Gönül Kıvılcım

Roman Yazarı, Öykü Yazarı, Yazar

Doğum
07 Nisan, 1963
Eğitim
Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü
Burç

Öykü ve roman yazarı. 7 Nisan 1963, Kırıkkale doğumlu. Erenköy Kız Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü (1986) mezunu. Yüksek lisans çalışmasını Norveç Bergen Üniversitesi Kitle İletişim Bölümünde (Norveç) “Türklerin Haber İzleme Alışkanlığı” konulu teziyle tamamladı. Berlin’de Aktüel dergisi muhabiri olarak çalışmaya başladı. 1992-96 yılları arasında Alman radyo ve televizyonunda çalıştı. Türkiye’ye döndükten sonra Radikal gazetesinde muhabirlik yaptı, NTV Radyo için programlar hazırladı. Yazıları Radikal 2 gazetesi ve Öküz dergisinde yayımlandı. Çalışmalarını İstanbul’da sürdürdü.

“’Jilet Sinan’, dramatik yapısıyla, aksamayan, tıkanmayan ana damarlarıyla gümbür gümbür akıyor insanın yüreğinde. Derin bir alaysama, insanın içini tıkayan bir burkulmayla okuyorsunuz romanı. Yer yer gözünüz dolabilir belki, ama kahkahayı patlattığınız da olacak, o sıcacık ayrıntılar alıp götürecek sizi... Kıvılcım’ın diline, sokaktan gelen esintiyle, bir hüzün, burkulma eşlik ediyor doğal olarak. (...) Ama bir yanı daha var onun; ‘belgesel roman’ nitelemesine uyan bir yapıt aynı zamanda.” (M. Sadık Aslankara)

ESERLERİ:

ÖYKÜ: Kasaba ve Yalanlar (2001), Parçalı Aşklar (2004).

ROMAN: Jilet Sinan (2001).

HAKKINDA: On Üç Büyülü Öykü-13 Yazar, 13 Öykü (2002), A. Ömer Türkeş / Serseri Aşıklar - Esra Birkan Baydan / Gönül Kıvılcım ile Söyleşi: “Yazmak ben’in özüne inmektir. Ben’in özü ise karanlıktır.” (Virgül dergisi, sayı: 51, Mayıs 2002), M. Sadık Aslankara / Bir Belgesel Roman Jilet Sinan (Cumhuriyet Kitap, 16.1.2003), TBE Ansiklopedisi (2. bas. 2003).

KASABA VE YALANLAR

Kasabaya yaklaşıyorum. Kızılırmak'ı çoktan ardımda bıraktım. Anayoldaki tabela, adı sanı belli bir kasabanın sınırları içinde hareket ettiğimi haber veriyor. Nüfusunun çoğunluğunu mecburi hizmetle gelenlerin oluşturduğu lanet bir kasabanın. Kasabanın bir ucundan öbürüne beyaz duvarlar uzanıyor. Günlerdir yağan karı yol kenarlarına kuruyorlar. Kar duvarları arasında yürüyorum. Yavaş yavaş buz tutan yokuşlarda, rüyalardaki gibi, ağırlığı alınmış bir bedenle koşuyorum. Giderek hızlanıyor, kasabadaki görüntülerin iki yanımdan akmasına fırsat veriyorum. Evler arasında bir evi arıyor gözüm. Yalanlar evini. On beş yıl önce babam öldüğünde kapısını çekip çıktığımız günkü gibi duran. Kimsenin el sürmediği. Radyoda Neşet Ertaş yöre türkülerini söylüyor.
Çocukluğumu sonsuza dek canlı tutmak istercesine bıkıp usanmadan yinelenen, o değişmeyen hikâyelerden birini anımsıyorum. Babam:

Ateşler içindeydin. Divanda annenin dizinde yatıyordun. Yerde yeşil Isparta halısı, köşede Şakir Zümre halk tipi sobamız. Duvardaki Japon vitrininin biblolarına bakarak sayıklıyordun. Kuşlar, tavşanlar, çiçekler... Ateşinin düşmesi için zorla bir aspirin yutturduk. Küçük Philips radyomuzdan müzik dinlemekteydik. Aradan bir saat geçti geçmedi. Ayılmışsın. Sırtında annenin diktiği, yere kadar uzanan pazen geceliğin. Yanımıza geldin. Âdetindi, üstünde yeni bir şey olmayagörsün, oynardın hemen. Radyoda neşeli bir hava çalınca kalktın fingir fingir oynadın.

Yalanlar evinde uyanmak. Sabahleyin çam ağacına bakan yatak odasında gözlerimi açıyorum. Bir el, gün ortasında evimizi büyülemiş. Buzdolabında on beş yıl öncesinin yiyecekleri. Yataklara kimse dokunmamış, eve hanidir uğrayan yok. Oturma odasında amcamın yatağı. Hafta sonunda şehirden ziyaretimize gelmiş. Holde ters dönmüş birkaç ayakkabıyı, banyoda annemin bornozunu buluyorum. Yalanlar evinin bir müzeye benzediğini düşünüyorum. Gelen geçenin uğrayabileceği, onların varlıklarından etkilenmeyen kapalı bir mekân. Sağlığında değeri bilinmemiş ressamlar, gücü elinden alınmış halklar, çalınmış çırpılmış eşyalar için kurulan müzeler gibi. Bizim evimiz de yalanların sergilendiği bir müze.

Evde yaşamın donduğu an. Sokaktan geçen simitçinin getirdiği simit ve çayla kahvaltı ediyorum. Birilerinin uğrayacağım umut ederek. Yerdeki yumuşak tüylü halıya uzanıyorum. Öğleden sonraları yatağımda değil, yün halının üstünde kitap okuduğum için çıkışıyor annem. Yerden kalk, hasta olacaksın. O sabah babam annemle tartışmış mıydı? Günün sonraki gelişmelerinden anımsayabildikleri-mi birbirine ekleyerek tahmin yürütüyorum. Kuşkusuz önemli bir ayrıntı: Babam düştüğünde balkonun parmaklıkları takılı değildi. (…)

Kasabadakiler ve baban neye el atsam yıldırıyorlar beni. Giriştiği her işin baltalanması küstürüyor onu. Annemin yapamadığı resimleri düşünüyorum, gidemediği şehirleri. Onun, sıkıntısını geçirmek için kurulu bir saat gibi düzenli aralıklarla salladığı bacağı başımı döndürüyor. Doğduğum kasabanın dalgaları zihnime öyle kazınmış ki, baban sesini çıkarmasa onları çiziverirdim şimdi. İlkbaharın azgın dalgalarını, kışın köpük köpük olmuş denizini, komşu bahçedeki ceviz ağacını, aşağı mahalleye inen merdivenleri ve denizde entarileriyle yıkanan kadınları... Annemin resimlerde canlandırmak istediği, dönemediği çocukluğu mu?

Mayıs ayıydı. Yoksa nisan mı? Tezgâhlardaki çilekleri anımsadığıma bakılırsa bahar ayları olduğu kesin. Bir sabah babam eve döndü. Dolaptaki tiril tiril ütülü gömleklerinden birini giydi. Annem ona kör karanlıkta nereden geldiğini sormadı. Ekmekleri kızarttı, buzdolabından onun sevdiği kahvaltılıkları çıkardı. Sabrediyordu. Aradan geçen zamanın farkında değilmişçesine sakin davranıyordu. Babamın ikinci evini bir gün kapayacağını umarak. Saatçi de erkenciydi o sabah. Sigarasını tüttürerek sokağımızdan geçti. Kasabadaki saatlerin ayarının doğru gitmesi için geceli gündüzlü çalışan Sivaslı saatçi. Babam ikinci evinin saatlerini de ondan mı almıştı?
Babamın askıda bekleyen gömleklerini giydikten ve annemin yanaklarına minnet öpücükleri kondurduktan sonra çekip gittiği ikinci evi.

Yalanlar evinin zili çalıyor. Kapıda amcam. Yıllık izne ayrılmış, bu sefer uzun kalmaya niyetli. Sevinçten uçuyoruz. O misafirimiz olduğu sürece babam ortadan kaybolmaz. Annem amcamın bir dediğini iki etmiyor, bardak bardak çay taşıyor ayağına, kalem gibi zeytinyağlı dolmalar sarıyor. Bankada terfi etmiş amcam, amir olmuş. Babamla kadeh tokuşturup ıslatıyorlar yükselişini. Leblebi, peynir, kavun, bir de kırmızı vosvagen var masada. Vosvagen benim için düşünülmüş bir hediye. Ama masanın kenarından düşmeyen akıllı arabayla oynama sırası onlardan bana gelmiyor. Altındaki kanca sayesinde fren koyup geri dönüşünü hayranlıkla izliyorlar.

Sabahlan kör göz amcamın yanına koşuyorum. Üstümde pazen geceliğim, yeni fıkra, diye tutturuyorum. Onun sigaradan kısılmış sesiyle anlattığı fıkraları dinlemek çok keyifli. Sonunda amcam da gülüyor ve gülerken sağ gözü kısılıyor. Önüne geçemediği tiki sevimli yapıyor onu. Sevincimiz kursağımızda kalıyor. Ertesi gün erkenden uyandırılıyoruz: Radyoda önemli bir haber var, diyor amcam. Kalkın. Ülkedeki bütün memurlar görevlerinin başına çağrılmış. Karartma kapıda. Adada savaş tam çıkacak zamanı buldu! Amcam bavulunu topluyor. Yalanlar evinde yalnızız.
Aradan ne kadar zaman geçti, emin değilim. Ama babamın kafası olgun bir karpuz gibi ikiye ayrıldığında amcam bizdeydi yine. Karartmadan sonraki ilk ziyareti. Büfenin raflarında ve kristal kül tablalarında birikmiş karış karış inşaat tozu karşıladı onu. Kira getirsin diye tepemize üçüncü bir kat konduruluyordu. Amcam, bu inşaat da nereden çıktı diye, terslendi. Babamın cevabı kısaydı: Masraflar arttı, öyle icap etti. Kelimeler babamın ağzından çıktıktan sonra odadakilerin hali görülmeye değerdi. Üçü de yanında kimse yokmuş numarası yapıyor. Gözleri pencerenin ötesindeki dış dünyaya çevrilmiş. Dışarıda bir perdeye üçünün ortak bilgisi düşüyormuşçasına: ikinci ev babamın iliğini kemiğini kurutuyor. (…)

                                                  (Kasaba ve Yalanlar, 2001) 

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör