Akademisyen, iktisat profesörü,
fikir adamı, siyaset bilimci. 1940, Kızılyer / Denizli doğumlu. Denizli
İlkokulu’nu ve İzmir Atatürk Lisesi’ni bitirdi. Yüksek öğrenimini Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye bölümlerinde yaptı.
Doktora öğrenimini Paris ve Poitiers üniversitelerinde tamamladı (1966-73).
Doktora çalışmaları aşamasında ve sonrasında azgelişmişlik, emperyalizm,
kapitalizm, Kemalizm üzerine birçok araştırma yaptı. İlerleyen yıllarda Doçent unvanını
aldı.
Başkaya, Türkiye’ye döndükten
sonra askerliğini yaptığı Yedek Subay Okulu’nda “Sakıncalı Er” sayılarak Oltu
(Erzurum)’ya sürgün edildi. Askerlik sonrası değişik kuruluşlarda araştırmacı
olarak çalıştı. Bir süre Sosyal Hizmetler Akademisi’nde ekonomi dersleri verdi.
Abant İzzet Baysal Üniversitesi iktisat bölümü öğretim üyesi iken kemalizmi
eleştirdiği “Paradigmanın İflası” adlı kitabından ötürü Terörle Mücadele
Yasası’na muhalefetten yargılanarak yirmi ay hapis cezasına çarptırıldı.
Cezasını Haymana Kapalı Cezaevi’nde çekti.
Prof. Dr. Başkaya; Türkiye
Öğretmenler Birliği Derneği (TÖB-DER) Araştırma Başkanı (1975-76), Türkiye
Mimar ve Mühendis Odaları Birliği (TMMOB) İnşaat Mühendisleri Odası Yayın ve
Araştırma Müdürü (1976-78), Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Sosyal
ve Siyasal İlişkiler Başkanı (1978), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler
Akademisi öğretim görevlisi (1978-80), Bolu Sevk ve İdarecilik Yüksek Okulu
(daha sonra Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisat Bölümü) öğretim üyesi
(1980-93) olarak görev yaptı.
Başkaya’nın yazıları; Özgür
Gündem, Özgür Ülke, Demokrasi, Ülkede Gündem, Özgür Bakış gazetelerinde
yayımlandı. 1994 yılında “Gündem” gazetesinde yayımlanan ve hiçbir adli işleme
konu olmayan makalelerine “Akıntıya Karşı Yazılar” (1998) adlı kitabında yer veren Fikret Başkaya’nın,
“Devletin manevi şahsiyetine hakaret ettiği” gerekçesiyle üç yıl hapsi
istendi. Ankara 2. Asliye Ceza
Mahkemesi’nde görülen davada Başkaya’nın “eleştiri sınırları içinde kaldığı”na
hükmedilerek hakkında beraat kararı verildi (2005). 2006 yılında Kültür ve
Turizm Bakanlığı, Başkaya’nın “Paradigmanın İflası” adlı kitabına sesli kitap
projesinde yer verdi.
Resmi ideolojiyi ve dünyaya egemen
liberal kapitalist eksendeki küreselleşmeyi yetkinlikle sorgulayan, Türkiye ve
Orta Doğu Forumu Vakfı Başkanı Prof. Fikret Başkaya; 2012 yılı itibariyle Özgür
Üniversite’nin başkanlığı görevini ve bu kuruluşta gönüllü olarak ders vermeyi
sürdürdü. 1994’te İnsan Hakları Derneği ve 1995’te Genç Gazeteciler Derneği
Onur ödüllerine layık görülmüştür.
ESERLERİ:
Araştırma-İnceleme:
Çevre Kapitalizmi veya
Azgelişmişlik Süreci (1985), Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına (1985), Azgelişmişliğin
Sürekliliği (1995), Dünyanın Balkonundaki İsyancılar Zapatistalar - “YDD” -
Enternasyonalizm (Temel Demirer ve Sibel Özbudun ile, 1996), Sömürgecilik
Emperyalizm Küreselleşme (1997), Avrupa - Merkezcilik Resmi İdeoloji - Bilim ve
Sosyalizm (1998), Rant ve Savaş Kıskacında Türkiye Ekonomisi (Ömer Leventoğlu
ile, 1998), Akıntıya Karşı Yazılar (1998), Avrupa-Merkezcilik Resmi İdeoloji
Bilim ve Sosyalizm (1999), Küreselleşmenin Karanlık Bilançosu (2000), Yediyüz
Osmanlı Beyliğinden 28 Şubata: Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi (1999), Kalkınma
İktisadının Yükselişi ve Düşüşü (1997), Yenilgi Tuzağı (2001), Çığırından
Çıkmış Bir Dünya: Sosyal Sefaletin - Ekolojik Felaketin - Etik Yozlaşmanın
Kökeni (2004), Sosyalizmin Geleceği (2004), Borç Krizi Üzerine Bir Deneme
(2004), Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına: Türkiye Ekonomisinde İki Bunalım
Dönemi (2004), Seçilmiş Yazılar (2004), Paradigmanın İflası Resmi İdeolojinin
Eleştirisine Giriş (2006), Kavram Sözlüğü Söylem ve Gerçek (2006), Reel
Atatürkçülük (2007), Resmi Tarih Araştırmaları: 3 / İttihatçılıktan Kemalizm’e
(Ortak kitap, 2007), Yeni Paradigmayı Oluşturmak (2011), Ortadoğu -Yalancı
Bahar (ortak kitap; Babür Pınar, Fikret Başkaya, Mahdi Darius Nazemroaya, Mahir
Sayın, Michel Chossudovsky, Temel Demirer, Zait Çetinoğlu ile birlikte, 2012), Yalan
(2015); Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto - Nasıl Üretmeli, Nasıl Tüketmeli,
Nasıl Yaşamalı? (2016), Çıkış Buradan - Perspektifi ve Paradigmayı Değiştirmek
(2022).
Çeviri:
Kalkınmanın Sonu (Francois
Pantant’dan, 1985), Kapitalist Ekonominin Temelleri (Jacques Gauverneur’dan,
1996), Karanlık Zafer (Walden Bello’dan, 1998), Değişim Halindeki Dünya Sistemi
(Samir Amin’den, 2000), Chris Kutschera / Kürt Ulasal Hareketi (Fransızcadan,
2001), Michel Beaud / Kapitalizmin Tarihi (Fransızcadan, 2016).
KAYNAKÇA:
Mücellitoğlu Ali Başkaya / Yeni Mülkiyeliler Tarihi ve Mülkiyeliler (c. VII,
1970), Mehmet Ali Karahasanoğlu / Tarihi Akademik Statünün Gardiyanlarından
Kurtarmak (Virgül dergisi, 15.10.2000), Fırat’ta Yaşam (12.3.2001, Evrensel
(3.9.2004), Zaman (3.3.2005), İhsan Işık / Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür
Adamları Ansiklopedisi (2006), “Fikret Başkaya, Bu Cezaya Şaşırmadı” (Milliyet,
28 Mayıs 2007), “Başkaya’ya Beraat:
Eleştiri Sınırları İçinde” (Radikal, 28 Mayıs 2007), İhsan Işık / Ünlü Fikir ve
Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of
Turkey’s Famous People (2013).
Cumhuriyet
dönemi aydınları istedikleri kadar modernist bir dil kullansınlar, hezeyanları,
kuruntuları ve monolitik düşünceleri veri iken, toplumun kendisi hakkında
düşünme yeteneğini boğdular. Kendi ayrıcalıklı konumlarını muhafaza edebilmek
için her türlü "farklı" düşünceyi tehlikeli saydılar. Aydınların
yönetici sınıf konumunda olduğu bir toplumsal formasyonda, kültür, bir sınıf
kültürü, aydın sınıfın kültürü haline gelir. Teorik referanslarında ve afişe
edilen amaçlarında "çağdaşlık" temasına vurgu yapılmasına rağmen,
toplumun değişmezliği üzerine kurulu pozitivist burjuva ideolojisinin taşıyıcısıydılar.
Yönetici bürokratik aydınlar toplumun temeline dokunmadan onu yerinden
oynatabileceklerini sandılar. Oysa bir önceki dönemin üretim ilişkileri
değişmediği sürece, insanlara şapka giydirmek, klasik Batı müziği dinletmek,
Latince öğretmek vb. çağdaş bir toplum oluşturmak için yeterli olmayacaktı. S.
H. Paşa, Batıcılarla ilgili olarak: "Bu medeniyetin eserlerini, o
medeniyeti meydana getiren sebepler zannettiler. Garbın ahlâk ve yaşayışını
memleketlerine tatbik etmenin dertlerine çare olacağına inandılar" derken,
baştan beri yapılanların çağdaşlaşmak olmadığını vurgulamak istiyor.
BU BİR
UYGARLIK KRİZİDİR...
FİKRET BAŞKAYA
1. Bu günün burjuva toplumlarının gerisinde, her ikisi de az-çok eşzamanlı olarak XVIII. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmış iki devrim veya ‘kopuş’ bulunuyor: İngiliz anayi Devrimi ve Büyük Fransız Devrimi. Bunlardan birincisi kapitalist ekonominin üzerinde yükseldiği teknolojik temeli oluştururken, ikincisi de politikanın nasıl yapılacağının kurallarını vaaz ediyordu. Elbette kapitalizmin tarih sahnesine çıkışı daha önceye rastlıyor. Genel bir çerçevede, yeni ve orijinal bir üretim tarzı veya uygarlık modeli olan kapitalizmin, Kristof Kolomb’un macerasıyla [1492] başladığını söylemek mümkündür. Başka türlü ifade edersek, kapitalizmin tarihi yaklaşık beş yüz yol kadar gerilere gidiyor.
İngiliz sanayi devrimi geleneksel üretim ve yaşam koşullarını tasfiye edip kapitalizmi dünyanın geri kalanına dayatırken, Fransız devrimi de geleneksel egemenlik biçimlerini ve politika yapma yöntem ve kurumlarını tasfiye etti. Artık egemenlik miras yoluyla devam etmeyecek, geleneğe ve dine dayalı sistem geçerli olmayacaktı. İnsan haklarına ve ‘genel iradeye’ dayalı bir yötetim tarzı geçerli olacaktı. Geride kalan iki yüzyılı aşkın dönemde, insan haklarını güvence altına almak üzere yürütülen özgürlük ve eşitlik mücadelesiyle, mülk sahibi [sermaye sahibi] sınıfların burjuva egemenliğini dayatma ve sürdürme mücadelesi devam etti. Esasen kapitalizmle demokrasinin, özgürlüklerin ve insan haklarının uyuşması zaten mümkün değildir. Zira, sermayenin büyümesi, ancak geniş toplum kesimlerini mülksüzleştirerek, yoksullaştırarak, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksunlaştırarak, proleterleştirerek mümkündür. Dolayısıyla yaşam araçları küçük bir mülk sahibi [sermaye] sınıfının elinde kalmaya devam ettikçe ve aradaki uçurum da zorunlu olarak derinleşmeye devam ettikçe, Fransız Devriminin temel sloganları olan “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik [fraternité] içi boşluktan kurtulamazdı ve kurtulamadı. Zaten eşitliğin olmadığı yerde özgürlük, mülk sahibi ve/veya güç ve iktidar sahibi sınıfların özgürlüğüdür. Zira özgürlük, adâlet ve demokrasi, zorunlu olarak eşitliği varsayar. Eğer bir sistem eşitsizlik temeli üzerinde yükseliyor ve kendini ancak eşitsizlikleri daha çok derinleştirerek var edebiliyorsa, orada demokrasiden, özgürlükten, adeletten, insan haklarından söz etmek abestir...
Gerçi kapitalizmin “yaratıcı yıkıcılık’ olduğu söylendi [J. Schumpeter ve başkaları] ama sistemin yıkıcılığı her dönemde yaratıcılığına baskındı. Her aşama yaptığından daha çoğunu yıkarak yola devam edildi ama insanlara yıkılan, yok edilen değil, yapılan gösterildi. İnsanlar daha çok yapılanı görmeyi ‘yeğlediler...’ Velhasıl, burjuva egemenliğinin demokrasi, özgürlük ve insan hakları... söylemiyle meşrulaştırılması geride kalan yaklaşık iki yüzyılın rahatsız edici çelişkisiydi...
2. Kapitalizm, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin bir sonucu olarak, kriz üretmeye mahkûmdur. Başka türlü söylersek, kapitalizm krizsiz yol alamaz. Zira, kapitalizm koşullarında üretimle tüketim arasındaki doğrudan bağ kopmuş durumdadır. Üretim kararları anarşik bir ortamda binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insan [müteşebbis] tarafından veriliyor. Her bir kapitalist toplam artı-değerden daha çok pay almak zorunda. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye, sermayesini büyütmeye zorluyor. Belirli bir eşik aşıldığında üretilen mal stoğu satılamıyor ve sistem krize giriyor. Aşırı sermaye birikimi oluşuyor. İşte kriz, bu sermaye fazlasını yok etme işlevi görüyor. Eğer kriz yeterli tasfiyeyi yapamaz ise, savaş devreye giriyor. Dolayısıyla krizler de, savaşlar da kapitalizmde içerilmiş [mündemiç] durumdadır. Bu yüzden kapitalizmin tarihi krizlerin ve savaşların, başka türlü ifade edersek, yıkımın tarihidir... Krizler de iki şekilde tezahür ediyor: Yaklaşık 3-5-7 yıllık aralıklarla ortaya çıkan devrevi krizler ve 20-25-30 yıla yayılan yapısal krizler. XIX. yüzyılda devrevi krizler daha sık ortaya çıkıyordu. Zira o dönemde işçi sınıfı tüketimi köylü üretimine ve aile içi üretime dayanıyordu. Bu durum sürekli bir talep yetersizliği durumu ortaya çıkarıyordu. XX. yüzyılda bir dizi yeni unsurun devreye girmesiyle- işçi sınıfının kapitalist işletmelerin mallarını daha çok tüketmesi, kamu personeli sayısının artmasıyla talebin görece istikrara kavuşması, pazarlama ve reklam endüstrisinin devreye sokulması, tüketici kredileri, vb. devrevi krizlerin hem sayısını azalttı hem de yoğunluğunu küçülttü. Elbette kriz üreten temel dimanikler ve eğilimler varoldukça, bütün bunlar kapitalist krizleri ortadan kaldırmak için yeterli olmazdı...
3. II. Emperyalistler arası savaş sonrasında kapitalizm üç odak tarafından “uyumlanmaya” zorlandı. Emperyalist ülkelerde işçi sınıfının pazarlık gücü faşizmin yenilgiye uğratılmasıyla arttı. Reel ücretler yükseldi, sermayeden alınan vergiler dolayısıyla kamu hizmetleri ve sosyal amaçlı harcamalar büyüdü. Bunun anlamı sermayenin kâr oranlarının düşmesiydi. Mâlûm, ücret seviyesi yüksekse kâr oranı düşüktür... İkincisi, sömürge halkları kolonyalizme baş kaldırmışlardı ve bir aktör olarak tarih sahnesinde ilk defa boy gösteriyorlardı. Üçüncüsü de ‘planlı ekonomilerin’ veya Sovyet sisteminin varlığıydı. Bu üçünün yarattığı baskı, sermayeyi ödünler vermeye zorlamıştı. Savaşın ortaya çıkardığı yıkımın sonucu olan genişleme 1960’lı yılların sonuna gelindiğinde sınırına ulaştı ve kapitalizm 1974-1975 de yeniden krize girdi ama söz konusu olan sadece bir ‘devrevî kriz‘ değildi. Artık kapitalist dünya sistemi yapısal krize girmişti. Neoliberal saldırı sonucu söz konusu üç odak etkisizleştirildi ve sermaye önceki dönemde kaybettiği mevzileri birer birer geri almayı başardı. Reel ücretler düştü, sosyal harcamalar kısıldı, hantal, çevre kirlenmesi yaratan, kapitalist işletmelerin çoğu ‘ucuz işçi cenneti‘ denilen Çevre ülkelere taşındı, borç faiz ödemeleri, kâr transferleri ve eşit olmayan ticaret sayesinde değer transferi yani Güneyin yağması derinleştirildi, bizde bir zamanlar KİT denilen Kamuya ait ekonomik işletmeler özelleştirildi, daha sonra özelleştirme tam bir tsünami gibi tüm kamu hizletlerini ve sosyal hizmet alanlarını da [eğitim, sağlık, iletişim, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb.] kapsar hale geldi... Artık sermayenin bir kâr alanı ve aracına dönüştürmediği hiçbir şey kalmamıştı... Dünyanın her yerinde işçi örgütleri etkisizliştirildi, tabii kâr oranları yükseldi... Gelir dağılımı mülk sahibi [sermaye] sınıflar lehine daha da bozuldu. Yukarda sözünü ettiğimiz tüm bu nedenlerin sonucunda kârlar yükseldi ama bir bütün olarak talep de daraldı. Kapitalist rasyonelliğe uygun olarak yatırılması [değerlenmesi] mümkün olmayan devasa bir sermaye “fazlası” ortaya çıktı. Bunun anlamı sermayenin değersizleşme riskiyle karşı karşıya gelmesidir... İşte finanslaşma ve spekülasyon bu duruma bir çözüm olarak peydahlandı. Bu, parayla para kazanma çılgınlığıydı ama ‘bilimsel’ söylem başka dili konuşuyordu...
Krizin
genelleştiği ve tüm ekonomileri etkisi altına aldığı 1974-75 sonrasında sermaye
lehine yapılanlar, kâr oranlarını restore etmeyi başarsa da, bunu ekonominin
temelini aşındırma pahasına gerçekleştirebildi. Peşi sıra gelen bir dizi
finansal krizin ardından, 2007’de sistemin sürdürülebilir olmadığı ABD’deki subprime kriziyle gözler
önüne serildi. Kapitalist devletler sermayenin imdadına yetişti, kamu
kaynakları oligopollere [büyük sermaye gruplarına] transfer edildi ve edilmeye
devam ediyor...
Söz
konusu olan sadece finansal-ekonomik kriz değil
4. Artık kapitalizmin derinleşen krizi, bildik ekonomik krizden ibaret değil, sadece sermayenin dar anlamda kendini yeniden üretmekte zorlanmasıyla ilgili bir durum da söz konusu değil. Kriz sadece ekonomik veçheyle sınırlı olsaydı, kapitalizmin öncekiler gibi bu son krizin de üstesinden gelebileceği söylenebilirdi. Lâkin kriz toplumsal yaşamın tüm veçhelerini kapsar hâle gelmiş durumda... Sadece finansal-ekonomik kriz değil, aynı zamanda ekolojik kriz, iklim krizi, enerji krizi, gıda maddeleri [beslenme] krizi, insan ilişkileri krizi, politik kriz, kent krizi, eğitim krizi, aile krizi, vb... Velhasıl “krizler”, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini kapsar duruma gelmiş bulunuyor... Netice itibariyle bir uygarlık krizi ki, uygarlık krizi söz konusu olduğunda, geçerli durumu tanımlamak, adlandırmak için uygun kavram veya kelime de artık kriz değil, dekadans olabilir. Bilindiği gibi latince cadere’den türetilmiş bir kavram olan décadence, çöküş başlangıcı anlamındadır. Ekseri Roma İmparatorluğunun uzun zamana yayılmış çöküşüne gönderme yapılıyor. Eğer hastalık bünyenin tamamını sarmışsa, o durumu anlatmak için kriz kelimesi artık yeterli değildir. Zira kriz, genellikle normal durumdan bir sapma, arizî, ekseri geçici ve beklenmedik bir “durumu’ ifade eder. Geçerli denge durumundan bir sapmayı ifade eder ve krizin sonunda eski duruma dönüş imkân dahilindedir. Ortaya çıkan yeni durum décadence kelimesiyle ifade edildiğindeyse, artık onu eski haline [ normal hale] döndürmenin mümkün olmadığı bir durumdan söz ediliyor demektir... Biyolojiden bir metafor yapmak istersek, bunama haline gönderme yapabiliriz. Bunama bir çöküş başlangıcıdır ve geri dönüşü yoktur. Süreç hafifletilebilir, belki belirli sınırlar içinde yavaşlatılabilir ama asla geri döndürülemez... Zira söz konusu olan zamana yayılmış bir çöküştür... Şimdilerde burjuva uygarlığının içine sürüklendiği durumdan çıkış artık mümkün değil. Zira burjuva uygarlığının kendi çelişkilerini aşma yeteneği yok, üstelik insanlığa teklif edeceği bir şey de yok... Zaten uygarlıkların kendi iç çelişkileri sonucu tarih sahnesinden silindikleri bilinen bir gerçektir [Arnold J. Toynbee].
Elbette bunu söylemek ölümün an meselesi olduğunu söylemek değildir. Toplum yaşamı insan yaşamından daha uzundur. Söylemek isteğimiz şu: artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir ve bir belirsizlik durumu söz konusudur. Kesin olan çöküş olmakla birlikte, sürecin nasıl seyredeceği, egemenler cephesiyle, egemenlik altındakilerin, yeryüzünün efendileriyle yeryüzünün lânetlilerinin bu durum karşısında alacakları tavra bağlı olacaktır. Bu süreçten zarar görenler, yaşamı savunmakta ve kurtarmakta çıkarı olanlar, durumun bilincinde olsalar, bilinçli ve örgütlü olsalar, alternatif bir toplum perspektifine sahip olsalardı, dekadans durumu aşılabilir, araç ve rotası vakitlice değiştirilebilirdi. Zaten dekadans tam da bu durumun yokluğunu ifade ediyor. Yeryüzünün efendilerinin, burjuva aristokrasilerinin dayattığı çürümekte olan düzeni aşma iradesinin yokluğu veya yetersizliği, dekadansın varlık nedenini oluşturuyor. Ne yazık ki, gönüllü kölelik durumu şimdilik aşılmış değil. İnsanlar hâlâ çürüyen ve çürüten burjuva uyarlığı dahilinde durumlarının iyileşeceğini sanıyorlarlar. Hiç değilse öyle düşünenler çoğunlukta... Oysa, acele etmeyi gerektiren bir durum söz konusu... Eğer geç kalınırsa, ekolojik dengenin daha da bozulması kaçınılmaz ki, bunun anlamı canlı yaşamın temelinin hızla aşınmasıdır. Zaten kritik eşiğin aşılıp-aşılmadığı tartışmalı ama, henüz aşılmamış bile olsa, bu yolun sonunda aşılması mukadder... Bu kadarını yapan neden sonunu getirmesin?
İki seçenekten biri...
5. İnsanlığın ve uygarlığın ulaştığı ‘kritik eşik’ ortadayken, ufukta sadece iki seçenek görünüyor: Birincisi, bu günkü eğilimlerin ve süreçlerin devam etmesidir ki, maalesef şimdilik hakim eğilim bu yönde. Bunun sonucu, başta ekolojik yıkım ve sosyal kötülükler olmak üzere, her türden krizin derinleşmesi, müzminleşmesi olabilir. Zira sistemin kendi yarattığı sorunları çözme, krizleri aşma yeteneği yok. Üretimin yönü, tüketim alışkanlığı, yaşama tarzı, doğaya ve insana bakışın radikal olarak değişmediği koşullarda, aracın beklenmedik, tehlikeli bir rotaya girmesi kaçınılmazdır. Bu da bu gün tahayyül etmekte bile zorlanacağımız XXI. yüzyıl faşizmleri, her türden otoriter rejimler, sıkı yötetimlerin sıradanlaşması, emekçi sınıflara yönelik katliamların, kıyımların ve şiddetin derinleşmesiyle sonuçlanabilir. Elbette daha kötüsü de ihtimal dışı değildir. Zira, kitle imha silahları çoktan insanlığı ve uygarlığı yok edecek büyüklüğe ulaşmış bulunuyor. Velhasıl, insanlık ve uygarlık kitle imha silahlarının [nükleer kazalar, nükleer savaş riski başta olmak üzere], son dönemde sayıları ve yoğunluğu artan ekolojik felâketlerin, sorun çözme yeteneğinden yoksun rejimlerin girdabında koyu bir barbarlığa sürüklenebilir...
İkinci seçenek, sistemin krizini bir şansa ve olanağa dönüştürmekte çıkarı olan geniş emekçi kitlelerin, yeryüzünün lânetlilerinin sürecin yönünü değiştirmek üzere sahneye çıkmasıdır. Başka türlü söylersek, sosyal-politik-ideolojik mücadelelerin iflas etmiş geçerli paradigmanın dışında alternatif bir uygarlık projesi ortaya koymasıdır... Eğer bu başarılırsa - ki, imkân dahilindedir- kapitalist olmayan, eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği, dayanışmayı, doğaya saygıyı, bölüşme ve paylaşma bilincini esas alan, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplum düzenine giden yol aralanabilir. Elbette bu, bugünden yarına gerçekleşecek bir şey değildir. Ancak uzun bir geçiş döneminden söz edilebilir. Uygarlık krizi derinleştikçe, bu süreçten zarar görenlerin duruma müdahale şansı ve yeteneği de artabilir ama müdahalenin vakitlice yapılması da büyük öneme sahip olmak kaydıyla... Solun şimdilik bir alternatif toplum ve uygarlık projesi olmasa da, dünyanın her yerindeki sisteme yönelik tepkiler, itirazlar, isyanlar, ayaklanmalar, devrimler... alternatifin oluşması yönündeki arayışlara bir temel oluşturuyor diyebiliriz. Geçiş döneminin başlangıcında özgürlükler alanını genişletmek ve özgürlüğü bir retorik olmaktan çıkarmak, bu amaçla yeni yöntemler ve araçlar keşfetmek, sosyal eşitlik ilkesini bir olmazsa olmaz durumuna getirmek, dayanışmayı ete-kemiğe büründürmek, insan-merkezli [ antropocentrist] olmayan bir bilinç oluşturmak, hiyerarşik olmayan, demokratik işleyişi esas alan yatay örgütlenme modelleri geliştirmek, demokrasiyi içselleştirmek, burjuva uygarlığının unutturduğu doğada yaşadığımızı hatırlamak ve gereğini yapmak, uzun geçiş için iyi bir başlangıç olabilir... Tabii inandırıcı, uygulanabilir, güven veren projelerle insanların karşısına çıkmak gerekiyor. Aksi halde solun ekseri yaptığı gibi “biz gelirsek işler yoluna girer” aymazlığının bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Dönüştürücü kapasitenin sürekli yenilenmesi gekerir. Bu da ancak pratik mücadele sayesinde kazanılabilir. Tabii politika yapmanın yeni araç ve yöntemlerinin de keşfedilmesi şartıyla... İtibar edilmemesi gereken bir şey de, geleneksel solun tüm sorunların çözümünü iktidarın ele geçirilmesi anına erteleme aymazlığıdır. Değiştirme ve dönüştürme, yeniyi yaratma, belirli sınırlar içinde kapitalist düzen dahilinde de pekâlâ mümkündür. Eskinin içinde yeniyi yaratmaya gerçekten bir engel var mı? Bu da, kapitalizmen çıkışın bu günden başlatılmasının mümkün ve gerekli olması demektir...
İşte size bir örnek...
6.
Şimdilerde insanlık, sürekli olarak derinleşen, çeşitlenen ve birbirlerini
azdıran bir krizler sarmalına hapsolmuş durumda. Gıda krizi bunların özel bir
öneme sahip olanı, zira insan yaşamını doğrudan angaje ediyor. Neoliberal
küreselleşme çağında insan haklarından çok söz ediliyor. Beslenme, karnını
doyurma hakkı insan haklarına dahil değil mi? Görünen o ki, bu bir temel hak
sayılmıyor... Aksi halde her beş saniyede on yaşın altında bir çocuk açlıktan
ölmezdi... Bir milyar insan da açıkça açlık sınırında yaşamazdı... Öyleyse
neden insanlar açlıktan ölüyor? Yeteri kadar yiyecek maddesi üretilemediği için
mi? Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü [ FAO], dünya tarımının 12 milyar
insanı besleyebileceğini ileri sürüyor. Ve dünyada her 7 kişiden biri açlıkla
cebelleşiyor! Neden? Nedeni çok açık, emperyalist ülkeler tarımsal dumping uygulayarak,
dünyanın geri kalanındaki [Güneydeki] tarımsal temeli çökertiyorlar. Bu
ülkeler geçtiğimiz yıl kendi tarımlarına [ üretim ve ihracat aşamasında] tam
345 milyar dolar sübvansiyon yaptılar. Bu sübvansiyonlu tarım ürünleri [besin
maddeleri] Afrika’da ya da başka bir Güney ülkesinde nasıl bir manzara
ortaya çıkarıyor? Bu Avrupa-Amerika kökenli besin maddelerinin yerli üretim
maliyetlerinin üçtü biri fiyattan satılması demektir. Yerli tarım bu saldırı
karşısında varlığını sürdürebilir mi? Afrika’daki açlığın birinci nedeni bu.
İkincisi, sanki doğrudan kolonyalizm dönemine geri dönülmüş gibi, Afrika
toprakları çokuluslu tekeller, oligopoller ve Güney Kore gibi devletler
tarafından ya satın alınıyor ya da 99 yıllığına kiralanıyor ve insanlar
topraklarından kovuluyor... Geçen yıl 41 milyon hektar verimli toprağın
satıldığı veya kiralandığı söyleniyor... Aç ve çaresiz insanlar can havliyle Kuzey’e
geçmeye tevessül ettikerinde karşılarında silahlı güçleri, askerleri, polisleri
buluyorlar... Topraklarından kovulan bu insanların “barınabileceği” yegane yer
kentlerin gecekondu bölgeleri. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin borçları 2009 yılı
sonunda 2100 milyar dolardı ve ihracaattan sağladıkları gelirin nerdeyse tamamı
faiz ödemelerine gitti... Tunus’ta devrim öncesinde ekmek fiyatı üç kat
artmıştı... Gıda maddeleri fiyatlarının yükselmesinin gerisinde sadece büyük
hububat üreticisi ülkelerde [ Rusya, Avusturalya] meydana gelen kuraklık yoktu.
Bu nedenlerden biriydi sadece ve asıl neden de
değildi. Asıl iki neden, gıda maddeleri üzerinde sürdürülen spekülasyon ve
biyo-yakıt [ agrocarburants] üretimiydi. Spekülatörler finansal kriz günlerinde
gıda fiyatlarını %37 oranında yükselttiler, Geçen yıl sadece Amerikalılar 144
milyon ton mısırdan ve bir kaç yüz milyon ton buğdaydan biyo-dizel ve biyo-
etanol ürettiler. 2010 yılında ABD’de hububat üretiminin %35’i biyo-yakıt
üretemi için kullanıldı ki, dünya hububat üretiminin %14’üne eşit... Bu, gıda
maddesini yakmaktan başka nedir?
Gıda maddeleri mülk sahibi sınıfların elinde bir meta, bir kâr ve spekülasyon aracı olmaya devam ettikçe, sermayenin çıkarı insanların temel ihtiyaçlarının tatmin edilmesinden ve yaşamdan daha önemli sayılmaya devam ettikçe, açların sayısının artmasıyla, egemen sınıfların sürdürülebilir kalkınma ve demokrasi söylemi birlikte varolmaya devam edecektir...
7. Kapitalizm, iki eğilime göre işliyor: Birincisi, mülk sahibi sınıflarla mülksüzleştirilmiş sınıflar arasındaki farkı her seferinde daha çok büyütüyor, derinleştiriyor; İkincisi, sermaye sınıfı içinde de rantiye sermayesinin, finans sermayesinin el koyduğu kaynağı büyütüyor. Bunun anlamı, sistemin ‘denge durumundan’ uzaklaşması, başka türlü ifade edersek, krizin kaçınılmaz olmasıdır. Mülkiyet sorun edilmeden, öyle bir sorun yokmuş gibi yapılarak, üzerinden atlayarak olup-bitenleri kavramak mümkün değildir. Geçerli düşünce sisteminde mülkiyet bir tabudur, dolayısıyla ‘yasaklanmış, korunmuş’ alandaki bir şeydir. Bu da mülkiyet kavramının bulanıklaştırılmasıyla sağlanıyor. Sırtımdaki ceket, üzerinde oturduğum sandalye, cebinizdeki çakı, bir çiftçinin küçük toprağı, bir çift öküzü veya traktörü, kap-kacakla... bir çok devletin sahip olduğundan daha çok servete sahip olan bir kapitalistin sahip olduğu üretim araçları sanki aynı şeymiş gibi bir algı yaratılmış durumda... Oysa, yaşam için gerekli olan şeyler mülkiyet tanımına dahil edilemez. Mülkiyet başkasının emeğinin ürününe el koymaya, sömürüye imkân veren araçlara sahip olmaktır... Mülkiyetin kutsandığı, üstelik bir tabu mertebesine yükseltildiği bir dünyada, insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten söz etmek insanlarla alay etmek değil midir? Sosyal eşitliğin olmadıgı yerde adaletten söz etmek tam bir ikiyüzlülük değil midir? Deniyor ki, senin özgürlüğün, benim özgürlüğümün bittiği yerde başlar! Üçyüz bin dönüm verimli toprağa sahip olanın özgürlüğü nerede başlar nerede biter, üçyüz metre kare toprağı olanın özgürlüğü nerede başlar nerede biter? Dünyanın en zengin ‘işbitirici’ kapitalisti Meksikalı Carlos Slim Helu’nun 74 milyar dolarlık serveti var. İyi de sadece 74 doları olanın özgürlüğü nerede başlayıp, nerede bitiyor dersiniz? Zenginlik demek aynı zamanda güç ve iktidar demektir ve mülkiyetin sorun edilmediği yerde, bir dizi insânî ilkeyi dillendirmek ikiyüzlülükten başka bir şey değildir, dolayısıyla bir kıymet-i harbiyesi de yoktur... Demek ki, işe, şeyleri adlarıyla çağırarak ve şeylere dair gerçeği söyleyerek başlamamız gerekiyor...
NEDEN
KAPİTALİZMDE AHLÂK İSTİSNA, AHLÂKSIZLIK KURALDIR?
FİKRET
BAŞKAYA
Şeyleri
adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir. Kapitalizm denmiyor da
"ekonomi" veya "piyasa ekonomisi" deniyor. Dolayısıyla söze
yalanla başlanıyor.
Oysa, kapitalizm netameli, tehlikeli bir sapmadır ve insanlığın normal hali değildir. Macar iktisatçı/antropolog, "Büyük Dönüşüm" adlı ünlü eserin yazarı Karl Polanyi, kapitalizmin insanlığın normal hâli olmadığını, yıkıcı/ tehlikeli bir sapma olduğunu şöyle ifade ediyordu:
"Ama hiçbir toplum, insanî ve doğal özü ile iş düzenini bu şeytanî dişlilerin hasarından korumadan, çok kısa bir süre için bile böylesine ham hayallerden oluşan bir sistemin etkilerine dayanamazdı". Dayanamadığı ortada değil mi? Karl Marks, Karl Polanyi'den yüz yıl kadar önce, "Felsefenin Sefaleti" adlı ünlü eserinde, kapitalist sistemin manzarasını şöyle resmediyordu:
"En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alış-veriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu, genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış-veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun nanevî olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır."
Hâlâ alınıp-satılmayan bir şey kaldı mı? Para, silah, uyuşturucu, kadın, çocuk, su hava, insan vücudunu oluşturan tüm organlar, sanat eserleri, eğitim/sağlık/iletişim hizmetleri... Peki neden böyle oldu, oluyor? Eğer bir toplumsal düzende, doğa, toprak, su ve insan emeği, meta kategorisine indirgenmişse, her şeyin metalaşması, paralı hale gelmesi, soysuzlaşması, çürümesi neden şaşırtıcı olsun? Bir yanda canlı yaşamı yok eden kör gidiş hızla yol alıyor, öte yanda bu kepazelik, ilerleme, modernleşme, çağdaşlaşma, "muasır medeniyeti yakalama", "kalkınma" sayılıp matah bir şey olarak sunuluyor...
Kapitalizm her ikisi de yıkıcı, birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üreten, besleyen ve azdıran iki temel dinamik üzerinde yol alıyor:1. Sınırsız büyüme/genişleme/ yayılma; ve 2. Yıkıcı veya 'çılgın' rekabet. Her ikisi de tahripkâr bu iki temel eğilim, artık sınır diye bir şeyin de olmaması demektir. Oysa ahlâk sınır demektir, gerektiğinde potansiyel olarak yapılabilir olanı yapmamak, ondan sakınmak, kendini sınırlamak demektir. Sınırlama yoksa 'sorumluluk' kaygısı yoksa, ahlâk da yoktur.
Durum böyledir ama yıkıcı rekabet de sınırsız [üssel] büyüme, hâkim ideoloji tarafından ve onun yapıcı unsurlarından biri olan iktisat bilimi denilen tarafından sadece olumlanmıyor, aynı zamanda yüceltiliyor. Eğer her hâlükârda kazanmak, mutlaka kazanmak kuralsa, ve birinin kazanması da diğerinin kaybetmesiyle mümkünse [ zira kapitalizm geçerliyken başka türlü olması mümkün değildir], birinin durumumun iyileşmesi ötekinin durumunu kötüleştirmeden mümkün değilse, birinin "kalkınması" ötekinin yoksulluk ve sefalet ortamına itilmesi pahasına gerçekleşiyorsa, azınlığı zenginleştirmenin yolu çoğunluğun müküksüzleştirilmesinden / yoksullaştırılmasından geçiyorsa, ve bu kadarı da insanî değerlerin aşınması, doğal çevre tahribatı ve canlı yaşamın yok olması- ölümü pahasına gerçekleşiyorsa, bu makbul ve sürdürülebilir bir durum mudur? Mâkûl bir şey midir? Velhasıl, arzulanabilir bir şey sayılacak mıdır?
Öyleyse bu tersliğin gerisinde ne var? Bu durumun gerisinde tüm sapmalara kaynaklık eden asıl sapma var ki, kapitalist sistemde ekonomi toplumun hizmetinde değil, tam tersine toplum ekonominin hizmetindedir. Oysa, ekonominin sadece bir araç olması gerekirdi. Malûm, araç bir anlam taşıyıcısı değildir. Araç, amaca tâbî olmak, onun hizmetinde olmak durumundadır. Şimdilerde devasa güç odakları haline gelmiş dev şirketlerin [oligopoller densin] insanlığın kaderini belirler duruma gelmesi, söz konusu tersliğin bir sonucudur. O kadar ki, söz konusu şirketler, teker teker insanları, bilim erbabını, siyasi partileri, sendikaları, siyasetçileri , demokrasi oyununun figüranları siyasî partileri, "sivil toplum örgütü" denilenleri, medyayı [ aslında medya şimdilerde sermayenin hizmetinde değil, bizzat kendisi...], orduyu, polisi... velhasıl her şeyi satın alabilir, manipüle edebilir durumda... Böyle bir dünya hâlâ ahlâktan, "etik değerlerden" söz etmek ne anlama gelebilir?
Böyle bir
sistemde, kazanmak, her seferinde daha çok kazanmak için "her şeyin
mübah" sayıldığı koşullarda, etik değerlere hâlâ yer var mıdır? Eğer
bireysel zenginlik yaşamın yegane ereği sayılırsa, çok ve çabuk kazanmak yüceltilirse, ve
birinin [azınlığın] durumunun "iyileşmesi" ötekilerin [çoğunluğun]
durumunu kötüleştirmeden mümkün olmuyorsa, orada geçerli ahlâk ancak işbitiricilik
ahlâkı olabilir ki, doğrusu işbitiricilik ahlâksızlığıdır. Malûm: birilerinin
iş bitirmesi, başkalarının işinin bitirilmesini varsayar. Dolayısıyla liberal
aydınların, burjuva ideologlarının yücelttikleri başarı öyküleri, işi bitirilen
çoğunluk aleyhine ve doğanın tahribi pahasına mümkün oluyor.
Çelişik
bir durum söz konusu: sistem bir yanda çok kazanmayı, ne pahasına olursa olsun
kazanmayı bir marifet olarak sunuyor, hırsızlığı, ahlaksızlığı, yağma ve talanı
yüceltiyor, sonra da yolsuzlukla mücadele amacıyla kanunlar çıkarıyor, kurumlar
oluşturuluyor, sözde etik kurallar vaz ediyor... Dünya Bankası bundan bir kaç
yıl önce rüşvet ve yolsuzluğun portesinin 100 milyar dolara dayandığı haberini
veriyordu... Elbette sorun göze görünenle, 100 milyar dolarla da sınırlı değil,
yolsuzluk ve rüşvetin neden olduğu ekonomik, ekolojik, sosyal kötüleşmeleri ve
insan sağlığına verilen zararları da dikkate almak gerekir. Nasıl işbitiricilik
iki tarafı varsayarsa: işi bitiren ve işi bitirilen, velhasıl yolsuzluk ve
ahlaksızlık da iki tarafı varsayar. Rüşveti veren de alan da bir ahlâksızlık
"durumunun" taraflarıdır. Tabii yapılan yolsuzluğun ve
ahlâksızlığının faturası her zaman yoksullara ve doğaya çıkmak kaydıyla...
Bir kadın komşumuz oğlunun "beceriksizliğinden, pısırıklığından, iş bilmezliğinden" yakıyordu. Onunla birlikte memuriyete başlayan arkadaşlarının kışlık, yazlık ev ve araba sahibi oldukları halde, oğlunun hâlâ kirada oturduğundan şikayet ediyordu. "Öyleyse oğlunuz müsrif, kazandığını ölçüsüz harcıyor olmalı" dediğimde, biraz şaşkın ve tedirgin, "yok hocam oğlum müsrif değildir, hiç bir aşırılığı yoktur" cevabını vermişti. Aslında kadın besbelli ki, oğlunun işbitiricilik kategorisi dışında kalmasından şikayet ediyordu... İşbitiriciliğin kural, ahlâklı- sorumlu-ölçülü-duyarlı davranmanın istisna haline geldiği yerde, skandallar [ahlâk dışı, utanç verici durumlar] da artık istisna değil kuraldır ama egemen söylem sanki öyle değilmiş gibi yapıyor... Ortaya çıkan her skandal sanki istisna imiş gibi sunuluyor.
Ve
etkili/yetkili şahsiyetler, yolsuzluğun üzerine gireceklerini, gereğinin
yapılacağını... söylüyorlar ve skandallar her seferinde daha büyük boyutlarda
daha sık ortaya çıkmaya devam ediyor. Aslında yüzeye çıkan skandallar aysbergin
sadece göze görünen küçük bir kısmı... Zira, asıl skandal bizzat çürümüş/
kokuşmuş/soysuzlaşmış burjuva düzeninin kendisi/tamamı... Durum böyle ama
şimdilik kitleleri aldatmayı/oyalamayı başarıyorlar...
Böylesi ahlâk yoksunu bir ortamda yolsuzluğu tahkik etsin diye gönderilen müfettiş için iki şık söz konusudur: Yolsuzluğun üstüne gidip, suçluların cezalandırılmalarını sağlamak, bu durumda bir "trafik kazasına" uğramayı, değilse "faili meçhul" bir şekilde ortadan kaybolma riskini, mafyanın gazabına uğrama ihtimalini göze alması gerekecektir, ya da işbitiriciler kervanına katılıp 'akıllı'. 'gerçekçi' olma yolunu seçecektir... Bir skandalı diğeri izlerken ve skandallar artık kural haline gelmişken, pis kokular her yeri sarmışken, hâlâ "çürük elmalardan" söz ediliyor olması rahatsız edici değil mi? Çuvaldaki elmaların çürükleri istisna ve ayıklanabilir durumda mıdır? Elbette her zaman ve her koşulda istisnalar vardır ama bilindiği gibi, istisnalar kuralı doğrulamak içindir denmiştir...
Kumar
dememek için "şans oyunu" deniyor... Aslında portresi on milyarlarca
dolar olan bir kumar değil mi söz konusu olan? Doğrusu milli piyango değil,
milli kumar olması gerekir. Toto, loto, şans topu, bahis, iddia, kazı-kazan, at
yarışları, paralı yarışma programları, vb.
devasa bir kumar sektörüdür.
Ahlâkı en çok ve en hızlı erozyona uğratan pis bir sektördür. Çalışmadan,
bir emek harcamadan da 'kazanılabildiği' bilincinin yerleşmesini sağlıyor.
Aslında genel bir çerçevede bu 'oyunlar' oyuna dahil olan emekçi halk kitleleri
için bir tür ek vergi demektir... Amaç işlevi birilerini 'ütmek' olsa da, asıl
tahribat ahlâkî erozyonla ilgilidir.
Slogan
şöyle: "Pekâlâ siz de kazanabilirsiniz! Neden olmasın"? Siz küçük
hırsızların ayıplandığına, kötülendiğine, lânetlendiğine bakmayın, sistem büyük
hırsızları görünmez kılmak için onları cezalandırıyor. Zira büyük hırsızların
daha çok çalabilmesi için küçüklerin engellenmesi gerekiyor. Siz hiç mahpusanelerde
'büyük hırsız' gördünüz mü? Oysa mahpusaneler her zaman küçük hırsızlarla
doludur. Büyük hırsızlar ancak istisna olarak orada bulunurlar... Fakat büyük
hırsızların 'en büyük hayır sever, yoksul dostu' olarak sunulması da burjuva
uygarlığının bir ironisidir. Çaldıklarının çok küçük bir kısmını hayır işlerine
harcarlar, hayırseverliğin timsali olarak cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların
elinden ödül alırlar... Elbette toplumsal ahlâkın hızla aşınmasında reklamların
da çok önemli bir dahli söz konusu. Reklamlar daha çok satmanın [daha çok
üretmenin de tabii], daha çok tüketmenin, daha çok yok etmenin ve kirletmenin
hizmetinde. En çok kirletilen de bizzat insanların kendisi olmak kaydıyla...
Reklamlar insanları alıklaştırıyor, bönleştiriyor, ahmaklaştırıyor, onları bir
çeşit tüketen robotlara dönüştürüyor, düşünme, 'bağımsız karar verme'
yeteneklerini dumura uğratıyor...
