Mehmet S. Fidancı

Yazar, Şair

Doğum
05 Temmuz, 1964
Burç
Diğer İsimler
Mehmet Sadık Fidancı

Poet and writer. He was born in Akdağmadeni/Yozgat in 5 July 1964. His full name is Mehmet Sadık Fidancı. He completed his primary and secondary education in Yozgat and Kayseri. He left the school when he was in fourth year of Hacettepe University Fine Arts Faculty Graphic Department. His poems were published in Yönelişler, Kanat, Dergâh, Son Duvar, A’raf, Son Duvar, Hece, Sonsuzluk and Bir Gün magaiznes. He was one of the founders of A’raf (1993) and Son Duvar (1997) magazines. He worked as an art director in an advertising agency in Ankara. He received Turkey Writers Union Essay Award in 1998 with his work Yol Gösterici. He was a member of TWU and also was vice general secretary for a while.

WORKS:

POETRY: Şi’rpençe (1997), Kapanan Pencere’den (1998), Kalbin Orta Yeri (2005).

ESSAY: Yol Gösterici (1998), Bakışlar Kıyısı (2003).

REFERENCE: TBE Ansiklopedisi (2001), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2009). 

AŞKIN KANAYAN PENCERESİNDE BİR ŞAİR

AŞKIN KANAYAN PENCERESİNDE BİR ŞAİR

 Ali K. METİN

Şiir tekdüzeliğin düşmanıdır dersek çok mu hamaset yapmış oluruz bilemem ama, şiirin doğasının tekdüzelikle bağdaşır olmadığını söylemeye hakkımız olmalıdır sanırım. Tekdüze olan herşey bir rutinleşme anlamı taşıyorsa eğer, şiir herşeyden önce buna muhalif bir enerjiyle açığa çıkan, gerçekleşen bir şeydir. Şiirsel duyuş ve yapı bu yüzden özgün bir kişilikle kendini belli eder. Özgünlüğü ya da daha doğrusu özdenliği müphem şiirsellikler, fotokopi duyarlıklar üzerine kurulmuş bir tezgahta 'zanaat' icra ederek ne izlek ne de dil düzleminde bir girizgâh oluşturabilecektir. Böyle üretimsel bir şiir hiçbir zaman varoluşsal sahicilik taşımaz, egemen kriter ve beğenilerin yedeğine sokularak kendini görücüye çıkarır ve 'iyi' şiir avcılığına soyunur. Bunun için şiiri sahici kılan değer derinliğinde, 'şiire has' o derinliktedir denilebilir. Şiiri oluşturan varoluşsal derinlik, şairin duyuş tarzında somutlaşan bir acı, boşluk ve yara biçiminde yaşantılanır.

Mehmet S. Fidancı, yayımlanan iki şiir kitabıyla da şiir konjonktüründeki tekdüzeleşmenin dışında duran bir şair kimliğiyle göründü. İlk şiir kitabı Şi'rpençe, Fidancı'nın bir şiir girizgahı oluşturduğunun bir çok işaretlerini verir. Şi'rpençe'nin girizgahı da şiirinin şahdamarını gösterir niteliktedir: 'yaradır/yankılanıp içinde döndüğüm kuyu'. Onun şiire bir yaranın kuyusundan düştüğü ya da bu kuyudan şiirini süzdüğü söylenecek olursa, şair mizacı büyük ölçüde yansıtılmış olacaktır. Mehmet S. Fidancı, kısa aralıklarla yayımlanan Şi'rpençe (1997) ve Kapanan Pencere'den (1998) adlı iki kitabıyla şair mizacını belirginleştirmiş olmanın yanında, şiirinin varoluşsal yönsemelerini izleksel bir bütünlük içinde de ortaya koymuştur. Bu bütünlük dikkate alındığında iki kitabın aslında tek bir kitap olarak okunması mümkün, hatta tek bir şiir gibi okunabilir.

Şi'rpençe'de şiirsel 'ben'le dış dünya arasındaki ilişki genel bir algılama düzeyinde dışavurulurken, Kapanan Pencere'den' de bu ilişki daha çok araya giren çeşitli mercekler yoluyla yansıtılır. Ancak 'ben'in varoluşsal söylemi ve etkinliği her iki kitapta da başattır. Şi'rpençe'deki aşk söylemi ne denli sancılı bir benlik süreciyle yoğrulmuşsa (ne çok tuhaf, ne çok şair, ne çok yalnızım), Kapanan Pencere'den’ deki mercekler de o denli şiirsel-varoluşsal ben'le ters yüz edilmiştir. Bu ters yüz edişte yaranın sürekli yankılanışıysa aşk izleğinin varoluşsal bir derinliğe doğru sürüldüğünü sezdirmektedir.

Aşkın bizatihi varoluşsal bir süreç içeren yaşayış olduğu söylendiğinde, ayrıca bir varoluşsallık vurgusu yapmanın totolojik içerik taşıyacağı düşünülebilir. Doğrusu kolayca reddedilebilecek bir itiraz sayılmaz bu. Aşk duygusu insanı bütünüyle kavrayan ve sarsan bir içsellikle tecessüm ettiğinden, her aşkın insanı 'açan', var kılan bir boyuta sahip olduğu muhakkak. Ancak bir yaşantı süreci olarak aşk, duygusallığın ötesinde boyutlar kazanarak, hayatın anlam ve değerine ilişkin belirleyici bir güce dönüşüyor. Büsbütün belirleyici bir güç. Hayatı güzelliklere dönüştüren bir şey olarak değil, hayatın ta kendisi olmak üzere açınlanan potansiyel bir bilinci de içeriyor. Aşkın insanın kurtuluşu demek olduğu, mistik bir aşkınlığa doğru evrilebilen çeşitli açınım biçimlerinden söz edilebilir böylece.

Fidancı'nın şiirlerinde mistik bir duyarlılıktan söz edebilmek imkanı yok gibidir. Onun aşkı daha çok, dünyanın içinde çatışan, dünyadan kurtulma değil, dünyasını -benliğini- kurtarabilme savaşımı veren bireyselliğin sınırlarıyla çevrilidir. (kararan leylâki gövdemin ortasında çöl hali). Bunun için kimbilir 'kaç yönlü gidiş'ler içinde ne kendinden ne de kalbinden emindir şair: 'kaygım bu, bu işte içimdeki sayrıl dönüş / oysa tenim yanmada nasıl / nasıl kudurgan bir isyanla / anla kalbim kötüdür benim...' kalbini kötüleyen bu bakış tarzı onun aşk izleğinin trajik bir yansımasıdır aslında. 'hiç birAŞK emzirmez mi beni' derken, buradaki trajiğin varoluşsal bir açlıkla tedirginlik arasındaki gelgitten olduğu anlaşılır. Bir taraftan 'acılı yanları'nın 'kandillerini yakar'ken, diğer taraftan mü’min yüreğinin kışkırtılmasıyla yaşanan bir 'hercümerc' içinde boyuna sınanan bir şeydir onda aşk: hangi yazgının çölüne indirmeli şimdi / hangi yenilgiyle sınamalı bir daha aşkı.

Aşkın varoluşsal devinimi tam da bu durumsal olanla düşsel ve eylemsel olan arasındaki gerilimde belirginleşir. 'Yaralı ikiz' gibi taşır 'bir trenin arka penceresinden' bakan resmini aşkın çıkmaz sokağında. Aşk onun için 'herşey' demek, onu bir çeşit 'nirvana'ya götürecek yoldur... 'hepbirkalbevarabilmeningezni'dir artık şair, 'som bir yürekten / ateşin ve külün yarattığı. Aşk giderek gövdesel olanla kalbi olanın çatışmasından ‘zambakkaranfilleylâk' karışımı bir yangına benzer adeta. Bu yangınlı bölgede gövdesel olan karşısında ‘yenilgiyi sürmekten mi bitkin' düşüldüğü sorulsa ve yaşanan bozgunlar pek 'anlaşılır' olmasa da, kalbini hep 'yerinde' ve 'sağlam' tutmaya çalışır şair. Herşeye rağmen, 'yazgımı kıracak gizli bir yordam cüreti: kalbim'...

Kalbin yazgıyla sürekli çatışma ortamına girdiği bu bağlamda Şi'rpençe ve Kapanan Pencere'den'deki aşk izleğinin diyalektik bir muhteva kazandığını söylemek mümkün. Gerçi diyalektik akılla yorumlanabilecek simgelere şiirde pek rastlanmasa da, şiirin varoluşsal diyalektiği simgelere aktarılıp indirgenemeyecek kadar akıcı ve coşkulu bir karaktere sahip. Özellikle Şi'rpençe şiirlerinin bir bütün şiir halinde akıp gidişi ve parantez dizelerle bu akışın durdurulamayıp sadece işaret taşları olarak şiir içinde işlevselleştirilmesi, şiirin diyalektik akışıyla karakterize edilmiş bir biçimselliği yansıttığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Yaşanagiden, iradî olarak sürdürülemeyen, dış ortamın -ilişki biçimlerinin belirleyiciliği ile kuşatılmış bir aşkın 'çıkmaz sokağında' bir yara gibi kanayıp duran benliğin, içselleşmiş ve süreğenleşmiş çatışmalar üzre sürüklenişine denk düşen diyalektik anlatım yapısıdır bu. Şiirde çatışma kutupları simgesel düzlemde yansıtılmıyor olsa da, aşkın çatışmalarla gelişen bir öz taşıdığını sürekli hissettiriyor bizlere. Şair, 'som bir yürekten. ateşin ve külün yarattığı / YENİDENAŞKLARINANKASI gibi gelecektim' derken, diyalektik gelişmeyi açıkça imlemektedir. Diğer taraftan varoluşsal kaos (çünkü ben hercümercim) içinde sürekli dönenip duran (kanayışın rahminde mi döllenir her şiir) bir şiirsel ben'in yaşadığı sıçramalar (bir şehrin kıvrımlı bedeninden sancağına / yitik aşklar çıkaran yegane krallığım), aşkı hep daha saf, daha derin kılmak için (hangi yenilgiyle sınamalı bir daha aşkı) sürdürülen savaşımın diyalektik bir süreç içerdiğini göstermektedir. Bu sürecin toplumsal (orda o papyonlunamaz kılıcılar ve parlamento binası) ve metafizik (yani eşyanın ötesiyle kıyasıya boğuştum) boyutlar kazanmış olması bir değişimin işaretleri olarak algılanabilir. Aynı zamanda, aşkın hayatı değiştirici, bütünsel bir güç olarak kuvveden fiile çıkışının da işareti sayabiliriz.

