Hukukçu, şair ve yazar. 18 Mart 1950’de,
Tekirdağ'ın Çorlu ilçesinde doğdu. Tam adı Hatip Ümit Kardaş olup, kitaplarında
Ümit Kardaş imzasını kullandı. 1967’de Pertevniyal Lisesini, 1970’de Ortaköy
Öğretmen Lisesini,1971’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdi.1975
yılında askeri hakim,1985 yılında “Hakim Bağımsızlığı Açısından Askeri
Mahkemelerin Kuruluşu ve Yetkileri” başlıklı tezini tamamlayarak hukuk
doktoru oldu. Çeşitli yerlerde savcılık, hakimlik ve adli müşavirlik yaptı. 1995
yılında emekli olup, serbest avukatlığa başladı. Makaleleri 1992’den itibaren Cumhuriyet, Milliyet ve Radikal gazetelerinde yayımlandı.
2012-2016 yılları arasında Fatih Üniversitesi Hukuk Fakültesinde yardımcı doçent unvanıyla öğretim üyesi olarak görev yaptı, ayrıca Taraf gazetesindeki köşesinde yazılar yazdı. Halen Artıgerçek internet gazetesinde yazı yazmakta ve serbest avukatlık yapmaktadır.
Çeşitli dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi
yayımlanmış olan Ümit Kardaş, 2004 yılında “Türkiye’nin Demokratikleşmesinde
Öncelikler” isimli çalışmasıyla Bülent Tanör Ödülü birinciliğini almıştır.
ESERLERİ:
Hukuk: Hakim
Bağımsızlığı Açısından Askeri Mahkemelerin Kuruluşu ve Yetkileri (Doktora
tezi,1992), Türkiye’nin Demokratikleşmesinde Öncelikler (Bülent
Tanör Ödülü, 2004), Askeri Ceza Kanunu
Şerhi -3 cilt (2014), TSK Disiplin
Kanunu (2014), Askeri Mahkemeler
Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunu (2014), Disiplin Mahkemeleri Kanunu (2014), Ceza Muhakemesi Kanunu (2014).
Deneme-İnceleme: Hukuk Devlete Sızabilir mi ? (2006), Ötekiler
İçin Sivil İtaatsizlik Rehberi (2008), Küreselleşme ve
Ulus-Devlet Kıskacında Demokrasi ve Hukuk Krizi (2010), Zulüm,Özür,Uzlaşı
(2015).
Şiir: Kentte
Yalnızlık (1971), Sensizlik Senfonisi (1972), Soneler (1973), Yaşamın
Şiirini Yazmalı (1991), Bir Yaşam Yetmez (1999), Aşka Dair Ne Varsa (2006), Kırılmaz
Çekirdek (2015).
KAYNAKÇA: TBE Ansiklopedisi (2001),
İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2004) - Resimli ve Metin Örnekli
Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2009), Bilgi Teyidi
(2014, 2017).
Saklı mağaradır
içindeki korkular
sisi ruhunu sarar
bir çiçek hemen solar
bir yıldız hemen söner
Kırılmaz çekirdektir
içindeki korkular
sertliği ruhunu böler
bir dal hemen düşer
bir kuş hemen susar
Geçit vermez kalyondur
içindeki korkular
çıkmazı ruhunu boğar
bir gölge hemen büyür
bir güneş hemen batar
Donmuş nehirdir
içindeki korkular
ürpertisi ruhunu deler
bir ateş hemen söner
bir sevgi hemen biter
Sen nerede doğdun çocuk
mezranın ıssızında
Yırtıcı kuşların çığlıkları
uykularını böldü mü
Taş mı attın sapanla jetlere
mermilerle mi süsledin boynunu
Kan kırmızıydı gökyüzü
oysa sen mavi olsun isterdin
Sen nerede büyüdün çocuk
gözaltının işkencesinde
Zulmün sıradan sessizliği
bedenini ürpertti mi
Annenin ninnilerini mi özledin
ağladın mı duvarların soğuk koynunda
Karanlıktı dudakları insanların
oysa sen gülümseyen gözler isterdin
Sen nerede öldün çocuk
tarlanın çukurunda
Kuzular mahzun gözleriyle
yas tuttular mı başında
