te Sabah Ezanları (1981), Haco Hanım Vay! (1984), O Karanlıkta Biz (1988), Allah'ın Süngüleri (2003).
HİKÂYE: Yengecin Kıskacı (1999).
GEZİ: Abbas Yolcu (1957).
DENEME-İNCELEME-ELEŞTİRİ-ANI: Hangi Sol (1970), Hangi Batı (1972), Faşizmin
Ayak Sesleri (1975), Hangi Seks
(1976), Hangi Sağ (1980), Gerçekçilik Savaşı (1980), Hangi Atatürk (1981), Batının Deli Gömleği (gazete yazıları,
1981), İkinci Yeni Savaşı (1983), Sağım Solum Sobe (gazete yazıları,
1985), Yanlış Kadınlar Yanlış Erkekler
(deneme, anı, 1985), Ulusal Kültür Savaşı
(deneme, eleştiri, 1986), Sosyalizm Asıl
Şimdi (1991), Aydınlar Savaşı (1991),
Kadınlar Savaşı (1992), Hangi Edebiyat (1993), Hangi Laiklik (1995), Hangi Küreselleşme (1997), Bir Sap Kırmızı Karanfil (1998), Ufkun
Arkasını Görebilmek (1999), Sultan Galiyef -
Avrasya'da Dolaşan Hayalet (2000), Dönek Bereketi Cumhuriyet Söyleşileri - Nisan-Eylül 1998 (2002), Açtırma Kutuyu! (2004).
SÖYLEŞİ: Cumhuriyet Söyleşileri 1: ''...Bir Sap Kırmızı Karanfil...''
(1998), Cumhuriyet Söyleşileri 2 - Ufkun
Arkasını Görebilmek (1999).
ÖZGÜN SENARYO ve TV DİZİSİ: Yalnızlar Rıhtımı, Dişi Kurt, Ver Elini İstanbul, Şoför Nebahat, Rıfat Diye Biri, Devlerin Öfkesi, Paranın Kiri (1979), Sekiz Sütuna Manşet (TV dizisi 6 bölüm, 1982), Kartallar Yüksek Uçar (TV dizisi 12 bölüm, 1983-84), Yarın Artık Bugündür (1986), Yıldızlar Gece Büyür (TV dizisi 16 bölüm, 1992), Kurtlar Sofrası (1999), Teleflaş (TV dizisi 13 bölüm, 1993), O Sarışın Kurt, Yanlış Saksının Çiçeği.
ÇEVİRİ: Umut (A. Malraux’dan, 1967), Kantonda İsyan (A. Malraux’dan, 1967), Çalardı Basel'in Çanları (L. Aragon’dan., 1969).
KAYNAKÇA: Asım Bezirci / Papirüs (Ekim
1969) - On Şair On Şiir (1971), Mehmet
Seyda / Edebiyat Dostları (1970), Mehmet Kaplan / Cumhuriyet Devri
Türk Şiiri (1973), Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk
Edebiyatçıları Sözlüğü (1974), Hikmet Altınkaynak /
Edebiyatımızda 1940 Kuşağı (1977), M. Kutlu / Türk Dili ve
Edebiyatı Ansiklopedisi IV (1977), Oktay Akbal / Şair Dostlarım (1977), İhsan
Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001,
2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas.
2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) -
Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Vecihi
Timuroğlu / Yazınımızdan Portreler (1991), Durdu Şahin / Peyami Safa, Cemil
Meriç ve Attila İlhan'ın Eserlerinde Batı (1994), Zeynep Ankara /
Yalnız Şövalye: Attilâ İlhan (1996), Belgin
Uzunöz-Oya İşeri / TRT'nin İddialı Filmi: Yanlış Saksının Çiçeği (söyleşi,
Merdiven Sanat, Kasım 1997), Öner Kemal Ciravoğlu / Büyük Yolların Haydutu
(fotoğraflarla yaşamöyküsü, 1997), Okan Yüksel / İzmirli Ozan Gazeteciler
(1997), A. Bulut / Türkçü-Devrimci Diyalogu: Doğu Perinçek ve
Attilâ İlhan'la Röportajlar (1998), İbrahim Oluklu / Tarih Öncesi
Yazıları (1998), Y. Çelik / Şubat Yolcusu: Attilâ İlhan'ın Şiiri
(1998), Öner Yağcı / Attilâ İlhan'ın 41. Yapıtı: Bir Sap
Kırmızı Karanfil (Cumhuriyet Kitap, 28.1.1999), Muzaffer Uyguner / Attilâ
İlhan'dan 1982-1983 Yazıları: Ulusal Kültür Savaşı (Cumhuriyet Kitap,
18.2.1999), Zeynep Aliye / Toplumcu Sanatçı, Sorumluluk Altındadır (Cumhuriyet
Kitap, 13.5.1999), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler
Sözlüğü (18. basım, 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (6.
basım, 1999), Serap Akıncıoğlu / Ayrılık Sevdaya Dahil
Şiiri Üzerine Bir İnceleme (Hece, Ağustos 2000), Zeynep Aliye / Sevdanın ve
Kavganın Yolcusu Attilâ İlhan - H. Bülent Kahraman / Attilâ İlhan Şiirinin
Modernist Boyutu Üzerine - Yakup Çelik / Attilâ İlhan Şiirinde İnsan
(Cumhuriyet Kitap, 26.10.2000), Feridun Andaç / Edebiyatımızın Yol Haritası
(2000), Erol Manisalı / Attilâ İlhan'la 1000 Saat (Konuşma Notları, 2001),
Ahmet Günbaş / Attila İlhan’dan Yeni mi Yeni Şiirler (Cumhuriyet Kitap,
29.3.2001), Hidayet Karakuş / Bağımsız, Demokrat, Toplumcu: Attilâ İlhan
(Cumhuriyet Kitap, 5.4.2001), Ayrılık Sevdaya Dahil - Kimi Sevsem Sensin (Kitap
Rehberi, Aralık 2001), Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi (2001),
Selim İleri / Adı Dilimize Deyim Olan Romanı: Kurtlar Sofrası (İş'te Kitap,
Bahar 2002), Zeynep Aliye / Mavi Adam-Attilâ İlhan'la Söyleşiler (2002), Oğuz
Özdem / Zeynep Aliye'den Bir Attilâ İlhan Kitabı (Cumhuriyet Kitap, 11.1.2002),
Muzaffer Uyguner / Attilâ İlhan'la Erol Manisalı Konuşmaları (Cumhuriyet Kitap,
4.4.2002), Hüseyin Atabaş / Attilâ İlhan’ın Şiiri ve Arabesk Meselesi (Kum,
Haziran 2002), Gönülden Esemenli Söker / Attilâ İlhan'da Kültür Sorunsalı
(2002), Ümit Sarıaslan / Allah'ın Süngüleri (Edebiyat ve Eleştiri, Mart-Nisan
2003), Ayten Esgün / Attilâ İlhan’ın Aynasında Öne Çıkanlar (Kum, Eylül-Ekim
2003), İbrahim Oluklu / Seni Yazarak (Balıkesir, 2003), Ali K. Metin / Türk Şiirinde Attilâ İlhan
Açmazı (Kökler, 2004), Mehmet Nuri Yardım / Yazar Olacak Çocuklar
(2004).
BEN
ATTİLÂ İLHAN
ben
adını mıh gibi aklımda tutuyorum
büyüdükçe büyüyor gözlerin
ben
içimi seninle ısıtıyorum
ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
bu şehir o eski
karanlıkta bulutlar parçalanıyor
sokak lambaları birden yanıyor
kaldırımlarda yağmur kokusu
ben
sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
insan bir akşamüstü ansızın yorulur
tutsak ustura ağzında yaşamaktan
kimi zaman ellerini kırar tutkusu
birkaç hayat çıkarır yaşamasından
hangi kapıyı çalsa kimi zaman
arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu
Fatih’te yoksul bir gramofon çalıyor
eski zamanlardan bir cuma çalıyor
durup köşe başında deliksiz dinlesem
haftalar ellerimde ufalanıyor
ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
ben
belki Haziran’da mavi benekli
çocuksun
ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
bir şileb sızıyor ıssız gözlerinden
belki Yeşilköy’de uçağa biniyorsun
bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
belki korsun kırılmışsın telaş içindesin
kötü rüzgar saçlarını götürüyor
ne vakit bir yaşamak düşünsem
bu kurtlar sofrasında belki zor
ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
ne vakit bir yaşamak düşünsem
sus deyip adınla başlıyorum
içimsıra kımıldıyor gizli denizlerin
hayır başka türlü olmayacak
ben
PİA
ATTİLÂ İLHAN
ne olur kim olduğunu bilsem pia’nın
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak seslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
içlenip buzlu bir kadeh gibi
buğulanıp buğulanıp durmasam
ne olur sabaha karşı rıhtımda
çocuklar pia’yı görseler
bana haber salsalar bilsem
içimi büsbütün yıldızlar basar
bir hançer gibi çıkıp giderdim
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
singapur yolunda demeseler
bana bunu yapmasalar yorgunum
üstelik parasızım pasaportsuzum
ne olur sabaha karşı rıhtımda
seslendiğini duysam pia’nın
sırtında yoksul bir yağmurluk
çocuk gözleri büyük büyük
üşümüş ürpermiş soluk
ellerini tutabilsem pia’nın
ölsem eksiksiz ölürdüm.
SİSLER BULVARI
ATTİLÂ İLHAN
elinin arkasında güneş duruyordu
aylardan kasımdı üşüyorduk
ağacın biri bulvarda ölüyordu
şehrin camları kaygısız gülüyordu
her köşe başında öpüşüyorduk
sisler bulvarına akşam çökmüştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık
dağlarda ateşler yanmıyordu
deniz fenerleri sönmüştü
birbirimizin gözlerini arıyorduk
sisler bulvarı’nda seni kaybettim
sokak lâmbaları öksürüyordu
yukarda bulutlar yürüyordu
terkedilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım
yenikapı’da bir tren vardı
sisler bulvarı’nda öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar
sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
elinden tutup getirecekler
beni görünce taş kesileceksin
ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!
sisler bulvarı’ndan geçtim sırsıklamdı
ıslak kaldırımlar parlıyordu
durup dururken gözlerim dalıyordu
bir bardak şarabda kayboluyordum
gece bekçilerine saati soruyordum
evime gitmekten korkuyordum
sisler boğazıma sarılmışlardı
bir gemi beni afrika’ya götürecek
ismi bilmiyorum ne olacak
kazablanka’da bir gün kalacağım
sisler bulvarı’nı hatırlıyacağım
kırmızı melek şarkısından bir satır
lodos’tan bir satır yağmur’dan iki
senin kirpiklerinden bir satır
simsiyah bir satır hatırlıyacağım
seni hatırlatanın çenesini kıracağım
limanda vapurlar uğuldayacak
sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
ağaçları yatıyordu yoksuldu
bütün yaprakları sararmıştı
bütün bir sonbahar ağlamıştı
ağlayan sanki istanbul’du
öl desen belki ölecektim
içimde biber gibi bir kahır
bütün şiirlerimi yakacaktım
yalnızlık bana dokunuyordu
sabah ezanında yağmur yağmasa
şüphesiz bir delilik yapardım
hiç kimse beni anlıyamazdı
on beş sene hüküm giyerdim
dördüncü yılında kaçardım
belki kaçarken vururlardı
sisler bulvarı’ndan geçmediğin gün
sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
yağmurun altında yalnızım
ağzım elim yüzüm ıslanıyor
tren düdükleri iç içe giriyorlar
aklımı fi krimi çeliyorlar
aksaray’da ışıklar yanıyor
sisler bulvarı ayaklanıyor
artık
kalbimi susturamıyorum
YAĞMUR KAÇAĞI
ATTİLÂ İLHAN
Elimden tut yoksa düşeceğim
yoksa bir bir yıldızlar düşecek
yağmurdan korktuğumu bilirsen
gözlerim aklına gelirse
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni
geceleri bir çarpıntı duyarsan
telaş telaş yağmurdan kaçıyorum
sarayburnu’ndan geçiyorum
akşamsa eylülse ıslanmışsam
beni görsen belki anlayamazsın
içlenir gizli gizli ağlarsın
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni.