Kapanan Pencere'den'deki şiirler aşkın fiilleşmesini daha net bir düzeye çıkartır (aşkın taarruzu nerde başlar nerde biter). Burda henüz eylem haline gelmiş değil aşk, gelme yolundadır ancak (müdahil değildim tutsak da lâkin / tehlikeli bir çöl konulmuş iki yanıma / hangisinden geçsem aynı şehre çıkacak yolum / aynı sevgilinin eşiğine düşecek yankılı ölüm). Şair, aşkı 'Ölüm'le anlamlı kılma çabasına girişmiştir. Şiirsel ben daha dışa açılmış; bakış açısını daha dışa yönlendirmiştir (yüzlerce çocuğun ürkünç alınyazısı). İç huzursuzluğu devam etmekte (Kendine bir akrep / halinde ürüyor nicedir kederim), hatta daha da trajik durumdadır; (Büyüyor gitgide kalbimin çelişkili içeriği)...

Sözünü ettiğimiz diyalektiğin dış dünyanın 'sürekli tehlike'leriyle, 'sürekli birbirine karışan balçık'lar içre sürüp gittiği, günboyu 'yaşanan çatışmaların' yenik korsan duygularıyla harmanlandığı görülür. Varoluşun bu sancılı, sarsıntılı diyalektiğinde şairin 'kan tükürmekten' başka umarı yoktur belki, şiir hem dayanak, hemde kendini gerçekleştirmenin yoludur. Bunun için yaralarla yankılanan kuyusunda şair; 'sakin olmalı'dır. 'içten içe süren bir heyelan' halinde 'aşkın pergeli'ni çeşitli ilişkilerin ve hatıraların üzerinde dolaştırırken gerçek bir kurtuluşun da beklentisini taşır hep. (Hangi fırtınaya sığdırsam bu yabani taslağı). Elbette 'üstüne aşklar kondurulan sürgün nazarları' ndan gerçekleşecektir: 'çünkü her şeyin mevsimi' dir aşk.

 

Aşkın derin penceresinde durmaktadır şair ve 'kimsenin açıp kapatamadığı içinde / belki sadece kapatamadığı derin pencere' den 'o hayata selamlar...' göndermektedir. Fidancı'nın şiiri; 'bir kanayışın rahminde döllenmiş' ve sözünü ettiğimiz diyalektiğin varoluşsal düzleminde bir 'melez çiçek' gibi 'arasırauçurum'larda açmış, 'yani yüreğinin bir çıkışı / bir de inişi' biçiminde kanamıştır. Kanamalıdır da: şiir 'fazladan bir hayatın olduğunu anlamaya yakın' tutuyorsa bizleri, aşkla gülümseyecektir sonunda yüzlerimiz. İşte bu gülümseyiş uğruna yazıyor şiirlerini ve yankılı seslerle buluyor aşk okurlarını şiirinin çevresinde Fidancı. Şiirin hazzını vererek, 'Şiir olarak' kanayan sevgilerle...

 

(Ali K. Metin, Dergâh, sayı: 105)

 

Yazar: Ali K. METİN

“HAYATTAN HASTA” ŞİİRDEN SAĞLIKLI: “BÎİLAÇ” ÜZERİNE ŞAİRİYLE SÖYLEŞİ

“HAYATTAN HASTA” ŞİİRDEN SAĞLIKLI: “BÎİLAÇ” ÜZERİNE ŞAİRİYLE SÖYLEŞİ

 

Söyleşen: Dinçer APAYDIN

 

Dinçer APAYDIN: Kitabınız iki bölümden oluşuyor: “Hayattan Hasta”ve “Müsekkin”. Henüz şiir isimlerine bakıldığında fark edilen karşıtlık hissi şiirler okununca daha da belirginleşiyor. Bîilaç olana deva, kitabın içinde mi? Yoksa Bîilaç olanın çaresizliği mi vurgulanıyor?

 

Mehmet S. FİDANCI: Şiirde karşıtlık önemsediğim özelliklerden biri. Şiirlerin tamamına bakıldığında karşıtlık, birbirini tamamlayan ve devamlılığı olanla örgütlüdür. Ancak, karşıtlığın bende olmazsa olmaz gibi keskin hatları yoktur. Şiirin kendiliğinden bir hâli vardır, dile dayalı bir hâl. O hâl her şiirde farklı tezahür eder. Yani, olumlanan bir durum, bir başka şiirde olumsuzlukla dillendirilebilir. Sözü edilen karşıtlık dışında daha farklı bir karşıtlık örneği vereyim; “Hayattan Hasta” bölümünde “Kriz” adlı şiirin kapanış dizesi, “Ya da uzatın ömrünü acının, kısa sürdü burada işkence.” iken, “Müsekkin” bölümünde “Çare” adlı şiirin sondan bir önceki dizesi, “Yeter, olacaksa olsun artık, nihayete ersin işkence” olarak belirir. İlkinde acıdan elde edilen haz duygusu ve tabii ki direnme vurgusu betimlenirken, ikincisinde artık bıkkınlık boyutuna varan bir kurtulma, yok olma arzusu ifade edilmekte. Her iki dizede geçen “işkence”nin kendine özgü hâli karşıtlık anlamında farklı yerde durmakta.

Kitabı baştan sona bir tematik yapı içinde kurdum ve sonuçlandırmaya çalıştım. Bazen dizeler önce yazıldı bazen de başlıklar önce konuldu. Sonuçta, bu süreci yoğun ve hummalı bir emek harcayarak tamamladım. İnsan eksenli bir durumu; hastalık, ölüm, iyileşme, sağlık, acı, keder, çaresizlik gibi hâlleri şiir diliyle kurmak istedim. Bu yönüyle bütünlüklü bir kitap ortaya çıkardığım kanısındayım. Kitabın ilk bölümü “Hayattan Hasta”, hastalık ve hastalık hâlleri etrafında dönen kavramlar, temalarla icra edildi. İkinci bölüm “Müsekkin” ise, iyileşme sürecindeki temalara odaklı olarak kuruldu. Bununla birlikte, her iki bölümün yaslandığı ve asıl taşıyıcı durum “acı”dır. Sorudaki diğer husus, çaresizliğe deva arayışından ziyade hastalıkların ve etrafındaki durumların; acı, keder, yas, hüzün, ölüm, yitim gibi hâllerin şair zihninde nasıl karşılık bulduğu ve şiir diliyle nasıl bir anlama dönüştüğü ile ilgilidir.

 

D.A: Kitaba ismini veren şiiriniz “Bîilaç”, “N’aparsın hayat gelmiyorsa içinden” gibi güçlü bir mısrayla, görebildiğim kadarıyla Kurgan Edebiyat dergisinin Mayıs-Haziran 2011 tarihli ilk sayısında yayımlanmıştı. Kitabınız ne kadar zamandır hazırlanıyordu? Sizce yazdığı şiirleri bir araya getiren şair için geçen zaman, kitabın tematik bütünlüğü açısından bir düşman mıdır?

 

M.S.F: “Bîilaç” adlı şiire bahsini ettiğiniz tarihten birkaç ay kadar önce başladım. Zihnimi kurcalayan, dilimin altında dolaşan ve tasarladığım bir şeydi. Bundan önceki şiir kitabımKalbin Orta Yeri, 2005 yılında yayımlanmıştı. 2014’e gelene kadar aradan tam dokuz yıl geçmiş. Ağır ve aceleci olmayan bir insanım. Kitap, 2010 yılının sonlarında “Bîilaç” şiiriyle kurgulanmaya başlandı ve 2013 yılının sonuna kadar tamamlandı. Arada geçen üç yıl boyunca bazı kaynaklar okudum, araştırdım ve konuya yoğunlaştım, konuyu içselleştirmeye çalıştım. Böylece şiirler, çeşitli zaman aralıklarında tamamlanıp bütünlenmiş oldu. Kitapta yer alan birçok şiir de zaman zaman dergilerde yayımlandı.

Tematik özellik taşıyan şiir çalışmalarının muhakkak handikapları var. Zaman, mekân, ruh hâli, sosyal ve çevresel durumlar gibi birtakım zorluklarla karşılaşabiliyorsunuz. Ancak şiir; kendine özgü yapısı, dili, sözcükleri ve hatta ruhu ile o zorlukları aşmada kolaylıklar sağlıyor. Bağlamdan kopmamaya özen gösteriyorsunuz. Konunuz belli, o konuya odaklı algılarınızı da alabildiğine açık tutuyorsunuz. Şair kaçınılmaz bir biçimde o temanın hem edilgen hem etken muhatabı ve eyleyeni oluyor. Kitabı oluştururken kronolojik bir akış gözetmedim. Şiirlerin kitaptaki dağılımını ise en son yaptım.

 

D.A: Şiirlerinizde şehir ve şehre ait değerlerin, ilk soruda dile getirmeye çalıştığım karşıtlık bağlamında, kırsal ve doğaya ait olanla beraber bir çatışma unsuru oluşturduğunu düşünüyorum. Bütün bu “hastalığın” sebebi, şehir hayatı mıdır? Çünkü şair-özne özellikle doğadan yana tavır aldığını sezdiriyor. Mesela bir şiirinde (“Melûl”): “Bende gençlikten kalma dağlara koşma arzusu var / … / Otlarla aram iyidir benim, bunu, bunu dakaydedin” diye açıkça söylüyor. Bir başkasında (“Yakı”): “Derin ağrılarım varmış şehre değdiğim günden beri / Bıraksalar gidivereceğim dizlerimin kasılan yerinden / Bıraksalar diyorum muhakkak bu dünya dehlizinden” ve bir başkasında, “Yara Bandı”şiiri örneğin, doğaya teslim olan son mısralarından sonra “Tanrım yeniden doğmuş gibiyim sanki” diye ekliyor.

 

M.S.F: Anladım; şehir ve doğa karşıtlığında açıkça bir çatışma ve gerilim var. Evet, şehir saf olanı bozuyor, kirletiyor ve parçalıyor. Şikâyetse de evet, serzenişse de evet. Genel olarak modern zamanlarda böyle bir çatışmanın ortasında durmaktayız. Benim tavrım açık. Sömürünün, tüketim çılgınlığının madde boyutunda kalmadığı, duygu ve düşüncelerimizi ve hatta inanç ve değerlerimizi tahrip etmeye yönelik kapitalizmin sinsi saldırılarıyla tehdit altındayız. Teknolojinin, iletişimin modernizmin, tüketimin azmanlaştığı ve insanın hayat alanını daralttığı günümüzde nasıl sağlıklı bir şehir hayatından bahsedebiliriz ki? Çok yataklı hastaneler, poliklinikler, sağlık ocakları,rehabilitasyon merkezleri, dispanserler, bu modern yapılar vesaireler, hakikaten şifahaneler midir? Biraz lirik olacak ama, insanlar hafta sonları piknik alanlarına, mesire yerlerine koşuyorlar, ayakları ota, toprağa, çayıra çimene değsin diye. Rüzgârın fısıltısına, suların şırıltısına koşuyorlar. Kargaşadan, gürültüden arınmak için, iç huzuru yakalansın diye. Bunları yapmak için şair olmak gerekmiyor ki! İşte doğa, işte kırlar, dereler, ağaçlıklar sereserpe. İnsanlar yaşıyor; şair bunları şiir hâlinden söylüyor. Kendim için de böyle. Ben şehri tamamıyla, yaşantısı ve çevresiyle birlikte sadece bir rekreasyon alanından ibaret olmasının hayalini kuruyorum. Tabiata, tüm hantallığı ve azman hâliyle şehri kondurmak yerine, şehrin tabiata dönüşmesini, tabiatla bütünleşmesini arzuluyorum. Belki göçebe ruhumdan kaynaklıdır bu istek. Bu yüzden, şehrin asfaltlarına, kaba ve çirkin duvarlarına teslim olmaktansa bir ahlat ağacının dikenlerinde kanamayı yeğ tutuyorum. Şiirlerimde şehre yönelik eleştiri, aslında modernizme bir itiraz; doğaya ise derin saygı ve muhabbet. Yaşantımızı zorlaştırdığımızın bir öz eleştirisi. İdeal olanın doğada ve kırlarda saklı kaldığını betimlemekten ibaret bu karşıtlık. Çocukluğumuzun nasıl doğanın içinden şekillendiğini bilmek ve yaşlılık zamanlarımızın da yine o doğaya ihtiyari bir dönüşün varlıksal boyutunu vurgulamak.

 

D.A: Bu karşıtlıktan başka, aşk temasının bir problem olarak şiirinizde yer ettiğini söyleyebiliriz miyiz? Şiir vasıtasıyla kendisine seslenilen “sevgili” de mi şehre ait ya da onunla karışmış? “Elimi tut örneğin, aramızda ölmenin lafı mı olur?” (“Humma”) diyen şair-özne, doğal olan ölümle dahi yüzleşmiş görünüyor; ama ya seslendiği?

 

M.S.F: Aşk, problemlerin en büyüğü. Evet, şairin aşk ile haşroluşu şiirden çok şairin problemi olarak görülebilir. Ancak şiiri de güçlü kılan vazgeçilmez dayanaklardan biri. Zaten, “her şey aşktan” değil mi? Zaten, “Her ne varsa âlemde aşk imiş.” değil mi?

Sevgili ise benim tanığımdır. Şiirimin şahidi. Seslenmelerimin muhatabı ve okuyucusu. Sevgili herhangi bir varlık değil, aşkın mümessili, bende yazgısal bir varlık. Sevgilinin ait olduğu yer, hem şairin gönlü ve aynı zamanda ikinci şahsıdır. Bazen somut, bazen soyut olsa da böyledir. Sevgili, hem yol arkadaşı hem yol gösterici hem en yakın hemen uzak. Ama şiirin en önemli varlığı benim açımdan. Kurtulma, vazgeçme, direnme, teslim olma, yenilgi, zafer, kabullenme ve isyan gibi karşıtlıkları da gövdesinde tutan bir varlık. Tüm dolayımların arkasında sevgili, nihai olarak şairin kendi beni.

 

D.A: Bîilaç’taki şiirlere hâkim olan duygu hâlini nasıl tanımlarsınız? “Hayattan Hasta” olan şair-özne“Müsekkin” tavrının önüne geçmiş gibi görünüyor.

 

M.S.F: Acı bir hâl. Acıdan şiir, şiirden acı çıkarmak. Bir sınanma biçimi olarak acının söze bürünmüş karşılığı ve de karşıtlığı. Dilin imkânlarıyla elde edilen o yüksek sızı hemen her şiire nüfuz etmiştir. Dünyada olmanın biriktirdiği itirazlar, eleştiriler, şikâyetler, kayıplar ve çileler... Ve tüm bunlarla yoğrulmuş yaşamaklar üzerinden anlam üretmek. Adı Bîilaç olan anlam. Ne var ki teskin olmak, bahsi edilen marazlar üzre o kadar kolay mı? Şöyle bir durum var: Hani,“Dertler paylaşılınca azalır.” denir ya; bu, çok beylik bir hâldir. Ancak doğrudur. Psikolojik bağlamda deneyimlenmiş durumlarla ilgili bir durum bu. Neticede şair hekim değil; sezgi, birikim ve tecrübeleriyle hareket ediyor. Elinde acıyı dindirecek, yok edecek bir iksir taşımıyor. Ancak, bakıldığında doğaya, kırlara duyulan özlem şiirde sıkça dile gelen bir iyileşme, kurtulma arayışı.

 

D.A: Bütün şiirlerinizin başında yana yaslanmış birer satırlık ifadeler görüyoruz. Bu ifadeler, kitabın tematik yapısına ek olarak, şiirler arasında bir bağlantı kuruyor, bir hikâye anlatıyor mu?

 

M.S.F: Şiir girişlerindeki “satırlar”ı, diğer şiirlerle bir bağlantı oluştursun kurgusuyla öne almadım. Biçimsel bir özelliği var o satırların, dizelerin. Şöyle söyleyeyim, şiir şair için var olma çabasının karşılığı ise, ki benim için öyle, şiiri bir varlık olarak ele alıyorum ve o şiire ses veriyorum: “Şiir oradamısınız?”, ya da “Müsaitseniz size geliyorum.” anlamında şiirin kapısını yoklama durumu. Nitekim o giriş satırları şiirin devamına kapı aralayan bir eşik konumunda. Kendi aralarında organik bir bağ var ise tesadüfidir. Hikâyesi de bundan ibaret.

 

D.A: Kitabın başlarındaki “Yoğun Bakım” şiiri yana yaslanmış bir satırlık ifade ve iki boş sayfadan oluşuyor. Kitabınızda ve bildiğim diğer şiirlerinizde böyle bir tasarrufunuz olmadığının farkındayım; ancak bu vesileyle sormak istiyorum: Şiirde görsellik hakkında ne düşünüyorsunuz? Kelimeler olmadan “şiirsel” olan okuyucuya verilebilir mi?

 

M.S.F: Şiir okumanın vecdine inanmış biri olarak verilebilir. Dilin imkânları dediğimiz şey, doğrudan bununla ilgili. İmgeler, simgeler ve çağrışımlar bunun için var. “Yoğun Bakım” şiirinde, bilincin kapanmış hâlini, algılamanın, hissin ve sözün bittiği yer olarak, o geniş sayfa beyazlığını modern bir yaklaşım üzerinden vermeye çalıştım. Bir somutlaştırma çabası tabii ki. Görsel şiiri; sözü resimsel unsurlar, şekiller, desenlemeler, kaligrafi, söz dizimi ve dağılımı üzerinden bir algı yaratma ve somutlama girişimi olarak tanımlıyorum. Batı şiirinde çok örnekleri var. Dadaizm, fütürizm gibi avangart hareketlerin estetik kaygılarıyla tezahür etmiştir. Lewis Caroll, E. E. Cummings, Guillaume Apollinaire ilk aklıma gelenlerden. “Yer bir mandolin gibi titrer.” derken Apollinaire, kelimeleri, mandolini andıran bir resim gibi kullanmıştır o dizelerde. Başka bir şiirinde, yağmurun yağışını simgelemesi bakımından dizeler dikey olarak sayfanın üstünden altına doğru akmaktadır. Doğu’da ise görsel şiir, daha estetik ve gösterişli bence. Kaligrafinin, “hat”tın doğasında olan görsellik sayesinde şiir diziliminde çok daha başarılı örnekler verilmiştir. Şiirler, daha grafiksel ve geometrik bir görünüm arz ederler.