Nerede sakladığın balonlar
tatmadığın şekerler
Kanamıştı yüreğin şiddetin kucağında
oysa sen sevgiyle dolsun isterdin
Deldi gecenin karanlığını
ölüm kuşlarının çığlıkları
Sislerin içinden yolunu buldu
ejderha ağızlı ölümcül alevler
Savruldu büyümüş çocukların körpe bedenleri
Uğultulu bir sessizlik
çaldı müziğini dehşetin
Uludere Roboski oldu
Roboski ölümün adı
Kaldıran yok mu
parçalanan bedenleri
Taşın toprağın karın içinden
Anneler babalar amcalar dayılar koştu
Bir beden yaptılar kendilerine
Kan damladı yüreğinden annelerin
toprağa sızdı
Uludere Roboski oldu
Roboski ağıtın adı
Ne kadar hafifti tabutlar
Nasıl büyük kaldı mezarlar
Taşınan fotoğraflarda
umutlu bakışlar
Ölüler ellerinde kan kırmızı çiçekler
helalleşmek ister gibi
Uludere Roboski oldu
Ah Roboski vicdanın adı
Yanıbaşımda durur gölgen
içinden sınırsız ormanlar geçer
usulca okşarım bir ceylanı
başı yüreğimdedir
Yanıbaşımda durur gölgen
içinden sonsuz denizler geçer
ürpererek bakarım gözlerine bir balığın
titreşimleri tenimdedir
Yanıbaşımda durur gölgen
içinden aşılmaz dağlar geçer
takılırım kanatlarına bir kuşun
özgürlüğü ruhumdadır
Yanıbaşımda durur gölgen
içinden derin uçurumlar geçer
tutunurum dalına bir ağacın
korkusu gözlerimdedir
Yanıbaşımda durur gölgen
içinden ruhunun gökkuşağı geçer
yanarım renklerinin ateşinde
yokluğum varlığındadır
Çerkeslerin
eski geleneksel tarihleri her etnik kimlikte olduğu gibi folklorunda,mitolojik öykülerde ve Nart Destanında saklıdır.26
bölüm ve 700 metinden oluşan ve sembolizm ağı ile örülmüş bu destan Bakır-Tunç
devrinden önce panteonun yaşlı üyelerinin tarih sahnesine adım atışını
anlatır.Bu destanın ahlak ve davranış biçimleri Çerkeslerin yetişmesinde ideal
kurallar oluşturdu ve daha sonraları Adığe Habze’yi (Çerkes
geleneklerini) meydana getirdi.Destanın dili Adığebze (Çerkesçe)
tarih sahnesine çıkan değişik kabileleri birleştiren unsur oldu.Çerkes
gelenekleri bu dille yaşatıldı.
Yarın 21 Mayıs 1864.
Çerkes tehcirinin 150. yılı.Ancak Çerkes sürgünü
1858-1862,1863-1864 ve 1865 olmak üzere üç aşamada yaşandı.Aslında bu
trajedinin başlangıcı,Kabardeylerin 1794 yılında Rus
baskısına karşı başlattıkları ve aralıklarla devam eden ayaklanmadır.Kabardeyler
Rus-Osmanlı sınırı olan Kuban nehrinin Osmanlı tarafına
göçe zorlandılar.Kuzey Kafkasya halkı, Osmanlı-Rus
yayılmacılığı arasında hegemonya mücadelelerinin kurbanı oldu.
1858-1864 yılları arasında Çarlık birlikleri Çerkes
topraklarını arındırma planını uyguladılar.Rus askerleri
Çerkesleri kuşatıyor,köylerini yakıp yıkıyor,zorla tahliye edilen nüfusu
sıtmanın kol gezdiği bataklık ovalara yerleşmeye mecbur ediyor,Çerkeslerin
ev,hayvan ve ürünleri etnik temizliğe uğratılmış köylere yerleşen Kazakların
malı oluyordu. Rus orduları Çerkesleri ata topraklarından
çıkarıyor,kabileler halinde Karadeniz kıyılarına sürüyordu.Natuhaçlar,Şapsığlar,Abadzehler,Ubıhlar
ve diğer kabileler sadece mal mülklerini değil,sevdikleri insanları
kaybediyorlardı.Kafileler dağ geçitlerini aşarken donanlar,ölenler
oluyor,hayvanlar cesetleri parçalıyordu.