ATTİLÂ
İLHAN ŞİİRİNİN MODERNİST
BOYUTU ÜZERİNE
HASAN BÜLENT KAHRAMAN
Attilâ İlhan şiirinin
çözümlenmesi birkaç nedenden ötürü güç. Öncelikle bu şiir, bütün önemli ve
büyük şiir atılımları gibi birkaç katmandan oluşuyor. Ayrıca İlhan 50 yılı
-artık- aşkın bir süredir şiir yazıyor. Bunca uzun bir sürenin şiire ve İlhan’a
ait entelektüel dünyaya getirdiği, taşıdığı bir dizi oluşum var. Dolayısıyla da
İlhan’ın şiiri, ana gövdesindeki temel izlekleri ve özellikleri koruyarak ve
hatta onları koruma savaşı (bu konuları tartışan iki kitabına Gerçekçilik
Savaşı ve 2. Yeni Savaşı adını verdiğini anımsayalım) vererek birkaç döneme
açılmıştır. Her dönem kendi içinde ele alınmalı ve çevresiyle birlikte
irdelenmelidir. Gene de bu şiiri, daha önce yaptığım bir değerlendirmenin ışığında,
kitaplarının yayın tarihlerini göz önünde bulundurarak üç döneme ayırmak
suretiyle çözümlemek olanaklı görünüyor bana: 1941-1954 arası, 1954-1968 arası,
1968 sonrası...
II
Şiir, içinde üretildiği
dönemin temel duyarlılığından doğallıkla etkilenir. Bu, Attilâ İlhan için de
böyle olmuştur. Şairin duyarlılığı, kişisel yeteneği, şiirde yapmak istedikleri
ve daha ilk günlerinden başlayarak ortaya koydukları kendisine bir özgünlük
çizgisi sağlasa da, 1940-50 arasının şiiri daha çok Nâzım Hikmetçi bir
duyarlılıkla belirlenir. Aslında orada da biraz kuşkulu davranmakta yarar var.
Çünkü, Duvar, belki adıyla dahi oraya bir göndermede bulunmaktadır ama
özellikle halk şiiri duarlılığına yaslanmasıyla 1940 şairlerinin ikinci öbeğine
bir yanıt gibidir. Bunda, şairin yaşının henüz oldukça genç olması ve şiir kaynaklarına
yeterince yönelememesinin payı büyüktür. Gene de birçok yerde söylendiği gibi
farklı bir duyarlılık oluşturma, bunu da kent tabanına yaslanarak yapma tutkusu
göze çarpmaktadır.
1940-50 arası şiirin bu
temel izleğini oluşturan kaynaklardan birisi bana kalırsa Abbas Yolcu kitabının
dili ve anlatımıdır. Orada İlhan’ın sonradan kesinkes terk edeceği bir üslup
geliştirilmiştir ki, bu, o dönemdeki ve sonraki temel bakış açılarını
göstermesi yönünden önemlidir. Bununla birlikte gene çok ilginç denebilecek bir
saptamayı bizzat İlhan’ın kendisi yapar ve Sisler Bulvarı’nda yer alan ‘Şahane
Serseri’ şiirinin yazılma koşullarını anlatırken, şiirin, ilk Abbas Yolcu
yazılarının Varlık dergisine gönderildiği sıralarda oluşturulduğunu söyler. Bu
ilginç bir iç içe geçişi göstermektedir. Nitekim, gene aynı kitabın sonunda yer
alan ‘meraklısı için nokta’ bölümünde, şair, kitabın toplumcu şiirlerini
savunur. (…) Bu tavır ileride de sürer ve aynı kitapta yer alan “Acı Ninni’
bölümünün başında İlhan bir kez daha aynı konuya döner: “Hayatımın hiçbir
aşamasında halktan, halkın sorunlarından koptuğum söylenemez. Örnek mi alın
Yağmur Kaçağı’nın acı ninni bölümünü...” Toplumcu şiir geleneğinden kopuş. Bu
tavır iki nedenden ötürü önemlidir:
İlkin Attilâ İlhan’ın
toplumcu şiir geleneğinden daha 1954 öncesinde koptuğunu gösterir ki, o tarih
aslında 1945 sonrasıdır. Paris’e ilk kez 1950’de gittiği ve orada kendisini derinden
sarsan bir ilişkiler ağına girdiği anımsanırsa bu atılımın çok erken bir
tarihte ve tümüyle özgün bir duyarlılıkla geliştiği anlaşılabilir. Çok kez
sanıldığı gibi, “İlhan, ‘kent’ şiirini Paris’te yazmaya başlamamıştır. Duvar’ın
ilk olarak 1948’de yayınlandığı düşünülürse yeni açılımın kitap ortaya çıktığında
başlamış olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir.
İkinci nokta ise şu:
Örneğin ‘İbrahim’in Yıldızı’ gibi şiirlerde görüldüğü gibi toplumcu ‘konuları’
içeren şiire döndüğü yerlerde mutlaka halk şiirine dönük bir sesi ortaya
çıkarmaya çalışır ki, daha ileride, 1968 sonrasında yazacağı şiirlerde bunu
tümüyle aşacak ve tersine, bu kez divan şiirinin özelliklerini dönüştürmeye ve
yeniden üretmeye çalışacaktır. Fakat, her iki çaba da şunu ortaya koyuyor:
Attilâ İlhan, biraz Nâzım Hikmet’te de olduğu üzere, yerli denebilecek,
sorunlar çevresinde dolaşırken daha geleneksel bir tavrı pekiştirmeye, daha
kozmik bir sorunsalın şiirini üretirken de tümüyle özgün bir yapıya eğilim
göstermektedir. Bunu, Türk şiirindeki modernizmin gelişim sürekliliği içinde
sonradan başka şairler tarafından da kullanılan bir ‘durum’ ve bir özellik
olarak saptamak gereklidir.
(…) O dönemde edebiyatın
kendi içselliğiyle bağımsız kaldığını söylemek güçtür. Hatta, bu arada Attilâ İlhan’ın
kendisine dönük eleştiriyi kendi dışındaki çemberlere (farklı güdüleri
unutmamak kaydıyla) yönelttiği de söylenebilir. İlhan da 1. ve 2. Yeni’yi
toplumsalla/toplumculukla kurdukları ya da kurmadıkları ilişki yönünde ele almıştır.
III
Bu bağlamda ortaya çıkan
tartışmalarda, modernizm kavramına hiç değinilmez. Bu nokta gerçekten
önemlidir. Çünkü, Türk bilinci modernizmi hemen hiçbir zaman yazınsal da
olabilecek bir gerçeklik diye algılamamıştır. Modernizmin bir ideoloji olduğu
ise hiç mi hiç düşünülmemiştir. Tümüyle bir toplumcu proje, bir dönüştürüm amaçlı
girişim olarak görülmüş ve tanınmıştır modernizm.
Nihayet edebiyattaki
modernizm ise gelenekten kopuş diye anlaşılmış bu nedenle de geçmişe dönük her
türden değerlendirme ‘gericilik’ diye damgalanmıştır. Bu yelpaze Yahya Kemal’den
Tanpınar’a kadar uzanan bir genişliktedir ve son olarak da Attilâ İlhan’ı
tartışmaların odağına oturtur.
(…) Hedef gelecek Bütün
bu algılama zinciri ilk kez Nâzım Hikmet’le kırılmıştır; biliyoruz. Onun,
mekaniği öne çıkaran, nesnelliği benimseyen, geleceği hedefl eyen şiiri büyük
patlamalarını yaptıktan sonra geriye çekilir. Son derecede çarpıcı olan bu
gelişme o poetikada dahi kendisini gösterir. Nâzım da şiirini sonuna kadar
başlangıçtaki çizgisinde tutmaz. Hapiste geçirdiği uzun yıllar içinde geriye
dönüşler yapar. ‘Geriye döner’ demiyorum.) Şiirinin büyük eksenini aynı tutmakla
birlikte bir bireşim arayışını öne çıkarmaya çalışır.
Halk şiirine, divan
şiirine yeniden kucak açar. Şiirini zaman içinde de modernizmin öteki
araçlarından (sinema, radyo, sanayileşme) koparmasa bile daha duygusal bir
tabana oturur.
Attilâ İlhan şiirinin
modernist çerçeve içinde öne çıkışı buradadır. Şiirin bunca etkin oluşunu da
gene bu bağlamda araştırmak gerekir
IV
Attilâ İlhan şiiri, çok
genel bir değerlendirmeyle, Apolinaire şiirinin temellendirmeye çalıştığı
ögeleri Türkçe’de yeniden kurmayı deneyen bir şiir olarak belirir, 1950-1970 arasında.
Çok yoğun imgelerle vurgulanan bir şiir çok güçlü benzetmeler, düzdeğişmeler,
eğretilemelerle şiirsel dilin tüm ögelerini büyük bir yetkinlikle kullanır.
Biçimsel planda ortaya çıkan bu görüntü arka planda da güçlü bir bireylik duyumuyla
bütünleşir. Aslında yalnızlık, şehir kaçakçılığı, olayolculuk gibi ‘egzotik’ konulara oturan bu şiir
kuşkusuz bir
kozmik gerçekliği kucaklamaya çalışmaktadır ama, bütün bu oluşumun
tanımlanabileceği bir tek anahtar-kavram vardır: Modern birey duyumu. Modernliğin
getirdiği bütün oluşumlar ve olgular 1950’lerin toplumunda yaşayan insan için büyük
bir yabancılaşmanın fay hattıdır. Attilâ İlhan, o fay hattının harekete geçmesini sağlar.
Duyan fakat dile getiremeyen, yaşayan fakat cesaret edemeyen, düşünen fakat bir
bireşime ulaştıramayan birey onun şiirinde birdenbire büyük bir savrulmanın eşiğinde
durarak, her şeyi kendisinde toplayan bir odak noktası olarak ve nihayet
bir örnek oluşturarak girer toplumsal belleğe. Artık kaçılabilir, artık yitirilebilir, artık inkâr ve
itiraf edilebilir... Attilâ İlhan, yalnızca iki değil, çok sayıda dünyanın kesiştiği noktada
bunalmış bireye, getirdiği
şiirle meşruiyet kazandırmıştır. Bu nedenle, bana göre, Attila İlhan’ın şiiri modernist
geleneğin düğümlendiği bir
noktada devreye girmiş ve şiirde yer alan insan tipinin bireyleşmesine tanınan
ilk olanak olmuştur. Bu şiirin büyük etki gücünün altında yatan ilk
neden budur.
İkinci bir neden olarak şu noktanın üstünde durmak istiyorum. Modernist şiir 1950’lerde ortaya çıkan şiir kesinlikle modern olmanın da ötesinde modernist bir şiirdir. Modern bir durum, modernizm ise bir ideolojidir. Attilâ İlhan, dünya görüşünü oluşturan Marxizmin evrensel duruşunu, onun bir tür yerelleştirilmesi çabası olarak Kemalizmle buluşturmaya başından beri çalışmıştır. Kemalizm tartışmalarını özgün bir yorumla ele almıştır. En azından Kemalizmin tek parti ideolojisine, onun tüm kurumlarına, nihayet Kemalizmin doktriner bir diktayla bütünleştirilmesine başından sonuna dek karşı olmuştur. Hatta, Batı kavramına yönelttiği yoğun eleştirilerin amacı da Kemalizme özgün bir içerik kazandırma uğraşıdır denebilir. İlhan’ın, Kemalizmi, bir büyük toplumsal dönüştürüm projesi olarak gördüğü açıktır.