 

D.A: Kitaptaki iki şiir, söyleyiş bakımından diğerlerinden ayrılıyor. Birisi “Kazamız Mübarek Olsun” diğeri ise “Tebdil-i Hava”. Birincide, yalnız olan öznenin kendisi gibi düşünen ve duyan başka bir yol arkadaşına seslendiği izlenimi var. İkincisinde ise şiirin arkasında işleyen bir hikâyenin varlığı hemen göze çarpıyor. Şiiriniz içinde farklı bir söyleyiş tarzı oluşturan bu şiirler için neler söyleyeceksiniz?

 

M.S.F: “Kazamız Mübarek Olsun”da şair kendini kendine yol arkadaşı tutuyor. Ancak ortak payda acıda yoğunlaşmakta. Şiirin fonunda mutlak bir şehir ve şehrin dayattığı yalnızlaşma hâkim. Burada söyleyiş farklı da olsa, acı ortak payda olduğu için kitaba kattım.

“Tebdil-i Hava”nın atmosferi ise bambaşka. Diğer şiirlerden hem söyleyiş hem içerik olarak tamamen ayrılmakta. Sebebi, bilinçli bir çabaya dayanıyor. Bile isteye yaptım. Hastalık hâlinin ve müsekkin, iyileşme hâlinin arasına, orta bir yere hava değişimi olarak girdim bu şiiri. Daha akışkan ve epik bir anlatım hâkim. Kişisel tarih açısından da küçük bir örnek teşkil etmekte. Belli kurumsal zihniyetler eleştirilirken, diğer yandan özgürlük arayışının vurgulu biçimde dile geldiği bir şiir.

 

D.A: “Epikriz” şiirini okurken, bu kitabı oluşturan duyuş tarzının tek bir şiirde yoğunlaştırıldığını sezdim. Dizgi sırasındaki son şiir olması da bu düşüncemi kuvvetlendirdi. Şiirde, önceki şiirlerden yapılmış söyleyiş alıntıları da var. Buradan hareketle, bu kitapta sizi en iyi hangi şiirin ifadeettiğini düşünüyorsunuz? Şöyle de sorulabilir: Duygu yoğunluğu en çok hangi şiirde kendisini ifade imkânı buldu? Böylesi seçkileriniz var mıdır kendi yazdığınız şiirler arasından?

 

M.S.F: “Epikriz” şiiri, kitapta yer alan tüm şiirlerin bir raporu. Aslında tıbbi bir terim, hastanın teşhis ve tedavi süresince hastalık seyrini anlatan hikâye. Hekimleri ve hemşiresi tarafından tutulan hasta günlüğü dediyebiliriz. Ben de, “Epikriz” ile kitapta yer verdiğim şiirlere atıfta bulunarak bir sonuç raporu oluşturmak istedim. Bazen şiirlerden dizeleri olduğu gibi aldım bazen söyleyişleri bu şiirde sürdürmeye çalıştım ve bir kapanış şiiri ortaya çıktı.

 

Kitapta, şu ya da işte bu şiir diyebileceğim bir ayrım yapmak hakikaten zor. Her şiirin bende kendine has bir karşılığı var. Her şiirime aynı oranda mesai harcayıp aynı ilgi ve çabayla emek verdim. Şiirler hakikaten beni hem çok hırpaladı hem bana çok keder verdi hem de alabildiğine coşku ve heyecan yaşattı. Sadece Bîilaç’taki şiirler için değil, yazdığım bütün şiirlerin beni az ya da çok ifade ettiğini söylemeliyim. Aralarında bir seçki yapmak zorunda kalırsam eğer; “Bîilaç, Havale, Humma, Bizar, Kriz, Melûl, Tebdil-i Hava, Müsekkin, Merhem, Deva” ve “Yara Bandı” şiirleri diyelim. Neredeyse kitaptaki şiirlerin yarısını seçtim sanırım!

 

(Kurgan Edebiyat 19. Sayı, sh. 40-45, Mayıs-Haziran 2014)

 

Yazar: Söyleşen: Dinçer APAYDIN

“KALBİN ORTA YERİ”

 

“KALBİN ORTA YERİ”

 

Mehmet AYCI

 

Bir dergiler mezarlığı olan ülkemizde A’raf ve Son Duvar dergilerini, yine andığım ilk dergiyle eş zamanlı edebiyat okuyucusunun belleğine konuk olan Mağara Kitapları’nı hatırlayanlar Mehmet S. Fidancı ismini tanıdık bulacaklardır. Bu tanıdıklık, şüphesiz şairin adının söz konusu dergilerin künyesinde yer almasından, dergilerin iç düzenlemesinin şair tarafından yapılmasından daha çok, sayfalarda yer alan Fidancı’ya ait şiirlerdir. O şiirlerle birlikte, başka dergilerde yayımlanan, ayrıca, dergi yüzü görmemiş şiirlerin, şairin Şi’rpençe(1997) ve Kapanan Pencere’den(1998) adlı kitaplarını oluşturduğunu “sıcak edebiyat” okuyucuları yakından bilirler.

Fidancı’nın Yol Gösterici ve Bakışlar Kıyısı kitaplarından dolayı “denemeci” bir yanı bulunsa da, o, edebiyatımızın içli, içli olduğu kadar dili hasat etmeyi (elbette nadasa da bırakmayı = dinlendirmeyi ve “dil”lendirmeyi), sözcüklerden “ekin” yaratmayı bilen usta bir şairimizdir. Her ne kadar “yazar”ın denemeleri bir nevi şiirlerinin şerhi/yorumu özelliğini taşısa, hatta “mütemmim cüz”/tamamlayıcı metin işlevini görse bile yazarımız her şeyden önce “doksan sonrası” Türk Şiirinin etkin şairlerinden biridir. Şairin etkinliği, onun dile, dilin ona yapıp ettikleriyle kâimdir. Yoksa şairin az sayıda dergide göründüğünü ve az sayıda “okuyucu” tarafından görüldüğünü söylemek yerinde olacaktır. Şiir bahsinde bu “azlık”ın “çokluk”tan “yeğ” tutulması gerektiğinin ayrıca altı çizilmesi gerekir.

Şair, Kapanan Pencere’den sonra uzun süre “şiir penceresi”ni büyük ölçüde kapatmış, 2005 yılının başına kadar, birkaç dergide görünüp kaybolsa bile, okuyucu indinde dilini nadasa bırakmıştır. 2005 yılı diyorum, çünkü, bu yılda yayın hayatına başlayan şiir dergisi “Sonsuzluk ve Bir Gün”de peş peşe şiirler yayımlayan şair, üçüncü kitabı “Kalbin Orta Yeri”ne ağırlıklı olarak andığım dergide yayımlanan şiirlerini almıştır. Üç bölümden oluşan kitapta (Dünya Ağrısı, El Mahrem, Yerleşik Kanca) yer alan yirmi iki şiir, birbirini bütünleyen bir özellik taşımakta, bir kalbi besleyen damarlar gibi “kalbin orta yeri”ne kan ve şiir taşımaktadır.

Kan taşımaktadır; çünkü, şiirlerin bize söylediği kadarıyla şair söylediklerine tutunarak yaşamaktadır. Şiir taşımaktadır, çünkü, söylenenler, sözün damıtıla/incele şiirleşmiş halinden, insanın içine işleyen dizelerden başkası değildir. Şair “bu kalbi tanıyın / yaklaşıyor ölüm” diyerek olanca çıplaklığıyla yüreğinin orta yerinde olup bitenin ne olduğunu itiraf/ifşa etme çabasındadır.

Kitap isminde, şiir isimlerinde ve şiirlerde “yürek” sözcüğü yerine “kalp” sözcüğünün seçilmesi de şairin söylediklerine daha bir devingenlik katmaktadır. Değişen, her an değişen, değiştikçe ölüme yaklaşan “kalp”, şairin konuşmasını sağlayan “ölümsüzlük düşüncesi/eğilimi” saikiyle, orta yerinde şiir çiçekleri bitirmektedir. Kalbin orta yeri, şairin durduğu, yankısına aldırmadan çığlığını bıraktığı yerdir. O çığlık, nasıl ve niçin varolduğumuzun sorgusuyla birlikte, insan ömrünün bir “dünya ağrısı” olduğu gerçeğini de barındırmaktadır.

Kitabın üç bölümü içerisinde en çarpıcı şiirlerin yer aldığı bölüm ikincisi, yani “orta yer”dir. Her ne kadar üç bölümün sözcük kadrosu, ses benzerliği, ima ve göndermeler itibariyle birbirine benzediğini, hatta birbirini bütünlediğini söylesek de, bu benzerlik “orta” bölümün derin farklılığını saklamayacaktır. Kitabın ilk şiirinde (Kalbe Giriş) yer alan,

 

“Bir nefes gürüldeyerek

bir ırmak hayatı tutar nasılsa

nasılsa bir müzik dulda

nasılsa bir ışık seyir

bu da gövdedir buradan geçilir

bir ağaç oyulur bir daha

bir ağaç ki derinden

Kimin üstüne kapanır kim erkenden”

 

dizeleri gibi; yahut, kitabın son bölümünün (Yerleşik Kanca) aynı adı taşıyan son şiirinde yer alan,

 

“Birilerinin binip gittiği

kalabalık durumlardan

sıyrıla sıyrıla uzaklaşan

ve köşeyi dönünce gerilmiş

köpeğin saldırgan bakışına kadar

dönüp köleliliğini umursamayan

âşıkoğlu âşık gibi

yani şerhidir denilen

acının yerleşik kancasında

varlığını parmaklarına çivilemiş

de büyüyen

ve gitgide büyüyen

yaradan başka bir şey değildir(…)

 

“her ateş ardında bir kül bırakır

bunu öğrendi

her sevgili bir iz

her sevgili biraz tarifsiz..”