1864
Kasımı’nda
Novorossiysk’de
toplanan 24.790 Abadzeh,Şapşığ ve Bjeduğ’dan 14.900
kişi Osmanlı topraklarına gidebildi.Diğerleri hayatlarını
kaybetti.Gemiler yüz binlerce insanı taşımaya yeterli olmadığı için Dağlılar
uzun bir süre barınaksız beklemek zorunda kaldılar.Açlık,soğuk ve hastalık
binlerce çocuk,kadın ve yaşlının ölümüne neden oldu.Teknelere tıka basa doldurulan
insanlar teknelerde ölüyor,bazı tekneler batıyordu.Teknelere binebilen
insanların ancak yarısı Osmanlı topraklarına ulaşabiliyordu.
Göçmen
grupları
büyüdükçe Osmanlının hazırlıksız olduğu anlaşıldı.Sağ gelenleri burada da
ölümler bekliyordu.Trabzon ve
Osmanlının aç ve hasta insanları kitleler halinde kabul
edecek gücü yoktu.Osmanlı Devleti, Çerkes göçünü orduya insan
kaynağı sağlamak,bataklık ve verimsiz toprakları işlemek,Hıristiyanlara karşı
demografik dengeyi sağlamak ve Çerkes halkını milis gücü olarak kullanmak için
teşvik etti.Osmanlı yönetimi en baştan Çerkes soylularına ayrıcalıklar tanıdı.Çerkes
halkının ise açlık ve sefaletten kurtulmak için
Osmanlı ordusuna “gönüllü” katılmaktan başka bir çaresi
yoktu.
Cumhuriyet
ise tek tipleştirici ideolojisiyle Çerkeslerin de tarihlerini,dillerini ve
kimliklerini unutturmaya çalıştı..Çerkesler, Ruslar tarafından
bugünkü anlamıyla soykırıma tabi tutulmuşlardı.Tıpkı Osmanlı Ermenileri
gibi.
Çerkesler ve Ermeniler acılarını
ortaklaştırmalı.İnsanlar bu acıları ortaklaştıramazlarsa, güç her zaman bu
trajedileri yaşatacaktır.Dünya barışı için herkes bir başkasının acısını acısı
gibi hissetmeli.
ABD
Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nin kabul ettiği 24 Nisan
2014’te Ermeni Soykırımı’nın yıldönümünün
hatırlanmasına ilişkin karar metni, Başkan Obama’ya tüm
gerçeklerin T.C. hükümeti tarafından tanınmasını içerecek şekilde
adil,yapıcı,istikrarlı ve sağlam bir Türk-Ermeni ilişkisine
yönelik çalışma yapma misyonu yüklüyor.Obama’nın “soykırım”
kelimesini kullanmayacağı ancak kendisine yüklenen misyonu 2015’e
doğru giderken yerine getirmeye çalışacağı açık.Türk
yetkililerinin ise bu gelişmelere her zamanki gibi aynı duyarsız ve klişe
laflarla cevap verdikleri görülüyor.Türkiye’ye 2015 yaklaşırken bu konuda nasıl bir perspektif
gerekiyor. ?
1915’te başlayan tehcirlerin koşulları
daha önce yapılanlardan çok farklıydı. İki ay içindeki uygulamalar sadece Ermenileri
değil, Doğu Anadolu’daki tüm Hıristiyanları
kapsıyordu. Söz konusu tehcirler yeniden iskan olunarak düşünülemezdi. Çünkü
belirlenen yerler yaşanabilecek koşulları taşımadığı gibi bu yerlere ulaşabilenlerin
sayısı da azdı. Birçok kişi doğdukları ve yaşadıkları yerleşim birimleri içinde
ya da dışında, hemen diğerleri yaya çıkarıldıkları yollarda ölmüş ya da
öldürülmüştü. Öldürülenlerin çoğu erkekti. Kadınlar ve çocuklar güney çöllerine
doğru sürülen kafilelerin en büyük bölümünü oluşturuyordu. Bu kafilelere de
sürekli saldırılıyor, kadınlar tecavüze uğruyor, çocuklar kaçırılıyordu.