(…) Böylelikle,
bu şiir, gerçekleştirdiği sentezlerin (divan şiiri-çağdaş şiir bireşimi gibi)
ötesinde, kendisi bir sentez olarak doğar. Nâzım’ın çok kısa vurgularla
fakat devrimci bir edayla
geliştirdiği duyarlılık, fütürizm, konstrüktivizm, altyapı olarak bu
şiirde vardır. Üstgerçekçiliğin duyuşları
bu şiirde yer alır. Varoluşçuluk, Türkçedeki ilk büyük sıçramasını
bu şiirde gerçekleştirir. Bunlara yukarda değindiğim olgular da eklenince İlhan’ın şiiri
herkesin ve her kesimin
kendince bir yanından tutup, tutunup yeniden üretebileceği güçlü ve görkemli, dallı,
budaklı bir gövdeye dönüşür.
Böylelikle,
Attilâ İlhan şiirinin, katmanlardan oluşan, zaman içindeki dönüştürümlere açık, kendi
döneminin ötesine sıçramış gereksinimleri karşılamaya hazır bir kök/gövde-şiir olduğunu
(Cumhuriyet
Kitap, 26.10.2000)
GÜLE GÜLE CENGİZ İLHAN
Güney DİNÇ
Menemen
Kaymakamı Bedri İlhan Bey’in üç çocuğu ile, değişik zamanlarda tanısma
olanağını buldum. Kardeşlerin en küçüğü olan Çolpan İlhan’la Karsıyaka
Lisesi’nde aynı yıllarda öğrenci olduk. Kardeşlerin en büyüğü Attila İlhan’ı
bir ozan olarak tanıdım. Öğrencilik yıllarında şiiri severdim, çok şiir
okurdum. O dönemde Nazım Hikmet yasaklı idi. Ben de bir şeyler karalamaya çalışırdım.
Günün birinde Nazım Hikmet’i okuduğum zaman, çarpıldım kaldım. “Şiir yazacaksan
eğer böyle yazmalısın,” dedim kendi kendime ve bu alandan çekilmem gerektiğini
düşündüm. Attila İlhan Şiirleriyle beni ikinci kez sarsan ozan oldu. Arayış,
coşku ve hüzün. Bunları Attila İlhan’ın inişli çıkışlı dizelerinde, kendi
duyuramadığım sesimi dinler gibi önemsedim.
Beyazıt,
Aksaray, Unkapanı üçgeninde geçen öğrencilik yıllarımda, Haliç’in ağır
kokusunu, yağmurunu, çamurunu ve umudunu “Sisler Bulvarı”nda buldum. Hemşehrilik,
bir çokları için modası geçmiş bir kavram da olsa, en azından aynı kentlerde
yasayan insanların yakınlaşmalarına neden olabiliyor. Doğma büyüme Karşıyakalıyım.
Münir Birsel üstadımızın bürosunda, sevgili öğretmenim diyeceğim Riyaz Kayıhan’ın
stajyeri iken, sabah saat 8.30’da Karşıyaka’dan kalkan vapurla Pasaport iskelesine
giderdim. Attila İlhan da o sırada “Demokrat İzmir Gazetesi”nde çalışıyordu.
Önce vapurda daha sonra yolda onunla söyleşmek, dostluğunu kazanmak benim için
doyulmaz bir onurdu.
Sonraki yıllarda
Türkiye İsçi Partisi’nin İzmir’deki yöneticileri arasında bulundum. Bu defa Attila
İlhan’ın Türkiye soluna dönük eleştirilerini ve Paris anılarını dinliyordum.
Zaman zaman bazı düşünsel farklılıklar içinde olsak da, Attila İlhan’ı hep
ödünsüz ve kararlı bir öncü olarak belledim.
Stajımı
bitirdiğim 1961 yılında avukatlığa başladım ve Cengiz İlhan’ı tanıdım. Cengiz
İlhan, 1969- 1972 yılları arasında Türkiye Barolar Birliği’nin Kurucu Yönetim
Kurulu üyesi ve Başkan Yardımcısı görevlerinde bulunmuştu. 1974-1978 yıllarında
da İzmir Barosu Başkanı idi. O yıllarda benim Avukatlıktan daha başka
uğraşlarım vardı. Baro ile pek ilgilenmezdim. Genel Kurul günü gider, oyumu verir,
dönerdim. Aslında herkes böyle yapıyordu. “Barocular” denilen bir avuç avukat
arasında yürütülüyordu bu işler. Sonradan anladım ki, bu arkadaşlar gerçekten
başkalarının ilgilenmedikleri bir alanda özveriyle çalışıyorlarmış. Özellikle avukatların
SSK’na bağlanmaları, Sosyal güvenlik kapsamına alınması için çaba veriliyordu.
Cengiz İlhan bu çalışmaların içinde etkili bir konumdaydı. Sonunda Cengiz İlhan’ın
TBB yönetiminde bulunduğu yıllarda çıkarılan Avukatlık Yasası ile avukatların
çok önemli olan bu eksiği giderildi, SSK kapsamında emekli olabilmeleri
sağlandı.
Aynı yıllarda
ben de Türkiye İsçi Partisi’nin Genel Yönetim Kurulu üyesiydim. TİP’i temsil
eden karar organı, tüzüğüne göre, Genel Yönetim Kurulu’dur. Yeni Avukatlık
Yasası, eski avukatlara ayrıcalıklı emeklilik olanağı getirince, TİP bu yasaya
karsı Anayasa Mahkemesi’nde dava açtı ve anılan maddeler iptal edildi. Ben de
davanın açılması kararını verenler arasındaydım. Çok eleştirilmeme neden olan
böyle bir de çelişki yaşamıştım.
12 Mart
darbesinden sonra tutuklandım. Yıl sonuna kadar Ankara Mamak Askeri Ceza
Evi’nde tutuklu kaldım. Sekiz ay sonra ilk kez Mahkeme önüne çıkarıldığım 29
Aralık 1971 günü salıverildim. Mamak koskoca bir askeri garnizon. Cezaevi de
söylendiğine göre tam ortasında. Nasıl girilip çıkılır, tutuklular bilmiyor.
Neyse ki, salıverilenlere bir iyilik yapıp hangi yolla memleketlerine
döneceklerse, terminalin kapısına kadar askeri bir araçla götürüyorlar. Beni de
böyle uğurladılar. Tutukluların topladıkları paralarla uçakla İzmir’e döneceğim.
Kızılay’da Yüksel Çarşısı’nın üzerindeki eski THY Terminali’nde Cengiz İlhan’la
karşılaşınca, ikimiz de çok sevindik. Uçakta yan yana oturduk. Cengiz İlhan’ın
anlattıklarıyla İzmir’e varmadan İzmir’i kucaklamak benim için çok keyifli
olmuştu.
Barocu olmadığım
için işlevsel açıdan çok sık karşılaşmıyorduk. O yıllarda Konak’taki işhanından
bozma adliye odalarında güzel söyleşiler yapılırdı. Cengiz İlhan’ın mesleki
yorumlarını, genele dönük anlatımlarını ve hele fıkralarını dinlemek her zaman
güzeldi.
Cengiz İlhan’ın
İzmir Barosu Başkanlığı’nın ikinci döneminde, Fehmi Çam’la ikimiz, Çağdaş
Avukatlar Grubu’nun Yönetim Kurulu üye adayları olarak katıldığımız seçimi
kazandık. Böylece Cengiz İlhan’ın sorumluluğuna biz de katılmış olduk. Birlikte
çalıştık. Yönetim Kurulu toplantıları bittikten sonra gündemin son maddesi
sırasında da çok güzel saatler geçirdik. Cengiz İlhan gerilimden, gerginlikten
çok çabuk olağan davranışlara geçebilen, en iddialı olduğu tartışmaları bile
kolayca tatlıya bağlamayı başaran bir üstadımızdı. Yalnız hukuku değil, insana
dair her konuyu iyi bilir, doğru yorumlar yapar ve dostlarıyla paylaşırdı.
Elbette Baro
Başkanlığım, Barolar Birliği’ndeki görevlerim sırasında da birlikte önemli
görevleri üstlendik, elimizden geleni yapmaya çalıştık. Cengiz İlhan, uygulayıcı
olduğu kadar bir hukuk kuramcısıydı. Öykücüydü. Anı yazarıydı. Açık sözlüydü,
yerine göre isyancıydı.
Cengiz İlhan’ın
hukuk ve genel toplumsal konulardaki son düşünceleri nelerdi? Elimde yepyeni
bir belge var. 2011 yılı Nisan ayında yayınlanan Hukuk Düzlemi Dergisi’nin 1.
sayısında İzmir Barosu Avukatları Azra Siray, Hüseyin Özgür ve Tamer Doğan’ın
Cengiz İlhan’la yaptıkları bir söyleşi yayınlandı. Ben de, araya bir şeyler
eklemeden üstadı kendi sesinden bir kez daha anımsamak üzere bu konuşmaları
aynen aşağıya aktarıyorum. Cengiz
İlhan’a
mesleğimize ve yaşamımıza verdiği katkıları nedeniyle teşekkürlerimi, saygılarımı,
sevgilerimi sunuyorum.
Güney Dinç
CENGİZ İLHAN DİYOR Kİ:
• Hakimlik
Hukukun
üstünlüğü, yargı bağımsızlığı gibi kavramların hâkimlerin 'takdir hakkı
bağımsızlığı' olarak algılanması yanlıştır. Türk hukuk devrimi pozitiftir.
Ben Mecelle'yi
Türkçeye çevirdim. Orada hâkimin takdir hakkı sıfırdır. Hiçbir alanda hâkime
takdir hakkı vermemiş. Hatta hükmün altına örnek bile getirmiş. Kuralı koyuyor,
'mesela', diyor; örnek veriyor, somutluyor.
Bizim hocamız
derdi ki "ben hâkimlere verilen takdir hakkından çok korkarım."
Hâkim hukuk
kaynağı değil ki, uygulayıcı. Bir adamı tutuklayacak isen bunun yasal dayanakları
olacak. Hukuki yorumu olacak. Genel gerekçelerle tutuklama kararının verilememesi
gerekir.
Osmanlı'da
kadılar vardı. Tanzimat'tan önce, örneğin İzmir kadısı hem idari yönden
yetkiliydi hem de yargı yetkisine sahipti. Narh koyuyordu mesela. Bugün de kira
bedelinin tespiti aynı şey değil mi? Bir tür kadılık. Bunlar idari tasarruflar olduğuna
göre yargı idarenin yerine geçiyor. Ya da karar verirken, sözleşmede benim
yerime geçiyor.
Oysa Borçlar
Kanununa göre hâkim sözleşmenin esasına dokunamayacaktır. Kira tespitinde
hâkim, "hayır o kadar vermeyeceksin, bu kadar vereceksin" diyor,
belli şablonlara göre karar veriliyor. Bu yetki nereden geliyor peki? Ben bunu
hukuki bakımdan çok zayıf görüyorum.
Hâkimlik kolay
bir is olmadığı gibi, memuriyet de değil. Yargı bağımsızlığı denile denile
bugüne gelindi. Haftada üç gün duruşma yapılıyor. Önceden dosya okunmuyor. Dava
uzuyor. Bir dava zamanaşımına uğramışsa, bence sorumluluğu vazifesini yapmadığı
için mahkemeye vereceksin. İş çokluğu bunun bahanesi olamaz. Bizim zamanımızda
da iş çoktu, simdi de iş çok. Bence istinaf mahkemelerini de acilen hayata
geçirmek gerekir.
Kürsü arkasına
"adalet mülkün temelidir" diye yazarsan, önündeki hüküm veren kişi kendini
devletin koruyucusu diye düşünür. Devlete bu açıdan bakar: böyle bir formasyon
göstermesi gerektiğini düşünür. Fikren bağımlı olmaktan kurtulması güçtür. Başka
ülkelerde böyle bir esas yoktur. Bizde de devlet adına değil, Millet adına
karar verildiğinin bilincinde olmak gerekir. Eskiden Hazine ile gayrimenkul davaları
çok fazlaydı. Kararlar genelde Hazine lehine çıkardı. Bugün ülkemizdeki arazilerin
yarısının Hazine üzerinde olmasının nedenlerinden biri budur.
Bir dava on
yılda bitirilemiyorsa, bu nasıl is? Hâkimler, avukatlar bir devlet hizmetini
yerine getiren kişiler değildir.. Adalet dağıtılması bahse konudur. Bu meslekte
hiyerarşi yoktur; elli yıllık hâkimle bir yıllık hâkimin oyu aynı değerdedir.
Avukatlar için de durum aynıdır. Bu meslek özveri ister; bütün aksaklıkları sisteme
yüklemek sorumluluktan kaçmaktır.
İşinin erbabı
olan bir hukukçu önündeki dosya bin sayfa da olsa nereye bakacağını bilir,
sorunu çözer. Her zaman söylüyorum: Aynı hukuk kuralıyla zulüm de yaratırsın
mutluluk da. Bu da birikiminize, görüşünüze, kültürünüze bağlıdır.
Avukatlık
Genel kültürü,
edebi derinliği, birikimi olmayan insan iyi avukat olamaz. Ben bazen dinliyorum
bir avukatı, daha konuşurken vurguları yanlış yapıyor. Hiçbirimiz vurgu dersi
almadık; sanırım zamanla, birikimle olan bir şey bu.
60'lı -70'li
yaslarda olanlar bilir, eskiden büyüklerimizin hepsinin bir edebi derinliği
vardı. Sınav sisteminin de bunda etkisi var. Bizim zamanımızda sözlü sınav bile
vardı. Ben bütün stajyerlerime anlatırım. Benim fakülteye başladığım 1946
yılında İstanbul Hukuk Fakültesi'ne 2.000 kişi kayıt yaptırdı. Dört yıl sonra
mezun olanlarımızın sayısı aralarında benim de bulunduğum 50 kişiydi. Konunun
ciddiyetini anlatmak için başka söze gerek yok..
Türkiye'de lise
öğretimi çöktü. Oysa bir çok şey liselerde kazanılır. Lise eğitimi güçlü
olunca, gerisi gelir. O dönemde zaten liseye girme hakkını kazanmak da büyük
olaydı. Ortaokuldan sonra eleme imtihanı vardı. Her öğrenciye iki hak
tanınırdı. Haziran'da ve Eylül'de. üç ders vardı; birinden kalınca,
diğerlerinden de kalmış sayılırdınız. Başka imtihana da giremezdiniz. İki hakta
geçememişseniz bir daha liseye kabul edilemezdiniz.
Lisede de sıkı
bir sistem söz konusu idi. Önce sözlü imtihan, sonra olgunluk.. Olgunluk
sınavında başarılı olamazsanız üniversiteye giremezdiniz. Simdi ise her şey
dört senelik üniversite tahsiline bağlanmış durumda. Elbette çok iyi yetişmiş gençler
var, ama bunun için özel çaba harcamaları, kendilerini geliştirmeleri gerekiyor.
Ceza Yargılaması
İktidarlar gelip
geçicidir. Ama bazı şeyler kalıcıdır.. Örneğin sıkıyönetim mahkemelerinin eylem
birliği gerekçesiyle herkesi bir davada toplaması. Herkesin yaptığı fiilleri
toplu halde değerlendirmek ve her eylemi kendi çerçevesinden çıkarmak. Hükümete
hakaret ettiği iddia edilen bir kişiye "hayır sen hakaret amacıyla değil,
Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ıskat etmek için hareket ediyorsun."
diyorsun. Veya banka soyan bir adamı gasp fiili yerine eski TCK.'nın 146.,
simdiki 309. madde hükmüne muhalefetten yargılıyorsun, olmaz..
12 Mart 1971
darbesinden sonra İzmir Barosu olarak herkes islediği suçtan yargılansın,
dedik. O dönemde Askeri Savcılık bir görüş yazdı. Askeri YargıtayGenel Kurulu
da karar verdi. Her sanığın cürmü aynı kast altında toplandı ve yeri geldi, dernek
kurmak bile TCK.'nın 146. maddesinin ihlali olarak değerlendirildi. Böylece
ceza hukukunun birçok temel kavramı ortadan kaldırıldı. Bence Türk hukukunu
asıl çıkmaza sokan bu gibi uygulamalardır.
Bilindiği gibi
bizim hukukumuz "yakın illiyeti kabul eder. "Sebep olmak" ayrı
bir şeydir, "işlemek" ayrı. "Sen öyle bir ortam yaratıyorsun ki,
hükümetin düşmesine sebep oluyorsun!" mantığını bizim hukukumuz kabul
etmez. Cezaya sebep eylemlerdir, fikirler değil. Dört bin sayfa iddianame mi
olur? Bizim burada bir başsavcı vardı, o söylerdi, "iddianamenin iyisi bir
buçuk sayfadır" diye.
Bunlar hiç
tartışılmıyor. Sanki mevzuat buna uygunmuş gibi, eylem müsaitmiş gibi
davranılıyor. Bence yanlış bu. Böyle giderse, yarın öbür gün başkası gelecek bu
defa bunlar aynı isleme tabi tutulacak. Bu hukuk değildir, engizisyondur. Bu
siyasi hukuktur. Siyasallaşma varsa bundan daha ötesi yoktur.
Gözünden gözlüğü
çıkarıyorsun; kim gelmiş, ha bu komünisttir, bunun yaptığı gasp eylemi hükümeti
devirme amaçlıdır.. Böyle şey olmaz.
"Teşebbüsün
teşebbüsü" olmaz. Kastı da eylem belirler. Adamın kafasına ateş edersen,
öldürmek istiyorsundur. Öbürü niyettir, saiktir. Dürtüyü suç olarak kabul
ederseniz o zaman herkesi içeri almak gerekir.
Bu konular niye
tartışılmıyor?
Sınırlı Demokrasi
Hep kendi
kendimize yalan söylüyoruz. Sınırlı demokrasi var bizim kafamızda. Tabii ki her
devlet, her toplum kendini korur. Demokraside rejimin esasları üzerinde
tartışma olmaz. Hiç kimse de bu tartışmayı yapmıyor zaten. Fransa'da yapıyorlar
mı, Almanya'da yapıyorlar mı? Yapmıyorlar. Biz bugün hala Cumhuriyet'i tartışıyorsak,
bir asır olmuş, hala bunları tartışıyorsak, olmuyor iste. Rejim tartışması
yapılıyor. Bunun nesini tartışacağız?
Ama eskiden de
böyleydi. Halk Partisinin de bunda günahı var. Ne kadar insan harcandı.
Türkiye'de sol, kültürel çizgide Halk Partisi ile aynı çizgideydi. Batılıydı.
Kültürel yönden batıya dönüktü. Bu noktada Halk Partisi ile birleşiyordu. Buna
rağmen geçmişte Halk Partisi sağla işbirliği yaptı..
Bütün darbeler
sanki sağa karsı yapılmış gibi, simdi konuşuyorlar. Kimse de ağzını açmıyor.
Kaç nesil harcandı! Bu ülkenin en değerli çocukları ya öldürüldü, ya da
hapislerde çürüdü. Ben her zaman söylüyorum. Kurtuluş Savası hakkında, Atatürk
hakkında yazılan bütün kitapları solcular yazdı. Nerede yazdı? Hapishanede.
Kemal Tahir, Nazım Hikmet, Hasan İzzettin Dinamo, hepsi. Çok karanlık günlerden
geldi Türkiye. Yazık ettiler.
CENGİZ İLHANLA
SÖYLEŞİ
İZMİR LİFE
Röportaj: Mehmet
Şakir ÖRS
O,
hep ünlü şairimiz Attila İlhan’ın
kardeşi olarak bilinir, tanınır, anılırdı. Oysa mütevazı ve sakin kişiliğiyle kendi meslek yaşamında , hukuk ve demokrasi
alanında etkin mücadeleler vermiş önemli
bir aydınımızdı. Aynı zamanda İzmir’in tarihi ve kültürü üzerine de çalışan,
eserler veren bir düşün insanıydı. Bunu son yayımladığı kitapla bir kez daha
kanıtlamıştı. Şimdiye kadar Cengiz İlhan’la
çoğunlukla Attila İlhan üzerine konuşulmuş. Biz bu kez farklı bir şey
yapmak istiyor ve Cengiz İlhan’la Cengiz
İlhan’ı konuşmak istiyoruz. Hastalığı ile boğuştuğu günlerde kendisini evinde
ziyaret ediyoruz. Amacımızı gerçekleştiriyor ve onca hastalığına karşın kendisi
ile güzel bir söyleşi gerçekleştiriyoruz.
Ama
ne yazık ki O, görüşmemizin yayımlandığını göremeden aramızdan ayrılıyor. Çok
sevdiği İzmir’e ve bizlere veda ediyor.
İzmir Life’ın bu sayısında, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz , İzmir
Barosu’nun eski başkanlarından Av.Cengiz İlhan’la ölümünden
önce yaptığımız ve yayına
hazırladığımız son görüşmeyi
yayımlıyoruz. Böylece gecikmeli de olsa,
tüm hemşehrilerimiz adına anısına saygı
sunmak istiyoruz.
Bir
İzmir-Karşıyaka beyefendisi
Cengiz
İlhan’la dostluğumuz nasıl başladı diye düşünüyor ve belleğimi yokluyorum...
Onu eski bir Karşıyakalı olarak elbette
biliyor ve tanıyordum. Deneyimli bir hukukçu olarak meslek anılarını yazdığı, Dönemeç
yayınlarından çıkan kitabını okumuştum. Ülke sorunları ve düşünce yaşamımız
üzerine yazılarına gazete ve dergilerde sıkça rastlamıştım. Tabii bir de İzmir
Barosu’nun eski başkanı olarak mesleki eylemlerinden biliyordum. Ama onunla
asıl dostluğumuz ve yakınlığımız, ağabeyi Attila İlhan’ın ölümünden sonra oldu.
İzmir’de düzenlenen saygı ve anma toplantılarında birlikte olduk. Hele Menemen’de düzenlenen yemekli bir
toplantıya konuk konuşmacı oluşumuzu ve
keyifli seyahatimizi unutamıyorum. Cengiz beyin, Attila İlhan’ın anısını
yaşatmak için verdiği anlamlı uğraşların da yakından tanığıyım. Cengiz beyi
düşününce, son yıllarda Karşıyaka-Konak vapurundaki karşılaşmalarımızı da
anımsıyorum. Başında şapkası ve elinde bastonuyla hemen her Çarşamba İzmir tarafına geçip kadim
dostlarıyla rakılı buluşmalar gerçekleştirirdi.
Biz de bu vesileyle vapurda karşılaşır,
İzmir-Karşıyaka tarihi üstüne ve güncel
olaylarla ilgili olarak, tadına doyulmaz
kısacık vapur sohbetleri yapardık. Söyleşimizi vapurdan indikten sonra da dakikalarca ayakta
sürdürürdük. Cengiz İlhan, uzunca bir süredir sağlık sorunlarıyla boğuşuyordu.
Artık o hemen her Çarşamba vapurda karşılaşmalarımıza vesile olan rakılı dost
buluşmalarını da gerçekleştiremiyordu.
Ama yaşadığı onca sağlık sorununa
karşın, yeni çıkan kitabının
sevincini de sürüyordu… İlhan’ın “Gavur İzmir’den Türk İzmir’e “ isimli kitabı geçtiğimiz günlerde
yayımlandı.
Özel bir şehir!
Cengiz
İlhan, İzmir için neden özgün bir şehir
tanımlaması yaptığını kitabında şöyle açıklıyor: “Tarih içinde, hangi çağda
olursa olsun, depremlere,savaşlara,salgınlara, göçlere rağmen İzmir aynı
İzmir olarak kalmasını bilen nadir
şehirlerdendir. Kimi büyük şehirler vardır; yaşadıkça kişiliğinizi kaybeder,
giderek yok olursunuz. Şehir bütün ağırlığıyla üzerinize çökmüş, sizi esir
almış, ezmiş, yok etmiştir. İzmir öyle bir şehir değildir; kişiliğinize saygı
duyar, size destek olur, size değer
verir, size yaşadığınızı, yaşamın güzelliklerini, kendinizi, kişiliğinizi
hissettirir. İzmir özgün bir şehirdir; özel bir şehir!” Cengiz bey, kitabının
“Karşıyaka Çocuğu” başlıklı son bölümünde Karşıyaka ile ilgili anılarını, izlenimlerini de anlatıyor.