 

dizeleri gibi alabildiğine/olabildiğince çarpıcı/sarsıcı yerler olmasına karşın, şiirin en fazla/yoğun çarptığı yer “orta” yerdir.

“El Mahrem” adını taşıyan ve tematik hassasiseyetle kurulan şiirlerin yer aldığı bu bölüm, şiir adlarından, bu adların çağrışım alanlarına, hayatın kadınla kâim oluşu gerçeğinden kalp-kadın ilişkisine kadar oldukça bereketli bir şiir dünyası oluşturmaktadır. Kitaba ismini veren “Kalbin Orta Yeri” şiiriyle başlayan bu bölümde, sırasıyla Dantela, Oya, Ören Bayan, Tığ, Gergef, Kaneviçe, Makrome, Pike, Mekik, Çile, Çeyiz adlı şiirler yer almaktadır.

Şair bu bölümde yazgımızı kendi ellerimizle ördüğümüzü bize hatırlatmaktadır. Bunun bir kadının/kadınların narin parmaklarındanmış gibi şiire taşınması ise az önce adlarını andığım şiirleri daha farklı kılmaktadır.

 

Dantela adlı şiirdeki

 

“Burkuluyor

masum bir dürtüyle

neresinden ovulduysa beden”

 

dizeleri, şiirdeki işlenen/örülen şeyin insan hayatından başka bir şey olmadığını dile getirmektedir. Şair, kalbinin orta/mahrem yerinde olan ne varsa ördükten/nakışladıktan sonra şiirleştirmektedir. Yine aynı şiirde yer alan:

 

“ah ne kanlı vişne

dedim keşke bir merhem

aşkın dudak verişine”

 

dizeleri şairin “aşkın halleri”ne dair yaptığı/çizdiği özgün bir resim olarak karşımızda durmaktadır. Burada, Fidancı’nın “şiir dünyası”nın ipuçlarını vermesi açısından altını çizdiğimiz dizelerden bazılarını okuyucuyla paylaşmakta fayda görüyorum:

 

Oya:

“hayat provasında takılıp

takılıp şansını deneyen ben:

yiteceğim muhtemelen”.

 

Ören Bayan:

“Bilsem ki bütün ihtimaller

bütün hamleler dirim için

tülden umutlar işliyorum

tülden kalplere tûli-i emeller

içinde olmadık düşler

olmadık suçlar işliyorum”.

 

Tığ:

“ters bir işlengiyim

kaneviçeyi kana boyadım”(…)

 

“ah.. gözümde mekiği dolanan zaman

ah yitik nakışlar.. neyse diyorum

her kenarımı çeviriyorum..”.

 

Gergef:

“Gerip bedenini

gerip ömrün gergefine

ağıtlar şeklinde...”.

 

Kaneviçe:

“Avluya baktıkça

etrafımı saran çitler

içinde yitiyor kızlığımın elleri

beni bir keder örseliyor

açılıp büyüyorum sanki

kayısı dallarında

nasıl yazıklanıyor gölgeler”.

 

Makrome:

“Yolu yarıladım belli

ki bende bu sayrı

bu yara, bu merak

yayılan zehir, açılan zambak

bu sırtımı izleyip tutunan sonsuz

sonsuz dedim yengeç

yürüdüm tırnağımla

yürüdüm içimden taşar

gibi dışıma kollarımı bağla”.

 

Pike:

“ne zalim kırılıyor tenime bu camlar

bazen bir isyana düşüyorum

bir ihtimale kalıyorum çoğu zaman

yaşamakmış adı:

ezilmiş niyetle bağlandığım yazgı”.

 

Mekik:

“Vardıysa bir melek

kanadıydım sanırdım

gidip gelen kendi inceliğinden

bir ömre ine ine uzanırdım

uzanır kalırdım

kanayan ellerine”.

 

Çile:

“Sonradan gamzeleniyor meğer

yüreğimizde dikiş izleri

sonradan bilmediğimiz

bizi yanıltan keder..

diyelim ki ölen öldü de

kalanların soluyor çiçeği ”.

 

Çeyiz:

“Kalbi kalbe düğünleyip

de acısına ilmekler atan benim

benim bu teller duvaklar

işlenmiş ve işlenecek bütün günahlar”(…)

 

“Uçmak dileyeni uçurur kuşlar”.

 

Kişi oğlunun en soylu çığlığı olan şiirin hayatımızda aldığı yer, bizim hayatta aldığımız yerle yakından ilintilidir. Şair “Dantela” adlı şiirinden başlayarak “Çeyiz”e kadar söylediklerinde kederin kaderimizle ne denli örtüştüğünü bir özge dille işaretleyerek yoluna devam ediyor. Kalbin orta yerine nasıl varılacağını da işaretliyor elbette…

 

(Mehmet Aycı, Türk Edebiyatı, sayı 386)

 

Yazar: Mehmet AYCI

KALBİN ORTA YERİ: UMUTLU BİR YAS, KEDERLİ BİR HAZ

KALBİN ORTA YERİ: UMUTLU BİR YAS, KEDERLİ BİR HAZ

 

Mustafa KURT

 

Günümüzde şiir, gerek dil ve gerçeklikle kurduğu ilişki, gerekse biçimsel anlamda gösterdiği farklı eğilimler açısından şimdiye kadar olmadığı ölçüde geniş bir çeşitliğe açılmış durumda. Bu bakımdan şiir söz konusu olduğunda, gelenekli metinlerin biçimsel özelliklerini ve sesini taşıyan metinlerden tutun da, bireysel bir algılamanın/duyuşun ya da bir felsefenin yansımalarını taşıyanlara kadar geniş bir yelpazeden söz etmek mümkün. Şairin yaşadığı, algıladığı ve duyduğu gerçekliği edebî bir düzleme taşırken seçtiği bakış açısı, ses ve söz varlığı; şiirin ‘dile getirme’, ‘dilde biçimlendirme’ işlevinin niteliğini de belirliyor. Bu nedenle günümüz şairinin, gelenekli metinlerin bazı biçim, anlam kalıpları ile belli ses özelliklerini terk edip ‘yeni bir şiir dili’ne, söyleyişe ulaşmak için çok farklı arayışlar içinde olması çok doğal. Ne var ki yüzlerce yıllık tarihiyle işlenmiş bir dil ve ‘kelimelerle sınırlandırılmış bir dünya’da şairin/şiirin farklı bir sesi ve anlam alanını yakalama çabası hayli uzun bir yolculuğa çıkmayı gerektiriyor.

Geleneğin ve şiirin belli eğilimlerinden kopan/ayrılan Türk şairinin, özellikle 1980’lerden sonra kendine özgü bir sese ve söyleyişe ulaşmak için farklı alanlara yönelmesi, her şairin ancak kendi şiir dili, söyleyişi ve imgeler dünyası ile biçimlenen ‘yeni bir şiir’ algısının oluşmasına kapı araladı. Aslında şairin, ‘modern zamanlar’da yaşayan bireye/topluma özgü gerilim ve çatışmaları şiirde dile getirmek için ‘yeni söyleyiş biçimleri’ ve ‘yeni imgeler’ araması garipsenecek bir durum değil. Elbette bu yeni eğilimler içinde şiir geleneğinin ‘dil’le oluştuğunun/sürdürüldüğünün bilincinde pek çok şair de ‘yeni durum’lar ile insanlığın tarihsel temalarını aynı kapta birleştirmeye çalışıyor. Bu bağlamda kendine özgü bir söyleyiş biçimleri ve ‘geleneksel dil’ ile kendi zamanını anlamaya çalışan şairlerden birisi Mehmet S. Fidancı. İlk şiir kitabı Şi’rpençe (1997)’den başlayıp Kalbin Orta Yeri (2005)’ne uzanan çizgide Fidancı’nın yazdıkları pek çok karşıtlığı şiirsel bir uyum içinde sunuyor. Sözgelişi Fidancı’nın şiirlerine konu edilen dertler ‘bugün’e ve ‘birey’e dairken; şairin ‘sözlük’ü daha çok tarihsel bir arka plana yaslanıyor. Ne var ki Fidancı, ‘seçtiği sözlük’ ile geçmişe atıflarla ilerleyen bir şiir kuruyormuş gibi görünürken, derin yapıda bugünün sesi, söylemi ile tarih sürecinde belli anlam yükleri kazanmış bir sözlüğü, “bireysel/toplumsal bir yitirme” ve “yeniden kurma” temalarını ifadede birleştiriyor.