Vilayet görevlileri yola çıkarılanlara yiyecek,su ve barınak sağlamak için
hiçbir tedbir almamışlardı. Buna karşılık üst düzey memurlar ve yerel
siyasetçiler ölüm mangalarını harekete geçirmişlerdi. Bu gruplar tehcir
edilenlerin mallarına el koyuyor, bir bölümünü dahiliye nezaretine gönderirken,
bir bölümünü zimmetlerine geçiriyorlardı. Mezalim şeklinde cereyan
Yukarıda belirtilenler kuşkusuz yaşananların kapsamını, boyutunu, ağırlığını ifade edemez. Bu mezalim ve katliamlar Avrupa ve ABD gazetelerinde düzenli olarak yayımlandığı gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun müttefikleri olan Almanya ve Avusturya dahil İngiltere ve ABD’nin resmi belgeleriyle, Osmanlı Divan-ı Harbi’nin tutanaklarıyla, diplomat ve misyonerlerin anlatımıyla, komisyon raporlarıyla, hayatta kalanların anlatımıyla ortaya çıkmıştır. İster Ermenilerden bazı unsurların hak talepleriyle ayaklanmaları, ister dış güçlerle harekete geçirilmeleri olsun hiçbir gerekçe bu insanlık trajedisini meşrulaştıramaz. Yaşananları hukuki ve teknik bir kavram olan soykırım üzerinden tartışmak yanıltıcıdır. Yaşananlar teknik bir kavrama sığamaz ve bunun içinden ifade edilemez. Mezalim ve katliam insaniyetle bağdaşmaz. İnsanlığın vicdanında mahkum olmak ,soykırımla yargılanmaktan daha haysiyet kırıcıdır. Hakikatleri gizleme ve inkar üzerine kurulan bir düzen devleti ve toplumu hastalandırır ve çürütür.
İttihat
ve Terakki ileri gelenlerinin ve bunlara bağlı kadroların, çetelerin ve
çapulcuların eylemlerini sahiplenmek ve savunmak insani ve ahlaki bir tavır
değildir. Türkiye, yaşatılan mezalim ve katliamları kabul
ettiğini ve bundan dolayı toplum ve devlet olarak en yüksek insani değerler
olan hakikat, adalet ve insaniyeti savunduğunu ,geçmişte bunu yapanların
zihniyet ve eylemlerini mahkum ettiğini bütün dünyaya duyurmalıdır. Bu
yapıldıktan sonra Diaspora’da yaşayan tüm Ermenilere
yurttaşlık daveti yapılmalı ve kendilerine T.C. yurttaşlığı
verilmelidir. Bu Diaspora Ermenilerinin, atalarının binlerce yıl yaşadığı, mallarını,
mülklerini, anılarını ve tarihlerini baskı sonucu bıraktıkları coğrafyaya
dönüşleriyle birlikte öfkeye dönüşen acılarını azaltacaktır.Ermenistan
sınırı hiçbir koşul öne sürülmeden açılmalıdır. Türkiye, Ermenilerin
acılarını azaltırken kendi korku, kompleks ve kaygılarından da kurtularak
özgürleşecektir.
Sessiz
bir ıslaklıkla geldi Eylül. Yapraklarla yıkanırken tenimiz, hüzün
saçlarımızı okşamaya başladı.Kederli bir yalnızlık yerini yavaş yavaş kederli
bir umuda bırakıyor.Ürkek bakışlarımız tedirgin bir maviliğe sığınıyor. Mazi
bir yangının içinden çıkıp geliyor. Bir başka Eylül’e doğru yol alırken aklım
zamana takılıyor.Ahmet Hamdi Tanpınar zamanı değil anı önemsediğini mısralarında
anlatır. ”Ne içindeyim zamanın/ Ne de
büsbütün dışında / Yekpare geniş bir anın/ Parçalanmaz akışında” Tanpınar, kendisini
rüzgarda uçan tüyden hafif hissederken,masmavi bir ışık içinde yüzmektedir.