“… Böyle bir iklim, böyle bir yaşam, şüphesiz ister iklim deyin ister güneş
veya deniz, ne derseniz deyin, ister bir yaşam biçimi olarak nitelendirin, kanımca
burası, şehrimiz, dünyanın insanlar, bitkiler, hayvanlar ve bütün yaratıklar
için yaşanacak en güzel köşelerinden birisidir. Burada yaşamış, yaşlanmış,
ihtiyarlamış olmak, böyle bir çevrede ömrünü tamamlamak az mutluluk değildir. İzmir’de Karşıyaka gibi
bie şehirde yaşamış, bu mutluluğa
ulaşmış bir kişi olarak, doğrusu
kendimi çok şanslı görüyorum. “
Çiçek Palas
olayı
1927
İzmir Menemen doğumlu olan Cengiz İlhan, Karşıyaka’da büyümüş, ilk ve orta
öğrenimini Karşıyaka ile Anadolu’nun çeşitli ilçelerinde yapıp İstanbul’da tamamlamış. Ağabeyi ünlü edebiyatçımız Attila İlhan’ın siyasal
nedenlerle küçük yaşlarda yaşadığı
tutuklanma ve okuldan uzaklaştırma
cezası nedeniyle, 1943’te iki kardeş
İstanbul Işık Lisesi’ne
gitmişler. Ve orada liseyi birlikte bitirmişler. Sonra yine birlikte
Paris’e uzanmışlar. İlhan, Paris macerasını şöyle anlatıyor: “Hukuk 3’teyken,
Attila ile birlikte Paris’e gittik. 1949 Kasım ayıydı. Orada Fahri Petek’le
tanıştık. Bergamalı bir eczacıydı. Otel odasında yaşıyordu. Bize yardımcı oldu.
Ama bir süre sonra ben geri döndüm, orada yapamayacağımı anladım. Abim orada
kaldı. Bilinen serüvenleri yaşadı. Sonra ülkeye dönüp Esat Adil Müstecaplı’nın partisinde çalıştı. Esat Adil, Ceza İşleri
Genel Müdürlüğü yapmış, Foça açık cezaevini kurmuş önemli bir isimdi. Tan
gazetesinde yazardı.”
Ağabeyi
Attila İlhan’ın serüvenci, renkli kişiliği ve dalgalanmalarla dolu yaşam
öyküsüne karşın; Cengiz İlhan sakin, dingin bir yaşam çizgisi izliyor. Bunu bir
ölçüde Paris’i bırakıp gelmesinden de anlıyoruz. Ancak onun da başından geçen ilginç olaylar
var. Bunlardan birisi de Nazım Hikmet’in cezaevinden kurtarılması kampanyasında
yaşanan “Çiçek Palas olayı”. Cengiz
İlhan, Çiçek Palas olayını şöyle anlatıyor: “1950’de Nazım’ın kurtarılması için
kampanya yürütülüyordu. O zaman İleri Gençlik Birliği vardı. Onlar kampanya
kapsamında Çiçek Palas otelinde bir
toplantı düzenlediler. Ben de İstanbul
Hukuk’ta öğrenciydim. Toplantıya katıldım. Tam kürsüde Nazım’ın şiirlerini
okuyordum ki zamanın İstanbul Valisi Kerim Gökay ve polisler toplantıyı bastılar. Toplantı
dağıtıldı ve karışıklıklar yaşandı. Bu olayı hiç unutamıyorum.”
‘Eski Tüfekler’
Cengiz
beyle yeni kitabından yola çıkarak başlattığımız söyleşiyi, İzmir’in toplumsal mücadele tarihi ve o tarihte yer alan
kişiliklerle sürdürüyoruz. Cengiz İlhan,
yaşı gereği o dönemleri çok iyi anımsıyor ve o kişilikleri de çok iyi biliyor.
Kendisi aktif görevler almasa da hep bu çevrelerin içinde olmuş. “1940’lı yıllarda
Karşıyaka’da yaşayan Orhan Rahmi Gökçe bizim aile dostumuzdu. Dönemin Karşıyaka
Lisesi edebiyat öğretmeni Lütfiye Güçlü,
Asım Kültür’ün kardeşi İsmet Kültür o yılların Karşıyaka’sında toplumsal
mücadele çevrelerinin insanlarıydılar. Nazım’ın
“Gece Gelen Telgraf” isimli şiirini abime veren Cemşit, abimin yakın
arkadaşıydı. Kendisi Acem kökenliydi, sonra Bağdat’a gitti. Celal Bey
asfaltında manavlık yapan Selahattin bey vardı. Sonraları edebiyatımızın önemli
isimlerinden olan Şükran Kurdakul, ortaokulda benim sınıf arkadaşımdı. İzmir
Halkevi’nce yayımlanan Fikirler dergisi, İzmir’in toplumsal kültür – sanat
yaşamında önemli izler bırakmıştır. O yıllarda Vehide Baha Pars, İzmir Kız
Lisesi müdüresiydi.“
Cengiz
İlhan bir bölümüyle yakın arkadaşlıklar kurduğu
İzmir’in eski tüfeklerini anlatmayı sürdürüyor: “ Cazım Aktimur,
İzmir’in sol tarihinin önemli bir
ismiydi. Karşıyakalı Ahmet Bilge arkadaşımdı. Kendisi yapı ustası okulu
mezunuydu. Karşıyaka Eshot’ta çalışıyordu.
Bu nedenle sucu lakabıyla biliniyordu. Ağabeyi Macit Bilge, ticaret
odası genel sekreterliği yapmıştı. Eski
sol siyasal hareketin ikili bir yapısı vardı. Bilindiği gibi bunun bir
kolunu Şefik Hüsnü – Zeki Baştımar çizgisi temsil ederdi, diğer kolunu da Mihri
Belli – Erdoğan Berktay çizgisi oluştururdu. 1950’lerin başlarında da İzmir’de
böyle ikili bir yapı vardı. Bunlar birbirleriyle de uğraşırlardı. Bu
çekişmenin TİP’in ilk dönemlerinde de
yansıması olmuştur. “ Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) ilk dönemlerinde İzmir’de öne çıkan isimler de Cengiz İlhan’ın
hem arkadaşları hem de meslektaşlarıymış. Bizim de sağlığında yakından tanıdığımız ve
adımıza imzaladığı şiir kitabını
kitaplığımızda özenle koruduğumuz
rahmetli Av. Nuran Yuluğ, Av.
Nurullah Turksavul ile İzmirlilerin fotoğrafçı olarak bildikleri
Esat Balım bu isimlerin başında geliyor.
Genel Başkan Mehmet Ali Aybar ile
işbirliği yapan Berktay’ın
1960’lı yıllarda TİP’in
İzmir’deki gelişim süreci üzerinde de etkili olduğunu söylüyor.
Hukuk ve
demokrasi mücadelesi
1950’de
İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitiren ve
1952’den itibaren İzmir’de serbest
avukatlık yapan Cengiz İlhan’ın yarım
asrı aşkın meslek yaşamı, hep hukuk ve
demokrasi mücadelesi ile geçmiş.
1974-1978 yılları arasında İzmir Barosu başkanlığı yapan, 1963-1969 yılları
arasında Türkiye Barolar Birliği kuruluş
çalışmalarına katılan İlhan, Türkiye Barolar Birliği’nin kurucu yönetim
kurulunda başkan yardımcılığı da yapmış.
(1969-1972) Hukuk alanında yayımlanmış bir çok kitabı bulunan İlhan, yaşamı
boyunca hep hukukun üstünlüğü ve demokrasinin yerleşmesi için uğraşılar,
mücadeleler vermiş. Hem bir hukuk insanı hem de çağdaş bir aydın olarak
ülkesine karşı olan borcunu yerine getirmeye çalışmış. Peki ya İzmir’e karşı
borcu? Kendi deyişiyle “İzmir’e karşı
ödemem gereken ‘güzel bir yaşam’ borcum
var” diyen İlhan, bizce bu borcunu da
son olarak yayımladığı ‘Özgün Bir Şehir’
kitabıyla fazlasıyla ödedi.
İzmir
Life Dergisi – Eylül 2011
Röp: Mehmet
Şakir Örs
ATTİLA İLHAN
LİSELİ GENÇLER KOMPOZİSYON YARIŞMASI
Attila
İlhan Bilim Sanat Kültür Vakfı tarafından düzenli olarak verilmektedir.
Attila İlhan
Liseli Gençler Kompozisyon Yarışması
2009
Birincilik..Mehmet
Can Alataş / İstanbul Özel Mef Lisesi
İkincilik.. Mişelin
Tagan / İstanbul Özel Saint Joseph Fransız Lisesi
Üçüncülük..Fikret
Baykalı / Denizli Nalan Kaynak Anadolu Lisesi
Mansiyonlar
Furkan
Lüleci / Manisa Alaşehir Lisesi,Melisa Artan / Aydın Söke Hilmi Fırat
Anadolu Lisesi,Selimcan Yırtımcı / Bursa Ali Sönmez Fen Lisesi,Cemre
Ağaoğlu / Ankara Özel Arı Fen Lisesi
2. Attila İlhan
Liseli Gençler Kompozisyon Yarışması - 2010
Birincilik..Rabia
Nur Kaya / Çorum Anadolu Lisesi
İkincilik.. Salim
Kartal / Kütahya Nafi Güral Fen Lisesi
Üçüncülük..Nurfidan
Çerko / İstanbul Kartal İmam Hatip Lisesi
Mansiyonlar
Aydil
Türkili / İstanbul Vefa Lisesi , Tuğce Doğan / İzmir Amerikan
Lisesi, Gülsüm Eser / Düzce Öğretmen Lisesi, Ufuk Gökçek /
Gaziantep Özel Sanko Lisesi
3. Attila İlhan
Liseli Gençler Kompozisyon Yarışması – 2011
Birincilik….….İlayda
Fidan / Denizli - Lütfü Ege Anadolu Öğretmen Lisesi
İkincilik……....D.
Gökhan Kenesarı / Edirne - 80 Yıl Cumhuriyet Anadolu Lisesi
Üçüncülük….İlke
Bıçakcı / İstanbul - Özel Florya Final Okulları
Mansiyonlar
Selda
Salman / Erzincan - Milliyet Öğretmen Lisesi, Elif Yalçın / Isparta –
Gazi Sosyal Bilimler Lisesi, Zeynep Şimşek / Antalya – Özel Antalya
Koleji, Sahra Erdoğan / Zonguldak - Gülüç İbrahim İzmirli Anadolu Lisesi
4.Attila İlhan
Liseli Gençler Kompozisyon Yarışması – 2012
Birincilik…. Ali
Çakal / Kocaeli – TEV İnanç Türkeş Özel Lisesi
İkincilik……. Dila
Toplusoy / İstanbul - St Benoit Lisesi
Üçüncülük..Yunus
Emre Gürcan / Kütahya – Nafi Güral Fen Lisesi
Mansiyonlar
Tuğberk
Tanrısevdir / Antalya - Antalya Fen Lisesi, Irmak
Gayaf / İzmir - Özel Işıkkent Anadolu Lisesi
5.Attila İlhan
Liseli Gençler Kompozisyon Yarışması – 2013
Birincilik…. Aleyna
Aktaş / Bursa-Osmangazi Necatibey Kız Teknik ve Meslek Lisesi
İkincilik……. Melek
Canan Görgülü / Bitlis-Tatvan Anadolu Lisesi
Üçüncülük…..Merve
Erdoğan / Kütahya- Merkez Nafi Güral Fen Lisesi
Mansiyonlar
Ulaş
Bager Aldemir / Ankara-Çankaya Reha Alemdaroğlu Anadolu Lisesi, Melodi Var
Öngel / İzmir Amerikan Koleji
6. Attila İlhan
Liseli Gençler Kompozisyon Yarışması – 2014
Birincilik…. Tuğçe
Özateş / Gebze-TEV İnanç Türkeş Özel Lisesi /
İkincilik…….Şeyda
Ceren Ünsaler / Manisa Fen Lisesi
Üçüncülük…....Melike
Arslan / Alanya-Hasan Çolak Anadolu Lisesi
Mansiyonlar
Kardelen
Tülübaşlı / Denizli Lisesi - Kubilay Elmacı / İstanbul Özel
Darüşşafaka Lisesi
7.Attila İlhan
Liseli Gençler Kompozisyon Yarışması – 2015
Birincilik….