Metalaşma,
paralılaşma, çürüme sürecinin hızlandığı, derinleştiği, her şeyi kapsar hale
geldiği neoliberal küreselleşme çağında, sanatın, bir bütün olarak estetilk
etkinliğin de bu sürecin dışında kalması
mümkün değildir. Zaten gerçek anlamda estetik yaratıcılığın,
metalaşma/paralılaşma mantığıyla uyuşması mümkün değildir. Sanatçı kendi
etiğine ve varlık nedenine yabancılaşmadan, kendi misyonuna ihanet etmeden
kapitalizmin dayattığı hıza uyum sağlaması kolay değildir. Kaldı ki, ve
unutmamak gerekir ki, kapitalizmle estetik etkinliğin uyuşmamasının bir nedeni
de sanatın kaliteyi [niteliği] esas alması, kapitalizm için ise nicelliğin
kural olmasıdır.
Kapitalizmin doğası, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin zorunlu bir sonucu olarak, kendine özgü bir ahlâka sahip olamazdı ama geçmiş uygarlıklardan miras kalanı aşındırabilirdi. İnsan emeğinden başlayarak her şeyi metalaştıran, ticarileştiren, alınıp-satılan nesnelere dönüştüren, insanı üreten ve tüketen bir araca bir tür 'makineye' indirgeyen, maddi zenginliği yaşamın biricik ereği mertebesine çıkaran, bencilliği, egoizmi ve gücü yücelten, parayı tam bir tapınma aracına dönüştüren, işbitiriciliğin kural olduğu burjuva uygarlığının bir ahlâkı olabilir mi? Böyle bir toplumsal düzen, sözünü ettiğimiz tüm diğer olumsuzluklar ve kötülükler bir yana, iyiyle kütü, doğruyla yanlış, gerçek yalan ayrımını da yok ediyor. Değer ölçüsü sahneden çekiliyor, nirengi noktası [ point de repère] yok oluyor... İnsanın bunca değersizleştiği, anlam kaybının artık kural haline geldiği bir toplum düzeni sürdürülebilir mi? Ya da daha ne zamana kadar? (FB/NV)
KRİZ DEĞİL, ÇÖKÜŞ...
FİKRET
BAŞKAYA
Kapitalizm, İkinci emperyalist
savaşın (1939-1945] ardından yaklaşık 30 yıl sürecek bir yükselme dönemine
girdi. Kâr oranları, verimlilik ve üretimde önemli artışlar kaydedildi. Bu
döneme Fransız iktisatçıları "şanlı otuzlar" diyecekti... Fakat balayı
uzun süremezdi, zira krizler kapitalizmin mantığına ve işleyişine içkindir.
Kapitalizm krizsiz yapamaz, yağmur bulutta ne kadar içerilmişse, kriz de
kapitalizmde o kadar mündemiçtir... 1970'li yılların ortalarından itibaren
(1974-75) kriz, tüm emperyalist ülkeleri yeniden etkisi altına aldı ve tüm
dünyayı kapsar hale geldi. Krize, petrol krizi dediler. Hızını alamayın
ırkçılar, krizi Arapların peydahladığını söyleyecek kadar ileri gittiler... Başka
türlü söylersek, krizin "dışsal", arizî bir şey olduğu söylendi...
Oysa, ortalama kâr oranı, verimlilik ve üretimde önemli düşüşler söz konusuydu,
sistem genişleme döneminin sonuna dayanmıştı. Velhasıl kapitalist dünya sistemi
yapısal krize girmişti, veya aynı anlama gelmek üzere kriz,
yeni bir uzun dalganın, yeni bir uzun durgunluk
döneminin habercisiydi...
Sermaye sınıfı kâr oranlarını
restore etmek üzere, savaş sonrası dönemin tüm kazanımlarına savaş ilan etti ve
ünlü neoliberal sosyal ve ekonomik politikalar dayatıldı. "Sosyal
devleti" aşındırmak üzere kapsamlı bir saldırıya geçilmişti. Sendikalar etkisizleştirildi,
reel ücretler düşürüldü, sermayeden alınan vergiler azaltıldı, sosyal harcamalar
kısıldı, özelleştirmeler dayatıldı, sermayenin hareketini kısıtlayan tüm düzenlemeler
tasfiye edildi ve buna, liberalizasyon (serbestleştirme) dendi. Devletin yapısı
ve işleyişi sermayenin tek yanlı çıkarını gözetecek şekilde yeniden dizayn
edildi. Ama söylem farklıydı... Devleti
küçültmekten söz ediliyordu oysa asıl amaç sermayeyi büyütmekti... Buna da "déreglemantasyon (kuralsızlaştırma)
dendi. Kamuya ait olan, toplumun ortak kullanımına sunulmuş ne varsa özelleştirildi...
Özelleştirmeden sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri...
velhasıl hiç bir şey muaf değildi... Metalaştırılmamış, paralılaştırılmamış,
soysuzlaşmamış hiç bir şey bırakılmadı... Dönemin üç sloganı: liberalizasyon,
deregülasyon ve privatizasyon du (özelleştirme). Bir de kaydırma (delokalizasyon)
yoluna gidildi. Emperyalist merkezlerdeki kapitalist işletmeler 'ucuz işçi
cenneti' denilen, ücretlerin ve sermayeden alınan vergilerin çok düşük, çevre
koruma mevzuatının da pek olmadığı azgelişmiş ülkelere [Çevre'ye] kaydırıldı. Fakat sermayeden alınan vergilerin
düşürülmesi de yeterli görülmemiş olacak ki, sermaye "vergi cennetlerinin"
yolunu tuttu... Esasen bir tür "kolonizasyon" söz konusuydu... Sermayenin
bu kapsamlı saldırısına, Sovyet sisteminin çöktüğü 1989-1990 sonrasında küreselleşme denilecekti... Aslında emperyalist
saldırı dememek için bir edab-ı kelam yapılmıştı...
Geride kalan dönemde sermaye kâr
oranlarını büyük ölçüde restore etmeyi başarsa da, verimlilik ve üretim artışı
bahsinde sürekli olarak tökezlemeye devam etti... Kâr oranlarındaki artış,
ücretlerin bastırılmasının, başka türlü söylersek, sömürü oranının yükseltilmesinin
sonucuydu... Ve en kapsamlısı 2007-2008'de olmak üzere, neoliberal denilen 1980
sonrası dönemde irili-ufaklı 10 kriz yaşandı ve sistem patinaj yapmaya devam
ediyor. Dayatılan neoliberal politikalar sistemi "rayına oturtmakta"
yeterli olamadı. Üstelik ilaç hastalığın nedeni haline geldi! Sistem hayli
zamandır, düşük büyüme, aşırı gelir dağılımı dengesizliği ve aşırı borçlanma ve
derinleşen doğal çevre tahribatı temelinde yol alıyor, daha doğrusu yol alamıyor.
Ve artık sistemin mantığı dahilinde bir çıkış yolu da görünmüyor.
Lâkin, mevcut durumu artık
"kriz" kelimesiyle ifade etmek uygun değil... Zira kriz, normal durumdan bir sapma demeye gelse de, normale dönüşü de ima eder. Velhasıl, geçici bir duruma gönderme yapar... Bu
yüzden kapitalist dünya sisteminin içinde bulunduğu durumu çöküş kavramı daha iyi karşılıyor. Artık kapitalizm tarihsel sınırına
dayanmış bulunuyor. Büyük insanlığa teklif edeceği bir şey yok, dolayısıyla insanları
aldatma-oyalama, başka türlü söylersek, meşruiyet
üretme yeteneği aşınmış bulunuyor. Zira her seferinde çözdüğünden daha çok
sorun yaratıyor... Eğer bundan böyle hala krizden
söz edilecekse, en azından "kapitalizmin
nihai krizi" demek gerekecek!
O halde sadede gelebiliriz. Neden
böyle oldu? "Ücretli kölelik sistemi" neden patinaj yapıyor? Neden
yolun sonuna gelindi? Neden sistemin sorun çözme yeteneği aşınmış durumda? Avusturya
kökenli Amerikalı iktisatçı Joseph Schumpeter, kapitalizmin "bir yaratıcı yıkıcılık sistemi" olduğunu
söylemişti... Görünen o ki, artık kapitalist sistem yaratıcı yıkıcılık değil,
tam bir "yıkıcı yıkıcılığa"
dönüşmüş bulunuyor. Zira, her seferinde çözdüğündün daha çok sorun üretmeden,
sorunları azdırmadan yol alamıyor, Yaptığından daha çoğunu bozmadan, var olan
sorunları azdırıp yenilerini peydahlamadan edemiyor...
O halde neden böyle oldu? Böyle bir
tablonun, böylesi bir sonucun, başka türlü söylersek, bir sürdürülemezlik durumunun ortaya çıkmasının başlıca iki nedeninden söz
edebiliriz. Bunlardan birincisi, doğrudan kapitalizmin mantığını, işleyişini ve
temel eğilimlerini angaje ediyor. Bu bakımdan kapitalizm bizzat kendi sınırına
dayanmış bulunuyor; İkincisi, kapitalist işleyiş, doğaya ve insana zarar
vermeden yol alamıyor. Şimdilerde "ekolojik sorun" denilenin gerisinde
kapitalizmin bu kör mantığı yatıyor. Ve kapitalizm, kendi dışındaki bir sınıra,
ekolojik sınıra da dayanmış bulunuyor...
Kapitalizmin kendisiyle ilgili
çelişkiyi kısaca şöyle özetleyebiliriz: Kapitalizm çılgın rekabete, vahşi
rekabete dayalı bir işleyişe sahiptir. Rekabet, üretim tekniklerini sürekli
yenilemeyi, geliştirmeyi, bu günün revaçta tabiriyle inovasyonu zorluyor. Her seferinde makina daha çok işçiyi işinden
ediyor. Zaten kapitalizmin tarihi bir bakıma makinanın işçinin yerini almasının
tarihidir. Lâkin bir sorun var: makina yeni değer üretmez, robot yeni değer/fazla
değer üretmez. Değeri sadece ve sadece canlı
emek, eti-kemiği olan insan/işçi üretebilir...
Makina/robot daha önce canlı emek tarafından üretilmiş, makinada dondurulmuş değeri yeni ürüne aktarır... O zaman şöyle bir
soru akla gelebilir: Eğer makina yeni değer, fazla değer yaratmıyorsa, kapitalist,
işçiyi makina ile neden ikame etsin? Makina
daha hızlı ve daha çok üretmeye imkân verdiği için! Böylece en ileri teknikleri
öncelikle üretim sürecine sokmayı başaran kapitalistler, rakipleri karşısında
avantajlı duruma geliyorlar, pazar paylarını, dolayısıyla kârı yükseltmeyi,
toplam artı-değer kütlesinden daha fazla pay kapmayı başarıyorlar...
Fakat bir sorun var: Makina/robot
Coca-Cola içmez. Milyonlarca işçinin yerini alıyor ama milyonlarca işçinin
satın alma gücünü de yok ediyor. Marksist bir tabiri kullanmak gerekirse, bir realizasyon sorunu veya üretilenin satılmama
sorunu ortaya çıkıyor. Günlük dildeki talep
yetersizliği... Zira realizasyon ancak satışla gerçekleşir... Makina/robot
değer yaratmadığına göre, bu her ileri aşamada daha az değer üretildiği
anlamına gelir... Velhasıl sistem temelli bir çelişkiyle malûldür... Bir fikir
vermek için, eğer, iletişim ve enformasyon teknolojileri bu günkü tempoyla gelişmeye
ve kullanılmaya devam ederse, önümüzdeki 10-20 yılda, halen çalışan her iki
işçiden/çalışandan birinin işini kaybedip, "işsizler ordusuna"
katılması kimseyi şaşırtmasın...
İkincisi, kapitalizm yatay ve
dikey genişliyor. Daha önce kapitalist ilişkilerin hakim olmadığı alanlara
doğru genişliyor, etkisi altına alıyor, dönüştürüyor. Bir de daha önce
kapitalist ilişkilerin geçerli olduğu yerde dikey olarak derinleşiyor.
Şimdilerde bu iki genişleme alanı da önemini kaybetmiş bulunuyor. İki alanda da
sınıra ulaşıldı...
Kapitalizm sınırsız üretim
dinamiğine sahip, lâkin bu dünyanın kaynakları sınırlı. Ve belirli bir eşik
aşıldığında, kaynaklar kıtlaşıyor, tükeniyor. Bir şey daha var: kapitalist
işleyiş, doğaya verilen zararları dikkate almıyor. Burjuva iktisatçıları buna
"dışsal ekonomiler" diyor ama öyle pek de dışsal olmadığı şimdilerde
anlaşılmış bulunuyor. Atmosfer ısınıyor, bir bütün olarak ekolojik denge
bozuluyor, okyanuslar tuzlanıyor, canlı türleri ve biyolojik çeşitlilik yok oluyor,
su, toprak, hava kirleniyor, tatlı sular azalıyor, başta enerji kaynakları ve
stratejik madenler olmak üzere, üretim için vazgeçilmez doğal kaynaklar
kıtlaşıyor, her seferinde enerji üretimi pahalanıyor... Artık sistem tam bir
krizler sarmalına hapsolmuş durumda... İşte, ekonomik kriz, finansal kriz,
iklim krizi, enerji krizi, politik kriz, jeopolitik kriz, gıda krizi, sosyal
kriz, etik krizi, vb.... Üstelik bu krizlerin her biri de bir diğerini ve/veya
diğerlerini azdırmak koşuluyla. Mesela, iklim
krizi fosil yakıtların aşırı kullanılmasının sonucu. Atmosferin ısınmasını
durdurmak için fosil yakıtları toprağın altında tutmak gerekiyor. Lâkin petrol,
sistemin damarlarında dolaşan kan, dolayısıyla öyle bir şeye, muazzam bir
ekonomik krizi, daha doğrusu yıkımı göze almadan tevessül etmek mümkün değil.
Sanıldığı gibi kısa ve orta vadede petrole/doğalgaza/kömüre bir alternatif
üretmek de mümkün değil...
Nobel ödülü sahibi de olan, Rus kimyager-fizikçi
Ilya Prigogine: "eğer bir kimyasal,
biyolojik veya sosyal sistem, genel denge durumundan fazlaca saparsa ve bu
sıklıkla tekrarlanırsa, artık bir daha sistem yapamaz" diyor.
Şimdilerde kapitalist dünya sisteminin manzarası tam da öyle... Artık sistemin
mantığı dahilinde düzlüğe çıkma imkânı yok. Bir çöküş hali söz konusu. Çöküş
kaçınılmaz. Eğer öyleyse, büyük insanlık için iki seçenek var demektir: 1. Bu
çöküşün altında kalmak; 2. Aklını başına almak, sürece müdahale etmek, aracın
direksiyonunu sola kırmak, insanlığın yegane vazgeçilmez ufku olan sosyalizme,
komünizme giden yolu aralamak... Kimse kendini aldatmasın, bu ikisi arasında
bir orta yol yok! Gerçi barbarlıkla sosyalizm dışında bir seçenek yok ama
"Büyük İnsanlık" elini çabuk tutmazsa, insanlığın bir geleceği de olmayabilir...
İnsanlık ve uygarlık kritik eşiğe gelip dayandığına göre, bundan sonra şeylerin
seyri, Büyük İnsanlığın ve onların safındaki entelektüellerin basiretine bağlı
olacak...
HELÂLCİ SENDİKA
KONFEDERASYONU...
FİKRET BAŞKAYA
İki
yılda bir Ağustos ayında, memur sendikaları konfederasyonları ve hükümet
tarafından bir oyun sahneliyorlar. Aslında devletin sahnelediği oyunda sendika
konfederasyonları figüran olarak kullanılıyor demek daha doğru. Sendika
konfederasyonları ücret artışı da dahil bir dizi talep ileri sürüyor, daha
doğrusu sürüyormuş gibi yapıyor. Hükümet
de o talebi dikkate alıyormuş gibi yapıyor ve sonuç her zaman hükümet
tarafından önceden belirlenmiş "ücret artışının" dayatılmasıyla
sonuçlanıyor. Aslında ortada reel bir ücret artışı da yok! Ve bu sahte oyuna
"toplu sözleşme görüşmeleri" deniyor. Lakin gözden kaçan bir şey var:
Toplu sözleşme masasına oturan sendikanın grev hakkı yok. Grev hakkı olmayan
bir sendikanın da o masaya oturmasının bir kıymet-i harbiyesi yok... Zira
sendika, sendika değil... Memur konfederasyonlarının teklifi Hükümet tarafından
kabul edilmezse, 'Hakem Kuruluna' havale ediliyor. 11 üyeli Hakem Kurulu da
zaten devlet demek...
Türkiye'de
tarihsel ve toplumsal nedenlerden dolayı devlet memurları kendilerini
'ayrıcalıklı' bir sınıf olarak görürlerdi ve gerçekten de az-çok öyleydiler.
Boşuna "devlet başa, kuzgun
leşe" denmemiştir. Fakat, kamu bürokrasisi söz konusu olduğunda nüanse
edilmesi gereken bir husus var: Zira, bürokrasinin yüksekleri egemen sınıfın
bir parçasıdır ve sınır muğlaktır ki, sorun yaratma istidadı vardır...
Neoliberal küreselleşmeyle birlikte memur kesimi yoksullaştı. Özeleştirmeler
başta olmak üzere, neoliberal politikalar memurların konumunu ve statüsünü
iyice aşındırdı. 1980'li yılların sonundaki "işçi baharı" da denilen
ünlü işçi eylemleri, giderek yoksullaşan memur kitlesine de esin kaynağı oldu
ve devlet memurları sendikalaşma yönünde ciddi bir çaba içine girdiler. Bu
yolda büyük bedeller de ödediler... En sonunda sendika kurma hakkını elde
ettiler ama kazandıklarını sandıkları anda kaybetmişlerdi... Zira devlet
içi-boş örgütlerin kurulmasını güvence altına almıştı... Daha doğrusu mücadele
yeteneği olmayan, içi boş örgütlerin kurulmasına izin vermişti... Ortada bir sendika var ama grev hakkı yok...
Tabii
yanlış daha baştan yapılmıştı. Aslında memurlar, işvereni devlet olan
işçilerdir. Daha uygun bir tabir kullanmak gerekirse proleterlerdir. Zira
emeklerini satamadıkları zaman açtırlar... Üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan
yoksundurlar. Dolayısıyla ayrıca bir memur sendikası kurmaya gerek yoktu. Fakat
devlet işçi sınıfını ne kadar parçalarsa, eli o kadar güçlenir... Önce işçi
sendikalarından ayrı memur sendikası kurulması sağlandı, sonra da memurların 11
dalda örgütlenmesi dayatıldı. Bir sürü sendika, bir sürü konfederasyon ortaya
çıktı ve mücadele yetenekleri zaafa uğratıldı... Şu an itibariyle sendika üye
aidatları bile devlet tarafından ödeniyor... Üye aidatının devlet (işveren)
tarafından ödendiği bir örgüt sendika adını hak etmez! Zira, aidat ödeme eylemi
işçinin/memurun sendikayla bağını kuran, örgütüne yabancılaşmasını engelleyen
önemli unsurlardan biridir.
Memur
Sen Konfederasyonu aslında AKP'nin yandaş örgütü ama yine de ona sendika
diyorlar. Toplu görüşmelerde ücret artışı yerine, "yemeklerde helâl gıda
sertifikalı ürün kullanılması ve haç izni verilmesi" talebini ileri sürmüş
ve tabii Siyasal İslamcı AKP Hükümeti tarafından "memnuniyetle" kabul
edilmiş... Aslında 'helal gıda' dedikleri tam bir soytarılıktır. Amaç, sözde
Müslüman kapitalistlerin kârını ve pazar payını büyütmektir. Hile-i
Şeriyyedir... Dini kâr amacıyla kullanmaktır. Aslında söz konusu sendika
memurların değil, devletin ve sermayenin bir örgütüdür. Bu durum bir başka
bakımdan da önemlidir: Kapitalizmin dini nasıl hizaya getirdiğinin de bir
göstergesidir. Her şeyin üstünden bir buldozer gibi geçen kapitalizm, dini esirgeyecek değildi herhalde... Dolayısıyla ahın-vahın bir manası yok... "Böyle kiliseye böyle papaz"
denmiştir... "Böyle memura da böyle
sendika" denecektir...
Sendikalara dair
retorik ve realite...
Marx,
sendikalarla ilgili olarak: " Sendikalar işçileri bir örgüt çatısı
altında toplayarak, önemli bir iş başarıyorlar ama mücadeleyi sistem dahilinde
yürütme tercihi yaptıklarında da daha
baştan kaybediyorlar" demişti. Geride kalan dönemde yaşananlar
Marx'ı haklı çıkarmış görünüyor. Zira, kapitalizmi aşma, kapitalizmden çıkma
perspektifi yokluğunda, sistem dahilinde mücadeleyle kalıcı kazanımlar elde
etmenin mümkün olmadığı anlaşılmış bulunuyor... Sendikalar bürokratik
yapılardır ve bürokrasi doğası gereği gericidir. Nitekim dünya güzeli Rosa
Luxemburg, "Bürokrasinin olduğu yerde her türlü canlı yaşam ölür"
demişti... Dolayısıyla, bürokratik yozlaşmaya uğramış kurumların hayırlı bir şeyler
becermesi mümkün değildir. Zamanla sendikalar işçi kitlesine yabancılaşıyor ve
sendika bürokrasisisin çıkarı işçi sınıfının çıkarıymış gibi sunuluyor. 40 yıl
sendika başkanlığı, sendika yöneticiliği yapanlar var. Bir mukayese ögesi
olarak, Osmanlı İmparatorluğunda padişahların tahtta kalma aritmetik
ortalamasının 17 yıl 3 ay olduğunu hatırlamak gerekir. Bu durum sendikacılığın
da diğerleri gibi bir meslek olduğu anlamına gelir.
Marx,
sendika yönetimlerinin işçi kitlesine yabancılaşmasını önlemek üzere iki öneri
geliştirmişti: 1. profesyonel olarak sendikada çalışanların bir veya iki
seferden fazla o görevde kalmaması, rotasyonun esas olması ve 2. Sendikada
görev alanların bir kalifiye işçiden fazla ücret almaması... Bu ilkeler kısmen
KESK sendikalarında uygulanıyor ama bu günün koşullarında bürokratik yozlaşmaya
bir çare olmaktan uzak... Netice itibariyle
sendikacılık bir sınıf atlama aracına dönüşüyor. Dikkat edilirse,
sendikalarda çalışanlara yapılan muamelenin, herhangi bir kapitalist
işletmedekinden farklı olmadığı görülecektir. Sendika bürokrasisi, aidatlardan
biriken muazzam kaynağı tasarruf ediyor. Yaşam standartları ortalama bir
işçininkiyle mukayese edilemeyecek kadar yüksektir. İşçi sınıfının tepesinde
bir ur gibidirler... Aslında "karşı taraftadırlar..." Sendika ve
konfederasyon başkanlarının oradan milletvekilliğine, duruma göre bakanlığa,
terfi etmeleri de istisna değildir... Üye sayılarını sürekli artırma gayreti
içindedirler ama sistemi zorlamak, işçiler lehine kazanımlar elde etmek elde etmek
için değil, aidat stokunu büyütmek, iktidarlarını sağlamlaştırmak için...
Sendika
bürokrasileri kendi iktidarlarını koruyabildikleri sürece, "amacın hasıl
olduğunu" düşünürler... Sanılanın aksine, işçiler sınırlı kazanımları
sendikalar sayesinde değil, sendikalara rağmen kazanmışlardır... Bunlar esas
itibariyle "kontrol örgütleridir". İşçi sınıfını sistem dahilinde
tutmak, radikalleşmesinin önünü kesmek, velhasıl sınıfı ehlileştirme misyonuna
koşulmuşlardır. Sermayenin, devletin safındadırlar ama retorik farklıdır... Her
zaman söylemle gerçek durum arasında bariz bir uyumsuzluk vardır...
Kapitalist
patronlar işçilerin dayatmasıyla, bir grev tehdidiyle karşı karşıya
geldiklerinde, grevin neden olacağı muhtemel kayıplarla, ücret artışı
sağlandığı durumda ödeyecekleri bedelin muhasebesini ve muhakemesini yaparlar.
Eğer kapitalizm yükselme dönemindeyse, ekseri ücret artışlarını sîneye çekme
eğilimindedirler ama kriz ve/veya durgunluk durumu söz konusuysa, grev restini
görmeye eğilimlidirler...
Neoliberal
küreselleşmeyle birlikte sendikalar, dünyanın her yerinde önemli üye kaybına
uğradılar, tabanları eridi. Sermayenin önünün sonuna kadar açılması, tüm
engellerin ortadan kaldırılması, sermayenin pazarlık gücünü iyice artırdı. Bir
ülkede işçiler ücret artışı talep ettiklerinde, kapitalistler pılıyı-pırtıyı
toplayıp, "ucuz işçi cenneti" denilen, sınıf bilincinin zayıf,
örgütlülük düzeyinin düşük olduğu ülkelere göç ediyor. Ve gittiği yerde sadece
ucuz işgücüne kavuşmuyor. Ucuz doğal kaynak, ucuz enerji, düşük vergiden de
yararlanıyor. Üstelik çevre koruma kaygısından da muaf oluyorlar. Eğer, bir
zaman sonra işçiler örgütlenip, taleplerini yükseltirse, daha
"elverişli" ülkelerin yolunu tutuyorlar... Bunun anlamı her bir
ülkenin işçilerinin, emekçilerinin, diğer ülkelerdekilerin "rakibi"
durumuna getirilmesidir. Oysa, "Bütün ülkelerin işçileri
birleşin" sloganı boşuna ortaya atılmamıştır...
Bu
yenilgi tuzağından kurtulmanın yolu, bir işçi sınıfı enternasyonali
oluşturmaktan geçiyor ki, bu mümkün. Tüm ülkelerin kapitalistleri birleşmişken,
dünya işçilerinin ve ezilen halkların ortak bir amaç için mücadele etmesine bir
engel var mı? Kapitalizmin insanlığı ve uygarlığı taşıdığı yer ortadayken,
artık eskisi gibi yapmanın bir anlamı ve değeri yok. Dolayısıyla, bürokratik
olmayan, gerçekten devrimci, doğrudan kapitalizmi aşma perspektifine sahip yeni
örgüt modelleri ve mücadele yöntemleri keşfetmek, Büyük İnsanlığın
iradesini aşan bir şey değildir... Velhasıl, bütün mesele potansiyeli harekete
geçirebilmekle, realize edebilmekle ilgilidir...
" Felaketler ve yıkım geliyorum
diyor"
Fikret Başkaya ile kapitalizm ve
ekolojik kriz üzerine söyleşi.
Emrah A. Dağıstanlı
Ekolojik krizden ne anlaşılıyor. Ekolojik
kriz dendiğinde aslında ne kastediliyor?
Ekolojik krizden biyolojik çeşitliliğin
azalması, doğal kaynakların tükenmesi, küresel kirlenme ve tabii "iklim
krizi" veya "atmosferin ısınması" anlaşılıyor...
O halde bu krizlerin gerisinde ne var?
Neden böyle bir tablo ortaya çıktı?
Bu durumun gerisinde kapitalizm var, zira
kapitalizm insana ve doğaya zarar vermeden yol alamaz. Kapitalizm akla, mantığa,
izana ve sağ duyuya aykırı bir sistemdir. Canlı olan ne varsa ölü metalara
dönüştürüyor... Esasen kapitalizmde ilişki tersliği vardır. Öküz arabanın
arkasına koşulmuş durumdadır. Çılgın rekabetten dolayı her kapitalist işletme,
her seferinde daha çok üretmek zorunda. "İleriye doğru kaçmak
zorunda"... Başka türlü yapamaz. Sistem sınırsız büyüme eğilimine ve
dinamiğine sahip ama bu dünyanın kaynakları sınırlı. Bir şey üretmek, doğadan
bir şey çekmek, eksiltmek demektir... Üstelik üretirken de, tüketirken de
kirletmek kaçınılmazdır. Fakat kapitalistler doğaya verdikleri zararın bedelini
ödemeye yanaşmazlar... Doğayı sınırsız yağmalanabilir, talan edilebilir bir şey
sayarlar... Zarar doğaya ve topluma fatura edilir. Durum böyle olunca, sınırlı
bir dünyada sınırsız büyüme saçmalığı, bütün dengeleri alt-üst etti ve sistem
duvara dayandı.. Artık genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya
çıkmış bulunuyor... Dünya hızla yaşanmaz bir yer haline geliyor
Oysa iktisat kitaplarında kapitalizmin
gelmiş geçmiş en rasyonel sistem olduğu söyleniyor?
Bunu kim söylüyor? Zira, nereden
konuştuğun, nereden, kimin tarafından baktığın önemlidir... O kitaplarda
yazılanın bilimle de, bu dünyanın gerçekliğiyle de bir ilgisi yoktur...
Kapitalist sömürüyü, yağmayı ve talanı, ve tabii burjuva egemenliğini
meşrulaştırmak/kabullendirmek/dayatmak amacıyla uydurulmuş safsatalardan
ibarettir...
Sözünü ettiğiniz bu durumun başlangıcı ne
kadar gerilere gidiyor. Ekolojik bozulmaya bir tarih vermek gerekirse, hangi
tarihi dikkate almalıyız?
Aslında bozulma süreci kapitalizmin
sahneye çıktığı 15. yüzyılda başlıyor ama sanayi devriminden sonra (1780'li
yıllar) hızlanıyor. Tabii iki tarih daha vermek gerekiyor. Biri II. emperyalist
savaş sonrası, diğeri de 'yükselen ülkeler' denilenlerin sahneye çıktığı
yaklaşık son 20-25 yıl... Aslında kapitalizm insan toplumlarıyla doğa
arasındaki ilişkiyi bozdu, ters/yüz etti... Doğa, sınırsız yağmalanabilir,
talan edilebilir bir şey, pasif bir nesne sayıldı. Bu, "kapitalizm
merkezli" [capitalocene) bir sapmaydı. Kapitalizm insan ihtiyaçlarıyla o
ihtiyaçların karşılanması (tatmin edilmesi) arasındaki ilişkiyi bozdu.
Kapitalizmde üretimin birincil amacı ihtiyaçları karşılamak değil, piyasada
satmak, kâr etmek amacıyla mal üretmektir. Kullanım değeri değil, değişim
değeri üretmektir. Üretim başlı başına bir amaç haline geliyor ve insan
ihtiyaçlarına yabancılaşıyor. Rekabet her kapitalisti/kapitalist işletmeyi
rekabetçi olmaya zorluyor. Rekabet edebilmenin birinci koşulu da, en ileri
üretim tekniklerine [yüksek teknolojiye] sahip olmakla mümkün. Dolayısıyla
kapitalizm teknikçi bir sistemdir ve sürekli olarak canlı emeği (işçiyi)
makinayla ikame etme zorunluluğu vardır. Başka türlü söylersek, her ileri
aşamada daha çok makina, daha az canlı emek (işçi) kullanma zorunluluğu var.
Lâkin önemli bir sorun var: Makina yeni değer/fazla değer üretmez... Daha önce
harcanmış ve makinada içerilmiş (donmuş) değeri yeni ürüne transfer eder. Daha
hızlı ve daha çok üretmeye yarar sadece... Bunun da iki sonucu var: Birincisi,
üretilen malları satmak (realizasyon) zorlaşıyor, zira sistem işsizliği ve
yoksulluğu artırarak yol alabiliyor. Ve ikincisi de , her ileri aşamada daha az
değer üretiliyor ve bunun sonucunda da kâr oranları düşüyor... Marx'ın ünlü kâr
oranlarının düşme eğilimi yasası dediği... Ve tabii sistem krize giriyor.
Bu gün itibariyle küresel ısınmanın ve
doğal çevrenin bozulmasının kaygı verici bir sınıra geldiğini söylemek mümkün
mü?
Bu ikisinde de durumun kaygı verici
olduğunda hiç şüphe yok! Eğer insanlar olabildiğince çabuk harekete
geçip, radikal tedbirlerle bu tehlikeli gidişi durduramazlarsa, sanılandan çok
erken bir tarihte gezegenimizin önemli bölgeleri yaşanamaz hale gelecek... Daha
şimdiden 'sınırın aşılmış olduğunu' söyleyenler bile var... Nitekim, Fransız
iklimci Jean Jouzel ve bir grup bilimci, eğer önümüzdeki 3 yıl içinde
sera etkisi yaratan gaz emisyonu durdurulamaz ise, gezegenin 'yeni tip bir
iklim' dönemine girebileceğini iddia ediyorlar... Zira, sıcaklığın 50
derecenin üstüne çıktığı durumda nelerin olabileceğini kestirmek zor değil.
Mesela neler olabilir?
Bir kere yangınlar artabilir, gıda üretimi
olumsuz etkilenebilir. Gıda verimliliğinde (randıman) büyük düşüşler
yaşanabilir. Seller, su baskınları, hortumlar, fırtınalar daha yıkıcı hale
gelebilir... Sıcaklık artışının en çok hissedildiği bölgelerden mülteci akını
devasa boyutlara çıkabilir. Afrika boynuzundan, Orta-Doğu'dan, İran ve
Pakistan'dan büyük bir mülteci akın olabilir. Zira, daha şimdiden dünyada 65
milyon "iklim mültecisi" var... Nitekim 2016 verileri, sıcaklık
seviyesinde, sera gazı emisyonunda, okyanuslardaki yükselmede, kuraklıkta. vb.
önemli artışlar kaydedildiğini gösteriyor. Bu süreç devam ederse, sıcaklık bu
hızla artmaya devam ederse, mesela bundan 50-60 yıl sonra Güney Doğu Asya
'yaşanabilir bir yer olmaktan çıkabilir... Daha şimdiden Okyanuslardaki
mercanların %25'i yok olmuş durumda... Omurgalı hayvanların sayısında da alarm
verici bir azalma var... Biyolojik çeşitlilik hızla yok oluyor! Fakat daha da
ürpertici bir şey var: Eğer buzullar bu hızla erimeye devam ederse,
okyanusların 7 metre yükseleceği tahmin ediliyor... Bütün bunları özetleyecek
bir şeyi daha hatırlatabiliriz: Bu yılın (2017) Temmuz ayı sonundan beri,
gezegenimiz 'borçla" yaşıyor... Başka türlü söylersek, insanlık 7 ayda
dünyanın bir yılda ürettiği doğal kaynağı harcamış/kullanmış bulunuyor... Bu
da, beş ay borçla devam edecek demektir!.. Ve her geçen yıl "borçlanma
tarihi" daha da öne çekilmek kaydıyla... Dolayısıyla, borçla yaşayan
sadece devletler, şirketler ve aileler değil! Gezegen de borçlu... Artık,
mevcut şımarık üretim ve tüketim düzeyini sürdürmek mümkün değil. Bir fikir
vermek için, eğer dünyadaki herkes, her birey Fransa'nın ortalama yaşam
düzeyinde yaşasaydı, şimdiki gibi 3 gezegen gerekecekti... Hesap ortada değil
mi?
Durum böylesine vahim ise eğer, ABD
Başkanı Donald Trump'ın "Paris İklim Anlaşmasından çekilmesi büyük bir
çelişki değil mi?
Çelişkiden de öte tam bir saçmalık...
Başkan Trump bir oligark. ABD oligarşisinin bir üyesi. Elbette petrol,
otomotiv, inşaat tekellerinin, silah tekellerinin, agro-endüstri tekellerinin,
ilaç tekellerinin, v.b. ve onların lobilerinin istediği istikamete gidecek. Bir
bütün olarak Amerikan Oligarşisinin çıkarlarını gözetecek. Lakin gözden kaçan
bir şey var: Biliyorsun "Paris İklim Zirvesi”nden [2015], önce iklim
kriziyle ilgili 2 zirve daha yapılmıştı. Ünlü "Kyoto Protokolü" 1997
ve 2009 Kopenhag Zirvesi... Fakat, her zirveden sonra atmosfere karışan sera
gazı miktarı artmaya devam etti... Dev şirketler ve lobileri mevcut durumun
değişmesini istemiyor... Yapılan anlaşmaların ekseri bir bağlayıcılığı yok... O
zaman tüm bu şatafatlı 'zirveler', 'protokoller', seyirciyi oyalama işlevi
görüyor... Amerikan başkanlarından George Bush (baba), "Amerikan yaşam
tarzı pazarlık konusu yapılamaz" demişti. Aslında bu Avrupa ve Japon
yaşam tarzı da pazarlık konusu yapılamaz demeye geliyor. Zira kollektif
emperyalizm bir bütündür... Böyle bir anlayış geçerliyken zirveler anlamlı
olmaktan çıkıyor?
Amacı ve varlık nedeni sürekli olarak kârı
ve sermayeyi büyütmek olan bir sistemde, çevre korumanın imkânsız olduğunu mu
söylüyorsunuz?
Bir halk deyişi: "Sistemin motoru
kâr ise, orada yıkım ilerleme sayılır" der... Öyle bir sistem ki, her
seferinde daha çok üretmek zorunda ve üretilenin de mutlaka satılması,
tüketilmesi gerekiyor. Başka hiç bir kaygı da olmayınca, çevre tahribatı ve
ekolojik yıkım neden şaşırtıcı olsun, neden bir istisna olsun? Mesela bir
oto-yol yapıldığında bu büyük bir başarı olarak sunulur. Oysa o oto-yol
atmosferin ısınmasından tutun da, bir dizi tahribata ve yıkıma neden oluyor.
Oto-yol ekosistemi yok ediyor. Mesela yolun bir tarafındaki canlılar, diğer
taraftaki su kaynağına ulaşamaz ve ölür... Bir proje ne kadar büyükse ekolojik
yıkım da o kadar büyüktür. Onun için "Büyük Projelere" mutlaka karşı
çıkmak gerekiyor... Tabii kâr da o kadar büyüktür... Üçüncü Boğaz Köprüsünden
hiç geçtiğin oldu mu? Ben ilk geçtiğimde gördüğüm manzara karşısında büyük bir
moral bozukluğu yaşadım. Resmen güzelim doğa hançerlenmiş... İyi de o köprüyü
neden inşa ettiler? Çokuluslu şirketlerin ürettiği malları taşıyan araçlar daha
rahat seyretsin diye... Petrol, otomotiv ve inşaat firmaları daha çok kâr
etsin diye... Bir yerde orman yangını çıktığında, gazeteler/televizyonlar
ekseri haberleri, işte: "şu kadar hektar orman kül oldu" diye
veriyor. Oysa orada yok olan sadece ağaçlar değil ki, yüzlerce, belki binlerce
yılda oluşan ekosistem de yok oluyor...
Anladığım kadarıyla, kapitalizm dahilinde
ekolojik felaket kaçınılmazdır demek istiyorsunuz. Bu bağlamda sosyalist
ülkelerin performansı nasıldı?
Aslında gerçek dünyada 'sosyalist ülkeler'
diye bir şey yoktu. Kendilerinin ve başkalarının "sosyalist" dediği
ülkeler vardı sadece. Zira, söz konusu ülkeler amaç olarak
kapitalist/emperyalist Batı'yı 'yakalama', taklit etme yolunu seçmişlerdi.
Dünyanın varını-yoğunu yağmalayan, talan eden ülkelerle yarışa girmişlerdi...
Oysa "başka şey" yapmaları gerekiyordu. "Başka bir şey"
yapabilmek için de "başka bir yola" girmeleri gerekiyordu... Kaldı
ki, öyle bir şey hem saçma ve hem de zaten mümkün değildir... Hiyerarşik dünya
sisteminde "yakalama" mümkün değildir. Öyle olunca, onlar da en az
benzemeye çalıştıkları kadar doğayı tahrip ettiler... Şimdilerde Kapitalist
Çin'in başarısından çok söz ediliyor da, o "başarının" ne pahasına,
nasıl mümkün olduğu sorun edilmiyor. Çin'in bir çok büyük kentinde nefes almak
giderek zorlaşıyor. Müthiş bir doğa tahribatı almış başını gidiyor...
Eğer durum söylediğiniz kadar kritikse,
riskler, tehlikeler bu kadar büyükse, bu tehlikeli gidişi durdurmak neden
mümkün olmuyor?
İnsanlar ekseri "bütünü" kavramaya
pek eğilimli değillerdir. Yakınlarında olup-bitene göre tavır alırlar.
Sorunlara mahalli planla bakarlar... Şimdilerde "bütünü" ve gerçek
dünyada olup-bitenleri kitlelere anlatacak, duyarlılık yaratacak, bilinç
açıklığı sağlayacak entellektüeller de ekseri sınıfta kalmış durumdalar.
Velhasıl bir radikal eleştiri veya radikal eleştirel düşünce zaafı var..
Maalesef insanların çoğunluğu, en azından şimdilik, kafayı tüketimle bozmuş
durumda. Kapitalizmde üretimle ihtiyaçlar arasındaki bağ kopmuştur ama
şimdilerde tüketimle satın alma eylemi arasındaki bağ da kopmuş
bulunuyor... İnsanlar "satın almak için satın alıyor" ki bu tam bir
saçmalık... Başlarını sefil reklamlardan, televizyon dizilerinden, cep
telefonlarından kaldırmıyorlar. İdeolojik kölelik rahatsız edici...
Bununla iyimser olmaya uygun bir durum yok
mu demek istiyorsunuz?
Söylediklerimden öyle bir anlam ve sonuç
çıkarmak doğru olmaz. Elbette mücadeleler var ve hem de çok çeşitli ama bu
mücadeleler ekseri mahalli düzeyde, bir birinden kopuk, bölük-pörçük, bütüncül
bir perspektiften yoksun. Fakat hepsinden önemlisi, kapitalizmi radikal olarak
sorun etmeme zaafı var... Öyle olunca da, güç dengesi karşı taraf lehine
oluşuyor. Oysa, ekolojik mücadelelerle sosyal mücadelelerin, sınıf mücadelesinin
kavuşması, ortaklaşması gerekiyor... Fakat bir sıkıntı var: Artık sorunlar
ertelenebilir olmaktan çıkmış durumda. Vakitlice kapitalizmden çıkma
perspektifine sahip bir enternasyonal inşa etmek gerekiyor ki, böyle bir şey de
asla imkânsız değil. Aksi halde geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir...
Yıkıma ve vahşete razı olmak zorunda olmadığımıza göre! O zaman akla Antonio
Gramsci'nin söylediği geliyor: "Aklın kötümserliği ile arzunun
iyimserliği" arasında uygun bir denge kurabilmek...
"ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN ETMESİ"
MESELESİNE DAİR KISA NOT
FİKRET
BAŞKAYA
Kuzey
Irak Bölgesel Kürt Yönetimi'nin "bağımsızlık referandumu", 'ulusların
kendi kaderini tayın etmesi' tartışmalarını yeniden hatırlattı. Kimileri, orada
yapılanın doğrudan "ulusların kendi kaderini tayın etmesi ilkesini angaje
eden bir şey olduğunu, dolayısıyla tereddütsüz desteklenmesi gerektiğini
söyledi. Başkaları da bunun bir emperyalist senaryonun sonucu olduğunu
söyleyerek karşı çıktı. Oysa sorunun asıl tartışılması gereken yönü
savsaklandı. Ulusların kendi kaderini tayın etmesi meselesi ilk defa ABD
başkanı W. Wilson tarafından Birinci Emperyalist savaşın son günlerinde [8 Ocak
1918] ortaya atıldı. "Wilson Prensipleri" olarak biliniyor. Oysa
ezilen/sömürülen/tahakküm altına alınan insanlar, halklar, haksızlığa maruz
kaldıkları ilk günden beri ve hiç bir zaman bu durumu kabullenmediler... Bu
yüzden insanlık tarihi, isyanların, başkaldırıların, devrimlerin de
tarihidir...
Elbette
yükselen yeni bir emperyalist güç olan ABD'nin başkanı, öyle sanıldığı gibi
"ulusların kaderiyle" uzaktan-yakından ilgili biri değildi. Zira,
öyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu dünyanın ezilen/sömürülen
halklarının emperyalist bir güçten "hayırlı" bir şey beklemeleri
abesle iştigaldir... Esasen Wilson'un öyle bir çıkış yapmasının iki nedeni
vardı: Birincisi, 'klasik sömürgeciliğin (kolonyalizmin) son bulmasını, bir kaç
sömürgeci/emperyalist gücün egemenliği altında bulunan, yeryüzünün lânetlilerinin yaşadığı geniş bölgelerin Amerikan
sermayesine açılmasını istiyordu... Özetle Wilson, "artık kolonyalizmin
klasik (doğrudan) versiyonu son bulsun, yeni-sömürgecilik statüsü
[néo-colonialisme] onun yerini alsın" demek istiyordu; İkincisi, din,
mezhep, etnik, kültür farklılığına sahip ne kadar topluluk varsa, bağımsız
olmalarını istiyordu. Nitekim halklar ne kadar ufalanırsa, onları egemenlik
altına almak da o ölçüde kolaylaşır... Şimdilerde Orta-Doğu denilen bölgede
yaptıkları gibi... Esasen İkinci
emperyalist Savaş sonrası yaklaşık iki on yılda
Wilson'un planı gerçekleşecek, yeni
sömürgecilik eskinin yerini alacak, doğrudan sömürge ülkeler, başta ABD
olmak üzere tüm emperyalist ülkelerin yeni
sömürgesi haline gelecekti. Artık bu yeni statüde bir ülke herhangi bir
ülkenin sömürgesi değil, "Kollektif emperyalizmin" kollektif
sömürgesi (kolonisi) olacaktı ve oldu... Bu iş de emperyalizmin kurumları olan,
Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] onun şemsiyesi altındaki örgütler ama
asıl Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, vb. gibi emperyalist oligarşinin
hizmetindeki "uluslararası" denilen kurumlar tarafından
yürütülecekti...
Ulusların
kendi kaderini tayin etmesi ilkesinin bir destekçisi de Lenin ve III.
Enternasyonaldi... Komünist Enternasyonal, soruna dünya sosyalist devrimi
açısından bakıyor ve sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla
kolonyalist/emperyalist ülkelerin sömürü ve egemenlik olanaklarının
zayıflayacağını ve sosyalist dünya devrimine uygun koşulların oluşacağını ileri
sürüyorlardı. Fakat Komünist Enternasyonal ve Sovyetler Birliği hızla
enternasyonalist ilkelerden ve sosyalist perspektiften uzaklaştı, III.
Enternasyonal Sovyet Devletinin çıkarlarını korumanın, Sovyetler Birliği
diplomasisinin bir aracı haline geldi...
Netice
itibariyle, sömürge halkları da bu arada bir devlet sahibi oldular ama asla
emperyalizmden bağımsızlaşamadılar. Kendi kaderlerini kendi ellerine almayı
başaramadılar... Şimdilerde sözde bağımsız ulus-devletlerin varlığına rağmen
emperyalist sömürü ve yağma 'doğrudan veya yarı-sömürge oldukları dönemdekinden
özde farklı değil... Sadece görüntüler, retorik, yöntemler ve araçlar değişti...
Emperyalizmin uşağı olan "yerli işbirlikçi hakim sınıflar" sömürgeci
devletlerin kurumlarının, adamlarının, işlevini devralmış bulunuyorlar...
Dolayısıyla ortada asla "ulusların kendi kaderini tayin etmeleri"
diye bir şey yok... Zira "yerli yönetici elitler" küresel oligarşinin
bir parçası... Gerçek durum böyle ama retorik her zaman farklıdır...
O
halde sadede gelebiliriz. Bir ulus, bir halk hangi durumda kendi kaderini tayin
edebilir, itilip-kakılmaktan, baskıya, sömürüye, zulme maruz kalmaktan kurtulabilir,
haysiyetine sahip çıkabilir, özgürce yaşayabilir, emansipe olabilir ve dünya halklarının eşit/saygın bir üyesi olarak
varlığını sürdürebilir? Soruyu şöyle de sorabiliriz: Bir halkın, bir ulusun
kendi kaderini kendi ellerine alması, özgürleşmesi, hangi durumda mümkündür?
Mesela bir devlete sahip olmak bu amaç için yeterli koşul mudur?
Sömürgeci/emperyalist bir devletten kurtulmak kendi kaderini tayın etmenin yeterli koşulu mudur? Eğer öyleyse bu,
devleti olan ülkelerde halk kendi
kaderini tayin ediyor demeye gelir!.. O zaman siz de bir devlete sahip
olduğunuzda sizin için de sorun çözülmüş sayılacaktır... Bu da demektir ki,
"önemli olan sizi kimin yönettiğidir!"... "Eğer sizden birileri,
kendiniz gibi olanlar yönetirse" sorun çözülmüş mü sayılacaktır? İşkenceyi
yapan kendinizden (içerden) olunca şeylerin anlamı değişir miydi? Eğer bir devlete sahip olmakla iş bitseydi,
şeyler ne kadar da kolay olurdu...
"Wilson
Prensipleri" denilenin ortaya atılmasından bu yana, geride kalan yaklaşık
yüz yılda, yüzlerce devlet dünya sahnesine çıktı, jeopolik arenada arz-ı endam
etti ama hiç bir yerde halkların kendi kaderine sahip çıktığına şahit
olunmadı... Yerli zorbalar ekseri
eskileri [yabancıları] aratmadı... O zaman neden böyle oldu sorusunu sormak
gerekmiyor mu? Neden bu soruyu sormaktan ısrarla kaçınılıyor? Neden
ikiyüzlülükte ısrar ediliyor? Öyleyse şu 'devlet' denilen netameli aygıt nedir?
Aslında ne işe yarıyor? Bu tür soruları sormakla başlamak gerekiyor ama lânet
olası devlet tam bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumda... Kimse tabuya
elini sürmek istemiyor... Lânetlenmekten, cezalandırılmaktan korkuyor. Bu tür
sorular sormak isteyenlerin önü daha baştan kesilmek isteniyor. Bu konudaki
genel anlayış ve kabul az çok şöyle: Devlet
vazgeçilmezdir, devlet olmadan olmaz, devletsiz asla olmaz...
Eğer
samimiyetle insanların özgürce, barış içinde yaşaması isteniyorsa, sömürü ve
baskıdan kurtulması isteniyorsa, insanın insana, toplumun doğaya
yabancılaşmasına son verilmek isteniyorsa, şeyleri tartışmaya "devletten"
başlamak gerekecek!... Zira devletlerin olduğu bir dünyada ne barış, ne insanca
yaşam, ne de kardeşlik mümkün değildir. Zira, devletin iyisi olmaz... O
halde üç şey eğer ideolojik kölelikten kurtulmak gibi samimi bir niyetiniz ve
kaygınız varsa, üç şeyden kurtulmayı bir hedef olarak önünüze koyacaksınız: 1.
Devletten kurtulmak; 2. paradan kurtulmak; 3. herkese ait olan yaşam araçlarına
[üretim araçlarına] birileri tarafından el konmasına son vermek... Unutulmasın,
bir zamanlar bunların üçü de mevcut değildi...
"Her
şeye insanların kanını emen, doğayı öldüren şu lânet olası dev şirketlerin
karar verdiği bir dünya insanca yaşanabilir bir yer olabilir mi, insanlığın bir
geleceği olabilir mi?"
Fikret Başkaya ile 'iklim krizi üzerine
söyleşi
İskender Vidinli
Son kitabınızda [ÇÖKÜŞ- Kapitalizmin
nihai krizi üzerine bir deneme], "aşılmaması gereken sınırlardan ve iklim
krizinin aciliyetinten söz ediyorsunuz. Gerçekten durum kaygı verici mi?
Bir kere, her yıl gezegenin
ürettiği doğal kaynaktan daha çoğunu harcıyoruz. Gerçi, aileler borçlu,
şirketler borçlu, devletler borçlu ama bir bütün olarak insanlık da doğaya, [gezegene]
borçlu. Her yıl Gezegenin bir yılda ürettiğinden daha çoğunu harcıyoruz, dolayısıyla
gezegenin kendini yenilemesine izin vermiyoruz. Buna dünya limit aşımı günü deniyor. Bir fikir vermek için, mesela dünya limit aşımı günü 1997 de Eylül
ayına denk geliyordu, 21 yıl sonra, 2018'de 1 Ağustosa geriledi... Bu dünyanın
bir yılda ürettiği doğal kaynağın yılın ilk 7 ayında harcanması demek... Beş ay
borçla devam edilecek demek! Bu, başlı başına büyük risk oluşturuyor.
Fakat nüanse edilmesi gereken bir
şey var: Dünyanın bu hale gelmesinde asıl sorumluluk, emperyalist/kapitalist
kampın. Küresel oligarşinin ve küresel oligarşinin çoğu o tarafta... Atmosferin
ısınmasından asıl sorumlu olan nüfus 500 milyon kadar. Dünya nüfusunun yaklaşık
%15'i...
İkincisi, atmosferin ısınması da
hızlanmış durumda. Vakitlice durdurulamazsa, insanlığın ve uygarlığın bir
geleceği olmayabilir... Durum vahim ama insanların çoğunluğu bu kritik durumu,
bu büyük tehlikeyi yeterince sorun etmiyor... Onlar sorun etmeyince oligarşinin
eli güçleniyor... Yangına körükle gidiyorlar... Velhasıl rahatsız edici bir
aymazlık hali...
O halde neden böyle bir durum
ortaya çıktı, bu duruma neden ve nasıl gelindi?
Bu süreç, sanayi devrimiyle
başladı ve giderek hızı, kapsamı ve yoğunluğu büyüdü. Sanayi kapitalizmi demek
aslında "termik kapitalizm" demektir... Ekseri, 'termo-endüstriyel
kapitalizm' de deniyor... Kapitalizm, termik enerji üzerinde yükselen bir
üretim tarzıdır... Başka türlü söylersek, kömür, petrol, doğal gaz yakarak ve
her seferinde daha çok yakarak yol alıyor. Tabii her seferinde atmosfere daha
çok karbon gazı (CO2) karışıyor ve belirli bir
aşamadan sonra da sera etkisi denilen
oluşuyor. Karbon gazı, atmosferin kompozisyonunu değiştiriyor, bir 'örtü'
oluşturuyor ve atmosfer ısınıyor. İşte, "atmosferin ısınması" veya "iklim
krizi" denilen bu... Tabii sebep-sonuç ilişkisini de göz ardı etmemek
gerekir. Atmosferin ısınması neden, iklim krizi sonuçtur...
Atmosferin ısınması, 'ekolojik
kriz' denilenin en önemli nedeni. Zira, doğanın temel dengelerini alt-üst eden
bir şey... Çok tehlikeli meteorolojik sorunlar yaratma potansiyeli taşıyor... Aslında,
'ekolojik kriz' değil, 'ekolojik yıkım' demek gerekiyor.. Zira, eriyen buzulları,
yok olan biyolojik çeşitliliği, yok olan canlı türlerini, tuzlanan okyanusu, vb.
yerine koymak mümkün değildir...
Atmosferin ısınmasının, iklim
krizinin ne gibi sonuçları var?
Hayatî sonuçları var! Bir şeyi
daha baştan söyleyelim ki, ortaya çıkan bu durum, bu süreç, insan kaynaklı. Doğal
nedenlere dayanmıyor... Tabii tüm insanlar aynı derecede sorumlu değil... Bir
yanlış anmaya yer vermemek gerekiyor... İnsanların, toplumların üretim, tüketim
ve yaşam etkinliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan bir şey... Bu yüzden buna antroposen (anthropocène] deniyor ama
aslında capitalocene demek daha
uygun... Doğrudan kapitalist üretim tarzının sonucu ortaya çıkan bir durum
olduğuna göre... Ortalama sıcaklık arttığında kutuplardaki ve dağların
yükseklerindeki buzullar, buzlar eriyor, deniz seviyeleri yükseliyor, denizler
(okyanuslar) tuzlanıyor, biyolojik çeşitlilik ve bir çok canlı türü yok oluyor,
orman yangınlarının sayısı ve kapsamı büyüyor, hortumlar, kasırgalar,
yangınlar, sellerin, su baskınlarının sayısı ve yoğunluğu artıyor, ozon
tabakası zayıflıyor, tarımsal üretim zora giriyor, zira, yağışlar
istikrarsızlaşıyor ve öngörülebilirlik durumu ortadan kalkıyor, tatlı sular
kıtlaşıyor, bazı bölgeleri kuraklık vuruyor, sıcaklık artışı sıtma gibi
bulaşıcı hastalıkları hortlatıyor, deniz seviyelerinin yükselmesi, deniz
kenarlarında yaşayan milyonlarca insanı göçe zorluyor, ve bu bir dizi insanî,
toplumsal, politik ve jeopolitik soruna kaynaklık ediyor... Bu sürece vakitlice
ve etkili bir şekilde müdahale edilmezse, geç kalınırsa, "bu iş karakolda
bitebilir", geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayabilir, dolayısıyla insanlığın
ve uygarlığın da bir geleceği
olmayabilir...
Durum vahim mi demek istiyorsunuz?
Aslında ne demek istediğimi
anlamak için son bir kaç yılda olup-bitenleri hatırlamak yeterli... Atina'da
orman yangını 90 kişinin ölümüne yol açtı, Geçen yıl Portekiz'de 100 kişi aşırı
sıcaktan öldü. Japonya'da sıcak dalgası 120 kişiyi öldürdü. Geçtiğimiz günlerde
Kaliforniyada ABD tarihinin en büyük orman yangını yaşandı... ABD'de yangınların
1970'lerdekinin iki katına çıktığı bildiriliyor... Sibirya da yangınlardan
nasibini almış görünüyor. O kadar ki, dumanlar Kanada'ya kadar ulaştı... İsveç'teki
yangınlar, bilinen yıllık ortalamanın 40 katı... Bu durumun dünyanın başka
yerlerine de sirayet etmeyeceğinin hiç bir garantisi yok! Artık zuhur eden meteorolojik olayların
dünyanın 'ısınmasının' sonucu olduğundan şüphe etmek gerekmiyor... Durumun
mesela 2040 yılında neye benzeyeceğini tahmin etmek zor değil... Eğer
sıcaklıklar 4-5 derece artarsa, deniz seviyelerinin de 50-60 metre kadar
yükselmesi ihtimal dışı değil...
Yaklaşık kırk yıldır uyarılar yapılıyor, işte 2015'de Paris
İlkim Zirvesi gerçekleşti ve devletler karbon gazı emisyonunu azaltmak
üzere bir dizi vaadde bulundular. İklim krizine karşı yeterli mücadele
yapılmıyor mu?
Yeterli önlem alınmaması şurada
dursun, yangına körükle gidildiğini bile söyleyebiliriz... Paris Zirvesinden 3
yıl sonra atmosfere karışan gazlar azalmadı, arttı... Yenilebilir enerjilere
yapılan sübvansiyonlar azalırken, fosil yakıtlara yapılan sübvansiyonlar arttı...
'Hükümetler arası uzmanlar grubunun (GIEC) öngörülerine göre, 2040 yılında
global planda sıcaklığın 1,5 derece artacak... Eğer bu aymazlık devam ederse,
fosil yakıt [kömür, petrol, gaz] rezervleri artan bir tempoyla çıkarılmaya ve yakılmaya
devam edilirse, sıcaklık da 3-5 derece yükselebilir ve dünya yaşanmaz bir yer
haline gelebilir... Hükümetler söz veriyor ama fosil yakıt devleri, büyük
enerji şirketleri bildiklerini okumaya devem ediyor.. Dolayısıyla verilen
sözlerin, bir karşılığı yok... Dünya'da başlıca 200 kadar kömür, petrol, gaz
şirketi var. Bunların finansal zenginliği 4000 milyar dolar... [dile kolay
denecektir...]... Ki, bu rakam tüm Güney Amerika ülkelerinin milli geliri
[GSYİH) kadar... Bu dev şirketler hiç bir şekilde ekonomik-finansal imparatorluklarına
halel gelsin istemiyorlar... Etkin lobileriyle politikacıları kolaylıkla satın
alabiliyorlar, yönlendirebiliyorlar... Onlar için ekolojik yıkım, iklim krizi gibi
şeylerin bir anlamı yok! Kitaplarında öyle bir şey yazmıyor!
Dünyanın her yerindeki
politikacılar, güya temsil ettiklerini söyledikleri insanların (halkların) değil,
dünyanın zenginliğine el koyan dev şirketlerin sözünü dinliyorlar... Her şeye insanların kanını emen
ve doğayı öldüren şu lânet olası dev şirketlerin karar verdiği bir dünya insanca
yaşanabilir bir yer olabilir mi, insanlığın bir geleceği olabilir mi?
İnsanların bu tehlikenin farkına varıp, sürece müdahale etmesi ve
olayların seyrini değiştirme ihtimali yok mu? Büyük felaket anlarında
insanların bilincinin ve davranışlarının hızla değişmesi mümkün değil mi?
Aslında öyle olasılık var. Tehlike
kendini daha çok hissettirdiğinde insanlar içine hapsoldukları ataletten
kurtulup, sürece bilinçli bir şekilde müdahale edebilirler. Kritik anlarda
insanlar temel soruları, asıl sorulması gereken soruları sormaya daha çok
meyillidirler... Fakat büyük felâketten önce harekete geçmek en iyisidir... Kaldı
ki, son dönemde 38 ülkede yapılan bir anket, insanların %60'ının iklim
değişikliğinin yarattığı büyük tehlikenin farkında olduğunu ortaya koyuyor...
Aslında bu umut verici ama vakitlice şirketlerin emir ve komutasındaki
politikacıları, hükümetleri defetmeleri gerekiyor... Zira, zaman daralıyor...
Sadece bu günün politikacılarından ve burjuva iktidarlardan kurtulmak
sizce yeterli olur mu?
Durum, radikal değişiklikleri, radikal
devrimleri gerektiriyor. Ve bu sorun kapitalizm dahilinde asla çözülebilir değil.
Onun için burjuva politikacılarından ve onların iktidarlarından kurtulmak, kapitalizmden çıkmadan mümkün olmaz... Zira,
kapitalizm reforme edilebilir değildir... Radikal olarak kapitalizmden çıkmak,
"başka bir şey yapmak" hedefi ve perspektifi olmayanların bir şansı
yok!
Sorunun çözümü için öncelikle ne yapmak gerekiyor?
Fosil yakıt kullanımını radikal
olarak azaltmak şart. Mevcut kömür, petrol ve gaz rezervlerinin en az %80'nin
toprağın altında kalması gerekiyor. Alternatif enerjilere, yenilenebilir
enerjilere önemli kaynak ayırmak, yatırımlar yapmak gerekiyor. Buna 'enerji geçişi'
[transition énergétique] deniyor ama 'geçişi' gerçekleştirmek sanıldığı kadar
kolay değil. Sadece enerji alanında radikal değişiklik yapmak da yeterli olmaz.
Mevcut üretim, tüketim ve yaşam tarzını da radikal olarak değiştirmek
gerekiyor. Kapitalizm sınırsız büyümeye endeksli bir işleyişe sahiptir. Her
seferinden her şeyin daha çok üretilme zorunluluğu var... Orada durmak diye bir
şey yoktur ve kapitalizm dahilinde başka türlü yapmak da mümkün değildir... Dikkat edersen, onca sayısız zararlı ve/veya
lüzumsuz şey üretiliyor ve tüketiliyor... Oysa, bir şey üretmek demek, doğadan
bir şey çekmek, azaltmak/eksiltmek demektir. Tabii üretirken de, tüketirken kirletmek
de demektir... Tüketimin öteki adı yok etmektir... İyi de bu dünyanın
kaynakları sınırlı... Sonsuz değil... Eğer öyleyse, insanlığın ve uygarlığın
içine sürüklendiği kısır döngüden çıkmak için, öncelikle üretimin yönünü
radikal olarak değiştirmek, üretimi ve tüketimi kısmak, onca lüzumsuz, onca saçma
şeyin üretimine son vermek, gerçekten gerekli şeylerin üretimine odaklanmak
gerekiyor. Kapitalizmde değişim değeri
üretmek esastır... Üretimin yönünü 'kullanım değerine' doğru döndürmek gerekiyor
ki, o zaman tüketimi kısmak mümkün olur... Dolayısıyla bir başına enerji
sorununa odaklanmakla işin içinde çıkmak mümkün olmaz... Velhasıl, farklı bir
yaşam tarzı, farklı bir uygarlık tercihi yapmanın gerekli olduğu bir
zamandayız... Kapitalizm dahilinde insanlığın bir gelecek yok!
Hocam son olarak Türkiye'deki durumla ilgili de bir sorum olacak. Size
göre, Türkiye'de sıradan insanlar, siyasetçiler, aydınlar bu soruna nasıl
bakıyorlar...
Türkiye'nin "entellektüel"
gündemi içler acısı... Asıl tartışılması gerekenin yanından bile geçilmiyor. Elbette
son derecede duyarlı insanlar var ve bir şeyler yapmak için didinip duruyorlar ama
onlar maalesef şimdilik küçük bir azınlık... Politikacılara gelince, onların
kitabında 'iklim krizi', 'ekolojik yıkım' diye bir şey yazmıyor. Bizde
şimdilerde yeni adı "Çevre ve Şehircilik Bakanlığı" olan kurum, doğal
çevreyi yok etmekle meşgul... Elini çabuk tutuyor... Zaten bizim politikacılar
dünyayı anlamaktan da acizler... Tabii bu başka yerlerdekinin matah olduğu
anlamına gelmez... Bu aracın hâlâ bu rotada yürüyebileceğini sanıyorlar... Sıradan
insanların çoğunluğu durumun aciliyetinden haberdar değil ... Çünkü haberdar
olabilmelerinin yolları kapalı... Sadece sorunu bizzat yaşayanların feryadı
yükseliyor... Entellektüel düzey bu olursa, akademi böyle olursa, medya denilen
böyle olursa, başka türlü olabilir miydi?
ENTELLEKTÜEL HİÇ BU
KADAR GEREKLİ OLMADI...
Fikret BAŞKAYA
Türkiye
"aydın"ın harman olduğu bir ülke. Dünya'da herhalde bu kadar "aydını"
olan başka bir ülke yoktur. Bir eğitimden geçmek, diploma sahibi olmak 'aydın'
sayılmaya yetiyor. Okumuşlar, söze, 'bir aydın olarak' diye başlıyor...
Velhasıl burası 'aydını' bol ama nedense 'aydınlatanı kıt' bir ülke... Peki
neden? Aydın olmak, bir okuldan, üniversiteden mezun olmaksa, bir diploma
sahibi olmaksa, o diplomayı almak için hangi bilgiler, nasıl ediniliyor? Bu
okullardan mezun olanlar eğer 'bilgi sahibi' oldukları için 'aydın'
sayılıyorlarsa, bilgi tek başına aydın sayılmanın yeterli koşuluysa, o zaman bu
dünyada 'aydından' bol bir şey yok demektir...
Aydın, entellektüel
değil...
Sosyolojik
bir katman olan diplomalılar, 'mektepliler', sömürü düzeninin devamını
sağlarlar. Onu yeniden üretirler. Bir bölüğü egemen/resmi ideolojinin oluşturulmasında
da rol alır. Tam da entellektüel işlevin karşısında konumlanmışlardır. Aslında
bizde aydın denilenlere, Tanzimat döneminde münevver
denirdi ki, münevver, 'tenvir
edilmiş, nurlandırılmış, aydınlatılmış, ışıklı' anlamındadır... Önceki döneminin uleması'nın
işlevini devralmışlardı ve 'bu devlet nasıl kurtulur' sorusuyla ilgiliydiler...
Verili sömürü ve egemenlik ilişkilerini sürdürme misyonuna
koşulmuşlardı... Cumhuriyet döneminde, münevverin
yerini aydınlar aldı...
Cumhuriyet döneminin aydınları, köşeli/
bağnaz bir resmi ideoloji oluşturmaya memur edildiler. Resmi ideoloji üreticilerine aydın
denilip, onlara ilerici bir misyon vehmedilmesi, Cumhuriyet döneminin bir
ironisiydi... Resmi ideolojinin, resmi tarihin geçerli olduğu yerde de
özgür düşünceye, özgür tartışmaya, eleştirel düşünceye yaşama şansı tanınmaz...
O
halde neden 'egemen ideoloji' değil de 'resmi ideoloji' deniyor? Zira, Cumhuriyet Rejimi, Batı'daki burjuva
rejimlerinde olduğu gibi bir 'egemen ideoloji' üretebilir durumda değildi...
Egemen ideoloji, kitlelerin bilincinde
bir yanılsama yaratma, rıza üretme, gönüllü
kabullenme yaratma yeteneğini varsayar... Başka türlü söylersek, güçlü
bir ekonomik temeli varsayar... Cumhuriyetin egemen sınıflarının öyle bir 'rıza
üretme' kabiliyeti yoktu. Ekonomik temel cılızdı... Geriye köşeli bir resmi
ideoloji peydahlayıp dayatmak kalıyordu... Resmi
ideolojinin geçerli olduğu bir ülkede, bir rejimde, 'doğrular' bizzat devlet tarafından
belirlenir... Neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi, neyin kötü olduğuna devletin
adamları karar verir.
İşte okumuşlar, mektepliler,
bağnaz resmi ideolojinin tedris edildiği, okullardan mezun oluyorlar...
Beyinleri dağlanmış, düşünme, muhakeme yetenekleri aşınmış, hizaya getirilmiş
olarak diploma sahibi oluyorlar ve onlara bir de 'aydın'
deniyor... Bu
okullardan 'aydın' çıkmaz ama entellektüelin inkârı pekâlâ çıkıyor,
çıkabiliyor... Elbette her yerde ve her durumda olduğu gibi istisnalar vardır
ve iyi ki de vardır... Aksi halde durum daha da vahim olurdu... Tabii, 'istisnalar,
kuralı doğrulamak içindir' de
denmiştir...
Başka
türlü söylersek, bizde 'uzman'a 'aydın' deniyor... Uzman bir konuda bir şeyler
bilene denir. Maddi-sosyal gerçekliğin çok küçük bir veçhesine dair bilgi
sahibidir. Ağacı görür de ormanı
görmez... Oysa, "gerçek" bütündedir. "Hakikat' bütündedir...
İşte, uzmanın bu niteliği, onun bilgisini
egemen sınıfların, sömürü düzeninin hizmetine sunulmasını kolaylaştırıyor. Sömürü
düzeni 'uzmanı' boşuna yüceltmez... Elbette bunu söylemek, herkes her şeyi bilmeli demek
değildir... Sadece uzmanlık aşamasında kalanın, resmin bütününden habersiz
olduğunu, dolayısıyla sınırlı bir 'bakış' ve 'kavrayış' yeteneğine sahip
olduğunu hatırlatmaktır...
Nitekim,
bir uzman da pekâlâ gerçek bir entellektüel olabilir. Albert Einstein, bir
fizikçiydi, yetkin bir uzmandı ama aynı zamanda bir entellektüeldi... Onu aynı tavrı göstermeyen
meslektaşlarından ayıran ve entellektüel yapan, sahip olduğu bilimsel bilgi
değil, etik duruşu, insanî toplumsal, evrensel sorunlar karşısında aldığı
tavırdır... Nitekim Jean Paul Sartre: "Atom fizikçisi nükleer denemelere karşı bildiriyi imzaladığında
entellektüeldir" derken, aradaki farkı ifade etmiş oluyordu... Sartre
ve diğerleri bilgili oldukların için entellektüel sayılmıyorlardı. Her ne kadar
sosyolojik 'aydın' tanımına girenlerle ortak yanları 'bilgili' olmaları olsa
da, onları entellektüel yapan, egemen ideoloji, resmi ideoloji ve devlet
karşısındaki tutumları, açıkça ezilen ve sömürülen sınıfların tarafında saf tutmalarıydı...
Resmin bütününü görme, kavrama
istidadına sahip olmalarıydı... Entellektüel
kavramının mucidi olan Emil Zola, son derecede parlak bir yazar, aynı
zamanda bir entellektüeldi... Bir uzman Nobel Ödülünü kazanabilir ama bu onu
entellektüel yapmaz.. . Nitekim, Nobel Ödülü alanlar arasında ağacı görüp,
ormanı görmeyen çok sayıda uzman vardır... Bilim ve teknoloji fetişizminden
yakayı kurtaramayanları çoktur. Kapitalizmin
hizmetindeki bilimin ve teknolojinin
yıkıcı sonuçlarını ısrarla görmezlikten geliyorlar...
1992 Rio, Çevre ve
Kalkınma Dünya Zirvesi
arifesinde, aralarında 59 Nobel Ödülü sahibinin de bulunduğu 400 ünlü bilim
adamı [uzman densin], bir bildiri yayınlayarak: " XXI'inci yüzyılın arifesinde irrasyonel bir ideolojinin ortaya
çıkmasından duydukları kaygıyı" dile getirmişlerdi... Çevre ve
ekolojik sorunlara duyarlı bilim adamlarını "gericilik" ve
"irrasyonellikle" suçlamışlardı... Bildirinin öncülüğünü Dr. Michel Salomon'un yaptığı Heidelberg
Grubu'nun bu tavrı, iki konuda düşünmeyi gerektiriyor: Birincisi, Nobel Ödülü'nün değerinin
tartışılmasını; ikincisi de, 'bilim insanlarının' yüceltilmesinin saçmalığına
kafa yorma gereğini... Burjuva toplumunda bilim insanlarının 'yüceltilmesini'...
Dikkat edilirse, çokuluslu şirketlerin
kârlarının düşmesi olasılığı bile 'bilim erbabını' kaygılandırıyordu...
Fransız
genetisyen. Andre Langenay'ın Rio Konferansına karşı bildiri yayınlayan ünlü
bilim adamlarıyla ilgili yazısının başlığını: " Bir Devekuşu Çetesinin
Mutlak Körlüğü" koyması
gerçekten yerindedir... Yazar, François Jakob'un, sık, sık ünlü bilim adamları arasında da herhangi bir sosyal grupta olduğu kadar
ahmak ve pis herifin bulunduğundan söz ettiğini yazıyor... Burjuva
dünyasında ağacı görüp, ormanı görmeyen adamlar da pekâlâ Nobel Ödülü
alabiliyor ve tabii otorite sayılıyorlar... Tabii, her söylediklerinde de bir
keramet bulunacaktır... Mesela 'iktisat dalında' hayli zamandır Nobel Ödülü
veriliyor... Lâkin, "iktisat bilimi"
denilip pazarlanan ve burjuva akademilerinin, üniversitelerin vazgeçilmez
disiplinleri arasında yer olan söz konusu 'disiplin' aslında burjuva ideolojisinden başka bir şey değildir.
Bilimle de, bu dünyanın gerçekliğiyle de bir ilgisi yoktur... Ve bu güne kadar
tek bir Marksist düşünce insanının Nobel ödülü aldığı görülmemiştir...
Aslında,
eğitilmişlere, diplomalılara 'aydın' demek saçmadır. Tabii bu, okumuşlar
arasından entellektüel çıkmaz demek de değildir... Bilakis en çok onlar
arasından çıkar ama her diplomalı entellektüel olmaz. Diploma bir uzmanlık
belgesidir sadece... Bir ustaya çırak olan biri, bir kaç yıl içinde işi öğrenir
ve 'usta olur'. Bir okulu, üniversiteyi bitiren de diploma alır 'uzman' olur...
Bu ikisi arasında özde bir fark yoktur. Fakat, okula, üniversiteye giden,
entellektüel olmak bakımından, ustaya çırak olana göre daha avantajlıdır.
Nitekim, bilgiye ulaşma, eleştirel düşünceye ulaşma imkânına ve potansiyeline
daha çok sahiptir. Elbette söz konusu olan sadece 'potansiyel bir avantajdır'.
Fakat
sadece avantaj değil. Okul, üniversite ortamı kimi avantajlar sağlasa da,
okullar, üniversiteler, egemen
ideolojinin, resmi ideolojinin üretildiği, yeniden üretildiği ve yayıldığı kurumlardır...
Bu yüzden avantajın dezavantaja dönüşme ihtimali büyüktür... Entellektüel, eğitimli,
yüksek düzeyde bilgili olduğu için
entellektüel değildir. Paul Baran; "Entellektüel denilen kişi, böylece
yaptığı işin özü ve esası bakımından bir toplum eleştirmeni. daha güzel, daha
insanca ve daha akla uygun bir toplum düzenine giden yolu tıkayan engellerin ne
olduklarını arayıp bulmayı, incelemeyi ve bu yoldan bunların aşılmasına yardımcı
olmayı kendisine dert edinmiş kimsedir. O, bu nitelikleriyle toplumun vicdanı
ve toplumun belli bir tarih döneminde içinde yaşadığı ilerici güçlerin sözcüsü
haline gelir. Ve bu nitelikleriyle o, status
quo'yu korumaya çalışan egemen sınıf tarafından ve bu sınıfın emrinde olup,
entellektüelleri en hafifinden hayalcilik ya da metafiziklikle, en kötüsü de
yıkıcılık ya da bozgunculukla suçlayan kafa işçileri tarafından bir "dert
yaratıcısı' bir 'baş belası' olarak görür", derken entellektüel denilenleri, sosyolojik aydın
tanımına girenlerden farkını vurgulamak istemişti...
Egemenlik
sisteminin, sömürü düzeninin devamı, ideolojik egemenliğin, ideolojik
yanılsamanın, ideolojik köleliğin sürdürülmesine, hurafelelerin etkin
kılınmasına bağlıdır. İşte entellektüel, egemen sınıfların gizli kalmasını
istediklerini açığa çıkarmaya çalışan, gerçeğin saptırılmış [reifiye olmuş]
versiyonunu sineye çekmeye, kabullenmeye razı olmayan, iktidardakilerin empoze
etmekte çıkarı olduğu "bir toplumsal değerler sistemine" başkaldıran,
yaşandığı varsayılan gerçeğin çarpıtılmış, ya da "resmî" versiyonunun
uyumsuzluğunu açığa çıkarmayı kendine iş edinen kişidir... Egemen sınıfların ve
onların devletinin her türlü politika ve uygulamalarını eleştirebilen, bu alanda
hiç bir tabuya, yasağa, inkârcılığa itibar etmeyen, sorunları sadece mahalli,
ulusal planda değil, evrensel planda ele alıp kavramaya çalışandır... Lâkin bir
şey var: Gerçeği söyleyenin düşmanı da çoktur. Nitekim, Santiago Rámon Y: “Hiç düşmanın
yok mu? Bu nasıl mümkün oldu? Her halde
ya gerçeği hiç söylemedin, ya da adaleti
hiç sevmedin!” derken,
gerçeği söyleminin bedelini hatırlatmak istemişti...
Entellektüel'in
yalan cephesinin karşısında, doğrunun,
gerçeğin safında konumlanması demek, onun gerçeğe ihtiyacı olanların
safında konumlanması demektir ki, bu niteliğinden ötürü, fıtraten devrimcidir... Oysa, sosyolojik aydın
olarak nitelendirilen mektepliler, okumuşlar taifesi, tam da entellektüelin
karşı kutbunda mevzilenmiş
durumdadırlar...
İşlevleri, misyonları, varlık nedenleri egemen ideoloji, duruma göre resmi ideoloji
üretip, ideolojik bulanıklığın devamını sağlamaktır... Misyonları ve varlık
nedenleri yalan üretmek, yalanı büyütmek
ve yaymak olanların bir de aydın [entellektüel]
sayılmaları saçmadır...
Fakat bir şey var:
Hiç bir toplumsal hareketin veya muhalefetin entellektüel yokluğunda başarı şansı yoktur. Her türlü devrimci
hareketin, toplumsal isyanın veya sınıf hareketinin verili durumu
dönüştürebilmesi, eskiyi yıkıp, yeniyi yaratabilmesi ancak bir ütopyanın
varlığıyla mümkündür... İdeali, ütopyayı oluşturup-formüle edenler de entellektüellerdir. Onlar ezilen/sömürülen sınıfların organik entellektüelleridir...
Entellektüellerin
'organik entellektüel' adını hak
edebilmek için bir örgütün üyesi olması gerekmez... Zira, fıtraten ve tanımları
gereği zaten ezilen/sömürülen sınıfa
dahildirler. Buraya kadar söylenenler bir yanlış anlamaya meydan verilmemelidir...
Burada entellektüeli yüceltmek asla söz konusu değildir. Zaten bizzat
entellektüelin varlık nedeni de, her türlü yüceltmeye karşı olmaktır. Zira, bu
dünyada hiç bir şey yüceltilmeyi hak etmez. Entellektüel
yüceltildiğinde varlık nedeni ortadan kalkar...
Entellektüelin
işlevi kritik durumlarda ve dönemlerde daha çok önem kazanmakla birlikte,
toplumda politizasyonunun, politikleşmenin, bilinçliliğin büyüdüğü, sınıf
mücadelesinin yükseldiği durumlarda 'sosyolojik aydınların‘ hiç değilse bir
bölüğünün 'gerçek entellektüel işlevine kazanılması kolaylaşır. Nitekim,
1960'lı 1970'li yıllarda dünya ölçeğinde 'sosyolojik aydınların' bir bölüğü
ilerici-devrimci mücadeleye katılmıştı...
Kapitalist dünya
sistemi, burjuva uygarlığı, artık potansiyelini
tüketmiş bulunuyor... İnsanlığın ve uygarlığın kritik bir eşiğe gelip-dayandığı
tarihsel kavşakta, entellektüel işlev hiç olmadığı kadar büyük önem
taşıyor. Başka türlü söylersek, radikal eleştiri
hiç bir tarihsel dönemde bu kadar önemli ve gerekli olmadı...
Zira,
artık sorun sadece bir sömürü, yağma ve talan düzeni olan kapitalizmi aşmaktan
öte bir nitelik kazanmış bulunuyor... Sanayi kapitalizmi eni-sonu 250 yıllık
bir zaman diliminde sadece insanî-sosyal mahiyetteki sorunları kötülükleri azdırmakla
kalmadı. Ekolojik yıkıma da neden olarak, bir gezegen riski de yaratmış
bulunuyor... Dolayısıyla insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atmış
bulunuyor. Artık, 'Büyük İnsanlığın'
önündeki ivedi sorun, sadece komünist toplum perspektifine endeksli bir
sosyalist toplum düzeni kurmakla sınırlı değil, insanlığın ve uygarlığın
geleceğini kurtarmakla da ilgili...
“Başlangıçta hiçbir
şey bilmiyordunuz, inanırım; sonra şüphelendiniz. Şimdi her şeyi biliyorsunuz
ama hâlâ susuyorsunuz…”
Jean Paul Sartre
Fikret Başkaya'nın
22 Kasım 2019'da Ankara 21. Ağır Ceza Mahkemesinde yaptığı savunmadır...
Sayın başkan,
mahkeme heyetinin sayın üyeleri
İlk
duruşmada yaptığım savunma esas olmak kaydıyla, kısaca bazı hususlara açıklık
getirmekle yetineceğim...
Bundan
üç yıl önce yayınlanan, asıl terör devlet
terörüdür başlıklı yazıda, amaç, genel olarak terör ve terörist kavramlarına
açıklık getirmektir. Zira, bu alanda yaygın bir kafa karışıklığı ve yanlış
anlama durumu var. Kelimelerin, kavramların yerli-yerinde kullanılmamasının da çok
büyük sakıncaları ve olumsuz sonuçları vardır.
Aslında
Terör’, kendi başına suç aleti bir kelime. Dilimize girip bugünkü işlevini
edinmesi 80’lerin sonuyla 90’ların başına rastlıyor. O döneme kadar gerek
gündelik dilde, gerekse resmî yazışmalar ve hukuk metinlerinde kullanılan
kelime ‘tedhiş’; yani, ruhlara dehşet salma. Dehşet de tedhiş de, müd(t)hişle
birlikte aynı Arapça kökten (dhş) türemiş kelimeler.
Tedhiş,
terörün bire bir karşılığı. Tedhişçilik/terörizm de, ağırlıklı olarak siyasal
hedeflerine ulaşmak için insanları ruhuna dehşet salarak, onları yıldırıp
sindirmek, yazacağını yazamaz, söyleyeceğini söyleyemez, yapacağını yapamaz,
gideceği yere gidemez, kısacası mefluç (flc kökünden, felçli) hâle getirmek; yani kendisine özgü değerleri, normları,
ideal ve hedefleri olan bir ideoloji veya siyasal doktrin değil, doğrudan
doğruya bir eylem metodu ve icraat tarzı.
İnsanların
ruhuna dehşet salıp, onları mefluç hâle getirmek, ancak ve ancak şiddet, kaba
güç kullanmakla, silah kullanma/kullandırma gücüne sahip olduğunu göstermekle
mümkündür. Ancak önemli olan, bu gücün/şiddetin kime karşı, nerede, ne zaman
kullanılacağı bilinemesin, öngörülemesin, dolayısıyla insanlar bu şiddet/kaba
güç karşısında gerek psikolojik olarak gerekse fiziken hazırlıklı olamasın ki,
dehşete kapılıp mefluç hâle gelsinler...
Neoliberal
küreselleşme çağında, terör, terörist, terör örgütü, terörle mücadele retoriği,
bir kötülüğü defetmekten çok, emperyalist hegemonyayı dayatmanın, oligarşik
çıkarları güvence altına almanın, gerici-halk düşmanı iktidarların ömrünü uzatmanın, devletleri
çökertmenin, toplumların dokusu parçalamanın, sınırlı hakları ve özgürlükleri
de yok etmenin, muhalefeti etkisizleştirmenin bir aracı haline getirilmiş
bulunuyor...
Paradoksal
olan bir şey de, terör örgütü denileni asıl peydahlayıp, araçlaştıranların, bir
de terörle mücadele şampiyonu sayılmalarıdır. Mesela, Taliban, bir ABD-Suudi
Arabistan-Pakistan ortak yapımıydı. Afganistan'daki ilerici-laik rejimi çökertmek,
Sovyetler Birliğini püskürtmek amacıyla peydahlandı, eğitildi-donatıldı,
finanse edildi ve kullanıldı... Amaç hasıl olunca da 'terör örgütü' sayılıp lânetlendi... Başlarda ABD, Taliban'ı, genel olarak da
cihatçı grupları "özgürlük
savaşçısı" sayıyordu... Özgürlük savaşçıları 'neden ve nasıl terörist'
oldular? Eğer, saçma 'gerekçelerle', utanç verici yalanlarla Irak çökertilmemiş
olsaydı, İŞİD diye bir bela ortaya çıkar mıydı? Kaldı ki, hiç bir ülkeyi işgal
etmenin bir gerekçesi olamaz...
Terörün
bir tanımı var. Az çok ne olduğu belli. Fakat "terörist" ve "terör
örgütü" için aynı şey söz konusu değil... Durum, bu iki kelimeyi
kullananların, araçlaştıranların niyetine göre değişiyor... Şimdilerde terörist
ve terör örgütü kelimeleri, rejimin muteber saymadığı siyasi muhalifleri şeytanlaştırmanın,
cezalandırmanın, etkisizleştirmenin bir aracına dönüştürülmüş durumda.
Türkiye'de
'gerçek muhalif', rejim muhalifi olmak, [düzen içi muhalif değil] terörist
sayılmanın yeterli koşulu... O kadar ki, artık iş tamamen şirazesinden çıkmış
durumda... Geçen yıl soğan ve patates üreticileri, tacirleri ve hâl esnafı
"terörist" ilan edildi... Bu yıl bir adım daha ileri gidildiği
görülüyor. Artık AKP hükümetinin ekonomi politikalarını eleştirenler de topun
ağzında. Yakın tarihte Hazine ve Maliye Bakanı, şöyle dedi: "Birileri çıkacak, isimlerinin başında ekonomist, profesör yazan
ama bu ülkeye zarar vermeye çalışan, nereye hizmet etmeye çalıştığı, hangi
tabloları çizerek milleti korkutmaya, Türkiye aleyhinde bir algı oluşturmaya
çalışan bu kişilerin, terör eylemlerinde gördüğümüz ekipten farkı yok"...
Birinin
terör örgütü saydığını başkası özgürlük savaşçısı sayıyor. Bir dönemde özgürlük
savaşçısı sayılan başka bir dönemde terörist sayılıp-lânetleniyor... Ondan
fazla Cihatçı gruptan oluşan, Türkiye tarafından eğitilen, donatılan, finanse
edilen ve kullanılan, şimdilerde "Suriye Milli Ordusu" denilen Özgür
Suriye ordusu, Türkiye yönetimi için de, Suriye yönetimi için de aynı anlama mı
geliyor... Bunlar 'milli kurtuluşçu özgürlük savaşçıları mı, yoksa teröristi
mi? Ya da başka bir şey mi?
Boşuna,
"nereye bakıldığı değil, nereden
bakıldığı önemlidir" denmemiştir...
Türkiye'de
'Terörle Mücadele Kanunu' aslında terörle mücadeleden çok, ifade özgürlüğüyle,
düşünce özgürlüğüyle, eleştirel düşünceyle ve muhaliflerle mücadele aracına
dönüşmüş bulunuyor... Eğer öyleyse, bu kanunun adını, "ifade özgürlüğüyle
mücadele kanunu" olarak değiştirmek iyi bir fikir olabilir...
Bu
dava, söz konusu yazıda 'terör örgütü propagandası' yapıldığı için
açılmamıştır. Tam tersine, dava açmak için bahane yapılmıştır. Terörle Mücadele
Kanunu'nun 7/2 maddesinde tarif edilen suçun oluşması için gereken eylemler; "cebir, şiddet veya tehdit içeren
yöntemlerini meşru göstermek, cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini
övmek, bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propaganda yapmak" olarak
tanımlanmıştır... Benim yazımın hiç bir yerinde söz konusu unsurların zerresi
bile bulunmamaktadır... Yazıyı okuyan 'ortalama biri' asla öyle bir amacın
mevcut olmadığını rahatlıkla teslim edecektir. Acaba sayın savcı, yazının
neresinde bir örgütün eylemlerini meşru
gösteren, öven veya o yöntemlere başvurmayı teşvik eden bir şeyler bulmuştur?
İfade
özgürlüğünü yasaklayan/cezalandıran bir rejim, kısa vadede durumu kurtarsa da,
bu aslında kendi ayağına kurşun sıkmaktır. Zira, orta ve uzun vadede çürüme ve
çöküş kaçınılmazdır.
İfade
özgürlüğü, özgür tartışma, bir toplumda 'gerçek yurttaş' olmanın da önkoşuludur.
Bir toplumun uygarlık düzeyi, sadece sahip olduğu maddi zenginlikle ölçülmez...
Yüksek, binalara, hızlı trene, cep telefonuna, F-35 savaş uçağına, insansız
hava aracına, devasa camilere, oto-yollara, köprülere, tünellere, AVM'lere...
sahip olmak uygarlığın ölçüsü değildir... Uygar toplum, başta ifade özgürlüğü
olmak üzere, özgürlüklerin gerçekleşmesini, demokrasinin yerleşmesini
varsayar... Maalesef bu ülkede geçerli bağnaz resmi ideoloji, 'toplumun kendisi
hakkında düşünme yeteneğini dumura uğratıyor...
Bu
devlet ifade özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü neden ve kimin için yasaklıyor? İşte, 'devlet çıkarı' deniyor. Aslında devlet
çıkarı denilen, son tahlilde 'mülk sahibi sınıfların' çıkarından başka bir şey
değildir...
Düşünce
özgürlüğü tüm özgürlüklerin anasıdır. Soyut bir şey değil, doğrudan sınıf
mücadelesini angaje eden bir şeydir. Dolayısıyla, özgür düşünceyi, özgür
tartışmayı, ifade özgürlüğünü yasaklayan bir rejim, önünü göremez, yolunu
bulamaz çürür ve çöker... Susturulmuş
bir toplum, hastalıklı bir toplumdur... Eğer bu ülkede, bağnaz-köşeli resmi
ideoloji, toplumun kendisi hakkında düşünme yeteneğini dumura uğratmasaydı, ifade
özgürlüğü olsaydı, Türkiye bu günkü durumda olmaz, derin bir yolsuzluk [corruption]
sarmalına hapsolmaz, ülkenin varı- yoğu bir avuç soyguncu çetesi tarafından
yağmalanmaz, talan edilmez, Suriye'de bataklığa saplanmazdı... Tabii "Yüz
yıllık bir Kürt sorunu" da olmazdı...
Eski
dilde, özgür tartışmanın önemini anlatmak için, “Barika-i hakikat, müsademe-i
efkârdan doğar”, hakikatin ışığı, fikirlerin çarpışmasından meydana gelir"
denmiştir. Şeylerin gerçeğine nüfûz etmenin yolu, tartışmadan, eleştiriden,
sorgulamadan geçer. Şeyleri adıyla
çağırmamak bir yalan söyleme yöntemidir...
'Asıl
terör devlet terörüdür' demek, ateş yakar, şeker tatlıdır demek gibi bir 'totolojidir',
malumu ilam etmektir. Devlet, şiddet
kullanma tekeline sahip yegane aygıttır... Terör uygulamak için çok geniş
imkânlara sahiptir. Zira, devlet, bidayette, zora, şiddete, baskıya dayanarak
tesis edilmiştir ve zora, şiddete, tedhişe dayanarak da varlığını
sürdürmüştür...
George
Orwell: "Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği
söyleyenlerden de o kadar nefret eder" demiştir...
Entellektüelin
misyonu ve varlık nedeni şeyleri açık etmek, şeylerin gerçeğine nüfûz etmektir.
Ben
bir yazarım, akademisyenim, Özgür Üniversite'nin de başkanıyım. Benim adımın
terör, terörist, terör örgütü propagandası...gibi kelimelerle birlikte anılması
size mantıklı ve inandırıcı geliyor mu?
Derin bir sosyal
eşitsizlik ve skandal düzeyde adaletsizlikle malûl bu dünyada, bu sınıflı toplumlarda,
her zaman gerçeği söylemenin bir bedeli vardır... Ve her zaman o bedeli ödemeye
hazır olanlar da vardır ki, onlara da entellektüel deniyor...
Maruzatım
bundan ibarettir... Saygılarımla...
Prof. Dr. Fikret
Başkaya
22
Kasım 2019
KORONA VİRUS’ÜN HATIRLATTIKLARI…
Fikret Başkaya
“ Özgür halk, bu günkünden
farklı şeyleri hâlâ tahayyül edebilen halktır”.
Raymond Ruyer*
Korona Virüs [Covit 19] ‘tartışmalarını’ sağlıklı bir zemine
taşıyabilmek için, ‘kırılganlık’, ‘beklenmedik doğal olaylar’, ‘risk’ ve ‘felaketten’ ne anlaşılması
gerektiğine açıklık getirmek gerekiyor… Aksi halde, hamasetin ve egemen
söylemen dışına çıkılamaz, havanda su dövmenin ötesine geçilemez…Beklenmedik
doğal olaylar, ortaya çıktıkları anda insanların müdahale edemediği, işte, sel,
kasırga, hortum, volkan patlaması gibi
olaylardır. Aslında benzer kökenden olmasa da, öldürücü Korona Virüs’ ü
de aynı kategoriye dahil etmek mümkündür. Tabii bu tür olaylar insanlar için
bir tehlike, bir risk oluştururlar… Kırılganlıksa, söz konusu beklenmedik doğa
olaylarının öngörülebilir etkilerini ifade eder… Felaket de, potansiyel riskin
gerçekleşmesi demektir…Bir yanar dağ patlaması öngörülebilir değildir, ama aynı
şeyin tekrarlanabileceğini dikkate alarak hareket etmek gerekir. Eğer
yanardağın eteğine bir kent kurmaya kalkılırsa, bu ‘kırılganlığı’ dikkate
almamak, felakete davetiye çıkarmak olur…Mesela bir coğrafi bölgede kasırgalar,
hortumlar, sel baskınları oluyorsa, bu bir kırılganlık halidir ve tedbir almayı
gerektirir…Eğer tedbir alınmazsa, potansiyel gerçekleşir ve bir felâket tablosu
ortaya çıkar. Söylemek istediğime bir örnek şöyle: 2004 yılında Küba’da İvan
Kasırgası, bir yıl sonra da, [2005] ABD’de Katrina Kasırgası patlak verdi
ve Florida’yı, Misisissipi’yi, Luiziyana’yı vurdu. İkisinin de şiddeti ‘5’inci
kategorideydi‘, ikisinde de rüzgârın hızı 249 km/saatin üzerindeydi… Küba’da
tek bir ölüm olmadı ama ABD’de 1836 ölü ve 135 kayıp vardı…
Depremin ne zaman olacağı bilinmez ama ‘olacağı’
bilinebiliyor… Mesela, Elazığ’da deprem
olacağı biliyordu ve hiçbir şey yapılmadı, kırılganlık felakete dönüştü..
Bir şeyler yapması gerekenler ne mi yaptı? Ölenlere Allahtan rahmet, geride kalanlara
sabır diledi…Fakat haklarını yememek gerekir, ölenleri şehit ilan
ederek durumu kurtardılar… İstanbul’da şiddetli bir deprem bekleniyor.
Tedbir almak şurada dursun, çürük binaların yapılması teşvik ediliyor, çürük
binalar için ‘imar affı’ çıkarılıyor, deprem toplanma alanlarına devasa AVM’ler, lüks oteller, vb. inşa ediliyor… Hızını
alamayan AKP, bir büyük cinayete daha niyetli ve kararlı olduğunu gösteriyor…
Ülke Korona belasıyla cebelleşirken, Kanal İstanbul ihalesi yaparak,
asıl derdinin ne olduğunu gösteriyor… Eğer bir gün deprem olursa, neler
olabileceğini tahmin etmek zor değil… İyi de, olabileceklerin bir sorumlusu olmayacak
mı?
Sağlık hizmetleri özelleştirildi. Aslında sağlık
hizmetlerini özelleştirmek, kâr aracına indirgemek, bir insanlık suçudur. Her
şeyden önce gayri insanîdir… Asla kabul edilebilir değildir...Sağlık sistemini
özelleştirmek demek, sağlık alt-yapısını da çökertmek demektir. Sağlık sistemi
çökertilmiş bir toplum da Korona virüs dahil, hiçbir hastalıkla, hiçbir
pandemiyle gerektiği gibi mücadele edemez…
Özel bir hastanede temel kaygı, bir Coca-Cola
şirketindekinden farklı değildir. Biri kâr etmek için Amerikan şerbeti satar,
diğeri insanların hastalığından, çektiği acıdan kâr eder… Orada hasta bir
‘müşteridir’…Özel hastane daha çok hasta ister. Hasta sayısının sürekli
artmasını ister… Artık sağlık hizmeti kâr etmenin bir aracına dönüştürülmüş
durumda… Kamu hastaneleri de ‘özel sektör’
mantığına, kapitalist mantığa göre işliyor… Aslında orada da adı konmamış bir
özelleştirme var… Ne demek istediğimi görmek için şu performans saçmalığına
bakın yeter… Devlet Hastanesi denilenlerde her hastaya ayrılan süre sadece 5
dakika… Psikolojik şikayetle psikiyatristin karşısına çıkan bir hastaya o hekim
beş dakikada bir teşhis koyup- tedavi önerebilir mi? Bir Psikiyatrist hekim bir
günde 80 hastaya bakabilir mi? Bundan daha büyük saçmalık, bundan daha büyük
çelişki, bundan daha büyük akılsızlık olur mu? Bu, tıp etiğine de mugayir değil
midir? Daha çok hasta daha çok kâr demektir çünkü... Kapitalist tıbbın geçerli
olduğu yerde, Koruyucu Hekimliğe de yer yoktur. Oysa, kırılganlığı
azaltmak için koruyucu hekimlik vazgeçilmezdir… Ultra liberalizmin bir gereği olarak, sağlık hizmetleri özelleştirildi…
İnsan sağlığı bir kâr aracına dönüştürülürken, Dünya Sağlık Örgütü [WHO] kılını kıpırdattı mı? Siz o Birleşmiş
Milletler Örgütü şemsiyesi altında oluşturulan sözde ‘uluslararası’ kurumların
ne işe yaradığını sanıyorsunuz? Aslında tüm BM örgütlerinin asıl misyonu ve
varlık nedeni, İkinci Savaş sonrasında oluşan emperyalist statükoyu
‘meşrulaştırmak ve dayatmaktır’… Hepsi emperyalist sömürünün, yağma ve talanın
hizmetindedir… Gerçek durum öyledir ama, prestijleri de pek
yüksektir… Sağlık hizmetlerini özelleştirmenin ne demeye geldiğini merak
ediyorsanız, ABD’ye, ve AKP Türkiye’sine bakın… ABD’de sağlık hizmetlerine
erişemeyen, sağlık sigortası olmayan 86 milyon insan var… Nüfusunun yaklaşık
üçte biri… Tabii, her birinin serveti küçük bir ülkenin milli gelirinden fazla olan dolar milyarderleri de boşuna
türemiyor… İki yıl önce Dünyanın en zengini Jeff Bezos’un serveti 150 milyar
dolardı… Servetinin 1 günde 8 milyar dolar arttığı bile oluyor…
AKP, 2002’de iktidara geldiği günden beri ekonominin
temelini aşındırmak için ne gerekiyorsa yaptı. Ülkeyi sanayisizleştirdi, tarımı
çökertti, kamu hizmetlerini budadı, eğitimi ve sağlık hizmetlerini metalaştırdı-özelleştirdi,
kentler yaşanmaz yerler, tuhaf insan siloları haline geldi, doğal çevre
tahribatı tehlikeli bir eşiğe ulaştı, akla gelen ne varsa özelleştirildi,
parayla alınıp-satılan nesneler, ‘ölü metalar’ haline getirildi. Su, enerji,
iletişim dahil, insan ve toplum hayatının her veçhesi metalaştırılıp, birer kâr
aracına dönüştürüldü… Herkesin olan, olması gereken, yaşam kaynakları, yaşam araçları
ve alanları olan Müşterekler metalaştırıldı, özelleştirildi, bir kâr
aracına indirgendi ve tasfiye edildi. Oysa müşterekler, insanları,
toplumu bir arada tutan tutkaldır… Onların değerini ancak
kaybettiğinizde anlarsınız… Müştereklerden yoksun bir toplumsal yaşam mümkün
değildir… Birilerinin sudan kâr etmesi kabul edilebilir bir şey midir? Bundan
büyük saçmalık, bundan büyük ayıp olur mu? O kadar da değil, içtiğimiz-kullandığımız
sudan bir de vergi almanın mantığı nedir? Korona Virüs, tüm bu kepazelikleri,
utanmaz yağma ve talanı, akılsızlıkları, saçmalıkları anlamaya, bilince
çıkarmaya vesile olabilirse, her musibette bir hayır vardır deyişi bir
karşılık bulacaktır…
Yaşamakta olduklarımız sadece bizi angaje eden şeyler
değil…Tüm “Büyük İnsanlığın” sorunu… Kapitalist sömürü, yağma ve talan düzeni
artık yolun sonuna geldi. Potansiyelini tüketti… Sosyal kötülüklere ekolojik
yıkım eşlik ediyor… Bu aşamadan sonra insanlığa teklif edebileceği bir şey yok!
Artık, gereğini yapmak için ayağa
kalkmanın gerekli olduğu zaman gelmiş bulunuyor… Eğer bu dünyanın
ezilen-sömürülen ‘gerçek sahipleri’, tarihsel misyonuna sahip çıkmakta
gecikirse, vahşet ve barbarlık kaçınılmaz olacaktır… Büyük İnsanlık ona razı
olacak mıdır? Aslında sorun öyle sanıldığı kadar zor da değil, bilinç dünyasını
angaje ediyor…İdeolojik köleliği aşabilmekle ilgili… Bilincin
özgürleşmesiyle ilgili… Bütün mesele, ‘güçlünün güçsüzlüğüyle, güçsüzün
gücü’ arasındaki çelişkinin aşılmasına bağlı. Zira bir yanda asıl gücün
sahibi olan ama gücünün farkında olmayanlar ; diğer tarafta da güçlerinin
farkında olmayanların o zaafından yararlanan yeryüzünün egemenleri var…
“Bu
ancak şu anlama gelebilir: Oradan çıkmak için yol yok değil ama artık vakit,
bugüne kadar bellediğimiz bütün eski yolları terk etme vaktidir”.
Aimé Césaire
“Eski
dünya ölüyor, yenisi ise ufukta görünmüyor ve bu alacakaranlıkta canavarlar
ürüyor”.
Antonio Gramsci
Kapitalizm
krizlerle yol alabilen bir sistem. Krizler arızi, beklenmedik bir şey değil,
sistemin mantığına ve işleyişine içkin… Kapitalizmin tarihi, devresel ve
‘yapısal krizlerin’ de tarihidir. Fakat şimdilerde durum farklı… Artık söz
konusu olan, geçmişte yaşanan krizlerden biri daha değil. Dolayısıyla içinde
bulunduğumuz durumu kriz kavramı karşılamıyor. Bu bir çöküş halidir;
zira kriz, normal ‘denge durumundan’ bir sapma demeye gelse de geri
dönüşü de ima eder… Çöküş ise geri dönüşü olmayan eşiğin aşılmasıdır… Artık
hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak…
Birincisi,
yeni durumda artık ‘kriz’ şu veya bu sektörü ya da veçheyi angaje etmiyor. Aynı
zamanda ekonomik, finansal, ticari vb. toplumsal yaşamın tüm veçhelerini
girdabına almış durumda… İkincisi; sadece şu veya bu ülkeyi ilgilendirmiyor, küresel
bir nitelik taşıyor. Üçüncüsü; sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal,
ekolojik, iklimsel, politik, etik kriz söz konusu…Bunun anlamı, hastalığın tüm
bünyeyi sarmasıdır… Gramsci’nin organik kriz, Samir Amin’in bunak
kapitalizm dediği durum… Gerçek durum böyle ama burjuva akıl hocaları,
aracın hâlâ aynı rotada yol alabileceğinden şüphe etmiyor…
İkinci
emperyalistler arası savaş (1945) sonrasında, hâkim politik yönetim modeli
‘parlamenter demokrasi’ veya ‘temsili demokrasiydi… Sağ ve sol partilerin etkili
olduğu bir politik yaşam geçerliydi. Savaş sonrasının sınıfsal güç dengeleri, başta işçi sınıfı olmak üzere, bir bütün olarak ezilen
ve sömürülen kesimlerin pazarlık gücünü artırmış, önemli kazanımlar sağlanmıştı…
Döneme ‘refah devleti’ veya ‘sosyal devlet’ damgasını vurmuştu…
Liberal-muhafazakâr partiler de ‘sosyal devlete’ uyumlanmışlardı - aslında uyumlanmak
zorunda kalmışlardı. İktidardaki partinin adından bağımsız olarak, az-çok
benzer ekonomik ve sosyal programlar söz konusuydu.
Ne
var ki kapitalizm 1970’li yılların ortasında yeniden yapısal krize girdi.
1980 sonrasında sermayenin tek yanlı çıkarını gözeten gerici neoliberal politikalar
dayatıldı. Ve geride kalan kırk yılın sonunda kapitalizm krizden çıkabilmiş
değil… Çıkma ihtimali de yok… Söz konusu olan, benim nihai kriz dediğim
durum… Neoliberalizmin dayatıldığı dönemde tüm rejimler meşruiyet kriziyle yüz
yüze geldiler. Rıza üretme, gönüllü kabullenme üretme yetenekleri aşındı… Başka türlü söylersek, kitleleri
aldatmaları ve oyalamaları zorlaştı… Zira kitlelere teklif edebilecekleri bir şey
yok… Çığ gibi büyüyen sosyal kötülüklere (işsizlik, açlık, yoksulluk, insan
havsalasını zorlayan gelir dengesizliği…) ekolojik yıkım ve iklim krizi de eklenmiş
bulunuyor ve tüm bu krizler karşılıklı olarak birbirini azdırıyor…
Neoliberalizm
‘çağında’ sol-sosyalist işçi partileri de gerici neoliberalizme teslim oldular
ve sağ-sol ayrımı silikleşti… Başka türlü söylersek, neoliberalizme uyumlandılar…
Söylemlerinin artık bir karşılığı yok. Malum, zemin çökerse, üzerindeki
her şeyle birlikte çöker... Neoliberalizmin dayatılmasıyla sosyal demokrasinin de
varlık nedeni ortadan kalktı. Onun da iddiasının bir karşılığı kalmadı… Zira bu
dünyada sınıfsal güç dengelerinden bağımsız bir sosyo-ekonomik-politik
paradigma mümkün değildir… Öyle istediğiniz zaman, istediğiniz programı uygulayamazsınız…
Artık sosyal demokrasi mümkün değil ama başka şey yapmak, başka türlü yapmak
mümkün…
Bunak
kapitalizm
kendini yeniden üretmekte zorlanıyor. Yeteri kadar büyüyemiyor, ‘yeni değer’, ‘artı-değer’
üretemiyor. Çareyi doğayı yağmalamakta, canlıyı metalaştırmakta görüyor ama
nafile… Zira temelli bir çelişki söz konusu: Büyüyemediğinde, yeteri kadar ‘yeni
değer’ üretemediğinde sosyal kötülükleri azdırıyor. Büyüdüğünde ise doğa
tahribatını derinleştiriyor, yaşamın temelini aşındırıyor. Velhasıl tam bir boşa
koysan dolmaz, doluya koysan almaz durumu söz konusu… Bu da artık kapitalizm
dahilinde bir çözüm, bir gelecek yok demektir…
Böylesi
bir durum ortaya çıkmışken, neyin yapılması gerektiği de artık bir sır değil. Birincisi;
üretim etkinliğinin mübadele değeri yerine, kullanım değeri üretmeye endeksli
bir rotaya sokulması yani aslına rücu etmesi gerekiyor. Zira yaşanan tüm
kötülüklerin nedeni, üretimin kâr amacıyla, sermayeyi büyütme amacıyla
yapılmasıdır… İkincisi de üretimi doğanın kendini yenilemesine imkân
verecek şekilde tasarlamak; yani toplumsal ihtiyaçları karşılarken, doğanın
dengesini ve sınırlarını gözetmek… Kapitalizm sınırsız büyüme ve genişleme
dinamiğine sahiptir. Oysa bu dünyanın kaynakları sınırlı… Bir zaman geliyor, sınırsız
büyüme, kaynakların sınırına dayanıyor… Kapitalizm dahilinde bir
çözüm yok derken, kastedilen bu…
Dolayısıyla
insanlığın ve uygarlığın ulaştığı bu kritik ‘kavşakta’ siyaset yapma tarzının
da radikal bir değişikliğe uğratılması gerekiyor. Eğer bir uygarlık ömrünü
tamamlamışsa, toplum çoğunluğunun temel ihtiyaçlarını (su, ekmek, konut,
güvenlik, sağlık bakımı, eğitim, ulaşım, kültür…) asgari düzeyde bile
karşılayamaz durumdaysa, üstelik yaşamın temelini aşındırmadan da yol alamıyorsa,
farklı bir şey yapmaya bir engel var mı? Yeni bir yaşam tarzına, insana ve doğaya
saygılı bir uygarlığa giden yol neden aralanmasın; insan irade sahibi bir canlı
olduğuna göre… Eğer soruyu soracak yüksekliğe çıkılmışsa, cevap da potansiyel bir
olasılık haline gelir…
Burjuva
siyasetçileri, hâlâ aracın aynı rotada yol alabileceğinden asla şüphe
etmiyorlar… “Eskisi gibi” yapılabileceğini sanıyorlar. Kapitalizmin bezdirdiği,
dünyanın tüm zenginliklerini yaratan geniş emekçi kitleler – yeryüzünün lanetlileri - burjuva politikacılarının
yalanlarına eskisi kadar inanmıyorlar; ancak henüz alternatif bir program ve
perspektifle, küresel oligarşinin karşısına dikilmiş de değiller… Oysa top onların
elinde, oligarşilerin değil… Fakat o topu nereye atacaklarını henüz bilmiyorlar…
İşte bütün sorun bu çelişkinin aşılmasına bağlı görünüyor… Geniş emekçi
sınıfların ellerini çabuk tutmasını gerektiren bir neden daha var: Eğer bu
yıkıcı, yok edici sefil sürece vakitlice müdahale edilmez ise, geriye
kurtarılacak bir şey kalmayabilir… Zira, doğa tahribatı- ekolojik yıkım
derinleşiyor, iklim krizi de bazı ahmakların sandığı gibi bir tevatür değil…Aslında
şeylerin nasıl sarpa sardığını görmek için derin uzmanlık gerekmiyor… Yaşanılanlar
tereddüde mahal kalmayacak kadar ortada…
Sorun
çözme yeteneği aşınmış rejimlerin elinde şiddeti, baskıyı, devlet terörünü ve
yalanı dayatmaktan başka çare yok. Dünyanın hemen her yerinde faşizm benzeri baskıcı
rejimlerin türemesinin nedeni, sistemin sorun çözme yeteneğinin aşınmasıdır. Zira
kapitalizm dahilinde, egemen sınıfların manevra alanı iyice daralmış bulunuyor…
Yalan ve şiddetle bir yere kadar gidilebilecektir.
Bu
gezegende hiçbir üretim tarzı, hiçbir uygarlık ve yaşam tarzı varlığını ilelebet
sürdüremez ve kapitalizm bir istisna değil. Yerini mutlaka başka bir uygarlık
alacak. Zira kapitalizm, kendinden önceki uygarlıklar gibi
reforme edilebilir, insafa gelebilir bir sistem değildir… Öyle görünüyor ki,
insanlık tarihinde ilk defa eski
uygarlığın yerini alacak olan yeni uygarlık, insanların bilinçli eyleminin eseri
olacak. Sömürünün, baskının, şiddetin, sosyal eşitsizliğin olmadığı,
özgürlüklerin ve demokrasinin sahte bir söylem olmaktan çıkıp bir gerçekliğe
dönüştüğü, insanın emansipasyonunun (kurtuluşunun) gerçekleştiği,
insanın artık eksik insan olmadığı yeni bir uygarlığa giden yol
aralanacak…
Türkiye’nin
mülk sahibi sınıfları ve yönetici elitleri insanlara 100 yıldır “muasır
medeniyet seviyesini yakalamayı ve aşmayı” vadediyor. Lâkin hedef ufukta bir
çizgi gibi hep uzaklara kayıyor… Şimdilerde dinci AKP 2053, değilse 2071’de
amacın hasıl olacağından emin görünüyor… Aslında ‘muasır medeniyet’, dünyanın
geri kalanını sömüren, yağmalayan, talan eden emperyalist-kolonyalist- ırkçı
kapitalist ülkeler demek. Onların nesi sizi cezbediyor? Faşizmleri mi, jenositleri
mi? Aralıksız peydahladıkları savaşlar mı, “iklim krizi mi”, “ekolojik yıkım
mı”, ‘nükleer kış’ riski mi, neden oldukları açlık ve sefalet mi? İnsanlığı ve
uygarlığı yok oluşun eşiğine taşımaları mı? Sizin ‘muasır medeniyet’ dediğiniz
‘Büyük İnsanlığa’ açlık, yoksulluk, sefalet, ekolojik yıkım ve aşağılanmadan
başta ne vadediyor? Dolayısıyla neyin ne olduğunu bilmek önemlidir denecektir…
Fakat
bir şey daha var: Kapitalist dünya sistemi dahilinde emperyalist ülkeleri
yakalamak mümkün değildir… Kapitalist sistem hiyerarşik bir yapılanmadır.
Pramide benzeyen bir yapı ve işleyiş söz konusudur. Pramitin aşağılarında yer
alanlar yukardakiler tarafından sömürülürler. Aşağıdan yukarıya doğru kaynak
(zenginlik) akışı söz konusudur… Aşağılardakilerle yukardakiler arasında sömürü, bağımlılık, hakimiyet, tâbiyet
ilişkisi geçerlidir… Başka türlü söylersek, aşağılarda yer alanlar yukardakiler
lehine sürekli olarak yoksullaşır-kimliksizleşir… Sistem doğası gereği, aynı
anda zenginlik ve yoksulluk, ‘gelişmişlik’ ve ‘azgelişmişlik’ üretmeden yol alamaz-var
olamaz… Aşağıdakilerin tepeye tırmanması asla mümkün değildir… Velhasıl
kapitalist dünya sistemi tam da Bertholt Brecht’in tahterevalli şiirinde
resmettiği gibidir… Kapitalist-emperyalist dünya sistemi dahilinde ‘muasır medeniyet’ denileni “yakalamak” hem
mümkün değildir ve hem de zaten arzulanır
bir şey de olmamalıdır… Orada sizi cezbeden ne var?.. Emperyalist Batı’nın
şımarık zenginliği ne pahasına mümkün oluyor?
Esasen
‘ekolojik sınır’ da yakalamaya izin vermez. Mesela tüm ülkeler ABD kadar
üretseydi, tüketseydi, onun gibi yaşasaydı, 5 gezegen gerekecekti… 1970-2017
döneminde doğadan yaklaşık 2,5 trilyon ton materiyel çekilmiş… Bunun çok büyük
bölümünün zengin Batı ülkeleri tarafından kullanıldığını söylemeye gerek yok! Doğadan
çekilen bu kaynağın 1,1 trilyonu sürdürülebilirlik sınırının üstünde…
Başka türlü söylersek, doğanın ürettiği yeni kaynaktan yaklaşık %40’ fazlası
kullanılmış…
Türkiye’nin
şimdilerde içine sürüklendiği çöküş tablosunun gerisinde mülk sahibi sınıfların
ve yönetici elitlerin aldıkları üç viraj, yaptıkları üç tercih var: Birincisi
1952 yılında Türkiye’nin bir militer (askerî) emperyalist saldırı paktı olan
NATO’ya üye olması, ikincisi, 1980’de tam bir IMF-Dünya Bankası reçetesi olan
’24 Ocak Kararları’ ve onu hayata geçiren Amerikancı-NATO’cu 12 Eylül faşist darbesi
ve üçüncüsü de 2002’de dinci AKP’nin iktidara taşınması…
Türkiye
NATO’ya dahil olduğu andan itibaren artık adı konmamış bir ABD uydusuydu. O
tarihten sonra ekonominin rotası ABD’li uzmanlar tarafından belirleniyordu.
Sadece sanayi ve tarım politikası değil, eğitim ve ulaşım politikası da… Küçük
Amerika olma tercihinin bir gereği olarak… ABD’nin Türkiye’nin yöneticilerine
önerdikleri şunlardı: 1. Kamu sektörü, kamu girişimciliği
daratılmalıdır; 2. Özel sektör (sermaye) desteklenmelidir; 3. Özel sermayenin
büyümesi için uygun koşullar oluşturulmalıdır; 4. ‘Ağır sanayi’ projeleri
durdurulmalıdır; 5. Hafif sanayilere öncelik verilmelidir; 6. Ekonomik yapı ve
işleyiş ‘makayeseli üstünlükler teorisine’ göre dizayn edilmelidir; 7. Tarımsal
altyapıya ve tarımsal ürünleri işleyecek projelere ağırlık verilmelidir… Bu
öneriler, kalkınma perspektifinin defterden silinmesi, ulusal kalkınmacılığa elveda
demekti… Siz neden tren yolu ulaşımının kara yolu lehine feda edildiğini
sanıyorsunuz… Size daha çok petrol, asvalt, araba, iş makinası, vb. satsınlar
diye …
1980’de
24 Ocak kararlarıyla alınan viraj, tam bir kompradorlaşma tercihiydi.
O tarihten sonda ekonominin rotası dış belirleyiciklere emanet
edilmişti. Ekonominin üretici temeli hızla aşınmaya devam etti. Kompradorlaşmış
bir ekonominin iç eklemlenmesi etkisizleşir, farklı sektörler arasındaki
karşılıklılığın ve tamamlayıcılığın yerini dışarısı, dış belirleyicilikler
alır. Ekonomi dış belirleyiciliklerden daha çok etkilenir, yara alabilir hale
gelir… Tabii saman ve et ithal etmek de olağanlaşır…
Dinci
AKP 24 Ocak kararlarıyla başlayan süreci
nihai sınırına taşıdı. Türkiye’de siyaset bütçenin ve hazinenin yağmalanması
demektir ama AKP bütçenin ve hazinenin yağmalanmasının da ötesine geçti. Müşterekleri
ve doğa yağma ve talanını da denkleme dahil etti… Şu an itibariyle artık metalaştırılmamış,
özelleştirilmemiş, yağmalanmamış, talan edilmemiş, soysuzlaşmamış hiçbir şey
kalmadı… Türkiye ekonomisi ve toplumu tam bir çöküş tablosuna hapsolmuş
durumda… müşterekler dahil, her şeyin özelleştirildiği, özel mülk
kategorisine indirgendiği bir toplumsal yaşam sürdürülebilir değildir… Zira, müşterekler
(ortak yaşam kaynakları, araçları, alanları) toplumu – insanları- bir arada
tutan tutkaldır…
Çöküş
tablosundan çıkmanın yolu, geride kalan dönemde toplumdan çalınanı, gasp
edileni asıl sahiplerine iade etmekten geçebilir… Bunun için de üretim ve yaşam
araçlarını kamulaştırmak-sosyalleştirmek (devletleştirmek değil) ve demokratik
bir ekonomik- ekolojik-sosyal planlamayla yola devam etmek gerekiyor. Başka
türlü söylersek, radikal bir perspektif ve paradigma değişikliği olmadan çöküş
tablosundan çıkmak mümkün olmaz… O halde neyin olmayacağından hareketle, yeni
paradigmayı vakitlice ete-kemiğe büründürmek gerekiyor ve bu mümkün…
BİLİM
VE TEKNOLOJİ FETİŞİZMİNE DAİR KISA NOT…
Fikret BAŞKAYA
“
Bilim, sadece bilimcilerin ellerine bırakılmayacak kadar çok önemli bir şeydir”
Carl E. Sagan
“Düşünür
öldü. Yaşasın araştırmacı…”
Mehdi K. Benslimane
Fetişizm,
putçuluk, tapınmacılık anlamındadır. Toplumda teknolojinin her sorunu çözeceğine
dair tuhaf bir saplantı var... Aynı şey bilim için de geçerli… Bilimsel ve
teknolojik gelişmeler sayesinde bu dünyanın Cennet olacağı tasavvuru ve beklentisi
yaygın… Modern bilim ve teknoloji 400 yıldır gelişiyor, gelişiyor ‘teknik bilim harikaları’ insanları büyülemeye
devam ediyor... Lâkin her geçen gün dünya daha da yaşanmaz bir yer haline
geliyor… Canlı yaşam tehdit altında ve yıkım hızlanarak yol alıyor… Velhasıl,
söylemle gerçek, retorikle realite arasında derin bir uyumsuzluk ve tutarsızlık
var… Neden? Doğru sorular sorulmazsa olacağı budur ve her geçen gün doğru soru
soranların sayısı azalıyor. Akademi ve medya ‘doğru soru soranlara’ yaşam hakkı
tanımıyor… Esasen üniversiteler ‘ölü
bilgilerin’ depolandığı yerlerdir… Aykırı düşünceler her geçen gün
marjinalleşiyor… Şimdilerde ‘bilim diye tedris edilen’ çocukları, gençleri
itaatkâr yapmanın, disipline etmenin, soru sorma, düşünme yeteneklerini dumura
uğratmanın hizmetinde… Oysa, iyi soruları ancak ‘disiplinsizler’, ‘itaatkâr’
olmayanlar, ‘entellektüeller’ sorabilir… Şimdilerde ‘bilim’ sömürü düzenini
meşrulaştırmanın ve dayatmanın hizmetinde ama bilim ve ‘bilimcilerin’ itibarı çok
yüksek… Her kepazelik, her saçmalık
‘bilim’ ve ‘bilimsellik’ adına meşrulaştırılıp, dayatılıyor… Her akşam öbek,
öbek televizyonlarda ‘ahkâm kesen’ konunun uzmanları, her konunun uzmanları
söylemek istediğimi doğrulamıyor mu? Doğru soruları soranlar oralara
yaklaştırılır mı? Marx, boşuna “her şeyden şüphe et” dememişti… Eğer
bilim şeylerin gerçeğine nüfuz etmenin, anlamanın yolunu aralıyorsa, teknoloji herkes
için yaşamı kolaylaştırıyorsa, bir kıymet-i harbiyeye sahip olabilir…
Sadede
gelirsek… Onca bilimsel ve teknolojik gelişmeden, ilerlemeden sonra neden işler
sarpa sardı. Neden insanlığın ve uygarlığın geleceği tehdit altında? Burjuva
toplumunda sosyal düşünce kompartımanlara ayrılmış, dar uzmanlık alanlarına
indirgenmiş durumdadır… Daracık bir alanda “derin” uzmanlığa sahip bilimciler
ağacı görürler de ormanı görmezler… Başlarını kaldırıp ‘bütüne’ bakmazlar… Doğru
soruları sorma yetenekleri aşınmıştır. Oysa, hakikat bütündedir… Politika
dışında olmayı bir mazerete dönüştürüyorlar… Politika yapma işi sadece profesyonel
burjuva politikacıların işi sayılıyor… Oysa politikanın herkesin ‘işi,
herkesin ‘şeyi’ olduğunda bir anlamı ve değeri olur… Boşuna “İnsan politik bir
hayvandır” denmemiştir…
Şimdilerde
teknik bilim ve teknolojik gelişme toplumsal gelişmeden bağımsızlaştı. İnsanlığın
ortak eseri, bir müşterek olan teknoloji, kapitalist sınıf tarafından
gasp edildi… Fakat sadece gasp edilmiş değil, insanlığın çoğunluğuna, Büyük
İnsanlığa karşı bir silah olarak da kullanılıyor… Kapitalizm demek,
teknolojiyi işçilerin, emekçilerin, ücretlilerin, yeryüzünün lânetlileri ve
doğa aleyhine kullanmak demektir…
Kapitalizm
dahilinde her teknolojik gelişme, her ‘ilerleme’, her seferinde daha çok insanı
işinden ediyor, açlığa, sefalete, çaresizliğe sürüklüyor. Esasen sanayi
kapitalizminin tarihi, işçiyi makinayla ikame etmenin de tarihidir. Yeni bir
teknoloji üretim sürecine sokulduğunda, yarattığından daha çok istihdamı (işi)
yok ediyor… Mesela bir kapitalist işletmede bir önceki dönemin makinalarıyla
100 işçi istihdam edilirken, onun yerini alan yeni makinalarla 40 işçi yeterli
olabiliyor… Bu 60 proleterin üretim dışını atılması, açlığa ve sefalete mahkûm
edilmesidir… Sokağın başına yerleştirilen bir bankamatiğin kaç insanı işinden
ettiğini düşünün… Şimdilerde hastalığın teşhisi tıp aletleriyle yapılıyor… Bu
daha az hekim, daha az tekniker, vb. istihdam etmek demektir…
1820’li
yıllarda İsviçreli iktisatçı Jean de Sismondi, makinanın işsiz bıraktıklarına
makinenin yarattığı değerden pay verilmesini önermişti… Esasen makineleş
kollektif bir ilerleme olması gerekirdi… Fakat, kapitalistler tarafından gasp
edildi ve toplum çoğunluğuna karşı kullanıldı… Oysa her teknolojik gelişmenin,
ilerlemenin insanlığın tamamının yararına kullanılması gerekirdi…
Bir
şey daha var. Her teknolojik ilerleme daha az çalışarak daha çok üretmeyi
mümkün kılıyor ama gerçek yaşamda hiç de öyle olmuyor. Sanayi devriminin
başlangıcında buhar makinasının üretim sürecine sokulduğu dönemde, kadınlar, erkekler
ve çocuklar günde 15-16 saat çalıştırılıyordu… Şimdilerde dijital teknolojiler
yarattıkları yeni iş imkânından çok fazlasını yok ediyor… İşsizler ordusu çığ
gibi büyüyor ve burjuva politikacıları işsizliği önlemeyi vadediyor…
Oysa kapitalizm dahilinde işsizlikle asla mücadele edilemez… Sistemin mantığı
ona izin vermez…
Lâkin
kapitalizm sadece sosyal kötülükleri (işsizlik, açlık, yoksulluk, sefalet, aşağılanma…)
azdırmakla kalmıyor, bir bütün olarak canlı yaşamı da yok ediyor… Artık canlı
yaşam risk altında… 2-3 nesil dahilinde kapitalizmden çıkılamazsa, canlı
yaşamın riske girmesi, işlerin sarpa sarması kaçınılmaz olabilir…
Bir
şey daha var: İşsizler ordusu büyüdükçe işçi ücretleri üzerindeki baskı da
artırıyor ve ücretler düşmeye devam ediyor. Türkiye’de ve başka yerlerde asgari
ücretin açlık sınırının bile altında oluşunun nedeni ‘makinalaşma’… Dünya
ölçeğinde gelir dağılımının skandal düzeylerde seyretmesinin asıl nedeni de sözünü
ettiğimiz ‘temel eğilim’… Şimdilerde dünya nüfusunun %10’u toplam servetin
(zenginliğin) %90’nına el koyuyor. Ayrıcalıklı %10 da %90’nın sahip olduğunun
yaklaşık iki katına… Velhasıl, teknolojik gelişmenin meyvelerine kapitalist
oligarşi el koyuyor…
Bu
durumdan çıkmak, bilimi ve teknolojiyi insanlığın tamamın yararına kullanmak,
kapitalizmden dahilinde mümkün olmaz… Kapitalizm dahilinde işlerin daha da
sarpa sarması kaçınılmazdır…
Fakat
bir yanlış anlama da olmamalıdır. Burada söylenenlerden ‘teknoloji karşıtlığı’ sonucunu
çıkarmak haksızlık olur. İnsanı diğer canlılardan farklı yapan, onun buluş/
keşif/ alet yapabilme yeteneğidir ve bu son derecede önemlidir. Zira, alet,
makine daha az çabayla daha kolay, daha çok üretmeyi mümkün kılar. Tehlikeli ve
zor işler teknik ilerleme sayesinde yapılabilir hale gelir. Başka türlü ifade edersek, teknik, insan
varlığıyla özdeştir (consubstantielle). İnsana özgüdür… İnsan beyninin
gelişmesi de alet kullanmayla eşanlıdır… ‘Üstelik insanlar aletleri,
makinaları sadece kullanmıyorlar, aynı zamanda geliştiriyorlar. Önemli olan,
teknolojinin hangi sistemde, kimin yararına kullanıldığıdır… Teknolojinin neye,
kime yaradığı da doğrudan sosyo-politik sistemin (üretim tarzının) niteliğini
angaje eden bir şeydir…
Ezcümle,
kapitalizm dahilinde mekanizasyon, robotizasyon ve numerizasyon’un (sayısallaşma)
felaketle sonuçlanması kaçınılmazdır…
Bu
coğrafyanın yetiştirdiği değerli entelektüellerden biri, Fikret Başkaya
Hocamız, bir kez daha yargı karşısında.
Kitaplarını
okuyarak, Özgür Üniversite’deki derslerini izleyerek yetişmiş öğrenci
kuşaklarının “Fikret Hoca”sı, gerçekten de doğru bildiğini eğip bükmeden,
“başıma bir şey gelirse” kaygısına teslim olmadan
söyleyebilmesi/yazabilmesiyle, devlet içi ya da dışı hiçbir kuruma biat
etmeksizin özgürce kullandığı kalemiyle, aklının sınırsız eleştirelliğiyle, bu
ülkede “entelektüel” sıfatını en çok hak edenlerden biridir.
Hiç
kimseye, hiçbir kuruluşa teslim etmediği aklının özgürlüğünün bedelini
defalarca ödedi; yazdıklarından, söylediklerinden ötürü yıllarını geçirdi
parmaklıklar ardında. Kaç kez hâkim önüne çıktığını kendisi de hatırlamadığını
söylüyor.
Öyle
gözüküyor ki, Türk “adalet”i bugünlerde Fikret Hoca’ya bir kez daha bedel
ödetmeye kararlı. 2016 yılında bir internet sitesinde yer almış bir yazısından
dolayı, “Terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla hakkında bir dava daha
açıldı.
Burada
niyetimiz Fikret Hoca’nın söz konusu yazısında “terör propagandası” yapıp
yapmadığını, ya da “ne”yin “terör propagandası” olduğunu tartışmak değil.
Fikret Hoca’nın kendisini ve yazdıklarını en yetkin şekilde savunacağını
biliyoruz.
Biz
bu ülkede yargının düşünce ve ifade özgürlüğü ve her türlü eleştiri girişimi
karşısında bir iktidar “sopa”sına
dönüştürülmesine ilişkin kaygılarımızı yüksek sesle dillendirmek istiyoruz.
Cumhurbaşkanının
görüşlerini onaylamayan, hükümetin tasarruflarını eleştiren aydınlar,
akademisyenler, yazarlar, çizerler,
gazeteciler, hatta sosyal medyada muhalif görüşler dile getiren, paylaşan, “beğenen”
ortaokul öğrencileri, büyükanneler, dedeler, TV ekranlarında itirazlarını dile
getiren esnaf, işçiler bir anda kendilerini yargı önünde bulabiliyor. İktidara
karşı en küçük bir ifade, silahlı timlerin ev baskınları, sabaha karşı
yaka-paça gözaltına alınma, tutuklanma ve sonu belirsiz bir yargılama süreci
ile karşılaşıyor. “Dokunulmazlık” zırhıyla donatılmış milletvekillerinin dahi
bu kovuşturmalardan bağışık olmadığını gördük.
Ağzını açmadan
önce dokuz kez yutkunan, kamuya açık yerlerde arkadaşlarıyla konuşurken korku
dolu gözlerle etrafı kolaçan eden, sindirilmiş insanlar ülkesi, bir “polis
devleti” görüntüsü veriyor Türkiye.
Yargı
kurumunun bu “polis devleti”nin bir parçasını oluşturması, kaygılarımızı daha
da arttırıyor. Siyasal “suç”larda ne idüğü belirsiz “gizli tanık” ifadelerine
dayanarak hazırlanmış emniyet fezlekeleri, bu fezlekelerin “kopyala-yapıştır”
yöntemiyle Savcılık iddianamelerine dönüşmesi, ve yargıçların sanık ya da
avukat savunmalarını hiç dikkate almadan, aynı iddianameden “kopyala-yapıştır”
yöntemiyle hükümler üretmesi, Türk yargı sisteminin standart bir uygulaması
oldu, nicedir. Yargı sürecinin savunma ayağı, hiç bu denli değersizleşmemiş,
etkisizleşmemişti…
Artık biliyoruz,
mevcut iktidar eleştirilmekten haz etmiyor. Haz etmemek bir yana, her türlü
itiraz ve eleştiriyi, yargı “sopa”sıyla sindirmeye, bastırmaya kararlı
gözüküyor.
Oysa
eleştirinin iktidar(lar) için ne denli hayati olduğunu vurgulamaya gerek var
mı? Eleştirilere kulak tıkayan, onları bastıran iktidarlar, “tek ses”e,
monolitizme yönelirler ki bu da yapıları sklerotikleştirir (kireçleştirir),
debilleştirir (budalalaştırır), çürütür. İktidarlar ancak kendilerini
eleştirilere, karşıt görüşlere, itirazlara, farklı seslere açtıkları ölçüde
hayatiyet kazandırırlar kendilerine ve yönettikleri bünyeye…
Doğrudur,
pek az iktidar sahibi bu gerçeğin bilinciyle davranır. Bu nedenledir ki,
entelektüellerin, yazarların, bilim insanlarının ve genel olarak muhaliflerin
görüşlerini herhangi bir “kaza-belaya uğramadan” dile getirmelerini sağlamak,
bağımsız yargının görevidir. Gerçek
anlamıyla “bağımsız”, yani iktidarların “sopa”sı olarak davranmama tutumundaki
yargı, eleştirilerini dile getirenleri, yani Anayasa güvencesi altındaki
düşünce ve ifade özgürlüklerini kullananları değil, aksine, bu özgürlüğü
kısıtlamaya kalkışanları kovuşturmalıdır!
“Anayasal
hak ve özgürlüklerin yargı teminatı altında olduğu” savı ancak bu durumda
gerçeklik kazanabilecektir.
Akın Birdal
Alaeddin Şenel
Baskın Oran
Cengiz Gündoğdu
Doğan Özgüden
E .Ahmet Tonak
Ercan Kanar
Erdoğan Aydın
Erol Özkoray
Eşber Yağmurdereli
Filiz Kerestecioğlu
Gün Zileli
Hasan Cemal
İnci Tuğsavul
İsmail Beşikçi
İzzettin Önder
Kadir Cangızbay
Korkut Boratav
Ragıp Zarakolu
Sibel Özbudun
Şanar Yurdatapan
Taner Timur
Temel Demirer
Yücel Demirer
Not: Dünya çapında 100 ülkeden 150
yazar kuruluşunun üyesi olduğu Uluslararası PEN, 12 Kasım 2019’da yayınladığı
bir bildiri ile Fikret Başkaya’ya sahip çıktı.
Uluslararası PEN Hapisteki Yazarlar Komitesi
Başkanı Salil Tripathi, mesajda şu noktanın altını çiziyor: Türkiye’de
yetkililer, teröre karşı düzenlenmiş yasaları bir kez daha karşıt görüşleri
cezalandırmak için kullanıyor. Başkaya’nın makalesi, hiçbir şekilde terör
propagandası sayılamaz. Böyle sahte işlemler sonuçlanmadan, Türk otoritelerini,
Başkaya hakkındaki tüm suçlamaları düşürmeye davet ediyoruz. Hiç kimse,
görüşlerini barışçı yollarla ifade ettiği için hapse gönderilmemelidir.
Uluslararası İfade
Özgürlüğü kuruluşları ağı IFEX’e üye 5 kıtanın, 19 ülkesinden 22 kuruluşun
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hitaben yayınladığı mektupta “Fikret Başkaya’nın
barışçıl yollarla görüşlerini açıkladığı ve hakkındaki suçlamaların düşürülmesi
gerektiği” ifade ediliyor.
19.11.2019