Sarı sisli akşamlarda yollarımızı
kaybettiğimiz sonbaharlar, ayazlarda yalınayak seviştiğimiz yıldızlar. Büyürken
çocuk kalan duygularımızın sancısı ve bencil hüznümüz. Cemal Süreya, geride kalan bir aşkın Eylül’ünü anlatır
mısralarında..”Di’li geçmiş bir zamandı
yaşadığımız /Adımlarımızın kısalığı bundandı/Bundandı gözlerimin
durgunluğu /Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan / Ellerin kadar ıssız / Sen
kadar zamansız molalar veriyordum/Ve çocuksu bir bencillikti
hüznümüz/Eylül’dü.”
Yarım kalan şarkılar. Çabucak vazgeçilen
eylül aşklarının acısı.Cemal Süreya devam eder. “İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin/ Şimdi yoktu bir
anlamı suskunluğun/Çırılçıplak kalakaldım sessizliğinin orta yerinde/ Sonra
sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman/ En çok sesini
aradım/ Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hâlâ /
Gözlerini sildi zaman../Dedim ya… Eylül’dü./ Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin.”
Eylül hem çekici,hem kahredici,hem şehvetli hem ürperticidir.Ahmet Altan
Eylül’e nasıl aktığını şöyle anlatır.”Ben eylüle akarım /Bir hüzün gibi
akarım ben eylüle, kanayan bir aşk gibi, / siyah şallara bürünmüş,genç bir ölüm
gibi akarım./Sevişerek,ağlayarak ve ölerek akarım ben eylüle. /Her yıl,hep aynı
vakitte,geniş bir ırmak gibi/ bütün hayatı berrak sularında yıkayarak gelir,
/beni ve her şeyi koynuna alarak,/ bir meçhule hüznüyle emzirerek götürür hep./
Kadınları ve hüznü eylülde severim…
Ve
Altan’a göre Eylülde her şey zordur,her şey korkutur ve her şey beklenir.” Eylülde
aşk,eylülde acı,eylülde yalnızlık zordur, / eylülde her şey zordur,ben
eylülü onun için severim./ Eylül ışıklarında çırılçıplak ruhlar
yıkanır /Herkes her şeye kapısını aralar 'bir aşk oluverir
aşinalık'./ Ölüm kıvırcık saçlarını hayatın göğsüne
dokundurur./ Aşkı ve ölümü ben hep bu ayda beklerim./ Nasıl da
mahzun ve nasıl da tehditkardır. /Ben eylülde bütün aşklardan ve kadınlardan korkarım.” Bazen
sevgilinin gidişi zamansız bir sonbahardır.Ruhumuzu bir hazana
dönüştürür.Hasan Hüseyin Korkmazgil bunu öyle güzel anlatır ki.” Gitme,
sonbahar oluyorum, sonrası hiç/ Ağaçlar bükmesinler ne
olursun boyunlarını/ Neden akşam oluyorum tren kalkınca / Kırlangıçlar birdenbire çekip gidince/
Mendiller sallanınca neden tıkanıyorum/ Turgut
Uyar Eylül’ün arkasından seslenir.”Sevgim acıyor/Kimi
sevsem Hazan ve Eylül sadece hüznün,vedanın ve karamsarlığın zamanı değildir.Aynı zamanda
sevgiyi ve mutluluğu yeniden var etmenin umudunu da barındırır.Özdemir Asaf
bu umudu taşır.” Öyle bir ilkyaz ol ki korkut yaprakları /Öyle bir son
yaz ol ki tut yaprakları,
|
|
|
Osmanlı
İmparatorluğu ve Modern Türkiye Tarihi üzerinde
çalışmalarıyla tanınan Fransız araştırmacı François
Georgeon,sevenlerince “Ulu Hakan”,nefret edenlerce “Kızıl
Sultan” olarak nitelenmiş çok önemli bir tarihi şahsiyet olan II.Abdülhamid
hakkında yazdığı biyografiyle zor bir
işi başarmış.Çünkü Abdülhamid tahta çıktığı 33 yaşına kadar korku
içinde gölgede kalmış,sultan olduktan sonra da yine korkuyla kendini Yıldız
Sarayı’na hapsetmiştir.Fransızca yayınlanan hatıraları gizlenen Abdülhamid’in
bir ölçüde izlenmesine imkan vermiş durumda.Georgeon’un
söylemiyle gizlenmiş bir sultanı tarih sahnesinin en önüne çekip çıkarmak kolay
değil.
İmparatorluğun hasta adam olarak nitelendiği bir dönemde ve en olumsuz koşullarda padişah olan Abdülhamid, işe Tanzimat’ın sarstığı padişahlık kurumunu yeniden kadir-i mutlak hale getirerek başladı.Mutlakıyetin merkezi, yaşadığı muhkem Yıldız Sarayı oldu.Hilafeti birleştirici ve Müslümanları birbirlerine yakınlaştırıcı güç olarak kullanırken,ideolojik vurguyu din üzerinden yaptı.İktidarını ise merkezin Batılılaşmış seçkinleri yerine taşra ayan ve eşrafına dayandırdı.Merkeze bağlı vilayetlerde ilkesel olarak katı ama yerel uygulamalarda esneklik gösterir bir siyaset izlerken,dış politikada dengeler içinde hareket etmeye çalıştı.Tanzimat devrinin müttefikleri olan İngiltere ve Fransa’dan çok Almanya’yı öne çıkardı.Onlarla demiryolları inşa edilmesini sağladı.İmparatorluğun korunmasına ve kalkınmasına yönelik bir projeyi hayata geçirmeye çalışıyordu.Yargıda,orduda ve maarifte modernleşmeye yönelik çabalara girişti.Bu anlamda İmparatorluğu modern bir devlet haline getirmek istiyordu. Modernleştirmeyle birlikte İmparatorluğu büyük bir İslam gücü haline getirme hedefi Georgeon’un deyişiyle bir insanın sınırlarını aşıyordu.Ve yine onun sorusuyla “ama sonuç olarak kendisini Yıldız Sarayı’nın içinde yalnızlığa mahkum eden o değil miydi ?”
Georgeon’un önemli tespitiyle Müslümanlık toplumun harcı olacaksa Osmanlı çoğulculuğu ne olacaktı ? Gayrimüslimler himaye altında,yerlerinden oynamamaları koşuluyla hoşgörü göreceklerdi.Ancak milliyetçi hareketlerin alabildiğine öne çıktığı bir dönemde Ermeni milliyetçiliği çok sert bir şekilde acımasızca bastırılınca ve uygulanabilir bir azınlık statüsü geliştirilemeyince başarısızlık mukadder oldu.
Abdülhamid, silik ve itaatkar Cevad Paşa’yı
sadrazam yaparak Babıali’yi devreden çıkarır, Yıldız’da
incelenen evrakın sayısıyla birlikte mabeyn katiplerinin sayısı artar.Taşra
yöneticileri,şifreli haberleşme yoluyla nazırları aradan çıkararak doğrudan
Saray’la iletişim kurarlar.1890’da Saray iktidarı kendi tekeline alır ve
iktidar Abdülhamid’in şahsında cisimlenir.Artık Abdülhamid,
her şeyi bizzat denetleme saplantısına girmiştir.Basın ve matbuat üzerindeki
sansür ağırlaşır.1893’te göreve başlayan kadılar,1894’te
tüm memurlar padişaha bağlılık yemini etmeye başlarlar.Fransa’nın
İstanbul sefiri Paul Cambon, 1895’de “sultan
her şeyi kendi içinde eritmiş” tespitini yapar.
Bu arada Rus Çarı III.Aleksandır’ın mutlakıyetçi yönetimi ve özellikle Ortodoksluk politikaları Abdülhamid’i etkiler.Çar ordusundaki Kazak birliklerini örnek alarak Kürt Süvari (Hamidiye) Alaylarını kurar.Ayrıca Rusların Ermenilere yönelik baskı politikası Rusya’ya yakınlaşmasına neden olur.
Her
tarihi şahsiyet gibi,Abdülhamid de tek bir nitelemeyle
açıklanamaz.Mutlakıyetçi,otoriter,aşırı kontrolcü ve vehimli ama bunun yanında
ıslahatlar yaparak İmparatorluğu modernleştirmeye,hassas dengeler içinde
İmparatorluğu bir arada tutmaya ve İslam gücü haline getirmeye çalışan bir
padişah.
Georgeon’un kitabında yaptığı ve
benim de katıldığım tespit 19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu
ile Türkiye Cumhuriyeti arasında var olan gizlenmiş
sürekliliklerdi. Osmanlı’nın otoriter geleneği ve siyasi kültürü
modern unsurlarla karışarak II.Mahmut’tan başlayarak Abdülhamid
çizgisiyle devam etmiş,1924’den sonra da aynı merkeziyetçilik ve
otoriterlik Mustafa Kemal ile yeni devletin temeli olmuştur. Recep
Tayyip Erdoğan’ın düşleri ve izlediği yöntem bu çizginin henüz
aşılamadığını göstermekte.
Kafka bir özdeyişinde
"Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı." derken insanoğlunun içine
doğduğu toplumun ve dünyanın tüm kurumlarıyla birlikte insanı nasıl esirleştirdiğini
bu metaforla anlatır.. Şato isimli romanında K. kendini
Dünya ve toplum kurumlarıyla,bürokrasisiyle baskı ve otorite kullanarak insanı
kafesin içine alır.Güçsüzlük,çaresizlik,ötekileştirilmek insana biçilendir. Kafka’ya
göre; resmi dairelerin koridorları aşağılanma kokar.Soluk almak yasaktır, buna
karşılık yürek çarpıntısına izin vardır, aksine çarpıntı olması istenen bir
şeydir. Her türlü ümit uçup giderken,kapıdan kapıya gönderilen kişiye suçluluk
duygusu aşılanır. Kişi dilek sahibi olmayıp aslında suçludur.
Kafka’nın anlattığı toplum
ve dünya düzeni bize kendimizi nasıl hissettiriyor.Her an yaşamdan,köklerinden
koparılıp fırlatılma ihtimali içinde güçsüz,çaresiz,korku ve kaygı içinde
kafesin içine koşmak.Fiziksel ve psikolojik şiddetin içinde çırpınmak…
Kafka’nın 20. yüzyılın başında
tasvir ettiği dünya bugün daha büyük kafeslerle dolu.20. yüzyılın
başından bu yana teknoloji geliştikçe şiddet arttı.Medeniyet ya da uygarlık.Bir çare mi ? Ya da medeniyet nedir ?
Medeniyetin henüz tamamlanmadığını söyleyen Sosyolog Norbert
Elias’ın tanımı halen geçerli. Elias’a göre; medeniyet “şiddetten
arındırılmış toplumsal yaşam” ya da “insanlar arası ilişkilerde şiddetin yok
edilmesi” anlamına geliyor.Medeniyet,şiddeti toplumsal yaşamdan tasfiye etmekle
belirlenen bir süreç.Kuşkusuz bu sadece içinde yaşadığımız toplumla sınırlı
değil.Dünyanın medenileşmesi de şiddetin yok edilmesi ve barışın egemen kılınması
demek.İki dünya savaşı,Irak,Afganistan,Ruanda,Bosna,
Kosova,Sudan,Mısır,Suriye.Otoriter rejimlerin kendi coğrafyaları içinde
uyguladıkları şiddet.Sayamadıklarımız,bilemediklerimiz.O halde dünya henüz
medenileşemedi.
Modern toplumlar bu yolda ilerlemek için
demokrasi ve hukuk devleti gibi kavramlar geliştirdiler ve devlete barışı
sağlama yükümlüğü karşılığında şiddet tekelini verdiler.Ancak siyasetin
dost-düşman ayrımına dayandığı kültürlerde,toplumsal yaşamın her alanında
keskin bir kutuplaşmanın yaşanması kaçınılmaz.İktidar için çatışanlar ,
kurumları zapt edilmesi gereken kaleler gibi görmeye başlar,şiddet ve savaş bu
kaleleri ele geçirmek için yapılır.Polis ve yargı adil ve tarafsız
davranmazlarsa barışı sağlamak imkansız hale gelir.
20. yüzyılda Kafka bize kafese girmeyin diyor,
Elias medeniyetin yolunu gösteriyor.İnsanlık
21. yüzyılda ne yapıyor ?
Yaşadığımız
ailenin, çevrenin,ülkenin ve dünyanın ağır yükü.Sanki büyük bir kafes bizi
çevreler.Kafesin dışına çıkarak bir masal ,bir şiir ya da bir resim ülkesine bir süreliğine göç
etmek.Ruhunu kirlerinden arındırmaya, deruni yaraları onarmaya çalışmak.Benim
tercih ettiğim ülke ise şiiristan. Zaman zaman yorulduğumuzda birlikte
gideceğimiz şiir ülkesi.Şairleri ölmeyen bir ülkede demet demet, renk renk
şiirler derlemek.Sonra dönüp yaralı ruhlara şifa dağıtmak.
Farsça’da
hezan. Zamanla hazana dönüşmüş.Yaprakların sararıp yere
düşmesi.Sonbahar.Güz.Teselli arayan Mehmet Akif, hazanı baharında ağlatır ve
hüzne ulaşır. Yani hüzün hazanın özündedir.
Divan
şiirinde hazan,tavus kuşunun kanatlarındaki renklerin aynayla yansıtılması
gibi, şadırvanlı havuzdaki su da sonbahar yapraklarındaki renk cümbüşünü
yansıtır.(Ahmet Paşa-Hazaniye Kasidesi) Kasidede yanaklara
süzülen gözyaşı damlaları hazan yaprağı üstüne düşen yağmur damlalarına
benzetilir.Hüzün hazana koşarken,hazan onu özlemle kucaklamaya hazırdır.
Bağdatlı Ruhi dizelerinde iki gün gibi kısa bir süre gül zevki yaşayan bülbüle hazan rüzgarının ettiklerini anlatır.”Aşiyansuz n’eylesün gülşende bülbül Ruhiya-Derd-mendün eylemiş bad-ı hazan evin harap” ( Yuvasız bülbül gül bahçesinde ne yapsın,dertli bülbülün evini hazan rüzgarı harap etmiş) Nabi, hazana bir görmüş geçirmişlikle yaklaşır.”Bağ-ı dehrin hem hazanın hem baharın görmüşüz-Biz neşatın da gamın da rüzgarın görmüşüz”(Biz bu dünya bağının hem hazanını hem baharını görmüşüz,biz sevincin de kederin de zamanını görmüşüz)
Yahya Kemal Hazan Bahçeleri
şiirinde hüznü hazanda bulur.“Kalbim yine üzgün,seni andım da
derinden-Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden-Yorgun ve kırılmış gibi en
ince yerinden- Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden”.Ahmet Haşim
Bülbül isimli şiirinde gamlı hazanın seherindedir.”Bir gamlı hazânın
seherinde-Isrâra ne hâcet yine bülbül?-Bil, kalbimizin bahçelerinde-Cân verdi
senin söylediğin gül”Ahmet Hamdi Tanpınar da Sonbahar isimli şiirinde
hazanla kederi buluşturur.”Yan yana sessizce mevsimle keder-Hicrana aldanmış kalbimde gezin-Esen
rüzgarlara sen kendini ver”
Mevsimlerin en şairanesi hazan.Elimizden kayıp
gidene duyulan özlem. Hazanla buluşan hüzün. Ahmet Haşim, “Sonbahar Şiirleri”
adlı yazısında şöyle demiş:
“Bahçelerde sarı çiçeklerin açtığı;
havanın keskin incir yaprağı kokularıyla dolduğu; ufuklarda gümüş ve bakır
bulutların anlaşılmaz işler hazırlamakla meşgul olduğu; akşamüstü otları
kurumuş tepelerde, yeşil eşarp, kırmızı örtü, beyaz ve lacivert elbiselerle
dolaşan genç kızların eteklerinin rüzgârda uçuştuğu ve saçlarının çözülüp
dağıldığı bu mevsimde, sonbahar şiirlerinden daha munis bir konuşma konusu
olabilir mi?”
Bir bölüm de Eylül Sıkıntısı isimli şiirimden.”Eylüldü gelen-kederli bir
umutla-Çocuk duygularımızla büyüyecektik-sancılı-Yarım şarkılar
söyleyecektik-sessiz bir ıslaklıkla üşürken-Ürkek güvercin misali
bakışların-tedirgin bir maviliğe sığınacaktı-Eylüldü gelen-çabucak
vazgeçtiğin-Bıraktığın bendim-bir başka Eylüle giden”
Merhaba hazanın kucağındaki hüzün. Hilmi Yavuz’un şiirinde söylediği
gibi. “Hüzün ki en çok yakışandır bize “