Mehmet Fidancı’nın 2005 yılında yayımlanan şiir kitabı Kalbin Orta Yeri yukarıda söylenenler bağlamında önemli ipuçları barındırıyor. Şair, kitabını “Dünya Ağrısı”, “El Mahrem” ve “Yerleşik Kanca” adlı üç bölüm üzerine kurgulamış. Kalbin Orta Yeri’ndeki şiirler toplamı, söz konusu üç başlık altında, bireysel/toplumsal ‘kayıp’ ve ‘başkalaşma’ları dilin sürekliliğini koruyarak dile getiriyor. Fidancı’nın bu kitabındaki şiirlerin “yaralanma”, “kabullenme” ve “iyileşme umudu” kavramları ile ifade edilebileceğini düşünüyorum. Kalbin Orta Yeri’nde öne çıkan ‘yaralanma’ kavramı fiziksel bir zarar görmenin yanı sıra ‘psikolojik bir travma’yı da barındırıyor. Pek tabii bütün bu dışarıdan müdahaleler bir ‘gövde’nin etrafında gelişiyor. Şair bu yaralanma ve sarsılma durumlarında insan gövdesine ait kavramlardan kurduğu bir anlatım geliştiriyor: “Yarılır elbet insan kederinden / sonra sonra kabarır netameli yara / sızlayan damar” (Kalbe Giriş, s. 8). Fidancı’nın şiirlerinde ‘yaralanma’nın şiddetini tarif için genellikle ‘kesilme’ye ait görünümler sahneleniyor: “Jiletin geçtiği yerden / iki bilek iki sızı / göğsünde akrep mi kırmızı / kimin kimin duracak / hem intihar hem cinayet” (Körbelâ, s. 15). Şiirlerde, yaralanmanın şiddetini yansıtan bu sert üslup zaman zaman nesnelere de aktarılarak “insanî gerçeklik” onların temsiliyle işleniyor: “Ters bir işlengiyim / kanaviçeyi kana boyadım.” , “Nasıl açıldıysa yara / bisturi bıçak elmas”.

Kalbin Orta Yeri’ndeki şiirler, tematik açılımları kadar dil kullanımında gösterdiği özelliklerle de dikkate değer bir farklılık arz ediyor. Şair, her şeyden önce tarihsel bir düzlemde ‘kendine özgü bir dil’ arıyor. Bunun için de kelimelerin kaynaklarından ziyade çağrışım alanlarından ve tarihsel akış içinde kazandıkları anlam yüklerinden yararlanıyor. Kitabın ilk bölümünü oluşturan şiirlerin adları bile (‘Dünya Ağrısı’, ‘Ayarlı Akrep’, ‘Râh’, ‘Çâh’, ‘Âb’, ‘Işk’) tarihe yaslanan ancak yeni söyleyişlerle beslenen dilin, ‘hâl’de oluşturan yeni terkibini ifade ediyor. Şair, şiirlerdeki temaya uygun bir dil ararken genel olarak üç farklı imaj ve imgeler dünyası kuruyor. Fidancı, kitabı oluşturan üç bölümde sırasıyla, “çöl-gövde”, “örgü-sökülme” ve “doğa-kendine dönüş” kavramları etrafında geliştirdiği imgelerle tematik bir anlatım dili kuruyor. Bunlardan ilki, mevcut zamanı tasvir etmeye ve ona karşı itirazları dile getirirken seçilen ‘çöl imgeleri’. Kalbin Orta Yeri’nin ilk bölümü “Dünya Ağrısı”nı oluşturan şiirler bir tür ‘çöl lisanı’ ile kurulurken, içerik Doğu kültürüne göndermelerle modern dünyaya ve bireyin çıkmazlarına yöneltilen itirazları barındırıyor. Bu bölümdeki şiirler yalnızca bireysel bir dünyayı ve dertleri dillendirmiyor. Yaşanan âna ve insanlığın bu coğrafyada yaşadıklarına sert bir dille karşı çıkan şair, tarihsel bir sözlük ve atıflarla inşa ediyor itirazlarını. Söz konusu şiirlerde tarihsel bir ‘hatırlama’ ile ânın getirdiği duyuş birleşiyor ve sarsıcı bir eleştiri/karşı çıkış dili ortaya çıkıyor: “ah bu bükük nefir /inanılmaz uğultu / bakmayın öyle selem ağacına / göz göz olmuş yanıbaşında hurma / gölgeliklerde yüzlerce tıfıl / dört yol ağzında babil / dar gelir nedense arap / arap tarlasına // Ve bir pençe birden / hazırlıksız kaldırır kabuğu / iter kendini vahşi tırnak / tam da yaranın ortasına // Ne dersiniz erenler / biz de oradan / girelim mi Bağdat’a” (Arap Tarlası, s. 17).

Kalbin Orta Yeri’nin modern hayat tarzına yönelik eleştirileri ve ‘burada oluş’un sıkıntılarına dair ciddi bir bakışı ve sert anlatım dili var. Özellikle “Dünya Ağrısı” adlı bölümün ikinci şiiri olan “Ayarlı Akrep”, modern bir bilinçle ve sözlükle, -özellikle de şehirde- büyük bir ‘sıkışma’ duygusu yaşayan ‘birey’in tıkandığı anları resmediyor. Şiirin oluşturduğu atmosfer oldukça karanlık ve ölümcüldür; hattâ ölüm bile bu sıkışma/tıkanma duygusunu hafifletmez. Modernist bir eleştiri tonu taşıyan şiir ‘zaman’a özgü bir ‘yıkımın’ da dilini arar: “O kadar çok sınandık kim acısını tanıyor / yara küf kokuyor sadece bir sözcük merhem / yine garlara çekiyor bizi bu yollar / yine bir salgın trenleri sarıyor / insan kuşkusuyla umutları arasında duruyor / insan gövdesiyle raylar arasında / dünya böyle kayıyor yılgın ayaklarından / tasalı alnından uğuldayan kulaklarından / artık her şey atlamak kadar sonsuz ve derindir / artık her şey karartır şehrin uygarlığını / ölüm kesindir.” (Ayarlı Akrep, s. 13). Umutsuzluğa ve çıkmaza kapanan bu bakış tarzı gündelik hayat içindeki bireye ve onun ‘huzur arayışı’na da açılır: “ve sığınacağı bir yuvadan / sıcak çorbalı sıcak umutlu / sıcak duygulu uygarlık anlayışından / sonrasına huzur dersleri çıkaran / ama yorganına ürpertiyle sarılan / herkes gibi yoklar umutlarını /yok-lar yorgun damarlarının /katlandığı kıvrımlı zindandan (Yerleşik Kanca, 74).

Kitabın ilk bölümüne hâkim olan çöl atmosferine karşılık ilerleyen bölümlerinde çöl imgelerine karşı doğa ve onun ‘hayatiyet’i konulur: “ağaçlar pembe gök sarı mevsim / istersen kırlara gidelim / dereler derin akışı serin / serin bırak diyor” (Dantela, s. 37.), “Dayan kollarım haydi /soyunup sokaklara çıkalım / bahar gelince /doluyormuş çile” (Çile, s. 56). Kalbin Orta Yeri’ndeki şiirlerde görülen umutsuz ve yaralanan bilincin karşısına; yaşamanın, yaşadığının bilincinde olma hâli genellikle “su” ve ona bağlı geliştirilen imgelerle ifade edilir. “su hünerle akıyor insan içinde”, “bir ırmak hayatı nasıl tutarsa” dizeleriyle şair, tıkanmaya ve zamanın bireyde yarattığı tahribata karşı bir tür direnç noktaları oluşturur. Bu bakımdan ‘umut’ ve ‘iyileşme arzusu’ şiirlerin dizelerin arasına -su gibi- sızar. Fidancı’nın şiirinde ‘kuyu’ ise tıkanmanın ve çıkmazın bir metaforudur. “Kuyunun insanı yutması”, “dünya kuyusu” ve “kendinden kaçmanın / kendine kuyu olduğu diptedir” (Yerleşik Kanca, s. 70) gibi söyleyişler ‘kuyu’nun bireyin içine yönelen, bireyi içine alan yönlerini işaretler. Şairin, şiirin dili üzerinde düşünürken derin bir kültürün ürettiği mecazlar ve kavramlara yöneldiği görülür. Bu bölümlerde Doğu’ya özgü bir terminoloji ile ‘insan ağrısı’nın sürekliliği sağlanır: “Bunca uçma eğilimi / ile değip geçtim simgelerin / ve muğlâk işaretlerin bezminden / meğer ki salıncakmış gidip gelen / dünya ağrısına” (Işk, s. 26).

Kalbin Orta Yeri’nde, yaralanma ve tıkanma duygusunu yaşayan bireye dair bir iyileşme umudu da dile getirilir. “Anımsıyorum sargı bezini” diyen şair yaraları sarmaya yönelik inanca ve umuda göndermelerde bulunur. Bu tutum, oluşturulan kederli atmosferin bir umuda, zaman zaman da kederden alınan hazza ve onu tedaviye yönelik bir girişimdir: “Katran ile sarılır mendil / ki kesilsin pıhtı kapansın sır / kapansın dipteki acı” (Kalbin Orta Yeri, s. 31). Yaralanan bilinç, tedaviyi ve yenilenmeyi yine kendinde ve ‘dil’de bulur. Bu bakımdan ‘söylemek ve dile getirmek’ maruz kalınan hâlleri sağaltma biçimidir. Umutsuzluğu haykıran dizelerin arasına giren ‘aşk’ duygusu da iyileşmenin bir başka yoludur. Bütün bunlar iyileşme arzusunun birer yansımasıdır; ancak Kalbin Orta Yeri’ne genel anlamda bireyi sarsan durumların, toplumsal ve bireysel gerilimlerin/çatışmaların ve hüznün hâkim olduğunu söylemek mümkündür. Hattâ bu hüzünlü hâl, derdini sevmeyi ve kabullenip onunla yaşamayı öğrenmeyi, zamanla da haz almayı beraberinde getirir: “Her tebessüm sevişir kederle” (Kaneviçe, s. 48), “yaşamakmış adı: ezilmiş niyetle bağlandığım yazgı” (Pike, 52), “Beni bir keder örseliyor” (Kaneviçe, s. 48) dizeleri ‘keder’le sevincin birbirinden ayrılamayacak bir bütün oluşturduğunun birer göstergeleridir.