Enver Can Özer / Uzunköprü-Edirne/ TEV Orhan Çetin Fen Lisesi
İkincilik…….
Oğuzhan Kızıltaş / Yıldırım-Bursa / Işıklar Askeri Hava Lisesi ve Ali
Levent Çınar / Efeler-Aydın / Aydın Fen Lisesi
8. Attila İlhan
Liseli Gençler Kompozisyon Yarışması -2016
Birincilik…. Naime
Önal / Maltepe-İstanbul / Özel Marmara Koleji/
İkincilik…….
İrem Aslan / Mamak-Ankara / Hasan Ali Yücel Sosyal
Bilimler Lisesi
Üçüncülük…....
Muhammet Fatih Akgül / Fatih-İstanbul / Cibali Erkek Anadolu İmam Hatip
Lisesi
Mansiyonlar
Dilara
Dağcı / Melikgazi-Kayseri / Özel Kayseri Bahçeşehir Koleji Fen Lisesi
Deniz
Temel / Antakya-Hatay / Ted Hatay Koleji
9. Attila İlhan
Liseli Gençler Kompozisyon Yarışması -2017
Birincilik…. Erdi
Aydoğdu / İstanbul / Vefa Lisesi
İkincilik…….
Ege Argun / Hatay / Ted Hatay Koleji Özel Anadolu
Lisesi
Üçüncülük…....
Duygu Ekim / Ankara / Selçuklu Anadolu Lisesi
Mansiyonlar
Pırıl
Okay / İstanbul / Özel Amerikan Robert Lisesi
Kerem
Başköy / Düzce / Turgut Özal Anadolu Lisesi
10.Attila İlhan
Liseli Gençler Kompozisyon Yarışması – 2018
Birincilik…. Doğa
Çakar / İzmir Özel Tevfik Fikret Anadolu Lisesi
İkincilik…….
İrem Nur Bağlayıcı / İstanbul /
Kabataş Erkek Lisesi
Üçüncülük…....
Aysu Altaş / İstanbul / Galatasaray Lisesi
Mansiyonlar
Bilge
Nur Deniz / İstanbul / Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi
Selcan
Yıldız / Diyarbakır / Gaffar Okkan Anadolu Lisesi
***
ATTİLA İLHAN
EDEBİYAT ÖDÜLLERİ
Attila
İlhan Bilim Sanat Kültür Vakfı tarafından düzenli olarak verilmektedir.
Attila İlhan
Edebiyat Ödülleri 2016
Attila
İlhan Roman Ödülü - Ali Gür / Tavanarası
Attila
İlhan Şiir Ödülü – Tuğrul Tanyol / Gelecek Günlerin Şarabı
Roman
Dalı Vakıf Özel Teşvik Ödülü – Işıl Kocaoğlan / Bir Sabah Uyandığımda Yoktum
Şiir
Dalı Vakıf Özel Teşvik Ödülü – Onur
Şahin / Gamdan Kale
2. Attila İlhan
Edebiyat Ödülleri 2017
Attila
İlhan Roman Ödülü - Hikmet Hükümenoğlu / Körburun
Attila
İlhan Şiir Ödülü – Adnan Özer / Yol Şarkıları
Roman
Dalı Vakıf Özel Teşvik Ödülü – Jale Şengün / Lakin Bu Bir Masal
Şiir
Dalı Vakıf Özel Teşvik Ödülü – Selenay
Kübra Koçer / İlk Ayrılık
“Gazetesinde
çıkan ilk yazısını görünce dünya başına yıkıldı. Derin bir ümitsizlik duydu.
Büyük bir hayal kırıklığı…
Oysa
ne güzel başlamıştı… Şefi onu çağırmış; demişti ki: “ Kışa girerken şehrin
yakacak sorununu bir araştır. Stoklara bak. Fiyatları tartış. Halka sor.”
Hepsini
yapmış, ondan sonra oturmuş, edebi inceliklerle dolu bir röportaj yazmıştı.
Halbuki gazetede çıkana bak! Kısa, kalın, küt bir haber. Hepsi bu kadar! Ümitsizliğe
düşmemesi mümkün mü?
Türkiye’de
gazeteciliğe hevesli edebiyatçıların hemen hepsi, ben dâhil, bu hayal
kırıklığına uğramıştır. Onun için merak ettim, araştırdım. Neden böyle oluyor?
Sebebi
yaygın bir yanılgı: Her ikisi de yazı yazmaya dayandığı için, edebiyatçılıkla
gazeteciliği aynı şey sayıyoruz. Öyle sanıyoruz. Aynı şey değildirler. Hatta
karşıttırlar. Buna rağmen o zannın gelip tarihe ve somut bir tabana dayandığı
da doğrudur. Neden mi? Bakın neden:
Türkiye’de,
Osmanlı’dan itibaren, gazetecilik haber gazeteciliği değil fikir gazeteciliği
olarak başlamıştır. O yüzden gazetecilik tarihimizin büyük isimlerini saymak
isterseniz edebiyat tarihimizin büyük isimlerini sayarsınız. Örnek çok: İşte
Şinasi, işte Namık Kemal, işte Ahmet Mithat Efendi, işte Ahmet Rasim Bey… Daha
yakınlara gelelim: Hüseyin Cahit Bey, Peyami Safa, Falih Rıfkı, Yakup Kadri…
Bunlar aynı zamanda büyük edebiyatçılardır. Ömer’i yanıltan da bu olmuş. Belki
beni de…
Peki,
Ömer kim? Ömer aslında bir romanda yaşıyor. Gong Vurdu. 1933 senesinde
yayınlanmış. Ben kırk senesinde okudum. Karşıyaka’daki Kitapçı İhsan’dan
kiralık olarak aldım. Beni o kadar allak bullak etti ki yazarın öteki
kitaplarını okumaya heves ettim ve birçok geceler, birçok yüz paralar vererek
öbür kitaplarını da okudum. Acımasız, sert, çarpıcı bir gerçekçiliği vardı.
Biraz natüralizme yaklaşan. Üslup yapmıyordu. Süs meraklısı değildi. Yazarı
Reşat Enis.
İşin
tuhafı, o da Ömer gibi gazeteciliğe hevesli bir edebiyatçı. İstanbul
gazetelerinde bir süre çalıştıktan sonra taşra gazeteciliğine karar vermiş ve
Adana’da Bugün gazetesini yönetiyormuş. Bir de rivayet var: Oraya topraksız
köylünün halini incelemek için gittiği söyleniyor. Ondan bir roman
çıkaracakmış. O romanı çıkardı. Adı da Toprak Kokusu’ydu ve dönemin totaliter yönetimi
tarafından hemen toplatıldı.
Tesadüfe
bakın ki 1942 sonbaharında biz de Gavurdağları’ndaydık. Hani o sözünü ettiğim
bulanık ve dumanlı Bahçe ilçesinde. Etrafı dağlık olduğu için güneş geç doğar,
erken batar. Ben orada ne kadar yazarlık hevesiyle dolu olmalıyım ki “hususi
idare”den ve belediyeden birtakım bilgiler ve rakamlar aldım. İlk izlenimlerimi
de işin içine katarak Gavurdağları’ndan bir röportaj yazdım. Ve bu röportajı
zarfa koyup kime gönderdin dersiniz? Bugün gazetesine ve Reşat Enis’e değil,
ona cesaret edemiyordum, bu yazıyı o sıralarda yeniden çıkmakta olan Yeni Adana
gazetesine gönderdim.
Haftasına
çıktı ve ben de Ömer’in uğradığı o büyük hayal kırıklığına uğradım. Çünkü iki
sayfalık o koca röportaj otuz kırk satırlık bir haber haline dönüştürülmüş.
Bahçe,
Güzel Bir Kasaba başlığıyla, çok enayi bir başlık, altında imzamla yayınlandı.
O kadar üzüldüm ve kırıldım ki bir daha o gazeteye hiçbir şey göndermedim.
Yalnız bir gerçek var: Ne kadar kırılmış, üzülmüş olursam olayım yayımlanmış
ilk nesir yazım budur. Ve burada bugünkü yaygın bir yanlışı düzeltmiş olacağız.
Sözlüklerde ve ansiklopedilerde “yayınlanmış ilk nesir yazısının 1 Ocak 1945
tarihli İstanbul dergisinde” olduğu söylenir. Yanlıştır. Kanıtı da işte
buradadır. Bu kesik 1942’de Yeni Adana’da çıkmış haberin kesiğidir. Çok yıllar
sonra İzmir’deki kardeşim Cengiz İlhan kitapları karıştırırken bunu bulmuş ve
çıkardı. Bana verdi.
Şimdi
açıkça görülüyor ki benim gazeteciliğe başlayış tarihim 1942 sonbaharıdır. 1942
sonbaharında bu yazı yayınlanmış oldu ve yayınlanan bu yazıyla da ben ilk nesir
yazımı yayınlamış oldum.
Fakat
taşra gazeteciliğim burada kalmıyor. İki sene sonra Sındırgı’dayız. Sındırgı
Balıkesir’de biliyorsunuz. Balıkesir’i de daha önceki ikametimden tanıyorum.
Orada Türk Dili diye bir gazete çıkıyor. Hem de 1926’dan beri. Varır varmaz
Sındırgı’ya, bu defa iki yılın da getirdiği tecrübeyle daha az edebi, daha çok
makale, bir yazı yazıp gazeteye gönderiyorum. 29 Ekim 1944’te çıkıyor. Yazı bir
yıl kadar sürecek bir Balıkesir gazeteciliği dönemini açıyor. Siyasi
yazmıyorum, çünkü tahsilimi Danıştay kararıyla elde etiğim için tekrar
kaybetmek istemiyorum. Daha çok sanat konularını ve özellikle şiir konusunu
işliyorum, ama diyalektik olarak. Yani şöyle: Eski şiire karşı yeni şiiri savunuyorum;
yeni şiirin içinde de yönetimin kolladığı Garipçiler’e karşı yönetimin ezdiği
toplumcu gerçekçileri savunuyorum. Ama bu kadarı yetti. Yörede ne kadar
eleştirmen veya buna heveslenen insan varsa hepsi ayağa kalktılar ve benim
üzerime geldiler. Ben de onlardan aşağı kalmadım ve kızılca kıyamet koptu.
Uzunca bir süre tartışma yaşadık. İşin en güzel yanı da şurasıydı: Muarızlarım
aşağı yukarı hayata atılmış, iş güç sahibi adamlardı. Bense 19 yaşındaydım ve
lise ikinci sınıfta okuyordum.
Devam
ediyor bu yazı. Arkadan benim yazdıklarım da çıkmaya başladı ve 3 Eylül 1945’e
kadar oradaki taşra gazeteciliğim sürdü. Fakat bitmedi. Oradan sonra 1950 ve
60’ta da İzmir’de, 70’te Ankara’da bu gazeteciliğimi sürdürdüm.
O
halde, 20 yıldan 25 yıldan beri İstanbul gazetelerinde yazmama rağmen ben bir
taşra gazetecisiyim ve bununla iftihar ediyorum. Nedenini anlatmak da çok
kolay:
Biliyorsunuz,
İstanbul gazetelerinin sicili Milli Kurtuluş Savaşı’nda çok iyi değildir. İkdam
ve Akşam hariç hemen hepsi ya Amerikan mandası istiyordu ya İngiliz himayesi.
Buna karşın taşra gazeteleri başından itibaren Balıkesir ve Alaşehir
kongrelerini, Erzurum ve Sivas kongrelerini desteklemişler, Müdafaa-i Hukuk’un
yanında olmuşlar, Gazi’nin arkasında bulunmuşlardır. Hatta emperyalizmin kuklası
Yunanlılar İzmir’e çıkmaya kalktıkları zaman bayraktarın alnına kurşunu
yerleştiren Hukuk-u Beşer gazetesinin sermuharririydi. Taşrada bir gazeteci.
Böylece silahlı direnişi başlatmış oldu emperyalizme karşı.
O
halde, taşralı gazeteciler pek ekin değildir. Onlarla oynamaya gelmez. Çünkü
hamurları Müdafaa-i Hukuk’un teknesinde yoğrulmuştur. Göbekleri Hasan Tahsin
diye kesilmiştir.” (1)
Attilâ
İlhan bunları söylemiş olsa da, kendisiyle ilgili kaynaklarda, ilk düzyazısının
nerede yayınlandığı konusu her nasılsa düzeltilmiş değil. Hâlâ “ilk düzyazı
denemeleri İstanbul dergisinde” gibi bir yanlış sürüp gitmektedir. Ne yazık ki
bu yanlışı Attilâ İlhan’ın yeni yayıncısı İş Bankası Yayınları da düzeltmiş
değil. Dahası Attilâ İlhan’ın kitaplığına girmiş ve bu yazının yazılmasını da
bir anlamda neden olmuş Tarih Öncesi Yazıları (2) adlı kitap var ortada.
Nedendir bilinmez böyle bir kitabın varlığına da değinilmemektedir.
Oysa
Attilâ İlhan’ın ilk düzyazısı İstanbul (Ocak 1945) dergisinde değil,
Balıkesir’de yayınlanan Türk Dili (3) gazetesinin 29 Ekim 1944 tarihli
sayısında basılıyor. Attilâ İlhan, Yeni Adana yer alan ürününe “haber” diyor.
Kendisi “röportaj” yazıyor, ama gazete bu ürünü bir “haber”e dönüştürerek
basıyor. Buna karşılık Balıkesir’de basılan ilk yazı, “Kültürümüz Üzerine
Düşünceler” üst başlığıyla ve “Kültür Bütünlüğü” adıyla çıkıyor. Yani burada
bir “haber” değil, bir “düzyazı” söz konusu. Üstelik bu “yazı”nın devamını 26
yazı daha yazarak getiriyor Attilâ İlhan Balıkesir’de.
Bunları
belirttikten sonra, Balıkesir’de Türk Dili ve Balıkesir Postası (4)
gazetelerinde çıkan yazılarına geçebiliriz Attilâ İlhan’ın.
1940’lı
yıllar… İkinci Dünya Savaşı insanlığı kasıp kavuruyor. Ama Balıkesir, bütün
zorlukların ortasında, Attilâ İlhan’ın deyişiyle söylemek gerekirse:
“Türkiye’nin kültür merkezlerinden biridir.” Halkevi, Halkevi’nin dergisi
Kaynak, (5) Türk Dili ve Balıkesir Postası gazeteleri; adı geçen yayın
organlarında ürünleri yayımlanan Esat Adil Müstecaplıoğlu, Abdülbâki
Gölpınarlı, Mustafa Seyit Sutüven, Hasan Basri Çantay, Orhan Murat Arıburnu,
Osman Attilâ, Ömer Edip Cansever, Sıtkı Yırcalı, Bülent Ecevit, Mehmet Başaran,
Ercüment Uçarı, Nahit Ulvi Akgün, Cengiz Tuncer, Tarık Dursun K., Rasim Adasal,
Elif Naci, İsmet Kür gibi adlar Balıkesir’in “kültür merkezi” olma konumuna güç
katmaktadırlar o yıllarda.
Tartışmacı
Attilâ İlhan
Adları
anılan yazarlar arasında, Attilâ İlhan’ın yazdıkları bazı açılardan öne
çıkmaktadır. Sözgelimi genelde sanat kuramı, özelde şiir üzerine yapılan
tartışmaların en derinliklisini ve ateşlisini İlhan yürütmektedir. Hem öyle
yürütmektedir ki üç koldan birden… Aynı yıllar içinde bir yandan Türk Dili
gazetesinde, diğer yandan Balıkesir Postası (4) gazetesinde tartışmalar yapan
İlhan, daha sonra Avni Dökmeci’nin Ankara’da çıkardığı Kaynak dergisinde de
benzer tartışmaları yürütmüştür.
Tartışmalardaki
çözümleyici yaklaşımını, daha o yaşında yerine oturtmuş durumda Attilâ İlhan:
“Şiir
üzerine, bilhassa genç Türk şiiri üzerine çok laf edildi. Alışılmış yaveleri
dinlemekten zevk ölçüleri ayarının kaybetmiş kimseler, ait oldukları ve büyük
bir dehşetle çökmekte olduğunu gördükleri eski devrin ömrünü biraz daha olsun
uzatabilmek için kıyameti kopardılar: ‘Vezinsiz, kafiyesiz şiir olur mu?’
teranesini tekrarlıya tekrarlıya ağızları yalama oldu. Buna rağmen vezinli;
kafiyeli; üstelik kavuklu, sarıklı Arapça konuşan, Acemce rüya gören kodaman
şairlerin geçmişin tozu dumanı arasında gözden nihan olduğunu, bundan on beş
sene önce parmak hesabiyle milli şiir talim edenlerin okul kitaplarında
unutulduğunu korkuyla gördüler. Bu normal bir başlangıcın sonucudur.
Türk
şiiri ayağını yere bastığı, avuçlarının mübarek kirini kara toprağa sildiği gün;
bütün heybetiyle kendini gösterecektir. Verdiği bunca şiirde hâlâ teşrin
yapraklarından bahseden şair, İkinci Cihan Harbi’nin ortasında kara ekmek yiyen
Türk cemiyetinin ne kadar dışındadır. O, hazım rehaveti içinde sonbahara,
serviliklere dair mısralar gevelerken; dört yanı yangınlarla kuşatılmış
memlekette; güneşin yaşatıcı kuvvetiyle büyüymüş nice delikanlılar tifüsten,
nice analar babalar depremden ölüyordu. Yirminci asrın şairi; cemiyetinin
kalitesini görüp, değer vermez; cemiyetinin nabzının nerede ve nasıl vurduğunu
bilmezse onun verdikleri şiir değil; avcı önünde kafasını kuma gömen deve kuşu
misali uyumak isteyenlere ninnidir. Bu yurt uyumak yüzünden çok meşakket çekti.
Eğer İstibdat, Fikret’i susturmasaydı, o hâlde vaziyet daha başka türlü olacaktı.
Şiir, cemiyetin olduğu zaman şiirdir. Bulutlardan, mehtaptan, kadın
bacaklarından bahsetmeğe gelince onu maddeten ve manen muazzam olan şairlere
bırakıyoruz.
Şimdi
şiirimiz birkaç yol üzerinde yürümektedir. Bir kısım genç şairimiz; vezin ve
kafiye sanatını, bu sanatın sultanlarının başına yıkmış; konuşma dilinin
imkânlarından faydalanarak şiirler veriyorlar. Bu şairlere zaman zaman bir
sosyal endişe arız oluyorsa da umumi karakteri yıkıcılıktır. Lakin bu yıkıcılık
geriye, eskiye tercih edilmiştir. Onlar insanı tanıyor, onun şaşkınlığını,
aşkını, merakını olduğu gibi, külfetsizce veriyor. Yüksek laf etmek merakıyla
hiç birisi saçmalamıyor.
Diğer
bir kısım şairler gerçekçidir. Cemiyetin realitesini, eskiyi yıkmak; isteyen
yeni ile statükoyu muhafaza etmek isteyen eskinin mücadelesini kuvvetle
müşahede eder. Hepsi sosyal tezler üzerinde çalışır, içtimai yaraları deşen,
eksiklerimizi, artıklarımızı gösteren şiirler verirler. Onlar da insanı
kavramış, onun en çok sevilecek, en çok dinlenecek, öğrenilecek varlık olduğunu
kabul etmiştir. İçlerinde şimdiden kuvvetli, diri, hayatiyet dolu eserler
verenleri vardır.
Üçüncü
kısma gelince: artık burada her şeyden önce şairin kendi alemi, kendi şehri
vardır. Cemiyet ve gerçekler bu şahsın objektifinden geçerek eserlere akseder.
Şair bazen hayalperest bazen mistiktir. Lakin dünya, insanlar, hayat onun
üzerinde de müessirdir.
Şöyle
toplayabiliriz: Genç Türk şiiri, şu kadar asırlık eski şiirin yapamadığı şeyi
yapmış, insanı baş konusu olarak almış, onun cemiyet içinde, sosyal ve ekonomik
faktörlerin etkisi altında duçar olduğu felaketleri, düştüğü vaziyetleri
inceleyip vermeye çalışmıştır. Genç şair ileri düşünüşlü, dünya görüşü müspet,
hakikatleri kavramış insandır. Salyalı bir ihtiyar gibi ölümü özlemez. Ne kadar
acı, ne kadar korkunç, ne kadar tehlikeli olursa olsun hakikatleri sıcak bir
somun gibi bağrına basar. Şiirin şiir olması için muhakkak kalıplara
dökülmesine, ezilip büzülmesine lüzum görmez. O insanların ve cemiyetlerin
mukedderatlarını tayin eden sosyal olaylar içinde kendi kendini inşa eder ve
Bielinski’nin dediği gibi cemiyetin hakikatini eserlerinde yeniden yaratır.”
(6)
Attilâ
İlhan, “tarih öncem” dediği bu yazıları yayımlatmaya başladığında 19
yaşındadır. Yazarlık serüveni boyunca dünyanın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu
hiçbir soruna yabancı kalmayan İlhan, Balıkesir Postası gazetesinin 29 Ağustos
1945 günlü nüshasında yer alan Sevgilime Mektuplar adlı yazısında, İkinci Dünya
Savaşı’nı düşünerek şöyle der:
“
Bu harp sevgilim, düzenin çatlağını ayan etti. Bu çatlak bir zamanlar “yeni
nizam” ambalajile, birkaç şaşı gazeteci tarafından bu yurda sokulmak
istenmişti. “Yeni nizam” masalının ne kadar eski olduğu cümlemize malum oldu.
Bundan ötesi, daima daha iyiye, daima daha güzele, daima daha doğruya ve bütün
bunların anası olan halka doğru bir yükseliş olmalıdır. Zaferi halklar kazandı.
Barışı onlar sağlamalıdır.” (7)
Attilâ
İlhan, kültürel evrenimizin “küreselleşme” ve “yükselen değerler” sözleriyle
çalkalandığı dönemde de ortalığın tozu dumanı içinde şunları yazar:
“Yükselen
değerler, filan, hikâye bunlar. ‘Sistem’ (Batı), askeri gücünü ve uluslararası
kuruluşları kullanarak Türkiye’de de kendi işine gelen politikaları
‘küreselleşme’, ‘değişim’, ‘yükselen değerler’ gibi kamuflajlar altında
yutturmaya çalışıyor.
Kimileri
ufuklarının darlığından, saflığından ya da düpedüz cahilliğinden; kimileri ise
‘malı götürmek’, kısa yoldan ‘köşe dönmek’ için en uygun yolun bu olduğuna
inandıklarından ondan yana çıkıyor; ortalığı tozu dumana boğarak, bunların
bayraktarlığını yapıyor.
Çok
şaşırıyorum: Türk halkı, toz duman arkasında, ‘yükselen değerler’in değil;
bunları kullanmaya çalışan, bazı ‘yükselen hıyarlar’ın bulunduğunu görmez mi
sanıyorlar.” (8)
İlhan’ın
“Eski şiire karşı yeni şiiri savunuyorum; yeni şiirin içinde de yönetimin
kolladığı Garipçiler’e karşı yönetimin ezdiği toplumcu gerçekçileri
savunuyorum.” diyerek yürüttüğü tartışmadaki bakış açısı şöyledir:
“Genç
şiirde mana yoktur diyenler; mutlaka onunla az meşgul olanlardır. Tesadüfen
ellerine geçirdikleri bir dergide gördükleri birkaç şiire bakarak hüküm
verirler. Orhan Veli’nin bir şiiri onlar için bütün bir yeni şiir hakkında
hüküm vermeğe kâfi gelir. Fakat acaba hakikatte bütün genç şiir Orhan Veli’den
mi ibaretti, bunu hiç düşünmezler. 1944’te yayınlanan bir antolojide 48 genç
şair tespit edilmiştir. 3-4 şiirle bu kadar şairin eserleri hakkında nasıl
hüküm verilebilir? Farz edelim ki elimizde bir milletin edebiyatından, 10-15
kötü örnek var. Sorarım size şimdi, bizim o milletin edebiyatı kötüdür demeğe
hakkımız var mıdır?” (9)
Düşünce
Adamı Attilâ İlhan
Attilâ
İlhan’ın özellikle 70’li yaşlarında üzerinde durulan “düşünce adamı” (10)
kimliği, daha çok gençken, Balıkesir’de yayınlanan Türk Dili ve Balıkesir
Postası gazetelerinde yazdığı “gençlik yazıları”nda da çıkmaktadır karşımıza.
Edebiyatımızda
özellikle şair ve romancı kimlikleriyle bilinen İlhan, son yıllardaki
yazılarıyla düşünce adamı niteliğini daha bir öne geçirmiş görünmektedir. İşte
bu oluşumun başlangıç noktası:
“Bir
gün önüme allı yeşilli bir halı serip “Dünya” dediler sevgilim. Baktım da: “Bu
dünya ne dünyadır?” diye düşündüm. Sahiden ne dünyadır bu dünya: New-York’ta
tekniğin tabiata meydan okuyan devleri şahlanıyor. Hindistan’da Raçputana ve
Sakurtala olabilir. Raca’nın sarayında bin bir gece masalları yaşanıyordu.
İtalya’da uzun favorili artistler aç geziyor.
Britanya
adasının herhangi bir şatosunda herhangi bir İngiliz lordu arpacı kumrusu gibi
düşünüyordu. Toprağın üzeri çeşit çeşit abidelerle süslenmiş, yaşarken burnuna
gülünen, istihfaf edilen insanların öldükten sonra “Büyük adam” diye anıtları
dikilmiş; müzeler, sergiler tanzim olunmuş; limanlar inşa edilmişti. Büyük
şehirler, asfalt yollar, elektrikli trenler vardı. Zaman zaman sivri akılının
biri çıkıyor hakikati buldum diye kendisi gibi bir sürü yardakçıyı seçkin bir
zümre menfaatine maceralara sürüklüyordu. O zaman ajanlar dolup taşıyor,
gazetelerin keyfi eriyor, insanların yaşaması gayri tabii bir hale geliyordu.
Buna rağmen dünya güzeldi sevgilim. Kocaman transatlantikler bir kıyıdan
diğerine renk, müzik ve ışık taşır, olimpiyatlar olur, bir gümüş madalyanın
uğruna düzinelerce genç uykuları başlarına sıçramış gibi koşar ha koşardı.
Böyle
olduğu, çiçekler açtığı, kuşlar uçtuğu hâlde şu alemde düzensizlik var
deniyordu sevgilim. Asırlardan beri âlim, çok akıllı, dâhi denilen adamlar
dünyanın temellerini geçirmiş; çatlağı, noksanı yahut fazlayı arayıp durmuşlar;
insanoğluna – kiloyla satsan biz gibi fakirleri iki dünyada rahat ettirecek
kadar çok, kâğıtlar dolusu yazılar yazmışlardı. Bunların her birisi akıl
sakatlığını kendisinin bulduğunu, eğer insanlar kendi sözlerine inanırlarsa
ortalığın gül gülistan olacağını iddia etmişlerdi. Bu çelebiler böyle bağıra
çağıra dursun, zaman zaman yukarıda söylediğim cinsten sivri akıllılar eksik
olmamış, dünyayı yutmağa kalkmış, hazmı bati gelmiş, öğüre öğüre bir hâl olmuş,
keyfiyet böyleymiş sevgilim. Çünkü insanların hayatına hükmeden o gözle
görülür, elle tutulur gerçekleri bunlar görmezlikten gelmiş. Halkı bir sürü,
hürriyeti masal, adaleti efsane sanmışlar. İşlerine böyle geliyormuş. O sakallı
âlimlerin bir kısmı da “gün bugündür, yarına Allah kerim” sözüne uyarak bu gibi
cellâtların zulümlerini doğru gösterme yolunu tutmuş, ilmi efendilerine
uydurmağa, tarihi onlara yaptırmağa kalkmışlar. Hâlbuki tarihin yolu muayyenmiş
ve bu yolu gören âlimler her zaman tebcil edilmeğe hak kazanmışlar; bu yol,
kitlenin her ferdine ayni hak ve hürriyeti tanıyan; milletlerin yekdiğerine
olduğu kadar insanların da yekdiğerine hâkim olmasını kabul etmeyen demokrasi
yoluymuş. (11)
Attilâ
İlhan’daki düşünce adamı kimliğinin temelinde bu yazıların olmasının şöyle bir
nedeni var: İlhan, dikey olarak kendi içinde düşünsel tutarlılığını
sürdürürken, kendisi buna “diyalektik olarak” diyordu yukarıdaki söyleşisinde,
yatay olarak da aktığı yatağı durmaksızın genişletmiştir. Bu nedenle daha 19
yaşındayken şu düşünme noktasına gelmiştir:
“Yazmayı
bir hastalık gibi düşünürsek, bu hastalığın ilk arazı okumaktır. Önce okunur.
Uzun uzun okunur ve hayran kalınır. Arzuların, ihtirasların, kederlerin,
sevinçlerin muazzam dairesi içinde, yaşamak için didinen insanoğlunun
maceralarından, her kitapta yeni resimler, yeni bölümler, yeni istikametler
keşfedilir. Hasta, bu devrin sonunda hepsini tanır gibi olduğu, fakat hiç
birini tanımadığı gülen, ağlayan, mütekallis, korkunç çehrelerle çevrilmiştir.
(12)
Araştırmacı
Attilâ İlhan
Attilâ
İlhan, daha ilk yazılarından başlayarak, salt bir düşünceyi değil, bu düşünceye
can ve kan ve veren yapıtları okuyor, o yapıtları ortaya koyan edebiyatçıları
savunuyor. Hem de şöyle bir dönemde: “1940’lı ve 50’li yıllar… Çağdaş uygarlık
düzeyine ulaşmak ve hatta bu düzeyi aşmak iddiası güden asker-sivil bürokrat
iktidarın; özgürce bilgilenmeyi, düşünmeyi, hayal kurmayı, bir başka yaşam
özlemeyi kesinlikle engellendiği yıllar… Belli birtakım olayların ve
sözcüklerin ağza alınmasının olanaksız ya da hapse atılmanız için yeterli
olduğu yıllar… Başka bir deyişle, insan varlığının, bir şablona göre kesilip
biçilerek çok küçük bir ölçekte yeniden üretmeye çalışıldığı yıllar… Kısacası
özgürlüğün kim bilir kaçıncı kez katledildiği yıllar…” (13)
Attilâ
İlhan, işte böyle bir dönemde araştırmacı kimliğiyle ulaşabildiği bütün
yapıtları okur ve okuduklarını da yazdıklarına yansıtır. 1942 yılında Adana’nın
Bahçe ilçesinde bulunan Attilâ İlhan’ın Adana’da basılan Yeni Adana ve Bugün
gazetelerinden haberdar olması, Balıkesir’e gelince Türk Dili ve Balıkesir
Postası gazetelerine ulaşması bu kimliğinin birer kanıtıdır. Yazacağı
“röportaj” için Bahçe’de “özel idare” ve “belediye”den bilgi derlemesi bu
kimliğin bir başka örneğidir.
Şiir
konusunda tartışırken hem Garipçiler’den hem de 1940 Kuşağı şairlerinden
örnekler vermesi bu araştırmacı kimliğin diğer yanını oluşturur.
Edebiyatçı
Attilâ İlhan
Attilâ
İlhan’ın “gençlik yazıları”nda ortaya çıkan en önemli yönü edebiyatçılığıdır.
Geceleyin Rüya Görürüz adlı öykü, bu nedenle çok önemli bir üründür. 1945
yılında yayımlanan bu öykü, onun şiir dışında yazdığı ilk kurgusal eseridir.
İlhan’ın bu öyküden önce öyküsü ve romanı yoktur. Yani şiir dışındaki ilk
kurgusal eserini de böylece Balıkesir’de yayınlamış olur İlhan. Bilindiği gibi
bu öyküye Yengecin Kıskacı (14) adlı eserinde yer vermiştir.
Bu
öykü, o yıllarda Sungur Tekin (S.T.) takma adıyla Balıkesir Postası’nda yazan
Sıtkı Yırcalı’ya ithaf edilmiştir. Attilâ İlhan, öykünün girişinde “S. T.’ye”
diyerek Sungur Tekin’in kısaltmasını aynı nedenle kullanmıştır.
Attilâ
İlhan, “gençlik yazıları”nda öncelikle şiir üzerinde durur. Garipçiler’i,
dolaylı biçimde, “genç şiir”in bir parçası olarak gördüğünden destekler. Orhan
Veli’nin şiiri üzerine inceleme yazar, Oktay Rifat’tan birçok alıntı yapar.
Fedailer Mangası dediği 40 Kuşağı’nın toplumcu şairlerine değinir; Rıfat
Ilgaz’dan, Niyazi Akıncıoğlu’ndan, Ömer Faruk Toprak’tan, A. Kadir’den, Sabri
Soran’dan alıntılar yapar. Böylece toplumcu bir edebiyattan yana olduğunu
gösterir. Kerime Nadir’den, Esat Mahmut Karakurt’tan uzak durur; Kemal
Bilbaşar, Sait Faik Abasıyanık, Reşat Enis gibi yazarları okunması gereken
örnekler olarak anlatır sevgilisine.
SONUÇ
YERİNE
Bütün
bunlardan şunu çıkarmak mümkün: Attilâ İlhan, bir yazar olarak daha ilk
yazısından başlayarak bir iç tutarlılık sergilemiş, bu tutarlılığın peşini hiç
bırakmamıştır. O nedenle Attilâ İlhan’ı Balıkesir’de yazdıklarıyla da anmak
gerekir.
Toprağın
bol olsun Usta!
(1)
Attilâ İlhan’ın 19.09.1995 günü TRT/TV2’de “Gündemde Sanat Var” bölümü içinde
yaptığı söyleşi.
(2)
Tarih Öncesi Yazıları, Hazırlayan: İbrahim Oluklu, Jaycees Balıkesir Genç
Müteşebbisler Derneği yayını, 1998.
(3)
16 Mayıs 1926’dan başlayıp 11 Nisan 1967’ye kadar Balıkesir’de yayınlanan yerel
günlük bir gazete.
(4)
1 Ocak 1943’ten başlayıp 12 Ekim 1968’e kadar Balıkesir’de yayınlanan yerel
günlük bir gazete.
(5)
Balıkesir Halkevi dergisi, 19 Şubat 1933’te yaşamına başlıyor. 1946’ya kadar
düzenli olarak çıkıyor. Yayınına bir süre ara verdikten sonra 1948’den
başlayarak “Yeni Seri” ibaresiyle yayınını yine aylık olarak sürdürüyor. 1 Ekim
1956’dan ve 1 Temmuz 1967’den başlayarak “YENİ KAYNAK” ve “YENİ KAYNAK (2)”
adlarıyla iki kez daha giriyor yayın yaşamına.
(6)
Şiir Üzerine Deneme, Tarih Öncesi Yazıları, Hazırlayan: İbrahim Oluklu, Jaycees
Balıkesir Genç Müteşebbisler Derneği Yayını, 1998.
(7)
Agy.
Varlık,
Haziran 2015, sayı: 1293