Kitabın ‘örme ve sökülme’ çevresinde gelişen imgesel evreni kitabın geniş bir bölümünü oluşturuyor. Bu bakımdan Kalbin Orta Yeri’nde baskın biçimde karşılaştığımız bireysel sorgulama estetize edilmiş bir anlatımın ve örgü dünyasına ait ‘örtü’lerin/işlemelerin arkasından/üzerinden gerçekleşir. Öyle ki kitabın ikinci bölümü “El Mahrem”i oluşturan şiirler (Dantela, Oya, Tığ, Gergef, Kanaviçe vb.) bir zanaatı işaret etse de, aslında ilmek ilmek örülen bir hesaplaşmanın ve olup biteni anlama bilincine varmanın birer aracıdırlar. Burada şiirin söyleyicisi kendini nesnelerin diliyle ifade etmekte, onların örülme/işlenme süreçlerini bireyin hayatına ikame etmektedir: “Kim bağışlamıştı adımı örneğin / sahibi ben miyim kendimin / ne zalim kırılıyor / tenime bu camlar / bazen bir isyana düşüyorum / bir ihtimale kalıyorum çoğu zaman / yaşamakmış adı: / ezilmiş niyetle bağlandığım yazgı” (Pike, s. 53). Şairin nesnelere aktardığı durumlar bazen o kadar açık hâle gelir ki birey ile nesneler arasında bir tür özdeşleşme yaşanır: “Yolu yarıladım belli / ki bende bu sayrı / bu yara, bu merak / yayılan zehir, açılan zambak / bu sırtımı izleyip tutunan sonsuz” (Makrome, s. 51.). Kitapta genel olarak şiirlerin finalleri birey açısından umutsuz bir sahneyle kapanır: “Aralanan tül, kauçuk / saksıda kuruyan fesleğen / hayat provasında takılıp / takılıp şansını deneyen ben: / yiteceğim muhtemelen” (Oya, s. 38).

Kaybetmeye/yitmeye mahkûm olma, yaralanmanın sonucunda ölümün mutlak oluşu gibi finaller Fidancı’nın şiirsel gerçekliğinin bir parçasıdır. Bu bakımdan onun yazdıkları, mutluluğun, bireysel huzurun şiiri değildir; ancak kitabın geneline yayılan bu “mutsuzluk ahlakı” kitabın sonundaki “Yerleşik Kanca” ile başka bir iklime taşınır. Bütün olup bitenden sonra birey durumunu “inanmanın verdiği bir adanış” ile kabullenir. Birey yaşıyor olmanın, var oluşun bilincine varır ve “şiirden giderek” susar. Kalbin Orta Yeri ‘yitirilen’ ve ‘hayattan çekilenler’e karşı bir tür hatırlamanın, gidenin ardından tutulan ‘yas’ın ifadesi olan pek çok dizeye yer açıyor. Şair ‘giden’e, ‘yarım kalan’a oldukça mesafeli bir yerden bakmaktadır: “Giden her yolcunun ardında / yükselen bir duman…” diyen şair, “Her ateş ardında bir kül bırakır.” dizeleriyle ‘giden-geride kalan’ ilişkisini şiirsel bilinçle anlamaya çalışır. Burada önemli olan ‘yitirilen’in ne olduğundan çok, geride bırakılan ‘iz’dir. Şiirsel özne, olup biteni hep bu izler üzerinden yorumlamaya ve bütün bu izlerin/kesiklerin insana neler yaptığını anlamaya çalışır. Bu anlamlandırma süreci yoğun ve sarsıcıdır. Fidancı’nın şiiri de bu anları resmettiği dizelerde daha da derinleşir ve kendi sesini daha gür bir sesle okura duyurur.

Sonuç olarak, Kalbin Orta Yeri, ‘yitirilen şey’ karşısında yaralanan ve yas duygusuyla kuşatılan bireyin, kederine karşı duyduğu kabullenişi ve hazzı dile getiriyor. ‘Kaderini ve kederini seven’ ve onları dile getirdikçe ‘kederine sözle merhem arayan’ bir ‘insan’ Fidancı’nın şiirindeki. Şair, “Hayat geriye doğru anlaşılır.” önermesini doğrularcasına, geçmişe ve oradan aldıklarıyla zamanımıza incelikli, derinlikli ve şiirsel bir bakış/söyleyiş geliştiriyor. Fidancı, Kalbin Orta Yeri’nde ortaya koyduğu belli bir tematik bütünlüğe sahip şiirlerinin devamında da aynı duyarlığı ve güzergâhı izleyeceğe benziyor.

 

(Kurgan Edebiyat, sayı 1, sh.51, Mayıs-Haziran, 2011)

Yazar: Mustafa KURT

ŞAİR MEHMET S. FİDANCI: “KANAYAN GÖNLÜMÜZE BİR YARA BANDI ŞİİR”

ŞAİR MEHMET S. FİDANCI: “KANAYAN GÖNLÜMÜZE BİR YARA BANDI ŞİİR”

 

Konuşan: Mehmet AYCI

 

 

Yeni kitabın diğer üç şiir kitabından farklı. Hem tematik olarak, hem duyarlılık olarak farklı. Biraz “Kalbin Orta Yeri” kitabındaki bütünlüğü ve duyarlılığı andırsa da bir “hayat hastası”nın öyküsü gibi. Niye farklı?

 

Evet farklı. Çünkü, tema olarak farklı bir “durum”u ele aldım. İnsanın zihninde, duygularında ve elbette hayatında karşı karşıya kaldığı, aşabildiği veya aşamadığı, çözdüğü veya çaresiz kaldığı açmazlardan kaynaklanan durumlara yöneldim. Hastalık kavramları üzerinden biraz da içselleştirilmiş “acı”ları şiir dili ve imkânlarıyla kurmaya çalıştım. Bu anlamda birbirini tamamlayan ve devamlılığı olanla örgütlü, tematik bir kitap ortaya çıktı. Burada hastalık tarifleri ve teşhisleri gibi bir kaygı, zorunluluk taşımadım; sadece hastalığı haber veren terimler ve sözcüklerden hareket ettim. Şiirleri iki bölümde topladım. İlk bölüm “HayattanHasta”, hastalık hâlleri ve etrafında oluşan kavramlarla icra edildi. İkinci bölüm “Müsekkin” ise, nekahet ve iyileşme sürecindeki kavramlara odaklı olarak kuruldu. Her iki bölümün yaslandığı baskın tema “acı”dır. Bir deneyim olarak insanda tesiri yüksek olan acı, bütün yalınlığıyla yaralanmalar, hastalıklar, eksilen yanlarımız, hayatımızdan kopup gidenler, yitimlerimiz gibi olumsuzluklara dayalı, bazen en çaresiz anlarımıza, ölümlere... Yani, o yüksek sızı hemen her şiirde kendini gösterdi.

 

Neden Bîilaç?

 

Bîilaç, daha ilk şiirlerimden oluşan Şi’rpençe’den beri zihnimi kurcalayan, dilimin ucunda gezinen bir sözcüktü. Yeri ve zamanı gelecek ve ben Bîilaç’ı yazacaktım, yazdım. Üç-dört yıl gibi bir süreye yayılan çabalar sonucu, düşünüp kurguladığım gibi de gerçekleşmiş oldu. Sözlükte “ilaçsız, çaresiz” hatta “umutsuz” diye karşılık veriliyor. Bu sıfatı, modern dünyada insanı daha çok betimleyen bir sözcük gibi düşünüyorum. Benim açımdan; modernizmin, kapitalizmin, sömürü kültürünün azmanlaşarak, sınır tanımadan insanın hayat alanını daraltmasına yönelik şairce bir tepki koymak niyetini taşıyor Bîilaç!

 

Hece şiirine yabancı değilsin. Klasik şiirimize de yabancı değilsin. Biçimsel olarak hecenin şekillendirdiği bir şiir intibaı veriyor. Söz dizimi itibariyle, ses itibariyle Divan şiirinin de tadı hissediliyor. Bu doğal bir biçimlenme mi, yoksa biçimsel bir kaygın da oldu mu?

 

Evet, bir hece intibaı oluşturuyor şiirler. Ancak heceli, vezinli, uyaklı bir kaygı gütmedim. Biçimsel görünüm de kaygıdan doğmuş değil. Önceki şiirlerimi, dizeleri kırarak/bölerek, serbest akışlı olarak biçimlendirmiştim. Bîilaç’ın teması ağır bastı. Yorucu, zorlayıcı ve keder vericiydi. Psikolojik olarak da bu yazım sürecinde içselleştirilmiş bir durumu, acıyı da hissederek şiirlere katmaya çalıştım. Yani, şairinin hâlini yansıtan bir özellikle tezahür etmiş şiiirlerin kitabı da denebilir Bîilaç’a. Hemen her dize kendi içinde bitmiş olarak dursun istedim; akışkanlığı öyle sağlamaya çalıştım. Bu yönüyle önceki şiirlere göre biçimsel farklılığı öne çıkmış oldu. Divan şiirimizi hayranlıkla ve ta’zimle okurum. Kendi şiir birikimim açısından, mutlak ve muteber bir karşılığı vardır klasik şiirin bende. Uzun yıllar okumalarımla ilgili doğal bir karşılık bu. Hece şiirine de muhakkak bir yakınlık duyuyorum. Örneğin, 11’li hece, şiirin gizemli bir anahtarı gibi geliyor bana. Orada duruyor, kullanılarak işlenmeyi bekliyor ve illa ki işlenecektir.

 

Şiirler bir hayat hastasının şiiri ama, fonda tutunmayı da, sağalmayı da barındıran dizeler sıklıkla yer tutuyor. Kendi yaşanmışlığının ne ölçüde şiirinde etkisi var?

 

Şiirin ana dayanağı bu karşıtlık üzerine kuruluyor. Bir yanda keder, sanrı, humma bütün acı betimlemelerle merkeze otururken diğer yanda müsekkin, merhem, yarabandı bir kurtulma, sağalma olarak merkezi zorluyor. Sağalma, feraha erme, aslında fani oluşa, her şeyin geçiciliğine de işaret eden metafizik bir yaklaşım. Şair böyle düşünüyor ve bu düşünceden şiir söylüyor. Yaşanmışlıkların muhakkak şiirde karşılığı var. “Tebdil-i Hava” şiiri, tam da burada anılabilir. Nitekim kişisel tarih açısından da önemli bir örnek olarak Bîilaç’ta yer almıştır. Bir romanı kurmaca olarak inşa edebilirsiniz; ama şiir, lirizmi ve metaforik özelliği ile bir romanın kurmaca oluşundan hayli farklıdır.

 

Kitabın için hem kendi şiir serüvenin hem de modern Türk şiiri için bir “tebdil-i hava”diyebilir miyiz?

 

Belki. Kendi sesini bulmuş her şairin şiirinde birtakım hamleler, yenilikler, farklılıklar gözlemlenir. Bilgi ve birikimler güncellendikçe, dil kendini yenileyip ve kelimeler çoğaldıkça böylesi değişimler olacaktır. Her şairin ilk gençlik şiirleri ile olgunluk dönemi şiirleri arasında farklılık, değişim vardır. Benim için de bu kitap bir hava değişimi olabilir. İlk yazdığım şiirle şimdiki şiirlerin mukayesesi kabil değil elbette. Lise yıllarımda yazdığım şiirleri şimdi tebessümle hatırlıyorum. Bundan sonrası önemli, ömür kifayet ederse illa ki şiirle olacaktır. Ve nasıl şiir olacağına birlikte tanıklık edeceğiz.

 

Epigraflar Türk şiirinde yakın durduğun şairleri mi imliyor?

 

Tam olarak öyle değil. Kitapta alıntı olarak kullandığım beyitlerin, dizelerin şairleriyle muhakkak şiir üzerinden bir bağım var. Ancak, seçtiğim epigraflar daha çok o kitaptaki şiirlerin tematik yapısıyla ilgili. İlk kitaptan itibaren de öyle kullandım. Yani o şiirleri açımlayabilecek özellikte epigraflar. Böylelikle tarihsel olanla güncel arasında duyuş ortaklığını işaret etmeye çalıştım. Böyle bir işlev görsünler diye titizlendim.

 

Fidancı; hayatın şiirini yazan, sokaktan kalbin sokaklarına yaşanmışlıklar damıtan bir adam. Ancak akışta bir ağırlık var. Az yazıyorsun ve az görünüyorsun.

 

Haklısın, akışta bir ağırlık var. Az yazıyorum. Çünkü, yazarak hayatını kazanan, eve ekmek götüren biri değilim. Türlü türlü meşguliyetleri, geçim kaygıları olanlardanım. Muhakkak bir yerlere iş yetiştirmek zorunda kaldığım mesleki bir yüküm var. Hemen her iş nedense hep takvimli, zaman ayarlı olmak durumunda. Bu yüzden şiir bende hep ertelene ertelene biriken bir çabaya dönüşüyor. Ancak, şiire geçiş yaptığımda da inanır mısın, etrafımdan soyutlanıyor; kimi hayati dayatmaları da terk ediyorum. Bu, belki mizaç meselesi veya aşkınlıkla açıklanabilecek bir şair hâlidir. Biraz daha rahatlayayım da öyle yazayım diye zamanı kollama durumu şiirimin de kaderini tayin ediyor olmalı.

 

Deneme kitapların da şiir tadında idi. Devam ediyor musun?

 

Ah vah işte! Deneme yazılarından çok uzağım. On yılı aşkındır bir başlık atıp yazı çıkarmadım. Şuan o bölge alabildiğine sisli. Devam edip edemeyeceğim konusunda henüz hiçbir kararım yok. Ancak kafam, gönlüm öylesine dolu ki, vurgulayacağım o kadar çok konu var ki! Birikiyor, birikiyor, birikiyor! Mektuplar, hatıralar, kısa hikâyeler, kişisel tarih anekdotları, güncel olaylar vs., vs. Zaman ne getirir bakacağız.

 

Şiirde dört kitap sahibi oldun. Tamam mı devam mı?

 

Kısaca, sonuna kadar devam!

 

A’raf, Son Duvar, Sonsuzluk ve Bir Gün, Kurgan dergileri etrafında birlikte yürüdüğün arkadaşların var. Esasında az sayıda öncesinde ve bu dergiler çıkarken başka yerlerde şiirlerin yer alsa da sanki bir ekip havası seziliyor. Fidancı deyince akla gelen dergiler akla başka isimleri de getiriyor. Bu birlikteliğin ne kadarı senin edebiyat hayatına dâhil?

 

Bu isimler, kadim dostlarım. Her biri, birer bayrak arkadaş. Üniversitede yurt hayatından, ev arkadaşlığından başlayan ve bugüne kadar gelen bir beraberlik. Mehmet Can Doğan, Cengizhan Orakçı, son iki dergide de Mustafa Kurt. Bu sürece ve beraberliğe en yakın tanıklardan biri de sensin sevgili Aycı. Mutlaka aramızda bir etkileşim olmuştur. Aynı kültürel kaynaklardan besleniyoruz ve ortak paydalarımız oldukça fazla. Edebiyat hayatımda dostlarımın muhakkak beni kışkırtan, beni zorlayan çok olumlu, yüksek moral ve motivasyonları olmuştur. Bu, kendiliğinden ve olağan bir ilişkidir aramızda. Dergicilik adına, 1993 A’raf’ın çıkış yılı itibariyle, ortalama her beş yılda bir farklı isimlerle dergiler çıkarmışız. Başka dergilerde de şiirlerimiz yayımlandı. Ancak kendi çıkardığımız dergiler, benim adıma ürün yayımlama sıklığı ve verimliliği açısından daha bir yekun tutuyor. Sebebi belki de Ankara’da yaşıyor olmak ve dergilerin Ankara odaklı olmasıdır.

 

(Şair Mehmet S. Fidancı: “Kanayan Gönlümüze Bir Yara Bandı Şiir”; Konuşan: Mehmet Aycı, Star gazetesi, 9 Mayıs 2014).

 

 

 

 

 

 

Yazar: Konuşan: Mehmet AYCI

YERYÜZÜ MAYALANIR KALBİN ORTA YERİNDE

YERYÜZÜ MAYALANIR KALBİN ORTA YERİNDE

 

Mehmet AYCI

 

Kelimeleri gelin eder gibi konuşur.

Diyelim iki bin kilometrelik bir yola gittiniz, tutar mavinin, yeşilin, sarının fotoğrafını çeker, rüzgârda uçuşan bir yaprağın bile hatırı vardır.

Sadece kalbin kadrajlanmayacağını bilir.

Yürürken ağır yürür, bakarken insanın için okur gibi ağır bakar, okurken ağır okur, gülümserken ağır gülümser.

İncitmez, incinir.

Kızgın olduğu zamanlarda bile sesi kır çiçeği boyunu geçmez.

Kırılgan aşkların adamıdır, kırılır, yine kırılır, yine kırılır; kendi kırıklarından sarar başkalarının yaralarını…

 

Şairdir.

Kelimeleri kalbinde dolaştırır dudaklarından önce…

Şiirin şu sürgünlük yurdunda bir sığınak olduğu yanılsamasına düşmez… Sığınak arayışıdır en fazla… Çıbansız olsa da ruhu Şi’rpençe çıkarmıştır. Kapanan Pencere’den ve Kalbin Orta Yeri ile kendi yaraları için de, insanlığın yaraları için de kabuk kaldıran şiirler söyler.

Denemeleri de şiire dâhildir. “Yol Gösterici”si kendidir biraz; Bakışlar Kıyısı’nda şiirin ve hayatın kıyılarında dolaşır.

Yüzü bir güven adasıdır. Sesi gibi çiçekli ve toprağa yakın. Maskesi sadece sakalı…

Körpe uyanışların, körpe heyecanların, ruhunun gözeneklerinden hayata uç veren körpe dal uçlarının yalancı baharına büyük bir olgunlukla gülümser…

Sadece insanın tasarlanmayacağı derin bilgisiyle dolaşır aramızda…

 

Ankara’nın tasarımcısı…

Şehrin değil elbette, Ankara’daki yayınevlerine yüzlerce kitap kapağı yaptı. Pek çok derginin doğumuna tanıklık etti. Kapağından iç tasarımına, hatta dizgisine kadar onun elinden geçti.

Hatır gönül belasına akıl terini döktüğü, tek kuruş almadığı işlerin haddi hesabı yok…

Kurumsal kimlik çalışmaları… Kamu kurum ve kuruluşlarına logolar… Seçimlerde pek çok siyasi partinin kampanyasının akıl babası/hocası…

El emeği teşekkürle ödeşilmez ya, Fidancı’nın el emeğinin, göz nurunun çok değil çeyreği ödenseydi, dünyalık ihtiyacı olmazdı. Yüzü yumuşak… Hakkını bile isterken yüzü kızaracak kadar narin…

 

En sıradan işlere bile özenli…

Hadi bir dergi çıkaralım deyince ilk akla gelenlerden; ondaki heyecanın, yeni bir kitabın doğumundaki el titremesinin mesleğiyle izah edilemez bir tarafı var.

 

Her daim güzelin peşinde…

Yalnız kaldığında yüzüne döner; aynasız… Yüzünü kalbiyle yıkar dalgınlaştığında. Öyledir.

 

(Mehmet Aycı,

http://mehmetayci.com.tr/index.php/portreyazilari/579-mehmetsfidanci.html

http://www.dunyabizim.com/?aType=haber&ArticleID=11259)

 

Yazar: Mehmet AYCI

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör